Tumgik
edebiyatsoylesileri · 3 months
Text
Sınıf değiştirmenin iki yüzlü eğitiminden geçip de Parasız Yatılı’yı sevmek, işte bu olamaz.
Tumblr media
Füruzan'ın ilk kitabı Parasız Yatılı, 1971 yılında yayımlanmıştı. 39 yaşındaki yazar bu kitabıyla Sait Faik Öykü Ödülü'nü kazanmıştı. Ece Ayhan, Yeni Edebiyat dergisi için yaptığı söyleşide genç yazara "Bakalım şimdi ne yapacaksın" diye soruyor... 2022'de hayatına son veren genç yazar Uğur Yanıkel'in edebiyat arşivi Pasaj69'dan naklen...
Okumak için tıklayın
0 notes
edebiyatsoylesileri · 4 months
Text
Octavio Paz / Bir şiire nasıl başlanacağını, nasıl bitirileceğini hiç bilmiyorum
Tumblr media
Meksikalı yazar, diplomat Octavio Paz, Nobel Edebiyat Ödülü almadan üç yıl önce İngiliz şair ve ressam Melinda Camber Porter'la uzun bir söyleşi yapmıştı. Siyasi yaklaşımını da açıkladığı bu konuşmada edebiyattan bahsederken “Bence, yeryüzü duyumsallığına sahip olmaksızın iyi şiir yazılamaz” diyordu.
Yüksek düzeyde bir beyinsel bilinci korumayı başaran şairlerden birisiniz. Öyle yürünüyor ki bir yandan şiir yazarken bir yandan da eleştiri yazmaktan sakınmıyorsunuz. Bilirsiniz, Wordsworth gibi biri dünyevi idrakimizle teşrih yapmak için cinayet işlediğimizi söyler. Özellikle bugünlerde birçok şair ve sanatçı, bu beyinsel bilincin belirli bir biçimine karşı son derece güvensiz bir tavır takınma eğilimindeler. Peki siz bir eleştirmen olmaktan neden korkmuyor ya da sakınmıyorsunuz?
- Bilinç dışının kişisel bölümü diye bildiğimiz, zihnimizin o belirsiz kısmı beni daha fazla korkutuyor. Saf akıldan da korkmuyorum. Bence zamanımızın ve uygarlığımızın büyük sorunu akıl ile bilinç dışındaki kimliğin birbirinden ayrılmış olması. Aslında Wordsworth’ün kimliğin birbirinden ayrılmış olması. Aslında Wordsworth’ün bazı fikirleri, hem de bayağı beyinsel fikirleri vardı ama o bunları tartışmaya yanaşmadı. Coleridge yavandı; yani şiirleri öyleydi. (Tam olarak bilmiyoruz ama) belki de onun durumunda zihin, şairi yok etmişti; ama yok, bu söylediğime de gerçekten inanmıyorum. Bence çok iyi şiir bazı hallerde iyi düşünüşle birleştirilebilir. Her şey bir yana, büyük ahlakçı Dante, aynı zamanda hem büyük bir düşünür, hem de büyük bir şairdi. Çağımızda bunu daha mütevazı bir biçimde de olsa Eliot başardı; Verlaine gibi başka birkaç şair de. Ama ben, aklın sınırları olduğu düşüncesindeyim. Biz şairler bu sınırı görebilmeliyiz.
Akılcılığın ve katolik ahlakın
zaferi cinsel baskıyı doğurdu
Nasıl?
- Benim durumumda, aklın sınırlarını görmeme sanırım, şiirimle ilgilenen bir kız arkadaş yardımcı oldu. Aslında çok garip bir durumdu bu, çünkü ömrümün büyükçe bölümünü saf aklın sınırlılığını kanıtlamaya çalışmakla geçirmiştim. Ama kız arkadaşım, şiirimde akla fazla yer verdiğimi fark etmeme yardımcı oldu.
Conjunctions and Disjunctions [Bitişimler ve Ayrılmalar] adlı kitabınızda (ki ben bu kitabı erotizmin eşzamanlı ve artzamanlı bir incelemesi olarak görüyordum aşağı yukarı) cinselliği ve bilinçdışı itileri son zamanlarda aşırı dogmatik bir anlayışla kodlaştırdığımızı söyler gibiydiniz. Sanki zihnimiz, işlerliği olan bir aşk kavramını yok etmiş gibi.
- Evet doğru, Bence Batı uygarlığında cinsellik ve erotizm büyük baskı altında tutulmuştur; özellikle de 19.yy’dan bu yana. Bu baskı belki hız bile kazanamamıştır. Şurası açık ki, akılcılığın ve katolik ahlakın zaferiyle birlikte cinsel baskıya tanık olduk, öte yandan, 19. yy’da şiirde püriten zihniyetten bir kurtuluş, cinsellik konusuna karşı da bir ilgi görüldü. Ben bunu olumlu bir adım olarak görüyorum. Yalnız bence bu erotizm alanında üç ayrı düzey var. Bunlardan biri hayvanı, yani biyolojik. Cinselliği bitkilerde ve her yerde görürsünüz. Bu, hayatın kaynağı ve onu korumaya, sürdürmeye yarıyor. Ardından, erotizm alanı geliyor. Erotizmi ilkel kabilelerde görebilirsiniz. Erotizm, özellikle insanidir. Değişik bir özelliktir, çünkü öncelikle cinselliğin dönüşmüş halidir. İnsanlar sevişirler ama zengin bir hayal gücüyle, törenlerle ve değişik üsluplarla yaparlar bunu. Sonra, bir başka düzey daha vardır. Oldukça garip bir icattır bu: -Seni seviyorum- düşüncesi. Bu -aşk- kavramı Eski Yunan’da eşcinsel aşkla, Platonik aşkla başlamıştır belki de. Eski Yunanlılar genç erkek çocuklarına duyduktan -aşk-tan söz ederlerdi. Ama bu aşk, onlar için mutlak güzelliği tasarlamaya, düşünmeye yarayan bir yoldu. Yani modern anlamda, gerçek anlamda bir aşk değildi. Aşk, bir insan üzerinde yoğunlaştığınızda ve bu insan da size cevap verdiğinde mümkündür ancak. Gizemi de buradadır zaten. Yalnızca aşk nesnesini tasarlayıp düşünmezsiniz. Çünkü bu nesne size cevap verebilen, sizi sevebilen, mahvedebilen, size kötülük yapabilen, vb. bir kişidir. Onunla içli-dışlısınızdır. Ve bu da şairlerin bir keşfidir, felsefecilerin dep. Bunu önce şairler keşfetti, ondan sonra da romancılar. Bu, engin bir aşktır. Ve aşk nesnesinin özgürlüğünü görebilmek önemlidir çünkü bir nesne değildir ki o. Ve endişelenip dururuz, çünkü onun bize istediğimiz gibi karşılık verip vermeyeceğini kestiremeyiz bir türlü. Bu aşk düşüncesi benzersiz, tek bir kişiyle; benzersiz, tek bir bedenle mümkündür. Erotizmde ise nesnenin yerine bir başkasını koyabilir, hatta kendiniz de değiştirebilirsiniz. Aynı anda değişik pozisyonlarda sevişen bin tane insan olabilir. İşte bu, erotizmdir. Ama aşk da bir çeşit garabet değil midir? Bir tek o insanla mümkün olabilir. Bence uygarlığımızın en iyi taraflarım, en büyük romanları, en büyük şiirleri, en büyük mitosları işte bu tutkuya borçluyuz. Aşk, bazı açılardan bir tür hastalık gibi görülmüştür ama öyle bir hastalıktır ki bu, onsuz gerçek ve iyi bir yaşam mümkün değildir.
Evet ama siz bunun temelde şiirin bir buluşu olduğunu söylüyorsunuz.
- Evet, öyle.
Ve her ulusun kendi buluşu olan bir buluş, öyle mi?
- Evet.
Whitman'ın Latin Amerika şairleri üzerinde berbat etkisi oldu
Bana öyle geliyor ki ABD özellikle herhangi bir erotizm geleneğinden yoksun. Erotizm Fransa’da mevcut ama İngiltere’nin durumundan emin değilim. Gene de, cinselliğin çok garip bir şekilde arıtıldığı Amerika'dan daha fazladır herhalde.
- Amerikalılar kafayı iyice doğa fikrine takmış.
Doğa mı?
- Doğal olmak isterler. Amerikalılar aşkın doğal olması gerektiği fikrine takmışlar kafayı.
Sizce neden böyle bu?
- Amerikan geleneğinde erotizm günah sayılır. Amerikalılar püritendir. Günaha karşı başkaldırılırken de yapılacak en iyi şey, doğaya dönmektir tabii. Bütün bu sevgi gösterileri çok komik. Cinsel azınlıklar tutkularla siyasal hakları, siyasal haklarla doğal hakları, herşeyi birbirine karıştırır. Bence erotizm doğal bir şey değil. Doğal’ın tersidir hatta. Amerikan uygarlığının mitoslarından biridir bu: Doğa. Doğal olmak. Saf olmak.
Nereden kaynaklanıyor bu? Thoreau'dan mı?
- Evet, Thoreau’dan. Ama Thoreau da Rousseau’dan kaynaklanmaz mı?
Evet.
- Elbette bütün uygarlıklar doğaya bir nostalji duyar.
Dünya ile yekvücut olduğumuz hayali bir geçmişe duyulan bir özlem midir bu?
-Evet. Ve bu Whitman ile Thoreau'da iyice belirgindir. Aslında Thoreau'yu da Whitman'ı da çok severim. hitman büyükt bir şairdir ama onun bile eksikleri vardır. Latin Amerika şairleri üzerinde berbat bir etkisi olmuştur. Bu şairlerin birçoğu onun yüce üslubunu taklide yeltendi.
Uzun şiir kurma geleneği Fransızlar'dan kaynaklanmaz
Sizin eserinizde Fransız edebiyatının etkisi hayli güçlü.
-Evet. Ama çok genç yaşlarımda Meksika'da İngiliz şiirini inceledim. Romantik şairlere: Shelley'e, Keats'e bayılırdım. Sonra birden modern şairleri keşfettim ve 1940'larda Eliot okumaya başladım. Sonra da birçok başka şairi. Whitman'ı tanıdım. Eliot'tan sonra geriye John Donne'a ve 17.yy şairlerine döndüm. Esas olarak Fransızların şiir konusundaki düşünceleri hayli önemliydi, özellikle de gerçeküstücülerin fikirleri. Ama binim şiirim Amerikan şiirine daha yakındı. Örneğin uzun şuur kurma düşüncesi Fransızlardan kaynaklanmaz, Amerikan fikridir.
Öte yandan, Kartal Güneş'te, Baudelaire'in düzyazı şiirleri ile benzerlikler buldum.
- Evet, Kartal Güneş doğrudan doğruya Fransız gerçeküstücülüğünden gelir. Zihinsel şeylere büyük ilgi duyduğumu bilmeme rağmen, şiir yazarken kadere ya da şansa bel bağlıyorum galiba. Bir şiire nasıl başlanacağını, onun nasıl bitirileceğini hiç bilmiyorum.
Kendinize tanıdığınız bu özgürlük, yarattığınız yeni biçimleri açıklayıcı nitelikte. örneğin. Maymun Gramerci'deki biçimi. O tarzda bir başka kitabı ne gördüm ne de okudum.
- Beni utandırıyorsunuz. Yeni bir biçim yaratma düşüncesine bayılıyorum!
Bence o kitap tanımlanamaz nitelikle. Ve acaba siz de önce biçimi mi düşünüyorsunuz diye merak ettim, örneğin Gerard Manley Hopkins gibi. O da hangi tür vezin ve biçimleri kullanacağını önceden çok kesin olarak belirlerdi.
- Çok zor, çok karmaşık bir mesele. Her iki düzeni de kullandım, örneğin, Yüce Ruh başlıklı bir aşk şiiri yazdım, ilk 10 dizeyi kağıda döktüğümde ne yapacağımı bilmiyordum daha. Sevmek üzerine yazdığımı biliyordum aşağı yukarı ama hangi yönde ilerleyeceğimi bilmiyordum. Derken, daha fazla yazamaz hale gelince, ara vermek zorunda kaldım. Sonra bu 10 dizenin ruhunu sürdürmeye bilinçli olarak o duyguları yeniden yaratmaya çalıştım. Sonra gene kestim yazmayı. Bir yolculuğa çıkmam gerekiyordu. İki hafta sonra Meksika’ya döndüğümde, bir 50 dize daha yazmıştım. Daha sonra vergiler, çalıştığım yer ve yazmaya çalıştığım her yerle ilgili bir sürü şey başımı ağrıttı. Böylelikle şiir de varolan bir şeyle sonradan kurularım garip bir bileşimi oldu. Azar azar, bu ikisinin bir tür işbirliği sonucu bitebildi. Çok tuhaf bir olaydı. Bir veznin kullanımı sanırım yardımcı oldu bana. İspanyolca’da vezinsiz, çok klasik bir ölçü kullanıyorum. Uyaksız şiir... Wordsworth’ün ya da Milton’unkiler gibi.
Ya da Eliot’ınkiler gibi.
-Zaman zaman, çok uzun bir şiirde her şeyi hesapladığım oluyor. Veya, biçimi biliyorum da, içeriği bilmiyorum.
Büyük sessizliği yorumlamak
tüm şairler açısından korkutucudur
Yani sanki şiirin bir kısmı size "verilmiş” ve sizin işiniz bütünlüğü kurmak gibi.
- Ama kısa şiirler yazıyorsanız işiniz zor. Şiirde herşeyi dışarı çıkarıp yalnızca esas olanı bırakırsınız. Bağ dokularını dışan çıkarırsınız. Düzyazı daha bilinçli bir çaba gerektirir.
Sözcüklerle olan ilişkinizden çokça bahsediyorsunuz, çoğu çağdaş şairin yaptığı gibi. Acaba bazen kendinizi dille bir tür bir olma içinde hissettiğiniz oldu mu? Ya da, şöyle söyleyelim isterseniz: İnsanın âşık olduğu zamanlarda da hissettiği o ummanımsı duygu. Sözcüklerle ilişkinizin herhangi bir noktasında onların büyük bir deniz oluşturduğunu, içine dalınacak, hatta dibine batılacak bir deniz gibi olduğunu hisseder misiniz?
- Evet. Kimi zaman da, dili kullanmaktan da öte, onun üstündeymiş gibi hissedersiniz kendinizi, bir dalganın üstündeymiş gibi, öyle değil mi?
Evet... Evet. Hatta bazen sözcükler daha önemli oluyor. Çoğu zaman sokakta yürürken yalnızca sözcüklerden ibaret olduğumu düşünürüm çünkü hangi yönde hareket ettiğimin ya da temelde ne hissettiğimin pek farkında değilimdir. Kafamda dolaşıp duran sözcükler vardır.
- Evet. Dilin kendine özgü bir hayatı var.
Peki sözcüklerin gücü hiç korkutur mu sizi?
- Hayır. Korku, daha çok, büyük sessizliği yorumlama süreci ile ilişkili. Bir şairin büyük değeri de buradadır işte. Sanırım hemen hemen tüm şairler bu sessizlik korkusunu yaşamışlardır.
Yazmak istemediğiniz ve bunun acısını çektiğiniz dönemler oldu mu?
- Evet, bir çok kez... Bu, bir çeşit kısırlık. Yoğunlaşamıyorsunuz ya da yoğunlaşabiliyorsunuz ama yazmak isteyip yazamıyorsunuz. Aslında bu hastalığı altedebilmek için birçok kez yazdım. Sanırım bu, en etraflı olarak yazmış olduğum konulardan biri: yani dildeki bu tıkanma. Konuşamama. Ya da dil denizinin bir çöle dönüşmesi.
Günah çıkartmaya yönelik şiirin hayatta geçerliliği yoktur
Böyle bir tıkanıklığın nereden kaynaklanabileceğini hiç düşüldünüz mi? Yani bazı ürünlerin aralıklı olarak alınabilmesi gibi doğal bir olay mı bu sizce?
- Belki de doğal bir olaydır. Ama asla doğal gelmemiştir bana. Bir hastalık, bir lânet gibidir. Bunun üzerine bir şeyler yapmaya başlarsınız ya da içersiniz. En iyisi yazmaktır.
Peki mektup yazmayı ya da günlüğe bir not düşmeyi düşünmez misiniz? Sırf yazıyor olmak için.
- Sanırım Pound söylemişti: Bir şairin bu kısırlık döneminde bol bol çeviri yapması gerektiği yolunda bir söz. Pound son derece velud bir şairdi.
Onu sever misiniz?
- Valla, evet. Henüz pek tanınmamış bir şairken ben onun hayranlarındandım.
Çağdaşınız yazarlarla olan ilişkinizin size faydası oluyor mu?
- Bu çok zor bir soru.
Şairlerle yazışır mısınız? Onlarla yemeğe çıkar mısınız? Yoksa başka şairleri okumayı mı yeğlersiniz?
- Meksika’da mı? Sorunuzu yanıtlamak istemiyorum, çünkü çok karmaşık.
Geriye dönelim o zaman. Çok mektup yazar mısınız?
- Evet yazarım ama çok ilginç mektuplar değildir bunlar. Daha gençken çok daha fazla mektup yazardım.
Onları bir edebî tür olarak görür müydünüz?
- Evet, eskiden. Ama şimdi, öyle görmüyorum. Günlüklere gelince, aynı şekilde birçok günlük tuttum. Ama hepsini yok ettim. İstemiyorum onları. Gene söylüyorum, hayatla edebiyat ayrı ayrı şeylerdir. Yok, günlüklerimi saklamıyorum. Bence edebiyat ve şiir hayattan oluşur ama aynı zamanda hayatı dönüştürür. Edebiyat ve şiir hayatın hammaddesi değildir. Günah çıkartmaya yönelik şiirin geçerliği yoktur.
Şiir bir günah çıkartma değildir, insanın aklına hemen şu geliyor: günah çıkartma bölmesinde insan kendi zaaflarını itiraf eder. Burada bir tür yargılama duygusu işin içine girer. Acaba bu iç dökme ya da günah çıkartma tarzındaki yazı nereden kaynaklanıyor? Acaba insanın burada sevdiği bir insanla değil de kendi ahlâk gözüne hitap etmesinden mi?
- Burada İngilizce konuşuyoruz ve İngilizce benim anadilim değil. Hayli garip bir durum bu; çünkü başka bir dilde, yabancı bir dilde konuştuğunuzda, aynı insan olmuyorsunuz. Bu insanın kişiliğini değiştiriyor.
İngilizce kişiliğiniz nasıl bir farklılık gösteriyor size?
- Sanırım İngilizce’de daha iyiyim. Daha ılımlıyım. Ana dilim İspanyolca’da kendime aşırı güveniyorum belki de. İngilizce’de dinliyorum. Bu ayrıca bana duraksama olanağı veriyor. Dilin içinde yüzdüğümü görebiliyorum.
Demek ki, sizinle İspanyolca konuşsaydım daha kesin ve daha ateşli ifadelerle konuşacaktınız.
-Pek bilemiyorum. Farklı olurdu. Çünkü diller farklı. Çok aşina olmadığınız bir sistemde çalışıyorsunuz ama orada karar kılmışsınız ve yürüyorsunuz, sonra köşeyi dönünce görüyorsunuz ki, karşınıza çıkacağını beklediğiniz binanın yerinde başka bir sözcük duruyor.
Şiirlerinizin çevirilerini görünce ne hissediyorsunuz?
- Bazen hoşnut kalıyorum. Bazen de şaşırıyorum, çünkü şiirimi daha farklı ve belki de daha iyi bir şekilde ifade etmiş oluyorlar. Onun için, bir şiiri gene bir şairin çevirmesi daha iyi.
Peki yazmaya başlamanıza yardımcı olan sihirli bir araç var mı? Örneğin Ingmar Bergman birbirinden farklı renkte çoraplar giymeden film setine ayak basmaz.
- Evet. Benim için şiir, yalınlıkla ilintili. Şiiri herhangi bir saatte yazabilirsiniz. Gece olsun, gündüz olsun. Kimi zaman, yazamazsınız ama sözcüklere tutunursunuz ve özgür olduğunuz ilk sabah elinize bir parça kâğıt geçirip not almaya başlarsınız. Şiir bir bakıma süreklidir. Çünkü her zaman bir şiir yazmayı düşünüyorsunuzdur. Bazen hayatınızın o bölümünün, içinde bulunduğunuz ruh hali ile hiç ilgisi yoktur. Hüzün içinde olup, aynı zamanda bir taşlama ya da neşeyle dolup taşan bir şiir yazabilirsiniz ya da çok mutlu olduğunuz bir anda son derece karamsar bir şey yazabilirsiniz. Çok gariptir. Dilin kendine özgü bir hayatı vardır: Oturup bir sözcük yazarsınız ve bu sözcük ötekilerle iletişim kurar, siz de bu süreci izler ve katılırsınız ama bu çok bilinçli bir etkinlik düzeyinde olmaz.
Bir de şunu merak ediyordum: Hindistan’da, Meksika’da ve Paris’te yaşamış olduğunuza göre belirli yerler size esin veriyor mu?
Bir zamanlar İngitere’de Cambridge’de de yaşamış ve oraya da bayılmıştan. İngiltere benim için önemli bir keşifti. İngilizlere ve onların siyasal kuramlarına hayran kaldım. İngiltere'nin, siyasal hayatın en mükemmel biçimine kavuşmuş olduğu düşüncesindeydim. İnanıyorum ki, Latin ülkeleri de İngiliz tarzı siyasal kurumlar, yaşamı ve şiiri kullanabilirler. İngiltere Batı dünyasının en zengin şiirine sahip. İngiliz şairlerini okumaya bayılırım. Milton’a bayılırım. Eliot yüzünden çok kötü bir şöhreti olmuştur ama çok büyük bir şairdir. Çağdaş dünyaya son derece uygun düşen muazzam bir hayal gücü vardır onun. Betimlediği şu cehennem var ya, gerçekte son derece çağdaş, son derece kusursuz.
Edebiyatım açısından yeryüzü çok önemli
Evet, bence Blake de...
- Ah evet, Blake’den bahsetmedik. Benim ilk büyük aşkımdır Blake. Cambridge’de Wordsworth’ü keşfettim, önceleri onu çok tekdüze buluyordum ama İngiliz kırlarının manzarasını görünce çok büyük bir şair olduğunu anladım. Edebiyatımda yeryüzü çok önemlidir. Mallarme için yeryüzü yeryüzü değildir. Yeryüzü düşüncesidir yalnızca. Onun için gerçek olan şey, sokaklar, binalar ve insanlardı. Benim içinse farklı. Bence, yeryüzü duyumsallığına sahip olmaksızın iyi şiir yazılamaz.
Bence, Mallarme gibi biri için yeryüzü kendisinden, boş bir sayfadan ve bir odadan ibaretti.
- Evet, o sınırlı görüş açısı benim için olanaksız. Büyük bir şairdi elbette ama onun durumuna imrenmiyorum. Benim hayat görüşüm onunkinin tam karşıtı. Benimki, daha çok yeryüzünü şekillendirebilen şairlerinkiyle aynı: Blake örneğin ya da Prelüde'da çocukluğunu anlatan Wordsworth. Korularda buz pateni yapmaktan, gülen ağlayan çocuklardan söz ediyor. Ne güzel.
Eliot, metafizikçi şairlerin ardından bir duyarlık çözülmesi olduğunu, metafizikçi şairlerin nesneleri, yeni buluşları, şeyleri emip yuttuklarını söylüyor. Size bu doğal bir şekilde mi geliyor? Yani bu çağdaş dünyanın emilip yutulması.
- Bence bu da benim bir parçam. Eliot kendi duyarlığının çözülmesinden söz ediyordu herhalde.
Çok coşkulu ve tutkulu bir adam sayılmazdı zaten.
- Sayılmazdı. Aşkı yaşamdan ayırıyordu anlaşılan.
Korkunç. Evet. Sanırım kadınlara karşı da son derece acımasızdı ve onlardan korkuyordu.
- Evet, özel yaşamında nasıl biri olduğunu hep merak etmişimdir.
Bir arkadaşım onun karısıyla ilişkisini konu edinen bir oyun yazıyor şu sıralarda. Eliot'la ilgili en korkunç gerçekleri topladı. Bu konuya daha fazla girmeyeceğim, çünkü fazlasıyla iç karartıcı. Eliot'ın kadınlara gerçek anlamda dehşetle baktığını ortaya koyuyor bu gerçekler.
- Ben de son zamanlarda onun hakkında epey düşündüm. Onun şiirinde kadınlar artık icadın değiller.
Evet, hepsi kupkuru; bütün insanlar da kuruyup gitmişler zaten.
- Bu şiirde cinsellik de oldukça pis.
Kadınlardan korktuğu için onları deli konumunda gösterirdi. Zihnindeki tüm korkuları onlara yansıtırdı. Karılarından birini kilit altında tutmaya bile çalışmıştı. Sanırım ona deli olduğunu söyleyerek bunu başardı da.
-Evet...
Köle-zorba bağını Batı uygarlığı yaratmadı
Yanılmıyorsam, bir keresinde Kuzey Amerika kadınlarının kadınlıklarına toplumda hiç yer verilmediği için kendilerini son derece rahatsız ettiklerini söylemiştiniz.
- Evet. Kesinlikle. Protestan ülkelerde tanrıçaların ve ermişlerin bulunmadığı bir din söz konusu. Bizde ise Meryem Ana var. Ne var ki New York, Birleşik Devletler'den ayrı bir yer ve orada erkeğe özgü değer yargılan önemli değil. Ama feministler de erkeksi değerleri benimsemiş durumda. Bence Feminist akımın çok büyük bir hatası bu. Yani farklılıkları korumayıp erkeklerle özleşmeye özenmek. Onlarda kadınla erkeğin sadece toplum tarafından farklı kılındığı fikri var. Oysa, fizik bakımdan farklıyız.
Ben duyarlık açısından da belirgin bir fark olduğunu düşünüyorum aslında. Bu, biraz da, toplumlar ve kültürler arasındaki ayrılıklara benziyor. Ben, bunların da korunmasından yanayım.
- Ben de hep farklılıktan yanayım. Kültür farklılıkları, cinsiyet farklılıkları.
Ama farklılıkların ve benzerliklerin aynı anda var olabileceklerini kabul etmek, birçok kişi için sorun oluyor.
- Evet, eşitlikle özdeşliği karıştırıyoruz. Eşitseniz özdeş de olmanız gerektiği düşünülüyor. Bu doğru değil. Eşitiz ve farklıyız. Size saygı duymalıyım. Hele cinsellikten, sevgiden ve kültürlerden söz ederken bu çok önemli.
Evet, Öyle. Ve bence, toplumun her düzeyinde gördüğümüz en dehşet verici sorunlarından biri de, benim köle-efendi ilişkisi diye tanımlayabileceğim şeye duyulan ihtiyaç. Ta baştan beri toplumun içinde yer etmiş bir ihtiyaç bu. Anlaşılan, dünya kendini bu kalıptan bir türlü kurtaramıyor.
- Evet ama, bu köle-zorba bağını Batı uygarlığı yaratmadı ki. Batı, antropoloji buldu. Yunanlılar, Romalılar, Çinliler, diğer uygarlıklara burun kıvırırlardı. Oysa Batılılar, öteki kültürlerde üstün nitelikler aramayı tercih ettiler. Batı uygarlığından bu kadar utanmamıza gerek yok aslında. Ne dersiniz? Ben epeydir onu savunmaya çalışıyorum.
Son zamanlarda Batı da, Uzakdoğu ve Hindistan'ın büyüsüne kapıldı. Kendi kültürümüze de sırt çeviriyor gibiyiz.
- Hakçası, Batı tereddüt içinde. Çünkü son yüzyılda korkunç şeyler yaptık.
Yine de Amerika, iki savaşın dehşetinden sorumlu olma duygusundan kaçınmayı bildi.
- Amerikalıların çok hoş bir anlayışı var, büyük bir antropolojik anlayış bu. Ama bir de uygarlaşma sorunlan var, tıpkı barbarlardaki gibi. Uygar olmak, eski olmak, geçmişle özdeşleşen bir toprak parçasına sahip olmak demektir. Oysa onlar, yeni bir ülkenin yeni sakinleri. Almanlar II. Dünya Savaşı'ndan sonra Amerika'ya geldiklerinde, tarihlerini de beraberlerinde getirdiler. Püritenler ise, Amerika’ya geldiklerinde tarihten kaçıyorlardı ve talihsizliğe, tarih öncesine, tarihsiz bir ülkeye geldiler. Avrupa tarihinden kaçtılar ve tarihsiz bir ülkeye ayak attılar. Onlardan önce burada yaşayanlar, Kızılderili kabileleri, göçebeydi. Ve tarihten kaçma isteği Birleşik Devletler'in ana sorunu oldu. ABD'nin beni gerçekten büyülemesinin nedeni de bu zaten. Tarihe karşı, tarih dışında kurulmuş bir toplumdu (ki, hala öyledir). Püritenler ise Birleşik Devletleri dini bir biçimde kurdular. Sonra kurucu atalar. Batı toplumunun kaderinden, monarşiden, hoşgörüsüzlükten kaçacak ahlaki bir toplum kurmaya çalıştılar. Tarihin dışında yaşayamazsınız.
Meksika'daki entellektüellerin çoğu Marksizm yanlısı mı?
- Doğrusu, gerçekten de şaşırtıcı bir durum. Bana kalırsa tarihten çok, ahlaki ve kişisel psikolojiden kaynaklanıyor.
Peki bu, kelimelerin gücünden kaynaklanıyor olabilir mi sizce?
- Ayrıca, umutsuzluktan da, başka birçok şeyden de. 20. yy entelektüellerinin büyük sorunları var. Bazıları, totaliter ideolojilerin büyüsüne karşı çıkmayı bildi, elbette, örneğin Sovyetler Birliği'ndeki bazı şairler, Mandelştam gibi. Nazi Almanyası’nda da böyle bazı kişiler vardı. Ama Batılı entellektüeller baskının epeyce dışında kaldı. Onun için de diktatörlere biraz hoppaca bir sevgi duydular, öyle değil mi?
Ezra Pound gibi kişilerin oluşturduğu bazı tatsız örnekler de var...
- Ezra Pound, az çok faşist sayılabilecek büyük bir şairdi, öte yandan, Neruda da Stalinciydi. Tıpkı Bertolt Brecht ve başka birçokları gibi. Stalinci olmayan zeki kişiler de benzer eğilimler gösterdiler: Jean-Paul Sartre, garip bir tür komünizm denedi. Kendi uygarlığına karşı nefret dolu olduğu ve Üçüncü Dünya’ya büyük bir sevgi beslediği için. Yani, ütopyacı düşünüş, kendinden nefret etme biçimini aldı. Bu önemlidir ama Amerikalıların siyasi çıkarlar dışında da kaygıları var. Benim anladığım kadarıyla, Nikaragua'nın fiili bir devrim üssü haline gelmesine bu yüzden göz yumamıyorlar. Eskiden Marksist olan bir dostum, Yunanlı bir dostum, Rusların savaş değil, zafer istediğini söylerdi. Bana kalırsa, Orta Amerikalıların kendi sorunlarını çözmesi, ancak Rusya, Küba ve Amerika’nın müdahale etmemesiyle mümkün olur. Bu sorunun, birleşik ve demokratik bir Orta Amerika ülkeleri konfederasyonu yoluyla çözüldüğünü görmek isterdim: Leninizm'i, Marksizm'i ya da bu türden bir şeyi Meksika ve Güney Amerika'ya sokmaksızın yani. Mümkün olup olmayacağını bilemem ama hedef bu olmalı. Görmezlikten gelemeyeceğimiz bir konu daha var: Bu yalnızca coğrafi bir kavga değil, benim gibi bir yazar için büyük önem taşıyan bir kavga. Batılı entellektüellerin, Stalin'in yazarları öldürttüğünü bilmeksizin, yirmili, otuzlu ve kırklı yıllarda Stalin'in yardakçısı olmalarının utanç verici olduğunu düşünüyorum. Bence, Batılı entellektüellerin Sovyetler Birliği ile bu işbirliği, çağımızın en önemli sorunlarından birini oluşturuyor.
Bu bakış açınız Orta Amerika'da popüler olmayan bir görüş mü?
- Özellikle Meksika'da hiç popüler değil. Ama ben hiçbir zaman popüler biri olmadım, asla popülerlik peşinde de koşmadım.
(Melinda Camber Porter / Partisan Review / Gergedan / Temmuz 1987 / Çeviri: Cem Mutlu, Ömer Madra, S.O / Arşiv çalışması, dizgi: Serhan Yedig)
0 notes
edebiyatsoylesileri · 6 months
Text
Orhan Veli / Bence Sait Faik ne genç hikayecidir ne de ihtiyar, 40'ını aşmış bir mahalle çocuğudur
Tumblr media
Sait Faik'in 1950'de yayımlanan “Mahalle Kahvesi“ kitabından yola çıkan Orhan Veli Kanık, yazarın anlatım biçimi ve seçtiği kahramanlar konusunda yöneltilen eleştirileri ele alıyor. Faik'in ileri bir dil anlayışına ulaştığını, bununla birlikte zaman zaman çok savruk yazdığını söylüyor.
Yaşı 40'ı geçti. Geçti ya 15 yıldan fazla bir zamandan beri adı Genç Hikayeci diye anılır. Bizim de hala Genç Şair diye anıldığımız gibi. Geçelim...
Neyi anlatmaya çalışacağım? Sait Faik'i mi? Buna pek lüzum yok sanıyorum. Öyle ya, adı sanı duyulmadık bir yazar değil ki. Onu, Yaprak okuyucularının hepsi tanır. Bu çabam olsa olsa, onun yeni çıkmış bir kitabından haber vermiye yarıyacak. “Eh, işte söyledin söyliyeceğini, bir de kitabın adını ver, yeter” diyeceksiniz. Bir bakıma doğru. Bu kitaptaki hikayelerin özellikleri de eski hikayelerdeki özelliklerden pek farklı değil. Ama ne yapılım ki adet olmuş, bir kitaptan bahsederken birkaç da söz söylemek gerek. Yalnız, bu iş, Sait Faik'den bahsedildiği zaman tehlikeli bir iş olabilir. Güçtür çünkü Sait hakkında konuşmak, hoşlanmıyabilir. Kendisi de bir hikayesinde yazmış ya “Hikayelerimi beğenmezler, üzülürüm, beğenirler kızarım” diye. Öyledir, gerçekten.
Bir cümlesini anlamak için uzun uzun düşündüğüm olur
Ama bırakalım biz onun hırçınlıklarını bir yana da bildiğimizi okuyalım. Gerçi Sait'i sevenler, beğenenler çoktur, bununla beraber sevmiyenler, beğenmiyenler de yok değildir. Mesela derler ki: “Çok savruk. Yazdığını okumuyor. Bir yazar, okuyucunun karışısına çıkarken, kendisine biraz çeki düzen verir. Okuyucuya biraz saygı gösterir. Mecburdur buna.” Sait Faik için söylenen sözlerin, daha doğrusu kütülemek için söylenenlerin galiba en haklısı bu. O savrukluğu Sait'de zaman zaman ben de görüyorum. Bir cümlesini anlıyabilmek için uzun uzun düşündüğüm oluyor. “Şu cümleyi şöyle kursaydı daha iyi ederdi” dediğim oluyor. Oluyor ya, bir yandan da biliyorum onun ileri bir dil anlayışına vardığını. Bir sanatkara, fesli redingotlu Babıali dilinin yakışmıyacağını anlamış bir yazar. Bir sanatkarın halkın dilinden, konuşma dilinden faydalanması gerektiğine inanmış bir yazar olduğunu biliyorum. Dili, tadı, tuzu kalmamış beylik kalıplardan kurtarmıya çalışıyor. Kelimelere değil de halk dilindeki cümle oyunlarıyla, türlü evirip çevirmelerle zenginleşmeye çalışıyor. Ama bunu her zaman beceremiyormuş, ne yapalım? Biz beceriyor muyuz sanki? O da bana kaç defa çıkışmıştır: “Böyle kelime kullanılır mu? Böyle Türkçe yazılır mı?” diye. Çoğu zaman hakkı da vardır.
Sınıfını inkar edeni sevmiyor
Bir de onun avare, başıboş bir hayat sürüşüne, kahramanlarını da hep o hayatın içinden seçişine tutuluyorlar. İyi ama ya aradığı insanı o hayatın içinde buluyorsa? Üstelik en iyi tanıdığı, en iyi anladığı insan onların arasında ise? Hem Sait Faik'i sırf bu bakımdan beğenenler de az mı? Kahramanlarından söz açtım da aklıma bir şey geldi. Bir aralık da bir yazar ona gene bu konuda, büsbütün tersine isnatlarla çatmıştı. Üniversitede edebiyat okutan, ünlü gazetelerimizden birinde de makaleler döktüren, saçı biraz uzun, aklı biraz kısa bir bayandı. Kibar bir bayandı ama! Sait Faik'in, kahramanlarını, aşağı tabaka dedikleri, ayak takımı dedikleri halkın içinden seçmesini hoş görmüyordu. Bayağı buluyordu o işi. O bayan, üşenmese de şu son kitaptaki Baba-Oğul adlı hikayeli bir okusa. Belki Sait Faik'in insanı onlar arasında aramasının sebebini bir parçacık anlar. O hikayenin konusunu okuyucularıma kısaca anlatıyım:
Bir gazete müvezzinin iki çocuğu varmış. Biri mahalle çocuğu imiş, bir türlü okumuyormuş. Öbürü kibar olmak sevdasındaymış, uslu uslu mektebine gidiyormuş, derlerine çalışıyormuş. Müveziin ümidi de o kibar çocuktaymış. Mahalle çocuğu, okuyamadığı için gazete müvezzi olmuş. Kibar çocuk okumuş, tıbbiyiyi bitirmiş, Avrupa'ya gidip gelmiş, yurda da büyük bir doktor olarak dönmüş. Dönmüş ama ne fayda? Külüstür bir gazete müvezzi olan babasını tanımamış bile. Babasına, gene, kendisi gibi gazete müvezzi olan çocuk, o okumıyan mahalle çocuğu bakmış.
Babası, öbür oğlan için “Doktor oldu ama adam olamadı” diyor, hakkı yok mu?
Sait Faik'in anlattığı kibar çocuğu da sevemiyoruz. O da sevmiyor zaten. Sevmiyor sınıfını inkar eden, ona bağlanamayan çocuğu. Bu kolay kolay küçümsenecek bir şey değil. Muhakkak ki, sınıfını inkar eden kişi, babasını inkar edenden daha kötü kişi. Az mı var böyleleri aramızda?
Sevdiği kıza bakın, hayata yaklaşımını anlayın
“Peki” diyeceksiniz, “Sait Faik o doktor çocukları sevmiyor da kimi seviyor?” Açın aynı kitabın 54'üncü sayfasını. O sayfada “Kınalıada'da Bir Ev” adlı hikaye başlıyor. O hikayede, yazar, uzaktan tanıyıp da hoşlanıverdiği bir kızdan bahsediyor. Biliyor kızın neyin nesi olduğunu ama kendi kendine şöyle tahminler yürütüyor. Diyor ki:
“Küçük, kaplamaları simsiyah kesilmiş bir ahşap evde oturduğunu sanıyorum... Evin alt katlarında kendileri oturur, üst katını yazın kiraya verirler... Arkadaşım dediğim kızın kendi başına bir odası yoktur.
Onu vapurda, ikinci mevkiin tahtaları üzerinde Rumca konuşurken dinlerim...”
Demek Sait Faik, sevdiği insanı, ihtiyar müvezzinin doktor olmuş oğluna benziyen kimseler arasından seçmiyor. Fakir fukara arasından, kara ahşap evlerde oturan, geçinebilmek için evlerinin iki odasını kiraya veren, bir saatlik vapur yolculuğunu ikinci mevkiin tahtaları üzerinde geçiren kimseler arasından seçiyor.
Şimdi meseleyi daha bir kendimize göre kapatayım. Daha doğrusu Sait Faik için kendime göre bir hüküm vereyim. Hali bir fil hikayesi vardı, körlere filin türlü yerlerini tutturmuşlar da sonra “Anlatın bakalım, nasıl hayvanmış şu fil?” demişler. Bacağını tutan “fil bir kumaştır” demiş, dişini tutan “fil bir kemiktir” demiş. Benimki de biraz ona benzeyecek. Yazıma başlarken Sait Faik'in gençliğinden, ihtiyarlığından bahsettim. Sonra da muhabbetle anlattığı kahramanlarından birinin bir mahalle çocuğu olduğunu söyledim. Mahalle çocuğu, Sait'in hikayelerinde bir – iki tane değildir. Birçoktur. Bunu onun bu yaşa kadar değişmemiş mizacına veriyorum. Bence Sait Faik ne genç hikayecidir ne de ihtiyar. Bence o, 40'ını aşmış bir mahalle çocuğudur.
Ama sakın bu hükmü onu kötülemek için söylenmiş bir söz sanmayın. Çocuk deyişim ona gençlikten daha genç bir yaş biçişimden, mahalle çocuğu deyişim de onu ekseri mahalleden yetişenler gibi, halktan bir insan, halka bağlı bir insan sayışımdan ileri geliyor.
(Orhan Veli Kanık / 15 Şubat 1950 / Yaprak dergisi, sayı: 19)
0 notes
edebiyatsoylesileri · 7 months
Text
JAMAL MAHJOUB / Yazardan mesaj iletmesi beklenilmemeli, bu işi postanelere bırakmak lazım
Tumblr media
Sudan kökenli İngiliz yazar Jamal Mahjoub 1989'da İngiltere'de yayımlanan Navigation of a Rainmaker adlı romanıyla dikkat çekmişti.Türkiye’de 2003'te yayımlanan Raşid’in Dürbünü ve iki yıl sonra piyasaya çıkan Cinlerle Yolculuk ile tanındı. Sonrasında Alametler Saati ve Kayıp Enlemler tercüme edildi. 2012'de Parker Bilal mahlasıyla polisiye romanlara yönelen Mahjoub ilk kitaplarının Türkçe yayımlandığı günlerde yapılan röportajda “İngiltere’de önce beni kategorize ediyorlar sonra bunu eserlerimi yok sayma bahanesine dönüştürüyorlar” diyor.
Sudan’da çocuk olmak nasıl bir şeydi? Özellikle İtalyan Katolik Okulu kısmını merak ediyorum...
- Çocukluğum, Sudan’da görece sakin bir döneme rastladığı için şanslıyım. Hartum’u, hiçbir şeyin aceleye getirilmediği, güvenli rahat bir yer olarak hatırlıyorum. Geçmişe bakınca, elbette bazı sorunlar vardı ve birkaç gün okul tatili yapacağımız anlamına gelen hükümet darbeleri oluyordu.
Okul, bütün ülkeyi katır sırtında gezmiş ve oldukça cesur bir adam olan Piskopos Camboni tarafından 19. yüzyılda kurulmuş eğitim kurumlarından biriydi. Okulların standardı yüksekti ve öğrencileri de mezuniyetin ardından çoğunlukla başarılı kariyer ediniyordu. Hıristiyan öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir orta sınıf okuluydu. Öğrencilerin ebeveynleri tüccar, öğretmen, zanaatkar ve yöneticiydi. Eğitim genellikle İngilizce yapılırdı ki bu durum oldukça tuhaftı. Beyaz cübbeli içinde rahipler... Belki de bu yüzden Latin Amerikalı yazarların dünyasıyla aramda bir bağ hissettim.
Hakkınızda çıkan bir paragraflık yazılarda bile “Sudanlı bir babayla İngiliz bir anneden doğma” olduğunuz yazıyor. Ne hissediyorsunuz bu konuda? Bu, üzerinde bu kadar durulması gereken bir şey mi gerçekten?
-Başlangıçta buna değiniyordum, çünkü belirli bir edebi kategori ya da alt türe şartlanmaktan kaçınmanın önemli olduğunu hissediyordum. İnsanların basit, eksiksiz varlıklar değil, bir araya getirilmiş parçalar oldukları gerçeğini vurgulamak istiyordum. Ben sömürgeci dönemin bir ürünüydüm. Britanya 1898’de Sudan’a girmiş olmasaydı, annemle babam hiç tanışamayacaklardı mesela ve benim konum olduğunu hissettiğim şeyin dinamiklerini yaratan da bu bağlantıydı. Durum değişti ve bugünlerde bir insanın karma bir geçmişinin olması çok da sıra dışı bir şey değil. Aynı zamanda, yazarları kategorize etme eğilimi yine de hâlâ çok güçlü. Başka türlü ifade etmek gerekirse, yaşamda çok daha fâzla çeşitlilik ve farklılık var; oysa edebiyatta bir nedenle kategoriler yerlerini her zamankinden, daha sebatla koruyorlar. Birçok insan için, böyle ayrımlara neden ihtiyaç duyduğumuzu sorgulamaktansa insanları dışlamak daha kolay.
Haksızlıklarla dolu dünyada göçmen kategorisine konulmak sadece küçük bir haksızlık
‘Öteki olma’ acısını hissettiğiniz anlarda, insanları yazmaktansa taşları incelemek yeğdir diye düşündüğünüz oldu mu hiç? Kaleminiz evrenselken, sizi ‘azınlık’ kategorisine koymaları haksızlık değil mi?
- Evrensel olduğum iddiasında bulunmak zor; çünkü bu genelde, öncelikle belirli bir ulusal edebiyatı temsil eden bir yazar olarak tanınmaktan geçiyor. Benim öyle bir seçeneğim yok. Eserlerim Arapçaya çevrilmiyor, Sudan’da da yaygın oldukları söylenemez. Kitaplarım hakkında bir şeyler kaleme almış Sudanlılar, genelde Batıdaki üniversitelerde çalışan akademisyenler. İngiltere’de etnik azınlık, bir yabana, bir erkek, bir Arap, bir Müslüman olarak görülüyorum. Bu kategorizasyonlar çoğu zaman evrenselliğe işaret eden nitelikler olarak değil, eserlerimi yok saymak için bahane edilen özürler olarak kullanılıyor. Benim için, evrensellikte, eser şu an varolan ulusal kaygıların üzerindedir ve sadece “diğerleri”ne benzer olmakla kalmaz. Evrensellikten bahsederken, çoğu zaman Batı tarafından kabul görme ve tanınmayı kastederiz. Üstelik, ticarileştirme eylemi, aynı şeyler olmadıkları halde, sık sık evrensellikle karıştırılır. Gazetecilerin, akademisyenlerin, editörlerin kendi politik görüşlerine uyan yazarlar arama ya da eserin kalitesi hakkında hüküm vermek yerine popüler akımları takip etme eğilimleri sinir bozucu. Sonuç olarak, bugünün dünyasında birçok haksızlık yapıldığı ve “azınlık” kategorisine konmanın sadece küçük bir haksızlık olduğu söylenebilir.
Raşid bu kadar bahtsız olmasaydı, Raşid’in Dürbünü’nün derdinden bir şeyler eksilir miydi? Yazık değil mi Raşid’e?
- Raşid oldukça şanssız bir adam olarak düşünülüyor. Doğumundan itibaren hayatında her şey ters gidiyor. Hikâyeye daha çok mizah katmayı ummuştum; ama bence sonunda savaşı karanlık olan taraf kazandı. Raşid elbette ki çok büyük bir şansla kutsanmış bir adam. Hapishane ve deniz kazası da dahil olmak üzere, başına gelen bütün felaketlerden kurtuluyor; yine de kendini bazı açılardan şanssız buluyor. Hikâyeyi sürdürmek gibi bir fikrim vardı, zaten kitabın sonu da bu yüzden açıktır, ancak bu bir zaman bulma/ayırma meselesi.
Raşid'in Dürbünü'ndeki Raşid’le Hasan’a bakınca, aralarındaki 300 yıllık zaman farkına rağmen, hiçbir şeyin değişmediğini bir kez daha görüyor insan. Sizce edebiyat bir şeyleri değiştirebilecek güçte mi? Sizin bir yazar olarak kendinizden böyle bir beklentiniz ya da genel olarak edebiyattan böyle umudunuz var mı?
- Edebiyatın bir şeyleri doğrudan değiştirme gücü olduğuna inanırdım. İlk romanım petrolün bulunuşu ve Hartum’daki zengin sınıflar arasındaki farklılıklar yüzünden iç savaşa Ve kargaşaya sürüklenen Sudan'a yönelik karamsar bir bakış içeriyordu. Akademisyenler bana çok karamsar olduğumu ve bu romanda Batılı bakış açısına hizmet ettiğimi söyledi. Şimdi, 15 yıl sonra, bana romanın yaşanacakların doğru tahmini olduğunu söylüyorlar. İnsanlanın görüşlerini etkilemeyi ummuştum ancak işler böyle yürümüyor ve bence bu, bir romancının işi değil. Sadece varolarak da, biz olmasak varolmayacak bir bakış açısını sunarak da dolaylı olarak etki edebiliriz ama insanlar yazarlardan mesaj iletmelerini beklememeli, bu işi postanelere bırakmak lazım.
Raşid'in Dürbünü'nden yola çıkarak sormak istiyorum: Bilgiye ulaşmak için sizce Tanrı’dan uzaklaşmak gerekiyor mu?
- Bilimin bize dünya hakkında söyledikleriyle, dini geleneklerin inanmamızı istedikleri arasında çok büyük bir takım çelişkiler var. Evrim Teorisi ya da Darwinizm gibi konular, şu anda ABD'de tartışmaya yol açan meseleler. İnançla mantık arasındaki çelişkinin İslam dünyasında güçlü bir tarihi vardır, özellikle de İbn-i Rüşd gibi bilginlerle. İbn-i Rüşd iki tür akıl tanımlamıştır: Dinsel ve bilimsel. İbn-i Rüşd'ün Rönesans’a ve Avrupa'daki reformasyona etkisi çok önemlidir. Raşid'in Dürbünü özelinde bakarsak bütün temel varsayımlarına meydan okunduğunu gören bir karakter çizmek istedim ben o romanda. Büyürken tüm bu meydan okumalarla sürekli karşı karşıya kaldığımıza inanıyorum. Olduğunu farzettiğimiz şeyleri sorgulamadığımızda da maneviyata dönüyoruz.
Doğu'yla ilgili şablonlar varlıklarını sürdüyor çünkü kullanışlı ve elverişliler
Sizce neden bilgi Batı'nın, gizem Doğu'nun etiketi olmuş durumda?
-Popüler kültüre giriş şekilleri yüzünden yaygın kabul görmüş şablonlarla ilgili bir şey bu. Şablonlar rahat, çünkü statükoya meydan okumuyor.Onları değiştirmek kolay değil. Avrupa düşüncesinin merkezinde, örneğin benim Raşid'in Dürbünü'nde gönderme yaptığım John Dee ya da Cinlerle Yolculuk'ta gönderme yaptığım Hildegard von Bingen gibi insanları içeren, derinlemesine yerleşmiş mistik bir bakış açısı var. Edward Said, Doğu'nun algılanışının nasıl kadınsı, zayıf ve Batılı egemenlik hırslarını edinmeye hazır olduğuna geniş ölçüde değindi yazılarında. Ve haberler bize gerçeğin çok farklı olduğunu söylese de, popüler kültürde, sinema ve edebiyatta egemenliğini sürdüren imaj bu. Batı'da, Doğu'yla ilgili olup da başarı kazanan kitaplar çoklukla Doğu'nun tensel yanını, Doğu'nun güzel kokularını, tatlarını ve cinsel elde edilebilirliğini yansıtan kitaplar olmuştur. Şablonlar hala varlıklarını sürdürüyor, çünkü kullanışlı ve elverişliler.
Raşid'in Dürbünü en çok hangi tarafa seslenmesi için yazıldı: Doğuya mı Batıya mı?
-Batı'ya seslenmesi için yazıldığını sanıyorum. İngilizce yazıldı ve Londra’da yayımlandı ve Avrupa’da karşılaştığım önyargılar, dışlanma ve görmezden gelinmeye bir karşılık vermesi amacıyla tasarlanmıştı. Yine de, Doğu'ya da söyleyecek bir şeyleri olduğuna inanıyorum. Sudan asıllı yanınızı Avrupa'yla ilgili en çok çarpan şey ne oldu? - Bence işler eskisi kadar zor değil. Avrupa 20 yıl önce olduğundan çok daha çeşitlilikle dolu bir yer haline geldi, bu da Avrupa'yı daha kolay yaşanır bir coğrafya yapıyor. Bu, göçün etkileri ve ayrıca insanların artık daha çok seyahat etmeleri sayesinde oldu. Bu çeşitliliğin edebiyatta kendine yer bulmasının bu kadar ağır gerçekleşmesini tuhaf buluyorum. (Londra’da) Yayınevlerinde çalışanlar daha çok dışarı çıkmalı. Popüler müzik ve filmler, olup bitenlerle uyumlu olmaktan çok uzak. Kitap dünyası çok eski moda bir yola takılıp kalmış durumda ve o yoldan çıkmazsa, hepimiz mahvolduk demektir. Sudanlılar çok sosyal insanlar ve ben, o rahat ilişkileri özlüyorum; bu sıcaklığı bazı Afrikalı dostlarımla yakalasam da aynı şey olmuyor.
‘Öteki’ olmanın edebiyatınıza en büyük yansıması nedir?
-Sizin dile getirdiğiniz şekilde “öteki” olma ya da alışkanlıkları, görünüşü ve tarihi sizinkinden farklı bir toplumda azınlık olma deneyimi, zor bir deneyim. Farklı giysilere ya da yeme alışkanlıklarına uyum göstermek kolay, ancak içinizde kendini oralı hissetmeyen ve bunu birçok şekilde dışavuran bir yan var. Sanırım benim temam bu. Yazdığım her şeyde şu ya da bu şekilde var. Ama bu yabancılaşma hepimizin etrafında var ve ben yazarlığımda bunu kendi özelimden çıkarıp, insan olarak yaşamlarımızı nasıl anlamlı kılıyoruz gibi varoluşsal bir soru sorma noktasına taşımaya ve böylelikle genişletmeye çalışıyorum.
Yazarın kitapları farklı ülkelerde yayımlanabilir, asıl zor olan ciddiye alınmasıdır
Peki sizce Müslüman toplumların modernleşmesi Doğu-Batı arasındaki kutuplaşmayı çözer ya da bir dereceye kadar azaltır mı?
-İslamiyet, yaşadığımız çağa damgasını vuran Doğu-Batı çatışmasında kilit bir rol oynuyor ve bunun nedeni de kısmen insanların dilek ve ihtiyaçlarını etkili şekilde sunma yöntemlerinden yoksun olmaları. Ortadoğu’da etkili ve doğru bir hükümet olursa, İslâmiyet ruhsal dünyamıza hükmetme noktasına gelecektir, bugünkü gibi, ulusların politikalarına etki etmeyecektir. Esas sorun İslâmiyet değil, politik anlamda özgürlükten yoksun olmamız. İslâmiyet’in modernleşmesi için, aynı inancı paylaşmayan birçok insanın varolduğu bir dünyada yaşadığımızı kabullenmesi ve sınırlarını bilmesi gerekir. Aynı pragmatizm, dini inançlarım dünyanın geri kalanına empoze etmeye çalışan diğer gruplar için de geçerli. Bunun alternatifi, bütün gezegeni imha etmektir. Bugün milyonlarca insanın yaslanabileceği tek şey inançları. Hükümetler sorumluluklarıyla yüzleşene kadar, İslâmiyet o insanların tek umudu olmaya devam edecek.
Bir yazarın kucaklanması için bir yere ait olması şart mı? Ya da kitaplarınızın farklı Avrupa dillerinde yayımlanmış olması yazar olarak kucaklandığının gösterir mi?
-Raşid’in Dürbünü gibi bir romanla, yazar olarak Doğu-Batı kutuplaşması, ırkçılık, inanç gibi soruları irdelerken, Batı'nın mistik Doğu edebiyatı arayışı size ne hissettiriyor? Şu reçete hakkında ne düşünüyorsunuz; yazdıklarına biraz mistik ve egzotik, biraz da etnik sos dökersen Avrupa'ya açılırsın...
Doğulu bir yazarın dünyaya açılması için mistik şeyler yazması şart mı?
-Ben bunu bir reçete bulmak seklinde düşünmüyorum. Yazar okuyucusuyla iletişim kurmak için bir yöntem bulmak zorunda; okuyucunuz yoksa hiçbir şeyiniz yok demektir. Ve bence birçok yazarın İslâmiyetin mistik yanına yönelmesi, bunun Batılı okuyucu için daha cazip olmasından. Romantik yan anlamları var, ayrıca intihar bombacılan ya da yüksek binalara uçaklarla çarpan insanlar yaratan İslâmiyet türünden apayrı bir şey olarak görülüyor. Bunun sadece Batılı tüketimine açık bir şey olduğunda da şüpheliyim üstelik. İslâm dünyasında geçmişi, tarihi ve gelenekleri romantikleştirme, Arap dilinin güzelliğini, şiirselliğini vurgulama yönünde güçlü bir eğilim var örneğin. Benim durumumda, Türkçeye çevrilmiş iki romanımdan yola çıkarak bir hüküm vermek zor, (ikisi bu yıl yayımlanacak) yedi romanım var, hepsi de birbirinden farklı.
İdeal yazarımı bulsam yazmak yerine okumakla yetinebilirdim
Sizin duymak istediklerinizi söylediğini düşündüğünüz kim var edebiyat dünyasında?
-Bu türde belirli bir yazar yok, zaten aksi takdirde yazmak yerine sadece oturur, onları okuyarak mutlu ederdim kendimi. Çoğu romanda, hatta sevdiklerimde bile, hemfikir olmadığım şeyleri bulmaya meyilliyim. En sevdiğim yazar sorulur hep. Bilmiyorum, diyorum genellikle. Sorun şu ki beğenim değişiyor. Şu sıralar Arapça eserlere daha çok eğilmeye çalışıyorum. Daha ziyade Fransızca kitaplar okuduğum bir dönem yaşadım ve İspanyolca daha çok kitap okumak isterdim. Sanırım çoklukla okuduklarım İngilizce yazan çağdaş yazarlar.
Şu sıralar ne yazıyorsunuz, biraz çıtlatmanızda sakınca var mı?
- Daha yeni iki roman bitirdim. Biri İngilizce, diğeri Fransızca yayımlanacak. Garip bir fikir ama İngilizcesinin yayımlanması o kadar uzun sürüyor ki onlan bekleyecek olursam, kitap yayımlanana kadar cenazem kaldırılmış olur. Fransızca romanım Nubya hakkında. Babam aslen oralıdır ve Nubya 1960’larda Mısır'da Assuan Barajı inşa edilirken Nil Nehri’nin baskınına uğramıştır. Diğeri iki İngiliz ya da yarı İngiliz kız kardeş ve bu kardeşlerin birbirlerinin varlıklarından nasıl haberdar olduklan hakkında. İngiltere ve Sudan’da geçen bir roman bu.
Salman Rüştü gibi bir yazara bakıp da, Avrupa’da ‘azınlık’ mensubu bir yazar olmayı bile şans addettiğiniz oldu mu hiç?
-Salman Rüştü’nün durumu birçok yönden tek ve gerçekten ona paralel başka bir olay yok. Şeytan Ayetleri sadece Doğu'yla Batı arasındaki ilişkiler açısından değil, edebiyatın ilgileri açısından da bir set çekti. Salman Rüştü’nün romanı sadece Doğu'da değil, Batı'da da İngiliz hükümetinin ırkçı politikalarını hedef alışıyla tepki topladı. Rüştü’nün romanı birçok açıdan yaşadığımız çağı simgeliyor: Onu okumayanlar tarafından yasaklanan ve yakılan bir roman. Romanın İngiliz gazeteciler tarafından da hararetle eleştirildiğini unutmayın. Rüştü bu sorunları yaşamadan önce, romanı İngiliz gazeteciler tarafından okunmaz damgasını yemişti zaten. O günden beri İslami bir mirasa sahip oldukları iddia eden lezbiyenlerimiz ve New York'ta kadın bir peygamberimiz oldu. Bu iki olay da İslami tarih bilgisi ve içerdiği göndermeleri kavramak için Batı'nın popüler kültürünü anlamayı gerektiren bir edebi romandan daha ilginç, ancak iki olay da Rüştü'ye gösterilen türden bir öfke ve histeri uyandırmadı. Bugünlerde yayımcılar o tarz bir kitabı yayımlama riskini göze almaz, Büyük bir yaygara koparacağından değil (yayımcılar reklamı sever) büyük ihtimalle kitap satmayacağından almazlar bu riski. Başka bir kitap ya da yazarın bir daha aynı şekilde dikkat çekeceğini sanmıyorum. Dünyanın birçok yerinde, yazdıkları yüzünden sansüre ya da mahkumiyete katlanan birçok cesur yazar var. Bu tür şeyler sürekli yaşanıyor ve biz bunların çoğundan haberdar olmuyoruz.
Egzotizm peşindeki zavallı Batılı okur için yeterli eser mevcut
Cinlerle Yolculuk'tan yola çıkarak, zamanla ilgili yorumlarınızda Proust etkileri olduğunu söylemek doğru olur mu?
-Proust’a karşı özel bir hayranlığım yok. Çok güzel cümleler yazmış, ancak ben bu cümlelerin sonuna gelmeden uykum geliyor. Bütün hayatım yüce bir mükemmellikte bir eser yaratmaya adayan sanatçı fikri, bütün o çabada gerçekten kıymetli bir şeyler olduğuna ikna olmamızı isteyen yayıncılar tarafından yaratılmış bir mit bence. Ben, gül bahçelerinde şiirler yazarak dolaşan zengin aristokrat sınıfından gelmiyorum; okuyucunun ilgisini çekmeyi başaracak iyi öyküler yazdığı sürece varolan yazarlar sınıfındanım.
Cinlerle Yolculuk'un sırf başlığına bakarsak... Bu başlıkta. Batılı okuyucunun imgeleminde haremler, sultanlar, uçan halılar beklentisi uyandırma gibi bir ironi ya da espri olduğunu söyleyebilir misiniz?
- Asla özellikle ironik olma ya da bir romanın iskeletine sembolik şablonlar yerleştirme niyetiyle yola çıkmadım. Başlıkla, romanın modern dünyada kurulmuş bir hikâye anlatması arasında bir çelişki var elbette ve evet, bu bilinçli bir tercih. Makinelerle mistik inançlar arasındaki apaçık çelişki türünden çatışma ya da paradokslar merakımı çekiyor ve beni büyülüyor. Egzotik fanteziler isteyen zavallı Batı okuyuculara gelince, edebiyat anlamında hâlâ onların beslenebileceği türden yeterli sayıda çalışma mevcut.
Peki son olarak, insan cinleriyle nereye kadar gidebilir?
- Buna cinler karar verir, insan değil.
(Aslı Tohumcu / Kitaplık / Mayıs 2005 / Yücel Kamçez arşivi)
0 notes
edebiyatsoylesileri · 7 months
Text
Mahmut Baksı / Yaşar Kemal'in İsveç TV'sinde Kürtler yerine kuşlardan bahsetmesine kızdım, İsveç Akademisi'nin Nobel vermesine engel oldum
Tumblr media
Romanlarını Kürtçe yazan Mahmut Baksı, 1970'lerin başında siyasi sürgün olarak İsveç'e yerleşip 2000 yılında, 56 yaşında vefat edene kadar araştırma, biyografi ve roman türünde 22 kitap yayımlamıştı. Ölümünden sekiz yıl önce, Türkiye'ye geldiği günlerde yayımlanan ibret vesikası röportajda, 1977 yılında Yaşar Kemal'in Nobel Edebiyat Ödülü almas��na nasıl engel olduğunu anlatmıştı.
Yurtdışına çıkışınızı anlatır mısınız?
-1969'da Kürtçe bir roman yayımlamıştım. Tabi kitabım yasaklandı ve hakkımda dava açıldı. Zaten polis tarafından yeterince mimlenmiştim. O zamanlar Kürdistan sözcüğünü ağzına almakla silah sıkmak arasında hiç fark yoktu. O yüzden Ocak 1970'te önce Almanya, bir süre sonra İsveç'e geçtim.
Abdullah Öcalan'la tanıştınız mı? PKK'ya ilişkin görüleriniz neler?
-Apo ile 1981'de iki ay boyunca Ortadoğu'da birlikteydik. 12 Eylül gelmiş ve yurdışına kaçmışlardı. Gelecek belirsizdi. Ancak bugün geriye baktığımda Apo'nun o dönem ileriyi oldukça isabetli gördüğünü anlıyorum. Benim 1972'de çıkan Kürt Tarihi başlıklı bir kitabım vardı ve Apo bu kitabı okumuştu. Orada Kürt sorununun ancak silah zoruyla çözüleceğini belirtmiştim. İdeolojik olarak farklılıklarımız vardı ama birbirimizin görüşlerine önem verirdik.
Kuzey Irak'ta bağımsız bir Kürdistan kurulması girişimlerine ne diyorsunuz?
-Bu büyük olasılıktır. Bazı çatlak sesleri boş verirsek bunu TC de destekler. Kürt sorunu uluslararası planda oldukça etkilidir ve dün Irak'ta “36. Paralel'in üstüne geçmeyeceksin” diyen güçler, Türkiye'ye “Sivas'tan öteye geçmeyecesin” diyebilir.
Talabani çantasında Mem-ü-zin'i taşır
Talabani'yi, Barzani'yi tanır mısınız?
-İkisi de Ortadoğu'nun biçimlendirdiği liderler. Özellikle Talabani'yle yakın dostuz. Politikası öyle gerektiriyorsa bir söylediği diğerini tutmaz. Demirel'den farkı, birinin Türk diğerinin Kürt olması. Son derece esnektir. Çantasında Mem-ü-zin'i taşır. Barzani ise aşiret geleneğinden geliyor. 10 binin üzerinde aşiretine bağlı adamı var. Dostlarına karşı son derece sınırsızdır ama katı bir insandır.
İsveç dışında da temaslarınız yoğun olmalı. Bu arada Bayan Mitterand'ı anlatır mısınız?
-Kendisini 1987 yılından itibaren tanıyorum. Paris Kürt Enstitüsü Başkanı yakın dostum Kendal Nezan aracılığıyla tanışmıştık. Elysee Sarayı'nda onunla röportaj yapan ilk Kürt gazetecisiyim. Sonraki yıllarda Kuzey Irak'a yaptığı gezilere de birlikte gittik. Bayan Mitterand'ın onurlu bir geçmişi var. 2. Dünya Savaşı'nda faşizme karşı savaşmış, işkence görmüş, zindanlarda yatmış bir öğretmen. Fransa'da bir gelenek var, cumhurbaşkanının eşine istediği vakfın başkanlığını verirler. Bayan Mitterand da Özgürlükler Vakfı'nı alıyor. Kürt sorunuyla ilgisi bu genel kapsam çerçevesindedir.
İsmail Beşikçi'nin Kürt Enstitüsü'nün başkanı olmasına ve Yeni Ülke gazetesinin danışmanlığını Yalçık Küçük'ün yapmasına karşı çıkıyorsunuz. Nedenini anlatır mısınız?
-Ben İsmail Beşikçi'nin kendisine karşı değilim, Kürt Enstitüsü'nün başkanlığını Kürt olmayan, Kürtçe bilmeyen birinin yapmasına karşıyım. Uluslararası planda, örneğin bir basın toplantısında kendisine sorulan Kürtçe soruları anlamayan biri nasıl Kürt Enstitüsü Başkanı olabilir? Fahri başkan olabilirdi. Zaten bu durum İsmail Beşikçi'nin kendi görüşlerine de aykırı ve sanıyorum kendisinin talebiyle olmadı bu. Yalçın Küçük'e gelince, önce Türk aydınları, ilericileri tarafından takdir edilsin! Çok iyi şeyler yapmış biri gibi orada durmasının hiçbir anlamı yok.
Yaşar Kemal'in romanları Kürt geleneklerinden çalındı!
Yaşar Kemal ile tartışmanız biliniyor. Nedenleri neydi?
-Yaşar Kemal'le çok eskiden beri tanışırız. Beni 1968 yılında DİSK'e aldıran odur. O zamanlar o Kürt Yaşar, ben Kürt Baksı. Avrupa'da da tanınmış bir yazardır. Her kitabı yayınlandığında İsveç'e gelir benim konuğum olurdu. 1977'de beşinci kitabının da İsveç'te yayınlanması nedeniyle geldi. Kendisine ertesi günü çıkacağı televizyonda, Kürt sorununa değinmesinin zamanının geldiğini söyledim. Kabul etti ama kalktı İsveç ve Türk kuşlarının benzerliğinden bahsetti! Aramız açıldı. Onun Kürt kimliğini reddetmesine kızdım. Türkiye'ye bir gazeteci arkadaş göndererek kitaplarında geçen olayları, efsaneleri incelettirdim. Toplanan dokümanlara dayanarak Ağrı Dağı Efsanesi'nin, İnce Memet'in aslında Kürt geleneklerinden çalındığını ispatlayan 350 sayfa tutan Kürdistan isimli bir kitap yayımladım. Bu olay 1979'da, Yaşar Kemal'in Nobel Edebiyat Ödülü'nü neredeyse alacağı bir döneme rast geliyor. Yazarlar Birliği'nin, İsveç Nobel Akademisi üzerinde etkisi vardır. Hangi ülkenin yazarı Nobel'e en yakınsa onun hakkında detaylı bilgi toplarlar. Akademi üyesi Arhur Lundkivist beni telefonla arayarak Yaşar Kemal'i sordu. Kendisine durumu anlattım.
(Süalp Çekmeci / 3 Eylül 1992 / Aktüel dergisi)
0 notes
edebiyatsoylesileri · 8 months
Text
Melih Cevdet Anday / Ozan dilini aştıkça dilini, kişiliğini aştıkça kişiliğini bulur
Tumblr media
Yıl 1962, Melih Cevdet 47 yaşında. Anket sorularını çağrıştıran bir mülakatta şiir yaklaşımını anlatıyor, dönemin yeni şairlerinden umutlu olduğunu belirtiyor, o güne kadar takma isimle 14 roman yazdığı halde roman sanatı üstüne derinlemesine düşünmediğini söylüyor.
Bir şiiri okuyup bitirdikten sonra ne kalır elimizde?
- Elimizde bir şey kalmaz. Kimi zaman bir şiirin tümü ya da birkaç dizesi belleğimizde kalır. Ama çoğun, bunlardan daha baskın olanı, bir şiirin belleğimizde bıraktığı anıdır. Bunu bir renk anısına, bir davranış anısına benzetebiliriz. Neyin rengi, nasıl bir davranıştı unutsak da, onun yeri kalmıştır düşüncemizde, duygumuzda. Benzeri olmayan bir yer... Sonra bir gün o yer, hangi nedendense, bize kendini duyuruverir.
Her ozanın kendine özgü bir dili olması gerekli midir?
- Ozan, kendine özgü bir dil aramaz, aramamalıdır. Ozanın dili, kişiliği demektir. Kişilik nasıl aranmakla bulunmazsa, şiir dili de özenerek yaratılamaz. Aykırı görünecek ama ozan, dilini aştıkça dilini bulur, kişiliğini aştıkça kişiliğini bulur. Bunların ötesine geçebilmektir gerçek başarı. Kimi ozan için de özel bir dil gerekmez.
Çeviride şiiri yerlileştirmeye kalkışılmamalı
Ülkemizde şiiri başarı ile çeviren birkaç ozandan biri olarak bize şiiri iyi çevirmenin nelerle sağlanabileceğini söyler misiniz? Başka dillere çevrilen şiirlerinizden bir şikâyetiniz var mı?
- Birkaç şiir çevirdim. Bunların içinde başarılı sayılanlar varsa, bundan benim bu işi gereğince bildiğim anlamı çıkarılmamalıdır. Birkaç şiirle iyi bir ozan olunamayacağı gibi, birkaç çeviri ile de iyi bir şiir çevirmeni olunamaz. Şiir çevirme, sürekli bir çaba isteyen bir sanattır. Bu sanatın gerektirdiği yetenek ve yetkiler, belki de bir ozan olmak için gerekenden daha önemlidir. Bir yabancı dili iyi bilmek, sağlam bir şiir bilgisi ve ana dili tadı, şiir çevirme sanatının belli başlı öğeleridir. Sırası gelmişken söyleyeyim, yabancı bir dilde yazılmış bir şiiri dilimize çevirirken, onu yerlileştirmeye kalkmamalı, başka bir deyişle kendimize indirgememeliyiz. Öyle çeviriler görüyorum ki, bugün bizde yazılan şiirlerden ayırt edilemiyor. Bundan ötürü, yabancı dillerden çevrilen şiirlerin çoğu bize yeni bir şey katmıyor; tersine olarak, bizim ozanlarda, o büyük yabancı ozanların da kendileri gibi yazdıkları kanısını yerleştiriyor.
Başka dillere çevrilmiş olan şiirlerime gelince, o şiirlerin, çevrildikleri dillerde ne gibi bir etki uyandıracağını kestiremediğim için bu konuda bir şey söyleyemeyeceğim.
Yeni, yetenekli, güçlü ozanlar yetişiyor
Şiirinizin bugünkü durumunu durgunlukla mı, aşamayla mı nitelendirebilirsiniz?
- Sorunuzu iyi anlayamadım. "Şiirde durgunluk" ne anlama gelir, önce bunda anlaşmak gerek. Kimi, ortaya büyük yapıtlar konsa da, şiir üzerinde keskin çatışmalar
yoksa, öyle bir dönem için "şiirde durgunluk var" diye düşünür. Kimi de, ozanlar arasındaki kavgalara, çatışmalara boş verir, büyük yapıtlar arar, bulamadı mı "şiirde durgunluk var" der. Bana kalırsa, son yıllarda şiirimizde keskin çatışmalar olmadığı gibi, gerçekten büyük yapıtlar da konmadı ortaya. Ama ben gene de şiirimizde durgunluk olduğu düşüncesinde değilim. Çünkü birbiri arkasına yeni, yetenekli, güçlü ozanlar yetişiyor, bunlar dilimizi bayıtıyor, dilimize yeni anlatım olanakları kazandırıyorlar.
Takma isimle romanlar yayımladım ama roman üstüne hiç düşünmedim
Gazetelerde takma adla romanlar yayınladığınızı biliyoruz. Kendi adınızı kullanmamanızın özel bir nedeni var mı?
- Son yıllarda 13-14 roman yazdım. Bunları da bir değil, birkaç takma adla gazetelerde yayımladım. Romancı olmaya özenmediğim için, kendi adımı kullanmadım. Romancı olmaya özenseydim, hiç çekinmez, imzamı atar, böylece de bu alanda geçireceğim acemilik döneminin bana yüklediği sorumluluktan yararlanırdım. Oysa, ben, o romanlarımın hemen hepsini seviyorum. Kendi adımla bir roman yazsaydım, onlardan daha iyi olmazdı sanırım. Ama roman üstüne hiç düşünmedim, bu bakımdan ortaya bir roman çıkarmakla, roman üstüne hangi düşüncemi yaymak istediğimi bilemem. Önemli olan da budur, birtakım öyküler düzenlemek değil...
Şiirde ekonomi nedir?
- Bu sözden, ozanın, sözcüklerini gelişigüzel değil de, miskalle kullanmasını anlatmak istiyorsanız, şiirde ekonomi, ozanın kendisine, işine, okuruna saygısı, aptallıktan, sahtelikten, zavallılıktan kaçması, bilinci, sorunu ve şiirsel anlatımı aramasıdır, diyebiliriz.
Orhan Veli’yle uçuruma yuvarlandık, ölümden döndük
Orhan Veli ile ilgili başınızdan geçen bir olayı anlatır mısınız?
- Ankara'da Baraj yolunda, bir otomobille uçurumdan yuvarlandık, ölümden kurtulduk. Otomobili ben kullanıyordum, Orhan Veli kendini bilemeyecek gibi yaralandı idi. Bu yüzden 24 saat tutuklu durdum ve Orhan Veli kendine gelince bırakıldım.
Genç ozanlar kendilerinden önceki kuşağın, kendileri için ne düşündüğünü ilgi ile izlerler. Şiirimizin bugünkü durumu ve genç ozanlar için ne düşündüğünüzü söyler misiniz?
- Bu sorunuzu adlar üzerinde yanıtlamak daha iyi olurdu. Genellemeler yanlışlıklara, yanılmalara yol açıyor. Yeni ozanlar içinde de, yeni hikâyeciler içinde de izlediğim, sevdiğim epeyce sanatçı var.
(Muazzez Menemencioğlu / 1 Eylül 1962 / Varlık)
0 notes
edebiyatsoylesileri · 8 months
Text
Cahit Sıtkı Tarancı / İnsanoğlundan beklediğim her şeyi şiirden de bekliyorum
Tumblr media
“Lisede Baudelaire’i içime sindirerek okuduktan sonra şiir yazmak teneffüs etmek, yemek, içmek kadar tabii bir hayat faaliyeti oldu” diyor Cahit Sıtkı Tarancı şiir serüvenini anlatırken. Ölümünden beş yıl önce, 1951 yılında yapılan bu mülakatta sanatçının himaye görmesine de karşı olduğunu açıklıyor. Mağlubiyetlerin ve yalnızlığın olgunlaştırdığını belirtiyor.
Edebiyata karşı ilk alâka sizde ne zaman ve nasıl uyandı?
- İlkokulda Namık Kemal'in, Tevfik Fikret'in, Mehmet Emin'in şiirlerini inşad ederek okumayı pek severdim. Fransız mektebine geçtiğimde durmamacasına roman okumak iptilâsma tutuldum. Yine o tarihlerde Diyarbakır'daki kızkardeşime uzun manzum mektuplar yazdığımı hatırlıyorum. Fakat bende edebiyata ve bilhassa şiire karşı hakikî ve köklü denilebilecek ilk alâka Galatasaray 10. sınıfında, Ziya Osman Saba'nın delâletiyle tanıdığım Baudelaire ile başlar. Bu dev Fransız şairini içime sindire sindire okuduktan sonradır ki, şiir yazmak benim için teneffüs etmek, yemek içmek kadar tabiî bir hayat faaliyeti oldu.
Bir gün meşhur bir edebiyatçı olacağınızı çocukluğunuzda tahmin eder miydiniz?
- Şiir yazmaya başladığım sıralarda meşhur olmaya çok imrendiğimi saklamayacağım. Fakat sonra sonra gerçek şöhretleri yalancı şöhretlerden ayırt etmeye başlayınca, bir okuyucu kitlesi tarafından sevilip beğenilmenin kolay bir şey olmadığını anladım ve bu anlayışla çalışmaya koyuldum. Hem, bırakın meşhur olmayı, gerçekten güzel bir şey yazmanın insana verdiği haz az şey midir? Üç beş edebiyatçı, beş on şiir okuyucusu tarafından bilinmeye şöhret denilemez şüphesiz. Bugün az çok meşhur bir şair sayıldığım için şöhreti hor gördüğüm zannedilmesin, hayır; sadece, şöhretin bir sanatkâr için gaye olamayacağını, olmamasını söylemek istiyorum. Güzel bir anıtın dikildiği güneşli meydanda elbette gölgesi olacaktır.
Nisan güneşi beni baştan çıkardı
Çalışkan bir talebe miydiniz? Hangi dersleri sever, hangilerinden hoşlanmazdınız? Talebelik hayatınıza dair zikretmek istediğiniz hatıralarınız var mı?
- Liseye kadar adamakıllı çalışkan bir talebeydim, hele Fransız mektebinde çoğu zaman sınıfın birincisiydim. Dersler arasında bir fark gözetmez, hepsini aynı aşkla öğrenmeye gayret ederdim. Fakat liseden itibaren riyaziye, fizik ve kimya ve tabiiye beni sıkmaya başladı. Buna karşılık edebiyat tarafım gittikçe gelişiyordu. Talebelik hayatıma ait hatıralar mı?.. Çoook... Birini anlatmadan edemeyeceğim:
Mülkiye mektebindeydim. Harikulâde bir nisan günüydü. Üçüncü derse girmek zili çalmıştı. İçimde bir pirelenme vardı. Bu havada derse girilir miydi? Hem de kimin dersiydi, biliyor musunuz? Bugün son derece hürmetkârı olduğum Sıddık Sami'nin. Böyle bir günde Medeniye Hukuku dinlemek mi, yoksa dersten kaçıp çimenlere uzanmak veya kırlarda dolaşmak mı? Tahmin edeceğiniz gibi, fazla tereddüt etmedim. Arkadaşlar kurbanlık koyunlar gibi derse girerken ben de hürriyeti seçmiş olmanın keyfiyle yukarı bahçeye çıktım ve çimenlere uzanarak bahar üzerine bir şiir düşünmeye başladım. Bir yandan da sigaramı tellendiriyordum. Aradan bir çeyrek saat geçmişti, geçmemişti, yanıbaşımda bir ses duydum: "Ne o, Cahit Bey, derse girmediniz mi?" İstifimi bozmadan, mihaniki olarak cevap verdiğimi hatırlıyorum: "Hayır efendim, hava o kadar güzel ki, derse girmeye gönlüm razı olmadı." Numaramı not defterine yazıp lâhavle kabilinden başını sallayarak yanımdan uzaklaşan zat, o zamanki müdür muavinimiz Zeki Beydi, 1950 Türkiye güzellik kraliçesi Güler Arıman'm babası. Güler o zaman bir yaşında vardı yoktu.
Yahya Kemal ve Ahmet Haşim’in şiiri yoluma ışık serpti
Nasıl yazarsınız? Mevzularınızı arar mısınız? Ve sırf yazmak ihtiyacıyla masa başına hazırlıksız oturduğunuz olur mu?
- Nasıl yazdığımı ben de açıkça bilmiyorum, dersem şaşmayınız. Şiirdir bu, hiç belli olmaz. Yemek yerken veya yolda giderken bir mısra geliverir, galiba Valery'nin yukarıdan inen mısraı gibi bir şey. Bakarsımz, o zamana kadar karanlık gördüğünüz bir dünya birdenbire aydınlanmış. Artık o mısra kılavuzunuz olur, yazacağınız şiiri, mevzuunu, şeklini, boyunu, posunu, hepsini o tayin eder. Ve o şiir bitinceye kadar siz işgal altında bir memleket gibisiniz. Dairede çalışmanızı, yemeğinizi, gezmenizi, uykunuzu ona tahsis etmek mecburiyetindesiniz. Şiir bitmeden bu hantiseden kurtulamazsınız. Bu arada kalbinizin, sinirlerinizin, kafanızın, hatta kollarınızın ve ayaklarınızın akıl sır ermez bir işbirliği hâlinde çalıştığını görürsünüz. Gerçekten güzel şiirlerdeki hayatiyet belki de buradan geliyor. Şiirle hayat arasındaki bu sıkı münasebete inandığım içindir ki, şiiri hiçbir zaman bir fikrin ispatı, bir davanın müdafası, bir felsefe sisteminin takdimi olarak telâkki etmedim. Şiirin bünyesinin gerektirdiği bu bağımsızlık, şairlerin hürriyet aşkıyla da izah edilebilir. Bunun için, baskı rejimlerinde ilk isyan bayrağını açanların daima şairler olduğuna şaşmamak, bunu tabiî karşılamak, buna sevinmek gerektir.
En çok hangi yazarları okudunuz? Hangilerinin tesiri altında kaldınız?
- Villon'dan, Ronsard'dan başlayarak Superville'e, Pierre Emmanuel'e kadar bütün Fransız şairlerini okudum. Hepsinden de çok şeyler öğrenmişimdir. Bu arada bilhassa Baudelaire ile Verlaine'e çok şey borçluyumdur; bu şairler insana şahsiyetini bulduran cinsten, ağabey ve dost şairlerdir; insana kötülük değil iyilik ederler. Bizim şairler arasında da, dikkatli bir şiir okuyucusuna çok şeyler öğretecek olanlar vardır. Divan şairlerinden, halk şairlerimizden faydalandığım kadar, Yahya Kemal'den, Haşim'den ve daha yenilerden de yoluma ışık serpmiş olan şiirler hatırlıyorum. İşini namuslu gören her şair, kendisinden sonra geleceklere muhakkak bir şeyler öğretir. Bunun için, genç şairlerin, kendilerinden evvel gelmiş olanları dikkatle okumaları menfaatleri icabıdır.
Sanatkar, hayat kavgasında yalnız kala kala, mağlup ola ola kendini olgunlaştırır
Şimdi edebiyat sahasında bir şeyler hazırlıyor musunuz? Yeni projeleriniz var mı?
Dağınık mısralardan, beyitlerden, kıtalardan bahsetmesem daha iyi olur. Şiirden başka bir projem olmadığını söylemekle iktifa edeyim.
İlk yazılarınızla şimdikiler arasında ne gibi bir ayrılık görüyorsunuz? Edebî görüşleriniz zamanla ne gibi değişikliklere uğradı?
- İlk yazılarımda şekil zaafı vardı, mısra titizliği, "bütün" endişesi yoktu. Eskiden duymak kâfidir, sanırdım. Ne kadar aldanıyormuşum! Bereket versin, sonradan kendimi toparlayabildim: Ömrümde Sükût ile Otuz Beş Yaş'ı okuyanlar bu farkı görebilirler, edebî telâkkim! 20 yaşındaki bir şairin edebî telâkkisi olamaz ki. Edebî telâkki zamanla teşekkül eder. Jean Cassou'nun "Şiir ne yapabilir demek, insanoğlu ne yapabilir, demeye gelir" sözünü kendime düstur etmişimdir. İnsanoğlundan beklediğim her şeyi şiirden bekliyorum.
Bugünkü edebiyatımız hakkında hükmünüz?
- Şiirimizin namuslu ve usta ellerde olduğuna çok memnunum. Hikâyemiz de öyle. Fakat roman ve piyes alanında aynı canlılığı gösteremediğimize çok üzülüyorum. Romanda bu işi bir aşk ve mesele olarak ele alan bir Peyami Safa var, roman görüşüne iştirak edin veya etmeyin, bu vakıayı teslim etmek mecburiyetindesiniz.
Edebiyatımızın gelişmesi için neleri gerekli görüyorsunuz?
- Sanatkar gönül rahatlığıyla çalışabilmek için bu faaliyetine herhangi bir şekilde müdahale edilmemesini ister; bu da onun en doğal hakkıdır. Bir sanatkarın herhangi bir şekilde himaye edilmesine taraftar değilim. Sanatkar, hayat kavgasında yalnız kala kala, mağlup ola ola kendini olgunlaştırır. Ekmeğini kazanmak için başka bir iş tutması mı lazım? Tutsun. Yazacak şeyi varsa herkesin uyuduğu saatlerde yazar. Sanatkar bu haysiyetini idrak etmeli ve asla uşak veya dalkavuk seviyesine inmemeli. En güzel, en ömürlü eserlerin haysiyetli ve şerefli sanatkarlardan çıktığını her zaman görmekteypiz. Bugün çok şükür haysiyetli sanatkarlarımız olduğu için edebiyatımızın gelişmekte olduğunu görüyoruz ve daha da gelişeceği hakkındaki inancımız artıyor. Beklemek ve sabırlı olmak lazım.
(Röportajcısı belirsiz / 1 Mart 1951 / Varlık)
1 note · View note
edebiyatsoylesileri · 11 months
Text
Yakup Kadri Karaosmanoğlu / Cumhuriyet nesli bana müphem ve muğlak görünüyor
Tumblr media
Romanlarında Abdülhamit’ten Cumhuriyet’e dönem panoraması çizen Yakup Kadri Karaosmanoğlu 74 yaşında bir doktora öğrencisinin sorularını yanıtlarken Tanzimat dönemi ailesini nezaket ve asaletin timsali olarak gördüğünü söylüyor. ”Cumhuriyet dönemi gençlerinin ruh halini anlayabilmiş değilim” diyor.
Romanlarınız son devirlerin panoramasını verir mahiyette. Bunun böyle olmasında bir kasti mahsusanız var mıydı, yoksa haliyle mi böyle oldu?
- Romanlarım kronolojik bir sıra takip etmiştir. Bunu isteyerek yapmış değilim. İlk romanım “Nur Baba” ve “Bir Sürgün” Abdülhamid devrini, “Kiralık Konak” ve “Hüküm Gecesi” Meşrutiyet, “Sodom ve Gomore” Mütareke, “Yaban” Milli Mücadele ve “Panoramalar” Cumhuriyet devrini anlatır. Sıra kendiliğinden hasıl olmuştur. Bunda yaşadığım devirlerin de tesiri büyüktür.
Tanzimat Dönemi’ni halamın anlattığı kadar tanıyorum
Eserlerinizden bilhassa Kiralık Konak’ta bir mazi özlemi var. Bu gözlem ne dereceye kadar doğru?
- Eski devirlere bir özlem diyemem fakat bir fikrim yar. Bir hayat tarzı yapmışlar bu ne Asyai ne Avrupai, fevkalade özelliği olan bir hayat. Ben Tanzimat ailesini geleneklerine bağlı İngiliz ailesine benzetiyorum. Onlar bana nezaketin, asaletin bir timsali olarak görünüyor. Şunu da söylemek isterim ki bu devri ancak halamın anlattığı kadarıyla tanıdım.
Bir nesli verirken o neslin iyi taraftan yanında daima kötü yönlerini de veriyorsunuz. Bu plânlı mıdır?
- Nesilleri verirken bir planım yok, haliyle oluyor. Yalnız şunu söylemek isterim ki her nesile kendimden bir şeyler katmışımdır.
Avrupa Medeniyeti deyince akla iyi bir şey gelmeli
-Eserlerinizde Avrupa medeniyetini zem ediyorsunuz. Bunun bizdeki şuursuz Batılılaşma ile bir alakası var mıdır?
- Avrupa medeniyeti deyince hatıra iyi bir şey gelmelidir. Ben zem etmiyor sadece gerçeği göstermeğe çalışıyorum. Mesela edebiyat orada endüstrileşmiştir. Oscar Wilde, Bernard Shaw gibi büyük entelektüeller içinde bulundukları cemiyete isyan etmişlerdir.
Bence Cumhuriyet nesli romanlarınızda sathi kalmıştır. Bu doğru mudur?
- Cumhuriyet nesli bana da müphem ve muğlak görünüyor. Karakteristik ve idealist bir gençlik yetişmemiştir. Halen onların haleti ruhiyesini anlamış değilim.
(Renan Özbilge / 1963 / Ankara DTCF’de hazırlanan Yakup Kadri’nin Romanlarında Devirler ve Nesiller başlıklı tez için yazarla görüşme)
2 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 11 months
Text
Behçet Necatigil / Şiir bir yaşantıdır; bize el koymuş, içimize taş gibi oturmuş olayları, olguları biçimlere, kalıplara dökmek işidir
Tumblr media
1979’da, 63 yaşında hayata veda eden Behçet Necatigil şiirde güncel akımların dışında kalmaya özen gösteren bağımsız bir sesti. Kimi zaman dizelerindeki suskunluğuyla ya da söylemedikleriyle okurlarının hayal dünyasını genişletti. Farklı tarihlerde yayımlanan röportajlarında dile getirdiği görüşlerden yapılan bu seçki şairin portresi niteliğinde.
Divan şiirinden yararlanmayı, ölmüş kelimeleri diriltme diye almıyorum ben. Estetikten, istiften, teknikten, disiplinden yararlanmak diye alıyorum. Halk edebiyatı bir yanıyla, birkaç ozanıyla nasıl toplumcu şiire kaynak olabiliyorsa, Divan şiiri de biraz kapalı, biraz soyut şiire öylece destek olur.
                                                   *  *  *
Şiir ne yana yönelirse yönelsin, geçmişten tam kopamaz. Eski motif ve imgeleri de değerlendirmek, onlarla beslenmek zorundadır. Kendimize, yani eski kültümüze gözgü olmamız, kendimize özgü olmamızı kolaylaştırır.
                                                   *  *  *
Şiiri az kelimeyle kurmak, şiiri korumaktır. Düzyazı uzatmayı gerektirir; düzyazı dahi, şiir yoğunluğuna, şiir özüne, kısaldıkça kavuşmuyor mu? Az sözcük ne sadeliktir ne de özetleme. Nedir? Anlam gücünü, çağrışım boyutlarını, türlü yorum olanaklarını pekiştirme, depo etme çabası. Kara kolaylıktır, ürkütür deniz beyaz; açılız. Şiir, kısıtlama ve anlatım toparlanmalarında gene de cesur bir açılma oluyor.
                                                   *  *  *
Bence bir şairin gerçek okuru, şairin uzağında, şairden habersiz, aynı duyarlığı bölüşen kişidir. Şair, daha çok, böyle gizli okurların düşünce ve güveniyle güçlenir. Çünkü normal olarak, şair sayısıyla eşit olsa okur sayısı, yatar şairlik. Ne güzeldir o atasözü, çok beğenirim: “Keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur.” Kendisini belki göremediğimiz ama kokusunu aldığımız için ilerlemeyi göze aldığımız şifalı bitkilerdir şiir okuyucuları.
                                                   *  *  *
Benim şiirlerim ister Tekke ve Divan şairlerinin imge - kelime atkı ve desenleriyle dokunsun, ister kendi patentimle katıksız benim imalâtım olsun, çağdaş - gündeş bir soruna, bir duruma da yaslanır. Çağın, çağdaş insanın ağırlığını duyduğu baskılardan, acılardan birine yaslanır, ipuçları verir. Kendiliğinden öyledir.
                                                   *  *  *
Şiir, bilgi mı? Kuramsal bilgilerde mi yazılır şiir? Yoo, hayır, küçültür şiiri bu! Bilgiyi, bildiriyi öne alarak, standard maddelerle şiir yazanlar da olur. Ama şiir bir yaşantıdır; bize el koymuş, içimize taş gibi oturmuş olayları, olguları biçimlere, kalıplara dökmek işidir. (...) Şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu
değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır. Ben, düşündürücü yanlarını çoğaltmış, yatırım ve çabaları çokça, çokgen bir şiirden yanayım. Şiiri ağırlaştırıp, atraksiyonlara, süslere yatırıp, özü havasızlıktan boğmak değildir bu.
                                                 *  *  *
Şiirin eski savaşçılarından biriyim, yorulmadım, yorgun değilim. Yıllar önce “Evlerle savaşımız savaşların çetini” demiştim; şiirle savaşım da, çetinlikte evlerle savaştan geri kalmadı. (...) Uzatmalı bir nefer. Çevik, atak değilim, ama tecrübem var ve şiirle savaşa, geri karakollarda hâlâ katkım olabilir.
                                                 *  *  *
Şiir, ince ince soğan doğramak gibi. Çok eğilmişseniz üstüne, yaşarır gözleriniz.
                                                  *  *  *
Ülkemizde şiir diğer edebiyat türlerinin yanında değil, önündedir. Gönümüzdeki durumuyla da önündedir. Çünkü önce en çok o görülür, o göze batar, o tartışılır, o izlenir. Dikkatler en çok ona çevrilmiş, kulaklar en çok ona verilmiştir. Tehlikeli olabilir. Kılçıklısı, dikenlisi zor, fakat özlüdür, değerlidir. Lapa gibi, lokum gibi olanları kolaylıktır, fakat çocuk ellerinde sıvaşır, ele yüze bulaşır, el yüz kirletir.
                                                 * *  *
Gizli şiir sayısı, gizli işsiz sayısından aşağı değildir. Birçok şiirler, varlıklarını duyuramaz, kendilerine bir elin uzanmayışına sessizce katlanır.
                                                  *  *  * 
Bence şair, şiir hayatı boyunca, üç burçtan,  gurbet, hasret ve hikmet burçlarından geçiyor. (...) Şiir kaleleri bir bir çöküp yıkılırken, yalnız gerçek şiirdir ki, hangi yıldız burcunda olursa olsun, çok sağlam bir kale gibi uzun süre zamana dayatıyor, hatta sonsuza kadar. Gerçek şiir, kolay kolay dişleri düşmüş, sırıtan bir sur kalıntısı olmaz.
                                                   *  *  *
“Okunmak” sözü de görece bir söz. Hele şiir, sanat spekülasyonlarıyla alçalıp yükselen bir para borsasıdır. Nice kalp akçenin, sanat sarraflarının pazarlama dümenleriyle, ayarı tam sikke gibi kapışıldığı çok olmuştur. Böylesine kandırmaca okunmak istemem. Osmanlı kantarlarında hilesiz tartılmak! Eşlerde, dostlarda sevildikten, düşmanlarda, hasutlarda ölüp gittikten sonra, çok ilerde, biz artık yokken, yüreklere, belleklere buruk bir tortu olacak mıyız? İnce eleyip sık dokuyan yazılara, eleklere dolgun konular olacak mıyız? Gerçek okunma, değerlendirilme budur. Meydan okur gibi mi konuştum. Yoo, hayır, beni düşünmeyin! Ben, sağlığımda istediğim ölçüde okundum, anlaşıldım. Bulup da bunamayalım! Bulunmaz Hint kumaşı değiliz hiç birimiz.
(Milliyet Sanat / Ocak 1980)
0 notes
edebiyatsoylesileri · 11 months
Text
Yannis Ritsos / Özgürlük ancak tüm insanlığı severek, barış ve huzurla sağlanabilir
Tumblr media
Ömrü, barış ve özgürlük için mücadele, tutukluluk ve sürgünle geçti. Yazıt adlı kitabı Zeus tapınağında törenle yakıldı. Yunan ozan, 1984 yılında, Mehmet Ünal'ın sorularını yanıtlamıştı.
Paros Adası. Kikiladen adalarının tüm özelliklerini üzerinde taşıyor. Gemi iskeleye yanaşırken gördüğümüz bu bembeyaz adaya daha bakar bakmaz hayran kalıyoruz. Bir dinlendirici ışık saçıyor ada. Kikiladen adaları.... Işığın adaları olarak tanımlanıyor, okuduğumuz kitaplarda. Gerçekten de öyle.
Günler geçiyor. Adaya alıştıkça dostlarımızın yanısıra, yerli halkı da tanımaya başlıyoruz. Elimdeki sözlükçük ile derdimi Yunanca anlatmaya çalıştığımı görenler şaşırarak nereli olduğumu soruyorlar. (Ada halkı derdini kendi dilinde anlatmak isteyen ziyaretçiye rastlamamış herhalde.) Söylüyorum. Şaşırıyorlar. Tekrarlıyorum. Sarılıyorlar. Bağırlarına basıyorlar beni. Sonra? Sonra her sabah görüştüğümüzde: "Yasu Fili!" (Merhaba Dost!)
İşte bu arkadaşlarımızdan biri de Juli. Kendisi sanatçı. Geleneksel el işlemesine, kendisi de katkıda bulunarak, konulu, duvara asılabilecek resimler işliyor.
Bulunduğumuz körfezin tek lokantasında oturuyoruz. Ay dolunay biçimini almış, tepemizdeki kamışlardan yapılmış güneşliğin arasından dinlendirici ışık saçıyor. Uzo içiyoruz, anlaştığımız konuların çokluğu, yeni tanışmamızın heyecanı. Sürekli birbirimize birşeyler anlatmak için yarış eder gibiyiz. Birbirimizin sözünü yarıda kesmek durumunda kaldığımızda, ne o sinirleniyor ne de ben.
Bu gibi dostça karşılaşmalar benim için Federal Almanya'daki Alman dostlara bir yanıt niteliğinde. Her yıl Yunanistan'a gideceğimi söylediğimde onlar şaka mı, ciddi mi olduğunu anlayamadığım bir tek soru sorarlar: "Korkmuyor musun?" Önceleri bu soruyu ciddiye alarak, kafalarındaki yanlış bilgileri düzeltmek amacı ile yanıtlamaya çalışırım. Artık gerek duymamaya başladım. Her Yunanistan gezisinden geri döndüğümde gelecek yılı hasretle bekler oldum. Her yıl eski dostluklar pekişiyor; yeni dostlar ediniyorum.
Ritsos ile görüşmek ister misin?
İşte Juli de bu dostlarımdan bir tanesi. Komşu ülkeden olduğumu öğrenince, hemen Nazım Hikmet'i anımsadı. Bildiği şiirleri bana İngilizce aktarmaya çalıştı. Ben de. Çevirimiz mutlaka çok kötüydü. Ancak önemli olan bizim birbirimizi anlamamızdı, Ritsos'u anıyorum. Türkçe dilinde ve Almanca dilinde okuduğum şiirlerin başlıklarını sayıyorum. Çok seviniyor. Hemen sözümü keserek:
- "Bak Memet, sen fotoğrafçısın. Ritsos ile görüşüp, fotoğraflarını çekmek ister misin?"Bende bir sevinç. Yutkunma. Neredeyse gözlerim yaşaracak. Kendimden iki kuşak yaşlı bir büyük sanatçının fotoğraflarını çekebilmek yerküremizde kaç kişiye nasip olur ki?
Juli daha sonra Ritsos ile ailece görüştüklerini, annesi ile Ritsos'un birlikte tiyatro yaptıklarını, görüşmemin hiç de zor olmayacağını anlatıyor. Adadan Atina'ya annesine telefon ediyor hemen. Yarım saat sonra Atina'dan adaya telefon geliyor. Juli telefonda söylenenleri bana acele çeviriyor: Ritsos ile pazar gününe kadar görüşebilme olanağı olduğunu, daha sonra Paris'e gitmesi gerektiğini söylüyor.
5 Eylül, Çarşamba. Adadan Atina'ya giden son gemiye biniyorum. Heyecanım hâlâ geçmedi. Ritsos'a neler soracağım. Nasıl davranmalıyım? Keşke başka gömlek pantolon mu giyseydim? gibisinden binbir türlü karışık duygular... Daha sonra soruların dışında düşündüklerimin gereksiz olduğunu kavrıyorum.
İki gün önce en iyi arkadaşı, büyük tiyatro adamı Katrakis ölmüştü. Aynı yaştaydılar. Birlikte sürgün yemişlerdi. Ritsos'un içinde bulunduğu bu durumu göz önüne alarak, sorular hazırlamalıydım.
Ve gemi demir atıyor
6 Eylül '84, Perşembe günü. Saat 6.30. Gemi demir atıyor. Tayfalar büyük bir el çabukluğu ile halatları iskeleye atıyor, gemiyi sağlamcana iskeleye bağlıyorlar.
Juli annesine gemiden iner inmez telefon etmemi söylemişti. Onun tavsiyesini tutarak telefon ettim. Bayan Damvergi benim erken telefon ettiğim için özürlerimi kabul etmiyor: "Zararı yok. İyi yaptın." Hemen gelmemi söylüyor; 8.30'da buluşmaya karar veriyoruz.
Tam saatinde orada oluyoruz. Asansörün kapısı önünde karşılıyor beni bayan Damvergi. Oturma odasına giriyoruz. Büyük bir fincan ile orta şekerli bir kahve yapıyor hemen. Kendisine daha fazla eziyet etmek istemediğimi belirttiğimde, "sen de aynı şeyleri yapardın" diyerek beni susturuyor.
Ritsos'a telefon ediyor. Bir saat sonra gelebileceğimizi öğreniyorum. Heyecanım son haddinde. Hazırlamış olduğum soruları asgariye indirmemin gerektiğini anlıyorum.
Bayan Damvergi artık hem şoförüm, hem de çevirmenim. İyi Almanca bilmesine karşın, benimle bu dili konuşmuyor. Naziler, İkinci Dünya Savaşı'nda babasını ve kocasını öldürmüşler. Dili öğrenmiş olduğuna bile pişman. Anlaşma dilimiz İngilizce.
On beş dakika sonra Ritsos'un oturmuş olduğu apartmanın önündeyiz. Sokakta pazar kurulmuş. Bir demet her renkten karanfil alıyoruz.
Evi bir müze gibi; kitaplar, tablolar, taşlar, heykelcikler
Ritsos apartmanın en üst katında oturuyor. Asansör ile çıkıyoruz. Ritsos kapıyı açıyor. Evde yalnız. Hanımı ve kızı adadalar. Önce Bayan Damvergi'ye sonra bana sarılıyor, yanaklarımdan bir baba, bir dost sıcaklığı ile kucaklıyor, öpüyor beni.
Evi bir müze niteliğinde. Kitaplar, tablolar, taşlar, heykelcikler... Kendisi de bu müzenin hem sahibi, hem de bu müzenin önemli bir parçası.
Oturmamız için yer gösteriyor. Ben sürekli Ritsos'u izliyorum. Telefonu sürekli çalıyor. Telefonlarda arkadaşlarının sıhhati hakkında sorular sorduklarını anlatıyor Bayan Damvergi daha sonra. Ben hâlâ Ritsos'u seyrediyorum. Fotoğraf çekmeyi bile unutmuşum. Bayan Damvergi'nin uyarısı ile aygıtımı elime alıyorum.
Ritsos beni tanımak istiyor. Anlatıyorum. Fotoğrafçılık yaptığımı, çeşitli dergi ve gazetelere, özellikle Federal Almanya'daki göçmen işçiler üzerine yaptığım sergileri, yazıları anlatıyorum. Seviniyor. Daha da anlatmamı istiyor. Sonra:
- "Bu çok ilginç. Yaptığın iş hem mesleki hem uğraş olarak, hem de toplumsal işlevi açısından çok önemli" diyor. Ve sürdürüyor konuşmasını:-
 "Gerek Türkiye'den gerekse diğer ülkelerden Federal Almanya'ya göçenlerin, oturma ve çalışma koşulları fotoğraf, edebiyat, sinema, TV, tiyatro yoluyla belgelenmeli."
Türkiye'de Nazım Hikmet gibi çok değerli insanlar yetişti
Konuşmamız Türkiye üzerine dönüşüyor. Türkiye'de son yayınlanan kitaplarını gösteriyor bana. Bir dergide Nazım Hikmet'in şiirleri üzerine yazdığı yazıyı gösteriyor. Hepsini okuduğumu, kendisinin şiirlerini artık Almanca dilinde de okuyabildiğimi söyleyince, gülümsüyor; seviniyor. İngilizce konuşmama karşın beni anlamış olduğuna hayret ettiğimde, sürgünde bu dili okuyarak ve yazarak öğrendiğini bu nedenle anladığını ancak konuşamadığını anlatıyor. Benim kendisi ile anlaşabileceğim bir dili konuşmadığım için hayıflanıyor. Bayan Damvergi "hadi artık sorularını sor" gibisinden işaretler yapıyor. Bense kendisini iyi tanıyan bu hanımın tüm dediklerini yapıyorum. Ve hemen sorularımı sormaya başlıyorum:
Yunan ve Türk halklarının dostluğu hakkında birkaç cümle söyler misiniz?
- Hem tarihi değeri olan hem de Yunanistan'ı çok derinden ilgilendiren bir konu. Ne salt Türkiye'nin ne de Yunanistan'ın isteğine bağlı. İşler başkalarının elinde. Küçük halkların (gerek nüfus gerekse haritada kapladıkları yüzölçümü küçük olan) ancak tarihsel, düşünsel ve kültürel alanda güçlü olan halkların kaderini başkaları çiziyor. Onun için gerçekten Türkiye'de, Yunanlılara kin beslendiğine inanmıyorum. Bu düşmanlık duygularını, üçüncüler, çıkarları nedeniyle yaratıyor ve körüklüyor. Açıkçası; büyük devletlerin çıkarları ve bugün hepimizin bildiği gibi, Amerika'nın çıkarları için yaratılıyor. Böylelikle, tüm bu toprakları başka halklara saldırıda ileri karakol olarak kullanmak amacını taşıyor. Gerek Ortadoğu'daki halklara karşı, Araplara, petrol ve yeraltı zenginlikleri olan ülkelere karşı kullanmak için.
Ben şahsen şimdiye dek tanıdığım Türklerden en iyi izlenimlerle doluyum. Unutmamalıyız ki, Türkiye'nin de kültürel geçmişi çok zengindir. Çağdaş Türkiye'de büyük ve saygıdeğer insanlar yetişti. Örneğin; çok sevgili ve değerli dostum Nazım Hikmet bunlardan biridir..."
Özgürlük hep birinci durumda
Sözlerinin burasında gözleri doldu Ritsos'un. Dokunsan ağlayacak. Onun bu durumunu bozmak istemeyen bir tavırla seyrediyordum. Bir sigara yaktıktan sonra, bana bakmaya başladığında, artık diğer sorumu da sormamın gerektiğini anladım. 1 Mayıs 1984'de, 75 yaşına giren Ritsos, hâlâ dimdik. Bir dağ gibi heybetli karşımda oturuyor. Ve yaşının izlenimlerini üzerinde taşımıyor. İçinde bulunduğu üzüntülü durumu sezdirmemek isteyen bir tavrı var. Aynı şiirlerindeki gibi.
Bir şiirinizde, "Ölümdür hep ikinci durumda olan / Özgürlük hep birinci durumda" demiştiniz. Çok zor durumlarda kalmanıza karşın, her gün yeni güzel şiirler yazdınız. Dünyamıza daha aydınlık bakabilmesini başardınız. Kendinizi yenilediniz. Biz genç sanatçılar için bunun sırrını açıklar mısınız?
- Sanırım yaşamın kendisi; ruhi, düşünsel ve duygusal mekanizması ile ve insanlık tarihini tüm geçmişi ile, yaşamın sürekliliğini ve niteliksel gelişmesi için, harekete geçmemizi bize dayatıyor. Bunun sağlanması için tek ve temel şart tüm insanlığın gerekliliğini duyduğu, vazgeçilmez gereksinimi olan özgürlüktür. Bu özgürlük, ne keliminin ulusal anlamı ile sınırlı, ne de yalnız teorik bir anlam. Biyolojik ve bedensel gereklilikten doğan özgürlüktür. Ve ancak tüm insanlığı severek, barış ve huzurla sağlanabilir.
Özgürlüğün temel şartı barıştır. İnsan mutluluğunun temeli ise özgürlüktür. Tek tek insanlar arasında varolan kardeşlik ve sevgi bağları ile, her ülkenin ve ülkelerin birbirleri ile karşılıklı sevgi ve dostluk bağlarının tümü, insanlığın mutluluğunu yaratır. Ve bu öylesine bir gereksinimdir ki, bunu benim önermem gerekmeyebilir. Çünkü her insan kendi içinde bunun gereksinimini hissediyordur. Ve tek tek insanların gereksinimi tüm insanlığın gereksinimidir. Bu gerçekten hareket ederek, ben eserlerimde bu istemi dile getiriyorum. Eğer eserlerim seviliyorsa, senin de isteminin tümümüzün istemini yansıttığı içindir. Bir gün birbirimizin ellerini sıkıp, birbirimize bir 'merhaba' diyebilmek içindir. Birbirimizin kuyusunu kazmak için değil! 1984, sürgündeki ilk yıl şiirimde şöyle demiştim: "Ve şimdi ne ben senden üstün olmalıyım, / ne de sen benden üstün olmalısın. / Her birimiz kendimizi aşmalıyız!"
İşte o zaman gerçek insan oluyoruz. İşte o zaman gerçek tarih yazılıyor. Gerçek uygarlık beliriyor. Gerçek şiir oluşuyor. Ve işte bu gerçekleri yaşamış, bunun bilincine varmış ve bunun gerçekleşmesi için savaşım veren her insan, Türk, Alman, Yunan, İtalyan, İngiliz hangi ülkeden olursa olsun, işte o tüm insanlığın kardeşidir. Örneğin bugün Homeros'u okurken 3000 yıllarından gelen ve günümüz insanlığı ile kardeş olan birisi ile karşılaşıyoruz. Ve şöyle diyoruz: İşte bir yol arkadaşımız daha. Şair ve gerçek insan. Aynı bizler gibi özgürlük istemi ile dolu. 3000 yıl boyunca yaşıyor. Ve eğer bir nükleer savaştan kurtulursak, yalnız 3000 ya da 5000 yıl değil, sonsuza dek yaşayacak. Böylelikle her insanın özlemini başarmış olacak. Çünkü, ancak yılmadan, yorulmadan çalışarak, insanlığa eser bırakmakla, sonsuza dek kalıcılık gerçekleşir..."
Aragon ve Nazım Hikmet ile çekilmiş fotoğraflar
Konuşmamızın soru - yanıt bölümü burada bitiyor. Fotoğraf çekmem için odasının çeşitli bölümlerinde duruyor. Aygıtımın ona verdiği rahatsız durumu hissetmeme karşın, dileğim bir poz daha fazla çekim yapabilmek. Terasa çıkıyor. Çekimi sürdürüyoruz. Bitirdiğimizde, şimdiye değin yayınlanmış ve yayınlanmamış fotoğraflarını gösteriyor bana; Aragon ile, Nazım Hikmet ile...Ritsos geldiğimizde çalışıyordu. Masasının üstünde o güzel el yazısı ile başlamış olduğu bir yazıyı bitirmesi gerekiyordu. Artık ayrılık zamanı gelmişti. Tekrar görüşmek dileği ile ayrılıyoruz.Adaya geri dönene dek Ritsos'un bana anlattıklarını Türkçe dilinde duymak istiyorum. Bu işi bana ancak değerli dostum Sula yapabilir. Üç gün büyük bir özveri ve özenle çeviriyor Sula. Birlikte okuyoruz. Beğenimizi anlatmak için sözler bulamıyoruz. Ama bakışmalarımız ile her şeyi anlar gibiyiz.
Ayrılıp gelip dayatıyor. Vedalaşma, "Yasu fili!" Gelecek seneye... Gelecek senelere.
(Mehmet Ünal / Kasım 1984 / Bilim ve Sanat dergisi)
Linkler
Yannis Ritsos-Nazım Hikmet / Sınırsız şiir hakkında söyleşi
1 note · View note
edebiyatsoylesileri · 11 months
Text
Fyodor Mihailoviç Dostoyevski / Derbeder bir kâhin
Tumblr media
Rus edebiyatının büyük ismi Fyodor Mihailoviç Dostoyevski, Suç ve Ceza, Kumarbaz, Budala, Karamazov Kardeşler gibi romanlarıyla insan ruhunun en bilinmeyen, en derinlerde saklı yönlerini ortaya çıkardı. 
Siz sadece bir tek kişiden mi oluşuyorsunuz? Kötülüğü de iyilik kadar cömert miktarda hamurunuza katmış bir Tanrının evlatları olan sizler, doğuştan sahip olduğunuz kötülükleriniz, o hep bastırmaya çalıştığınız, kimi zaman bastırmaya çalışarak beslediğiniz habis istekleriniz, aşağılık arzularınız, zaaflarınız, erdemlerin dışında kalan beklenti ve hayallerinizle, bir gün kendinizi 'anlatmaya', hatta üzerinde düşünülmüş, uzun zamanlar boyunca titizlikle kurgulanmış cümlelerle kendinizi 'yazmaya' kalksaydınız, bahsettiğiniz kişi, ne kadar 'siz' olurdunuz?Siz her ne kadar göründüğünüz kişi olduğunu iddia etseniz de, buna inanmayan, görünüşe aldanmayan biri, size sizin yazamadıklarınızı verdi. O, Fyodor Dostoyevski'ydi ve nefret edilecek bir babadan, sırf oğlu olduğu, onun kanını taşıdığı için nefret ederek büyümüş bir çocuk olarak, ömrünün ilk bilinçli yıllarını insanlığın bu garip çelişkisini önce fark edip sonra da inkâr ederek geçirmişti!  
Babası iflah olmaz bir otorite delisiydi
Babası bir albaydı, bir doktordu, iflah olmaz bir cimriydi; çocuklarına Latince öğretirken onların bütün o ders saatleri boyunca oturmalarına izin vermeyecek, toprağını işleyen işçilerini kendisine selam vermedikleri zaman selam vermedikleri, selam verdikleri zamansa kafalarından şapkalarını çıkartarak hasta olup işi asmaya niyetlendikleri için kırbaçlatacak kadar otorite delisi ve adaletsiz biriydi...Çocukluğunu bakıcısının, sütannesinin ve öz annesinin hikâyeleri ile geçiren 'Fedor' için babası, cimriliğiyle, yersiz sertliğiyle, yalancılığı ve alkolizmiyle, 'yaşaması gerekmeyen' biriydi.Ve altı çocuğun verdiği yorgunlukla veremden ölen annesinin ardından ağlayan Fedor, karısının ölümünden sonra hiç durmadan içen, kız kardeşlerinin odalarını gecenin bir yarısı bir âşık saklayıp saklamadıklarını anlamak için tetkik eden, hizmetçilerinden birini metres tutan babasının kendi köylüleri tarafından hunharca katledildiği haberini, askerî okulun soğuk koridorlarında aldığında, işte tam olarak bu duygularla ilk sara krizini geçirmişti... O, babasının ölmesini gerçekten isteyip istemediğini kendine sorup durmuş ve ruhunu tanık kürsüsüne çıkardığı o içsel mahkemede kendini mahkûm etmişti belli ki...Babasının cimriliği nedeniyle uzun haftalarını parasız geçiren, askeri manevralar sırasında çıkılan arazinin sert koşullarında bir çay içecek kadar bile parası olmayan Fedor, okulundan mezun olduktan hemen sonra, o ana dek yaşadığı fakir hayata inat, müthiş bir savurganlıka para harcamaya başlamıştı.
Yoksullara yemek ısmarlayıp, hikâyelerini dinliyordu
Borçlanması için pek çok neden vardı üstelik; Fedor bir kumarbazdı. Bunun dışında bir de garip bir yöntemle 'bir şeyler' biriktiriyordu hiç durmadan: Üzerindeki giysilerin dökülmekte olduğunu gördüğü insanlara bir yemek ısmarlayıp para karşılığında onların hayat hikâyelerini dinliyor, bu sayede en küçük detayları bile sorma hakkını elde ediyordu...Bütün bu 'birikim' ona İnsancıklar'ı getirdi. Dostoyevski, geleceği olmayan birkaç oyunun ardından yazdığı bu ilk romanını, ev arkadaşına okuduğu andan itibaren gerçekten de çok tuhaf bir dönem başladı hayatında: Roman, elden ele dolaşarak ünlü eleştirmen Belinski'ye kadar ulaşmıştı. Kendisine 'yeni bir Gogol' olarak tanıtılan bu adamın yazdıklarına aşağılayan gözlerle bakan Belinski, romanı okuduktan hemen sonra Dostoyevski'yle, 'Rus edebiyatının bu yeni tanrısıyla' tanışmak istediğini söylemişti heyecandan tutmuş bir sesle...Yazarla eleştirmen buluştuklarında, eleştirmen yirmili yaşlarının başındaki bu gence hayranlığını övgü dolu sözlerle belirtmiş ve bu andan sonra onu salon salon dolaştırmaya, edebiyat çevresinin 'meşhurlarıyla' tanıştırmaya başlamıştı. Romanının henüz yayımlanmadığı ve tüm zararsızlığına rağmen sansür bürosunda odadan odaya savrulduğu bu zamanlarda, genç yazar, kendi deyimiyle Petersburg'un yarısı tarafından tanınıyor ve baş döndürücü bir şöhretin kanatlandırdığı duygularla kendisine 'büyük, gerçekten büyük' olduğunu söyleyen insanların yüzlerine şaşkınlıkla bakıyordu.Yalnız kaldığı anlarda, her ne kadar kardeşine şöhretinden dolayı çalım satan mektuplar yazmakta bir sakınca görmese de, aldığı o övgülerin ağırlığı altında eziliyor, aslında onların söyledikleri gibi 'büyük bir yazar' olmadığından korkuyordu.Gittiği salonlarda, yazdıklarına hayran olan insanların bile davranışları yüzünden kendisiyle alay ettiklerinin farkındaydı; yeteneği nedeniyle 'bana âşık' dediği Turgenyev bile onunla ilgili alaycı koşuklar yazıyor ve etrafındakilere Dostoyevski'nin tanıştığı genç bir kadın karşısında, daha ilk anda nasıl bayıldığını anlatırken çevresindekileri gülmekten kırp geçiriyordu.
Üzgün yüzlü şövalye, sevimli palavracı
Çok sevdiği Turgenyev ile Nekrassov'un "Üzgün yüzlü şövalye / Dostoyevski, sevimli palavracı / Edebiyatın burnundan kızaran / Yeni bir sivilcesin sen" dizeleri gittiği her yerde tekrarlanırken Dostoyevski, duyduklarına sinirleniyor, bir salona girdiği anda insanların yüksek sesle gülmeye başlamalarını üzerine alınarak çıkıp gidiyordu. Ya da bazı zamanlarda birden cesur, yapmacıklı, çalımlı bir ifadeyle onların arasına karışıyor ve kendisini kabul ettirme isteğiyle başladığı konuşmalarında devirdiği çamlarla yeniden alay konusu oluyordu.Reddedilmenin verdiği öfkeyi, renkli gecelerle boğmaya çalışıyordu artık; sabah uyanınca hatırlamaktan tiksindiği gecelerinin izlerini silmek için hemen ağzını çalkalıyor ve rezilliklerini unutmaya çalışıyordu. Bu neredeyse bir bunalımdı ve onu yalnızca İnsancıklar'ın basımı kurtarabilirdi...İnsancıklar nihayet yayımlandığında, 'bizimkiler' dediği Belinski ve çevresi tarafından yine övülürken büyük tirajlı gazete ve dergiler tarafından şiddetle eleştirildi; Dostoyevski, kardeşine yazdığı mektuplarda neden okurların yalnızca üçte birlik kısmının beğenisini kazanabildiğini anlayamadığını yazıyordu.
Edebiyat yaşamının üçüncü yılında aforoz edildi
Bundan sonra yazdığı birkaç öykü, Gogol'ün fazlasıyla etkisi altında kalmış, 'dâhice birer özenti' muamelesi gördü. Belinski bile artık her yeni yapıtıyla biraz daha düştüğünü söylediği Dostoyevski'ye bakıp "Aldandık!" diyordu, "Hele ben, eleştirmenlerin en iyisi olan ben, semerli bir eşekmişim meğer!"'Edebiyat yaşamının üçüncü yılında' neredeyse aforoz edilmiş olan Dostoyevski, umutsuzdu artık... Borçları bir hayli kabarmıştı; bir yandan bir dergi için imzasız ilan sayfası hazırlarken bir yandan da kendisine kredi açan aceleci yayımcısına vermek üzere bir şeyler karalıyor, beğenmiyor, yeniden başlıyor, hikâyenin ortasına gelmişken yeniden bir buhrana düşüyor ve kardeşine yazdığı mektuplarda sürekli bu durumdan yakınıyordu: "Zamansızlık yüzünden sanatımı yitiriyorum. (...) Yoksulluk, çırpıştırılan çalışma! Ne vakit dirliğe kavuşacağım?"Sara nöbetlerinin iyiden iyiye sıklaştığı bu ümitsiz zamanlarında defalarca ev değiştirdi, edebiyat çevresindeki tüm dostlarını da kaybetmişti ve zamanını onların yerine yenilerini koymaya çalışarak geçiriyordu. Biraz meraktan, biraz bir şeyleri değiştirme hevesinden (ünlü Panayev'in karısına duyduğu aşkı unutmak gibi), biraz da bir yerlere ait olma isteğinden belki, yasadışı siyasi bir grubun üyelerinden biri oluvermişti Dostoyevski...
İdam edilecek altıncı kişiydi
Kısa bir süre sonra, hükümetin, sansür kurulunun ve kölelik sisteminin eleştirildiği bu toplantılarda Belinski'nin 'dini açıdan sakıncalı' bir mektubunu, Grigoriev'in isyana teşvik eden bir öyküsünü okumaktan dolayı tutuklanacak, otuz dört arkadaşıyla birlikte kapatıldığı kalede ömrünün geri kalanını belirleyecek olan o hayati kararı bekleyecekti.Aylar sonra tutuklulardan yirmisi, kaleden çıkarıldı. Nereye götürüldüklerini bilmiyorlardı. Sonunda vardıkları meydanda arabalardan indirildiklerinde, çevrelerindeki kalabalığı fark ettiler önce, sonra da bağlanarak kurşuna dizilecekleri kazıkları, bir kenarda duran papazı, haklarındaki hükmü okumaya hazırlanan subayı... Gördükleri her şey, haksız bir idamın habercisiydi düpedüz! Ve işte şimdi o askerin dudakları arasından da aynı meşum kelime dökülüyordu: İdam...Dostoyevski idam edilecek olan altıncı kişiydi.... İlk beş kişinin infazı bitene kadar ancak beş dakikası kaldığını hesap ederek bu sürenin "ilk iki dakikasını dostlarıyla vedalaşarak, sonraki iki dakikasını düşünerek ve son dakikasını da dünyaya bakarak" geçirmeye karar vermişti.Sessizlik, katlanılır gibi değildi, askerler silahlarını omuzlarına yerleştirmiş, verilecek olan emri bekliyorlardı. Aniden 'geri çekil' borusunu duydu mahkûmlar... Çar, 'yücegönüllülükle' hepsini affetmiş, cezalarını kürek mahkûmiyetine çevirmişti ve aslına bakılırsa tüm bu mizansen de bizzat çarın başının altından çıkmıştı! Ve çar, yalnızca Dostoyevski'nin adının yanına gizli kalmasını özellikle istediği bir not düşmüştü: Diğer mahkûmlardan farklı olarak Fedor Mihailoviç Dostoyevski, cezasının ilk dört yılını kürek mahkûmu olarak geçirecek ve sonraki dört yılda da ordunun hizmetinde olacaktı.
Mahkûmiyeti boyunca sefaletin anlamını öğrendi
Dostoyevski, davanın başlangıcında serbest bırakılan kardeşi Mişel'e sarılırken mutlu görünüyordu neredeyse, yeni yeni hikâyeler toplayacağını söylüyor, kardeşini teskin ederken bir yandan da edebî umutlarından bahsetmekten kendini alamıyordu...Mahkûmiyeti boyunca sefaletin asıl anlamını öğrenmişti, o da diğer tutuklular gibi ağzını çalkaladığı suyla yüzünü yıkamıştı sabahları, o da diğerleri gibi sakalsız ve kafası ile bıyıklarının yarısı tıraşlı bir durumda iğrenç lekelerle dolu kül rengi giysiler giymiş, gecelerini zehirleyen o sara nöbetlerinin ardından her gün ağır işlerde çalıştırılmak üzere değişik yerlere nakledilmişti...Burada geçirdiği dört yıldan sonra cezasının diğer kısmını tamamlamak üzere Semipalatinsk'e gönderildi. Bu küçük taşra kasabasında nispeten daha iyi bir hayata başlaması için aradan uzun bir zaman geçmesi gerekmeyecekti. Etrafındaki cahil, bakımsız, kültürsüz, her türlü görgüden yoksun insanlarla, kürek mahkûmiyeti sırasında tanıdıklarına nazaran, daha iyi ilişkiler kurabilmişti. Üstleri tarafından da seviliyordu üstelik... Bir süre sonra karargâhın dışında bir oda tutması için izin bile almıştı.
Rus halkı adına konuşma hakkını zincir izlerinden alıyorum
Gündüzleri "işe" gidiyor, akşamları yeni arkadaşı savcı Baron Vrangel ile geçiriyor, onun sayesinde kalburüstü insanların arasına eski bir kürek mahkûmu olmasına rağmen girebiliyor, 'yukardakilerin' kendisinin yeni keşfettiği Rus halkı hakkında atıp tutmalarına şiddetle direniyordu. Bir gün davetlilerden biri ona, Rus halkı adına konuşma hakkını nereden bulduğunu sormuştu. Dostoyevski müthiş bir sakinlikle pantolonunun paçalarını sıyırmış ve ayak bileklerinde hâlâ belli olan zincir izlerini göstererek "Buradan bayım" demişti, "Rus halkı adına konuşma hakkını tam olarak buradan alıyorum."Bu tip zaferlerle tuttuğu tarafı açıkça ortaya koyan genç adam, gecelerini de kafasındakileri kağıtlara boşaltarak geçiriyordu. Sarhoş ve serseri bir öğretmenin karısına tutulana kadar hemen hemen her gece fakir odasında yazmıştı ama kadının kocasının yeni görevi nedeniyle bir başka yere gitmek zorunda kalmasıyla Dostoyevski'nin zihnindeki tüm çarklar bir anda duruvermişti... Ölüler Evinden Anılar üzerinde çalışan yazar, şimdilerde yazamıyordu. Kadının gönderdiği mektuplarda adı geçen bir adamı kıskanıyordu çünkü. Bir süre sonra iki yılı aşkın zamandır sevdiği kadının dul kaldığını öğrendiğinde, babasının ölümünde olduğu gibi, yine kendini suçladı Dostoyevski, defalarca adamın ölmesini istediğini hatırladı. Suçluluk hissi, sevgisini azaltmamış, aksine daha da kuvvetlendirmişti ama kendisine evlilik ümitleri veren kadın, mektuplarında bahsettiği adam yüzünden onu terk edecek, genç yazarı yeni bir buhranın orta yerinde yapayalnız bırakacaktı.Ancak Dostoyevski, teğmen olur olmaz bütün gururunu bir kenara bırakarak genç kadına yeniden evlenme teklif etti ve masraflarını tamamen başkalarına borçlanarak yaptığı düğünün ertesinde artık evli bir adam olarak kısa bir balayına çıktı. Balayının sonu, bir sara kriziyle gelmişti ama Dostoyevski yine de mutluydu; karısı Mari'ye, o yerlerde yatan, hırıldayan, bir köpek gibi tuhaf sesler çıkartan o halini unutturabileceğini düşünüyordu.
Sevdiği kadının kölesi olabilirdi
Bu sıralarda kardeşi Mişel, onun sekiz yıl önce yazdığı bir hikâyeyi yayımlatmayı başarmış, yeni hikâyelerle yeniden edebiyata dönmesi için onu razı etmeye çalışıyordu.Bir yandan da 'gerekli yerlere' övgü şiirleri ya da mektuplar yazıp gönderiyordu. Ve bu çabalarının sonucunu önce rütbesinin yükseltilmesiyle, sonra soyluluk haklarının ve ardından da nihayet özgürlüğünün iadesiyle görecekti.Mari'nin oğluyla birlikte bu küçük aile, Sibirya'dan çıkıp da gerçek Rus topraklarına adım attıklarında Dostoyevski müthiş bir coşkuya kapılacak ve sınırdaki yaşlı bekçiyle hemen orada içmeye başlayacaktı.Dostoyevski'nin bundan sonraki yılları da hep aynı para sıkıntısıyla geçti. Bu arada hep birilerine âşık oldu, âşık olduğu kadınları, tuhaf bir mazoizmle adeta, hep evli kadınlar arasından seçti; onlarla kocaları arasında bir köprü görevini üstlendiği zamanlarda kendinden nefret ediyordu ama sevginin özrü yoktu, sadece sevdiği için bir kadının kölesi olabilecek yaradılışta bir adamdı o...Güzel (ve her nasılsa bekâr) Polin Suslova'yla ilişkisi de böyleydi. O sıralarda çıkardığı derginin yazarlarından biri olmak isteyen genç kız, Dostoyevski'ye bir mektup yazmış ve bir hikâyesini yollamıştı. Kısa süre sonra onun, kendi dağınık yaşamını derleyip toparlayacağını, kendisine bir yol göstereceğini umarak onunla birlikte olmaya başlamıştı ama gözünde yücelttiği bu adam da arada bir tökezliyor, ayağa kalkmak için başkasının yardımına ihtiyaç duyuyordu ne yazık ki... Ve bu Polin'in katlanabileceği bir şey değildi...
Kumar hastalığı bütün ruhunu sarmıştı
Dostoyevski, bu dönemde öyle büyük borçların altına girmişti ki hayatı boyunca yakasını bırakmayan ve her daim sıkıntıya düşmesine neden olan bir illet, kumar sayesinde bunları temizleyeceğine inanacak kadar çaresizdi. Tek çözüm, Almanya'ya gitmek ve kumar oynamaktı.Polin de kendisini Paris'te bekliyordu, parasını Wiesbaden'in aydınlık kumar salonlarında bırakan Dostoyevski'yi canlandıran tek şey de genç sevgilisinin kendisini beklediği düşüncesiydi. Ama bir süredir Paris'te bulunan Polin, çoktan genç bir İspanyol'a gönlünü kaptırmıştı bile ve kendisini sevmeyen o adam uğruna bu 'kırklığı' terk etmekte de hiçbir sakınca görmeyecekti. Yine de kendisiyle beraber Rusya'ya dönmesini isteyen ve ona sadece bir ağabey gibi davranacağını söyleyen Dostoyevski'nin bu teklifini kabul edecekti.Kumarbaz adlı romanındaki Polina'ya aşık olan zavallı adam, 'onun yanında bütün onurunu yitirdiğini' söyleyecekti ve Dostoyevski de bu kadının karşısında aynı şeyi hissediyordu. Baden Baden'de bulundukları sıralarda, onun odasına giriyor, soyunması için yalvarıyor, reddedildikçe de kumarhaneye gidip kendinden geçercesine rulet oynuyordu.Kumar hastalığı öylesine önüne geçilemeyecek biçimde ruhunu sarmıştı ki, Polin'in kendisini bir erkek yerine koymamasına daha fazla dayanamayıp ondan ayrıldıktan sonra, borç para istemek için onu bile arayacak duruma gelmişti.
Hayatı, pek çok eserinin kaynağı oldu
Yayımcısından bir avans daha alarak ancak dönebildiği Rusya'da bütün sıkıntılar, nedenlerinden hiçbirini kaybetmeden, hatta daha da artarak onu bekliyordu. Ölüm döşeğinin başucunda beklerken Yeraltından Notlar'ı tamamladığı karısını ve kardeşi Mişel'i kaybetmişti ve bundan sonra kardeşinin ailesinin bakımını da üstlenmişti. Parasını kullanmayı ya da biriktirmeyi hiçbir zaman beceremeyen bu adamı pek çok kişi de sömürüyordu üstelik...İyice yoğunlaşan sara krizlerinden yorgun düşen Dostoyevski, en azından steno derdinden kurtulmak için gencecik bir kız tutmuştu. Yakın bir zamanda karısı olacak bu kız, Anna Snitkina'ydı ve yazarın yeni bir Almanya seferinde de ona eşlik edecek, bir adamın maddi anlamda çöküşünün ne kadar başdöndürücü bir hızla gerçekleşebileceğine tanıklık edecekti.Onun sürekli bir sıkıntıyla geçirdiği hayatı, pek çok eserinin kaynağı oldu. Dostoyevski, bize yalnızca Suç ve Ceza'yı, Karamazov Kardeşler'i, Kumarbaz'ı, Budala'yı, Ecinniler'i hediye etmekle kalmadı, bize 'ikinci kişilik'lerimizi de verdi...Dünya ve Rus edebiyatının gelmiş geçmiş en büyük yazarlarından biri olan Fedor Mihailoviç Dostoyevski, kendimize bakıp unutmaya çalıştıklarımızı, hastalıklı yanlarımızı, yazmaya kalkarsak saklayacaklarımızı anlatan derbeder bir kâhin gibiydi...Ve başkalarının içine de kendi içine bakar gibi bakıp buldukları ve anlattıklarıyla, bize, kendimizi 'yeniden öğretti'...
(Cansu Yılmazçelik / 30 Mart 2007 / K dergisi)
0 notes
Text
Alki Zei / Geçmişe sarılan arkadaşlarımı anlamıyorum
Tumblr media
Türkçede “Mor Şemsiye”, “Petros’un Savaşı” ve “Aşil’in Nişanlısı” romanları yayımlanan Yunan yazar, siyasi eylemci Alki Zei, 2. Dünya Savaşı sırasında direniş hareketinde aktif rol almış, bu süreçte ülkesinden ayrılıp 10 yıl Moskova’da yaşamak zorunda kalmıştı. 52 yıl sonra kitap fuarına katılmak üzere tekrar şehre döndüğünde kendisiyle karşılaşan genç yazar hayranına o günleri anlatmıştı.
Kendi kuşağımın Alki Zei’yi okumamış birkaç çocuğundan biri olmalıyım, daha sonra yazmaya başlayan birkaç çocuktan biri… Kitabını ilk kez 35 yaşında, onunla Moskova gezisinde tanıştıktan sonra okudum. Hayatımın en hoş sürprizlerinden biriydi: kendi yaşının iki buçuk katında biriyle tanışıp aynı yaştaymış gibi hissettiğin pek fazla kişiyle karşılaşmıyorsun.
Yunanistan 2016’da Moskova’da düzenlenen Uluslararası Kitap Fuarı’nın onur ülkesiydi. Ülkeyi temsil eden yazarlar Alki Zei, V. Vasilikos, E. Trivizas, I. Burozopulu, Xr. Xrizopulos, Kr. Gliniadaki ve bendim. Vasilikos ve Zei ile birlikte Rusya’ya gidip döndüm. Havaalanına  uçağın kalkışından iki saat önce vardım ve ikisi çoktan oradaydı. Yan yana oturmuş iki sınıf arkadaşı gibi sohbet ediyorlardı. Moskova’da bizi alan minibüste Zei’nin yanına oturdum. Pencereden dışarıyı dikkatlice izledi. Neredeyse 60 yıl önce burada yaşadığını biliyordum. ‘’Şehir hakkında şimdi ne düşünüyorsunuz?’’ diye sordum. ‘’Bilmiyorum’’ diye omuz silkti, ‘’Yarın evimi görmeye gideceğim.’’ Daha sonra da ekledi ‘’Sana oğluma kimin bakıcılık yaptığını söyleyeyim mi? Tarkovski.. Harika biri olacağı belliydi.’’
Sovyet yapımı dev otelimize yerleştik – lobi eskort kızlarla doluydu- ve ertesi gün bir sergide zaman geçirdikten sonra akşam yemeğinde onunla karşılaştık. Makyajı, elinde bir kadeh viskisiyle keyifli görünüyordu. ‘’Evinizi ziyaret ettiniz mi?’’ diye sordum, ‘’Evet, onu tanıyamadım. Neden biliyor musun? Moskova’yı bu haliyle sevmedim. Bir daha gelmem.’’
O anda şöyle düşündüm: 93 yaşında bir kadın, yaşından dolayı değil, hoşlanmadığı için Avrupa’nın diğer ucundaki Moskova’ya gelmeyeceğini söylüyor.
Onunla biraz daha yakınlaştıktan sonra neden böyle söylediğini daha iyi anladım. Ruhu buraya ve şimdiye odaklanmıştı, algıları ileriye dönüktü, nostaljiden, onun yaşı ve kuşağındaki birçok kişide rastlanılan kibir ya da yaşayıp, çektiklerinden dolayı hissettikleri acıdan uzaktı. Dünyevi ve göksel bilgeliğe, şakacılığa, sevimli ve becerikli alaycılığa sahipti, çünkü artık kimseye kanıtlayacak bir şeyi yoktu. Bu kadar uzun yaşamış, bu kadar çok eser vermiş biri, kime neyi kanıtlamak zorundaydı ki?
Sonraki iki gün birlikte çok zaman geçirdik. Mesafeler o kadar uzundu ki yorulmamak için tekerlekli sandalye kullanmak zorunda kaldı. Grubun en genç üyesi olarak da onu ben taşıdım.
Son gün programımız serbestti ve şehri dolaşmak için dışarıya çıktım. Onunla otelde buluşmak için biraz geciktim. Beni arayıp ‘’Neredesin?’’ diye sordu. ‘’10 dakika sonra geliyorum’’ dedim. ‘’Yoksa bir tavşana mı yakalandın?’’ diye lobideki kızları ima etti. ‘’Hayır hayır’’ diye itiraz ettim. ‘’Sana inanmak istiyorum’’ derken gülüyordu.
Daha sonra kahve içerken sohbet siyasete geldi. ‘’Geçmişe sarılan arkadaşlarımı anlamıyorum. Eve geldiklerinde siyaset konuşmaktan kaçıyorum dayanamıyorum.’’ dedi.
Atina’ya döndüğümüzde ona oğluna kadar eşlik ettim ve tekrar görüşmek üzere sözleştik.
İki hafta sonra ‘Petros’un Uzun Yürüyüşü’nü –ç.n Türkçeye ‘Petros’un Savaşı’ adıyla çevrildi- okuyup onu evinde ziyaret ettim. Harika zaman geçirdik ve daha sonra da birkaç kez telefonda sohbet ettik.
Evine gittiğim o öğleden sonra benim için ‘Petros’un Uzun Yürüyüşü’nü imzaladı. Kitap benim değildi ve epeyce de yıpranmış bir baskı olduğu için ona daha yeni okuduğumu söylemeye utandım. Bana o kitabı bir arkadaşım vermişti ama çocukluğumda iki tane vardı. Eminim bu satırları okuyabilseydi beni affederdi.
(Yannis Palavos / Nisan 2023 / Katimerini gazetesi Pazar Sanat ve Edebiyat ilavesi / Tercüme: Figen Yanık)
Sürgünde geçen hayat
1923‘te Atina’da doğdu. Çocuk romanları yazarı. Eşi oyun yazarı Giorgos Zevastikoglu ile birlikte 1954-64 arasında SSCB’de siyasi mülteci olarak yaşadı. 1964’te ailesiyle birlikte Yunanistan’a döndü. 1967’deki Albaylar Darbesi nedeniyle bu kez de Paris’e yerleşti. Yunanistan 1974’te tekrar demokratik yönetime geçtikten sonra döndü ve Atina’da yaşadı. 2010’da Atina Akademisi’nin Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne layık görüldü. 2014’te Selanik Üniversitesi tarafından onursal doktora verildi. Türkçeye Petros’un Savaşı – Mor Şemsiye ve Vitrindeki Kaplan adlı çocuk kitaplarıyla Aşil’in Nişanlısı adlı yetişkinler için yazdığı tek romanı çevrildi. Şubat 2020’de Atina’da öldü. (Yazarın web sitesine ulaşmak için tıklayın)  
……………….
Yannis Palavos: 1980 Kozani doğumlu. Öykü yazarı ve çevirmen.
1 note · View note
Text
İnci Aral / Korkunç şeylerin yaşandığı bu ülkede, edebiyatın insandan bu derecede soyutlanabilmesini yadırgıyorum
Tumblr media
Ağda Zamanı adlı kitabındaki öykülerle edebiyata adım attı. Onu, Kıran Resimleri, Uykusuzlar, Sevginin Eşsiz Kışı adlı öykü kitapları ile Ölü Erkek Kuşlar, Yeni Yalan Zamanlar ve Mor gibi romanları izledi. 35 yıla 20 yapıt, beş ödül sığdıran İnci Aral, "Yazarken insan yanımızı ararız; insan ruhunun aydınlığını ve o korkunç karanlığını öncelikle kendimiz için anlaşılır kılmaya çalışırız" diyor.
Dünden bugüne baktığımızda dört öykü kitabınızla, iki romanınızla karşımızdasınız. İlk öykü kitabınız Ağda Zamanı'nın ilk öyküsü "Haziranlarda" Haziran 1976 tarihli... Bu tarihe kadar bir şey yazmamış mıydınız? O öyküyü yazmaya nasıl oturdunuz ve nasıl çıktı? Bir de bütün öykülerinizde oturulmuş, yazılmış, bitmiş bir hava var. Gerçekten de, öyle hemen, yazmaya oturur oturmaz sonu gelip bitiyor mu öyküleriniz?
- Birkaç tane dışında Ağda Zamanı'ndaki o öykülere, benden taşanlar, diyorum ben. Haklısınız çoğunu da bir gecede, bir oturuşta yazmışımdır. O kadar hazırdılar sanırım, o kadar dolmuştum da bir işaret bekliyorlardı yazılmak için...
Sözcükleri kâğıt üzerinde yazılı görmekten inanılmaz bir zevk aldım
Şimdi baktığımızda o "işaret" neydi? Farkında mısınız?
- Aşk... "Haziranlarda" bir aşk mektubuydu. Çekingen bir ilanı aşk ve epey yürekli bir iç döküştü. Ama daha o noktada bu ilgiyi uzun yıllar sürecek bir yazışmaya ve dostluğa dönüştürdü mektup sahibi. Ona yazdığım ilk dört beş uzun mektuptan sonra şöyle demişti bana: Neden bir şeyler yazmayı denemiyorsun, o kadar güzel yazıyorsun ki... Sanırım işaret buydu. O yaz dört öykü yazdım. Sonbaharda bu dört öyküyü "Varlık"a ve "Türk Dili"ne yolladım. Kısa süre sonra Yaşar Nabi Nayır'dan ve M. Şerif Onaran'dan birer mektup aldım. Öykülerimi övüyorlar ve hemen yayımlayacaklarını söylüyorlardı. Şimdi, Yaşar Nabi'nin o mektubundaki saptaması hep aklıma gelmiştir sonradan. Şunu diyordu: "Siz çok yeteneklisiniz, çok iyi öyküler yazacaksınız kuşkum yok, ama asıl çok önemli bir romancı olacaksınız. Bence, bu maya sizde var." Beni son yıllarda romana yönelten şey bu sözler olmadı elbette, ama Yaşar Nabi'nin yirmi yıl önceki bu doğru değerlendirmesi şaşırtıcı geliyor şimdi.On üç on dört yaşlarımda şiirler yazmaya başladım. Bursa, Çelebi Mehmet Ortaokulu'nun duvar gazetesine konuyordu bu şiirler. Her çarşamba öğleden sonrası eğitsel kol etkinlikleri yapılırdı. Konular ağırlıklı olarak şiir, edebiyat olurdu. Şiir yazma ya da okuma yarışmaları, yazarların tanıtıldığı programlar. Bunların hepsine katılırdım, çarşamba günlerini özlemle beklerdim. Türkçe öğretmenim, Kadir Çağal, hem okul müdürüydü, hem eniştemdi, hem de vasimdi. Onun evinde, elinde yetiştim. Kompozisyonlarımı, yazılı kâğıtlarımı eve getirir, yanlışlarımı açıklayıp gösterirdi. Yanlış ve yalnız sözcüklerinin kök anlamlarından gelen doğru yazımlarını böyle öğrendim örneğin.Manisa Öğretmen Okulu'nda okurken kentte çıkan "Spil" dergisinde şiirlerim ve onlara çizdiğim desenler yayımlandı. Gene okul duvar gazetelerinin başköşesindeydim kuşkusuz. Kültür Edebiyat, Kitaplık Kollarının değişmez başkanıydım. MEB klasikleriyle dolu okul kitaplığına kendimi kilitleyerek saatler geçirirdim. Sonra, mektup yazmayı çok seviyordum. Ağabeyime, sınıf arkadaşım Zühal'e uzun mektuplar yazıyordum o sıralar. Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü'nde okurken de şiirler, günlükler ve mektuplar yazmayı sürdürdüm. O sıralar ticari bir antolojide şiirlerim yayımlandı ve Türk Kadınlar Derneği'nin öykü yarışmasına değişik adla gönderdiğim bir öyküyle ikincilik ödülü aldım. 1964.Sevdiğim herkese, özellikle aşkla, tutkuyla bağlandığım erkeklere çok uzun, çok içten mektuplar yazdım yıllar boyu. Mektuplarla kavga ettim, en gizli sırlarımı anlattım. Öyle ki her gün gördüklerime ya da yanı başımda yaşayanlara bile. Yani, gündelik dilin duygularımın yoğunluğunu aktarmaya yetmediği yerde kâğıda kaleme sarıldım hep. Bu alanda belli bir yeteneğim olduğuna inandım. Sözlerin uçuculuğu güven vermedi bana, duygularım kalıcı olsun istedim sanki. Bir de şu vardı, ben kavgacı, hazırcevap, laf cambazı biri olamadım hiç, diyelim biriyle tartışırken. Ama oturup zehir zemberek yazabiliyordum. Sözcükleri kâğıt üzerinde yazılı görmekten inanılmaz bir zevk aldım her zaman. Bence bu bir tür hastalık. Bütün kâğıtları, defterleri, mürekkepleri, dolma ve kurşun kalemleri çılgınca sevdim. Kalemlerimi tabanca gibi, öyle bir güvence duyarak taşıdım yanımda.Çok uzun anlatıyorum şimdi ama, şöyle bir düşünce vardı kafamda yirmi yaşlarındayken: Ben de bir gün bir şeyler yazacağım, ama kırk yaşımdan sonra. Nedense böyle bir ertelemem vardı. Yani yazmak için olgunlaşmak, dünyayı daha doğru yorumlamak gerekir diye mi düşünüyordum, kim bilir? Ama on sekiz yaşında André Gide'in günlüğünü okurken, yazarken fiziki koşullar ne olmalı yolundaki önerilerini not etmişim günlüğüme. İşte, yazarken ne aç ne de çok fazla tok olmamalı, oda sıcaklığı şu olmalı, çok uyumamalı, altı saat yeter, filan gibi. Neyse, gördüğünüz gibi herkes nasıl başlıyorsa öyle işte..
Ondan sonra "Haziranlarda" geldi...
- İlk öykülerimi yazdığım sırada dergileri izliyordum. Genç, yeni öykücülerin kitapları çıkmıştı. Buna benzer öyküleri, bunlar gibi öyküleri ben de yazabilirim, diye kendimi yüreklendiriyordum.
Benzer öyküler yazmamışsınız. Her zaman ilk kitap Ağda Zamanı gibi olmaz. İlk kitabını yok sayan ya da olumsuz eleştiren çok yazar vardır. Haklıdırlar da. Ama siz Ağda Zamanı'ndan itibaren İnci Aral tarzıyla yazmışsınız. Sevginin Eşsiz Kışı -şimdilik- son öykü kitabınız ama, Ağda Zamanı öykülerindeki dil, biçem ve konu çarpıcılığı onun kadar ağırlıklı...
- Attilâ İlhan Ağda Zamanı için şunu söylemişti bana: "İlk kitaplar kılçıklı balık gibidir, ama çok tatlıdırlar. Sonraları kılçıklar ayıklanır, ama artık o tadı da bulamazsın." Ama Sevginin Eşsiz Kışı daha olgun, daha ustalıklı bir toplamdır bana göre. İlk kitabımda sizin söylediğiniz özellikler var mı yok mu bilmiyorum. Yani o kitapta kendime özgü bir dil, bir üslup kurabilmiş miyim, bundan çok emin değilim. Şu var ki öyküler çok sağlam. Yapı olarak sağlam. Anlatmak istediğimi beş altı sayfada söyleyip bitirmişim. Bir öyküyü o kadar kısa tutmak, o yoğunluğu kurabilmek ve aynı zamanda vurucu sona ulaşmak çok zordur. Bunu yapmışım. Belki birçok etkilenme var bu öykülerde, ama yapı olarak, kurgu olarak başarılı öyküler. Klasik öykü anlayışına yatkın buna rağmen özgün. Yayımlandığında edebiyat ortamımız daha diri, daha canlıydı. Epeyce önemsendi kitabım, ödül aldı. Bu bana sürdürme cesareti verdi.
İçtenlik, okur açısından inandırıcılığı sağlayan çok önemli bir imkândır
Şimdi şöyle bir şey var... Ben sizin önce Uykusuzlar'ınızı okudum, Kıran Resimleri'ni okudum. Ağda Zamanı adlı bir kitabınız olduğunu biliyorum, ama bulamıyorum. Bulduğumda 90'ların başıydı. Çok geç buldum. Uykusuzlar ve Kıran Resimleri'nden aldığım tat, yaşadığım sarsıntı Ağda Zamanı'nda da vardı. Söylemek istediğim, ilk kitabınız olmasına rağmen, sonraki kitaplarınızdan sonra okuduğum halde elimden düşmedi kitap, bir solukta okundu.
- Tabii, Ağda Zamanı'ndaki öyküler çok içtendirler. Eskimemiş olmaları, etkilerini korumaları buradan geliyor bence. Kitap on sekiz yıl sonra bugün hâlâ okunuyor ve aranıyor. Ben o öykülerde içtenlikle, kaygısızca ve cesaretle içimi döktüm sanırım. Kendi sorularıma cevaplar bulmaya çalıştım. Hiçbir sahtelik, özenti yok yazdıklarımda. Herhangi bir feminist bakış açısıyla ya da politik düşünce birikimiyle oturmadım yazmaya. Artık yazmadan, anlatmadan duramayacağıma inandığım bir zamanda, kişisel deneyimlerimden, birikimimden yola çıkarak yazdım ilk öykülerimi. Bu yüzden nahif bir yanları da vardır. İçtenliğin okur açısından inandırıcılığı, sahiciliği sağlayan çok önemli bir imkân olduğuna inanırım ben.
Sizin öykülerinizde ayrılan, ayrılamayan, evlenen, evlenmeyen bir sürü kadın var. Erkeklerin ayrıldıktan sonra kadınlar gibi içsel çöküntüleri, yaşamlarını düzene koyma çabaları, arayış dertleri olmuyor...
- Olmaz olur mu, oluyor
Ya da biz bilmiyoruz. Başka biçimde yaşıyorlar, daha başka yaşıyorlar.
- Hep öyle sanılır, ama hayır, onlar da kadınlar gibi yaşıyorlar. Aynı acıları duyuyorlar, hatta erkekler kadınlardan daha dayanıksız bu durumlarda. Ama "dağıtmaya", dışarda, ev dışında yaşamaya daha yatkın oldukları, daha kolay avundukları, yeni birini daha kolay buldukları da bir gerçek.
Yazmak, görüntülerin ötesindekini arama, dile getirme cesaretidir
Evet, o dayanıksızlıkları var genel olarak. Ben onların kendileriyle ilgili problemlerini merak ediyorum. Eşlerinden ayrıldılar, çocuklar var ya da yok, yanlarında ya da değil; boş bir eve girdiklerinde içsel olarak ne yaşıyorlar? Erkekler bunu pek yazmadılar. Yazılanlar da kadınların yaşadıklarından pek farklı değil gibi. Öykülerdeki yaşamla yaşadığımız öyküler, aslında çok da ayrı şeyler değil ama pek anlatmıyorlar içsel yalnızlıklarını.
- Ne kadar zor durumda olursa olsunlar kuyruklarını dik tutmaya çalışıyorlar bence. Ama pek sürdüremiyorlar bunu. Yerlerde sürünen, kapı kapı dolaşıp ortak dostlarına ağlayan, şiddete başvuran, ruhsal dengesi bozulup hastanelik olanları, içkiye sığınanları gördüm. Ama iş yaşananları anlatmaya gelince erkekliklerine pek yediremiyorlar. Önemli olan, kadın gibi, erkeğin de kendi duygusal alanında başlangıçtan itibaren ayakları üstünde durmayı öğrenmesidir. Bunu biliyorsa çok yıkılmıyor. Sevmekten, acı çekmekten, bunları bütün kalbiyle dile getirmekten utanmıyor. Bir yazar hiçbir zaman kendini bütünüyle gizleyemez. Gizliyorsa, açmaya korkuyorsa, başkaldırmayı, inatlaşmayı bilmiyorsa iyi yazar olamaz. Şuna benziyor bu, insan iyi şarkı söyleyebiliyorsa sesini koyverir, mırıldanmaz. Benim inanşım şu: Neyi, kimi yazarsak yazalım hep kendimizi anlatırız aslında. Hâlâ pek iyi bilmediğimiz, insan yanımızı ararız yazarken. İnsan ruhunun aydınlığını ve o korkunç karanlığını öncelikle kendimiz için anlaşılır kılmaya çalışırız. Yazmak, yalnızca bu çerçevede bir oyundur, ciddi bir oyun, görüntülerin ötesindekini arama, dile getirme cesaretidir. Bunu yapamayan insan, erkek ya da kadın, yazmakla zaman kaybetmesin derim.
Yazan kadın kuşağımız duygularını anlatmada erkeklerden daha korkusuz ve içten oldu
Bireysel yaşantıları anlatırken, anlatan bir kadınsa, anlatılanlar hakkında, "Kadın duyarlılığı ile yazılmış ince öyküler ya da roman" gibi tanımlamalar görüyoruz. Ama anlatan erkekse, kimse kalkıp da, "İşte erkek duyarlığı ile anlatılmış hoş öyküler ya da roman ya da oyun" gibi bir şey demiyor. Erkek duyarlığı diye bir şey geçmiyor. Sözcüklerle pek anlatamıyorum galiba.
- Anlıyorum, anlıyorum. Ama bu bize özgü bir şey. Kadın duyarlığından söz edenler de hep erkekler. Erkek tanıtım yazarı söylemi bu. Ne olduğu ise hiç açık değil. Yani kadın dünyasının küçük sembol ve nesnelerinden, işte bulaşıklardan, toz ve  çocuk bezlerinden filan söz edildiğinde ortada bir ayrıntı zenginliği vardır. Ben Kadın Duyarlılığı yerine Kadın Yürekliliği demeyi uygun buluyorum. Çünkü bizim cinsimiz, bizim yazan kadın kuşağımız kendilerini, duygularını anlatmada erkeklerden daha korkusuz ve içten oldular. Az önce de söz ettim, başarıları da buradan geliyor. Çok uzun zaman erkekler tarafından oldukça yüzeysel ve dolaylı bir biçimde, daha çok bir aşk nesnesi olarak anlatılmışlardı çünkü. Ama şundan, bizim ülkemizdeki toplumsal baskı mekanizmaları güçlülüğe şartlamasıyla erkekleri kıstırmış ve kapatmıştır. İnce duygularını, zaaflarını, görünenin tersine o dayanılmaz kırılganlıklarını anlatmak, erkekler için çoğunlukla erkeklik rollerine ters düşen bir durum olmuştur. Bilinçli değil bu çekingenlik hiç kuşkusuz, ama var. Dünya edebiyatında böyle bir durum yok, kadın ya da erkek duyarlığı diye bir ayrım yok. Dünya edebiyatı kadınları ve erkekleri müthiş bir incelikle anlatan kadın ve erkek yazarlarla dolu. Hemen aklıma gelenler, Çehov, Lawrence, Balzac, Proust, Tolstoy ve daha yeni, Dan Franck. Bizden Mehmet Rauf, Oktay Akbal örneğin. Ama tabii artık kırılıyor, çatlıyor kabuklar. Günümüzün genç yazarları erkekle kadının duyarlık açısından farklı olmadıklarını biliyorlar. Yazmanın bir cins değil, bakma, görme, hissetme, derinleşme sorunu olduğunun farkındalar. Kadın duyarlığı sözünün modası artık geçmiştir bence. Herhangi bir tanıtım ya da eleştiri metninde hiçbir şeyi açıklamayan, ucuz, kolaycı bir kalıptır bu.
Toplum dinamikleri değiştikçe önce kadınlar değişiyor
Sizin karakterlerinize bakarak bazı dönemlere gidebiliriz gibi geliyor bana. Örneğin Uykusuzlar'daki "Güz Yaprağı"nda bir Sevil vardır. O, 70'li-80'li yıllarımızın genç kadınını simgeleyebilir mi? 97'deyiz. Ya da Sevginin Eşsiz Kışı'ndaki "Kutu" adlı öykünüzdeki Solmaz hâlâ var mı? Yaşıyor mu? Hangi kadınlarımızın ya da hangi döneme ait kadınlarımızın simgesi? Böyle simgelere doğru gidip oradan bakalım mı?
- Solmaz'la Sevil tarihsel olarak aynı dönemin kadınları. Ama farklı yerlerde ve konumlarda bu iki kadın. Sevil, küçükburjuva bir aileden çıkıp seksen öncesi dönemin gençlik eylemleri içinde önemli deneyimler yaşamış, bir kuşağın heyecanını, hem toplumsal hem de bireysel düş kırıklıklarını ve çözülüşünü prototip olarak yüklenmiş biridir. Solmaz ise aynı günlerde bir Ege kasabasında, toplumsal kargaşanın bütünüyle dışında, kendi dünyasının sınırları içinde sessizce yaşar düşlerinin yıkılışını. Türkiye'deki sınıfsal, yöresel, eğitsel, kültürel, etnik farklılıklar, bu topraklarda yaşayan kadınlar açısından da geçerli elbette. Yani bu topraklarda çok farklı kadın tipleri var. Ben daha çok en iyi tanıdığım tipi, büyük kentlerde yaşayan az çok eğitim görmüş, nispeten özgürleşmiş kadınları anlattım öykülerimde, romanlarımda. Taşrada, o kapalı, korkunç tutucu ortamda sıkılan, küçük şeylere büyük anlamlar yükleyerek avunmaya çalışan ya da genel geçer değerlere sıkı sıkı tutunarak var olmayı seçen kadınları yazdım. Ama gidip gördükten sonra Kahramanmaraş'taki kadını da anlattım. Yani bu kadınları aynı yere, aynı şekilde koymanıza imkân yok. Dünyaya bakışları, düşünme, yaşama biçimleri çok ayrı. Erkeklere, kadınlara, çocuklara bakışları o kadar ayrı ki yan yana getirmek zor. Belki çok kaba çizgilerle, ana hatlarıyla, kadınlık, analık güdüleriyle benzerlik var, ama bunun dışında zor. Onları hele şimdi 97'lerde, belli genellemeler içine hiç sokamıyorsunuz çünkü toplum dinamikleri değiştikçe kadınlar da değişiyor. Önce kadınlar değişiyor. Urfa'da, orada burada töre gereği kent meydanlarında bu yüzden boğazlansalar bile. Solmaz birkaç yıl önce öldü, mezartaşında filancanın karısı, yazıyor sadece, ama kendi adı yok. Tabii hâlâ birçok Solmaz yaşıyor aynı kasabada. Ama şimdi değişimden söz ediyordum ya, Solmaz'ın on yıl önce hemen hemen aynı koşullarda yaşayan kız kardeşi kocasıyla kavga etmekten korkmuyor artık. Ona küfür ediyor, bütün gün konken oynuyor ve her gece bir büyük şişe rakı deviriyor. Yapabilecekleri bunlar. Şu var ki, bu değişim bana bir öykü duygusu vermiyor şimdilik. Sonuçta ben kendi yazarlık serüvenimde farklı konumda kadınlara göz attığımı, en azından çoğuna ilgisiz kalmamış olduğumu söyleyebilirim.
Çocukluğun yetişkinliğe taşınmış çatlaklarıyla daha çok ilgilendim
Peki ya çocuklar?
- Çocuk dünyasına pek yakın olamadım. Çocukluğun yetişkinliğe taşınmış çatlaklarıyla daha çok ilgilendim. Mutsuz, sıkıntılı, sevgisiz bir çocukluk yaşadığım ve bunun ruhsal savrukluğunu taşımak zorunda kalmış biri olduğum için herhalde. Ama ben şundan hep kaçındım, çocukları anlatırken kadın yazarların düştüğü bir tuzak vardır. Bu da aşırı derecede anacıl, ana-nine-öğretmen duyarlığıyla o vıcık sevecenliklerle yaklaşmak kahramanlarına, o duyguyla örmek, kurmak öyküyü. Bu yol bir yere çıkmaz. Ben bu tür öyküler yazan kadınların bir noktada tıkanıp kaldıklarını gördüm. O tuzağa düşmemeye çalıştım. İşin içine çocukları koyduğunuz zaman o tuzağa düşme tehlikesi vardır. Bu konuda daha yırtıcı olmayı yeğledim ben. Daha katı. Ayrıca çocuklar sanıldığı kadar masum değillerdir her durumda. Yani birbirlerine yönelttikleri şiddet ve acımasızlıkla yaralanmış çok çocuk vardır. Umarım bu söylediklerimden çocukları sevmediğim anlamı çıkmıyordur. Çocuğun nasıl anlatıldığı çok önemli. burada öykü edebiyatımızın en güzel örneklerinden birini, Füruzan'ın Bünyamin Doksanbeş adlı bir sokak çocuğunu anlattığı o unutulmaz "Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Kent" adlı öyküsünü sevgiyle anıyorum.
Uyanmazsak, Maraş ve Sivas'ta olanlar daha yoğun biçimde yaşanacak
Benim yine kişisel olarak merak ettiğim bir konu var. Birçok insanın da merak ettiğini düşünüyorum. Özel tarihimizde çok acı bir yeri olan, evrensel boyutlara ulaşan Kıran Resimleri'ni yazdınız. Birçok insan da okudu ve aynı acıları bir daha yaşadı belki. Fakat çok geçmedi Sivas olayını, Gaziosmanpaşa olayını yaşadık. Kahramanmaraş olaylarını çağrıştıran bu olaylar karşısında kişisel olarak neler yaşadınız, içsel olarak neler duydunuz?
- Bugün geriye dönüp baktığımda Kıran Resimleri'ni yazmakla çok önemli bir şey yapmış olduğumu düşünüyorum. Önce kendi açımdan, Maraş'a gitmek bana büyük şeyler kazandırdı. O güne kadar o coğrafyayı görmemiştim, o insanları tanımıyordum. Bunun ne büyük bir eksiklik olduğunu orada anladım. Maraş'a gitmek ve sonra Kıran Resimleri'ni yazmak hem insan, hem de yazar olarak beni çok zenginleştiren bir deneyimdir. O öyküleri yazarken bu olaylar bir daha asla yaşanmasın isteği çok yoğundu içimde. Bu yüzden yan tutmadan bakmaya çalıştım olup bitenlere. Katilleri de anlamaya çalıştım, yani hangi duyguyla, nasıl bir kışkırtmayla yüz yıllık komşusunu keser insan diye sordum kendime. Bu ülkede yaşayan insanların uzlaşmak zorunda olduklarına, toplumsal hoşgörülerine inanmak istiyordum. Sonra, Sıvas Olayı bütün umutlarımı yıktı. O günlerde Yeni Yalan Zamanlar'ı yazıyordum. O kadar büyük bir sarsıntı yaşadım ki romanım y��n değiştirdi. O korkunç yangınla ilgili bir bölüm yazdım. Daha politik, daha köktenci bir tavır alış içine girdim. Belli bir grubu, din duygularını çirkin, köhnemiş amaçlarına alet etmekten çekinmeyen karanlık güçleri apaçık karşıma alma gücü kazandım. O güne kadar belki daha hoşgörülü -bazı kafalardaki niyetlerin ne olduğunu tam olarak algılayamadığım için hoşgörülü diye parantez açıyorum-, davrandığım kimi insanlara, kimi düşünceleri temsil eden oluşumlara karşı çok daha şiddetli, kararlı karşı çıkmak gereğini kavradım. Üzüldüğüm bir şey var. Bu olaylar gene olacak, ne yazık ki gene yaşanacak, bitmiş değil. Belki de daha yoğun biçimde yaşanacak. Eğer uyanmazsak, şu günlerde gözümüzü açmazsak...
Korkunç şeylerin yaşandığı bu ülkede, edebiyatın insandan bu derecede soyutlanabilmesini yadırgıyorum
Dünden bugüne öykücülüğümüzü nitelik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz? Ortam ve koşullar edebiyatı besliyor. Edebiyat bu ortam ve koşulları belirleyemiyor, bu noktada bir değerlendirme yaparsanız neler söylersiniz?
-  Benim Türk öykücülüğünün altın çağı olarak düşündüğüm uzun bir dönem var, kırklı yıllardan seksen başlarına kadar sürmüş bu dönemdeki öykücülerin hemen hiç eskimemiş olduklarını görüyorum. Seksenli yılların ortalarından sonra grafik düşmeye başladı. Belki en yalın şöyle söyleyebilirim. Bugün o dönemi özlüyorum. Benim yazmaya başladığım dönemde her ay sekiz on "gerçek" edebiyat dergisi çıkıyor, bu dergilerde bir o kadar da öykü yayımlanıyordu. Ben ve benimle birlikte bugüne gelebilen birçok arkadaşım bu dergilerle ortaya çıktık, var olduk. Sonra kitaplaştı öykülerimiz. Yeni birinin iyi öyküleri yayımlandığında hemen dikkat çekerdi, konuşulurdu. Bugün o canlı, heyecan verici ortam yok. Benzerleri arasından sivrilen, parlak yeni öykücü sayısı da az elbette. Sanıyorum seksenli yılların bildik ortamında çok fazla içe kapandı edebiyat. Yenilikten yana biriyim elbette. Değişen dünyanın, değişen değerlerin, insanın çok fazla farkındayım. Ama bize özgü durumların, oluşumların, yaşanmışlıkların, yaşanamayanların gerisinde, ya da daha doğrusu uzaklıklarında, ötesinde seyrediyor öykü bugün. Çok içe kapalı, çok kendi kendisiyle meşgul bir öykü, acaba neden? Bir tavır yok. İnsanı toplumsal ilişkiler bütünü içinde, olup bitenlerin içinde kavramak hiç gerekli değil, bunun modası geçti artık, diye düşünülüyor sanırım. Böyle bir uçarılık seziyorum yazılanlarda. Ama bir aşk öyküsünde bile âşıkların ayaklarının nereye bastığı önemlidir bence. İnanıyorum ki o aşkın nasıl yaşanacağını o insanların durduğu yer belirler. Yani bunu atladığınız zaman her şey havada kalıyor. Ama elbette iyi şeyler yakalayanlar var, hep olacak. Yeniler gelecek. Benim yadırgadığım bizimki gibi müthiş dinamik bir toplumda, korkunç şeylerin yaşandığı bu ülkede edebiyatın nasıl olup da insandan bu derecede soyutlanabildiği.
Belki bir kaçış...
- Evet, ama biraz da moda, globalleşme!
Seksenlerde yaşananlar doksanların edebiyatına yeterince yansımadı
Her dönem çok ağır şeyler yaşanıyor. Ama insan o an içinde bulunduğu, yaşadığı anı hep daha ağırlıklı duyumsuyor. Sanıyorum bundan kaçma yöntemi içe çekilme.
- Bir şey söyleyeceğim burada. Bir cezaevi edebiyatı oldu. Çok yetersizdi, nitelik olarak da yetersizdi. Neden daha nitelikli ürünler çıkmadı ortaya? Neden seksenlerde yaşananlar doksanların edebiyatına yansımadı?
Feride Çiçekoğlu...
- Feride iyi bir yazar kuşkusuz. Ama daha başkaları da çıkmalıydı. Feride'nin yazdıklarına kayıtsız kalınmadı öyle değil mi? Yani toplum artık bunlara ilgi duymuyor denebilir mi? Tam tersine. Kuşkusuz ben burada yapılanları değerlendirme durumunda değilim. Ona edebiyat tarihi karar verecek, o tarafa gitmiyorum. İyiydi de şimdi kötü demek istemiyorum. Bir eksik kavrayıştan söz etmeye çalışıyorum. Bir eksik tavırdan... Var olan malzemeyi kullanma yetersizliğinden söz etmeye çalışıyorum. Bugün böyle bir tablo görüyorum. Elbette 12 Eylül'ün insanlara yaptığı kötülüğü göz ardı etmiyorum. Büyük bir pasifize olmuşluk var, apolitizasyon var. Eh, yangın yerinde gül bitmiyor!
Bu kadar kayıp insan var, bununla ilgili hiçbir öykü yok
Belki de gazetecilik ön plana geçti...
- O başka bir şey. Belki bir boşluğu doldurdu. Ama edebiyat daha ince şeylerle uğraşıyor. Hele öykü baştan sona incelikle, ustalıkla görülmüş bir türdür. Gerçek okur gazetecinin yazdıklarıyla tatmin olamaz. Şimdi bakın, bu ülkede bu kadar kayıp insan var. Bununla ilgili hiçbir öykü yok. Bu ülkede bunca acı yaşanırken, yazan çıkmıyor. Bu bir eleştiri değil, derin bir üzüntü, beklenti.* Her yazarın yazarlığından önce bir insan olarak yaşam ve yaşamak karşısında bir "mesele"si var diye düşünüyorum. Sizin "mesele"niz ne? Nasıl açıklarsınız bunu?- Temel sorunum öncelikle kişisel bütünlük ve özgürlüğe ulaşma isteği. Öyle sanıyorum. Dünyanın anlamsızlığına, adaletsizliğine karşı çıkmak. Kendime özgü bir bakışa, duruşa sahip olabilmek. Sürünün içinde yitip gitmemek, önde ya da arkada, ama bir adım ayrı yürümeyi becerebilmek. İnsan olarak doğarken donatıldığım yetenekleri boşa harcamamak. Yüzde yüz doğru ve mantıklı bir yanıtı yok belki de sorunuzun bende. Bilmiyorum. Asıl meselem, o meselenin ne olduğunu, ne olması gerektiğini bıkıp usanmadan arayıp durmak mı yoksa?
Bir marangoz, bir kunduracı ne yapıyorsa sözcüklerle aynı şeyi yapıyorsun
Kitaplarınız çıktıktan ve bir yazar kimliği ile yaşamaya başladıktan sonra içsel olarak hayatınızda ne değişti?
- Yazmak, yazıyor olmak kendime duyduğum güveni sağlamlaştırdı. Kendimi daha çok sevmeye, daha değerli bulmaya başladım. Yazma inadımı bütün olumsuzluklara karşın sürdürebilmiş olmanın ferahlığı var içimde. Başarmış olmanın, hâlâ bunun için uğraşıyor ve yaşadığım sürece uğraşacak olmanın doyumu var. Soluk soluğa yaşamanın, can sıkıntısına teslim olmaya zaman bulamamanın mutluluğu var. Küçük, ince, pek çok insanın göremediği şeyleri görebilmenin üstünlüğünü yaşıyorum kendi kendime. Özgür, çok özgür hissediyorum kendimi. Ruhum hiçbir yere, hiçbir şeye bağımlı değil maddi anlamda. Zaman zaman kendime sordum, neden yazdığımı. Büyük kırgınlıklar, alt üst oluşlar yaşadım. Birtakım ilişkiler içinde haksız yere kayırılanları, ödüllere boğulup göklere çıkarılanları gördüm. Birçok arkadaşım gibi hak ettiğim ölçüde önemsenmemenin, görmezlikten gelinmenin acısını çektim. Yazdıklarımdan, kendi yeteneğimden kuşkuya düştüğüm, yazmamaya karar verdiğim günlerim, gecelerim oldu. İçtenlik ve yalınlığın, içinde bulunduğum ortamın kurallarına hiç uymadığını farkettim. Sabrımı, inadımı korumaya çalıştım. Böylece olgunlaştım. Övgüye ve yergiye kayıtsız kalabilme erginliğine ulaştım. Hiç kuşkum yok, benim yaşımdaki birçok yazar bu aşamalardan geçmiştir. Kendine inanmayı böyle gel gitlerle, düşe kalka öğrenmiştir. Öte yandan, içsel olarak, hiçbir zaman abartmadım yazar kimliğimi. Bir ayrıcalık sorunuymuş gibi yaşamadım. Hep şöyle düşündüm, işte, bir marangoz, bir kunduracı ne yapıyorsa sen sözcüklerle aynı şeyi yapıyorsun. Belki başlangıçta daha fazla önemsiyordum yazıyor olmayı. Gündelik yaşamımla yazmak arasında denge kuramıyor, bölünüyordum. Bu beni aşırı derecede yoruyor hırçınlaştırıyordu. Şimdi duruldum. Yazmakla yaşamak arasında uzlaşma sağladım bir ölçüde. Uzun süredir gündelik yaşamımda, çocuklarımla, eşimle, dostlarımla ilişkilerimde pek aklıma gelmiyor yazar kimliğim. Pazar torbalarını zar zor taşırken, yemek yapar ya da evi süpürürken tümden unutuyorum. Sıradan biri olduğumu ise hiç unutmuyorum.
Yazdıklarımın bütünü üzerine iyi kötü bir şey söyleyen bir eleştirmen çıkmadı pek
Kuşkusuz okurların, eleştirmenlerin İnci Aral'ın öykücülüğü üzerine ya da İnci Aral hakkında olumlu olumsuz söyleyecekleri bir yığın şey vardır ama siz İnci Aral olarak İnci Aral yazarlığını nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Bu soru bir yazara sorulmamalı bence. Sağlıklı, yan tutmadan cevaplayamaz insan o kadar emek verdiği, yüreğini koyduğu öykülerinin nasıl olduğu sorusunu. Doğrusu, "Eleştirmenlerin söyleyebileceği bir yığın şeyi" ben de çok merak ediyorum. Çünkü bugüne kadar yazdıklarımın bütünü üzerine iyi kötü bir şey söyleyen bir eleştirmen çıkmadı pek. Ama benim yazma kararlılığımda okurlarımın yüksek ilgisinin, sevgisinin çok büyük rolü vardır. Bu ülkenin okuru, onlara duyduğum sorumluluğu anladı, bana sahip çıktı. Bundan büyük mutluluk duyuyorum. Eğer yaptıklarımı beğenmeseydim, yazdıklarım beni tatmin etmeseydi onları yakar, ortaya çıkarmazdım. Gene de bu söylediklerim kendime biraz daha dışardan bakamayacağım anlamına gelmiyor elbette. İçtenlikle söylüyorum, her kitaptan sonra onulmaz bir başarısızlık duygusu içine düştüm ben.  Boşluk, ne diye yazdım bunları sanki, ne anlamı var, kimi ilgilendirir ki anlamsızlığına. Ve hemen ondan daha iyisini yazacağıma dair söz verdim kendime. Kendimle yarıştım, inatlaştım. Zor yazan biriyim, tükenerek yazıyorum, yapabileceğimin en iyisini yapmaya uğraşıyorum çünkü. Ama ben ya da başkaları, asıl büyük kararı zaman verecek. Zamanın rüzgârı, tozu toprağı savurduktan sonra geriye ne, neler kalacak? Önemli olan bu.
İnsan çekip gitmeden iğne ucu kadar bir işaret bırakmalı dünyaya
Yeni Yalan Zamanlar adlı romanınızın son paragrafında Nedim, "Yazdıklarımın değil ama yazabilmiş ve yazabilecek olmamın yaşamıma yeni bir kapı açıp açmayacağını düşünüyorum. Bu bir ayrıcalık sorunu değil, bir zorunluluk ya da gereklilik değil. Erdemle, var olan insan soyunu değiştirmeye çalışmakla hiçbir ilgisi yok yazmanın. İç akıntıları düzene koyma çabasının, geceyle gündüzü ayırt etme bilincinin, bu dünyanın oldukça seyrek, kaba saba dokunmuş kumaşına pertavsızla bakma isteğinin sabun köpüğünden öte değeri olmadığını biliyorum. Gene de gereklidir yazmak, iyidir. İğne ucu kadar, kum tanesi büyüklüğünde bir işaret bırakmalı dünyaya insan çekip gitmeden. Bir kapıyı aralamalı. Evet bir kapı, bir anahtar, biraz ışık. Hepsi bu... Ötesi yok," diyor. Yazma eylemiyle ilgili olarak siz de Nedim gibi mi düşünüyorsunuz?
- Evet içinde bulunduğum ortama baktığım zaman genel olarak böyle değerlendiriyorum. Aynen böyle düşünüyorum. Nedim'e söylettiğim bu sözler benim saptamalarım, benim sözlerim. Dedim ya, hep kendimizi yazarız aslında.
(Nalan Barbarosoğlu / Temmuz 1997 / Adam Öykü )
0 notes
Text
Adalet Ağaoğlu / Amaç, okuru düşünsel bir etkinliğe geçirtmektir
Tumblr media
Yaz Sonu adlı romanı ile ilgili soruları yanıtlayan Adalet Ağaoğlu, "romanın kurgulanması olayında, okuyucunun da en az yazar kadar çalışkanlık ve düşünsel bir eylem içine girmesine çalıştım" diyor.
Son yapıtınız "Yaz Sonu"da yanılmıyorsam, kişinin iç dünyası ile imgesel birleşmişlik, söz konusu olaylara derinlemesine boyutlar kazandırmak için en iyi biçimiyle kullanılmaya çalışılmış. - Evet çok iyi algılamışsınız. Peki böylesi yeni bir anlatı biçimini roman diliniz olarak kullanmak, sizce yazın dünyamıza neler getirebilecektir? - Aslında, şimdiden yazın dünyamıza ne getirecektir diye bir belirlemeye girmem yanlış olabilir. Fakat açıklama getirebilirim. "Yaz Sonu" adlı yapıtımda yeni bir anlatı biçimini denedim ve başarmaya da çabaladım. Bu kez, yazarın sorunlarının da, romanın diğer bireylerinin sorunlarının yanısıra birliktelik içinde bütünlük kazanmasına özen gösterdim. Öyle ki, yazarı da düşünecek olursak her romanının da diğer bireyler kadar, kendi boyutu olan yazın eyleminde bir sorunsaldır. Bu nedenle kısaca söylemek gerekirse, romanın kurgulanması olayında, okuyucunun da en az yazar kadar çalışkanlık ve düşünsel bir eylem içine girmesine çalıştım. Okuyucu kitlesi, aydın kesimler yazarla birlikte bir eylem birliğine girmeye hazır mıdırlar? - Bence, elimizde sanat için gerekli ne kadar hammadde varsa da, önemli olan gerek bireye gerekse topluma olabildiğince çok boyutta yaklaşmaktır. Çağdaş roman için dünkü birikimler mutlaka önemli ve yarar vericidir. Ancak gözden kaçıramayacağımız bir gerçek de, ne dünkü insan bugünküdür, ne de yaratıcısının gözü dünkü gözdür. Okuyucunun eğitim düzeyi ve kültürel faktörler elbet önemli kavramlar. Fakat çoğu kez bunlar görecelidir. Bazen bakıyorsunuz okuyucusunun kapasitesi yazarı aşıyor ve yazdıklarınızla doyum kazandıramıyorsunuz. Açıkçası bir yerde yetmiyorsunuz. Diğer yanda ise tam bunun aksi oluyor. Fakat şu bir gerçek ki, toplum olarak şu ya da bu biçimde de olsa ilerliyoruz. Bence amaç, okuru düşünsel bir etkinliğe geçirtmektir. Sizce, yazarın özen göstereceği özdoğrular, ilkeler neler olabilir? - Sanırım kesin olmasa da, bazı saptamaları, belirlemeleri söyleyebilirim. Birinci olarak okuyucunun mutlaka yazar kadar çaba göstermesi söz konusudur. Çünkü yazarı, tek boyutlu yorumlamalarla her zaman anlaşılmaz kılmak olasıdır. İkinci olarak, eğer yazar her tümcesini çok düşünerek yazıyorsa, okuyucunun da aynı dikkat ve özen içinde olmasını isteyecektir. Bence amaçlanan ve özlenen, okundukça okunmak istenen, çözüldükçe çözülen, daima yineleme gereksinimi duyduğumuz "başucu kitapları"dır. Son olarak da, yazar için, çok boyutlu roman yazma özeninin ve çabasının gösterilmesi gerektiğini söyleyebilirim. İmgelerle bireyin iç dünyası, bireyle toplumsal ilintiler ve bütün bunların mutlak karşıtlarının ve karşılıklarının roman içinde olabildiğince yalın ve net olması gerekli. 1972 sonrasında oluşan, yazar-okuyucu ilişkisine nasıl bir açıklama getirebilirsiniz? - Daha önce de söylediğim gibi, bu ilişkide okuyucunun eğitim düzeyi ve kültürel gelişimi önemli etkendir. Toplumun ilerici uç kısımları, yani toplumda en iyi yazarlar okuyucuya yetersiz gelebiliyorsa, okuyucu mutlak daha iyisini çıkaracaktır. Ya da yazarı daha iyiye yöneltecektir. Aslında roman dediğimiz, yazarın, geliştirmek istediği düşüncelerdir. Roman kurgulaması ise, yazarın kitlelere geçirtmek istediği düşüncelere bir olanak, hatta bir mazeret aramaktır diyebilirim. Romanın bireyini doğru saptayabilmişsek, bir yerde okuyucuyu da saptamışızdır. * "Çağdaş roman için dünkü birikimler önemli ve yararlıdır" başlığı ile yayınlandı. (Yasemin Yazıcı / 13 Aralık 1980 / Cumhuriyet gazetesi)
0 notes
Text
Henry Miller / Homo Sapiens çağı kapandı
Tumblr media
Amerikalı yazar Henry Miller, iyimserlik  ve neşe vurgusuyla başladığı röportajda söz insanlığın günümüzdeki durumuna gelince tavrını değiştiriyor. “Toplumsal yaşamımızda hiçbir şey yolunda değil ama bunun dışında bireysel bir yaşam kurabiliyoruz. 0 zaman, mutlu olabiliyoruz” diyor.
Öteden beri felsefe dışının felsefeci olduğunuzu söylersiniz ve içgüdüyle doğaötesi olduğunuzu belirtirsiniz. Gerçekte felsefeniz hep iyimserdir. Şimdiki zamanın şu anda varoluşun felsefecisi olduğunuz söylenebilir.
- Ve iyimser adam, dünyanın sonunun geldiğini görsem bile, karşımızdadır, değil mi? Ben, insanlar avaz avaz haykırmalı, dans etmeli diyorum.
Olguların, olayların yazarken yaşadığınız andakinden daha canlı olduğunu söylüyorsunuz. Kağıda geçirilmiş anı, bellek harika bir güce sahip. Yeniden Bulunmuş Zaman bu. Yazmak, geçip giden zamanı geri getirmek oluyor.
- Belleğin, anının gerçeklikten çok daha canlı olduğu sözü korkunç doğru… Hem de daha canlı ve çok garip bir şey bu.
Ölüm bir son değil, yeni başlangıç
Belki de insanoğlu işte bu yüzden, bellek yaşamdan daha güçlü olduğu için ölmüyor.
- Ama ölüyoruz, öyle değil mi?
Belki de ölmüyoruz. Siz, sonsuz şimdiki zamansınız.
- Nietzsche’dir değil mi böyle konuşan?
Hayır, bildiğim kadarıyla, o sonsuz dönüşten söz etmişti.
- Şimdiki zamandan başka bir şey var olmadığı için herhalde.
Size kalsa “canlı ve neşeli olmak” derdiniz sanırım,  ölüm var mı bunun içinde?
- Ölüm şu: Elimde bir nikel para var. Tanıyorsunuz değil mi bu parayı? İki yüzü var, ölüm ve yaşam, iki ayrı görünüş. Ölümün bir son değil, yeni bir başlangıç olduğuna inanıyorum.
Yeniden dirilmeye inanıyor musunuz?
- Evet, şu anlamda: bu dünyada iyi çalışmışsak, ilk dirilmede bir şeyler kazanırız. Ondan sonra, daha yükseklere çıkabilmek üzere uğraşılabilir.
“Dirilmelerle doluyum” demiştiniz bir gün. Ayrıca zaman dışı, yaşsız bir ben’iniz var. Beş yaşında ne denli yaşlıysanız, 80’inde de o denli gençsiniz. Hatta belki de çocuksuluğa erdiğiniz an, çocukluğunuzdakinden daha genç oldunuz.
- Doğru, derin anlamında öyle, çünkü bilgeliği yeniden küçük bir çocuk gibi olmak diye tanımlıyoruz. Gerçek bilgelik budur, yoksa saçı başı ağırmış biri, aksakallı bir Çinli olmak değil. Bu gibilerinin bilgeliği hüzünlüdür, çünkü yalnızca birtakım şeyler bilirler.
“Mutsuz bilinç” diyordu Nietzsche. Öteden beri, yaşamınızın “sonsuz bir sabah” olduğunu söylediniz.
- Çok güzel bir tanım bu. Ama bu lâfı bana Fransızca söylediniz mi, başka bir renge bürünüyor. Çoğu kez, benim dediğimden daha güzel, belki daha şiirsel oluyor...
Yine iyimserliğiniz kanıtlayan başka bir lâf daha ettiniz: “Gelip bana Henri Miller'ın kim olduğunu sorsalar, 'Hekimdir, şifacıdır' derim.” Tımarhaneleri boşaltan adamsınız siz. Demek ki son derece sağlıklı bir bildiri getiriyorsunuz. Bildiriniz bir iyileştirme yöntemi aslında, Miller’ce iyileştirme yöntemi.
- Yüzlerce mektup alıyorum, hep aynı sözlerle başlıyorlar: “Hiç bir yazara mektup yazmadım şimdiye dek, seslendiğim ilk yazar sizsiniz, canımı kurtardığınız için teşekkür etmek istiyorum, çünkü sizi okumazdan önce her bakımdan yoksul, yoksun bir insandım”, falan filan.
Rüya defterlerim hala kitaplığımda
Siz insanların yaralarını saran bir peygamber, ozan, sanatçısınız. Nietzsche de sanatın yaraları sarıcı iyileştirici bir etkisi olduğunu söylemez miydi?
- Hah, işte buna bütün varlığımla inanıyorum.
Yapıtınızda insanı korkutan şeyler de var. Örneğin, vücudundan ayrılabilme gücü, kaldırımda yatan ceset, aynada gördüğünüz ikinci adam…
- Evet, müthiş olduğunu biliyorum.
Kim bu adam?
- Bilmem. Hiç tanımadığım bir yabancı.
Sık sık, kendiniz değilmiş, bir bakıma başsız yürüyen bir vücutmuşsunuz gibi duyuyorsunuz galiba kendinizi.
- Büyük coşkunluk anları yaşadım, o sırada tam anlamıyla kendimin dışındaydım, her türlü çılgınlığı yapabilir, delice sevişebilir, şiddet hareketlerine girişebilir, gerekçesiz edimlerde bulunabilirdim.
Uzun süre düşlerinizi bir kenara yazmışsınız.
- Evet, bu defterler hâlâ kitaplığımda, onlardan yola çıkarak Gece Yaşamının İçine Doğru’yu yazdım.
“Geceleri, canlılarla ölüleri birbirinden ayıran uçurumları atlayıp aşarsınız” diyorsunuz yapıtlarınızda, hem de sık sık.
- Bilmem, belki de öyledir, ama bu dediğiniz, özellikle Fransızcada, harika bir şey gibi geliyor bana!
Henry Miller, siz bir hekim, iyileştirici, üfürükçü, neşeli bir insansınız, gülmeyi, güneşi ve geceyi, cenneti ve cehennemi seviyorsunuz. Ve bu cennetin var olmadığını söylüyorsunuz. Cennet buradadır, bu dünyada yaratmak gerekir onu. Böylesi, cennete inanma yanılsamasından çok daha iyi belki.
- Az önce iyimserliğimin, nereden geldiğini sormadınız mı? Geçen akşam, bir konuşma yaparken bu soruyu sordular, nedenini bilmediğimi, bunu bir armağan saydığımı, bence insanın daha başından iyimser doğduğunu söyledim. Neşeli doğuyor kişi.
Yıldızlatın armağanı bu, çünkü kimi insanlar mutsuz, kederli ve olumsuz, karamsar doğuyorlar.
- İyileşebilirler.
İnsanlığın bugünkü hali tiksinç
Getirdiğiniz bildiri bugünün Tanrısı insanoğlu için son derece iyimser olsa da, yeryüzü yaşamı içinde, zamanımız konusunda müthiş karamsarsınız...
- Felsefem, aslında neşeli sayılmaz. Benim için, birey için mutluluk verici olabilir elbet, ama halk yığınları için çok acımasız. Beylik deyimle, insanlığın hali içler acısı. Sıçanlar gibi yaşıyoruz, iyi birer hayvan bile sayılmayız. Geçen gün, gazetelerde bir hükümet üyesinin daha iyi ve çok besin almak istiyorsak, evcil hayvanları öldürmemiz gerektiğini söylediğini okudum, kendileri köpekleri gebertmeliymişiz. “Öldürün evcil hayvanları, sayılan 60 milyonu buldu”, diyordu. İrlanda Ayaklanması sırasında, Jonethan Swift de açlık her yanı kapladığı, insanlar besin bulamadıkları için, bebeklerin kesilip yenmesini, önermemiş miydi? Acı acı sırıtarak “Yeni doğan bebekleri yiyin!” diyordu Swift. Bugünkü dünya hakkındaki kanım çok olumsuz. Bence, insanlığın hali tiksinç, insanlıkdışı.
Dünyanın, Amerika'nın, dünyaya boyun eğdiren eli kanlı Beyaz’ın tiksinçliğini çok kez vurgulamıştınız.
- Mormonların, zencilerin, Kızılderililerin, Eskimoların, atom bombası kurbanlarının tiksinçliğini gördüm.
Ve bu karamsar bakış açısı içinde, insanoğlunun, daha doğrusu Beyaz adamın bittiğini, tükendiğini bile söylediniz.
- Homo sapiens (bilen maymun) tükendi.
Size göre, geleceğin inşanı dünyanın belki de henüz keşfedilmemiş bölgelerinde yaşamakta. Biz bu insanı şimdi görmüyoruz bile.
- Hep ustalardan söz eder ama onları tanımayız. Usta, belki de serserinin biridir.
“Souvenirs d'Eniro”da (Eniro Anılan’nda), o günlerde Paris'te pek tanınmayan kişilerden, “ustalar”dan söz ediyorsunuz.  “Big Sur”daysa, geleceğin zenginliklerine sahip başka kişiler var.
Şimdi konuştuğumuz dili sürdürürsek, şu sonuca varmak zorundayız: insanlık konusunda genellikle karamsarsam, gidip canıma kıymak niyetinde değilsem, mantık gereği günün birinde yeryüzünde daha iyi bir insan yaratacağımıza inanmamız zorunlu.
Ortaçağ’da doğmayı tercih ederdim
Zaten, şu çöküşün tam ortasında yaşadığınız halde, onu yadsıdığınızı söylediniz. Bir çöküş adamı değilsiniz?
- Bugünü Roma'nın çöküşüne benzetebiliriz. O zaman da harika imparatorlar vardı.
Ve İsa’yı hemen hemen hiç kimse tanımıyordu.
- Ancak 100 yıl sonra tanındı.
Demek ki kötü günde doğduğunuza inanıyorsunuz? Çağımızdan önce mi, sonra mı doğmak isterdiniz? Ne zaman doğmak isterdiniz?
- Yeniden Doğuş Çağı’nda değil, Ortaçağ’da doğmak isterdim, harika bir çağdı o.
İlerde, Rimbaud’nun deyişiyle “Dünya Noel Bayramı”na dönecek, hiç değilse sizin inancınız böyle. Ayrıca, yeryüzünde henüz göremediğimiz bir düzenin var olduğuna da inanıyorsunuz.
- Toplumsal yaşamımızda hiçbir şey yolunda değil ama bunun dışında bireysel bir yaşam kurabiliyoruz. 0 zaman, mutlu olabiliyoruz.
Demek ki bir insana verilebilecek tek öğüt, toplumsal yaşama atılmamak mı?
- Yok canım, kalkıp Tibet'teki bir tapınağa kapansın demiyorum. Burada, merkezde, her şeyin ortasında kalmak gerekir.
Siz dünyayı değil, insanları değiştirmek istiyorsunuz.
- Kadınlar çoğu kez en iyi öğrencidir, benim de istemeden bir sürü öğrencim, öğretimi benimseyip yayan izleyicim var.
Gençlerden de var.
- Toplumsal durum çok kötü ama yaşam hep iyi. İnsanoğlu berbat ediyor her şeyi. Yaşam, elimizdekilerin, bildiklerimizin tümüdür. İyisiyle kötüsüyle her şeydir, yaşamdır, bundan başka bir şey söylenemez. Onu, yaşamla ilgisi bulunmayan toplumsal yaşamın tam karşısına dikmek gerekir. Tepe taklak duran kayalıkların bulunduğu Le Chaos-de Montpellier-le Vieux gibi ufacık köylerde yaşayan küçük insan toplulukları belki bu sözün dışındadır.
Peki ya evreni nasıl görüyorsunuz?
- Yıldızları, burçları mı? Büyük bir gizdir onlar. Evrenin neden öyle olduğunu gerçekten bilmiyorum. Benim için, oradaki her şey yabancı, açıklaması yok. Bilim adamları açıklıyor ama ben bu açıklamaları kabul etmiyorum, insanın evren konusunda aklına eseni söyleyebileceğine inanıyorum. Bir yerde, galiba şöyle bir lâf etmiştim : “Dünyanın en harika yanı, kendisine sorulan bütün soruları yanıtlamasıdır”. Yaşam bütün soruları yanıtlar ve insan dilediği yanıtı verebilir. Bunlara bakıp yargıya varmak bize düşer. Bu korkunç, şu kötü, şu iyi diyebiliriz. Bunların hepsi doğrudur, çünkü doğru her şeyin karışımından oluşur.
En küçük dünya ananın karnı.
- Dünyaların ilki o; üç dünya var: ananın kartındaki dünya, yaşanan dünya ve ölümden sonraki dünya.
Ölüm belki de düşten uyanıştır
Nasıl bir şey bu üçüncü dünya?
- Ona zaman zaman, Hintçe bir ad verip Devverham diyoruz. Geçiş evresi bu, bu dünya açısından ölüyüz ama kullanmamış çocuk ruhlarının gittiği yerde yaşamaya devam ederiz. Orada bütün yaşamımızı yeniden gözden geçirebiliriz. Orada, yaşarken yaptığınız her şeyi düşünmenize, yaşamanızın nerde sersemce, nerde bilgece geçtiğini görmenize izin verilir. O zaman, yeniden dünyaya gelmeye hazır olursunuz, dersinizi almışsınızdır, anlıyor musunuz? O vakit ananızı babanızı seçersiniz, daha üst düzeyli bir sınavı seçebilirsiniz, daha çok ders alabilmek için. Benim hoşuma giden, şiirsel, olasılığı bulunan yeniden dünyaya gelme inancı bu, içinde belki bir adalet var. Bu dünyadan göçüp gideceğimi düşünürken, sık sık kendi kendime: “Oh, dostlarımı göreceğim öbür dünyada, oturup konuşacağız, kafaları çekeceğiz” derim. Yalnız, bir yazarın da dediği gibi içtiklerimiz gerçek purolar, gerçek viskiler değil, düşlenen, sonradan insanın başını ağrıtmayacakları için belki de şimdikilerden iyi sayacağımız düşsel purolar, viskiler olacak.
Demek ki bu gerçeklikten yoksun bir dünya ve ölüm belki de yalnızca bir düş.
- Ölüm belki de düşten uyanıştır.
Başka bir dünyada uyanış mı? Felsefeniz tümüyle bir gönül felsefesi değil mi?
- Yüreğin Bilgeliği adında bir kitap yazdım. Londralı ruhçözümcü doktor Graham Howe’la buluşmamızdan sonra kaleme aldım onu. Howe habire yüreğin bilgeliğinden söz ediyordu: “Gönlünüzün sesini dinleyin” diyordu, bugün ben de gençlere aynı şeyi söylüyorum, çünkü her yan sinir hastalarıyla, her şeyden yoksun kalmış insanlarla dolu: “Beyninizin dediklerini değil, duygularınızı dinleyin. Beyin bir dümenden başka şey değil” diyorum. “Gemiye yön verilmesinde dümenin rolünü biliyorsunuz. Dümen her şeyidir geminin ama sizi iten güç duygularınızdır. Size birtakım işler yaptıran hep duygularınızdır, duygularınızı izleyin, kafanızdan geçen düşünceleri değil. Sonunculara ayak uydurmak iyi değildir, aklınızı başınızdan alır.”
Bir büyücü, kahin değil misiniz?
- Olabilsem, harika bir şey olurdu. Çok sevdiğim, “büyücü”ye yakın bir terim var, “Tanrının soytarısı”, öyle miyim değil miyim bilmem ama olmak isterdim.
“Tann’nın soytarısı” ha? Yani herkesi güldüren adam? Tanrı'yı bile güldüren kişi?
- Çok iyi bir düşünce bu. Bununla, yüzde yüz özgür olan, özgürlüğünü iyilik etmekte kullanan, insanları mutlu kılan, günahsız, kadersiz, herkesi güldüren Tanrı’ya aracılık eden kişiyi anlatmak istiyorum.
(Christian Bartillat / Tercüme: Bertan Onaran / Arşiv çalışması, dizgi: Serhan Yedig)
0 notes
Text
J. Luis Borges / Yazınsal hammadde bir gizemdir, yazar ona egemen olmaya, ayrıştırmaya kalkmadan böylece ele alıp çözümlemeli
Tumblr media
1976 yılında, Babil Kitaplığı’nın Fransa’da yayımlandığı günlerde Borges’le buluşan Odile Baron – Supervielle yazara ölümden esine, kadınlardan Nobel Edebiyat Ödülü’ne, hatta “hayal kırıklığı yaratan” siyasi görüşlerine dek pek çok konuyu sormuştu.
Hakkınızda yazılan yazı ya da kitaplar ilginiz çeker mi?
- Hayır, asla.
Başka bir yaşamın varlığına inanır mısınız?
- Hayır, başka bir yaşamın varlığına inanmam. Kederli olduğum zaman, yakında yok olup gideceğimi düşünerek avunurum. Birileri çıkıp da beni öbür dünyayla korkutmaya kalktı mı, beni rahat bırakmalarını söylerim, çünkü her şeyin sona ereceğini düşünmek beni mutlu eder. Borges adlı birinin, Arjantin'de, şimdiki yoksulluklarla sonsuza dek yaşayacağını düşünmek bile korkunçtur. Kesin bir ölüm bekliyor, umuyorum.
Öbür dünya düş oyunu olarak da mı kafanızı kurcalamaz?
- Tanrıbilimin düşsel yazının en yetkin biçimlerinden biri olduğuna inanıyorum.
Ananız babanız Katolik miydi?
 Annem, Arjantinli hanımlar gibi, Katolikti; babam, bütün Arjantinli erkekler gibi bilinemezciydi; büyükannem İngilizdi, Protestan'dı, yöntemciydi; öbür ninem sözün tam anlamıyla Katolikti. Hepimiz bir arada yaşarız, ama hiç bir zaman tartışmadık bu konularda.
Bedensel acıdan çok korkarım
Yarın öleceğinizi söyleseler, en çok neden ayrılacağınıza üzülürdünüz?
- Kimse söyleyemez bunun yanıtını. Zaman zaman, fırtınaya yakalanan uçaklarda ya da başka yerlerde ölümle burun buruna geldim. Ve hiç bir şey duymadım. Buna karşılık, bedensel acıdan müthiş korkarım. Bugünkü yaşamım son derece sınırlı. Eskiden sık sık sinemaya giderdim, bugün koskoca bir beyaz perdenin karşısına oturup da oraya bir ovanın mı, yoksa bir insan yüzünün mü yansıtıldığını görememek içimi sızlatıyor. Okumayı, yazmayı severdim, ikisini de yapamıyorum. Bundan ötürü, yalnız kalınca birtakım şeyler düşlemeye, anlatılacak konular bulmaya çalışıyor, böylece yalnızlığıma katlanabiliyorum. Oysa eskiden Adrogue'de otururken, kente gelirken trende geçirdiğim 40 dakika, elimde kitap yoksa, bitmez tükenmez gelirdi bana. Şimdi şu gördüğünüz odada iki saat kalabilir ve kendimi var olmaya bırakabilirim.
Mutluluk dingindir, neşe gürültücü
Zaman zaman neşeleniyor musunuz?
- William Blake’nin dediği gibi, mutluluğun neşeden daha önemli olduğuna inanırım. Mutluluk dingin ve sessizdir, neşedeyse gelip geçici, rahatsız edici, gürültülü bir yan var. Neşeli insanlar bağıra çağıra konuşur.
İnsan mutluluğu bir cümle ya da iğretilemeyle tanımlayamaz, bir ruh halidir mutluluk. Hele çocukluğumda sık sık mutlu oldum. Yüzerken, ata binerken, kitap okurken sonsuz mutluluklar tattım. Bunlar çok kolay mutluluklar, çünkü yalnız size bağlı. Oysa mutluluğumuz başka birine bağlıysa, işin içine hep biraz kuşku ve kaygı karışır. Mutluluğun ne kadar süreceğini merak ederiz hep.
Başarısızlık konusunda ne düşünürsünüz?
- Başarısı kadar yanıltıcıdır. Kipling’in dediği gibi, “başarısızlıkla başarı iki düzmecidirler”. Sanırım ikisi de rastlantıya bağlıdır, örneğin, 1923'te ilk kitabımı yayımladığımda kimsenin aklından başarı ya da başarısızlık geçmiyordu. Kitabımı hiç bir gazeteye, yazara, kitapçıya göndermedim. Dostlarıma dağıttım, birkaçının okuması beni müthiş sevindirdi.
Yazarlığa Whitman’a öykünerek başladım
Neden Whitman gibi bir ozan bunca ilginizi çekiyor? Öylesine ayrısınız ki ondan...
- İşte bu yüzden ilgimi çekiyor. Genellikle, değişik şeyler ilgimizi çeker. Ayrıca ben, Whitman'a öykünerek başladım yazarlığa. Gençler, işin başında, mutlaka birine öykünür.
Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Saul Bellow hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Tanımıyorum, ilgimi çekmiyor. Nobel'i Malraux’ya ya da Jorge Guillen'e vermelerini yeğlerdim.
Sizden de sık sık Nobel adayı diye söz edilir.
- Bir Nobel adayı olarak ölmek isterim. Şimdi o kadar çok sözü ediliyor ki, zaten almış gibiyim. Bu ödüle lâyık olduğumu sanmıyorum. İsveç Akademisi üyeleri de büyük bir coşkunlukla bu kanımı paylaşıyor. Bir ödülün bunca önemli, onu verenlerinse böylesine önemsiz olmaları çok garip doğrusu. Hiç bir Akademi üyesinin adını anımsıyor musunuz?
Şu anda hangi tür yazın ilgilendiriyor sizi?
- Biliyorsunuz, bir aydır yeniden Fransız yazınına döndüm. XVIII. yüzyıl yazarlarına, Voltaire'e, Diderot'ya Ansiklopedicilere.
Fransız Devrimi’ni hazırlayan kişilere yani?
- Fransız Devrimi'yle görüş birliğinde olmazlardı sanırım. Ayrıca, hiç kimse giriştiği eylemlerin sonuçlarını önceden kestiremez. Edimler, sonuçlara bakılarak yargılanmamalı. 50 yıl sonra, herhangi bir edim iyi ya da kötü diye nitelendirilebilir. Edim, doğurduğu sonuçlara bakarak değil, kendisine esin kaynağı olan dürtüye, gerekçeye bakarak değerlendirilmelidir. Kişisel bir edim tarihsel zamana değil, kişisel zamana göre ele alınmalıdır. En önemlisi, iyi niyetle edimde bulunmaktır.
Kadında sevecenliği, suskunluğu ararım
Kadınlar konusundaki düşünceleriniz?
- Kadınları hiç bir zaman çoğul olarak değil, tekil düşünürüm, tek kadını düşünürüm. Kadınlardan söz etmek, kayıtsızlık belirtisidir. Aynı anda iki kadının birden var olduğunu düşünüyorsanız, kadınlar karşısında kayıtsızsınız demektir. Hep aynı kadın olmasa da, öteden beri tek kadınla ilgilendim.
İşin bedensel yanı ikinci derecede kalır: önemli olan, kadından çevreye yayılandır. İnsan kadının varlığını, tıpkı denizin ya da güzelliğin varlığını duyar gibi duyar. Ben kadında anlayışlılığı, sevecenliği, bir de suskunluğu severim, evet, kimi zaman bütün söylevlerden daha tumturaklı olan suskunluğu. Aslını arasanız, kadınla erkek arasındaki ilişki kolay kolay tanımlanamaz. Ayrıca, varlıklarla, kır görünümlüyle, hatta yazınla aramızdaki ilişkilerde saydamlıktan çok telepati vardır. Bir insanın, bir yazarın, bir kır görünümünün bizi neden çektiğini bilemeyiz, bunun nitelik ya da kusurlarla hiç ilgisi yoktur.
Peki Sayın Borges, ya siyasal görüşleriniz? Düşünceleriniz düş kırıklığına uğratıyor zaman zaman...
- Siyasetle ilgilenmem; bana bu konuyu sormaya bayılırlar. Ben de aklıma geleni söylerim. Siyaset beni ancak törebilimle ilişkisi içinde ilgilendirir. Bir ”sonnet”, düşsel bir öykü ya da başka bir şey yazdığım zaman, bunun siyasal düşüncelerimle ilgisi yoktur, oysa önemli olan, göz önünde bulundurulan siyasal düşünceler oluyor. Geçmişten bir örnek alalım. Kimse kalkıp da Shakespeare'in, Cervantes'in ya da Verlaine’in bugün yaşasa kime oy vereceğini düşünür mü? Verlaine’e,  Prusyalıların Paris’e geldikleri haber verilince: “İyi müzik dinleyeceğiz demektir” diye yanıtlamış. Sonra büyük yurtsever gibi çarpışmış elbet, ama ilk tepkisi bu olmuş. Siyaset onu da ilgilendirmezmiş. Oysa, benim için Verlaine en büyük Fransız ozanıdır. Verlaine’e mi yoksa Hugo'ya mı daha çok hayranlık duyduğumu kestiremiyorum. Belki Verlaine'e daha yakınım.
Gazeteyi yararsız bulurum, bugüne kadar tek gazete okumadım
Gazete okur musunuz?
- Emerson’un öğüdünü tutuyorum: Bugüne dek tek gazete bile okumadım, yararsız buluyorum. Gazetede yazılanlar unutulmak içindir. Zaten bu amaçla kaleme alınır, yoksa gazete diye bir şeyin var olmaması gerekirdi. Ayrıca gözlerim görmediği için, zamanın gözümde başka bir boyutu var.
Bir müzik eleştirmeni geçenlerde sizin Brahms'a düşkünlüğünüzü inceleyeceğini söyledi.
- Çok gülünç bir şey bu. Müziğe tümden kapalı kulaklarım. Adolfo Bloy Casares'le çalışırken, eşi zaman zaman plak çalardı, genellikle Debussy ya da Brahms. Debussy'nin tersine, Brahms'ın bizi kamçıladığını saptadık. Brahms'ı yeğleyişim bundandır.
Dilin yazında en önemli öge olduğu kanısında mısınız?
- Sözcükleri severim, onları incelemeye bayılıyorum ama onların ötesinde başka bir şeyin bulunduğunu ummak isterim. Söyleyiş biçimi önemlidir elbet ama en önemli şeyin bu olmadığını sanıyorum. Elimizde bu savı doğrulayan kanıtlar var. Ben öteden beri, yazının özünün kâğıda geçirilen şeyde değil, düşlenen tasarlanan şeyde olduğuna inandım. Zihinde canlandırılan şeyin kâğıda aktarılmasıysa çok özel bir bilimi gerektiriyor.
Esin’e, bilindışı dünyanın icat ettiği bu şeye mi inanırsınız, yoksa insanın yazınsal yapıtı uğraşa didine kurması, üzerinde çalışması, kesip oyması gerektiğine mi?
- İkisinin de gerekli olduğunu sanıyorum. Yazınsal yapıtın araç ve gereçlerini elde ettikten sonra, oturup üzerinde çalışmak, kesip oymak gerekir. Ama yazarın bu araç ve gereçlere yüzde yüz egemen olduğunu da sanmıyorum, neden ve nasıl geldiklerini bilmez. Onları çekip çevirmek istiyorsa, egemen olmaya da, fazla çözümlemeye, ayrıştırmaya da kalkmamalı. Yazınsal hammadde bir gizemdir, yazar onu böylece ele alıp çözümlemelidir.
Cin çarpmış biri gibi yani?
-Freud’cular yazmanın bilinçdışı sorunlarımızın yüceltilmesi, su yüzüne çıkarılması olduğunu söylüyorlardı. Bunu demek, gizemi çözmüyor. Çok şükür, gizem el değmemiş olarak, olduğu gibi orada duruyor. Gerçekte yazar, yapıtının hammaddesinin kaynağı konusunda pek az şey bilir. Bilse, yapıtın en iyi eleştirmeni kendisi olurdu, oysa yoktur böyle bir örnek. Buna karşılık, bu işi uğraş seçmiş eleştirmenler gerçek yaratıcı edimi tanımadıkları için, yazım birtakım niteleme sıfatlarına indirgeyebilir, her şeyin yerli yerine konduğu minicik çekmeceler yaratabilirler. Örneğin ben. Cervantes’in hiçbir zaman Don Kişot’un imlemiyle, neyi gösterdiğiyle ilgilenmediğine inanırım: aklı fikri kitabını yazmaktaydı çünkü. Öbür yapıtlarına bakarak söylersek, gerçekten sıradan bir yazarın kaleme aldığı biricik üstün yapıt Don Kişot olmasa, bugün kimsecikler bilmeyecekti Cervantes’in adını.
(Odile Baron-Supervielle, 1976, Tercüme: Bertan Onaran, Arşiv ve dizgi: Serhan Yedig)
1 note · View note
Text
Fikret Ürgüp / Yazdım, çabaladım, yaşadığımı anlatmak istedim
Tumblr media
Ayrı bir üslup sahibiydi Ürgüp, özgün, taze, çarpıcı biçimlerdeydi hikâyeleri. Sait Faik'in dostu ve doktoru olmuştu. O da Sait Faik gibi, dünyada rahatlıklar içinde hep bir yadırgamayı beslemiş, büyütmüş, kendi dünyasını boşluk, tedirginlik, uyumsuzluk alanında kurmuş bir sanatçıydı. Behçet Necatigil ve Selim İleri anlatıyor...
Gazetedeki ölüm duyurusunda (Cumhuriyet, 9 Mart 1977) birkaç akrabasının adları, yakınlık dereceleri sıralanıyor, sonra da "Dr. Fikret Ürgüp bu dünyadan kurtuldu. Cenazesi 9 Mart 1977 Çarşamba günü ikindi namazı kılındıktan sonra Çengelköy'deki aile mezarlığında huzura kavuşacaktır" deniyordu. Kim yazdıysa (yoksa çok önceden kendi vasiyeti miydi?) ne kadar yalın ve içten bir gerçeği dile getirmişti. Sanatçı kişiliğini bilenler için zaten gereksizdi hikâyeci olduğunu belirtmek; bilmeyenler içinse, artık bundan sonra hatırlatmak değmezdi! Rahat günlerde ve huzurda bir boşluk yaşayan; yazdıklarını ancak acılarda, yitik ve sıkıntılarda yazanlar vardır; belki ben de böyle olduğum için, nedenler arasında farklar da olsa, Fikret Ürgüp'ü biraz da bu yüzden seviyordum. Onun yazması için de gerilim, gerginlik ve sarsıntı gerekiyordu. Ölümler de çokluk böyledir, bir yazma kapısıdır. Sağlığında yazamayıp ölümünde yazmak. Ölümlerde bazan birdenbire beni zorlayan şey, bir bağışlanma isteği midir? Ölüler bağışlamaz, ama tek olan ölümün sonrasında çeşitli yaşamalar, unutulmayışlar da var.
Yaşıyorum, seviyorum, dayanacağım
Birkaç yıldır ağır bir hastalık geçirdiğini biliyordum. Neydi hastalığı? Adını, ayrıntılarını bilmiyorum, öğrenmek de istemedim. Bir hastanedeydi, hangisi, onu bile bilmiyorum. Öğrensem gidebilir miydim? Ziyaret günleri, saatleri nerden nasıl öğrenilirdi? Kalkıp gitsem kapıdan çevrilebilirdim. Ne nöbetçi doktora kadar ulaşıp özel bir izin koparmak ne de hastane kapısından bir hademeyle, yazılı bir hatır sorma, bir geçmiş olsun deme kartı göndermek benim harcım değildi. Becerikli olmak, hayat adamı olmak da bir ilimdi. Çok seyrek karşılaştığım, konuştuğum Fikret Ürgüp'ü sanatçı yönüyle pek beğenirdim. Tekrar tekrar okuduğum pek az hikâye yazarından biriydi. Ona bir de mektup yazmış olmalıyım ki, 17 mayıs 1969 tarihli bir cevabı duruyor bende: "Ne kadar sevindim bilmezsin mektubuna. Yazıyorum, yapıyorum, kimse takmıyor. Senin anlayacağını zaten biliyordum, onun için yazdım, çabaladım, yaşadığımı anlatmak istedim, sana ve birkaç kişiye. Lodos Hikâyeleri'nin önsözü bunu anlatır. Kimse bir şey yazmadı bu işler üzerinde şimdiye kadar. Ama ben yaşıyorum, seviyorum, dayanacağım." Fikret Ürgüp'ün iki kitabı var: Van (1966), Kısa Lodos Hikâyeleri (1968). Kendi bastırdı. Şimdi hangi kitapçılarda bulunur? Yoktur. Doğru dürüst piyasaya bile çıkaramadı, tezgâhlama nedir bilmiyor, hattâ tam adamını bulmuş, bana soruyordu o mektubunda: "Bir yol gösterebilir misin?" Kısa hikâyelerdi bunlar. Bazıları, kendi deyişiyle "çok kısa hikâyeler". İki kitabında toplam 42 hikâye. Van kitabını Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü'nde (1971) şöyle değerlendirmişim: "Sık mecazlar, alegoriler dokusu. Olayları değil, izlenim ve atmosferleri belirliyor. Hepsine çağımız insanının bunalım ve yalnızlıklarını, geçerlikteki değerlere yabancılaşmasını duyuran bir deneme. Franz Kafka esprisini güzel özümlemiş birer düzyazı-şiir gözüyle de bakabiliriz. Van kitabında Ürgüp karakteristiği, en belirgin çizgileriyle, Yolculuk, Van, Orada, Tenis Topu, Hatırlayış vb. örneklerinde açıkça görülür."
Pul kolleksiyoncusunun, Saksunya vazodan içtiği şekersiz Vermut'tur kısa hikâyeler
Ürgüp'ün kendi kaleminden hikâye anlayışı, Kısa Lodos Hikâyeleri kitabında önsözde dile gelmişti: "... Çok kısa hikâyeyi anlamak, hissetmek güç ister. Okuyanın kendine yabancı gelecek yaşantı parçalarına, kendi hesabına iştirak etmesini gerektirir. Gerçek üstü olmayıp sahici gerçek (süperrealism) insan yaşantısının üç değişik alanını birden içine alır. Onların bir karışımıdır: Bilinç, bilinçaltı ve rüya. Süperrealist hikâyeyi okuyanın, yazarı ve kendini bu üç alanın karışımı şeklinde anlamaya, kapıları açık olması gerekir. (Bu da olur mu?) şaşkınlığından kurtulmak. Hepsi kısa hikâyelerdir. Pul kolleksiyoncusunun, Saksunya vazodan içtiği şekersiz Vermut'tur kısa hikâyeler. Van hikâyelerini bastırmıştım. Bir kadın okumuş, -korktum, dedi. Korkacak bir şey yoktu. Ne rüya ne de uydurma. Yaşantının ta kendisiydi. Van'a gittin mi, diye soranlar oldu. -Hayır, ben Van'ı Haydarpaşa'daki trenciler arasında yaşadım. -Olur mu böyle şeyler? Olur gibi yazmış. Adamı kapatmalı. Deli mi nedir? diyenler oldu. Ne deli, ne bir şey. Ne ayıp, ne günah. Apaçık, sahici insan gerçeğinin yaşantısından parçalardı kısa hikâyeler. Yaşanırken başkadır. Yazılınca sanat olur, eğer okutturuyorsa kısa hikâyeler..."
Rahatlıklar içinde yadırgama
Ayrı bir üslup sahibiydi Ürgüp, özgün, taze, çarpıcı biçimlerdeydi hikâyeleri. Yazıları uzun bir süre Yeditepe ve Varlık dergilerinde yayınlanmıştı. Sait Faik'in dostu ve doktoru olmuştu. Sait üzerine en içtenlik dolu, en aydınlık yazıların çoğu onun kaleminden çıkmıştır. O da Sait Faik gibi, dünyada rahatlıklar içinde hep bir yadırgamayı beslemiş, büyütmüş, kendi dünyasını boşluk, tedirginlik, uyumsuzluk alanında kurmuş bir sanatçıydı. -Görüşelim! derdi, bindebir karşılaştığımızda. Telefon numarasını verirdi. Ara beni! -Ararım, görüşelim! Ama neyi görüşecektik? Onun hayatı başkaydı, benimki başka. Hikâyeleri bana yetiyordu. Cenazesini Çengelköy'deki aile mezarlığında toprağa verirken çevreme bakındım. Tanımadığım aile fertleri, sonra sanat dünyasından birkaç tanıdık: Leylâ Erbil, Suavi Koçer, Ertuğrul Şevket ve Mina Urgan. Hepsi bu. O akşam Radyo, gene o gün bir başka mezarlığa gömülmüş bir gazetecinin (sıradan bir hikâyeciydi o da) töreni üzerine bilgi verdi; Gazeteciler Cemiyeti sahip çıkmıştı ona. Ve Fikret Ürgüp, bu ilginç hikâyeci, gelebilen beş on kişinin önünde sessizce gömüldü. Hayattır ve cenazelere işimiz, engelimiz yoksa, yakın bir yerse ya da çok önemli kişiyse gidebiliyoruz. Doğaldır ve ölümse ölümdür. İster çok kişi, isterse yakınlar, uzaktan sevenler, kim o gün boşsa. Fikret Ürgüp, o hikâyeleri yazan, eminim, bunları çok iyi anlardı. Her sanatçı sevdiği sanatçılarla ölüyor, sonra gene, birkaç saat geçince, uzun kısa yeryüzünde yaşamasına koşuyor. Gemiler geçtikten sonra, deniz üstü dalgasız. (Behçet Necatigil / Nisan 1977 / Varlık dergisi )
Tumblr media
Fikret Ürgüp, Birkaç Çizgi
Fikret Ürgüp'ü ilk kez Kemal Tahir'in evinde görüşümü daha önce yazdım, 12 yıl önce. Lâcivert ceketi, boyunbağı, gri pantalonu... Ve Fikret Ürgüp sarhoş gibiydi. Biz derli topluların dünyasında sözcükleri yaya yaya konuşan bu adam hem ürkütücü, hep şaşırtıcıydı. Ürkütücü: Herhalde sarhoş, alkolik... Şaşırtıcı: Öteki sarhoşlara benzemiyor, boyunbağı takmış, olağanüstü kibar...
Kemal Tahir konuğunu savunmak ihtiyacıyla Fikret Ürgüp'ün saygın, seçkin ailesinden söz açıyordu. Hekim oluşundan, Şizofreni adlı, Türkçe'de kendi alanında "pek güzel" bir eser yazmış olduğundan. Fikret Ürgüp bir kadeh konyak istemiş, Kemal Tahir'in sözlerini uzaktan dinlemişti.
Van bir korkular kitabıdır
UZAKTAN: Bir gün Behçet Necatigil aracılığıyla Şizofreni’yi, Van’ı okuyunca Fikret Ürgüp'ün birinci tekil kişiden üçüncü tekil kişiye dönüşümünü, bu, yazıya geçmiş evrimi (ya da kişisel devrimi) ayırt edecektim. Fikret Ürgüp biz derli topluların dünyasına sövgüler yağdırmıyordu ama o dünyada var olmadığını açık açık söylüyordu.
Van bir korkular kitabıdır. Küçücük okur topluluklarından ün ve kazanç bekleyen muhteris yazarlar o zaman var mıydı, şimdi kestiremiyorum. Ama Van o zaman da şaşkın okur topluluğuna ulaştırılmamıştı. Bu topluluğun kendisine sunulandan öte pek bir istemi olmadığı için Van da, Kısa Lodos Hikâyeleri de has edebiyata gönül açmış tektük kitapevinin raflarında tozlanıp görünmeden yitmiş olmalı.
Van üzerine Behçet Necatigil'in yazdıkları vardı. Edebiyatımızda örneğine onca rastlanılmayan bir çizgiyi tutturduğunu söylüyordu. Fikret Ürgüp, Leylâ Erbil'in bir romanında, Karanlığın Günü’nde göründü. Acımasız bir eleştirelliği yansılıyordu. Leyla Erbil gerçekliğin parçalandığı, dayanılamaz bir toplumsal ortamda iz sürüyor ve Fikret Ürgüp'ten derli topluların niçin 'kaçıştığını' yazıyordu. Karanlığın Günü’ nden:
"Fikret Kapadok bu dünyadan kurtuldu.
Cenazesi ikindi namazından sonra
Çengelköy'de toprağa verilecek."
Sevim Burak’la aynı gece kulübünde
Kitaplarına girmemiş, dergilerde yayımlanmamış öyküleri, yazılan, şiirleri alkolle bulanmış sanılabilir. Oysa "bu dünyadan" kurtulmak isteyen bir yazarın söylemi başka nasıl olabilirdi7 O zamanlar ya Kulüp 12 ya da Gup 12 diye adı ışıklı harflerle yazılmış, artık modası geçmiş, bir hayli köhnemiş bir 'gece kulübü'nde Fikret Ürgüp'ü çılgıncasına dans ederken görmüştüm. Birkaç kez; hep çılgıncasına dans ederken. Orada müthiş yeşil gözlü bir kadın boğuk sesiyle şarkılar söylerdi: Renata. Bazen birlikte dans ederlerdi.
Orada bir gece yarısı Sevim Burak, şimdi yazarçizerler katına erişmiş bir arkadaşımızın "Bu hanım burada mı çalışıyor? Konsonmatris mi?" sorusuna çılgıncasına bir kahkahayla karşılık vermiş ve henüz yazarçizerler katına erişememiş, yaşıtım, o zamanki genç arkadaşa "Şekerim, bana bir bol ısmarlamayacak mısın?" demişti.
Fikret Ürgüp bu dünyadan 8 Mart 1977'de kurtuldu.
Renata ölmüş, galiba bir trafik kazasında, galiba canına kıymış...
Sevim Burak'ın oğluna yazdığı harikulâde mektuplar ancak geçen yıl yayınlandı: Mach 1'den Mektuplar.
Uğultularla donatılmış yolculuklar
MEKTUPLAR: Bir gün, Kafes’i yazarken, tekrar okuduğum Şizofreni’de birçok sayfanın seslendiğini ayırt ettim. Yalnız Neveser Reşat'ı (Esat Bey'i) değil, Süha Rikkat'i ve Hayal ve Istırap’da, hatta hepsini sesleniyor sandım. Sesleniyorlardı. Öylesine ıssızlık dolu sayfalardı ki bu seslenen sayfalar, kâğıt üstünde çıkılan yolculuğu... kâğıt üstünde çıkılmış bütün yolculukları uğultular donatıyordu. İşte benim uydurduğum kişiler Şizofreni’yle çoktan beri yazışmaya koyulmuşlar. Ben de onları yanı başımda görüyormuşum.
Prens Mışkin'in portresine bakıyorum. Fikret Ürgüp'ün öteki karakalem çalışmalarını gözümün önüne getirmek istedim. Biri, Bülent Erbaşar'dadır: Karakalemle eski bir İstanbul evi, yeşil kuruboyayla yapraklar, bir ağaç ve sonsuz dinginlik. Prens Mışkin cinnet dolu ifadesiyle hiç de benim düşlediğim Mışkin değil. Belki de sonra sonra böyle görülüyor...
(Selim İleri / Haziran 1991 / Argos dergisi)
Tumblr media
0 notes