Tumgik
#turkedebiyati
Text
Can Yücel / Şiir, kelimeleri bu galaksiye iade etmektir
Tumblr media
"Bir kez gözaltındayken 'Hayatını anlat' dediler, bir başladım, nasıl susturacaklarını bilemediler, sonunda ...tir ol git deyip kovdular." Yaşamını 'en güzel şiiri' olarak niteleyen Can Yücel, yaşadıklarını, düşündüklerini yine kendi üslûbuyla anlatıyor.
İlkokul üçteyim. Küçücük çocuk. Boğaziçi okulunda okurdum. Evden yolladılar. Leyli yollandım. Hem aynı şehirde oturacaksın hem de okula leyli yollanacaksın. Çok bozuldum, çok üzüldüm. Evde, ikiz kardeşimle kavga ediyorum diye yollandım. Benimsemedim. Her şeyi benimsemediğim gibi... Futbol vardı, futbol oynuyordum... İyi bir futbolcu olacaktım. Nasıl gol atacağım hâlâ rüyama girer... Zaten şiirde de hep nasıl gol atacağımın peşindeyim ya! Ankara'da Taşmektep. Ahır gibi. Bombok bir yer. Futbol da yok. Üstelik vekil oğlusun. Bombok bir durum. Hiç sevmedim... Ortaokul bitti. Atatürk Lisesi. Aynı numara, orayı da sevmedim. Klasik şube harikaydı. Harika kadro, Nurullah Ataç, Cevdet Kudret ders veriyor. Nâzım okuyoruz. Dünya edebiyatını tanıyoruz. Latince öğreniyoruz. Sekiz öğrenciyiz. Gazi Yaşargil de orada. Gazi çok çalışkan, bize karışmaz. Orada komün kurduk. Harçlıklarımızı komüne verip para biriktiriyoruz. Dışarı gitmek için. Sonra tüm topladığımızı Gaziciğimize verdik, onu dışarı yolladık.
Hayatta kuş gibiliğe razı değilimdir
Ben babama hep posta koyuyorum. Tek parti numarası vardı ya. Utanıyorum senden derdim. O da niye utanıyorsun diye çıldırıyordu. Arabasına binmezdim. Öyle bir gerginlik işte. Sonunda beni Cambridge'e postaladılar. Bu da çılgınlık. Ben Dil Tarih Fakültesi'nde Almanca öğrenmiştim, Alman edebiyatını biliyorum. İngilizce bilmiyorum. Niye yolluyorsunuz beni Cambridge'e! Çılgınlık işte! Züppelik işte! Cambridge'de Allah muhafaza kuş gibiyim. Ben de hayatta kuş gibiliğe razı değilimdir. Bütün Katolik papaz çocukları benim Latincenin on mislini biliyor. Ben de kafayı modern tarihe taktım. Bertrand Russel derse gelir... Ama hem kuş gibiliğe hem ukala İngiliz numaralarına yokum... Ayrıldım Linkfield'e gittim. Bülent, Rahşan orada. Ali Neyzi, Yavuz Bayraktar orada. Havuzlu, tenis kortlu, lüks evlerde oturuyorlar, ama yemek yiyecek paramız yok. Babam geldi ziyarete. Mezarlıktan ebegümeci toplayıp ikram ediyoruz.. Londra'da resim tarihi öğrenmek için 'Court of Institute of Art'a gidiyorum. Orada bizim ressamları buldum. Avni, Bedri Rahmi'ler, Selim, Şadi Çalık, İlhan Koman. Orada hem eğlendik hem öğrendik... Arada şişeye giriyoruz...
Şiirin ne olduğunu biliyorsan yazmadan duramazsın
İlk şiirimi on yaşında yazdım. Babamın metresi olan hanımın yuvasındaydım. Yuvada bir çocuk öldü. Çok üzüldüm. Arkasından şiir yazdım. Ben mümkün olduğu kadar aile içinde yaşadım. Bütün serseriliğime rağmen aile köklerimi kaybetmedim. Aile değil sade, arkadaşlarım için de böyledir. Öldükleri zaman şiir yazarım. Şiire, babamın yardımı çok oldu. Hep şiir çevresindeydim. Babam okur, babaannem okur... Şiire elverişli bir dünya yaratmıştı babam bana... İngiltere dönüşümde çevreme çok dikkatli baktım. Herkesle beraber olmayı ve dinlemeyi seçtim. Cahit'le, Orhan'la... Bu arada insan şiiri kaybedebilir de. Ama temelde şiir güdüsü yatıyordu. Dili iyi biliyorsan, şiirin ne olduğunu biliyorsan yazmadan duramazsın. Elbette hümanizma beni etkilemiştir. Böyle yetiştim ben. Baba Mevlevihane'de doğmuş, yetişmişti. Babam her ne kadar Batıcı, Atatürkçü, Batılılaşma hareketinin bir yiğini olarak yaşamışsa da Şark edebiyatı, mistisizm, Divan edebiyatı ve bizim temel gökkubbemiz musikisini de birleştirmişti. Ama ben o kadar şanslı değilim.
Aşk, kendine mahsus bir boğa güreşidir
Hayatımda, karım hariç, iki şey sevdim: Şiir ve politika. Şiir nedir, diye sorarlar. "Şiir göklerde uçan nazenin bir balon' değil; o balon çoktan patladı. Benim için şiir akıl ve heyecan meselesidir. İnsan beyninin yalnız yüzde onu bilinir, gerisi meçhul kıta. Şiir, beynin işlemeyen yüzde doksanını harekete geçirmektir. Şiir bir terlemedir. Güneş güneş sözlerle... ve böyle böyle eriyip gider. Dünya gibi tıpkı; döndükçe terleye terleye... Benim gördüğüm, aşk, sevmekten başlayan azgınlıktır. O kadar çok sevmek ve azmak lâzımdır ki aşk için, hiçbir boğa seni tutamasın, hiçbir toreador sana kırmızı şal göstermesin... Evet, aşk kendine mahsus bir boğa güreşidir. Picasso dahi bunu çok iyi bilir.
Diyalektik, şiirde öfke ve sevgi olarak tecelli ediyor
Oktay Rifat'ın söylediği gibi: Kelimeler, günlük konuşma ve iletişimde yıpranırlar. Oysa kelimeler bütünselliğin parçalarıdır. Şiir, kelimeleri bu galaksiye iade etmektir. Bu arada kurulan güzellikler, bütünlükler büyük bir 'happening' olur. Şiir, yaşamı çekip çeviren bir ilke. Diyalektik, şiirde öfke ve sevgi olarak tecelli ediyor. Bu sevgi ve öfkenin diyalektiği eytişimdir. Bu nedenle sevgi ve öfkenin bir bileşimi olarak ortaya çıkar sanat. Olanı kabul yerine olanı değiştirme yolunda bir çabadır, bundan dolayı verimlidir ve önemlidir. Bundan dolayı insan beyninin ince noktalarına kadar giren, süreklilik kazanan bir eylemdir. Şiir, gürültüden müziğe geçmektir. Şiir, evrenin içinde büyük seslerin molekül ve atomlardan başlayan bütünlüğü, bu bütünlüğün müziğidir. Şairin görevi bu musikiyi kurmaktır. Kozmosdan aşağı şiir yazılmaz. Üst tarafı minördür... Harika o ki, insanlar kendi adlarına değil, kâinat adına yazarlar. Bütünselliğin dışında şiir yoktur. Hayat ve ölüm de bütündür. Şiir bu bütünden çıkan büyük çılgınlıktır. Çok ağır geçen hayatımızın içinde ironi, bütünselliği bozmayacak ana çaredir. Bir direnç kahkahasıdır. Bence kahkaha çiçekleri yaratmak Baudelaire'in 'Şer Çiçekleri'nden daha iyidir. Hiç olmazsa, kahkaha çiçeklerinden LSD yapılır.
Ben ihtiyarım, ilhamım genç
Hayatımda şiirden başka, çeviriyle uğraştım, onun dışında bir iki kısa memuriyetin dışında hiçbir iş tutmadım. Eskiden babaanneme anlatırdım: Bak şimdi, şu yazıdan elli lira kazanacağım, ötekinden şu kadar... diye. Kadıncağız kahkahalarla gülerdi. Hiçbiri doğru çıkmazdı. Para kazanmak için birtakım işler yaptım, tercümeler, fıkra yazarlığı. Ama aldığın para para değil, ekmek parası bile değil. Peki nasıl geçiniyorum? Ankara ve Dragos'daki baba evlerini sattık, Kuzguncuk'ta ev aldım. Artık babam sayesinde parasızlıktan şikâyetim yok. Şiir benim için meslektir. Düne ve geleceğe bakışımla birlikte yürüyen özgür bir meslektir. Son zamanlarda kitaplarımdan gelen parayla yaşamımı sürdürüyorum. Bu benim için çok önemli bir şey. Şiir yazmada intizamım var. Hep şiir düşünüyorum... Ben ki, büyük planlarda, İşçi Partisi döneminde on yıl şiir yazmadım... Şimdi ciddi olarak çalışma olanağım var. Rahatım yerinde. W. B. Yeats'in dediği gibi: Ben gençken ilhamım ihtiyardı. Şimdi ben ihtiyarım, ilhamım genç...
Bazı şeyler ancak çocukça anlatılabilir
Ben hep iki tür düş görüyorum. Ya futbol düşleri ya da erotik düşler. Erotik düşler, eski hikâyelerle. Kadınları çok seviyorum. Kadın erkek çelişkisi çok önemli. Çok yakın bu iki cinsin, bu çelişkiyi, gerilim içinde yaşaması bir mucize. Erotizm, bu gerginliği yaşama. Hayatın temelindeki erotizm bu. En güzel yanı insanları ayakta tutması. Yabancı bir televizyon görüncesinde bitkilerin nasıl çiftleştiğini seyrederken ağlıyorum... Derken, aklıma geliyor Güler'le ilk seviştiğimiz. Orada da ağladığını gülerek hatırlıyorum. Ben yedi yaşında, yetmiş yaşında gibi hissettim kendimi. Yetmiş yaşında da kendimi yedi yaşında gibi hissediyorum. Bundan dolayı iş karışık... Belli bir yaştan sonra insanda çocuklaşma demeyeyim de, dünyaya çocuk açısından, çocuk gibi bakma ihtiyacı doğuyor. Zaten bazı şeyler de ancak çocukça anlatılabilir geliyor bana.
Amerikalı general yüzünden mahkûm olduk
Şiirden değil, çeviriden yattım. Che Guevara'nın 'İnsan ve Sosyalizm'i ile Che, Mao ve bir Amerikalı generalin yazdığı 'Gerilla Harbi' kitaplarını çevirmiştim. Amerikalı general kontrgerillayı anlatıyor. Dava dört yıl sürdü. Amerikalı general yüzünden mahkûm olduk. Şairlerin hepsi hapisane kuşudur. Kendi kendilerine acımaktadırlar ki, insanın en büyük kabahati kendine acımasıdır. Ondan dolayı çok güç çıkıyor şiir, daha doğrusu şair çıkmıyor da şiir çıkıyor ara sıra. Cumhuriyet şiiri, bütün tek parti devrindeki gayretlere rağmen -Hececiler, şunlar bunlar- resmi şiir tutmadı. Şiir resmi kanalın dışında, siyasi olarak da onun dışında duranların inhisarında gelişti. Bu nedenle de menfi bir şey olarak bakılmıştır şiire Türkiye'de. Şimdi otel yaptılar ya, Sultanahmet Cezaevi'nden geçmemiş şair yoktur o devirde.
1980'den sonra şiir ve şair kendine acır hale geldi
Menfiden kasıt öfkeyse sevgiyle beraber olmalı bu. Nâzım'da da böyledir. Ama baskıdan ciddi zarar görmüştür şiir. Gençlere seslenme bakımından ayağı bağlanmıştır, kösteklenmiştir. Kitleye intikali güçleşmiştir. Ondan dolayı da kendi içine kapanmıştır. Hele 1980'den sonra şiir ve şair kendine acır hale geldi. Bir insan için kendine acımaktan daha kötü bir şey yoktur. Benim şiirimde de, siyasetimde de hâkim iki unsur var. Bu iki unsurun çelişkisi ve sentezi, bana yaşama gücü veriyor. Olupbitene ve olupbitenin sorumlularına karşı öfke; olması gerekene, olabileceğe ve onu getirecek olan büyük emekçi ve aydın kitlelerine sevgi... Öfke ile sevgi arasında çırpınan bir çelişkinin içinde yaşıyorum ben. Şiirlerimle de, siyasamla da, bana enerji, akıl ve yaşama sevinci veren şey, öfkeyle sevincin çelişkisi.
Kala kala küfretme özgürlüğü kalacak
Küfrü ve argoyu halk kullanıyor. Yazdığımız şey de halkın nabzı ve ağzı olduğuna göre, elbette bu küfür işi de kendiliğinden katılıyor işin içine. Aslında küfür bir özgürlük davasıdır. Türkiye'de de kala kala küfretme özgürlüğü kalacak. O özgürlüğü de elden bırakmak istemiyorum. Hırgür sevmeyen bir insanımdır. Ama hırgürsüz yaşanmıyor bu ülkede. İkincisi mahcubumdur, fakat artık yırtık olmadan yaşanmıyor. Mümkün olduğu kadar asude, kendini dinleyeek yaşamayı seviyorum, fakat çok patırtılı bir ülke. Bundan dolayı insanın mizaç doğrultuları, bu yaşam içinde kendi sonuçlarına varamıyor.
Aslında bir kül tabağıdır dünya
Hiçbir zaman umudumu kaybetmedim. İnsanlıktan umut kesmem. İnsan, zaman zaman iyimserlik ya da karamsarlık duyabilir. Fakat, insanla ilgili aşağı yukarı bütün gerçekler içinde bir tansık, bir mucize vardır. Bu mucize, umudu getiriyor. Ama umut durduğu yerde olmaz. Kazanarak, çalışarak, savaşarak edinilir. Umudun olmadığı yerde insan 'Herkes koyun gibi kendi bacağından asılır' diyerek, enayi gibi kendini, yaşamayı askıya alır, geberip gider. Aslında bir kül tabağıdır dünya. İçine bir güneş bastırılmış. Amma da izmarit ha!.. Ölmekten değil, ölümün acısı olmasından, işkenceden korkuyorum. Ölüm içimizdedir hep, her doğan çocuğun içinde. Ölüm bütünselliktir. Bu bütünselliği bozacak, beni parçalayacak acıdan korkuyorum. İnsanı ezici, bütünselliği bozucu her şeyden nefret ediyorum. (Cumhuriyet gazetesi / 15 Ağustos 1999)
4 notes · View notes
Photo
Tumblr media
Karabibik - Nabizade Nazım (kitap yorumu) @okuyan_kadinlar_kulubu nün düzenlediği, #turkedebiyatiklasikleri etkinliğinde #karabibik kitabını görünce okumak istedim😍 kısa zamanda okunabilecek güzel bir eser. Konusundan bahsetmem getekirse, 1800 lü yıllarda geçiyor. Gerçekçilik-natüralizm akımından esinlenmiş. Konuyu anlaşılır kılmak adına sadece ve yalın dille kaleme almış. Üstelik yöre halkının konuşma lehçesini olduğu gibi yazmayı tercih etmiş. Karabibik isimli karakterimiz kıt kanaat tarlasında çalışıp çabalayarak geçinmeye çalışmaktadır. En büyük hayali tarlasını sürebileceği öküzü almaktır. Tek göz odalı, kerpiç bir yerde kızı "Huri" ile beraber yaşamaktadır. Dönemin yaşam şartlarına değinen otuz küsür sayfalık güzel bir eser. Yazar bilinmeyen yöreye ait kelimeler için küçük bir sözlük hazırlamış. Yaşanan yeri bilmrk adına kitabın sonuna harita eklenmiş. O yüzden okurken anlamakta zorlanmadan haritada geçen yerleri görerek nelerin yaşandığını daha iyi alıyorsunuz. Eğitimin ne kadar önemli olduğun bu kitap sayesinde bir kez daha anlamış oldum 📚Etkinlik sayesinde bilmediğim bir yazarı öğrendiğim için çok mutluyum 😊 türk edebiyatı eserlerini okumayı düşünüyorsanız eğer mutlaka tavsiye ediyorum 😎📚🐂🌄 #türkedebiyatıklasikleri49 #nabizadenazım #türkedebiyatı #kitap1sevda #edebiyakut #klasikeserlerokuyoruz #okuyankadinlarkulubu #türkiyeişbankasıkültüryayınları #beymelek #kaş #gerçekçilik #natüralizm #huri #köy #tarla #borç #akdeniz #cehalet #eğitim #dam #ocak #pilav #döşek #fakirlik #turkedebiyati #kitap https://www.instagram.com/p/Ci5Lv-dtU8d/?igshid=NGJjMDIxMWI=
1 note · View note
dolunayyy · 4 years
Text
Tumblr media
"O vakit sadece gözlerim ağlamıştı. Bu gece gönlüm ağlıyor."
67 notes · View notes
kisiselkultur · 4 years
Text
YouTube'da "Okumak isteyenler için; Mehmet Rauf'un Eylül romanından 18 harika alıntı" videosunu izleyin
youtube
1 note · View note
mirzlivilekar · 5 years
Photo
Tumblr media
🚲Vakit varken asıl pedallare. Yol boşsa hızlı da gidebilirsin. Fakat ellerini bırakma sakın. Boşluğa terk edilen ellerde değil, nereye tutunacağını bilen ellerde özgürlük. 🚲 Yaralarını kamufle edenler bilmezler ki yaralarıdır en kıymetli şeyleri. Çünkü yaralar madalyalarıdır hayatın. Herkes zafer kazananları alkışlar ve madalya takarken, mağluplar, hayatın elinden gizlice alırlar madalyalarını. #aliural #bisikletdersleri #okudumbitti #okumahallerim #bookphotos#turkedebiyati #kitapalıntıları #kitapönerisi #1kitap1fotograf#intabookstagram #bookstagramturkey #booklove #kitapaşkı#book #buchlesen #ağustosokumalarim #reading #книгалюб #хорошиекниги #книга #читала #любимыписатель https://www.instagram.com/p/B05_hV9hztG/?igshid=vpai0er7mfaa
8 notes · View notes
Text
Tumblr media
'
'
13 notes · View notes
kirp-i · 5 years
Text
Unutma Bahçesi - Latife Tekin
Tumblr media
3 notes · View notes
mustafaokutan · 6 years
Photo
Tumblr media
"İnsanın kim olduğunun ne önemi var," dedim "önemli olan yaptıklarımız ve yapacaklarımızdır" Kitap fotoğraf yorum adresi #kitapokufotografcek  💝🌱 @kitaplarmekanlarinsanlar teşekkürler 🎖 Galerisini takip etmelisiniz. 🌱 Nisan🌱 ayında🌱 3 kitap hediye 1📚 Dilimde Tüy Bitti Aşk Aykut Yayla kitabı 🎁 2📚 beğenilere göre ilk fotoğraf yorum sahibine istediği kitap hediye🎁 3📚 1. olan fotoğraf yorumunu beğenenlerden 1 kişiye istediği kitap hediye🎁 😍😍Bu kitabı kazanmak için Yoruma 3 kişi etiketle çekilişe katıl 😍😍  Takip şart. Fotoğraflarınızda etiketimizi kullanın vakit buldukça yayınlarız. Gizli hesap iseniz mesaj atın. Fotoğraflarınız🌱instagramda🌱 facebookda🌱gebzevecevresifotograflari 🌱tumblrda🌱twitterda🌱 (ayın ilk 10'u ve okuduklarım beğendiklerim vb.) aynı anda kişisel facebook hesap #okutanmustafa 🌱 yayınlanır 🗓📆 Her ay ilk 10 ve kitaplık kampanyaları  hikayede paylaşılır. #fotografcekkitapoku #orhanpamuk #beyazkale #kitap #kitapalıntıları #kitaplık #kitapkurdu #kitapkurduyumben #instakitap #instabook #instabookreaders #instagram #bookworm #bookstagram #book #booklist #currentlyreading #neokuyorum #okumak #okumakgüzeldir #nature #doga #bahar #rengarenk #reading #literature #library #turkedebiyati
1 note · View note
sismodram · 4 years
Photo
Tumblr media
"şimdi senin uzanıp yattığın otlarda yarın yeni bir yeşillik büyüyecek" Arkadaş Zekai Özger . . . . . . . . . . . . #arkadaşzekaiözger #arkadaş #şiir #şiirlerdenparçalar #şiirheryerde #edebiyatnotları #edebiyat #alıntı #poetry #poems #turkedebiyati #cemalsüreya #ahmedarif #ahmetkaya #yilmazguney #art #photooftheday #fotoğraf #picture #iyigeceler https://www.instagram.com/p/B501i_TpcLq/?igshid=1581fjgytt7jd
0 notes
hayeldamlasi · 5 years
Photo
Tumblr media
Mart ayının #turkklasigiokuyoruz kitabıydı Halide Edip Adıvar'in Tatarcık kitabı. Cumhuriyetin ilk yıllarında geçen bir hikayesi var. Baskahraman Lale nam-i diğer TATARCIK . Kaptan Osman ve Lalezar hanımın tek çocukları. Maşaallah cevval mi cevval. O dönemde bir kızın tek başına yapmasi beklenmeyen her türlü işin üstesinden geliyor. Boğazın Karadeniz'e bakan Poyraz Köyünde geçiyor. Fakir ama kendi yağında kavrulan insanlar. Dönemin duygusunu çok güzel aktaran Adıvar klasiği 👍 Geç olsun güç olmasın dedim bu kitapla duygularımı ilettim efendim 😉 mutlaka okunası 🙋✨ . Leblebi helvasina gelince gördüm mü dayanamam 🤗 bana dedemi ve bakkalini hatırlatır. O zaman helvasını değil tozunu yutardik ,olsun 🙊 . . #neokudum #kitapyorumu #read #bookstagram #blogger #halideedipadıvar #canyayınları #klasik #turkedebiyati https://www.instagram.com/p/BvzN2cblpCb/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=3cjnh7acwxyv
0 notes
yitikulke · 7 years
Photo
Tumblr media
#Repost @serkanturk61 ・・・ sakallarımın altına sakladım gençliğimi hangi gökyüzü bakıyor geçmiş diye yüzüme insanın bulup yitirdiği kendisi yaşam dediğimiz biraz incinmişliktir belki #kitap #siir #uzunruhlubircüce #serkantürk #yitikülkeyayinlari #okumahalleri #yazar #serkanturk #neokumali #turkedebiyati
1 note · View note
edebiyatsoylesileri · 2 years
Text
Vüsat O. Bener / Kendiniz için yazsanız da toplumda bir yankı bulmasını istiyorsunuz
Tumblr media
Ölümünden beş yıl önce yapılan söyleşide Bener, yaşam öyküsünü, ailesini ve yazma ritüelini anlatıyor.
“Dil ile ruhsal durumların müthiş bir kaynaşma içinde olduğu söylenebilir. Çok sivri, acı bir dili vardır Vüs’at O. Bener’in. Bilinen ironisi “Bay Muhannit Sahüegi’nin Notları”ndan Siyah Beyaz’a gitgide sert biçimler almaya, acıtıcı ve yok edici olmaya başlamıştır” diyen Semih Gümüş’ün kitabının adıyla, “Kara Anlatı Yazarı” olarak tanınan Vüs’at O. Bener’in, “kunt” bir anlatımı var. Ama, sözlük anlamına göre, anlatımın bu “ağır, dayanıklı, kalın, sağlam ve sert” özellikleri, anlatıcının dilinin berraklığı, yalınlığı, öyküyü özgür bırakan edası ve ironisi ile buluşup ortaya çıktığında, metnin özgünlüğü de yaratılmış oluyor. Bu söyleşi, 2000-2001 yıllarında, Mimarlık Kültürü Dergisi XXI için yapılan, ancak yayımlanamayan bir çalışma. Kendisiyle 13-14 Şubat 2001 günlerinde, Çankaya’da, Sedat Simavi Sokak’taki “çalışma evi”nde görüşmüştük... Aramızdan ayrılışının birinci yılında, Vüs’at O. Bener’i saygıyla anıyorum.
Vüs’at O. Bener, burası “çalışma evi”niz, “sığınma köşeniz”, “yazı işliğiniz”. Bugün sabahki telefon görüşmemizde de, “küçük ev” demiştiniz burası için. Yıllardır mimari tasarım dersinde verdiğim bir temrinde, şaire tasarlanacak evin içinde, “küçük ev” de isteniyor. Geçen yaz İlhan Berk’le yaptığımız söyleşide, onun evinde de, üstelik iki tane küçük ev olduğu ortaya çıkmıştı; birisi yarım bodrum, diğeri de bahçe içinde bağımsız bir birim. Bu “küçük ev” kavramıyla başlayalım mı? Bu “yazı evi”ni yaratma düşüncesi sizde nasıl gelişti; bir gereksinimden doğdu herhalde, ama kentte yaşamanın sonucu mudur aynı zamanda? - Şimdi buranın geçmişi yaklaşık 10 yıl öncesine kadar gidiyor. Karayollan Genel Müdürlüğü’nden emekli olmaya karar verdim; 1980’e doğru, kritik döneme yaklaşıyoruz. Kaynaşmalar başladı, ben o zaman Hukuk Müşaviri’ydim. Gençler arasında rahatsızlıklar var. Genel Müdür Şerafettin Uzuner’in ilgisiyle Hukuk Müşavirliği’ne getirilmiştim; enteresan bir adamdı, kurumda kökten yetişmeydi. Bakan da Şerafettin Elçi. “Bu Elçi,” dedim, “seni tutmayacak burada. Ben de senin adamınım ya, beni de tutmayacak.” “Sanmıyorum,” dedi, “bakan iyi adamdır.” Tam o sırada da, Ziraat Bankası’nda bir yayın birimi kurma düşüncesi varmış, duyduk; hatta Adalet Ağaoğlu, ben, Ayla Kutlu gibi isimleri düşünmüşler. Daha çök kendi alanıma açılabilirim diye düşündüm ve “Ben ayrılayım,” dedim. Banka yayın işinden politik bir kararla vazgeçti, ben de dilekçemi vermiş bulundum, hatta bir ay kadar işleme koymadılar, ayrılmamı istemiyorlardı, ama ben geri almadım. Şimdi daha ben o sırada bunu düşünüyordum, sığınacağım bir yere ihtiyacım vardı. Avukatım ama devlet adına çalışmıştım, özel büro düşünmüyordum. Bana göre bir yer lazım, mütemadiyen istediğim bir şey. Ev yaşamına benim katılmam mümkün değil; Askerlikte örneğin yüzbaşılığa kadar çıktım oradan istifa ettim ama yine devlet için ve hep fiilen çalıştım. Emeklilik kararını verdikten sonra sağa sola bakmaya başladım, ama maddi bir konu aynı zamanda. Bu siteye benim ön bir sevgim de oluşmuştu: Burada oturan ODTÜ’lü hocalardan, Ayşe’nin [eşi Ayşe Bener Ilıcalı) de tanıdığı bir karı-koca dışarıya mı gideceklermiş, ne yapacaklarmış, burada bir daireleri varmış; hep konuşuluyor konu. Dediler ki, “Eşyayı bir odaya kapatacağız. Gelsin işte burada -yazı mı yazacak, çalışacak mı- otursun. Sadece masrafım versin.” Aman, ben oraya hemen kapandım ve “Buzul Çağının Virüsü” orada yazıldı. Gidip geliyordum, bir masa, bir yatak attım oraya. Ayşe de kızıyordu ama geceleri saat ikilere üçlere kadar çalışıyordum, roman orada bitti. Derken yine burada oturan ve yine Ayşe’nin tanıdığı bir hoca, buradaki dört kapıcının ikiye indirildiğini söyledi ve boşalan daire için hemen bir şey yapalım dedi. Burayı gördüm, bir harabe; kırmışlar etmişler, hor kullanmışlar; oturulacak halde değildi. Bir de dediğim gibi taşkınlar filan, yazdığım gibi. Ama her şeyi göze almalı, çalışma imkânlarını geliştirmeli, dedim. Ayşe’nin de İngiltere’ye burs işi çıktı, onu da gönderdim, yapayalnız kaldım. Parasal durum, onun maaşı kesildi, ben sadece emekli maaşıyla geçinir oldum, işler sarpa sardı. Derken dediğim çıktı, Şerafettin Uzuner’i görevden aldılar. Çok üzüldü, telefonla görüşüyoruz, “Dava edelim,” diyor. “Peki, senin için alacağım ben bu kararı,” dedim. “Yürütmeyi durdurmayı da, göreve dönmeyi de ama seni iade etmeyecekler göreve.” Danıştay’da da ayrı şöhretim var, elden ele dolaşıyor dilekçelerim...
Sıkışıklık hissi yazmaya kışkırtıyor
Örnek olarak? Şerafettin Uzuner, o zaman Yol-İş Sendikası ile ilişkimiz var, benim işçi lehine alınan pek çok karara katkım biliniyor, tanıyorlar. Daha önce de bir teklifleri olmuştu, kabul etmemiştim. İşte Şerafettin, “Niye,” dedi, “danışman olarak çalışmıyorsun sendikada?” Tuhaf bir şey tabii, bu sefer karşıya geçip işçi sendikasının temsilciliğini yapacaksın. Sadece Karayollan değil, Köy İşleri var, Bayındırlık Bakanlığı’nda başka yerler de var. Halit Mısırlıoğlu o zaman başkan, beni çok sever. “Beni danışman olarak çağırıyorsunuz ama sizin gibi düşünmeyeceğimi bilin, gerçek danışman olmamı istiyorsanız geleyim.” Giriş o giriş, 13 sene oldu ve 1992’ye kadar çalıştım. Şunu anlıyorum: 1979, bu ev düşüncesinin doğduğu yıl. Ama siz ondan önce de yazıyordunuz, evde yazıyordunuz herhalde, evin bir odasında. Yani ayrı bir ev olması, evin diğer üyeleriyle dargınlık ya da onlardan ayrı durma isteği anlamına gelmiyor ama galiba yaratıcı sanatçı için ayrı bir mekânın özel bir önemi var. Ayrı bir mutfağın, ayrı bir yatağın, ayrı bir çalışma masasının... - Tabii, çünkü kendi dünyanızda yaşıyorsunuz. Ne kadar da bir evlilik içerisinde olursanız olun, ne kadar anlaştığınız bir insan olursa olsun, birlikle yaşamak sorunu var. Ziyaret var, birlikle bir yere gitmek var; biz bunu çok asgari bir düzeye indirdik. Ama daha önce de hiç zaman bulamazdım. Ancak garip bir şey de söyleyeceğim, bir sıkışıklık bile insanı dürtüyor. Ayrıca Dost, Yaşaması gibi kitaplar askerlikte yazıldı. Ne zaman yazardım biliyor musunuz? Nöbetçi olduğumda: Bir odam vardı, Etimesgut’ta, kapıyı kapatıp yazıyordum. Daktilosunu kendim yapıyordum, büyük bir coşku ile, Salim Şengil’in Seçilmiş Hikâyeler dergisine gönderiyordum. O zaman Siyasal Bilgiler’de öğrenci toplulukları vardı; çok yetenekli çocuklardı, çok değerli arkadaşlar da vardı. Bunlardan biri, unutmuyorum, Oğuz Erdil’di. Karşılaştırmak değil de, Nâzım’ın destanına yaklaşan bir eseri vardı çocuğun, çok duyarlı bir çocuktu. Benim “Dost” öyküsünü yarışmaya ite kaka soktular. Beni yazmaya teşvik eden kişi, tesadüf o jüride bulunan Memduh Şevket Esendal oldu. Jüride Orhan Veli ve Ahmet Hamdi Tanpınar da var. Yarışmacılar arasında ise Samim Kocagöz de var.
Oğuz Atay ve Oktay Akbal’la erken yaşta tanıştım
Hangi armağandı? - New York Herald Tribüne ile Yeni İstanbul gazetesinin ortaklaşa koyduğu, uluslararası bir ödüldü. Esendal, benim öykümü Salim Şengil’e övmüş ve birinci olmam için çalıştığını söylemiş. “Beni görsün,” demiş; ben o zaman askerim. Evine gittim, adam resim filan yapıyormuş, duvarlarda, çok nazik. Çok büyük coşkuyla karşıladı: "Canım, ‘Kasap’ hikâyesi de birinci olur mu?” dedi filan. O zamanlar Amerikalıların traktör hücumu filan var, onu yazıyorlar. Dört öykü finale kalmış, benim ve Samim’in (Kocagöz) öyküleri var. Birinciliği tanınmamış birisine vermişler. Ben daha eleştirel yazıyordum, Salim Şengil de bilir: Erhan çok küçükken başladı yazmaya, o çok profesyonel, ama benim ilgim dile oldu. Ben daha bir eleştirmen olmayı düşünüyordum. Belki de babamın işte Farsçayı, Arapçayı, Fransızcayı iyi bilmesinden gelen bir şey, annem de Fransızcayı çok iyi konuşurdu. Babanız da eğitim alanından mıydı? - Değildi ama çok okurdu, özellikle edebiyatı çok iyi bilirdi. Osmanlıcayı ve dili genelde çok iyi kullanabilmem onun sayesinde oldu; aslında kendisi fizikçiydi. Salim’in, Erhan’ın, diğer arkadaşların baskılarıyla öyküler yayımlamaya başladım. Bilge Karasu ile tanışıklığım, Oktay Akbal’la, Oğuz Atay’la, Cevat Çapan’la tanışıklığım hep çok genç yaştan başlayarak gelişti. Yani Ankara’da başka türlü: İlhan Berk buradaydı, Cevdet Kudret buradaydı, Sevgi Soysal buradaydı; böyle kendiliğinden oluşan, ekol de demeyeyim ama başka, bir başkent havası oldu. 1960’Iar ve 70’ler, hemen hemen hep öyleydi...
- Evet. Ama ben uzun zaman ara verdim. “Ihlamur Ağacı” Türk Dil Kurumu Ödülü’nü aldıktan sonra, ara vermek zorunda kaldım. Sendikada ise çalışabilirim umudundaydım ama bu sefer de onların sorunları ağır basmaya başladı. TDK Ödülü’nde de jüride Haldun Taner, Ergin Orbey, Necati Cumalı vardı; orada da bir çekişme olmuş. Tuncer Cücenoğlu ile aramızda paylaştırıldı ödül, Haldun Taner’in desteğini almışım. Onu da Berna Moran’dan öğrendim. Gelelim mekân meselesine. Arkadaşlar burası boşalıyor, filan derken, ben kaptım burayı. 1992 senesinde sendikadan emekli olduğum zaman, beni yer aramaktan kurtardı burası. 10 yıldır buradayım kısacası, bir kapıcı dairesinde: Şaşırdılar yani beni burada görünce. İsabetli olmuş, çünkü sendikadan ayrıldıktan sonra da gençten bir arkadaş vardı, babasının ofisini verdi. Orada tiyatro bölümünden iki arkadaş vardı, şimdi Mersin Üniversitesi’nde araştırma görevlisi oldular. Sonra Ayşegül Yüksel’le tanıştım, Sevda Şener’le tanıştım, o tutkundur “Ihlamur Ağacı”na. Neden sonra, bir sürü serüveni vardır “Ihlamur Ağacı”nın, pat diye geçen yıl sonunda çıkardılar İstanbul’da, oynuyorlar şimdi. Mekân ihtiyacı, ta o zamandan beri içimde yaşattığım bir şeydi. Ama işte yaşımın neresine geldiğim zaman ancak böyle bir şeye kavuştum; ve ondan sonra da iyi kötü yedi-sekiz kitap çıkardım. İletişim’ciler el koydular.
Siz her türlü mekânda yazdınız belki ama yine de özel bir yazma-çalışma mekânınızın olması, yaratıcılığınızı daha rahatlatıyor, özgürleştiriyor ve zaman aşırı bir hale getiriyor belki. Kimi zaman sekiz saat, bir memur gibi ya da ev koşullarının rutinlerinden özgür kalmak belki de, değil mi? - Bağımsız kalıyorsunuz ama sizin için zaman da bir sorun haline gelmiyor değil, boğuşulması gereken bir zaman: Belki sıkıntı veriyor, kopuyorsunuz biraz, insanlarla ilişkiler kopuyor; yani hep dönüp geçmişi yaşamaya başlıyorsunuz. Gerçi uzun bir süre olduğu için aradaki birikimlerin yapıta dönüşmesi önemli ama onlar da sizi boğmaya başlıyor. Tabii onun karşılığını alamamak gibi bir şey de var, ister istemez; her ne kadar kendim için yazıyorum derseniz deyin, bunun toplumda bir yankı bulmasını istiyorsunuz. Kolay da olmuyor. Ben profesyonel değilim, bilgisayarla yazamıyorum. İlla kalem ve kâğıt, kalemin kâğıt üzerindeki izini, hışırtısını izleyeceğim...
M ile N harfi arasındaki yer değiştirme
Harflerin sesini duyacaksınız, değil mi? - Evet. Evet, işte, onların birbiriyle çatışmasını-çakışmasını; bunları yakalayamazsam olmuyor. Çok duruyorum üstünde ve en ufak bir harf yanlışı bile insanı çok üzüyor. Ama bakınız: Oradaki, “Kulak” öyküsündeki M ile N harflerinin yer değiştirmesi, ezan sesine karşı Beethoven sağırlığının getirdiği şey var ya, ezan sesinde duyulan sıkıntının yansıması var orada: Beethoven sağır olduğu için, “dansı başıma” diyorum yani, “dansı başına” değil. Bir harf hatası nereye götürüyor işi. Ya da “ve” düşmanlığım da var. Sadece bir Nurullah Ataç tutumu değil bu, gereksiz buluyorum da onun için. Zaten bize sonradan giren bir sözcük “ve”. Fransızca ya da İngilizcedeki ya da başka dillerdeki "ve” değil, onlardan kopya ettiğimiz bir şey. Bir virgül bizde rahatlıkla bu işi hallediyor; ne gereği var? İşte bütün bu hastalığın, bu titizliğin getirdiği sinirlilikleri ben burada tek başıma hallediyorum. Başkasını da bu titizliğim ve sinirim nedeniyle başka bir saplantıya götürmek istemiyorum.
Halkla iç içeyim, halk adamıyım
Dolayısıyla “büyük ev” dünyayla yüzleşilen, komşuluk, ziyaret gibi çevreyle ilişkinin mekânı olarak dünyanın parçası iken, “küçük ev” sizin bireysel üretiminizin tüm yansımalarım barındıran bir yer? - Şunu söylemek isterim: Toprağı bol olsun, Bilge Karasu, Cevat Çapan, Kuzgun Acar ile ilişkilerim beni o yana itti. Tiyatrodan başka kişiler, şimdi bale okulunda olan kişiler... Bir bu tarafı var. Ama bir de halk adamıyım ben. Ben askerken de halkla çok iç içeydim. Onların arasındaydım. Ankara’ya geldikten sonra, genç grupla, tiyatro, müzik, resim filan derken, bütün bunlar bana daha başka açılımlar sağladı. Mimari bakımdan şöyle düşünüyorum: Bende demek ki bu ilişkiler nedeniyle bir estetik oluşum olmuş: Bakıyorum ben! Örneğin ben Kızılay’a inemiyorum şimdi. Niye? Kızılay binası, şu yeni yapılan, üstüme yıkılıyor. Bilmiyorum, mimari yönden nasıl değerlendirilir ama. Kızılay binasının eski halini biliyorum, pek sempatik bir yapıydı: Bahçesinde oturulur, anlatmışımdır, sandviç, insanlar, çocuklar, şusu busu. Şimdi neden böyle bir şeyi Kızılay Meydanı’nın ortasına koydular, hâlâ bilemem. İstanbul’a gittiğimde gene bakıyorum; işte Akmerkez. Herkes koşuyor, buluşuyor, bilmem ne. Bir kere işlevsel olarak da yanlışlıklar olduğunu sanıyorum: Giriyorsun böyle, nereden çıkacağını bilemiyorsun, ne tarafa gideceğini bilemiyorsun. Orada, içeride kalmanız bekleniyor ve alışveriş etmeniz. - Öyle oluyor ve büyük bir özenti gibi geliyor bana. O dikilen binalar, Sabancı’nın İş Bankası’nın kuleleri, bütün o güzelim Marmara Denizi, Boğaz manzaralarını kapayan binalar... Ben İstanbul’a daha önce gittiğimde Piyer Loti’ye giderdim, bakardım oradan. Haliç’in kötü bir görünüşü vardı, bütün gecekondular, kokular falan ama bakılırdı yine de. Şimdi epeyce düzelmiş ama. … (Söyleşinin bu bölümünde plansız kentleşme ve yarattığı sorunlar üzerine gözlem ağırlıklı konuşuluyor.) Doğu’da pek çok şehri biliyorum. Mardin’i biliyorum örneğin, sonra oradaki Süryani Kilisesi’ni biliyorum. Papazlarla çok güzel sohbetlerimiz olurdu, beni gezdirirlerdi. Bir defe çok bilgili insanlar, dillerine ve kültürlerine çok dikkat eden, çocuklarını yetiştiren insanlar. 1980’den sonra kulağıma geldi, baskıyla çok bozulmuş. Sonra mezarları çok ilginçti, kilisenin altında; gezdirmişlerdi orayı, dikine gömüyorlar ölüleri. Bir duvar yapılmış bodrumda, şapel biçiminde sade bir kilise, çok sade yaşayan insanlar, hâlâ da kullanıldığını duydum. Hatta ben bir öykümde kullandım. “Beni kabul eder misiniz?” demiştim, “Çile odalarından birinde kalabilirim.” Ama o odaları hiç gezdirmiyorlar. Çok sade yaşamın içinde dil çok önem kazanıyor. Türkçeyi de çok iyi kullanıyorlar.
Sevdiğim şehirler
*Peki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”i gibi, sizin şehirleriniz var mı? Yani, belki üzerinde yazabileceğiniz şehirler, hangileri? - Şehir olarak, İzmir ve çevresi iyi. Yöresi de. Eski Foça, hatta Yeni Foça da güzel. Ayvalık, yine eski şehir. İstanbul’da yine de benim için Ada, Adalar önemli. Küçük adalar daha çok, Burgazada’yı daha seviyorum. Oraya gittiğim zaman mutlanma olabilir içimde, kalabilirim de. Karadeniz şehirleri bir de, özellikle ta çocukluğumun Trabzon’u olabilir. Pek yaşamadım ama geçişlerde hep gördüm, Erzurum-Rize arasından Ziganalar’dan sonra, Spikörleri, Gümüşhane tarafına doğru. Gümüşhane de iyidir. Ruslar geldiği zaman kendi yapılarını taşımışlar tabii, demir- yollarını da. Doğu’da Tatvan, Van çok ilginçtir. Oralarda yaşamayı sevebilirim. Adana ve Mersin’i sevmiyorum ama sempatim yok. Biraz iklimlerinden dolayı. Sinop beni çok çekiyor, anlatılanlar ve Sabahattin Ali öyküleri nedeniyle. Kalesi... Güneyde, Fethiye ile pek barışamadım. Sivas’ta bulundum, orası da ilginç. Ve Kıbrıs; orada bulundum, İngiliz Koleji’nde okudum orada; Erhan Bener orada doğdu. Evimiz de çok enteresandı, Lefkoşa merkezinde. Bir başka şehir olarak da Amasya. Amasya’dayken küçük bir çocuktum ve Amasya mağaralan içinde, mezar ve türbelerinde kaybolurdum. Benim yazılanına da girdi. “Ferhat’ın Şehri” ve “Şehzadeler Kenti” Amasya. Yeşilırmak çok ilginçtir ve dedem orada gömülüdür, mağaralardan birinde. Çevikçe Mahallesi’nde, mezarlıktan gelen yan sokak üzerinde idi evimiz. Erol Çevikçe ile orada tanıştık. Kıbns’tan gelince ilginç de olmuştu: İngilizceyi rahat konuşan bir çocuktum ve Amasya’ya döndük, Amasya’da görülmemiş bir şey. Sınava tabi tuttular ama Kıbns’taki İngiliz Okulu çok disiplinli ve sıkı; bilgiler ve dil yönünden bir yere oturtamadılar. Annemi de ilginçtir, Merzifon’da, Fransızların açtığı bir misyoner okulunda okutuyor dedem. Dedem de Merzifon’da kadı. Kadıefendi de, tek Türk kızı olarak kızını o okula veriyor. Kadı dedem de son derecede uyanık bir adam, 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilmiş filan, “Kadı, kızını gavur etti” demişler. Ne ki, demiş ki, “Kızım Müslüman. Ona dini bilgiler vermeyin, ama bir dil öğrenmek, kültür öğrenmek, sizden istediğim bu.” Babam Çanakkale Savaşı’ndan İstanbul’a dönüyor, daha sonra Anadolu’ya geçiyor. O zamanın da etkin insanları, Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki arkadaşları. Muştaki Necati, Reşit Galip galiba, herhalde o da var. Onlarla ilgili de kız kardeşim bir çalışma yapıyor; ana tarafını ve baba tarafım inceliyor, çok değerli bir belgesel çıkıyor ortaya. En küçük dayım mesela Kars’a gitmiş, onun yaşamı; ondan bir büyük dayım, onun yaşamı da ilginç. Bu büyük dayım, ilahiyat okulunu bitiriyor, geliyor, o zaman işe başlayabilmesi için icazet alması gerekli; kadıdan icazet alabilmesi gerekli şer’i hükümlere göre. Kadıefendi dönüyor bakıyor, dünya değişiyor, “Ne,” diyor, “o kafandaki?” Çağdaş eğitim de başlamıştır. “Sen git,” diyor, “Hukuk Fakültesi’ni de bitir, ondan sonra gel.” Adam gidiyor, İstanbul’a, Hukuk Fakültesi’ni de bitiriyor ve icazet alıyor, Gümüşhacıköy’e, oranın hâkimliğine tayin ediliyor. Savaş da devam ediyor bir taraftan. Adamcağız, kalp hastası diye askere almıyorlar. Küçük dayım götürüyor onu: Trajik bir hikâye.
Anneme Fransızca öğreten okulu kapatmak babama düştü
Diyeceğim, dil meselesi oradan; annem orada beş-altı sene devam ediyor okula. Öte yandan babam, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, ki Çanakkale’de ağır topçuymuş; oradan burnu kanamadan kurtuluyor nasılsa, İstanbul’a dönüyor. İstanbul’dan Anadolu’ya geçiyor. Amcam ise Cemil Sena. Felsefeci babam harita okuyor. Amcam da arkasından kaçıyor evden. Babama biraz altın falan vermişler evden. Halep İdadisi’nde okuduktan sonra İstanbul’a dönmüş, parası bitiyor, rehberliğe başlıyor. Turistlere ve “acem”lere, İstanbul’u gezdiriyor, Arapça ve Farsça bildiği için. Amcamı da Yüksek Muallim Mektebi’nde okutup Fransa’ya gönderiyor. Sonra 1928-1930 arasında birbirlerinden kopuyorlar. Komik ve trajik hikâyeyi araya kıstırayım. Dönünce babamı Maarif Müdürlüğü’ne atıyorlar, devri için çok önemli bir görev. Ama babamın aldığı ilk talimat ise, misyoner okullarını kapatmak. Ve ilk işi de Merzifon’daki annemin okuduğu misyoner okulunu kapatmak. Babam, hitabeti güdü, halkla ilişkileri iyi olan bir adam, eşraf karşılıyor Merzifon’da; öyle resimleri var ki, insanın aklı durur. Öyle kürsü mürsü yok, halkın ortasında nutuk atabilen bir adam; çok da seviliyor ve bekâr. Yaşı çok ilerlemiş, Darülfünun ve savaşlar... Ailesiyle buluşması da çok keyifli; amcam, babam, bir amcam daha var, bir de halamız, dört kardeş. Hepsini kaybettik şimdi, en uzun da amcam yaşadı, İstanbul’da. Hasan Âli (Yücel) ile çok samimiydi. Sanıyorum o masondu. Uzun zaman eğitimci olarak çalıştı ve pedagoji, felsefe kitaplan var. Sonuç olarak babam gelince, hemen “Evlendirelim,” diyorlar. O zaman okuma yazması olan da pek az. Esnaf çocuklan bile kemküm. Düşünüyorlar, kadı ölmüş ama büyük dayı sağ, çok oturmuş, kültürlü bir aile. Babamın yaşı oldukça “ileri” 30; annem de “evde kalmış kız”lardan biri, 21 yaşında, o zamana göre; tatlı hikâye. Görüşmek istemişler, görüşüyorlar; babam annemin Fransızcasına dikkat etmiş: Annemin Fransızcası daha iyi, babama nazaran; ayrıca çok alımlı bir kadın, olumlu bir hava esmiş. Yıl 1921. Yine bir hareketlenme oluyor, babamı yine askere alıyorlar, Samsun Sahil Koruma gibi. Ve ben orada doğuyorum. Yıl 1922. Diyeceğim, yaşamöyküsü bu. * Kentlere karışmış insanın serüveni, ama aynı zamanda toplumun tarihi? - Öyle. Soyağacı falan diye düşününce insan, bir akrabamız var, şimdi emekli başsavcılıktan, İzmir’de yaşıyor. Bize karşı büyük sempatisi var, Sinop’ta savcılık yaptı. Ana tarafından gitmiş, bizim için de alay konusu olurdu. Amcam, “Bizim tarikatımız Mevleviliktir” derdi. Babamla İstanbul’a gittiği zaman, Mevlevi dergâhları varmış, insan aç kaldığı zaman falan koruyorlar.
Dervişliği, Doğu edebiyatını babamdan öğrendik
Şimdi Galata kaldı galiba yalnızca, Galata Mevlevihanesi? - Evet. Hasan Ali de oradandır değil mi? Öyle anımsıyorum. - Sanıyorum. Babam kurallarını getirdi, dervişliği, kitaplarını, Doğu edebiyatını büyük ölçüde ondan öğrendik. Babanızın adı neydi? - Raşit. Sena mı yine? - Soyadı ile ilgili farklı bir durum var. Önce bir soyadı kargaşası başlamış iki tarafta da, bir türlü karar veremiyorlar. Cemil Sena o zaman Ongun diye bir soyadı almak istiyor; onu da babam beğenmemiş. Böylece ayrı soyadları oluşmuş. Sonra amcam, birbirlerinin takma adları var; mesela amcamın –Sena- adını babam koymuş, o da ona Sina adını; koymuş. Cemil Sena ve Raşit Sina. Sonradan Ongun soyadını amcam da beğenmedi, kaldırttılar. Erhan adını da ben koymuştum kardeşime, bu Vüs’at adı epey dert çıkarıyordu başıma. Güneş de benim koyduğum bir ad, takma adı kız kardeşimin, asıl adı Bilge.
DP’lilerin CHP’ye karşı “Husumet Andı”nı arkadaşım yazdı
Belki de bu kadar geniş bir kültür alanının, geniş bir coğrafyanın kapsanması sonucunda, sizin yazdıklarınızda, öykülerde ve romanlarda, fiziksel mekân bir nesne gibi, daha doğrusu neredeyse bir varlık olarak girmiyor öyküye: Dolaylı olarak var orada. Yazarın mekânın ya da yapının farkında olduğunu çok iyi algılayabiliyor insan ama oturup yapının bir cephesi, kütlesi betimlenmiyor, anlatılmıyor. Her zaman önemsenen oradaki toplumsal ilişki nedir, olayın kendisi nedir? Hatta neredeyse olay anlatılıp, arkasındaki bağlantılar ilintiler dolaylı olarak sezdiriliyor, anlaşılsın isteniyor. Ama bir tür atmosfer anlatısı bu. Oradan gelerek, biraz belki oyun gibi olacak ama ne dersiniz, mimarlar açısından önemli olabilir bu. Belki anlatınızdaki, sayıca 12-15, bazı kavramları versem size, örneğin, belki bir iki cümle ya da iki üç sözcükle, bu mekânların ve kavramların sizdeki karşılıklarını, imgelerini aktarır mısınız bize? Örneğin, “şehir kulübü”? - Olur tabii. Askerde epeyce kaldım ben, 12 sene, “askeri mahfel” deyimi de vardır. Her yerde böyle bir mekân yapmışlar. Biraz da steril oluyor, yüzeysel bir şey oluyor ama. Sivil kişiler ve mülki erkânı, bunların bir tür sosyal hareketliliğini aktarabilen, onlara öncülük yapabilen yerler. Balolar düzenleniyor bu tür yerlerde, oyunlar sahneleniyor. Mesela Erzincan’da bir hükümet konağını hatırlarım; orada böyle şeyler yapılırdı. Öncülüğünü babam yapardı; annemle ilk dansı yaparlardı. Onları anımsıyorum. Ama “şehir kulübü” mekânının o zamanla ilişkili bir imgesi var, hatta belki renk diye sorsam, koku diye sorsam; renk ve koku da verebilirsin çünkü okurken bunlar çıkıyor ortaya: Kasvetli, gri mekânlar... - Pek kasvetli değil de, yine “şehir kulübü” deyince bir örgütlenme var. O yörenin ileri gelenleri, ruhban sınıfı, esnaf, memur takımı (işte savası, idare amiri, şusu busu) orada örgütlenirler. Oralarda daha çok politika konuşulur. 1950’leri, 1946’lan anlattım ben daha çok: “Şehir kulübü” ilişkilerini, oluşumlarını, küçük çapta fabrikatörüydü, dişçisiydi, Halk Partisi’nin yıkılması için uğraşan grubu; Demokrat Parti’nin gelişmesi için çalışanları... O zaman Celal Bayar gençlere yöneliyor ve gençlere de sola doğru, gûya, yöneliyor. Bir arkadaşım, 1947’de ünlü “Husumet Andı” metinlerden birini kaleme alanlardan biriydi. Diyeceğim, “şehir kulübünün öyle simgesel bir yanı var ve birçok yerde de devam ettiriliyor galiba. “Şehir kulübü” böyle. Bir de “askeri mahfel". Onu da söyleyeyim. Başka var mı?
Nurullah Ataç sevdikleri hakkında yazmazdı
Çok... “Parti merkezi”, “vergi dairesi”, belki daha genel bir kavram olarak, “asker ocağı”? Belki “dispanser”, “sinema”? Bunlar kenti ya da kasabanın, toplumsal alışveriş olan kapalı mekânları. “Hükümet Konağı”, “Çiftlik Lokantasının çağrışımları neler? - Şöyle. Biz Harp Okulu’ndayken İkinci Meclis’in altındaki parka giderdik, orası açıktı, çok otururduk orada. Fakat ben Çiftliğe (Atatürk Orman Çiftliği) çok giderdim. Çiftliğin çok güzel bir bahçesi vardı, orada müzik yapılırdı, piyano, keman ve benzeri müzik eşlik ederdi. Gençken arada bahçede dans ediyorduk. Küçük lokantalar vardı ve o arada da Çiftlik Lokantası. Çiftlik Lokantası hem bir bina olarak ilginç bir yanı vardı, yemek salonu çok hoştu. Servisi iyiydi, Karpiç gibi özeldi: Yazarlar, gazeteciler, Can Yücel, pek çok yazar ve şair. Nurullah Ataç oraya gitmedi bir tek. Kızılay’da tavuk suyuna çorba yapan bir lokanta vardı. Onun bitişiğinde, bir kıraathanede otururdu Ataç. Biz orada buluşurduk. Keyifli görüşmelerimiz olurdu orada. Geçende ölen Ahmet Kabaklı bir şiir yazmış; bakın hemen anılar üşüşüyor insanın üstüne; bir gittiğimde dedi ki, “Ben Ahmet Muhip’i severim, ama bundan daha iyisini yazamazdı. ” Müthiş bir belleği vardı; çok güzel bir şiirdi, şimdi adını hatırlamıyorum, ezbere okudu. “Oktay Akbal’la tanışıyor musun?” dedi. “Hayır,” dedim. “Evine gidelim,” dedi, “orada tanışırsınız.” Yolda, Ahmet Kabaklı şiirini tekrar tekrar okuyor. Kiminle karşılaştık, Suut Kemal’di (Yetkin) herhalde, böyle üst düzeyde bürokrat havası taşıyan bir adamdı. Hemen durdurdu onu. Zaten ilk tanıştığı kişiye sorduğu sorulardan biri şuydu: “Ben dinsizim. Sizin bir dininiz var mı?” Böyle bir soru, şaşkına döndürürdü insanları. Nefis bir adamdı, çok şey öğrendim ondan. Neyse, yolda giderken durdurdu adamı. “Sana bir şiir okuyayım, anlamazsın ama,” dedi. Çok güzel okudu şiiri. “Nasıl buldun şiiri?” “Eh,” dedi adam. “Söylemiştim anlamazsın diye,” dedi. “Hadi güle güle.” Adamı sepetledi, biz yolumuza devam ettik. Nerede oturuyordu Oktay? Yine Kızılay'ın ortasında, Saraçoğlu Mahallesi’nin oralarda küçük bir sokakta, küçük bir bodrum katında oturuyordu. O zamanlar herhalde Tercüme Bürosu’nda mı çalışıyordu? Öyle olsa gerek. Gittik. Pazar günü müydü üstelik, çamaşırları asmışlar. Karısı toplayıverdi, ama çok yakın oldukları için habersiz gidilebilen bir kişi. “Bak,” dedi, “işte, benim için bu da bir edebiyatçı." O zamanlar birkaç öyküm çıkmıştı, fazla yoktu. Ataç’ın bir huyu vardı, sevdikleri hakkında yazı yazmak istemezdi. Tuhaf bir şeydi. Bana kızıyordu: “Boğuyorsun adamı, ne biçim öyküler bunlar?” Bazıları çok isterdi, apaçık bir şey yazmasını, çünkü o yazdığında, kıyamet kopuyordu. Oktay o sırada bir öykü yayınlamış, onun ağzından bir şey duymak istiyor. Ataç’ın çok kızdığı şeylerden biri; “Aziz büyüğüm, üstadım,” filan gibi adlandırmalardı. Karısını kaybetmişti, onun yüzüğünü de kendisininkiyle üst üste takıyordu; çok çabuk âşık olurdu; kısacası çok hoş bir adamdı. Oktay dayanamadı, “Kızmayın ama nasıl buldunuz?” dedi. “Sen öykünü bırak,” dedi Oktay’a, “benim yazılarımı okuyorsun, değil mi?” “Okuyorum.” Son Ulus gazetesindeki “Kezban’a Mektuplar” mıydı, o başlık altında yazdığı yazılardan birini, böyle başını kaldırdı, oldukça uzundu. Tamamını ezbere okudu. Ondan sonra da döndü, “Ben böyle çalışıyorum, böyle yazıyorum” dedi. Zorlu bir gösteri yaptı. Ataç genç öldü, üremiden. Bursa’ya bir edebiyat günleri gezisi yaptık. Bursa milletvekilinin eşi Faliha Hanım düzenlemiş ve pek çok ilden yazar ve şairi Bursa’da toplamış. Bizi orada ağırladılar. Müthiş bir sofra hazırlanmış Çelik Palas’ta. Ataç’ın yanında, Faliha Hanım, onun yanında ben oturuyorum. Attilâ İlhan’ın “Pia” şiirini seviyor, hoş bir hanım. Karşı tarafta da, İstanbul’dan özellikle Doğu edebiyatını bildiğini sananları da çağırmışlar. Onlar da bu edebiyat toplantısında, işçi gruplan falan da vardı. Ataç’ı küçümsüyorlar. Dinledi herkesi. “Efendiler, siz Şeyh Galip’i biliyor musunuz?” Tuttu ezbere Şeyh Galip’i okudu herkese, bunlar sus pus, tabii. Nurullah Ataç hep şiirler okuyor, oradan bir de bana laf atıyor. Derken bir de baktım, Ataç, Faliha Hanım’a tutuldu. Orhan Veli, Orhan Peker, Oğuz Atay, Salim Şengil, Nezihe Meriç, Yakup Kadri, hep gazete ve dergi çevrelerinde, yazar ve sanatçı çevrelerinde tanıdığım insanlardan bazıları. Peki, Ankara’da sürekli eskiden beri kullandığınız, aranızda duygusal bir bağ olan bir çevre, yer ya da yapı var mı? Yani arada bir uğrayıp, “Ne oldu burası?” diye sorduğunuz bir yer? - Vallahi içim kaldırmıyor. Zaten biraz tedirginimdir, kolay ilişki kuramam. Mesela, ne bileyim, herkes “Kürdün Meyhanesi” der, ben Kürdün Meyhanesi’ne girmedim. Buna karşılık “Gardiyanın Meyhanesi” diye bir yer vardı, Oğuz Atay geldi mi onunla giderdik, Ulus’ta. Ama İstanbul meyhanelerine taş çıkartacak küçücük bir yerdi orası. Çok keyifli mezeler verir, tek sıra masa dizerdi. Hükümet Konağı civarında mı? - Arka taraflarda, Hacıbayram’ın arkasında. Orayı hâlâ merak ederim. Sonra sahibi adamcağız öldükten sonra Kızılay’da bir yer açtılar, ama sevmedim orayı. Bol bol Tavukçuya giderdik, eskisine ama salaş Tavukçu’ya. O zaman sobalı. Ahşap parkeleri gazyağı ile temizlenen ve talaş serilen? - Evet. Hep hamsi üzerine giderdik Daha doğrusu ben elma ile rakı içerdim. Sonra bir şeyler yerdik. Oraya kadınları ben soktum ilk kez. Şimdi sahibi pastaneler zinciri de açtı. Karpiç’e, Baba Karpiç zamanında çok giderdim. Çok acemiydik ilk gidişimizde. Önemli bir yerdi, biz de çekiniyorduk Girdik kapıdan, Baba Karpiç hemen anladı acemiliğimizi, “Buyrun beytiğim,” deyip davet etti, şef garsona işar eder falan. Liste geldi ama yemeklerin çoğunu bilmiyoruz, Ankara Tava filan gibiler dışında bilmediğimiz isimler. Bir de tereyağ gelmiş, duruyor, biz komşu masalara bakıyoruz nasıl yeniyor diye. “Gene gelin,” dedi Baba Karpiç. “Sık gelin.”
İlk opera deneyimimde gülme tuttu, kovulmadan salondan ayrıldık
Bir tür kentsel görgülerime süreci yani? - Evet. Benim müzikle ilk temasım da çok hoştur. Ankara’ya ilk gelişimizde bir operaya gidişimiz vardır. Madam Butterfly. Taşrada olmayan bir şey. Gittik. O zamanlar henüz Opera binası bitmiş değil. Küçük Tiyatro kullanılıyor. Girdik oturduk. Bir süre geçti, finale doğru yaklaşıyoruz. Harakiri yapılacak, yapü. Ama bir uzun tirad, arya var. Bizi büyük bir sinir aldı, gülme krizi tuttu. “Bizi kovacaklar,” dedim, çıktık. İlk deneyim bu oldu. Ama ondan sonra sürdürdüm ben. Dün anlattıklarınız mimari, çevre, yapı açısından olduğu kadar, toplumsal açıdan da çarpıcıydı. Kentin bu çeperinde, planlı yerleşim ile kaçak ya da yasadışı yerleşim arasında kalan bu sınır çizgisinde olup bitenler, iki “karşıt” grup aynı mekânı ya da sınırı paylaşıyor, ama aynı zamanda birbirine dayanan iki “karşıt” grup bunlar. Dolayısıyla “karşıt” değil, birbirinin olmazsa olmaz parçası bu toplumsal gruplar. Nasıl bir kentte, nasıl bir çevrede, kimlerle birlikte yaşıyoruz? Onunla mı bitirelim acaba? - Hay hay. Şimdi, burası işlikten çok bir sığmak olarak var. “Küçük ev” diye bir ad taktık, kolaylık olsun diye. İlk geldiğim zamanlar yadırgadılar. Böyle bir amca geliyor, garip biri. Onu anlatmadım, bir kapıcımız vardı, onun bir kızı var, ama ne kadar tatlı bir şey. Hatta, İletişim’de Ümit Kıvanç vardır, bana gelmişti Fatih Özgüven’le birlikte. Bana uğruyor camdan, bu kızda beklemeyeceğiniz ölçüde bir güzellik. Ümit böyle hayranlıkla bakakaldı, “Nasıl bir çocuk bu yahu? Nerden buldun bunu?” diyor. Burada, diyorum, o beni buluyor, arada bir geliyor, böyle iki satır konuşuyoruz: Kuşlardan, börtü böcekten; özellikle kuş merakı vardı, babası da kuş aldı ona. Neyse, bu ilk tanışmalarda çocuklar daha ilgi kurmamışlardı, sığınak, gecekondulara bakıyor. Gecekondu çocuklan, buradaki yaşam tarzını görüyor: Onlarla arkadaşlık kurmak istiyorlar, aileleri istemiyor. Tabii çocuk bahçesi gibi bir şey var, onlar istifade edemiyorlar, bir hınç. Şimdi bir de buraya böyle bir adam geldi; burada bir sığmakta, kapıcı dairesinde oturuyor, yazı yazıyor filan. Garip bir adam daha çıktı. Şimdi onların öfkesi, bütün buraya yayılabiliyor, daha ileriye müsaade edilmiyor. Bir de şurada ara bir yer var, oraya sokulup sigara içiyorlar falan. Daha ziyade bir gürültü kaynağı olmaya başladı; hem de arka bahçeye molozlar atılıyor filan. Öyle olunca pencerelere sineklik yaptırdım. Bir gün geldim baktım, sigara söndürülerek teller delik deşik edilmiş. Nasıl yapayım, kapıcıyı çağırdım, “Bunu yenilet, yeniden yaptır,” dedi. Sonra aklıma geldi, plastik tülden değil de dayanıklı bir şey yapmak lazım, ne yapalım? “Tel al, dedi, teli kolay kolay yakamazlar.” Dostluk kuruyorum onlarla. Burada oynuyorlar, gürültü yapıyorlar falan, göz yumuyorum onlara ama arada bir “Çocuklar evlatlar, ben burada çalışıyorum, ne olur fazla gürültü etmeyin. Öbür tarafta arkadaşlarınız  var, çocuk bahçesi var, oraya...” diyorum “Bizi almıyorlar,” diyorlar. Bisikletleri var, bisiklete biniyorlar, vermiyorlar, bir çekişme aralarında. Ayrıca zarar verme, buraya gelip arka bahçeye çişlerini filan yapmalar. Hınç... Şimdi o hadisenin tekrar edeceğinden endişe ettiğim için çocuklar bir araya toplandıklarında, “Merhaba çocuklar,” dedim. İçlerinden biraz daha uyanıkça gördüğüm birine, “Bak yavrum. Ben buraya sizler için değil, sinek teli yaptım, yakılmış tel. Yine böyle bir şey olur, yangın çıkar, size de zararı dokunur. Bunu yapan var, kim? Tanıyor musunuz?” dedim. “Tanıyoruz,” dedi birisi. Kim, nerede, filan. Tarif etti evini. Esrar mesrar da içiyorlar... Sigara içiyor musunuz? İçiyoruz, O tarif üzerine kalktım, bu gecekondu mahallesini göreyim ben. Gerçi tanımadığım şey değil. Burhaniye’de yaşadım ki, aman Allah, köyden bozma bir yer. Güneydoğu’da Siirt, çok geri bir zamanda gitmiştim, su içemiyorduk, tifo tehlikesi, bütün gün çayla dayanıyorduk. Yani görmediğim şeyler değil bunlar. Ama Ankara’nın göbeğinde, bütün bu vadi dolu. Müthiş bir nüfus dolu; bu olayı da bahane ederek, ben de sora sora evi buldum. Evde pencere camı yok; naylon, çul, çaput. Kapı uyduruk, bir yerden bulmuşlar. Tuğlalardan, sıvasız, basit bir yer. Çok kötü. Çaldım kapısını, yaşlıca bir kadıncağız çıktı. Önce polis sandı, korktu, filân. Korkmayın, dedim, sığınakta, kapıcı dairesinde oturuyorum. Nasıl oluyor yani, diye düşünüyor; bir “beyefendi” geliyor, kapıcı dairesinde oturduğunu söylüyor. İnandırıcı gelmedi ona ama. Oğlunuz var mı? Var. İşi var mı? Yok. Sağda solda sürtüyor. “Ben, dedi, büyükannesiyim.” Ve olayı anlattım ben, “Oğlunuz yapıyormuş, çocuklar söylediler. Söyleyin, yapmasın...” Kadın ağlamaya başladı. Ben de çok üzüldüm. Ama olay kesildi. * Kent böyle dönüşüyor tabii… Mimarlık sadece yeni binaları yapmak, yeni sokakları kurmak, taşını-kaplamasını döşemek, ağacını dikmek değil; eskiyle de birlikte var olmak, birlikte, bir arada yaşamayı öğrenmek… - Evet ama yeni ve koskoca binalar yapılıyor, altyapısı düşünülmüyor. Bu çok büyük bir eksiklik. (Ali Cengiz Kan / Haziran 2006 / Kitap-lık)
2 notes · View notes
Photo
Tumblr media
Melek Sanmıştım Şeytanı - Hüseyin Rahmi Gürpınar (kitap yorumu) Yazarın kitaplarını okumayı çok seviyorum 😍 mizah dili, konuları tarafsız bir bakış açısıyla ele alması, psikolojik analizleri, yaşanan dönemi gözler önüne sermesini ve kolay anlaşılır bir üslupla anlatması ciddi manada bulunmaz bir nimet 📚 maalesef orijinal anlatımını bulması çok zor. O yüzden mecburen Günümüz Türkçesi halinden okuyorum📖 konusundan bahsetmem gerekirse, altı hikayeden oluşan yaklaşık yüz sayfalık bir eser. Her biri ayrı bir konu barındıran, güldürebilen ve üzerine derinlemesine düşünmenizi sağlayan, özellikle kadın-erkek ilişkilerini ele alan bir kitap. Özellikle son hikaye beni çok etkiledi 😔 maalesef acı gerçekler kalp acıtıyor 😔 Türk edebiyatının en kıymetli yazarlarından birisi. Bu alanda okumayı düşünüyor ya da karar veremiyorsanız önerim Hüseyin Rahmi Gürpınar eserlerinden birini okumanız😊 yazarın eserlerini alıp külliyatını tamamlamak için sabırsızlanıyorum 😎📚📖🕜🌷 #klasikeserlerokuyoruz #edebiyakut #hüseyinrahmigürpınar #meleksanmıştımşeytanı #hikaye #kitap1sevda #türkedebiyatı #türkedebiyatıklasikleri #kadın #erkek #toplum #düşünce #ahlak #erdem #namus #yalan #entrika #para #bakışaçısı #acıgerçekler #aldatma #karbonkitaplar #hüseyinrahmigürpınareviedebiyatmüzekütüphanesiolsun #turkedebiyati #kitapönerisi #kitaptavsiyesi #bookstagram #book https://www.instagram.com/p/CiESxEjIUpe/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
dolunayyy · 4 years
Text
Tumblr media
"Hani bazı anlar olur ya, insana kendi bile fazla gelir. Kimseyi görmek, konuşmak istemez. Kimseye tahammül edemez. Oysaki tüm canlıları, insanlar da dahil seviyordur. Fakat hayat öyle şeyler yaşatır, öyle boşluklarda bırakır ki insanı, an gelir o çok sevdiğimiz insanlara bile tahammül edemez oluruz. "
11 notes · View notes
kisiselkultur · 4 years
Text
YouTube'da "Okumak isteyenler için; Tuğba Doğan'ın kısa romanı Nefaset Lokantası'ndan 18 alıntı" videosunu izleyin
youtube
0 notes
mirzlivilekar · 5 years
Photo
Tumblr media
'' Ancak hayat dediğin nedir ki? Anlaşılmaz bir sır. Kurduğumuz düzen hep böyle sürüp gidecek sanırız. Birden ip kopar, ışık söner, herșey darmadağın olur...'' #uzunhikaye #mustafakutlu #okudumbitti #okudum #okumahallerim #1kitap1fotograf #intabookstagram #bookstagram#booklove #instaphoto #instabooks #kitapalıntıları #goodnight #gutenabend #kitapaşkı#turkedebiyati #kitapönerisi #buchlesen #bookstagramturkey #книгалюб #хорошиекниги #книга#читала #добрыйвечер #любимыписатель https://www.instagram.com/p/BxQUW2IJTSB/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=vrcms79h4do4
2 notes · View notes