Tumgik
#insan101
seslimeram · 6 months
Text
Yalanlar Hayatı Ezip Geçerken...
Tumblr media
Bir tevatür değil, hakikat kılınmış olagelen yalanlarla birlikte hayatın biricikliği ayaklar altına alınıyor. Hepsi hepsi belirli, sınırları bariz bir ömrün var edilebildiği bir gıdım saha, yer, toprak parçasında olmakta olanın cerahati bu hayat kurgusunu tümden, aralıksız bir halde yıkımla dönüştürülmesini imliyor. Bir tevatür değil doğrudan akla / fikre / bedene yönelik politik bir cerahat istemi ve imaliyle yaşama eylemi eksik kılınıyor. Duraksamak nedir bilmeden biçimlendirilmiş olagelen hamleler bütünüyle yaraları hep yepyeni olan yaraları var ediyor. Binbir badirenin ortasında yaşama tutunmaya çalışanların gözlerinin önünde küfelere yepyeni yükler ekleniyor. Tükenmek nedir bilmeyen bir sınama halinin içinde modern zamanların, yenilikçi nam despotik devletleri hayatı hiç kılmaya ant içiyor. Her gün her anlamda bir hayat memat meseline dönüştürülüyor. Bir yazgı bariz bir karar ya da ihtimalmiş gibi bu coğrafyanın her gününde belirgin bir karanlıkla baş başa terk-i diyar ediliyor insanlık. Dünyanın gümbürtüsü içinde geçen yazımızda belirttiğimiz gibi bir karanlık tahakküm evreninde hayat o kapkara halin esiri kılınıyor. Cürümlerle birlikte, bütünleşik yönetimler sayesinde hayatın mahvı eksiksiz kılınıyor.
Bir biçimde yalanların hakikat kılınmasının yolu her gün o mahvı süreğen kılıyor. Burası gibi boyunduruk altına alınmış, her günün ama az ama çok zorluklarla / engellemeler ve bitimsiz bir çıkış / yaptırım haline rehin edildiği yerlerde olagelen tehditlerin gerçekliği, bir biçimde o mahvetme halini de sürekli günceller. İletişim işleri başkanlığı nam yapının bildirdiği / yönergeler doğrultusunda sunulagelen cerahatli akıllar / ön alma hallerinin hep kıyısında yaşamın derdest edilmesi söz konusu edilendir. Yaralayıcı, eksilen, cerahatin tam da ortasında kendi kendine terk olunan insanlık mefhumunun nasıl bilinçle / daimi bir tahakküm nesnelliği ile var edildiği artık afişe olandır. Yalanlar doğru diye bildirilirken ol yalanların hakikat kılınması çabası eksiksiz konulurken, yeniden ve yeniden türetilen kin, nefret ve ayrımcılıkla dışarıya akıl verilirken içteki yaralar çoğaltılır. Tümüyle dünyanın en doğrucu ülkesi savı var edilirken eylenen her hamle, ortaya serilen her çabala bir şekil, bir düzlemde olan bitenin mahva sevkinin de nasıl işlevselleştirildiğini göstere gelir. Hiç ama hiçbir insani mefhumun peşinden koşulmayan, her şeyin aralıksız bir girdap halinde, gümbürtü içerisinde zehir zemberek hallerle boğuntuya konulduğu bir zeminde onca nutuk, o kadar laf, bir dolu fikriyatın boşa heder edilmesi, karşılığının dipsiz bir karanlık kılınmasıdır mesele. Yeni yüzyılında bildik ezberleriyle yol arayan bir menzildeki cürüm bütünleşik hallerin yekununda çıkagelen tablodur mesele.
Sınırın dışında Ukrayna’ya doğrudan saldıran Rusya’nın var ettiği savaşın yirmici ayının geride kaldığı şu günlerde o yıkıcılık hallerine arka kapıdan el açan, bir yana gülücükleri, diğer yana bombaları, insansız hava araçlarını, istihbarat çalışmalarını var eden bir yerden ülkeden meselimiz ortaya çıkabilir. İkili oynamaların paralelinde, kentlerin talan edilmesi sınırlarının hiç edilmesi ve aralıksız zulme bir yandan var ettikleriyle arka çıkan -Türkiye- meselin özünü bildirir. Yalanın, riya ile birlikte işlevselleştirildiği, ticari anlaşmaların ardı kovalanırken, cerahatin bir biçimde yeniden biçimlendirildiği bir kırıma taraf olmasının ne kadar hazin bir sureti / eylemi var ettiği televizyonlarda arada sırada görülen kıyım hali ve bitimsiz bombardımanlardan belirgindir. Bu suçun bir başkasını, Azerbaycan sınırları içerisinde kalakalan geçersiz konulduğu zikredilen Artsakh’ın 2020 yılından bu yana süren istimlak / yok edilmesi sürecinde de görürüz. Yalanların Azerbaycan ile birlikte var edildiği, önce onlar başlattı, otuz bir yıllık intikam, rövanşımız çok ağır olacak diyerekten kurumsallaştırılan bir kin ile önce yıllar sonra bir savaş var edilir. 6000 Ermeni, 4000’in biraz daha üstünde Azeri’nin can verdiği bir kırım hali var edilirken, yerli ve milli medya insansız hava araçlarının isabetinden, baş amirin damadı olagelen bir temsili değil sahiden insanlık suçlusu bir zatın firmasının güzellemelerine yer verilir. Bunların bunca yalanların kıyısında, dokuz ayı aşkın insani ihtiyaçların yok sayılması / esirgenmesi neticesinde daha geçen ay yüz yirmi bine yakın insanın bir günde topraklarından / yurtlarından edilmesinin utancı hangi yana düşecektir ki sahiden? Riya ile yalanların birlikteliğinde cürümler ardılı sıra güncellenirken kim / neyin / ne şekilde hesabını verecektir ki sahiden?
Burnumuzun ucunda devam eden İsrail – Hamas / Filistin meselesinin var ettiği bir başka boyutunu meramımıza Evrensel Gazetesinden iliştirelim: “İsrail'de Hamas tarafından esir alınan İsraillilerin kurtarılması için Savunma Bakanlığı önünde gösteri düzenlendi.
Yediot Ahronot gazetesinin haberine göre, Tel Aviv’deki Savunma Bakanlığı önünde yaklaşık 200 İsrailli toplandı. Netanyahu hükümetini protesto eden grup, esir alınan İsraillilerin serbest bırakılmasını isteyerek ateşkes talep etti. Eylemde Netanyahu’nun istifası talebi de dile getirildi.
Hamas’ın 7 Ekim saldırısında 300’ü asker yaklaşık 1500 İsraillinin öldürüldüğü açıklanırken, Gazze’ye götürülen 200 kadar da rehine olduğu duyurulmuştu. Bunların bir kısmı askeri bir kısmı sivil rehineler.
İsrail Ordu Sözcüsü Daniel Hagari, son açıklamasında rehin alınanların sayısının 212 olduğunu bildirdi. Hamas ise dün ABD ve İsrail çifte vatandaşı olan anne-kız iki rehineyi serbest bıraktı.
Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin el Kassam Tugaylarının sözcüsü Ebu Ubeyde iki rehineyi daha serbest bırakma niyetlerini arabulucu Katar’a bildirdiklerini ama İsrail’in bu kişileri almayı reddettiğini iddia etti.
Ebu Ubeyde, “Katarlı kardeşlerimize, Nourit Yitshaq ve Yokhefed Lifshitz’i de insani gerekçelerle ve karşılığında hiçbir şey beklemeksizin serbest bırakacağımızın bilgisini verdik. Fakat İsrail işgal hükümeti onları almayı reddetti” ifadelerini kullandı. İsrail ise iddiayı kabul etmiyor.”
Bir tevatür değil doğrudan yalanların hakikat kılındığı zeminde, bir tufan kopmaya, cerahat eliyle hayatlar yağmalanmaya devam olunuyor. Netanyahu’nun kumaşının, ol Hamas’ın silahlı kanadından pek de farklı olmadığının açığa düştüğü bir zeminde cürüm üstüne cürüm, ölüm üstüne ölümler var ediliyor. Sadece 22 Ekim-23 Ekim arasında bütün bir gece boyunca üç yüz kadar hedefe bombaların yağdırıldığı, dört yüze yakın insanın canının hiç edildiği bir kırım var edilir. Tek bir günde birkaç yüz insanın hayatlarının aleni bir biçimde çalınmasının dert olunmadığı bir zeminde kurulan her yalandan mülhem cümleyle bir başka cehennem imgesi yenilenir. Bir tevatür değil doğrudan akla / fikre / bedene yönelik politik bir cerahat istemi ve imaliyle yaşama eylemi eksik kılınır. Ortadoğu’nun en kestirmeden hakikatin alaşağı edildiği bir cerahat sarmalına rehin edildiği yere dönüştürülmesinin utancı aralıksız üçüncü haftasına ilerlemektedir. Böylesi bir ince hesap kitapla, Gazze’de tüm alanda sıkışa kalan insanların hayatlarının hiç, hemen burunlarının ucundaki Kfar Azza’dan, Siderot’a, Aşkelon’dan Ashdot ve Tel-Aviv’e pek çok başka yerdeki öteki sanılanların da yok addedildiği bir girdap, insan elli bir yıkım / cendere sahası var edilir iyi de hayat nerede var edilebilecektir ki!
Bianet’ten aktaralım: “İsrail ordusunun Gazze Şeridi’ne yönelik saldırıları bugün itibariyla 17. gününde sürerken, Batı ana akım medyasının da İsrail yanlısı yayınları devam ediyor.
İngiltere merkezli Sky News'in haber programına katılan Filistinli gazeteci ve insan hakları savunucusu Yara Eid, kanalın kullandığı manipülatif ve yanıltıcı dile tepki gösterdi.
Yara Eid 'ahlaki sorumluluğu' hatırlattı
Sunucu Gazze'deki durumu anlatırken İsrailli kayıplardan "öldürüldü" (İngilizce "killed") diye bahsederken Filistinli kayıplar için ise "öldü" ("died") kelimesini kullanınca gazeteci Eid, yorum yapmaya başlamadan önce şunları dile getirdi:
"Neler olup bittiği hakkında konuşmaya devam etmeden önce şunu söylemek istiyorum, neler olduğunu ilk anlattığınızda 'İsrail'de bin 400'den fazla kişi öldürüldü, Filistin'de ise 4 binden fazla kişi öldü' dediniz. Bence bu dili kullanmak çok önemli çünkü bir gazeteci olarak olan biteni haberleştirmek gibi ahlaki bir sorumluluğunuz var."
Filistinliler öylece ölmüyor
Sky News dışında BBC gibi Batı ana akım medyasının kullandığı manipülatif dile dikkat çeken Eid, "Filistinliler öylece ölmüyor, öldürülüyorlar. Aslında son 75 yıldır etnik temizliğe, soykırıma maruz kalıyorlar" ifadelerini kullandı.
Londra'da yaşayan Eid, sunucunun yaşananları "İsrail-Hamas savaşı" şeklinde tanımladığını ancak bunun böyle olmadığına dikkat çekerek şunları kaydetti:
"Bunu bu şekilde çerçevelemek çok yanıltıcı çünkü bu sanki iki eşit güç algısı veriyor ancak İsrail işgalci bir güç. İsrail'in aynı zamanda Gazze'de yaşayan tüm sivillerin ve çocukların canını koruma sorumluluğu var. Fakat görüyoruz ki öldürülenlerin bin 700'ü çocuk! Yani bu savaş aslında Hamas'a karşı değil" dedi.
"Olduğu gibi haberleştirin"
"Hatta İsrailli sözcülerin çoğu, bunun açıkça Gazze'deki sivillere karşı bir savaş olduğunu söyledi" diyen Eid sözlerini şöyle sürdürdü:
"Biz Hamas'sız bir dünya hayal etsek; Batı Şeria'yı düşünürsek, Filistinliler öldürülüyor, toprak hırsızlığı var, etnik temizlik var, hapsetme var. 170'i çocuk 5 bin 200'den fazla Filistinli, şu an İsrail hapishanelerinde bulunuyor. Bu sadece 7 Ekim'de olanları sulandırmak değil, bu 75 yıllık bir işgal, Filistinlilerin etnik temizliği ve soykırım. Ve bir gazeteci olarak neler olup bittiğini haberleştirmeniz ve olduğu gibi söylemeniz gerekiyor."
Manipülasyonda ısrar
Eid'in tepkisi ve konuşmasını gözardı eden sunucu manipülatif söylemine devam ederek bu kez de Eid'e "Hamas İsrail'e saldırı başlattığında bir Filistinli olarak bundan sonra ne olmasını bekliyordunuz?" diye sordu.
Sunucunun yanıltıcı dilini tekrar etmesine şaşıran Eid, sözlerini "tekrarladığı için özür" şunları söyledi: "Bu yanıltıcı çünkü 7 Ekim'deki saldırıyla ilgili olup bitenleri sulandıramazsınız. Hadi 2014 hakkında konuşalım, hadi 2021 hakkında konuşalım. Tüm saldırılar hakkında konuşalım. Gazze hakkında konuşalım."
Bir tevatür değil, hakikat kılınmış olagelen yalanlarla birlikte hayatın biricikliği ayaklar altına alınıyor. İsrail devletinin aradığı fırsatı var eden El Kassam Tugayları / Hamas vs. isimlendirmelerin ardından çıkagelen yegane şey yalanlarla birlikte bir yıkımın sahiciliği olur. Baş efendinin gün aşırı, propaganda faaliyeti olarak Hamas güzellediği bir zeminde cürmün, yıkımlara, nihai anlamda daracık bir menzilde sıkış tepiş hayata tutunan Filistin’in Müslüman, Arap, Ezidi kimliklerinden mülhem yapısının köküne kibrit suyunu dökmek için var edildiği de bir kenarda işlenmeye devam olunandır. Bir tevatür hali değil artık kesintisiz bir güç savaşları içerisinde sıradan hayatların izlerinin ezildiği, yaşamsal ol haklarının talan edildiği bir zamanı arşınlıyoruz. Dün Ukrayna, dün Tigray, dün Artsakh, dün Yemen, dün Rojava ve dün pek çok başka yerde, zeminde var edilmiş olanın her nasıl yeniden imal olunabildiğini İsrail’de, Filistin’de ve onun bir parçası Gazze Şeridi sınırlarında görüyoruz. Bildiğimiz tüm anlamlarıyla barışma mefhumuna sahip, sahi ama sahiden de sahip çıkamayacaksak birlikte, bütün o zorbaların, zorbalıklarında hiç edilmek istenen hayatlarımızla kurbanlık sıramızı bekleyeceğiz. Düşünür müydünüz...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Photo Courtesy::: Amir COHEN – Reuters via The Jerusalem Post
3 notes · View notes
seslimeram · 2 hours
Text
Ömür Törpüsü
Tumblr media
Baskın, ezberci, kendini tekrarlaya tekrarlaya çürüten / ömür törpüsü bir ülke gerçekliğini yaşıyoruz. Biteviye dile pelesenk edilmiş olanların yamacında yeniden filizlendirilmiş ola gelen tüm ötekileştirme hali bir kısır döngüyü var ediyor artık. Kesintisiz bir cerahat hali, bunları topaçlayan bir nefret söylem / eylem toplamında hayatın mahvına çabalar aleni bir biçimde kesintisiz var ediliyor. Ne hazindir ki koca bir devlet olunduğundan bahis açmayı sürdürürken kimleri, yönetim katı, üstü kalabalık, sırtı sıvazlananlar derin bir açmaz, belli başlı bir kör karanlığın ortasına demirleyen / bunlardan uzaklaşmaya çaba sarf etmeyen bir ülke gerçekliği söz konusu ediliyor. Ezber edilmiş şeylerin kıyısında hedef kılınanların canlarının yakıla geldiği bir tekrar şablonu devreye konuluyor. Ne eksik, ne mübalağa.
Doğrudan yüz dokuz yıl önce bu topraklarda insan eliyle var edilebilecek ender / sınırları belirsiz bir karanlığın / adıyla sanıyla bir kıyametin varlığının nasıl da “güncel” bir mesel olduğundan bahis açılabilir pekala. Yılın üç yüz altmış beş gün altı saati, ömrü hayatın bir biçimde tamamını Ermeni kimliği ile yaşamaya mecbur olanların o yaralarına edilmedik, söylenmedik hakaret konulmaz. Bu satırların yazarı olagelen benim kan bağım olan on bir kardeşten, bilinen yedisinin katledildiği bir Sebastia gerçekliğini sormak, el aman değil bir tek anlığına dahi olsa o karanlığı düşünmeleri için komşularımızı davet etmek hala ve hala nedensiz değil afaki bir Anadolu İrfanı ile linç edilir. Düpedüz baskın / basmakalıp, kendini ezberlerinde var eden ve “tehcir bayramınız kutlu olsun” gibisinden, yetimliğimiz için en ağza alınmayacak tehditleri var edenlerin, küfre tutunanların daha önceki yıllardan tecrübe ettiğimiz gibi on sekiz yaş altı çoğunlukla çürümüş bir ideolojinin / atsız, turancı, bozkurt falan diye katara dizilen bir istikametten çıkış yapan hevesliler olduğu meydana çıkar. Bunca rezil kepazeliğin içerisinde yaşam her gün derdest edilirken, o küfürleri ede durana da, hakaretleri saydıran tiplemeleri de bulurken bu cerahat haline arka çıkmaların bir sonu gelecek midir? Üstelik zaman ve dahi yıkım onları da ayrıştırmadan var edilirken sahiden bir son gelecek midir?
Mezopotamya Ajansından aktaralım: İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin, 1997 yılından beri üniformalıların karıştığı binden fazla davayı takip ettiklerini ve söz konusu davalardan sadece bir tanesinden ceza çıktığını söyledi.
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Mêrdîn Kadın Meclisi, 1 Mayıs İşçi Bayramı etkinlikleri kapsamında “İnsan Hakları Mücadelesi ve Kadın" konulu söyleşi gerçekleştirdi. İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Eren Keskin’in konuşmacı olarak yer aldığı söyleşiye çok sayıda kişi izleyici olarak katıldı.
‘Yaşadığımız Coğrafya Bir Soykırım Coğrafyası’
Sözlerine “Yaşadığımız coğrafya bir soykırım coğrafyası” diyerek başlayan Keskin, 1915 Ermeni ve Hristiyan halklarına dönük gerçekleştirilen soykırımı yapan İttihatçı zihniyetin Cumhuriyeti kurduğunu belirtti. “Cumhuriyet bir kopuş ya da devrim değil. Cumhuriyet soykırımcı zihniyetin devamı olarak kurulmuş” diye devam eden Keskin, yine cumhuriyetin tek kimliği temel aldığını aktardı. Keskin, “Aslında bugün de yaşadığımız sorunların temeli bu. Sadece Türk ve Sünni kimliğini temel alan bir militer cumhuriyetten söz ediyoruz. O nedenledir ki, bu kadar büyük hak ihlalleri yaşıyoruz. Bu cumhuriyet maalesef ki konuşmaya da izin vermiyor. Hepimiz ya adli kontrollüyüz ya da cezaevinde. O nedenle 1915 soykırımı tartışılmadan Kürdistan sorunu, Kıbrıs'taki askeri varlık gerçek anlamda tartışılmadan bu coğrafyada gerçek bir demokratikleşme söz konusu olmaz” dedi.
‘Cumhuriyetin Görünmeyen Yöneticileri…’
Türkiye Cumhuriyeti'nin bir görünürdeki yöneticileri, bir de görünmeyen yöneticilerinin olduğunu kaydeden Keskin, tartışmaların bugün sadece Tayip Erdoğan üzerinden yapılmasının da yanlış olduğunu aktardı. Keskin, “2002 yılında AKP iktidara geldiğinde devlet olabilmek için çok mücadele yürüttü. Avrupa Birliği yolunda bir hükumet görünümü veriyordu. Ardından AKP devlet ile anlaştı ve bugüne geldik” ifadelerini kullandı.
‘90’lı Yıllarda Fiziksel İşkence Yoğundu’
Keskin, 90'lı yıllarda İHD ile verdikleri mücadeleyi anlatarak, söz konusu dönemde gözaltına alınanlara dönük fiziksel işkencenin yoğun olduğunu belirtti. Keskin, “İnsanlar sorduğunda kaba dayak anlatılırdı. Cinsel işkence olduğunu bilirdik ama kimse bahsetmezdi" dedi. Bir müvekkilinin cezaevinde iken yanına geldiğini ve tecavüze uğradığını aktarmasının bir dönüm noktası olduğunu kaydeden Keskin, "Sonrasında birçok kadın kendisine gözaltında işkence ve tecavüz edildiğini anlatmaya başladı" dedi.
‘İşkence Devlet Politikasıdır’
“Türkiye'de işkence bir devlet politikasıdır" diye devam eden Keskin; cinsel işkencenin ise bir savaş politikası olduğunu ve bu politikanın sürdürüldüğünün altını çizerek şunları söyledi: “İşkencenin belgelenmesinde mahkemeler sadece adli tıp raporlarını delil olarak kabul ediyorlar. Oysa Adli Tıp Kurumu da bir devlet kuruluşudur. Siyasi iradeye bağlı olduğu için işkence raporlarını tam olarak vermiyor ya da hiç vermiyor. Zaman içinde hem AKP’nin AB siyaseti izlemesi, hem kadın hareketinin gücü, hem de Kürt kadın hareketinin taleplerinin yükselmesi nedeniyle değişiklikler oldu. Ve daha sonra hepimiz için çok önemli olan İstanbul Sözleşmesi geldi. Aslında İstanbul Sözleşmesi Kürdistan'dan çıkan mücadelenin ürünüdür.”
'Bin Dosyadan Birine Ceza Verildi'
İHD olarak 1997 yılından beri üniformalıların karıştığı binden fazla kadın davasını takip ettiklerini ve söz konusu davalardan sadece bir tanesinden korucu olan bir şahsın ceza aldığını söyleyen Keskin, “Sadece bir korucuya ceza verildi. O da kadın doğum yaptığı ve çocuğun korucuya ait olduğu tespit edildiği için ceza aldı” dedi.
Baskın, ezberci, kendini tekrarlayarak bir kırılmayı hemen her güne içkin kılan bir cerahat haliyle memleket kuşatılır. Baskıcı, ezen, despotizm ile nefes alan gel gelelim nefretten ol ötekisine ayrımcılıktan bir adım ötesini düşünmeyen bir yıldırı cumhuriyetinin adım adım her nasıl bina olunduğu İnsan Hakları Derneği Eş Genel Başkanı Avukat, Eren Keskin’in beyanlarında görünür kılınır. Yıkıcı bir iktidar pratiğinin devletin kurucu köklerinden tam da bugünlere kadar sürekli olarak yeniden var edildiği bir zeminde, hem açmazları hem de salt Ermeni, Süryani, Rum / Pontos, Nasturi, Keldanilere yönelik değil aynı zamanda da Kürd / Alevi halklarına yönelik ortaya çıkan şiddet pratiklerinin nasıl var edildiğine de dikkat çeker. Her şey aralıksız bir biçimde salt sırf, “insanı” teslim alabilmek içindir, ne eksik ne fazla. Askeri bir tahakküm şeceresinin üstüne boca edilmiş demokrasi lafzının hiç de iyiyi değil tam aksine bir şeylerin tersine gittiği bir ülkeyi güncellemek adına olduğu her adımda bir kere daha belirginleştirilir. Soykırım pratiğinin ardından çıkagelen her hamlede, ol tahakküm ekseninde imkanlarla var edilmiş yok etme saiki başkalarının da Türk / Sünni kimliğinden olmayan / görülmeyenler için de birer sınamayı var edeceği kesintisiz kanıtlanır. Doksanlı yıllara dair örneklerin, işkencenin bir devlet politikası haline dönüşümünün yanı sıra, Emval-ı Metruke kanunundan, Varlık Vergisine, 20 Dolar 20 Kilo uygulamasından, soy kodu fişlemelerine, kentlerin / köylerin demografik yapıları üstüne hak iddia etmelerden, o yaşam sahalarını tarumar etmeye, dönüştürmeye, asırlık bir denklem, asırdan da uzunca bir zamandır sürdürülen bir hınçla hizada tutma söz konusu edilir. Bunca kötülükle tek bir iyi gün söz konusu edilebilir mi? Kör karanlıkların hamisi olagelen bir devletin Türk’e vereceği herhangi bir olumlama söz konusu olabilir mi? Geriye kalan her şey zaten yukarıdaki toplantıda var edilmiş cümleler ile aktarılırken o inkarcılığın, cezasızlığın, siyaset sahnesine lekesiz temsillerin(!) eylediklerinin hesabını kim nasıl verecektir?
Yeni Yaşam Gazetesinden aktaralım: “DFG yaptığı yazılı açıklama ile , 3 gazetecinin tutuklanmasına tepki göstererek, ‘Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sorunların çözümü için basın ve ifade özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırın, gazeteciliği yargılamaktan vazgeçin’ dedi
Dicle Fırat Gazeteciler Derneği (DFG), 23 Nisan’da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma kapsamında İstanbul, Ankara ve Riha’da yapılan ev baskınlarında gözaltına alınan 9 gazeteciden 3’ünün tutuklanmasına dair yazılı açıklama yaptı.
Tutuklamalara dikkat çekildi
Açıklamada, Mezopotamya Ajansı (MA) muhabirleri Esra Solin Dal ve Mehmet Aslan ile gazeteci Erdoğan Alayumat’ın dün gece geç saatlerde tutuklandığına dikkat çekildi.
Tecridi işlemek suç değil
Gazetecilere savcılık ve hakimlik ifadelerinde haberlerinin sorulduğu hatırlatılan açıklamada, “Gazetecilerin özellikle bu ülkenin ana gündemleri olan Kürt sorunu, savaş, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecridi işlediği tüm haberleri cımbızlanarak suç gibi gösterilmeye çalışıldı. Kürt sorunu ve tecridin bu ülkenin temel gündemlerinden olduğunu, gazetecilerin bu konuları işlemesinin suç olmadığını hatırlatıyoruz” denildi.
Gazeteciliği yargılamaktan vazgeçin
Gazetecilerin görevinin haber yapmak, haberleriyle toplumu bilgilendirmek olduğunun altının çizildiği açıklamada, şu ifadeler yer aldı: “Sansür, soruşturma, engelleme, dava ve tutuklamalarla gazetecileri susturmaya çalışan iktidara çözümün gazetecileri hapsetmekte olmadığını bir kez daha hatırlatıyoruz. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sorunların çözümü için basın ve ifade özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırın, gazeteciliği yargılamaktan vazgeçin.”
Özgür Basın geleneğinin tüm saldırılara rağmen sürdüğü belirtilen açıklamada, “2022 yılından bu yana hız kazanan baskılarda yaklaşık 40 gazeteci tutuklandı, yargılandı ancak çalışmaktan vazgeçmedi. Son operasyonda da değişen bir durum olmayacaktır. Tüm meslek örgütlerine ve halklara da haber alma hakkını ve gazeteciliği savunmak için ortak mücadele etme çağrısında bulunuyoruz. Gazetecilik Suç Değildir/ Yargılanamaz!” denildi.”
Yönelimini bariz bir biçimde ezberleriyle var eden bir devlet anlayışının suna geldiği tek, belki de yegane şey daha kalıcı kırılmalardır. Gazetecilerin haber verme işlevini, sarayın ol tek adam rejiminin sunduğu her şey güllük gülistanlık, propaganda bakanlığının emri, direktifi doğrultusunda var etmeyen herkesi bekleyen makus talihin gözaltı ve mahpusluk olduğu bir kere daha var edilir. Sorgulamak bir yana, gazetecilerin o aksettirilmeyen her şeyi başta yaşamsal müdahaleler, zorbalıklar, işkenceler sonrasında da Kürd sorununun tam da göbeğinde yer alan mesel / tecrit / ayrımcılık ve inkara karşı var ettikleri hemen her mücadele hedef kılınmaları için kafi görülür. Biteviye demokrasiden, adaletten, hak ve hukuktan dem vurulurken mesleğini var ettikleri için üç insan tutsak edilir. Sonrasında Esra Solin Dal’ın çıplak aramaya maruz bırakıldığının notu avukatları aracılığıyla bildirilir. Hakikati bildirenleri hedef kılarak, doğrunun tek olduğu bir gerçekken, onları da halen dönüştürüp, yok sayıp, inkar ederek mutlak ve kati baskıcı bir şablonu sürekli var ederek hangi demokrasiden bahis açılabilir! Gazetecilik ne ara terör faaliyeti / dolaylı bir eylemsellik / yancılık olarak görülür oldu, meçhuldür!
Hukukun, adalet pratiğinin rafa kaldırıldığı bir zeminde kötücü ezberlerle, kör kör parmağım gözüne hamlelerle birlikte bir cerahat menzili güncellenmeye devam ediliyor. Kötülüğü içselleştirip, mutlak / tek iktidarın var edilebildiği sanrısına tutuna tutuna heder edilmiş bir asırlık mücadelenin güncesinde milenyumun yirmi beşinci yılında ortalıkta tam da kesif bir koku yayılmaya devam ediliyor. Kati, mutlak ve her dem sabık bir aklın tezahürü olarak çıkagelen korkuları ileriye sürerek, daha baskıcı, daha korkunç, daha da insani olanı heder eden bir pratiğin izleri üstünde yürünüyor. Seçim sathı mahallinde ki o yerel seçimlerin sunduğu perspektifi dahi hezimet olmasına rağmen görmeyen, düşünmek bir yana sual etmeyen bir iktidar aklı yeniden muhaliflere, muhalefete, kendisinin sınırları / kriterleri dışında kalakalan herkeslere daimi bir saldırganlığı güncellemeye devam ediyor. Bütünüyle bir memleketin çürütülmesi, esir kılınması, haklarından feragat etmesi, müştereklerinin talanının icraat gibi duyurulduğu bir zemin güncellenmeye devam ediliyor. Ezber edilmiş şeylerin yıkıcı / tarumar edici hallerinde bir kere daha bir memleket ev olmaktan çıkartılıyor. Gümbürtüde var edilmiş tahakküm veçhesinin kıyısında, madun siyasetin yara bere içinde kalakalmış olan halka dair doğrudan tek bir çözüm hamlesi çıka gelmiyor. Böyle bir girdapta yarına dair umudun mahvı için eldeki imkanlar seferber olunuyor. Asırlık ülke, demokrasi, hürriyet ve adalet konusunda inkarı bir kenara terk edip, sorunlarına dair ortak akıllı bir müzakere, çözümleme bahsine geçmiyor. İş işten geçerken... Yıkım, eksiltme, sonsuz bir sınama her yeri kapkaranlık kılmaya devam ederken... Sahiden, öyle...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Van. 328 [1912] – Köylü Ermeni Kadınlar Milli Elbiseleriyle – Nar Niyetiyle Sergisinden Bir Kesit – Art Column
0 notes
seslimeram · 1 month
Text
Özgürlük Mefhumu
Tumblr media
“Özgürlükle ne kastettiğimiz konusunda açık olmalıyız, zira özgürlük başından beri, bireye ait olan serbestiyle aynı şey değildi, toplumsal olarak koşullanan ve toplumsal olarak paylaşılan bir şeydi. Özgürlük, hayatın belirli bir toplumsal ve siyasal örgütlenişinin sonucu olarak kazanıldığı için, diğerleri özgür olmadığı sürece hiçbir insan özgür değildir.” Wendy Brown - Eleştiri Seküler Midir? - Açılım Kitap
Sınırları afaki kılınmış bir yaşamsal pratiğin / hayatın temel odaklarından birisi olarak var edilen özgürlüğün nasıl da laf kılındığını sorgulayan bir meram ortadadır. Wendy Brown, çağın var edilmiş bir salgın gibi ötekisini def etme alt etme çabalarına karşı sözün bizatihi eylemin nasıl da yaşamdan yana kurulması gerektiğini göstere gelir. Erk, muktedir pratiği olarak nakşedilmiş olagelen tahakküm olgusunun, tehdit / terör / taciz üçlemesinin arasız, fasılasız her güne içkin addedildiği bir zeminde, öteki sanılan özgür kılınmadıkça kimseyi özgür olarak göremeyeceğimiz bir dünyanın binasına devam olunuyor. Ne yol, ne izan, ne anlam, ne yön, ne tek satır açıklama. Tümüyle afaki bir biçimde bütünüyle çitlenen, sınırlı ve her günü muğlak bir özgürlük kırımının orta yerinde yaşam mahvedilmeye sevk olunur artık. Tümüyle kesintisiz bir halde tahakküm veçhesi imal edilirken toplumsal ve siyasal özgürlük metaforu da yerle yeksan edilir. Ötekiler yeniden kamusal olarak addedilen sınır dışına itilir.
Birbirinin aynısı, yekpare bir ezberden meram eyleyen, baş efendi ve baş faşistin ortaklığı dahilinde sunulmuş olagelen şeyin de aşağı yukarı bu minvalde bir toplamı imal ettiğinin altını çizebiliriz. Özgürlük mefhumunu sınırlandırırken, bununla bir gelecek tahayyülünü imal ettiğini, kimselerin ne fikrine, ne yaşam görüsüne karışmadıklarından bahis açarken bir yandan da en olmayacak şeyleri olur addeden, tüketen, yıkıcı ve özgürlüklere kastın her ana pay edildiği bir memleket bina olunur. Tümüyle seçim sathı mahallinin var ettiği açıklardan da feyiz alarak yinelenen bir tahakküm şeceresi hakikatimiz kılınır. Gün aşırı, iki miting, onlarca farklı mekanda zikredilen onlarca bahisle bir memleketteki yaşamak olgusunun talan edilmesi, özgürlük mefhumunun da sınırlı bir kesime ait kılınmasının yolu açılır. Ak parti iktidarının sunduğu, faşistler ve kendisinin laciverdi olagelen küçük tefek partilerin fundamentalist, kati ve kötücül eksenlerinde cirit atan bir tahayyül gerçek kılınır. Demokrasi sizlere ömürdür bir kere daha.
Bianet’ten aktaralım: “Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu, bugün (Mart 23) İstanbul’daki Kadıköy İskelesi’nde "İstanbul'da talana, kanala, Murat Kurum'a izin verme" sloganıyla basın açıklaması düzenledi.
Açıklamada, Kanal İstanbul Projesi’ne karşı verilen mücadelede aktif rol alan ve 30 Ocak 2024’te Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekilliği düşürülen avukat Can Atalay’ın fotoğrafı da yer aldı.
Açıklamada, projenin İstanbul’a vereceği zararlar vurgulanırken, AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Adayı Murat Kurum’un projeye dair net bir tutum almadığına da dikkat çekildi.
“İlave 1,5 milyon insan”
İstanbulluları Kurum’un İBB adaylığına ve rant projelerine karşı mücadele etmeye çağıran koordinasyonun açıklaması kısaca şöyle:
“Kurum’un ‘gündeminde olmayan’ ve hatta Erdoğan’a ‘başka önceliklerim var’ diyebileceğini iddia ettiği sırada Kanal İstanbul projesinin ‘kalbi’ olarak ifade edilen Arnavutköy Dursunköy’de bir projenin ihalesi daha yayımlandı. Gerçeklerin gizli kalmamak gibi bir huyu var, tıpkı Kurum’un mal varlığı beyanında unuttuğu üçüncü evi gibi… Yıllardır söylüyoruz, bu proje İstanbul’un son tarım alanlarını, göllerini, derelerini, ormanlarını, bizimle birlikte yaşayan hayvanları, endemik bitki çeşitliliğini ve İstanbul’un tarihini yani bölgedeki binlerce yıllık kültür varlıklarını yok edecek.
“Kanal İstanbul’un, İstanbul için ilave minimum 1,5 milyon insan demek olduğunu biliyoruz. İstanbul’un ciddi bir ulaşım sorunu olduğu da hepimizin malumu, İstanbullunun bu sorununu çözecek en önemli vaat ‘toplu taşıma’ iken Murat Kurum metro projeleri yerine yol/otoban vadediyor. Niye? Cevabı biz verelim, çünkü en ucuz ve doğaya da en az zarar verecek çözüm kendisinin ve iktidarın umurunda değil.
“İmar aflarının mucidi”
“Biz bu filmi daha önce gördük. İmar aflarının mucidi, Kanal İstanbul’un en büyük savunucusu, 6 Şubat depremlerinin Şehircilik Bakanı Murat Kurum İstanbul’u en iyi ben yönetirim iddiasında ama deprem bölgesindeki halkın bir yıldır yaşadıklarını da bildiğimizden bu sözlerin ‘boş seçim vaadi’ olduğunu ve halkın bu vaatlere karnının tok olduğunu söylüyoruz.
“Ya Kanal Ya İstanbul Koordinasyonu olarak ilân ediyoruz: Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı olarak işlediği suçlara yenilerini eklemek isteyen Murat Kurum’a biz İstanbullular geçit vermeyeceğiz. Yeni rant ve talan politikalarına izin vermeyeceğiz. Bugüne kadar olduğu gibi bu seçimde de ‘atı alan Üsküdar’ı geçti’ deseniz de mücadele etmeye devam edeceğiz, size ‘Kanalı yaptırmayacağız’. İstanbul halkını yerel seçimlerde Murat Kurum’a oy vermemeye, her daim kenti ve doğayı talan eden rant projelerine karşı mücadele etmeye çağırıyoruz.”
Basitçe ve doğrudan bir talanın önünü alabilmek için birkaç satırlık bir itiraz ancak var edilebiliyor. Düzenin, özgürlükler, hürriyetin tam ve eksiksiz hali, eşitliğin tabandan başlayarak herkesi kapsadığı bir tahayyül olarak yaşatılmadığı bir zeminde, kapalı kapılar ardından bir cendere, doğa için de bir kere daha katliamın çıkmaması için ses veriliyor iş bu menzilde. Rant için var edilen talanın bir kere daha hayatı gölgelediği bir zeminde olan bitenin kesintisi bir yok etme kültü olduğu bir kere gözler önüne seriliyor. Velev ki seçildi Kurum, hemen arkasından bina edileceklerle birlikte bir yaşam hattının daha bile isteye mahvedilmesinin İstanbul sathı mahalline hangi yaraları beraberinde getireceği en kestirmeden açıklanıyor. Özgürlük bahsi kullanışlı bir aparat kılınırken, tahakküm etmeyi aralıksız var eden, sonsuz bir girdap halinde parayı veren düdüğü çalar istediğini de yapar istikametinin zorbalığını içselleştiren, sahip çıkan bir iktidar mefhumunu gözler önüne getirdiğimiz vakit, doğanın yıkımını dahi kendilerine kar sayanların halini açığa düşürür. Olmayan / belki var edilemeyecek bir kanal hikayesinden, yıkıcı olacağı bağır çağır bildirilen depreme karşı önlemleri öncelemeyen, buna dair tespit / eylem planlarını daimi bir biçimde unutturmaya sevk eden, göz ardı eden bir iktidar pratiğinin İstanbul’u toptan yok etmesinin önünü alabilecek her ne vardır bir seçimden gayri. Bir de 2019’dan bu yana sürekli güncellenen bir buçuk milyon konutu dönüştüreceğiz mevzusu vardır ki, her seçim döneminde bizzat Murat Kurum tarafından zikredilip daha sonra denilmemiş gibi yapıla yapıla bugünlere gelinmiş bir tavır söz konusuyken, İstanbul’un sonunun da sonu olagelen ciğerlerinin talan edilmesi özgürlüklerin neresine dahil olur. Bir kere daha hayatı mahvetmenin bir olur hali var edilirken buna dur diyebilecek bir itiraz mekanizması söz konusu olacak mıdır? Düşünür müydünüz...
Tek bir konuda dahi nasıl bir istikametin yakalandığı ortadayken, memleketin genelinde var edilen o tahakküm halinin iç parçalayıcı sureti önümüze düşüyor. Her defasında yeni, yepyeni masallar anlatılırken, kapı eşiklerinde halklar alınıp satılıyor. Haklar yeniden ve yılmadan kırpılıyor. O doğa kırımı senin, bu düzlem benim, şu rant sizin, bu takiye her ama herkesin denilerek muktedir makamı kendi içinde bölüşümlere girişirken sıradanın hayatta var olma hakkı en baştan talan ediliyor her gün bir kere daha. Müştereklerimizin yerle bir edildiği bir zeminde özgürlüklerin talanı önce yaşamsal olan hak / ide / eylemi derdest ederek söz konusu edilir. Biteviye ardından çıkagelen yok etme, ezme ve biçme hallerinin yekununda o müşterek olanın talanı bitimsiz bir yağmaya dönüştürülür. Böyle bir menzilde hayatın ehven olanı nerededir? Bunca karanlığın ortasında bir yarın sahiden söz konusu edilebilir mi?
Özgürlük, hayatın belirli bir toplumsal ve siyasal örgütlenişinin sonucu olarak kazanıldığı için, diğerleri özgür olmadığı sürece hiçbir insan özgür değildir bahsinde değindiği gibi o Wendy Brown’ın dizdiği meram bir şeyleri şimdi aksettiriyor mudur? Otuz iki kısım tekmili birden, yetmiş iki milletin var ettiği bir bileşkeye haiz olduğu zikredilen bir zemin bugün en tahakküm ötesi, tahayyül edilenin dışındaki bir zorbalıkla kuşatılmaya devam olunuyor. Ol iktidar / avenesi / tayfası / çetesi şu ya bu isimlerle anılan takımı, seçilmişler için hayat her gün yeniden bir kazanıma dönüştürülürken, sıradan olanın hakkı da hukuku da topyekun lağvedilir. Bütünüyle özgürlük / eylemsellik / hak arama mücadeleleri “öcü” bilinip, terörize edilerek sorgulanmasın hiçbir şey istenir. Hizada durulan, üsttekilerin alt, en altta olanların canlarını okuduğu, dilediğini sınırlandırıp, dilediğini yok ettiği, kiminin bir ekmek için saatlerini harcaması lazımken, kimisinin komple fırını götürmesine karşın halen doymadığı bir oburluk ile sınanır ülke. Deneyimlenen, gerçekliğine kavuşturulan ol sınama, yeniden pay etme, hakkaniyet kavramları kendilerini ayrıcalıklı ilan edenler için bir başkalaşmış, dönüşmüş, teslim olmuş ülkeyi bir oyun parkına dönüştürür. Kasanın ve kasaya yakın duranların çıkar çatışmaları, rantiye, talan oyunlarında ne gün kalır ne de sahici bir gelecek. Önümüzdeki hafta bir yoğun gündem sarmalı içinde yine vatan, millet hikayeleri aksettirilirken bir seçim daha geçip gidecek. Tümüyle bir başına konulanların ol sahiden kimsesizlerin, ötekilerin, elinden hakkı, hukuku, sözü çalınanların birbirlerine derman olmak için mücadeleden gayri bir şans / ihtimallerinin olmadığı yer artık enikonu görünüyor. Tahakküm ve tehdidin bini bir paraya çıkarken bu gidişata, birbirinin aynısı bir kısır döngüde her gün yeniden sınanmaktan illallah etmediniz mi, hala mı... Hal, gidişat perişanlığın ta kendisiyken... Sahiden...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Mediaethics – Shadow – Dean STUART
1 note · View note
seslimeram · 9 months
Text
Tepetakla
Tumblr media
Tepetakla her şey. Söz eksik gedik. Hayat yara bere içerisinde artık. Alenen nobran belirli hatlardan güncellenen tahakküm hamleleriyle cürmün esiri kılınıyor o hayat erimi, şu yer, bu ülkedeki hayat imgesi. Ne söze yer var, ne atılan çığlıkları duyan eden. Kral şimdi tüm o varsayımların ötesinde çıplakken, yıkımın, yıldırı ve tahakkümün birlikteliğinde hemen her şekilde örnek kişilik olarak nakşediliyor. Çizginin dışına taşmak normatif kılınıyor. O hırsız, şu yağmacı, bu bezirgan, beriki memleket sevdasından ezip duran, tehditlerini kini birleştirerek var edenler elinde her şey tepetakla ediliyor, her an, her şekilde. Cürmün illa ki beraberinde sunulan, sulandırılmış bir milliyetçi, milli ve yerlilik mefhumunun yanında yamacında o tepetakla etmeler bir güncelliğe kavuşturuluyor. Sıradan insanların haklarını yerle bir etmek, sorgularını imkansız kılmak, cürme rehin bilmek / etmek yolunda yürüne durulan kılınırken bir biçimde akış tersine çeviriliyor. Müştereklerimiz talan ediliyor her anlamda, her yerde, her güne içkin bir halde, belirgin bir istemle.
Ne yol, ne yordam, ne anlam, ne sorgu geriye konuluyor tepetakla edilmiş bu düzlemde. Hayat mefhumu çepeçevre kuşatılırken, sözün kıymeti harbiyesi sıfırlanıyor bir kez daha ama asla son kez değil. Normun yerini eğrelti, düzeltilemeyecek olan bir çürümenin aldığı zeminde var edilen her şey o ters yüz edilmiş olagelen hayat imgesinin / eyleminin her ne hale konulduğunu da örnekler. Bugünün ülkesi bir sulta olarak güncellenirken bütün yeni ülke, yüzyıllık iddialı çıkışları, demokrasi ve medeniyet göndermelerinin altının tastamam boşaltıldığı yer gerçekliği söz konusudur. Tümden bir mahvediş şablonu güncellenirken bir biçimde tahayyül edilen ile hakikatin var ettiği uçurum kesintisiz kılınır. Cerahat her güne içkin, hayatın hedef alınması her yerdedir. Karanlık bir çağın temsili olagelen tüm ol ak parti cenahının var ettiği ülke gailesinin, milli, yerli diye kodladığı tahayyül / kapasite / eşiğin ötesinde sıradan olanın hayat hakkının bir kerede, bir anlığına değil doğrudan daim bir biçimde yutulması kesintisizdir. Tepetakla edilen hayatın ta kendisidir en kestirmeden, belki de yalın, dümdüz.
Bianet’e bağlanalım: “Hatay'ın Antakya ilçesine bağlı olan Dikmece Mahallesi'nde tarım arazileri kamulaştırılan depremzedelerin direnişinin onuncu, nöbet eylemlerinin ise dokuzuncu günü.
Dikmeceliler, seslerini duyurabilmek için bugün (8 Ağustos) Ankara'ya geldi.
Emek-meslek örgütlerinin çağrısıyla TMMOB Makina Mühendisleri Odası Eğitim ve Kültür Merkezi önünde yapılan eyleme katılan Dikmeceli yurttaşlar, ardından Meclis'e giderek temaslarda bulundu.
Dayanışma çağrısı
Dikmeceli yurttaşlar adına eylemde konuşan TÖP Hatay İl Sözcüsü Hasan Özgün, "Asırlık zeytin ağaçlarımızı elimizden almak istiyorlar. Biz buna hayır diyoruz" dedi.
Acele kamulaştırmaların deprem konutu inşası gerekçesiyle yapıldığını ancak Dikmece'ye bir kilometre mesafede hazine arazilerinin olduğunu belirten Özgün, şunları kaydetti:
"Üstelik zemini kaya, sapasağlam. Hazine arazilerinde yapmak yerine gözlerini zeytinliklerimize, köylerimize dikmişler. Biz sonuna kadar direneceğiz. Akbelen'deki kardeşlerimiz, sizin yaşadıklarınızı biz de yaşıyoruz. Bizim de karşımıza TOMA'yla, askerle, gazla, copla çıktılar. Ama hiçbirisi hayatımızdan, toprağımızdan, doğamızdan, zeytinlerimizden daha kıymetli değil."
Kamuoyuna çağrıda bulunan Özgün, "Deprem olduğunda sizin dayanışmanızla ayakta durduk. Sizin gönderdiğiniz suyla susuzluğumuzu giderdik. Sizin gönderdiğiniz battaniyelere sarıldık. Şimdi zeytinliklerimiz için, toprağımız için, doğamız için dayanışmanıza ihtiyacımız var. Dayanışarak, birleşerek, mücadele ederek havamızı, suyumuzu, toprağımızı, ormanımızı, zeytinliklerimizi mutlaka koruyacağız" diye konuştu.
"Bir köyün yüzde 80'inin kamulaştırılması zulümdür"
Eylemin ardından Meclis'e geçen Dikmeceliler, Yeşil Sol Parti ve CHP'nin grup toplantılarına katıldı, ayrıca her iki partinin heyetleriyle toplantılar yaptı.
Yeşil Sol Parti'yle yapılan toplantıda konuşan Dikmeceli Ali Esmer, devletin toplu konut yapmasına karşı olmadıklarını belirtti, "Ancak binlerce dönüm hazine arazileri mevcut, önce buraları değerlendirsinler. Bir köyün yüzde 80'inin kamulaştırılması bir zulümdür, biz bunu böyle görüyoruz" diye konuştu.
Cafer Tümer adlı yurttaş ise Dikmece'de sadeece "Birinci Etap" inşaatı kapsamında acele kamulaştırılan arazilerin yüzde 95'inde asırlık zeytinlikler olduğunu belirterek yaşananlara tepki gösterdi.
"Zeytinlikleri Koruma Yasası Çiğneniyor"
Yeşil Sol Parti Eş Sözcüsü Çiğdem Kılıçgün Uçar, partisinin Meclis grup toplantısında yaptığı konuşmada, Dikmece'ye ilişkin şunları söyledi:
"Dikmece'de Zeytinlikleri Koruma Yasası çiğneniyor. Deprem konutları gerekçe gösterilerek adrese teslim bir kanun çıkarıldı. Tabii ki deprem konutları bir an önce yapılmalı ve ücretsiz bir şekilde depremzedelere verilmelidir. Ancak bu yapılırken halk ile iletişim kurulmak zorundadır. Çünkü yandaş şirketlere zeytinliklerin peşkeş çekildiği bir durumla karşı karşıyayız. Halkın geçim kaynağı olan zeytinliklerin kesilmesine izin vermedik, vermeyeceğiz, vermemeliyiz."
Ne olmuştu?
6 Şubat depremlerinde büyük yıkıma uğrayan Hatay'da, uzmanların tüm uyarılarına rağmen hızlıca başlatılan deprem konutu inşaatları kapsamında çok sayıda arazi kamulaştırıldı.
Antakya merkeze 10 km mesafedeki Gülderen ve Dikmece, arazi yapısı nedeniyle tercih edilse de bölgede zeytinlikler başta olmak üzere tarım arazileri bulunuyor. Depremzede yurttaşlar ise geçim kaynakları olan tarım arazilerinin kamulaştırılmasına karşı çıkıyor.
Gülderen Mahallesi'ndeki 61 parsel 14 Nisan tarihli Cumhurbaşkanı Kararı ile kamulaştırılırken, TOKİ'nin Dikmece ihalesini alan şirket de nisan ayı sonunda bölgedeki çalışmalarına başladı.
Dikmece'de 1415 adet konut inşaatı ile altyapı ve çevre düzenlemesi ihalesini alan Sarıdağlar İnşaat, kamudan aldığı çok sayıda ihaleyle biliniyor.
Topraklarının ellerinden alınmasına tepki gösteren Dikmecililer, 22 Mayıs'ta protesto eylemi düzenledi.
Yeşil Sol Parti Mersin Milletvekili Perihan Koca da Hatay'ın muhtelif yerlerinde deprem konutları için yapılan acele kamulaştırmaları haziran ayında Meclis gündemine taşıdı, "Dikmece'deki Arap Aleviler zorla göç ettirilmek mi isteniyor?" diye sordu.
29 Temmuz'da Dikmece'deki bazı tarım arazilerine iş makinelerinin girmesine tepki gösteren yurttaşlar, jandarma müdahalesine maruz kaldı.
Dikmeceliler, 30 Temmuz'da nöbet eylemine başladıklarını açıkladı.”
Tepetakla ediliyor her şey. Basitmiş gibi, öyle bilindiği için tam olarak yıkımı dahi artık idrak edilemeyen, yüz binlerce insanın canına mal olmuş bir deprem felaketinin üstünden bunca kısa zaman geçtikten sonra, o yok oluşu doğanın değil tam aksine insanın bizatihi o devletlinin var ettiğini gösteren bir yıkım çabası Dikmece’de var edilmek istenir. Hayatın bilabedel kılındığı zeminde cürümler, topyekun ipotek altına alınmak istenen zeytin ağacı ve buğday tarlaları gibi nice sahanın istimlak edilmesiyle o dönüşüm, tepetakla etmenin bir başka yüzeyi var edilmek istenir. Köyün yüzde sekseninin kamulaştırılması gayretinin başkaca bir okuması mümkün müdür? Arap Alevilerin yoğunlukta yaşadığı bir bölgeyi bu defa da deprem gibi bir felaket ardından istila etmenin, dümdüz ettikten sonra da hayatı var eden sahaları betona boğmanın neresinde bir doğruluk söz konusu edilebilir değil mi? Tümüyle nobran, kesintisiz bir biçimde hayata kasteden, onu dönüştürürken kimlikleri ve yaşam biçimlerini de tarumar etmeye devam eden bir devletli aklının karşısında tek bir ama tek bir ak parti temsilinin, vekilinden bakanına hiçbirisinin çıkmadığı, konuşmadığı ve dahi olan biteni sormadığı bir zeminde, bir avuç insanın seslerini duyabildiği bir uzam ve yerde hangi işi doğru olabilir ki bu ülkenin?
BirGün’den aktaralım: “Eski milletvekili Mahmut Alınak’ın 80 yaşındaki ablası Dilber Alınak, yol ortasında öldüresiye dövüldü ve şiddete maruz kaldı. Saldırı sonucu ağır yaralanan Dilber Alınak’ın hastanede yoğun bakıma alındığı öğrenildi.
Olay 9 Ağustos günü Kars’ın Digor ilçesinde meydana geldi. Ekrem Aybi isimli bir kişi sabah saatlerinde rutin yürüyüşe çıkan 80 yaşındaki Dilber Alınak’ın yolunu keserek kendisine şiddet uyguladı. Yaşlı kadını döven Aybi, Alınak’ın üzerindeki paraları, ziynet eşyası ve telefonunu da gasp ederek olay yerinden kaçtı.
Çevredekilerin fark etmesi üzerine Dilber Alınak hastaneye kaldırıldı. Yoğun bakıma alınan kadının hayati tehlikesi devam ediyor. Saldırgan Ekrem Aybi ise çıkarıldığı savcılık tarafından tutuklandı.
Hazine'ye Ait Araziyle Mi İlgili?
Rûdaw’ın haberinde aktardığı iddiaya göre saldırgan Ekrem Aybi, Hazine’ye ait bir araziyi işgal ettikten sonra araziye gelen yolu ulaşıma kapattı. Yolun kapanması üzerine Dilber Alınak’ın da aralarında bulunduğu o bölgede yaşayan kişiler Aybi hakkında belediye şikâyette bulundu. Şikâyet sonrası belediye yolu yeniden ulaşıma açıldı.
“Ablamı Tehdit Etmiş”
Eski milletvekili Mahmut Alınak “Bu kişi kuzenlerimin evine kadar gitmiş. Kuzenimi ve ablamı birkaç gün önce tehdit etmiş. ‘Bana destek olmadınız, belediye bu yolu açtı. Sizi yüzünüzden oldu bütün bunlar’ diyerek tehdit etmiş. Sabah saatinde de ablam yürüyüş yaptığı esnada yolunu kesmiş ve 5 dakika boyunca şiddet ile işkence uygulamış. Üzerindeki tüm değerli eşyaları ve telefonu da gasp ederek kaçmış” dedi.
Alınak, polis olayı açığa çıkarına kadar ablasının trafik kazası geçirdiğini sandıklarını belirterek, “Ablamın şu an bilinci kapalı ve hayati tehlikesi devam ediyor” dedi.
Saldırgan Akp Belediye Meclis Üyeliği Yapmış
Ekrem Aybi’nin geçmiş dönemde AKP Belediye Meclis üyeliği yaptığı ve en son yerel seçimlerde de AK Parti’den belediye başkan aday adayı olduğunu kaydeden Alınak şunları söyledi:
“Bu kişi yakalandığında akıl sağlığı yerinde olmadığı şeklinde hareketlerde bulunmuş. Ortalığı birbirine katmış. Savcılık da akıl sağlığının yerinde olup olmadığının tespit etmek üzere Elazığ Ruh ve Sinir Hastanesi’ne sevk etmiş” dedi.
Öte yandan Dilber Alınak’ın yeğeni Necla Alınak da sosyal medya üzerinden saldırıya tepki gösterdi. Alınak, “Bu kadın beni halam. 80 yaşında! Güpegündüz bir erkek tarafından dakikalarca dövülerek komaya sokuldu. Yoğun bakımda. Hayata tutunmaya çalışıyor. 80 yaşında bir kadın… 80 yaşında… Bir kadın!!!” ifadelerini kullandı.
Saldırganın İfadesi Ortaya Çıktı: Tanımıyorum
Öte yandan Ekrem Aybi’nin savcılıkta verdiği ilk ifadede Dilber Alınak’ı tanımadığını iddia ettiği öğrenildi.
Aybi “Kendisini tanımıyorum, soy ismini bilirim. Yıllardır da görmüyordum, yurt dışındaydı. Alınak ailesi ve Dilber Alınak’la bir husumetim yok. Fakat hatırlamadığım bir tarihte beni tehdit etmişti. Ana yol kenarında taksi ile ilerlerken onu gördüm ve hemen taksiyi durdurdum. Araçtan indim ve kadını dövdüm. Kadına ait gözlük, para ve dişlerini aldım” dediği belirtildi.”
Bir hayatın nasıl da umursanmadan pervasızca derdest edilebildiğini gösterir bir yıkım işte o Dilber Alınak’ın başına getirilen. Çürümüş bir düzenin köşe başlarını tuttuğunu iddia edenlerin, odağını çoktan kaybetmiş sureti temsillerin kör karanlığının güncellendiği bir zeminde yaşamın hiçe sayılması, seksen yaşındaki bir insanı komaya sokmak için ortaya saçılan uydur kaydır iddianın ötesinde kinin her nereye varacağını da gösterir. Bir ülkede un ufak edilmiş kanunların, hep kenarından kıyısından dolaşılan hakların, bariz ve belirgin bir rantiye pazarından pay kapma mücadelesinin ortasında bir insanın kendisine hak olarak görüp bir başkasına zulmedercesine işkenceyi sokağa taşırması, gasp etmesinin hesabı ne olur sahiden?
Yaşam mücadelesi vermek zorunda bırakılan Dilber Alınak’a uygulanan bu zorbalığın hesabını kim nasıl verecektir, verebilecek midir misal? Ekrem Aybi’nin savcılık ifadesi sonrası tutuklanmasıyla sulha varılır mı sahiden? Onca şey, o kadar tehdit, bir linç çabasının arkası da böyle kolayca bırakılıp, tamama erdirilir mi sahiden? Tepetakla edilmiş olan hürriyetin, hakkaniyetin, insana saygının temel ve en gereksinim duyulan şeyin anlayışın yok edildiği bir zeminde her birimizi bekleyen bir başka Ekrem Aybi’nin olabileceği gerçekliği korkunç sahiden de dehşetengiz değil midir? Hala değil midir?
Tepetakla her şey. Söz eksik gedik. Madun siyasetin müesses nizam eliyle kotarılmış olan tüm politizasyonun cenderelere çıkartıldığı bir zemin gerçek kılınıyor. Baş sıkıştığında ileri sürülen ekonomik darboğazı aşmak için olmadık savaş naralarına devam denilirken her yandan acı feryatlar yükselmesi göz ardı ediliyor. Bitti gitti denilenle mücadele etmeyi onu hep kenarda tutup yeniden kurgulamak, bütünleştirmek ve oyuna dahil etmek olarak algılayan bir siyasi yönetim sayesinde duraksamadan konu / mesele her ne olursa olsun hayat tepetakla ediyor.
Tümüyle çürümenin kıyısına taşınmış olagelen hayat idesini bunlar daha iyi günleriniz diye pazarlamayı sürdürüyor. Ne cerahat bitiyor, ne cürmün bu kadar afaki kol gezmesi. Ne yıkımın bir sınırı var, ne hayat ne ara bu kadar ucuza konuldu buna dair tek satır açıklama. Ne bu dünya sadece bizim değildir bahsine bir yanıtları söz konusu, ne bugünden yarına nasıl bir yere ilerliyoruz ona dair doğrudan bir tespit yahut da eylem planı. Her şey şahlanan ülke, yeni yüzyılı arşınlıyoruz, uçuyoruz kaçıyoruz ve daha bir dolu saçmalama ötesi tahayyülün arasında boğuntuya konuluyor.
Kimin nerede, nasıl, ne şekilde hangi yaralara sahip olduğu söz konusu edilmiyor. Bundan ala tepetakla olma söz konusu edilir mi? Burası Dingo’nun ahırı mıdır? Bu kadar afaki bir çözülme, her durumda apayrı bir yıkımın tezgahta işlendiği bir zeminde hayatın yönü her ne olur! Biçimsiz, derinliksiz, nobran ve kesintisiz bir şiddet / nefret sarmalına mahkum edilmiş, her şeyi yerle yeksan, doğası talan, gündelik yaşamı imkansız bir hale konulmuş – terk-i diyar edilmiş olagelen zeminde tepetakla olmaya devam mıdır? İtirazınızı kendinize duyurabiliyor musunuz, duyuyor musunuz, gidişat nereye?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Dikmece Köyünden.. TÖP Hatay/Twitter via Bianet
1 note · View note
seslimeram · 1 year
Text
Karanlığına Yürüyen Ülke
Tumblr media
Geriye dönülemeyecek, geri düzeltilemeyecek, geri kazanılamayacak bir tahayyül toplamı bildiğiniz ülkeyi sarıp kuşatıyor. Yeniliği salt, sırf lafta kalan bir menzilin her nasıl alenen cerahatin boyunduruğu altına düştüğü belirgin hamlelerle birlikte güncelleniyor. Bu aleni, kötürüm hal içerisinde bir yer, ülke diye bildiriliyor. Madun siyasetin, pragmatist olagelen yansıların, behemehal sağcı, ırkçı, nedensiz ayrımcı, hiç yere ötekileştirici, duraksamadan şiddet öven / ona tapan bir akımın elinde hayat un ufak ediliyor. Bütünün var edildiği yer, düzlemde her şeyin biyopolitik bir deneye rehineliği kesintisiz kılınıyor. Ne ön alma hali söz konusu, ne yaranın müsebbibi olanlardan hesap sormak. Ne günceyi var eden o kadar afaki rezil tahakkümü sınırlandırmak mesele ne de bunca çaresiz kılınmanın hesabını bir şekil, halde ortaklaştırmak mümkün. Baş amir ve avenesi neyse, ortalık yerde gündelik ol hayatı kuşatan eline kan bulaşmış sermayeden, her haltı var etmiş çeteleşmiş ülkenin suç örgütlerine, medyaya, hukuka her şey, her şekilde zehirleniyor. Geri dönülemeyecek olan yaralar var ediliyor. Geri düzeltilemeyecek olan ülke bir hakikat kılınıyor. Gerisin geriye kurtarılamayacak olanın karanlığına doğru ilerliyor ülke. Dönüşümü mutlak yıkımlarla bir ve beraberce şekillendiren ülke. Geri kurtarılamayacak bir ülke yönelimi bugünün sabiti kılınıyor. Her yan cerahat, her gün cürmün.
İki bin yirmi ikinin var ettiği portre, ülke genelinde devletlinin suna geldiği her eylem, alınan her karar, uygulanan her tahayyülle bu geriye dönülemeyecek olan cerahat hali, istikameti kesintisiz sabitimiz kılınır. Bütünüyle normların yerle bir edildiği bir cürüm ile uzlaşmanın var edildiği bir kuytu karanlıktır var edilen. Baş Amir’in ustalık eseri olarak çıka getirdiği yeni ülke şablonunun daha başkanlık sisteminin adının anılmasından o bir türlü açıklanamayan seçimler sonrasında 2015’te gerisin geriye yeniden akp lehine var edilmiş kanlı tekrarından bu yana, bugüne kadar hepten derin bir vahşetin yollarına terk edilir ülke, yer, çukur! Asrın liderinin ekonomik paramtreleri alt üst ederek, kurduğu yeni ülkenin, nebati efendisi ile sermayenin arasındaki danışıklı dövüşünden en çok / tabi ki en kestirmeden sıradan halkın yoksullaştığı bir ülke çıkartılır, misal. Her şey öylesine afaki bir biçimde göstere göstere var edilir ki, altıncı ay yeniden bir güncelleme var edilir. En son açıklanmış olagelen 8.500 liralık asgari ücret beyanının ise, bırak geçinmeyi açlık sınırının dahi altında bir rakam olarak tescillendiği menzilde, hiçbir şeyin onarılması için bir çaba harcanmayacak olduğu, davulla, zurnayla açık edilir.
Hemen her durumda olduğu gibi yoksulluk artık bu ülkede milyonların tek ortak paydası olarak tescil altına alınır. Bir adım ileri adım attırmayan, bir tek gün soluk aldırmayan ol cerahatin var ettiği, tüket tüketin sonu tükeniş olduğu gözlerden kaçırılıp, sömürünün yeni ülkedeki tasarımı nihayete erdirilir. Bütünüyle, topyekun mahvın sınırlarına demirlenen, o asgari yaşam hakkının dahi çok görüldüğü, umudun zerre-i miskalinin dahi geriye alenen hiç bırakılmadığı halle bir başına konulur sıradan insanlar. Bütünüyle gümbürtü içerisinde iyilik / güzellik / refah devleti denilirken ulaşılan seviyenin hilkat garibeliği olduğu afaki bir biçimde örtbas edilmeye çalışılır. Yılın galiba en ağır taarruzlarından birisi olarak ol bir görünüp, bir yok sayılan, kiraların yüzde yüz ellilerden kapıyı açtığı menzil gerçekliği söz konusu edilir. Kiranın altında kalmayan, aidatlar, kredi kartı ödemeleri, gündelik hal için elzem faturaların giderlerine dair sürüyle fatura, hep bir kazıklanma, her gün kazığın bini bir kuruşa, sermayenin ihya edildiği güncelliğe bir dolu hezimet var edilir. Piyangodan size de çıkabilir diye, tüpçü nam çetecinin cebinin doldurmasına vesile olunan o garabet çekiliş heyulasından, yılbaşını halen gavur adeti zannedecek kadar kinle dolmuş, ötekisinden nefreti bir de böyle deneyimleyen bir ülkeye ulaşmak kesintisizdir. Bu hallerin her neresi düzelebilir ki, sahiden?
Yolun, yordamın, anlam ve mananın birlikte beraberce cümbür cemaat yok edildiği bir uzamda insan haklarının da hali içler acısıdır. 2022 yılının hamasetin dibinden, bildiğiniz tüm anlamlarıyla birlikte bir mahvetme retoriğine ev sahibi olduğunu daha önce de defaatle bildirmiştik. Bugün o ekonomik olanın yanında, sosyolojik bir çöküşün de sınırları arasında dolaşılan yerde, o güzergahta hazır fırsat bu fırsat denilerek hakların da ister Türk, ister Kürd, ister Ermeni, o bu ya da şu, buralı olana, burada haymatlos kalana, buradan geçip gitmeye çabalayan mülteciye, herkese ve her bir ötekisine reva gördüğü şey sadece zulümdür. İhlal ve ilhak edilmemiş hakkımızın sıralı bir tam listesini Bianet’te Ayça Söylemez’in haberinden takip edebilirsiniz. Sadece birkaç satırda ortaya dökülen tüm o irin dolu güncelleme ile birlikte onarılamayacak olanın her nasıl bina edildiğini de günbegün yaşadı bu topraklar. Yakın tarihli örneklerden savaşın / kırımın kötücüllüğü hal ve istemine karşı ses verebilen nadir temsillerden birisi olan Türk Tabipler Birliği Başkanı Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın başına musallat edilmiş devlet / millet düşmanlığı tanımlaması meseleyi biraz olsun bildirecektir. PKK/HPG ya da başka bir adla müsemma bir yapıyla düşük yoğunluklu savaş esnasında kimyasal silah iddialarının gündeme taşınması, belgelenmesi sonrasında tek bir demecin dahi, mahpus edilmeye kafi gelmesidir, mesel olunması gereken. Hipokrat yemini etmiş bir doktorun, bilim insanının, uluslararası sözleşmelerde imzası bulunan bir ülkeye, gerekliliklerini hatırlatması, Kürd sorununun her nasıl biçimlendirdiğini de anlamlandırır. Kırk küsur yıldır tek bir olumlama halini barındırmamış o savaş ikliminden çıkabilmek, bir kez olsun barış iradesini tesis etmek, var edilmiş suçların ta kendisiyle, ama devlet, ama örgüt bir biçimde yüzleşmek mevzu edilmesin denilerek bir insan hakları savunucusu tutsak edilir. Sadece bir örnekle kalsa iyidir, sorumluluğu bildiren Türk Tabipler Birliğinden, İnsan Hakları Derneği eş genel başkanından, üyelerine, her anlamda, politik pragmatist tavrın hedef kıldığı hak savunucuları bu girdapta, bu ülkede insanlık haklarından mahrum edilirler.
Ruken Tuncel’in Bianet’teki haberini aktaralım: “Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV) ve İnsan Hakları Derneği (İHD), “örgüt propagandası” yaptığı iddiasıyla tutuklanan ve yarın (29 Aralık) karar duruşması görülecek Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur- Fincancı için yazılı açıklama yaptı.
Açıklamada, “bilim insanı ve insan hakları savunucusu Prof. Dr. Korur Fincancı’nın iki aydır keyfi ve hukuk dışı bir şekilde tutuklu olduğu” vurgulandı.
Korur- Fincancı’nın, “işkencenin belgelenmesi ve raporlanması için önemli bir Birleşmiş Milletler belgesi olan İstanbul Protokolü’nün yazarlarından olduğu” hatırlatılan açıklamada şöyle denildi:
“Şebnem Korur Fincancı’nın, ilk duruşma için Ankara Sincan Cezaevi’nden İstanbul’a karayolu ile yaklaşık beş buçuk saatlik bir yolculuk boyunca elleri kelepçeli vaziyette getirilmesi üzüntü ve kaygı vericidir.
"İddialar her açıdan dayanaksız"
“Bu kabul edilmez uygulama, evrensel hukuk açısından mutlak olarak yasaklanmış olan işkence ve diğer kötü muamele niteliğindedir.
“Hiç kuşkusuz buna yol açan silsile içindeki tüm sorumlular/failler hakkında derhal etkili ve bağımsız soruşturma başlatılarak cezalandırılmaları için gerekli tüm hukuki girişimlerde bulunacağımızı ifade etmek isteriz.
“Başından itibaren hep söylediğimiz gibi, sevgili arkadaşımız Şebnem Korur Fincancı hakkında açılan bu davaya konu olan iddialar her açıdan dayanaksız ve geçersizdir.
"Yargısal tacize son verin"
“Nitekim, bu gerçekliğe 23 Aralık 2022 tarihindeki duruşmayı izleme olanağı bulan herkes tanık oldu. Zira sevgili Şebnem’in beyanında ve avukatların açıklamalarında da yer verdikleri gibi, bir bilim insanı sorumluluğu ile yürütülen faaliyetler ve yapılan açıklamalar ancak bilimsel özgürlük kapsamında bilimsel kamuoyunca tartışılabilir.
“Bir başka deyişle, doğası gereği bu tür eylemler yargının bir konusu olamaz. Aksine, böylesi bir davanın açılması bilimsel faaliyetleri ve insan hakları savunuculuğunu baskı altına alma çabasından başka bir şey değildir.
“Bir kez daha siyasal iktidarı ve diğer tüm yetkilileri, Şebnem Korur Fincancı’ya ve onun şahsında Türkiye’deki tüm insan hakları savunucularına yönelik -yargısal da dahil- her türlü tacize son vermeye çağırıyoruz.
"Dayanışmayı büyütmeye Çağlayan'a..."
“Sevgili arkadaşımız Şebnem Korur Fincancı, 29 Aralık Perşembe günü ikinci kez hakim önüne çıkacak. Büyük olasılıkla mahkeme heyeti kararını açıklayacak.
“İnanıyoruz ki, bu büyük yanlış mutlaka düzeltilecek ve sevgili arkadaşımız hakkında beraat kararı verilerek özgürlüğüne kavuşacaktır.
“Muhtemel karar duruşmasını izlemek üzere akıl ve vicdanın sesini dinleyen herkesi dayanışmayı büyütmek üzere Çağlayan Adliyesi’ne davet ediyoruz. Bir kez daha yineleyelim: İnsan hakları savunucuları gücünü haklılığından, umudunu dayanışmadan alır…”
Canan Coşkan’ın dava gününde yaşananlara dair haberini Diken’den ekleyelim: “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’ta kimyasal silah kullandığına ilişkin iddiaların araştırılması gerektiğini söyledikten sonra iktidarın hedef gösterdiği Türk Tabipleri Birliği (TTB) Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur Fincancı’nın yargılandığı davada mahkeme heyetinin reddi talep edildi. Heyet de bu talebi reddetti ve Fincancı’nın tutukluluğunun devamına karar verildi. Bir sonraki duruşma 11 Ocak 2023’te yapılacak.
İstanbul 24’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen duruşmada Bakırköy Cezaevi’nde tutulan Fincancı hazır edildi. Fincancı, duruşmanın başlamasını beklerken etrafında beş jandarma bekledi. Davayı çok sayıda kişi takip ettiği için seyircilerin çoğu ayakta kaldı, salonun kapısı kapatılamadı. Duruşma salonunun olduğu katta kalkanlarıyla çevik kuvvet polisleri ve sivil polisler bekletildi.
Başkan mütalaayı tekrarlattı
Duruşmanın başında mahkeme başkanı Murat Erten, “Savcıya mütalaasını tekrarlatacağım” dedi. Bunun üzerine duruşma savcısı Doğan Emre Kılıç da bir önceki duruşma açıkladığı esas hakkındaki mütalaasını tekrarladı. Milli Savunma Bakanlığı’nın (MSB) avukatı, geçen duruşma davaya katılma taleplerinin reddedilmesine karşın yine davaya katılma talebinde bulundu. Heyet, bir kez daha reddetti.
Ret kararıyla başladı
Daha sonra Fincancı’nın avukatı Meriç Eyüboğlu söz alarak heyetin duruşmayı küçük salonda yapmasını eleştirdi. Batman Baro Başkanı Erkan Şenses de üç avukat sınırlandırmasına itiraz etti. Heyet, hem duruşmanın büyük salonda yapılması hem de üç avukat sınırının kaldırılması talebini reddetti. Sonra Fincancı’ya söz hakkı verildi. Fincancı sözlerinin savunma olmadığını belirtti.
‘Savcı intihalden kurtulamamış’
Savcıya teşekkür ederek sözlerine başlayan Fincancı, “Çünkü o uzun ve çok sayıda bilim dışı ifadeyle malul iddianameyi epeyce sadeleştirmiş ama intihalden kurtulamamış” dedi. “Bu süreç inanılmaz bir algıyla yürüyor” diyen Fincancı şöyle devam etti:
‘Talimat değil de ne?’
“Başından beri bir talimatla karşı karşıya olduğumuzu düşündüren ifadelerle karşı karşıyayız. İktidarın sözcüleri, küçük ortakları konuşuyor ve ‘vatansız kalsın’ diyor. Bu ülke için kim daha fazla yarar getirmiş biliyor Türkiye halkları. Milli Savunma Bakanı ben yayına katıldıktan sonra ‘iftira’ diyor. Araştırma olmadan iftira demek baştan yalan söylemektir. Neyin iftirası olduğu da meçhul. Bu hafta sonu Milli Savunma Bakanı ‘Milletimiz bu kişileri affetmeyecektir’ dedi. Bu talimat değil de nedir?”
‘Hakikat bükücülük yapılıyor’
Geçtiğimiz hafta görülen duruşma için adliye binası ve çevresindeki güvenlik önlemlerini gördüğünü aktaran Fincancı, “Sanki ben en tehlikeli sanıkmışım gibi davranıyorlar, bu da sizin üzerinde etki etmek için yapılıyor. Siyasi otorite tamamen algılar üzerinden ilerliyor ve hakikat bükücülük yapıyor. Mütalaa da aynı şeyi yapıyor” dedi.
‘İnceleme yapılmalı’
“Akciğerden gelen kanamanın nasıl bir propaganda olduğunu anlamıyorum” diyen Fincancı, kimyasal silah kullanıldığı iddiasıyla ilgili balistik uzmanlarının ve bağımsız heyetlerin olay yerinde inceleme yapması gerektiğini söyledi ve şöyle devam etti:
“Tıbbi görüşümü belirterek nasıl bir meşruiyet kazandırdığımı çok merak ediyorum. Bu ülkede biliyoruz ki eğitim sistemi gereği sebep-sonuç ilişkisi kurmakta zorlanılıyor. Burada da bir sebep-sonuç ilişkisi kuramama durumu var.”
‘Teröristsem hangi örgüt, TİHV mi?’
TTB ve İnsan Hakları Derneği’nin faaliyetlerinden bahseden Fincancı, “Başka örgütüm yok benim. Ben teröristsem hangi örgütten terörist olduğumu merak ediyorum. TİHV’den mi, İşkence Mağdurları için Uluslararası Rehabilitasyon Konseyi mi, Filistinli Mahpuslar Derneği mi, İnsan Hakları için Fizisyenler mi (PHR) benim örgütüm” diye sordu.
At sineği benzetmesi
Fincancı, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisine ‘terörist’ diyebildiğini anımsatarak “O dedikten sonra benim hakkımda yargı mensupları nasıl ayrıksı düşünebilir? Ardından da beraat ettiğimiz davada istinaf kararı bozuyor ve yeniden yargılama başlıyor, ne tesadüf” diye konuştu. Siyasi otoriteyle ‘tutkulu bir ilişkileri olduğunu’ söyleyen Fincancı, “Biz onlara bilimsel eleştiriler yaparken onlar bizi teröristlikle, vatan hainliğiyle ve daha çok yakışıksız ifadeyle suçladı. Bunlar karşısında nasıl değerlendirme yapacağınızı merak ediyorum” dedi. Dünya çapında devletlerin işlediği suçlara karşı olduğunu belirten Fincancı, “Ben bu devletin başına musallat olmuş at sineğiyim” diye konuştu.
‘Yeni hayatlar filizlensin diye…’
Mahkeme heyetine “Biz hekimler araç olarak kullanılmayı reddediyoruz, siz de reddedin” diye seslenen Fincancı, son olarak şunları söyledi:
“Yine aynı savcı örgüt üyeliği suçlamasıyla soruşturma başlatmış. TTB’den kurtulmayı istiyorlar, benden de kurtulmak istiyorlar. Dört duvarın arasına koymuşsunuz, tutuklamışsınız… Nazım’ın dediği gibi ‘O duvar, duvarınız vız gelir.’ Mücadeleye devam edeceğimiz muhakkak. Biz yeni hayatlar filizlensin, yaşayanlar hayatlarını onurla devam ettirsin diye uğraşıyoruz. Bunun da bir suç olduğunu düşünmüyor ve suçlamalarınızı reddediyorum.”
Fincancı, konuşmasını tamamladıktan sonra salonda bulunanlar alkışladı.
Bakanlığın avukatı salondan çıkmadı
Fincancı’nın konuşmasından sonra avukatı Eyüboğlu, MSB’nin avukatının davanın katılanı olmadığı için bulunduğu yeri terk etmesi gerektiğini söyledi. Mahkeme başkanı Murat Erten, bu talebi de reddederek bakanlığın avukatının müştekilerin oturduğu bölümde bulunmaya devam etmesine izin verdi.
Heyet reddedildi
Fincancı’nın avukatlarından Meriç Eyüboğlu, “Biz bugün buraya ceza vereceğinizi öngörerek geldik” dedi ve hakkaniyetli ve objektif olmadıkları gerekçesiyle heyeti reddetti. Heyet, ‘duruşmayı uzatmaya yönelik olduğu‘ iddiasıyla talebi reddetti. Adli kontrol uygulamasının yetersiz kalacağı gerekçesiyle Fincancı’nın tutukluluk halinin devamına karar verildi. Bir sonraki duruşma 11 Ocak 2023 saat 10:00’da yapılacak.”
Hiçbir şeyin bırakalım düzelmesini, eldekinin de onarılamaz kılındığı bir düzlemin her nasıl bina edildiğine tek başına yeterli bir örnektir; Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı’nın davasında yaşatılanlar. Cürmü ile cerahatin birlikte yüceltildiği, hedef kılınan bir insanın canı yakılarak, Kürd sorununun bir kere daha örtbas edilebileceğini zannedecek kadar bu ülkeyle bağlarını kopartmış bir temsilin var ettiği utanç vesikası karşımızdadır. Neyi her nasıl bir kere daha anlatalım? Fincancı hocanın olana dair tespitinin, dayanaklarını her ne şekilde olursa olsun bir başkasının / ki düşman dahi olsa / alırken uygulanan uluslararası prosedürlerin dahi alt üst edilerek, kimyasal silahla mukabele etmenin, bunu sorgulamaya çalışanı da derdest etmenin her neresini nasıl okuyabiliriz? Kürd halkının bugüne kadar ol silahlı tahayyül dışında var ettiği her mücadele hattı, siyasal örgütlenme, politik bilinçle ve istemle doğrudan devletli karşısında buradayız / haklıyız itirazlarının derdest edildiği bir uzamda kim neyi ne şekilde düzeltebilir ki sahiden? Bir tragedyaya dönüşmüş olagelen ol yargılama süreci sırasında, terör / terörist yaftasının her şekilde kullanıla gelip bir linç örgütlenmesine mahal verildiği zeminde adalet nerededir? Hak ne şekildedir. İşaret verilip, yargı kararlarının Ankara’nın kapalı / karanlık dehlizlerinde alındığı bir yer bir uzamda, kim neyi, her nasıl düzeltecektir, düzeltebilir!
Bir projeksiyona gerek kalmadan sadece belli başlı bir konuda yazılanlarla sayfalar dolup taşıyor. Bir şeyleri düzeltmek yerine, olabildiğince eğip, büküp, onarılması imkansızın ta dibine lehimlemek kesintisiz bir hakikate dönüştürülüyor. Bütünüyle mahvetmenin adına ya reform, ya yeni yüzyıl hamlesi, ya da atılım diye geçiştiriliyor. Ekranlar şen şakrak, laf ola beri gele bir sürü gerçekliği meçhul olanın müjde edilmesine sahne kılınırken, sokağın o sokakta olanın hakikatine kulaklar kapatılıyor. Ne yol, ne izan, ne gelecek tahayyülünün bunca kolay iç edilmesine bir ön alma söz konusu ediliyor. Bir koca yıl geçiyor, havanda dövülen suyun yankısı dışında hiçbir hamle kalıcı kılınmıyor. Adaletin, eşitliğin, hürriyet ve demokrasi pratiğinin dibine kibrit suyu dökülürken alışırsınız buyruluyor. Bu hallere mi alışılacak, daha bunlara da mı alışmak söz konusu edilecektir, nedir yani? Geri dönülemeyecek olan yaralar var ediliyor. Geri düzeltilemeyecek olan ülke bir hakikat kılınıyor. Gerisin geriye kurtarılamayacak olanın karanlığına doğru ilerliyor ülke. Dönüşümü mutlak yıkımlarla bir ve beraberce şekillendiren ülke. Geri kurtarılamayacak bir ülke yönelimi bugünün sabiti kılınıyor. Her yan cerahat, her gün cürmün. Bütün bu hal ve istemlerle şekillendirilmiş olana mı alışılacak, bu da mı geçecektir, gelip geçicidir ya hu! Memleket yaşatan bir yer olmaktan alıkonulurken... emin misiniz, son kararınız mı?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Şebnem Korur Fincancı İçin Yapılan Eylemlerden Bir Kesit – AFP v/Arab News
0 notes
seslimeram · 2 years
Text
Her Şey Birbirine Giriyor
Tumblr media
Her şey birbirine giriyor. Bütünü oluşturan, memleket denilen şeyi var eden tahayyüllerin üstünde tepine tepine bir doğru geriye bırakılmıyor. Muktedir ve avenesi, kendine alenen, doğrudan muhalif olanların ya da olduklarını var sayanların birlikte, bütünlük içerisinde o makamlardan şu sahnede var ettikleri her hamle büsbütün alt üst oluşları beraberinde tekil bir sonuç olarak hanemize yazıyor. Düzeni var eden “pragmatist” siyaset erkinin sunduğu bütün o medyasından, hukuk düzlemine, sokağından evlerin ta içine kadar donattığı aleni bir biçimde var ettiği denetim, gözetim ve tahakkümle birlikte bütün her şey / hemen her şekilde birbirine geçiyor. Ne yol ne yordam, ne anlam, ne çözüm geriye bırakılıyor artık bu sahnede! Bütünüyle var edilmiş olagelen tahakküm, bitimsiz şekillendirilmeye hemen hiç doyulmayan tehdit / nefret / yıkım pratikleri ekseninde bir uzamda hayat ehven olanın uzağına taşınıyor. Karanlığımız sahicidir!
Demokrasi pratiğinin zehirlendiği, gündelik bir unsur halini çoktandır almış esirgemelerin menzili, bir nevi mahrumiyet, mahkumiyet sahnesine dönüşmüş olagelen yerin hakikatini bildirir o karanlık. Her şey birbirine giriyor. Onca laf salatası, uçuyoruz, kaçıyoruz, illa ki kalkınıyoruz falan diye cümleler kurulurken daha ekonomik pozisyonlarda çakılıyor işte bir memleket. Orta ve uzun vadeli programdan, yerli ve milli liranın öne çıkartıldığı hep ama her dem türlü çeşit enstrümanla birlikte bir ranttan diğerine kapılar açılırken çürüme katılaşıyor. Uçmak kaçmak rantiyeden pay almalar olarak biçimlendiriliyor. Muktedir bir başlangıcı tezgahta işlemeye koyuluyor, arkasından çıkagelen her karar, her eylemselliği bir kerede gözler önüne getirdiğimizde bu pratikler bambaşka açmazları var ediyor. İkide bir zikredilen “saldırıyorlar”, “bölmeye çalışıyorlar”, “mihraklar” şunlar bunlar denilirken olmakta olan muktedir kontrolünde bir rantiye transferidir. Her geçen gün, dolar / euro vs. emtialardaki oynaklığın suna geldiği, tam da muktedirin işine gelen şey bu karmakarışık olan pastadan pay kapılmasıdır. Pasta her ne kadar kaldıysa artık!
Misal, yoksulluk sınırı 17.340,00 liraya yükselmiştir. Daha birkaç sene evvelinde bariz bir ucuz telefon markasının ürünü bugün 25 bin lira bandına satışa çıkartılandır. Dahası hep çok daha fazlası olarak haydi geçelim teknolojiyi şunu bunu, ekmek kimi yerde dört kimi yerde beş, kimi yerde on liralardan satışa sunulur. Serbest piyasa denilirken varlığı kutsanmış olanın, eline kan bulaşmış sermayeye arka çıkmak olduğu konuşulmasın diye talep olunurken, o küçük tefek kazıklardan, bir türlü memlekette doymak bilmeyen erkin favorisi cengiz inşaat nam çeteci başının da bulunduğu beşli çeteden, koçuna, sabancısına ve bilumum creme de la creme atfedilen at hırsızı tiplerin memlekete çökmelerine yollar açılır. Bütün her şey birbirine karışırken, mutlak, doğrudan ve kesintisiz bir yağmacılığın peşinde Türkiye anonim şirketi pazarlanmaya devam olunur. Sıradan insanların hayatları o sermaye şu elit, bu muhafazakar bu bilmem ne / kim diye sunulanların insafına terk-i diyar olunur. Budur her şeyden evvel karmakarışık kılınan. Budur başından sonuna kadar tekçi, silme yalanlardan mülhem kılınmış olan ülkedeki bariz hakikat.
BirGün Gazetesinden aktaralım: “Erdoğan, partisinin genel merkezinde Genişletilmiş İl Başkanları Toplantısı'nda açıklamalarda bulundu.
Partisine seçim mesajı veren Erdoğan, "Her seçim önemlidir, her seçim tarihidir, her seçim kritiktir" dedi.
Erdoğan'ın açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:
"Genel merkezimizle il ve ilçe teşkilatlarımızla seferberlik ruhuyla çalıştığımızda milletimizin gönül kapılarının bize açık olduğunu gördük. Bu tempoyu düşürmeden yeni araç ve yöntemlerle sürdürerek çalışmalarımızı 2023 Haziranı'na kadar sürdüreceğiz. 1 yıllık süreyi en güzel şekilde değerlendirerek 16'ncı zaferimize ulaşacağız.
Her seçim önemlidir, her seçim tarihidir, her seçim kritiktir. 2002 Kasım seçimleri tarihi bir dönüm noktasıydı. 2007 seçimleri vesayetle mücadelemizde yeni bir safhaya geçmemizi sağlamıştı. 2011 seçimleri eser ve hizmet siyasetimizi zirveye taşımıştı. 2015 seçimleri eski günlere dönmek isteyenlerle hesaplaşmaya dönüşmüştü. 2018 seçimler darbe teşebbüsü ve yeni yönetim anlayışıyla girdiğimiz imtihandı. 2023 seçimleri de hem ülkemizin AK Parti hükümetleri dönemindeki kazanımlarının muhasebesi hem de 2053 vizyonumuzun habercisi olarak tarihe nakşedilecektir.
İlk işareti 2008 finans kriziyle başlayan, salgınla büyük merhaleye ulaşan sarsıntıya Rusya-Ukrayna savaşı da katıldı. Tehditler yanında önemli fırsatlar da çıkardı. Ülkemize kazandırdığımız demokrasi ve kalkınma sayesinde pek çok sınavı verdik. Milli iradenin üstünlüğünü tesis ettik. Ülkemizin geri kalmışlığını kaldıracak eser ve hizmetleri hayata geçirdik.
Şimdi tüm bu emeklerin, mücadelelerin, fedakarlıklarının asıl meyvesini toplayacağımız bir dönemin eşiğindeyiz. 2023 seçimlerinin öncekilere göre farkı buradan geliyor. Bu seçim; AK Parti için, Tayyip Erdoğan için değil Türkiye için önemli. Türkiye'nin gelişmekte olan ülke zincirini kırıp dünyanın en büyük 10 ülke ekonomisine girmesi 2023'te yapılacak tercihe bağlıdır.
Muhalefet tarafının ülkemize tek taahhüdü ülkemizi 20 yıl öncesine götürmek. Kılıçdaroğlu muhalefet adına yeni ve daha iddialı bir hedef ortaya koydu. Kavga etmeye geldiğini açıkça söyledi. Bu zatın eleştirilerine bakıyor, gerektiğinde hak ettiği cevabı veriyoruz. Uzunca zamandır bu zatın söyledikleri yalan, yanlış.
Dün Meclis'te çıkmış, 'Tayyip Erdoğan Suriye meselesini BM'de dile getirdi mi?' diye soruyor. Bu zat hiçbir BM toplantısını takip etmemiş. Bunların gözü var görmez, kulağı var duymaz. 'Tayyip Erdoğan bu meseleyi Avrupalılarla hiç konuşmadı' diyor.
Devlet yönetmek adına tek bildiği şey, hastanelerinde insanların rehin kaldığı, emekli maaşlarını ödeyemeyecek hale gelen SSK Genel Müdürlüğü'dür. Bürokratik kariyeri ülkemizin en büyük utanç kaynağından birisidir. PKK'sından FETÖ'süne, DHKP-C'sine kadar ülkemizle ve bölgemizle ilgili tüm uluslararası güçlerin maşalığını yaptığının şahidiyiz.
Ankara'dan İstanbul'a teröristlerle yürüdüğünü görürsünüz, çadır kurduğunu görürsünüz. Bütün bu teröristlere yandaşlarıyla cenaze törenlerine katıldığını görürsünüz. Bu tür insandan daha başka ne beklenir.
Türkiye düşmanına kullanmadığı ifadelerle bize saldırmayı siyaset sayana bu zata Parti Sözcümüz gerekli cevabı verdi.
Bunun dışında 'Ya bana katılın, ya önümden çekilin' açıklamasını farklı yere koyuyorum. Ülkemizi kalkındırmak için gerektiğinde yedi düvelle kavga ettik. Milletin emanetine sahip çıkmak için canımız pahasına mücadele ortaya koyduk. FETÖ'cüler kaldığımız yeri bombalamadılar mı? Korumalarımızı şehit etmediler mi? Biz Atatürk Havalimanı'na geldiğimizde Bay Kemal, FETÖ'cülerin desteğiyle çıkıp gitti. Bu böyle ürkek, korkak, pısırık, zavallı birisidir. 'Yeri geldi vesayet odaklarıyla, yeri geldi terör örgütleriyle kavga ettik' diyor. Biz ettik biz, sen edemezsin.
Masa diye kurdukları 6 benzemez ittifakı titremeye, dökülmeye başladı. Ortak aday belirleyemeyenlerin ülkenin kritik meselelerinde kararlı tutum koyamayacaklarını görmek için allame olmaya gerek yok.
Kimi çıkıyor iftihar meselesi eserlere çatıyor, diğeri çıkıyor gençlerin kıyafet ve eğitim haklarına saldırıyor. Kimi çıkıyor sığınmacı düşmanlığı üzerinden nefret suçları işliyor. Kimi çıkıyor kibriyle, hırsıyla herkesi ötekileştiriyor. Kimi çıkıyor kabiliyetsizliğini başkalarına suç atarak gizlemeye çalışıyor. Kimi çıkıyor siyasi ve ekonomik krizlerin ateşiyle yanan dünyada ülkemize köstek oluyor.
Ülkemizde şu anda muhacir olarak bulunan bu insanları biz ne Bay Kemal'in dedikleriyle, ne yandaşlarıyla bu ülkeden bu görevde olduğumuz sürece asla geri itmeyiz. Bay Kemal senin dün söylediğin bugün yoktur. Ama biz farklı bir medeniyetten geliyoruz.
Bize sığınan kapılarımızı nasıl açtıysak bundan sonra aynı şekilde korumaya devam edeceğiz. Bu kardeşlerimizden kendi tasarruflarıyla, kendi inisiyatifiyle geri dönmek isteyenler olduğu zaman zaten onlar geri döneceklerdir.
Ama biz asla silahla düşmana teslim etmeyiz Bay Kemal, bunu böyle bilesin! Biz bu görevde olduğumuz sürece Bay Kemal, yandaşların da dahil, hepinize birden sesleniyorum; Allah'ın izniyle siz bu kardeşlerimizi bu ülkeden geri gönderemeyeceksiniz. Şu an itibarıyla bunu öğrenen, bilen, duyan gerek Suriyeli, gerek Iraklı, gerek Afgan bir gönül huzuru içerisine giriyorlar. Neden? Çünkü onlar ülkelerinden kaçışları, Türkiye'ye gelişleri hepsi sadece bir sığınmadır.
Küresel yönetim ve ekonomi sistemindeki değişimin ülkemize açtığı fırsatları bizleri çok daha farklı yere taşıyacaktır. Küresel ekonomideki sarsıntıların olumsuzluklarıyla yüzleşiyoruz. Tedarik zincirindeki bozulmalar enflasyonu azdırmıştır. Finansal gelişmelerin açtığı sorunlar geçmeden ortaya çıkan bu tablo fiyat artışları olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye uzunca bir süreçte döviz kuru ve faiz oranları üzerinden saldırıyla mücadele etmektedir. Fırsatçıların dengesiz fiyatlanmaları da eklediğimizde milletimiz hayat pahalılığıyla karşı karşıya kalmıştır. Vatandaşlarımızın maruz kaldığı sıkıntıları biliyoruz. Ekonomi programımızın ilk ayağı dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmekten vazgeçememektir. İkinci aşama istihdamdır. Üçüncü olarak da bir yandan fiyat artışlarını kontrol altına almak, diğer yandan geliri yükseltmektir.
Türkiye'nin salgın ve ardından başlayan savaş sürecinde trilyonlarca kaynağı olan ülkelerden çok daha iyi yönetim sergilediğini kimse inkar edemez. Hiçbir sorun çözümsüz değildir. Biz dünyaya açılmayı sürdürüyoruz. Elbette bedeller ödüyoruz, sıkıntılar çekiyor. Hepsinin karşılığını alıyoruz, alacağız. Milletimizden sabırlı olmasını, bize güvenmesini, bizi desteklemesini; muhalefetin yalan ve iftira furyasına aldırmadan ülkemizin kazanımlarına ve hedeflerine sıkı sıkıya sahip çıkmasını istiyoruz."
Her şey birbirine geçiyor. İnatla karıştırılıyor. Duraksamak nedir bilmeden çürümenin insafına terk ediliyor. Muteber addedilmiş, devletin kodlarına göre “zararlı” kılınanların imha süreçlerinde eşikler üçer beşer atlanıyor. Hem hukukmuş, uluslararası nizammış ya da verili haklarmış bunların hepsi vız gelip tırıs gider, götürülür. Kanunun temellerinin en başından, en baştaki temsille parçalandığı örnek ülkelerden birisi olma yolunda ilerleniyor artık. Bunun da reklamını çekip, hukuku insanlarının gözlerine baka baka çiğneyebilen ülkeyi takdim edebilir, muktedir, tektir, adamdır gerçekten yapabilir. Ortada suç isnat edilebilecek herhangi bir konu yokken, Gezi Başkaldırısına dair uyduruk bir mizansen var edilir. Suç tescillenir. Bir yandan da en kolay hedef ana muhalefet partisinin kurmaya çalıştığı ittifak çabası vardır ki, bütün bu karaşınlık içinde eski devlet ile şimdinin her nasıl birbirilerine diş bilemeye devam ettikleri ve dahası sadece Bay Kemal olarak zikrettiği mesellerde dahi nasıl ayrımcılıkla, ötekileştirme ve dahi suç unsurunun ta kendisi olarak ilan etmeye çabaladığı gözlerden kaçırılmaz. Yeni ülke böyle bir pratikler silsilesi içerisinde herkesin düşman ilan edilebileceği bir karmakarışık, kördüğüm menzile evrilir.
Bütünüyle bir mizansenden başkasına koşulurken, konu, hedef, yönelim ne olursa olsun ol sonuç her dem iktidar pratiklerinin de tezahürüdür. Baş Amirin bunca rahatlıkla bir kez değil hemen her defasında var ettiği incelikle işlenmiş tehditler, boyuna her dem sabık bir biçimde suna geldiği ötekileştirme, kemiksiz hedef almalarla yepyeni kıvılcımları var etme ve nicesinin hazin sonuçlarını 2015 yılında görmüştü bu ülke. Mot-a-mot kesintisiz bir halde, üstteki satırlar boyunca avaz, avaz duraksanmadan zikredilen bir kırılmayı yine yeniden var edebilmektir. Faşizmin göndere çekildiği yerde, küçük tefek bir azgın azınlık var edilerek, onlara her durumda iltimas çekilerek, yoksun bırakılan, asgari ücrete mahkum edilmişlere de bunlarla oyalanın diye daldan dala atlayarak var edilen nutuklarla hedef alma / ilan etmelerle günler bir öncesinden de ağır kılınır. Akp’in durmak yok yola devamının tezahürü büsbütün bu tahakküm etme pratikleri arasında kendi iktidarını tam ve eksiksiz muhafaza etmek adına olduğunu görmek için kılavuza hacet yoktur. Meşhur video kaydındaki gibi, anlatmaya gerek yok, görüyorsunuz!
SoL’dan aktaralım: “İngiliz The Guardian gazetesinde Sri Lanka'daki gelişmelere ilişkin bir değerlendirme yazısı kaleme alındı.
Ülkede ekonomik kriz nedeniyle haftalardır süren protestoların ardından başbakan Mahinda Rajapaksa'nın istifa ettiği hatırlatılan yazıda, Sri Lanka'nın ekonomik çöküşünü tamamladığı ve IMF ve Dünya Bankası'nın "kurtarma paketi hazırlama girişimlerinde bulunmalarına karşın ülkenin daha da kötüye gitmesinden" endişelendiği ifade edildi.
Dünya genelinde düşük ve orta gelirli ülkelerin pandemi, borç yükü ve gıda ve akaryakıt fiyat artışının yarattığı krizle mücadele ettiği belirtilen yazıda, bu ülkelerin sırayla ekonomik çöküşe sürüklendiği ifade edildi.
Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD) verilerine göre, dünyada söz konusu krizlerin en az birinden etkilenen toplam 107 ülkenin olduğu kaydedilen yazıda, ekonomik çöküş sürecinde "ilk düşen domino taşı"nın Türkiye olmasının beklenmesine karşın, ilk taşın Sri Lanka olduğu belirtildi. Yazıda, "Türkiye, yıllık yüzde 70 enflasyon oranına karşın hâlâ ayakta. Tehdit altında olan diğer ülkelerin aksine Türkiye kendi halkını besleyebiliyor" denildi.
Yazıda, halihazırda borç krizi yaşayan gelişmekte olan ülkelerin, Ukrayna'daki savaşla birlikte krizi daha da derin hissetmeye başladığı belirtildi.”
Büsbütün her şeyin birbirine nasıl itinayla karıştırıldığına dair bütün o meram bir yana salt bu yukarıdaki The Guardian analizinde olduğu gibi, Türkiye’nin yıkıcılığın eşiğine nasıl rehin olduğu gözler önüne serilmesi açısından mühimdir. Bilimselliği bir yana apar topar gündemden aport edilmiş Covid19 ve tüm alt varyantlarının yıkıcılığının ezdiği bir ülke gerçekliği, sessiz sedasız var edilirken güzel günlere değil çok daha berbat günlere yollandığımız kendiliğinden açığa düşer. Ekonomik çalkantıların, korunaklı kılınmış olan çetelerin, seçilmiş zümrelerin günlerini gün, ceplerini ihya etmelerine vesile teşkil edildiği, kan dondurucu sermaye transferleri var edilirken, yeni zenginler inşa edilirken o paravanın hemen yanında iban ile para talep eden bir yönetim hakikati vardır. Gözlerdeki ışıltıdan bahisler açıp, duraksamdan halkın cebini delik deşik kılmaya teşne kurumsal bir yapının var ettiği ekonomik darboğaz, gün aşırı fiyat güncellemesi vardır. Bunları mevzu kılmamak için, sermayenin etiyle kemiğiyle, kaçak çalıştırdığı, can suyu bildiği göçmen, kafa kağıtsızları hedef kılmak vardır. Baş amir bir diyorsa, kendisi operasyon denen şeyin mimarlarından bir zafer part*si denen musibet ırkçı akıma açılan yol vardır, vardır da vardır işte.
Gel gelelim itiraz yükselmesin diye bütün bu çabalar. İlk düşecek domino taşı olmaktan çok daha ötesi, makul bir hayat idesini, asgari bir yaşam pratiğini artık imkansız kılmış, düşündürmeyen, sorgulatmayan, sürekli bir baskının var edildiği yer gerçek kılınır. Bir biçimde mevzu / mesel hayatın normallerinin çalındığı, yerine ikame edilmiş olagelen her şeyle suskunluğun, teslimiyetçiliğin ve mutlak biat etmenin var edildiği bir ülke gerçeğidir. En başından bu yana değindiğimiz üzere, demokrasi ve adalet tahayyüllerinde eksiltmelerin artık aralıksız kılındığı yerde hayat kördüğüm kılınmıştır. Bütünüyle zorbalık, kesintisiz bir faşizm, noksansız bir ayrımcılık ve kural tanımazlık var edilirken hayat hepten çöpe basılandır. Birbiri içerisine geçiyor cümleler, yaraların, mesellerin birini bir tam gün konuşamadan yepyeni yaralara yelken açıyor bir memleket. Tek bir nutuk, tek bir söylev, tek bir hizalama, tek adam, tek millet, tek bayrak fasaryaları aleni olanı göstermeye yetiyor da artıyor. Taarruz altında kalan bir hayat imecesi, ezilip bir de yok edilmeye çalışılan bir müşterek yaşam pratiği söz konusu artık. Her hat bir biçimde o muktedire çıkarken, var edilen her yarada biraz daha ağır sınavlar bu ülkedeki sıradanları kuşatmaya, sınamaya devam ederken yolun da yönün de, dünden pek farklı olmadığı artık afakidir. Karanlığı alaşağı edebilmek için önce aydınlığın her ne olduğunu yeniden bilmek, yeniden sorgulamak, yeniden ortaklaşmak gerekiyor. Ki bu sandık bahsinden de, gündelik polemikler arasında unutturulmaya yüz tutmuş yaraları iyileştirebilmek için her bir Türkiye’li yurttaşın önceliği olmalıdır. Kayda geçsin...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: AFP / Şarkul Avsat
0 notes
seslimeram · 2 years
Text
Sesli Meram #229 - Karşı Radyo (10.05.2022)
Tumblr media
"Bir hengamedir gidiyor, orasını böyle düzelttik, burasını şöyle onardık, berikinin eksiğini de gediğini de tamamladık. Bütün dünya özellikle Almanya bizi kıskanıyor ve lakin afaki bir biçimde şahlanış sürerken, üç kuruşa tamah ettirmek gerçekten gerçek kılınıyor. Ekran yüzü kimi tiplemelerin vallahi de billahi de baş amir, bu ülkenin hayrına baş koydu. Daim iyiliğini istiyor, bu sıkıntılı günler şöyle kuru ekmek, böyle bulunursa kuru soğanla geçer, geçirilir de o vatan, şu bayrak, bu ezan tekerlemesinin gölgesinde hikayeler aksettirilirken olmakta olanın cerahat dolu suretidir kötülük. Bitmek nedir bilmeyen bir inatla kullanışlı addedilen klişelerin dolaylarında muktedir kendi hikayesini yaza dururken, olmakta olan hep eksik kılınmış bir halk gerçekliğidir. Şu bayram seyran günlerinde yoksunlaştırmayı afaki bir politika, hiza bildirici kılan zevatın, sunduğu, var ettiği ve önünü açtığı nefretle, kindarlıkla, öteki düşmanlığına bu defa mülteci veya bu topraklarda yaşama mecburiyeti içerisinde olan kafa kağıtsızlara yönlendirerek sunulan linçlerle o kötülük bir kere daha odak şaşırtılıp var edilir. Böyle bir toplamda, ekonomik çöküşün, pandemi sürecinin en gizli / saklı yıkımının kıyısında, hali topal, geleceği kapkaranlık kılınmış bir menzildeki o kötülük bahsi cismi kılınmıştır. Artık atılan her adımda, varılan her eşikte biraz daha zoru, zorbalığı ele alan bir vatan imgesi biçimlendirilir. İyi de nereye kadar, iyi de daha ne kadar!"
podcast image credit: ramallah contemporary dance festival::::ahmad odeh::::unsplash
0 notes
seslimeram · 2 years
Text
Kötülük Güncellemesi
Tumblr media
Kötülüğün göndere çekildiği yerde cürüm ve cerahat, bir siyasi hamlesinin ötesinde icraat kabilinden aslında her neyin imal edildiğini göstere gelir. Her şartta cürüm ve cerahate bir biçimde tutunarak bir kötülük güncellemesine girişilir. Var edilen o yeni ülke istisnasız bir biçimde hukuksuz, normali tükenmiş, biteviye gasp eden hep eksilten, eksik kılan bir mefhum / medyum olduğu gözlerden kaçırılır. Müştereklerimiz kılınan eşitlik, adalet, hak ve hürriyet kavramlarının evrensel insanlık tanımlamalarının ve verili kılınmış tüm değer ile yapılandırmaların çürümeye terkinin meselesidir kötülüğün göndere çekilmesi, hemen her dem. Tahakküm pratikleri, bedene yönelik kısıtlamalar güncellendikçe, icat edilmiş o normlar aralıksız düşmanlaştırma ve nefret pratikleri paralelinde kötülüğün göndere sabit olarak çekilmesi kesintisiz olur. Bu hallerle bir yeni var edilebilir mi?
Bunca afaki olanın kıyısında yıkımdan bihaber olunduğu zikredilir. Biteviye var edilmiş o propaganda çalışmaları sırasında insani olanın köküne kibrit suyu dökülmeye çalışılırken bir yandan da bunların birer icraat olduğu bildirilir. Bir yandan ekonomik darboğazın bir biçimde çökertmeye evrilmesi söz konusuyken kimseyi ezdirmeyeceğiz buyrulur. Alenen şekillendirilmiş kalıplaşmış cümleler kurulurken, göstere göstere doğal gaz, elektrik, gıda zamları peş peşe var edilir. Stokçuluk ile mücadele ediliyor denilirken bir yandan günlük olan istihkakın noksan kılınması var edilir. Süt yarım kg’luk paketlere, yağlar küçültülüp un ufak, atıştırma gibi şeyler 25-50 gram aralığına çekilir. Bütün bunlar var edilirken tüm o fiyat etiketleri sürekli güncellenir. Sürekli bir biçimde bir şeylerden tasarruf edilmesine dair gönderiler sunulur. Elektrik için tek ampul, yıkanmak için beş dakika, doğal gaz salt yemek ısıtmak için kullanılan bir meta addedilir. Çarşı pazarda çıkma denilen ezilmiş ya da yaralı temel gıda maddelerinin peşinde “Survivor”lar memlekete bereket geldi insanlar kendilerine yeni şevklendirici şeyler buluyorlar diye pazarlanır. Her gün açlığa dair bir hal bir istikamet, obeziteyle mücadele diye sunulur. Ortada ekmek kalmamıştır ki, onunla benzeş gel gelelim ekmekten başka bir şeye dönüşmüş kimyasal kütle 4 liradan satılırken bunlar iyi tarım hareketi, stoklarımızda sıkıntı yoktur, yoktur, yoktur denilerek geçiştirilir.
Bir gündelik yaşam pratiğinin dahi zora koşulduğu yerde, kötülüğün nasıl olağan bir halle savunulduğu artık sır değildir. Siyasi otoritenin, baş amir ile baş faşistin refakatinde açık, aleni bir biçimde yaşama düşürdüğü gölgelerin istikameti salt ekonomik olanın değil aynı zamanda benzeş bir biçimde sosyolojik olanın da mahvını ihtiva eder. Düşünmeyen, artık hiç sorgulamayan, hep susan, daima susan, otoriteye itaat edip, ezber edilmiş olagelen ol 1984 repliklerindeki gibi her katastrof halini önceleyen, ön alan yalanlara biat edip şimdi, geleceğinden vazgeçen temsiller var edilir. Sorgu, sualin eksiltilmesi, kitap gibi yazınsal bir literatür taşıyıcısına ulaşabilecek meblağı bulamamaktan, hemen her durumda özgür insanın tercihlerine göre şekillenen internette güvenli aile interneti gibi bir şeyi icat edip sansürü yaygınlaştırarak var edilir. Propagandanın suna geldiği kısıtlılık içerisinde olan, bitenin hep kuş kadar aktarıldığı, güncellik içindeki yıkımdan bihaber kalmanın vaz ediliği bir karanlık göndere çekilir. Bunların toplamıdır, bunlarla birlikte süregelen bir tavır silsilesidir kötülüğün göndere çekilmesi ile çıkagelen.
Vahamet öylesine doğrudan biçimlendirilir, o kadar rahatça pazarlanır ki tahakküm hal ve isteminin açtığı yaraları konuşmaya kimsede mecal bıraktırılmaz. Baş amir ve baş faşistin ortaklaşa kura geldiği düzlemin yenisi, yirmi yıllık bir iktidar tahayyülünün aldığı kirli ve karanlık boyut ve sonuçta var ettiği her yeni tahayyül bu korkunç kötülüğün de barizliğini vurgular. Günden güne artan ivme ile göndere çekilen kötülük hali içerisinde hayatın tüm aksamı / mekanizması da yerle bir edilir. Artık karın tokluğundan hallice yaşamak bariz bir mucize ilam olunur. Her şartta köşeye kıstırılıp iliğine kemiğine kadar kurutulan tüm o sömürü düzeneklerinde dokuz altı ya da saatleri hep esnek kılınmış bir zaman aralığında çalıştırılan hayatlara vaat olmaktan öte afaki bir yoksulluk sunulur. Dönüp dolaşıp eskiyi itham ettikleri noktada bugün kendilerinin var ettikleri kırılma / eksiltme hali sabit olunur. Budur kötülüğün göndere çekilmesi.
BirGün Gazetesinden aktaralım: “Geçinemeyenler, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) ulaşıma getirmeyi planladığı zam ve son dönemde iktidarın getirdiği zamlara tepki göstermek üzere Kadıköy’de bulunan Eminönü İskelesi önünde bir araya gelerek protesto eylemi düzenledi. Eylemde, “İBB’yi uyarıyoruz: Zammı aklınızdan geçirmeyin, faturayı halka kesmeyin!” ve “İktidarı uyarıyoruz: Akaryakıta KDV ve ÖTV kaldırılsın. Şirketlere değil, ulaşıma sübvansiyon” yazılı pankartlar taşındı. Bunun yanı sıra eylemde, “Geçinemiyoruz”, “Toplu taşımada akaryakıta KDV ve ÖTV kaldırılsın” ve “Zam zam zam” dövizleri taşındı. Eylemde, sık sık “Bitti buraya kadar; zam zam nereye kadar?” sloganı atıldı.
Eyleme, Halkların Demokratik Partisi (HDP) Milletvekili Züleyha Gülüm ve Musa Piroğlu da destek verdi.
Eylemde söz alan Tüketici Koruma Derneği (TÜKODER) Başkanı Aziz Koçal, İBB’nin ulaşıma yüzde 50 zam yapmayı planladığını paylaştı. Zammın Ulaşım Koordinasyon Merkezi’nde (UKOME) tartışıldığını kaydeden Koçal, zamma maliyetlerin yükselmesinin neden olarak gösterildiğini aktardı. Akaryakıta gelen zam ile birlikte bu zammın ulaşıma da yansımaya başladığını belirten Koçal, “Bunun alternatifi vardır; akaryakıta KDV ve ÖTV’nin kaldırılmasıdır. Her alanda KDV ve ÖTV kaldırılsa, zaten haliyle yüzde 30’luk bir indirim yansımış olacak. Bu da şu an ki zam talebinin büyük bir bölümünü karşılamış olacaktır. Geçen haftaki UKOME toplantısında dile getirdiler; İBB bu talebini hükümete bildirdi. Yine kamu çalışanları da bu bağlamda harekete geçtiler” diye uyarıda bulundu.
İBB’nin ulaşıma zam için yarın toplanacağı bilgisini veren Koçal, “Ulaşım temel tüketici hakkıdır. İnsanlar pikniğe gitmek için değil, işine ve evine gitmek için kullanıyor. Yerel yönetimler halkın refahını yükseltmek için çalışmalıdır. Yarın biz de toplantıda olacağız ve halkın taleplerini dile getireceğiz” dedi.
Ardından Geçinemeyenler adına söz alan Nihal Düzel, UKOME’nin 23 Mart’ta ulaşıma zam yapmak üzere toplandığını ancak zam teklifinin reddedildiğini anımsattı. UKOME’nin yarın tekrar toplanacağına işaret eden Düzel, uyarı amaçlı bu gün eylem yaptıklarına dikkat çekti. Düzel, “Yüzde 50 zam eğer UKOME tarafından reddedilmeseydi, 430 TL olan aylık ulaşım abonman bedeli yapılacak zamla 645 TL’ye yükselecekti. Yani İstanbul’da asgari ücretli bir çalışandan maaşının yüzde15’ini sadece ulaşım masraflarına harcanması bekleniyor. İndirimli öğrenci kartlarında ise daha önce İstanbul’da uygulanmayan bir yöntem önerildi. 25-30 yaş arası açık öğretim ve uzaktan eğitim öğrencileri için 78 TL olan aylık abonmanın 267 TL’ye, 30 yaş üstü açık öğretim ve uzaktan eğitim öğrencileri 390 TL’ye yükseltilmesi talep edildi” şeklinde konuştu.
“Geçinemeyen milyonlarca İstanbullunun yaşamını zorlaştırmayın!” diyen Düzel, “Aklınıza ilk gelen seçenek faturayı halka kesmek olmasın! İşte bu nedenle uyarıyoruz, iktidarın suçuna ortak olmayın! Zam yapmayı aklınızdan geçirmeyin!” sözleriyle tepki gösterdi.
Ulaşım, eğitim, sağlık ve barınmanın temel yaşamsal haklar olduğuna işaret eden Düzel, “Bu nedenle bizler için pazarlık konusu değildir! Talep edilen bu zamlar mevcut koşullarda dahi erişimde zorluk yaşadığımız ulaşım hakkına erişimi neredeyse engelleyecek boyutlara taşınması ile sonuçlanacaktır. Zamlara gerekçe olarak gösterilen akaryakıt zamlarına ve ulaşım araçlarının artan bakım-onarım masraflarına karşı yerel yönetimleri korumak için AKP iktidarı derhal toplu taşıma için kullanılan akaryakıtta ÖTV ve KDV’yi kaldırmalıdır! Bakım-onarım ve akaryakıt masraflarında yerel yönetimlerin sübvansiyon çabalarına kamu bütçesi ayrılmalıdır! AKP iktidarı tarafından köprülere, otoyollara, havalimanlarına verilen ‘müşteri’ garantileri ile şirketlerinin kasalarına aktarılan milyarlarca liranın halkın ulaşımı için kullanılmalıdır!” diye belirtti.
İBB’ye tepki gösteren Düzel, sözlerini şöyle sürdürdü: “Artan maliyetlere karşı farklı finansal modeller üzerine çalışmak ve iktidar ile mücadele etmek yerine her geçen gün iktidarın ekonomi politikaları yüzünden yoksullaşan milyonların hayatını daha da zorlaştıracak yeni bir zam ile karşımıza gelmeyin! Toplu taşımada kullanılan akaryakıtta ÖTV ve KDV’nin kaldırılması için, iktidarın sermayeyi koruyan, halkı yoksullaştıran ekonomi politikalarına karşı birlikte mücadele edelim.”
Kötülüğün göndere çekilmesinin sacayaklarına bariz bir örnektir şu yukarıda var edilen. Bir kere daha sıradan insanın elinden çalınmaya çalışılan bir gündelik pratiğin ta kendisi ücretin ya düşük ya da hiç kalması gereken bir seyahat hakkının memleketin muktedirinin tahayyülüne göre, salt / sırf İstanbul’un muhalefet partisinin elinde olmasını da fırsat bu fırsat diye addederek güncellenmek istenen bir söğüşleme söz konusu edilir. Gündelik adı üstüne günü gününe yaşanan bir hayata bir de böyle ket vurulmak istenir, vurulur da ha keza! “İstanbul’da ulaşıma yüzde 40 zam geldi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yüzde 40’lık zam teklifine göre tam bilet 5,48 liradan 7,67 liraya, tam abonman 430 liradan 602 liraya, öğrenci abonmanı 78 liradan 109 liraya, sarı taksi açılış ücreti 7 liradan 9,8 liraya, sarı taksi kısa mesafe ücreti ise 20 liradan 28 liraya yükseldi. Kentte ayrıca Ulaştırma Bakanlığı'na bağlı Marmaray'a da aynı oranda zam yapıldı.”
Kötülüğün göndere çekildiği yerde cürüm ve cerahat, bir siyasi hamlesinin ötesinde icraat kabilinden aslında her neyin imal edildiğini göstere gelir, yineleyelim. Gidiyorlar bahsinin bir biçimde açıldığı her yerde, zam ile çıkageldi muktedir. Her eksildiği denilen yerde, bu sefer sendelediler dedikleri ahvalde mazot, benzin, doğal gaz, elektriğe zam var edilir. İşte gidiyorlar, bakın seçim anketlerine inandırıcılıkları kalmadı diye bahislere tutuşup durulurken suya, yağa, temel ihtiyaç malzemesi, domatesinden soğanına her şey zamlanır. Kesmez, gündelik yaşam gereksinimi olagelen tüm ürünler, dahası bir ihtiyacın ta kendisine dönüşen telefon gibi nice aparat, geçim meselinin ta kendisine mazhar olan her şey ama her şey zamlanır. Düzenin, madun siyasetin var ettiği şeyler bunca bariz bir halde kötülüğün göndere çekilmesidir. Bütün o siyasi hamleler, aralıksız düzenlemeler ve zamlar gibi nice kanun / eylemle birlikte bir toprak parçasında cürüm ve cerahatle bir yeni var edilmeye çabalanır. Müştereklerimizin yerle bir olunduğu bir zeminde bu kadar afaki bir biçimde hayat hakkı / meseli elden çalınmak istenir. Çalınır da pek çok başka şeyde olduğu gibi. İyi de daha nereye kadar, daha ne kadar allasen! Yetmedi mi...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Geçinemiyoruz Eyleminden – Sendika.org
6 notes · View notes
seslimeram · 2 years
Text
Yıkım Tek Sahici Odaktır
Tumblr media
Kesintisiz kılınmış cerahat, bir cüret, iki hiddet, üç nefret bahislerinin birlikteliğinden bir ucubelik sarmal bina ediliyor. Adına ülke deniliyor. Böyle bir biçimsizlik hali içinde, bir fasit döngüyü, her şeyin en bet / feci örnekleri dahilinde hikaye edinen bir menzil güncel kılınıyor. Biteviye sözü naçar kılacak kadar afaki bir cerahat güncelliği var ediliyor. Her ne yana dönerseniz dönün sonu her dem çürümeye bağlanan bir muktedir aklının pratiği o fasit döngü ile var edilir. Bir ülke tahayyülünün hiç edilmesinin evreleri arşınlanır anbean, günbegün. Baş Amir ve şürekasının, AKP ile MHP birlikteliğinde kurduğu koalisyonun şu sahnede eylediği tahakküm pratiklerinin doğrudan o cerahatle ilintili olduğunu görmek için alim olmaya gerek yoktur. Bir biçimde hayata kastın mütemadiyen devamlılığından bir yol, bir yön aramaya devam edenlerin ellerinde ülke tahayyülü bariz bir biçimde çukur haline dönüştürülür. Yıkım tek sahici odaktır.
Biteviye cerahat, bir siyasi aksiyon olarak yeniden ve yeniden imal olunandır. Bir asırlık o demokrasi deneyiminin, kör topal var edilebilmiş olan bir imecenin, halkın müştereğini var eden bir simyanın kökünün kazılması güncellenendir. Bir asırda bir elin parmağından da az atılıma, buna karşın en az o kadar darbe / engelleme ve tehdit döngüsünün varlığına ve yıkıcılığına rehin edilmiş olagelen yerde demokrasi lafzı dahi geriye konulmaz. Hemen hiçbir bahiste gölgesi dahi söz konusu edilmez. Mutlak iktidar için, riyanın, tahakkümün ve afaki bir biçimde sınırlandırma bahislerinin gün yüzü bulduğu bir deney sahnesi esaslı bir hakikate dönüştürülür. Yolun, yordamın zehirlendiği, unutturulduğu yerde, bir masalın ta kendisi gibi sürekli yeniden güncellenen vaazların kıyısında o zorbalık mefhumu bina edilir. Kesintisiz kılınabilen cerahat hayatı bir oyun / bariz bir kurgu addeden muktedirin o pratiklerinde kuşatmayı günceller. Bir asırdır neden yerinde saymaya devam ediyor ülke bunun bariz kanıtları her güne içkin, cürümlerin, demeçler sonrası çıkagelen şiddet / nefret pratiklerinde görünür kılınır.
Fethi Balaman'ın Mezopotamya Ajansındaki haberidir: Silivri Cezaevi’nde yaşamını yitiren Ferhan Yılmaz'ın ağabeyi Hikmet Yılmaz, kardeşinin boğazında 20 santimlik ip izi olduğunu söyleyerek, “Tahliyesine 2 gün kala işkence edilerek katledildi" dedi.
Silivri 5 No’lu L Tipi Kapalı Cezaevi’nde 60 gardiyanın baskı ve işkencesinin ardından 2 tutuklu yaşamını yitirdi. Ferhan Yılmaz’ın cenazesini Silivri Devlet Hastanesi’nden alan aile, cenazeyi dün akşam saatlerinde Batman’ın Kanîrewa (Örmegözü) köyünde toprağa verdi. Ön otopsi raporunu almak isteyen aileye yetkililer, "6 ay sonra ancak verilir" cevabı verdi. Silivri Cezaevi’nde yaşananlara dair yetkililerden bilgi ve otopsi raporu alamayan aile, cenazede görülen işkence izlerinden dolayı çocuklarının katledildiğini belirtiyor. Ferhan Yılmaz’ın ağabeyi Hikmet Yılmaz, kardeşinin ölümünden önce ve sonrasında yaşananlara ilişkin Mezopotamya Ajansı’na (MA) konuştu.
Ön otopsi raporunun kendilerine verilmemesine tepki gösteren Yılmaz, kardeşinin öldürüldüğünü ve cinayetin gizlenmeye çalışıldığını ifade etti. Kardeşinin tahliyesine 2 gün kala işkence edilerek katledildiğini kaydeden Yılmaz, “Cezaevi önünde onu karşılayacağımız gün cenazesini aldık” dedi.
Cezaevi idaresinin kendilerine Ferhan Yılmaz’ın kalp krizi geçirdiği bilgisini verdiklerini dile getiren Yılmaz, "Cezaevi idaresinden bizi arayanlar ilk önce ‘fenalaştı ve kalp krizi geçirdi’ dedi. Haberi alır almaz aileden birkaç kişi, uçakla İstanbul'a gittik. Gittiğimizde kardeşimi Silivri Devlet Hastanesi’ne kaldırmışlardı. Cezaevini tekrar aradık. Kalp krizi geçirdiğine inanmadığımızı söyledik. 2 kişi yaşamını yitirdi, ikisi de aynı anda mı kalp krizi geçirdi? Bu kez bize, ‘hap alıp, isyan ettiler’ dedi. Çelişkili bilgiler verdiler. ‘Üç, dört hap atmış ondan kriz geçirmiş’ dediler. Ağrı kesici almak için bile gardiyanla revire gidiliyor. Orada ağrı kesiciyi alıp, içip, imza atıyorsun. Ya kardeşime toplu hap verilmiş, ‘al öl’ denilmiş, ya da kardeşim iddia ettikleri gibi ölmemiş. Tahliyesine 2 gün kalan bir tutuklu neden isyan çıkarsın? Verdikleri çelişkili bilgiler olayın cinayet olduğunun bir kanıtı" dedi.
Yılmaz, hastanede doktorun kendisine aktardığı dikkat çeken bilgileri de şu şekilde paylaştı: “Doktor bana, ‘Kardeşine ne olduysa içeride oldu. Hastaneye getirilirken ölmüştü. İç organları patlamıştı, kalp krizi geçirmemişti.’”
Tahliyesine 2 gün kalan Yılmaz'ın ölümünden üç gün önce annesi ile konuştuğunu ve annesinin Yılmaz'a 400 TL para gönderdiğini belirten ağabey Yılmaz, "Annem parayı EFT ile gönderdi. Para cezaevine gitmişti ama kardeşimin hesabına aktarılmamıştı. Sonraki gün tekrar annemi arayıp gelmedi hala dedi. O parayı kardeşimin hesabına bilerek yatırmadılar. Dün de anneme kardeşimin cenazesi geldi. Annemin feryatları hala kulaklarımda yankılanıyor. Bu feryat bunu yaşatanların peşini bırakmayacak" diye konuştu.
Kardeşinin cenazesini yıkadığını ve gördüğü karşısında dehşete düştüğünü ifade eden Yılmaz, şunları belirtti: “Üst dudağında bir el kadar şişkinlik vardı. Gözleri mosmordu, şişkinlikten gözleri görünmüyordu. Gözlerinin altından kanlar akıyordu. Göğüs kısmında küçük bir morluk vardı. Boğazında 20 santimlik iz vardı. Sanki onu çamaşır ipi ile boğmaya çalışmışlar. Burnundaki izler darp izleri gibiydi. 1980’lerde Diyarbakır Cezaevi’nde yaşatılanların aynısı Silivri Cezaevi’nde yaşatılmış. İşkence, baskı ve zulüm en sonunda katliam yaşanmış. Kardeşim işkenceyle öldürülmüş. Burada kimin sorumluluğu varsa hukuk önünde hesap vermeli. Cezaevi idaresi hakkında suç duyurusunda bulunacağız.”
6 Nisan’da aynı cezaevinde bir tutuklunun ailesini arayarak, “Bizi öldürecekler” dediğini aktaran Yılmaz, “Tutuklu annesine ‘dediklerimi kaydet’ diyor. ‘İşkence görüyoruz, bizi öldürecekler. Gardiyanlar ip getirip intihar edin diyorlar’ diye belirtmiş. Kardeşime ne olduysa 6 yada 7 Nisan’da oldu, şiddet uygulayarak öldürüldü” şeklinde konuştu.
Olayın üstünden 3 gün geçmesine rağmen yetkili isimlerden bir açıklama yapılmadığını ifade eden Yılmaz, “Adalet Bakanı hala bir açıklama yapmadı. Emin olun Silivri Cezaevi’nde bir çete var. Orada çete kurmuşlar, bu gençleri öldürüyorlar. Talimatla, gardiyanlar eşliğinde öldürüyorlar” diye belirtti.
Cezaevinde yaşananlara ilişkin Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) milletvekillerinin kendilerine ulaştığını ve olaya ilişkin bilgi altığını aktaran Yılmaz, “Arayan vekiller, ‘Bizi de cezaevine almıyorlar’ dedi. Milletvekillerinin dahi alınmadığı bir cezaevinde gerçeğin üstü örtülmeye çalışılıyor” diye belirtti.”
Bir ucubelik sarmalın binasında her nasıl bilinçli bir halde cana kastın da güncellene geldiği ortaya saçılıyor bir kere daha. Tutsak edilmiş insanların haklarının çalınabildiği, her şekilde canlarına göz konulan bir yerin meseli var ediliyor. Ferhan Yılmaz bu bağlamda mahpusta katledilen kaçıncı insandır! İşkence iddialarını sorgulamak bir yana, hiçbir şey yokmuş gibi davranmayı kendilerine hak olarak gören / bilen bir zevatın o meşum parti isimlerindeki adalet kavramı her neye yarar? Dahası işkenceye sıfır tolerans diye cümleler, iddialı eylem planları, Kürd sorunu yoktur PKK ile mücadele vardır denile gelirken ortaya serilen bütünüyle, topyekun bir soykırım tahayyülü olduğu kesinleştirilir. Tümden, bariz bir fasit döngünün dahilinde yaşama düşürülen gölgelerin kıyısında bir kere daha bir insan katledilir. Ferhan Yılmaz’ın ailesine, burada yazılmış olan tanıklıklar, ifşaatlardan sonra tek satır da olsa yanıt verilmemiş olması da mı bir şey anlatmıyordur. Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından ATK’ye bildirilen raporda işkenceyi göz ardı etmesine ne buyrulur! Daha kaç can, daha kaç katliam, daha kaç defasında işkencenin soruşturulmayacak olarak mimlenmesi söz konusu edilebilecektir? Bütünüyle cerahat dört bir yanı kuşatırken, ‘yara’ kanamaya devam ederken, çözümü ölümden yana kuranların elinde bir ülke var edilebilir mi?
Kesintisiz kılınmış cerahat, bir cüret, iki hiddet, üç nefret bahislerinin birlikteliğinden bir ucubelik sarmal bina ediliyor. Adına şimdi yeni ülke deniliyor. Ferhan Yılmaz bir ayın içerisinde canı alınan kaçıncı insandı, her şeyden önce bunun yanıtı bilinmiyor. Ötekisine, öteki olarak sanılana doğrudan var edilen her müdahale alkışlanırken, Türk’ün gücünün o yıkıcılıktan gayrısı olmadığı meydana çıkarken nasıl ilerler, nasıl yükselir ki bir ülke? Bir biçimde insan hakları karnesinde kırıkların artık kalıcılaştığı bir menzilde, daha yepyeni var edilmiş Kürd siyasi öznelerinden HDP’ye yönelik baskılamalar, vekil tartaklamaya ve basın açıklaması yaptırmamaya doğru güncellenmişken, cinayetin akıbetini sorgulayacak bir makam kalmış mıdır? Eren nam operasyon adlarını çeşitlendirip, dağ bayır her yerde bir terörist avına çıkıldığı iddiasındayken, “gerilla” diye sıradan yurttaşlara verilen eza / ceza söz konusuyken hakikati kim nerede bildirecektir? Misal; “Batman'ın Kozluk ilçesine bağlı Timoq köyünde askerler tarafından başına poşet geçirilerek gözaltına alındıktan sonra 4 gün boyunca işkenceye maruz kalan Yahya Karabaş, 3’üncü kez gözaltına alındı.” Haberin hemen ardından tutsak edilip cezaevine yollanan Karabaş’ın ne suçu vardır, Kürd olmaktan gayri?
Misal, 2014 yılında, Işid’in saldırdığı Ezidi kenti Şengal’den Türkiye’ye sığınmış yahut da gizli / örtük kanallarla getirilmiş kadınların dramına dair, vekil Feleknas Uca’nın bahis ettiği hiçbir şey de mi görülmez, sorulmaz, sorgulanmaz; Meclis’te, “Ankara’ya kaçırılan Êzidî kadınların olduğunu” dile getirdikleri için AKP milletvekilleri tarafından sözlü saldırı ve sataşmaya maruz kaldıklarını dile getiren Uca, “Kaç Êzidî kadın Ankara’dan çıkarıldı. Onları kaçıranlar hakkında hiçbir soruşturma açılmadı, cezalandırılmadılar. Sınırdan geçiriyorlar, Ankara’da çıkıyorlar ama her gün Kürtlere yönelik gözaltı operasyonları yapan Ankara Emniyeti, DAİŞ’liere bir şey yapmıyor. Rahat bir şekilden sınırdan geçip kaçırdıkları kadınları Ankara’da saklıyorlar” ifadelerini kullandı.” Her şey aleni her şey ulu orta var edilirken bu sarmalda bir hayat söz konusu edilebilir mi? İşgal edilmiş Rojava / Kuzey Suriye topraklarında Til Temir’in Til Tewil köyü bomblanmışken misal hayat her ne yana düşer, bunca ağır badireden biraz sonra, düşünür müydünüz?
Bir fragman değil, anlatılan ve bahsi edilenler birer mübalağa değil, bu ülkenin / bu ülke eliyle kotarılan şiddet / ötekileştirme pratiklerinin vardığı boyutu bildirendir. Apaçık bir halde ayrımcılığın, bu toprağın kökünden de olunsa ona karşı var edilmiş nefret etmeler, dayatma ve baskı unsurlarının yamacında hayat elden avuçtan çalınmak istenir. Biteviye sözü naçar kılacak bir cerahat güncellenir dört bir yanda hemen her anlamda. Bu kadar açık böyle afaki bir cürüm sarmalında Kürd sorununun, tıpkı memleketin sabit kıldığı her bir öteki addettiği için var ettiği sorunlar gibi güncellene geldiği yerde huzur, güven ve müşterek bir yaşam için hakların tanzimi ne zaman söz konusu edilecektir, herhangi zaman? Anlatmaya, aksettirmeye çalıştığımız şey, güncellik içinde giderek daha da fazla yer bulan ve büyük bir kakofoni ile örtbas edilmeye çalışan, yoktur, yapılmamıştır hiç ama hiçbir biçimde ön görülmemiştir denilen suçun yinelenen halleridir. İnkarın yolları döşenirken, sebat edilmiş nefret, kin, yıkıma yol verirken bir kere daha insanın insana ettiği zulüm ile memleket yenileniyor. Yenilendiği söylenen şey ile bütünüyle birlikte bir yaşam iradesinin de kökü kazılmaya devam olunuyor. Bir asrın üstündeki bir zaman dilimi dahilinde o kimliksizleştirme, şu tahakküme rehin etme, beriki insansızlaştırma ve kırımdan işkencelere uzanan bir şecere karşımıza çıkartılırken, çözümsüzlük yeniden hal yola koyuluyor. Bu kadar ağır badirelerin ortasında sanki her şey normalmiş gibi yapılıyor. Hala inanabiliyor musunuz, hala güvenebiliyor musunuz, hala insanlığı bunca afaki yaralayan / eksilten / çürüten bir mekanizmanın bir yeni ülkeyi var edebileceğine dair umut taşıyor musunuz? Düşünür müydünüz, sahiden de bu karanlık girdaplar hiçbir yere çıkmayacak acıdan, elemden gayri şimdi anlıyor musunuz?
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Ferhan YILMAZ – Ailesinden – Hatice KAMER – BBC Türkçe Servisi
0 notes
seslimeram · 2 years
Text
Nefret Şablonu
Tumblr media
Duraksamak nedir bilmeyen bir nefret şablonu kesilip biçiliyor. Gündelik yaşam akdinin orta yerine monte ediliyor. Bitmiyor, tükenmiyor, bir nefretten bir başkasına süreğen, hiç aralıksız bir biçimde toplumu ayrıştırmak, un ufak etmek denemelerine girişiliyor. Bir yer bir yurt akımı, tahayyülünün köküne kibrit suyu dökülmesinin gayreti artık gizlemeye hiç ihtiyaç duyulmadan var ediliyor. İnsan olma hal / erdem / kapsamının daraltıldıkça sadece muktedir ve avenesi ile dünün devletinde kendilerinde yer bulan bir kesimin kılındığı salt ve sadece onlara ait bir meseleymiş gibi duyurulduğu bir zemin var edilendir. Çürümenin, kesif bir kokuşma halinin var edildiği, ötesinin aralıksız hınç alma, rövanşa dayalı hareket ve uyaranlarla biçimlendirildiği bir zemin günceldir. Devletin baki kaldığı bir sahne onun temelinde yer bulan insanın değeri sıfırlanmak istenir.
Hayat hakkının mahvına çabalanan bir yerde, olmakta olan cerahatin kutsanmasıdır artık afaki bir biçimde. Her gün, gündemin satır aralarına sıkıştırılan mesellerden, muktedir ve avenesinin paylaştıklarına, eyledikleri hallere bütünlüklü bir biçimde nefret kuşatması var edilendir. Cerahat yüceltildikçe, hayat hakkının mahvı için bir adım daha atılmış olur. Bir gün bir kimlik, başka bir gün bir başkası hedefe konulur. Bir gün bir temsil, başka bir gün bir diğeri alenen nefrete yem olunur! Her durumda nefret objesi kılınacak, misal değil de sahiden de alt edilmeye çalışılan bir yaşam biçemi, durum, duruş linç olunur. Daha yakın zamanlarda var edilmiş, Kürd nefreti, Ermenilere yönelik ayrımcılık, süreğen kılınmış ola gelen mültecilere yönelik tehditler ve benzerleri buna yetkin / kısadan birer örnektir. Açık ve aleni bir biçimlendirme ile duraksamak nedir bilmeden ötekisine hınç kusulur. Yaraları ile birlikte yaşamaya çaba sarf edenler için bir zamanlar yurt teşkil eden bir sahnenin açık bir halde cehenneme dönüşümünün sureti de peyderpey o bahislerle / atılan nutuklardan hemen sonra çıkagelen şiddetle, kırımla beraber kanıtlanır.
Evrensel Gazetesi’nden aktaralım: “Edirne Valiliği'nden yapılan açıklamaya göre İpsala ilçesi Paşaköy Köyü Mandakoru mevkiinde 12 göçmen donarak yaşamını yitirdi.
Valilikten yapılan açıklamada “02.02. 2022 günü İpsala ilçesi Paşaköy köyü Mandakoru mevkisinde Yunanlar tarafından geri itilen ve donarak vefat eden 9 göçmenin cansız bedenine ulaşılmıştır. Donma riski altındaki bir göçmen ise kurtarılarak Keşan Devlet Hastanesi’ne sevk edilmiştir. Arazide yapılan arama tarama çalışmaları sonrasında 2 göçmenin daha cansız bedenine ulaşılmıştır. Hastaneye sevk edilen göçmen de kurtarılamayarak vefat etmiştir. Vefat eden göçmen sayısı maalesef 12’ye ulaşmıştır. Jandarma, sınır birlikleri, polis ve AFAD ekiplerimiz tarafından arama tarama faaliyetlerine devam edilmektedir. Konuyla ilgili adli soruşturmaya başlanmıştır. Kamuoyuna üzüntüyle duyurulur” denildi.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda yaşamını yitiren göçmenlerin fotoğraflarını paylaşarak, "Tarih: 2.2 2022 Yer: İpsala Yunanistan Sınırı Ayakkabıları çıkarılmış, elbiseleri soyulmuş Yunan sınır birlikleri tarafından geri itilmiş 22 göçmenden 12'si dondu AB çaresiz, cılız ve insanlıktan yoksun. Yunan sınır birlikleri, mağdura cani, FETÖ'ye müşfik Allah rahmet eylesin" ifadelerini kullandı.
Emek Partisi Genel Başkanı Ercüment Akdeniz’de şu tweetleri atar:
“1- Van’da karlar eridiğinde ortaya çıkan cansız mülteci bedenlerini hatırlayın. Yetmedi, şimdi de Edirne-İpsala sınırında 12 mülteci donarak can verdi. Peki insanlığa, vicdana sığmayan bu ölümlerin sorumlusu kim?
2- Yunanistan’da bazı gazeteler haberi yalanlıyor. Türkiye medyasında ise Yunanistan tarafı suçlanıyor. AB aradan yine sıyrılıyor! Asıl sorun Türkiye ile AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması. Bu anlaşma durdukça ölümler devam edecek. Yunanistan da bu anlaşmanın tarafı.
3- Sığınma hakkına darbe vuran, Türkiye’yi göçmen hapishanesi haline getiren Geri Kabul Anlaşması derhal çöpe atılmalı! Zorla geri itme yahut ileri itme yöntemleri insanlık suçları kapsamında soruşturulmalı, sorumlular yargı önünde hesap vermeli.
4- Belarus-Polonya sınırında organize edilen “mülteciler üzerinden muharebe” emperyalizmin yeni göç rejiminin bir parçasıdır. Esin kaynağı ise Pazakule olaylarıdır. Bu insanlık dışı uygulamalara karşı çıkmadan “insanlık, vicdan” demek samimi olmaz, işe yaramaz.
5- Mülteci karşıtı, yabancı düşmanı, nefret yayan çevrelerin paylaşımları daha silinmemişsen; 12 cansız mülteci bedeni üzerinden başka ülkelere, halklara karşı şovenizmi körüklemeleri ise samimiyetsizliğin göstergesidir. Bunlara itibar edilmemeli.
6- Ege’nin iki yakasında sadece mülteci düşmanı çevreler yok; mülteci dostu güçler ve halklar da var. Kapitalist devletlerin vahşi göç politikasını red ediyoruz. İnsani bir göç ve iltica politikası için ses yükseltelim. Evet, hem karşıda hem bu yakada!”
Nefret şablonunun belki de en doğrudan hedef kıldığı mülteci, “haymatlos” kimlikleridir. Bir güvenli liman olarak bildirilen, oysa gerek Avrupa Birliği gerekse de Rusya, Amerika gibi ülkelerden gelen destek paketlerinin sömürüldüğü, mültecinin hayat hakkının bariz bir hiç addedildiği bir menzil var edilendir. Nefret simyası kurgudan hakikate evrilirken bir yandan da hayatların ipotek altına alınması kesintisiz kılınır. Cerahat büyütülüp epey hallice serpilirken, katledilmelerinin yolu da Yunanistan ve Türkiye arasındaki sır denilen ol yaşam köprülerinin birdenbire imhasıyla söz konusu edilir. Türk devletinin var ettiği ol aymazlık, nefretle yaşatmaz kıldığı insanların bir umut sınırın öte tarafında belki buluruz diye çıktıkları umut yolculuğunun sonu hazin bir kırıma çıka gelir. Türkiye’de mimlenmiş veya işinden, hayat hakkından men edilmiş olan insanlar gibi, Avrupa’nın sınır kapısı ola gelen Yunanistan’a varamadan bir dolu insan pek çok kez olduğu gibi yeniden katledilir. Daha önce Akdeniz açıklarından, daha yeni Belarus sınırında var edilmiş hayat memat hal ve mücadelesine bir kere daha Türk, Yunan sınırında yaşatılanlar eklenir. İyi de on dokuz kadar insanın hayatının böyle lalettayin bir biçimde çalınabildiği bir zeminde, her şeyin ol devletler nezdinde bile isteye var edilebildiği bir sahnede, cehennem dediğiniz her nedir ki sahiden?
Bianet’ten aktaralım: “AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Osman Kavala kararını tanımayacağı yönündeki açıklamasına CHP’den tepki geldi.
CHP Mersin Milletvekili Alpay Antmen, Erdoğan'ın AİHM'nin Osman Kavala kararını tanımayacağı yönündeki açıklamasını "Türkiye'yi Avrupa'dan, Ortadoğu bataklığına götürmek" olarak tanımladı.
“1989’da AİHM'nin yargı yetkisini Türkiye kabul etti. Yani AİHM bir iç mahkeme. Şu anda Saray ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan Anayasa'ya aykırı hareket ediyor” dedi.
Antmen, açıklamasında 2004’te Anayasa’nın 90. maddesine bir hükmün eklendiğini söyleyerek “Burada kanunla, uluslararası kanun çeliştiğinde son kararın AİHM tarafından verileceği kesinleştirilmiştir. Bu artık bir iç hukuk kuralıdır” diye konuştu.
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının tamamının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına uymak zorunda olduğunu belirten CHP’li Vekil “AİHM’nin kararını tanımıyorum demek, ona ayar vermeye çalışmak demektir. Mahkemeden istediği kararı çıkmayınca onu tanımıyorum diyemezsin. AKP’nin ve Erdoğan’ın istediği şey Türkiye’nin Avrupa Konseyinden atılması ve ülkeyi bir Ortadoğu bataklığı, kabile devleti yapmak” ifadelerini kullandı.
Ne olmuştu?
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi 2 Şubat'ta Gezi davasının tek tutuklusu olan Osman Kavala'nın AİHM kararına rağmen serbest bırakılmamasıyla ilgili 'ihlal sürecini' resmen başlatmıştı. Komite, dosyayı AİHM'e göndererek Türkiye'nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ni ihlal edip etmediğine karar vermesini istemişti.
Dışişleri Bakanlığı da karara karşı iç hukukta devam eden dava sürecinin göz ardı edildiğini savunmuştu. Kararı siyasi saik olarak nitelendirmişti.
Erdoğan'sa "AİHM ne demiş, Avrupa Konseyi ne demiş, bu bizi ilgilendirmiyor. Biz kendi mahkemelerimize saygı duyulmasını bekliyoruz" açıklaması yapmıştı.”
Düzenin var ettiği nefret şablonunun her nasıl işlevsel kılındığını bildirir bir kere daha, Osman Kavala için AİHM’in verdiği karara riayet edilmeyecek olması. AİHM’e zorunlu yargı yetkisi 27 Eylül 1989 tarihinde verilir. Bir iç mahkeme kılınan makam doğrudan bu ülkede var edilebilecek olan hukuki kararların akıbetinin sorgulanabilmesi, yargıda tıkalı kalmış ya da çözülmemiş olan davalara dair nihai kararların var edilebileceği, hükmün verilebileceği bir iç mahkeme kılınır. Üzerinden onca zaman geçtikten sonra bugün orada bildirilen hakkaniyet kavramı tanınmayacak bildirilir. Hizalar / kırmızı çizgiler, normların anti normatif hallere terk edilmesinin izleri üstünde ilerlerken bir de hukuksuzluk çizgisi üstünde ilerler bir ülke. Yönetim katının, baş amirden başlayıp silsile halinde ötekileştirile gelen insanlara, onların hak mücadelelerine bakışlarının esef verici sureti de ortadadır. Bir Avrupa ya da Orta Doğu ülkesi olmaktan ziyade hukuksuz, hiçbir evrensel nizamın yerinin kalmadığı / bırakılmadığı bir cerahattir mesele. Bununla bir ülkenin şablonunun yine yeniden inşasıdır mesele. Aralıksız aşağı yukarı beş yıldır nedensiz / mübalağasız bir boş evrak kalabalığı öne sürülerek, boşa doluya ithamlarla, onla görüşmüş, bunun yapmış gibi ithamlar ile yok yere bir insanın mahpus edilmesi sorgulanmasın istenir. AİHM’in her durumda Türkiye’nin bir doğrudan ortağı olduğu, ona göre kararlar alırken iyi geriye kalanları verdiğinde kötü ilan edilmesinin ceremesi de diğer yandadır. Osman Kavala’yı o nefret şablonunda hedef kılabilen iktidar kimseye de hayatı sorgulamayın, bu ülke için sakın ola iyi bir şey yapmaya çalışmayın (bizim haberimiz olmadan!) buyurur. Onca yıllık yargı garabetliği, üstüne çöreklenmiş olan darbeci, foncu, şucu, bucu yakıştırmalarının müsamerelik trajikliği bir yana, nefretin ele alındığı yerdeki istikametin her nasıl bir utanç olduğu bir kere daha kayda geçer. Bunu da tarih bir biçimde yazar, yazıyordur belki!
Nefret el alınan, kılavuz bilinen bir yola dönüştü bugün. Kötülüğün temsilini bir deneyim kılmak için, olur olmadık her gün var edilmiş katran karanlığının temel harcı o nefretin ta kendisiyle karılır kılındı. Günbegün, noktasına, virgülüne dokunulmadan isimler, kimlikler ya da aidiyetler değiştirilip, sözüm ona demokrasicilik oynanırken yıkımın olası eziyetlerin de istikrarı (!) sağlanır bir kere daha. Yüz koca yıla yakındır bir türlü hakkaniyet kavramını var edememiş, o anayasa denilen evrensel haklardan biriktirilen bir özet bahsi dahi sonunda çürütmeyi başaran bir yerde nefret her defasında birilerinin canını yakmaya vesile kılınır, kılındı! Düpedüz hayatın hiç edildiği zemin, o nefretle dün x, y, z için bugün a, b, c için ama her defasında devletlinin abecesinden çıkarttığı, yok ya da hiç addettiği kesimler / kimlikler için sürdürüldü. Bu kadar afaki bir toplamda, böyle açık ve aleni bir kötülük sarmalında hayatın istikameti kalır mı? Müşterek bir yaşamı her anlamda denetleyen, gözetleyen ve kuşatan bir iktidar pratiğinin nefretle buluştuğunda var edeceği katran karanlığı dert değil midir? Hemen her halükarda muasır medeniyetler diye lafa başlarken, kendi üstünde yükseldiği o medeniyetler birlikteliğini devamlı ama hep bir biçimde sürekli tarumar eden yerde nefret / kötülük / kindarlıkla hangi doğruya nasıl ulaşılır. Dipsiz, dehşetten başkasına yer bırakmayan, daimi bir kokuşmuşluğun şu sahneye ettiklerini anlamak için alim olmaya hacet yokken yanlışlarla hangi gün var edilebilir? Bildiğimiz tüm anlamlarıyla nefret hayatı paramparça ederken, takvimin her yaprağı acıya boğulurken insan olmanın gereği ne zaman akla düşecek, meselemizdir. İlgililere duyurulur.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2022
Görsel: Ankara Katliamı... - @izinsiz – 1 + 1 Express
0 notes
seslimeram · 3 years
Text
Hayat Çürüyor
Tumblr media
Başına buyruk, kafadan her şeyin bet ve feci için / onlar adına güncellenmesinin yolunu açan bir temsil ile memleket memleket olmaktan gizli örtük değil doğrudan yalın bir hal dahilinde tükenişine tanıklık ediyor. Doğrudan memleket olma titrinin çökertilmesi haline tanıklık ettiğimiz günlerden geçiyoruz. Her feryadın, fasarya kılındığı, ilan olunduğu işte bu sahnede o cürümler hayatı kuşatıyor. Her şekilde başına buyruk, baş efendinin atakları, hamlelerinin toplamında hayat anlamı çürümeye terk edilen bir mesel kılınıyor. Hürriyet, lafı bile edilmeyen bir mesele dönüştürülüyor.
Her şey hemen her şekilde mutlak denetim, gözetim ve tahakküm bileşenlerinde, bunların birlikteliğindeki o katran karası yeniyi var etmek adına sürgit yinele geliyor. Bildirime hacet kalmadan atılan her adım, kanun diye var edilen her dayatmada bir kere daha bu dehşet temsili, bir edebi metindeki o fabl bura, iş bu sahnenin kabusu oluyor. Öylesine değil doğrudan büyük biraderin yerli versiyonu hep aynı odağa çıkıyor. Hep aynı belagati savunanlara, sorgulara ve yaralara. Bugünün o ülkesinin hakikati böyle biçimleniyor. Paralize ediliyor bir menzil. Günbegün bir deney sahası kılınıyor bir menzil. Başına buyruk olagelen muktedirin pratikleri büsbütün cürümlere çıkıyor. Her gün, her yan biraz daha karanlığın kılınıyor.
Tanıklık ettirilen güncellikte koruyucu / kapsayıcı olarak zikredilen devletin pratiklerinin her nasıl doğrudan bir yıkıma çıktığı örtülüyor. Her olumlama ardından çıkagelenler ile bir ve birlikte bütün bir menzilin dönüşümü sağlama alınıyor. Şahsım beyin, şahsiyetine uygun şahsi görüşlerinin doğrultusunda, kiminin kafasına çay paketi, kiminin kafasına ol iri şaplak, kimisinin ensesinden tutmak, kimine hizaya çekmek kalanlara o dar nüfuslu ola gelen kesimin, en avantajlı hırsız / uğursuz takımlarına korunaklı haller gibi nicesiyle tüm bu varyasyonlar güncellenir. Devlet dediğinizin kendisinden gayrısına da bir fayda taşıma çabası içinde olmadığını kanıtlayan nice örneklem vardır. Bir dönemlerin bakanının diline pelesenk ettiği, o çalınan paralar, şu tapeler gerçekti ünlemesinden, dünün bakanının imdi muhalefet gömleğini giymeye çalışırken dahi yüzüne gözüne bulaştırdığı pek çok detaya, ana akım medyanın pejmürdelik halinden, gündelik yaşama müdahalelerin pekliğine daha pek çok etmenle birlikte bu çürüme, yıkım, yok etme kültü, kültür, istikamet bildirilendir.
Bir söylediği, bir söylediğini tutmayan devletlinin pratik kıldıkları yaşama karşıtlığın açık bir temsilidir. Bugün, şu raddede her günü bir öncesinden ağır karşılıyor, her gün biraz daha fazla yara çoğalıyorsa o muktedirin iş bilirliğinden değil, bu toprak parçasında iyice geriletilmiş olan demokrasi tahayyülünün toptan çürümeye terk edilmesinden kaynaklanır her şey ortadadır. Hacı Bişkin’in Gazete Duvar’da yayınlanmış ol haberinden aktaralım. “Şırnak'ın İdil ilçesinde dün zırhlı polis aracı 7 yaşındaki Mihraç Miroğlu'na çarptı. Turgut Özal Mahallesi'nde meydana gelen olayın ardından Miroğlu, İdil Devlet Hastanesi'ne kaldırıldı ancak tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadı. Miroğlu'nun cenazesi dün akşam saatlerinde defnedildi. Baba Salih Miroğlu oğlunu anlatırken, "Hayat doluydu" diyerek "Benim oğlum neden öldü?" diye sordu.
İddiaya göre Mihraç Miroğlu dün sokakta bisiklet sürerken bir zırhlı polis aracı çarptı. Miroğlu ailesi olayın nasıl meydana geldiğini bilmediklerini söylerken mahallelerde zırhlı araçların devriye gezdikleri esnada süratli olduklarını belirtti. Miroğlu'nun babası Salih Miroğlu ise olayın yaşandığı sırada evde olmadığını, oğluna zırhlı aracın çarptığını duyduğu an eve koştuğunu söyledi.
Baba Miroğlu, oğlunun ölümüne neden olanların yargılanmasını isteyerek şunları söyledi: "Mihraç evden adımını dışarı atmazdı. Kendisi çok uslu bir çocuktu. Annesine çok bağlıydı. İkinci sınıfa gitmesine rağmen kitap okuma hayranlığı vardı. Büyüyünce öğretmen olmak istediğini söylerdi. Peki benim oğlum neden öldü? Bunca çocuk neden bu şekilde öldü? Artık hiçbir çocuk ölmesin. Biz ne dersek diyelim sesimizi duymuyorlar. Artık hiçbir şey diyemiyoruz."
Bener Cordan İlkokulu 2'nci sınıf öğrencisi olan Miraç Miroğlu'nun ölümü özellikle 2015'te ilan edilen sokağa çıkma yasaklarından bu yana zırhlı araç çarpması sonucu ölen çocuklar yeniden gündeme geldi. Son 6 yılda zırhlı araçların mahallelerde devriye gezerken çarptığı, çocukların evde uyurken duvarlardan araçların içeriye girdiği hiçbir ölümde kolluk güçleri ceza almadı.
İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi'nin hazırladığı rapora göre ise son 10 yıl içinde zırhlı araçların karıştığı 63 kazada, 16'sı çocuk, 6'sı kadın olmak üzere toplam 36 kişi öldü, 85 kişi yaralandı.
Son dönemde meydana gelen zırhlı araç çarpması sonucu ölüm olayları:
- 6 yaşındaki Efe Tekin, 6 Haziran 2018'de Toplumsal Müdahale Aracı (TOMA) çarpması sonucunda öldü. Tektekin'in 65 yaşındaki dedesi Mehmet Tektekin de torununun ölümünden 15 ay önce yine zırhlı aracın çarpması sonucu ölmüştü. Tektekin’i ezerek ölümüne neden olan polis İ.A. hakkında “taksirle ölüme neden olma” suçundan 2 ila 6 yıl arasında hapis istemiyle dava açıldı. Geçtiğimiz hafta ortaya çıkan bilirkişi raporunda ise Efe Tektekin “asli”, polis “tali” kusurlu bulundu.
- Şırnak’ın Silopi ilçesinde 2017 yılında 7 yaşındaki Muhammet ve 6 yaşındaki kardeşi Furkan Yıldırım odalarında uyurken evin duvarına çarpıp içeri giren panzerin altında kalarak öldüler. Cizre 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanan polis memuru hakkında beraat kararı verildi. Dava sırasında zırhlı aracı kullanan polisin sertifikasız olduğu ortaya çıkmıştı.
- 2018 yılında Şırnak'ın Cizre ilçesinde 5 yaşındaki zırhlı aracın çarpması sonucu Onur Özalp, ağır yaralandı. Özalp kazadan 9 ay sonra vefat etti.”
Memleketin memleket olmasının önünün alınmasına bariz örneklerden birisidir bütün bu cinayetler silsilesinin son halkası Mihraç Miroğlu’nun katledilmesi. Cürümler ülkesindeki o yaşam hakkına kastın nasıl var edildiğini geçtiğimiz yazıda değinmiştik. Memleketin ol memleket olmaktan alıkoyan meselin acılı babanın sarf ettiği bizi duymuyorlar bahsinden her nasıl görünür kılındığı ortaya çıkarken ne dersek eksik kalacaktır. Bakur Kürdistan’ı sathı mahallinde yıllar yıldır süre gelen devletli tahakkümünün bir kırım boyutuna nasıl da dönüştüğü yeniden vurgulanmalıdır. Hacı Bişkin’in İHD raporlarına dayandırarak sunduğu verilerin ışığında bir yaşam sahnesinde hayatın un ufak edilmesinin cerahatidir mesele. Cürmü var edenlerin sırtlarının pış pış edilip, yollarının açık tutulması, adalete hesap vermeyecek olmalarının güvencesidir mesele. Bakur Kürdistan’ında abluka günleri boyunca var edilmiş olan kötülüğün binbir suretle yeniden ve yeniden imal edilmesine karşın Batı Türkiye cenahından tek bir itiraz nüvesinin, ortak yasın tutulmasının yolunun da yönünün de var edilememesinin meselesidir bir baba tarafından bildirilen, duyan hiç var mı ola? Bir çocuğun daha hayat hakkının elinden alındığı, yasının tutulmadığı, arasız ve fasılasız herkes eşittir türküsü çağrılırken oluşturulan o sessizlik, görmeme halinin karşısında kim nasıl hesap verecektir, her ne zaman?
Sendika.org’tan aktaralım: “İlk başta Valilik tarafından izin verilen Barış Mitingi'nin gerekçesiz olarak yasaklanmasının ardından Beyoğlu Tünel'de gerçekleştirilecek basın açıklaması ile ilgili de yasaklama kararı çıktı. Eylem saati öncesinde HDP il binasının önünü kapatan polis parti yöneticilerinin dışarıya çıkmasına izin vermedi. Tünel Meydanı'nı ablukaya alan polis aralarında kurum temsilcilerinin de bulunduğu çok sayıda eylemciyi gözaltına aldı.
İstanbul Emek, Barış ve Demokrasi Güçleri’nin çağrısıyla 17.00’da Beyoğlu Tünel Meydanı’nda düzenlenecek basın açıklaması öncesi polis Tünel ve çevresi ile HDP il binasını ablukaya aldı. Bakırköy’de düzenlenecek Barış Mitingi’nin İstanbul Valiliği tarafından izin verildikten sonra gerekçesiz olarak yasaklanması karşısında Emek, Barış ve Demokrasi Güçleri, Tünel Meydanı’nda basın açıklaması yapacaklarını duyurmuştu.
Tünel Meydanı’nı ablukaya alan ve eylemin Beyoğlu Kaymakamlığı tarafından yasaklandığını söyleyen polis buluşma saatinden önce flamalarla alana gelen eylemcileri gözaltına aldı. ESP Eş Genel Başkanı Şahin Tümüklü de gözaltına alınanlar arasında. Polis alandaki HDP Milletvekili Musa Piroğlu ile gazetecileri de ablukaya aldı.
Buluşma saati yaklaşırken kurum temsilcileri ve milletvekilleri İstanbul Halkevi’nden çıkarak barış sloganlarıyla Tünel Meydanı’na doğru yürümeye başladı.
Yürüyüşün önünü Narmanlı Han önünde kesen polis, Beyoğlu Kaymakamlığı’nın yasak kararını okuduktan sonra yürüyüşün sonlandırılmasını istedi. Kurum temsilcileri bu yasak kararını tanımadıklarını söyleyince polis kalkanlarla sardığı eylemcileri ve gazetecileri darp etti ve polisin tutumuna tepki gösteren bazı kurum temsilcilerini gözaltına aldı.
Polis araçlarında gözaltındaki eylemcilere yoğun şiddet uygulanırken polis gazetecilerin görüntü almasını engelledi. Yaşananları görüntülemek isteyen Sendika.Org muhabiri darp edildi.
Çeşitli yerlerden yürüyerek gelenler gözaltına alındı. Polis saldırılarının ardından dağılan kitle, çevredekilerin alkışlarıyla İstiklal Caddesi’nde “Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek” sloganlarıyla yürüdü.
Tünel Meydanı’nda gerçekleştirilecek basın açıklaması öncesinde HDP İstanbul İl Binası polis tarafından ablukaya alındı. Polis parti yöneticilerinin dışarıya çıkmasını engelledi.”
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde imzası bulunan bir devletin, hangi hak varsa onu hiçe saymaya devam ettiğini göstere gelen bir saldırganlık İstanbul’un iki farklı semtinde var edilir. Önce Bakırköy’deki miting lağvedilir. Ardından çıkagelen basın açıklaması hal ve istemine ket vurulur. Gün aşırı Bakur Kürdistan’ında yepyeni bir yara var edilirken tam da o devletli eliyle, bütün fecaatlerin ardında biz varız nidası bu saldırganlıkla birlikte tescillenir. Ülke, memleket, vatan imlerinin boşa düşürülmesi kesintisizdir artık. Hepten o abluka günlerindeki gibi bir cerahatle Kürd ve tüm diğer Türkiyeli halkların birlikteliği, o makus kadermiş gibi dayatılan kötülük karşısında halen hayatların biricikliğinden bahisler açmak imkansız kılınsın istenir. Bir ülkede sözün yitimi için her zaman olduğu gibi yine, yeni ve yeniden barışa saldırılır! Barışmaktan bunca kaçınılan, sözü yitirip silahların salt ve sadece sahneyi kapsamasını talep eden, kanla beslenmeyi hala matah bir şey addeden kaç ülke vardır!
Doğrudan memleket olma titrinin çökertilmesi haline tanıklık ettiğimiz günlerden geçiyoruz. Her feryada kulak tıkayan bir muktedirin güncesinde hayatın her ne hallere terk olunduğuna tanıklık ediyoruz. Cerahat biteviye kılınırken, yolun, yordamın yitimi eksiksiz kılınıyor. Barışın savaşla, huzurun kötülükle, hürriyetin mutlak teslimiyetle birlikte dönüştürüldüğü, takas olunduğu bir güncellik dahilinde yaşam istemi yerle bir olunuyor. Her gün aynı karanlıkla çıkıyor. Tekrarlanarak sabit edilmiş olanın ahlardan mülhem bir ülke olduğu gerçekliği artık saklanamıyor. Hayat çürümeye terk ediliyor, kesin bilgi!
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Escape - Angie PAPADOPOULOU – Behance
0 notes
seslimeram · 3 years
Text
Tehdit / Yıkım / Çürüme
Tumblr media
Sürüncemesiz bir dip yıkım halini arşınlıyor memleket. İsmi memleket kalanın var ettiği, düpedüz bir cerahate rehin, her günü bir öncesinden ağır yıkımlara rehin olan sahnede bir dip bulunamıyor. Bir dip kesintisiz keşfedilemiyor. Hayat biçare konulan bir mesel haline dönüştürülürken var edilen yaşama istemini tırpanlıyor. Hayata vurulan ketler hemen her gün başka bir eksiltmeyi beraberinde çıkarta geliyor artık. Biteviye bir yıkım döngüsüne rehin, hayatın alt üst olunduğu bir yerde mevzu mesel alenen çürümeye çıkartılıyor artık. Bir dip, bir son kalmıyor hiç varılamıyor. Ezber edilmiş argümanlar, yolda yine yeni ve yeniden dizilen beylik cümleler hep hamaset, çokça zehirlenmiş tahayyüllerle birlikte tüm o kuşatmayla bir memleket geriye konulamıyor.
Eskisi ya da yenisi diye atfedileni, ülke diye addedileni, dümdüz ülke, gemi, şablon ve bu bahsin kapsayıcısı çatı geriye konulmuyor. Muktedirin çizdiği hatlar o gayya kuyusunu şu sahnede derinleştiriyor. Muktedirin ülküsü bir yıkım toplamını göstere geliyor. Devlet bir biçimde yurttaş olgusunun çürümeye terk edildiği, düzenin bekası dışında hayat meselinin hiç konuşulmadığı o yer bugün yeni namıyla sunuluyor. Her türden pejmürdelik iş bu yer, sahanın tek ayrışmaz mefhumu kılınıyor. Yaşama düşürülen devletli gölgesinin ne haddi ne hududu kalıyor, bırakılıyor. Bir cerahat halinin içinde hiç bitmez bir dibe batış hali tüm bu sahada güncellene geliyor. Yaşam pratikleri zehirlenirken yıkım / yıldırı / yok etme hal ve istemi kutsanıyor. Biypolitika tezahürü kesintisiz bu habis döngü dahilinde bütün yara verme istemini barındırır.
Bir yıkım, yıldırı ve bunları tamamlayan pek çok tahakküm etme hallerinin yekununda ol çukur meseli artık dipsiz kılınandır. Yerleşik düzenin, madun siyaset aktörlerinin varlığı, var ettikleri her yeni dönemeçte biraz daha, bir kez daha çürüme sabit olunandır. Düzenin başındaki temsillerin ulu orta her gün var edebildikleri yegane şey bu döngüyü bir kere bir kez daha süreğen bir biçimde güncelleme halidir. Bütünüyle cerahatle kuşatılmış hiç ama hiçbir biçimde yol / yordam bırakmayan, nefes aldırmayan, umut bırakmayan hemen her durumda daha da dibe çeken bir yerin ülke olma ihtimali söz konusu mudur sahi ama sahiden de? Birbirleriyle çekişir gibi görünürken iktidar / muhalefet sahnelerimin arasında bir yolun / bir yönün bırakılmadığı gerçekliğini fark ederiz. Cerahatin, cürmün, çürümeyi aşa duran evrelerin arasında bir menzilin tükenişi sabit olunur. Onca laf arasında yeniden büyük, güçlü, kendine yeter diye addedilen ülkenin koca bir fıs olduğu her şeyin boşluğa düştüğü artık gizlenemeyendir.
Bir yıkımın biçimlendirilmesi artık anlıktır. Günbegün yaratılan düzenin var ettiği hemen her şey bu bağlamda eskaza değil doğrudan yıkıma çıkartılır. Koca puntolarla yaygın olan medya ile duyurulan bahislerin hemen dibinde Türkiye’nin başka yüzüne dair iletiler, hep saklı tutulmaya çaba sarf edilen yaraların görünürlüğü paylaşılır. Bunların yekununda hal ve gidişatın perişanlığı kendiliğinden ortaya saçılır. Müştereklerimizin yerle bir edildiği o sahnenin gerçekliğini örtmeye şimdilik muktedir ve medyası yeterli gelmemektedir. Bariz bir yıkımın varlığında artık her bir gün bir sınav kılınmaktadır.
Mezopotamya Ajansından aktaralım: “Konya'nın Meram ilçesine bağlı Hasanköy Mahallesi’nde Mehmet Altun tarafından 30 Temmuz'da katledilen Karslı Dedeoğulları ailesinin avukatı Abdurrahman Karabulut, katledilen aile bireylerinden Serpil Dedeoğulları’nın, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'ya mesaj göndererek yardım istediğini duyurdu.
Twitter hesabından açıklama yapan Karabulut, Serpil Dedeoğulları'nın Facebook hesabından Soylu’ya gönderdiği mesajın fotoğrafını paylaştı. Karabulut, paylaşımında "Tüm koruma taleplerimiz ve tutuklama taleplerimiz red edilmişti. Tutukluların serbest bırakılması kalması üzerine, katliamın olacağını hisseden müvekkillerden Serpil Dedeoğulları, Süleyman Soylu'dan Facebook üzerinden 2 Temmuz'da yardım istedi" dedi.
Serpil Dedeoğulları'nın Soylu'ya attığı mesaja ilişkin görüştüğümüz avukat Karabulut, mesajın katliamdan önce Çetin Dedeoğulları tarafından kendisine gönderildiğini söyledi. Karabulut’un paylaştığı fotoğrafta, Serpil Dedoğulları’nın Soylu’ya, “Her yere yazdım ama kimseye sesimi duyuramadım. Lütfen bari siz yardım edin. Konuşmak için her zaman müsaitim. Meram Konya'da ikamet ediyoruz” şeklinde mesaj yazdığı, verilen yanıtta ise, "Kendinizle ilgili daha fazla bilgi verebilir misiniz? Geçmişiniz hakkında daha fazla bilgi alabilir miyim? Konuşmak için müsait misiniz? Yeriniz nerede?" soruları yer aldı.”
Bütünüyle yurttaşların bir başlarına kaderlerine terk edilmesinin en acı örneklerinden bir diğeridir Dedeoğulları ailesinin katledilmesi. Cürümlerin muktedirin hedef almalarının da ötesinde sadece işaret etmesinin dahi kafi geldiği bir zamanda icra edilmesi hakikattir bir kere daha. Taşeron tetikçinin var ettiği kötülük arkası sorgulanmasın diyerek örtbas edilir. Avukat Karabulut’un ifşası nasıl bir sahnede, her ne şartlarda ülkedeki yaşamın varlığının söz konusu edilebildiğine de kanıttır. O arada devletin her neyi öncelediği şu kısa haberin satır aralarından gün yüzü bulur: “Van Cumhuriyet Başsavcılığı, Konya’da Dedeoğulları ailesinden 7 kişinin yaşamını yitirdiği ırkçı katliamı protesto etmek amacıyla asılan pankartların, "Halkı kin ve nefrete teşvik ettiği" gerekçesiyle indirilmesine karar verdi. Kararın polis tarafından tebliğ edilmesinin ardından Halkların Demokratik Partisi (HDP) Van İl Örgütü ve İpekyolu İlçe Örgütü binalarında asılı olan ve ırkçı katliamda yaşamını yitiren Dedeoğulları ailesi bireylerinin isimlerinin yazılı olduğu pankartı indirdi.” Bariz bir kırımı sorgulamak, adaleti talep etmek, kim neden, ne hakla diye sual etmek, muktedir olandan hesap ver diye çıkışmak, direnmek imkansız kılınmak istenir. Bundan ala belirgin bir dipsiz çukur söz konusu mudur?
Gazete Duvar’dan devam edelim aktarmaya: “HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu, Dedeoğulları ve Dal ailesi katliamının nedenlerini araştırmak üzere Konya’ya geldi. Konya’da ilk olarak katledilen Dedeoğulları’nın ailesinin avukatıyla görüşen Gergerlioğlu, daha sonra ailenin yakınlarına taziye ziyaretinde bulundu.
Konya ziyaretinde Gazete Duvar’a açıklamalarda bulunan Gergerlioğlu, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’nun Konya’da Dedeoğulları katliamının araştırılmasını kabul etmediğini söyledi. Dedeoğulları katliamında ciddi ihmallerin olmasına rağmen komisyonun Konya’ya heyet göndermemesine tepki gösteren Gergerlioğlu şunları söyledi: “Konya’da Dedeoğulları katliamına ilişkin husus komisyona götürüldü. Komisyon başkanlığı olayı cinayetlerin sebebini araştırmadan, ‘köylü husumetidir’ diyerek Konya’ya gitmeme kararı aldı. Oysa aile 12 Mayıs sürecinde saldırıya uğradığı zaman, saldırının ırkçı bir saldırı olduğunu söylüyor. Ardından aile bununla ilgili suç duyurusunda bulunuyor ve koruma talebinde bulunmasına rağmen, yeterli önlemler alınmıyor. Burada ciddi bir görev ihmali var. Komisyon havuz medyasının açıklamalarına bakarak kendi kafasına göre karar veriyor.”
Komisyonun iktidarın talimatlarına göre hareket ettiğini vurgulayan Gergerlioğlu, açıklamalarını şöyle sürdürdü: “Siz komisyonsunuz ve işiniz gidip olayı araştırmaktır. Biz defalarca helikopter atılan Kürt köylülerini, işkenceler, insan kaçırmalar, çıplak aramalar, KHK vb. birçok konuda komisyona ‘bir araştırma heyeti oluşturalım’ dediğimizde, ‘Devlet görevlileri bize beyanat versin, ona göre biz de aydınlanalım’ diyorlar. Zaten burada ihmali yapan devlet görevlileri, onların beyanatlarıyla mı hareket edeceğiz. İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, insan hakları ihlal komisyonu haline getirildi. Ben bu komisyondan ümidimi yitirdim. Komisyon başkanı kırmızı plakalı araçla dolamaktan başka bir şey yapmıyor. AK Parti ve MHP üyelerinin çoğunlukta olduğu komisyon sadece iktidarın araştırın dediği konuları araştırıyor. Komisyon araştırmayan bir komisyon haline geldi. Bence bu komisyon kapatılmalı.”
Konya’da Dedeoğulları ailesinin katliamına ilişkin birçok farklı kesimle görüşeceğini de ifade eden Ömer Faruk Gergerlioğlu, “Ben çabalarımla Konya’da bu katliamlarının nedenini araştıracağım. Burada herkesle görüşeceğim. Önyargısız bir şekilde herkesle görüşüp, ayrıntılı bir inceleme yapacağım. Burada her farklı kesimi dinlemek istiyorum” diye konuştu.”
Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun açığa çıkarttığı bu ülkedeki hak / hukuk taksimatının her nasıl biçimsiz kılındığının da ifşasıdır. İnsan hakları ihlal komisyonunun emsal pek çok Kürd kırımı / cinayetine karşı takındığı tavrın nedenlerini sorgulayan temsillerden birisi olarak, kendi tutsaklığından hemen sonra yeniden yola çıkar. Konya’nın Meram’ında ol var edilmiş cinayet silsilesinin akıbetinde yatandır çukur / yıkım / çürüme. Böyle açıktan varlığı tescillenmiş olan Kürd ayrımcılığı, nefret politikaları ve şiddetin her neye mahal verdiğinin sorgusu daha uzunca bir süre gündemin ortasında durmaya devam edecektir. Bir ülke tahayyülünün alenen alaşağı edilmesinin karşısında hiç değilse o adalet kavram ve kapsamının muhafazası gereklidir. Dedeoğulları gibi, İzmir’de katledilen Deniz Poyraz, Amed’in göbeğinde katledilmiş Kemal Kurkut, abluka döneminde canlarına göz konularak / çalınmış / Cemile Çağırga, Taybet İnan, Hacı Lokman Birlik ve Cizir’deki o üç bodrum katında katledilmiş yüzlerce insanın adaletine varabilmek için Konya kırımını sormak / adalet talep etmek elzem olandır. Sorgular mısınız?
Duvar'dan Elvan Yılmaz'ın haberidir: Sungurlu Belediye Başkanı Abdülkadir Şahiner, yayınladığı basın açıklaması ile sığınmacılara ırkçı söylemlerde bulundu. Şahiner, Sungurlu’da ne Afgan ne de Suriyeli bırakacağını söyledi.
Belediye olarak geçmişte Sungurlu'ya Suriyeli kabul edilmediği için AK Partililerin dönemin kaymakamına türlü şikayetler götürdüğünü ifade eden Şahiner, “Kaymakam da bu şikayetleri dikkate alarak, sürekli hakkımızda soruşturma açtı. O gün de söyledim, şimdi de söylüyorum; bunlar, vatanını ve namusunu bırakıp Türkiye'ye kaçtılar. Vatanı olmayanın namusu da olmaz. Bunların Türkiye'ye hayrı dokunmaz” ifadelerini kullandı.
AK Parti’nin nerede asalak, işe yaramaz adam varsa Türkiye’ye doldurduğu ifade eden Şahiner, “Ne kadar kanun kaçağı varsa Ortadoğu çöplüğünde, Türkiye'ye dolduruldu. Bırakın turizm bölgelerini, sahilleri Ankara'nın göbeğinde elini kolunu sallayarak geziyorlar. Çok uzağa bakmaya gerek yok. Bakın Alaca ilçemize, bakın Çorum'a, önceleri sokaklarda Suriyeli görüyorduk, şimdi Afganlar türedi. Kendi vatanını, namusunu satan sözde bu istilacıların ne Çorum'a nede ülkeme hiç bir faydası olmaz. Faydalı adam ülkesinden neden kaçsın. Bunlar kimdir? Dünya çok büyük, buna rağmen neden özellikle Türkiye'ye geliyorlar? Tüm vatandaşlarımızın kafasında bu sorular geziyor” dedi. Şahiner, Suriyelilerde nüfus planlaması diye bir şey olmadığını değinerek, bunları çok sevenlerin alıp evine bakmalarını istedi. Hatta bunların yanına eşantiyon olarak bir Afganlı da belediye olarak kendilerinin verebileceğini söyledi.”
Yanılsamasız bir dip yıkım var ediliyor. Her gün var edilen çürümenin yanında daha önce daha evvel seslendirilmiş olan ayrımcılığın, nefret tahayyüllerinin toplamından mülhem bir yeniden biçimlendirme var ediliyor. Saman altında yürütülen sularla, ortaya açık / seçik sunulmuş itham, yafta ve nefret demeçleriyle, sosyal medyadan yaygınlaştırılan en akla hayale gelmeyecek imalarla birlikte bir menzilin çürümesi güncellene gelendir. Hiç ama hiçbir biçimde hayat yer bırakmayan, doğrudan doğruya yaşamı / yaşam eylemini çok açık bir biçimde tehdit eden bir fasit döngü vardır, kesintisizdir. Bugün vardığımız odak, bugün toplamda görünen ülke şablonu bu tezahürü sonuna kadar savunanların çaba ve gayretleriyle rezilliğindir. Seksen dört milyonun üstündeki bir ülkede hayat tahayyülü, mesel ve manası delik deşiktir. Bir dip, bir son, bir tek gün olsun bütün bu hayasızca tehdit ve yıkım ve çürüme bitecek midir, sorgulattırılmayandır. Bugünün ezcümle ülke denilen sahnede var edilen tahakkümün boyunduruğu altında kalakalmış sıradan yurttaş / insan temsili gerçektir bilelim.
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Şebnem COŞKUN – Picture Alliance / AA – Deutsche Welle Türkçe
0 notes
seslimeram · 3 years
Text
Quo Tendimus?
Tumblr media
Bariz bir biçimde dökülüyor menzil. Biteviye bir yıkım sahasının güncelliği her yerden şu sahayı kuşatırken var gücüyle muktedir nefretin harını yükseltiyor. Sanki çok normali var, kalmış gibi bir yeniden türetim şablonu ortaya konulurken ol ülke değil çürüten yerin hali, hakikati biçimlendiriliyor. Nefret bir biçimde sabit olunuyor. Kötülüğü, karanlığı dibinde türetilmiş olan fecaati sahipleniyor muktedir. Bir hafta boyunca var edilmiş hemen hemen on dokuz yıldır sürdürülen bir döngünün ta kendisi her şekilde yenilene gelendir. İnsanlar, yurttaş addedilenler, kimliksizler, kaçaklar ve daha bir çoğu, kadını, erkeği, lgbtiqaa+ ve daha fazlası bu istikamette o iktidar cerahatinin belirlediği hattın dışında kırmızı çizgilere denk gelmiş herkes o nefrete hedef kılınır.
Yeni ülke, yeniden var edilmiş devlet, güçlü ve büyük saha, şu ya da bu tanımlandırmanın varlığında ortaya serilen yegane şey çok daha kalıcı, çok daha derin izler bıraktıran belirli bir nefret hattıdır. Bütünüyle çürümedir vesselam mesel olunan, peşi sıra koşulan. Devleti yöneten katından bürokratına, yargısından medyasına her alanda tavrı bu bahsi “nefretin” kökenini görünür kılar. İktidarın birlik / beraberlik tahayyülünün her neye dönüştüğü, her nasıl bir şekillendirmeyi muhteviyatında barındırdığı, her ne yöne doğru koşulduğu artık afaki olan bir meseledir. Alttakilerin birbirlerini alaşağı ettikleri, birbirlerini tüm o dibini göremediğimiz kuyuda daha derine çekmenin yollarının arşınlandığı / tahayyül olunduğu bir saha gerçek kılınır. Birkaç satırlık nefret, birkaç satırda ortaya çıkagelen şiddet, bütün bütün savunulan kin, ayrımcılık ve ötekileştirme ile o yeni denilen bildiğimiz eskinin de ta kendisi varlığını sabitliyor.
Artık kesin ve kati olan yaşam edimi / eyleminin bile isteye dönüşümüdür. Bugünün yeni nam ülkesinin aynı geçmişin izlerinin üstünde yürüyen bitmek bilmez bir travma olarak şu yurt Türkündür bahsinden ötesini sindiremeyen cerahatli bakışın var ettikleridir işte ol mesele. Deutsche Welle Türkçe’nin haberinden aktaralım: “Pazar gecesi İstanbul Kadıköy'de bulunan Surp Takavor Ermeni Kilisesi'nin kapı duvarının üstüne çıkan üç kişi hakkında Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı açıklama yaptı. Açıklamada üç şüphelinin de, "Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri aşağılama" suçundan konutu terk etmemek şeklindeki adli kontrol tedbirinin uygulanması talebiyle sulh ceza hakimliğine sevk edildiği belirtildi.
Anadolu Cumhuriyet Başsavcılığı'ndan gelen açıklamada "12 Temmuz 2021 günü saat 01.30 civarında Kadıköy'de bulunan Surp Takavor Ermeni Kilisesi'nin önüne araçla gelen şüphelilerden O.Y.'nin müzik yayını yapmak ve onunla beraber olan şüpheliler Y.E.U. ile Ö.F.A.'nın da kilisenin ön duvarına çıkıp oynamak suretiyle suç işlediklerinin ihbarı üzerine Cumhuriyet Başsavcılığımızca derhal soruşturma başlatılmış ve kimlikleri belirlenen şüpheliler aynı gün yakalanıp gözaltına alınmıştır" denildi. Hakimliğe çıkartılan üç kişinin serbest bırakıldığı öğrenildi.
Kadıköy'deki Khalkedon Meydanı'ndaki Surp Takavor Ermeni Kilisesi'nin duvarına çıkıp dans eden üç kişinin görüntüleri sosyal medyada büyük tepki çekmişti.
Söz konusu görüntülerde, kilisenin önündeki meydanda çalan müzik eşliğinde eğlenen kalabalık bir gruptan üç kişi kilisenin giriş kapısı üzerindeki duvara çıkıp dans ederken görülüyor.
Bu görüntüler sosyal medyada ibadethaneye "saygısızlık" yapıldığı ve "dini ve manevi değerlerin aşağılandığı" tepkisine neden olurken olaya, başta Türkiye'deki Ermeni toplumu olmak üzere toplumun farklı kesimlerinden ve siyasetçilerden tepkiler yağdı.
x-x-x
DW Türkçe'ye değerlendirmelerde bulunan Surp Takavor Kilisesi üyesi, aktivist ve yazar Murad Mıhçı, polisin olaya müdahale etmemiş olmasına dikkat çekti. Mıhçı "Oradaki kaygı verici olaylardan birisi, o üç kişinin kapının önünde o dansları ederken, o kadar toplumun içinde birinin 'Arkadaşlar nereye çıktığınızın farkında mısınız?' demeyişi… Emniyet'in de bunu görüp, görmezden gelişi. Çünkü şikayetten dolayı, Emniyet'ten de gelmişler o saatte. Bunun hiçbir şekilde alkolle ilgisi olmadığını düşünüyorum. Bu tamamen zihniyetin göstergesidir." diye konuştu. Mıhçı, pandemi yasaklarının kalkmasından sonra Kadıköy'e çok farklı bir kitlenin geldiğine vurgu yaparak "Özellikle pandemi yasakları gevşetildikten sonra değişik yerlerden değişik kitlelerin, değişik plakalarla geldikleri söyleniyor; ve bunu görüyoruz" dedi. Kilisenin önündeki meydanda önceden basın açıklaması okunmasına bile izin verilmediğini söyleyen Mıhçı, "iki kişinin bile sesinin yükseltilme imkanını verilmediği bir yerde, böyle bir kalabalığa izin verilmesine" dikkat çekti. Mıhçı, benzer olayların hem Surp Takavor Kilisesi'nde hem de diğer Ermeni ve Rum kiliselerinde yaşandığını hatırlatırken, "Ben bunun tekil bir olay değil, bir zihniyetin ürünü olduğunu düşünüyorum" değerlendirmesini yapıyor.
Ancak DW Türkçe'ye konuşan Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Yetvart Danzikyan, cezai yaptırımın tek başına çözüm olmayacağı kanaatinde. Danzikyan, "Şu an için daha derinlemesine, daha toplumsal, daha kültürel jestlerle sağlamak mümkün. Bu kişilerin yakalanması önemli bir şey. Ama hapse atılmalarının, bu konuyu çözeceğini düşünmüyorum" diyor ve söz konusu kişilerin doğrudan gidip kiliseyi hedef alma niyetleri olmadığı tahminde bulunuyor: "Yine bu Ermenilere ve azınlıklara yönelik nefret söyleminin ya da onları görmezden gelmenin bir parçası. Bu insanlar böyle bir şeyi bir camii önünde yapamazlar. Camiinin tepesine çıkamazlar. Akıllarından bile geçmez."
Yaşananları, birlikte yaşama bilincinin kaybolmasına bağlayan Danzikyan'a göre bu bilincin kaybolmasında Türkiye'deki iktidarların ve yaratılan toplumsal-siyasi kültürün payı var: "Bu ülkede yüzlerce yıldır birlikte yaşayan insanların, birlikte yaşama bilinci artık yok. Kalmadı. Birçok nedeni var bunun ama esas sorun şu ki bir bilinçsizlik var. Her türlü azınlık haline getirilmiş toplumun da bu ülkede bulunduğunu, yaşadığını, onların haklarının da en az kendi hakları kadar kıymetli ve değerli, onların ibadetlerinin de kendi ibadetleri kadar değerli olduğu algısı unutuldu artık. Bilinmiyor. Bu tabii siyasetten bağımsız bir şey değil. Siyasetin ürettiği nefret söyleminden bağımsız bir şey değil. Bütün bu nefret söyleminin sonucu olarak Ermeni, Rum ve Yahudileri bu ülkeyi terk etmesinden, göç etmesinden bağımsız bir şey değil. Her şey birbirine bağlı. Dolayısıyla sadece şuursuzluk deyip geçemiyorum, tüm iktidarların yıllar boyunca sürdürdüğü politikaların bir sonucu olarak görüyorum.”
Nefret siyasetinin günbegün var edilmiş olan cerahati yüceltmenin bir neticesi bir kere daha bu topraklarda yaşam mücadelesi vermeye devam eden bir halka saygısızlıkla bir ve beraber çıkagelir. 1915’ten 2021’e uzanan Ermeni kimliğini ötekileştirme, fırsat bulundu mu yok etmeye sevk etmelere doyulmayan bir menzilde dans tacizi işin bir başka boyutunu göstere gelir. Soykırımın pek çok evresi arasında dolaşıma devam ederken, bir de beyazını var etmenin, bir de bunu deneyelim diye ortak bir kültürel miras kalıtı, bir başka halk için inanılan dinin sembollerinden bir ibadethane piste dönüştürülür. Aşağıda kendilerini uyarmaya tenezzül edenler olmadığından, kayıt altına alındıklarından da açık bir biçimde bihaber olanlar eliyle bu taciz meydana getirilir. Mozaik değil mermer mermer diye sayıklanan bir milli ve yerli varyantın sunduğu şey daha büyük hayal kırıklarını var eder. Söz konusu Kadıköy’deki ibadethane tacizinin yanında, ahırdan, yeni yapılacak binalarda kullanılacak malzeme addetmeye, dönüşüm otomatiğe bağlanmış bir biçimde Anadolu’da artakalan tüm Hristiyan, Yahudi kimliklerinden insanların kalıtlarına karşı taarruz / saldırı / yok sayma kültürünün bir başka boyutu var edilir.
Medeniyetler beşiği olduğu zikredilen bir sahne için bundan daha büyük ayıp söz konusu edilebilir mi? Her şeyin palaspandıras sulandırıldığı / konuşturulmadığı bir yerde alelacele salı verilmiş olanların var ettiklerinin arkasında durmaya devam edenlerin arasında bir hayat tek bir ama tek bir iyi gün var edilebilir mi? Bir ülkeyi tek tipten mamul, tek bir kimliğin malı, hayatta yer bulabileceği bir zemine dönüştürme gayreti artık kabak tadı vermemiş midir? Elli binin çoktan altına düşmüş Ermeni, yirmi binlerin üstündeki Süryani, iki binlerdeki o Rum, birkaç on binleri ancak zorlayacak Yahudi ve diğerleri olarak anılanların hepsi ve her birine reva görülen şu mini pogrom / hiza çekmelerden illallah edilecek midir? Sahi ama sahiden de yüzleşilecek midir, bütün bu kötülük sarmalının nedenleri / sonuçları için bir kez olsun sahiden?
Sendika.org’tan aktaralım: “Esenyurt’taki Örnek Mahalle Temsilciliğinde görevli Sezer Öztürk’ün evinin duvarına ırkçı yazılamalar yapıldı. Sabah 08.30 sıralarında kahvaltılık almak üzere evden çıktığı esnada duvarındaki yazıyı fark ettiğini söyleyen Öztürk, duvarın fotoğrafını çekip, sanal medya hesabından paylaştığını, ardından da suç duyurusunda bulunmak üzere Kıraç Polis Merkezi’ne gittiğini söyledi.
Karakolda ifade verdikten sonra çıkıp arabasına bineceği sırada polislerin kendisini durdurup, ‘Amir ile görüşeceksin’ diyerek yeniden karakola çağrıldığını anlatan Öztürk şöyle konuştu: “Amir ile görüştük. Amir bana ‘bunları sosyal medyadan paylaşmışsın, onları sil’ dedi. Daha sonra ‘hepimiz kardeşiz, sen halkı kin ve nefrete teşvik ediyorsun böyle. Bu yaptığın doğru bir şey değil. Bunu silersen daha iyi olur, silmezsen senin hakkında halkı kin ve nefrete teşvikten işlem başlatmak durumunda kalırız’ dedi.”
Uzun yıllardır Kürtler ve Aleviler’e yönelik devam eden bir baskı ve zulüm politikası olduğunu söyleyen Öztürk, maruz kaldığı tehditlere “Seyyit Rıza, Koçgiri, Madımak vb. katliamları biliyoruz. Bu katliamlar devam ediyor. Bu yaşananlar da bu zihniyetin bir devamı” diyerek tepki gösterdi.”
Kadıköy’de yaratılan vahşetin bir başka benzeri Öztürk’e, kimliği hedef alınarak imal edilir. Nefreti sürekli güncelleyen, insanları daimi bir biçimde hizada tutmak için süreğen bir biçimde aynı ezberlerden medet umanların var ettiği yegane şey daha büyük / kalıcı ve hazin bir dehşettir. Düzen ötekisi olarak sandıklarına hiçbir yerde, hiçbir şartta bir hayat bahsi tanımayanlara zemin kılınandır. Şatafatlı cümlelerin yamacında, görkemli nutuklar arasında bir biçimde nefret sabitlenir. Böyle bir tanımla, bu kadar afaki ayrımcılıkla bir yol / yer / ülke / gün olur mu sahiden? Nefreti şiddetle körükleyerek bir ülke şablonu var edilse ne olur, her günü ülke olsa ne yazar, insanların hakları ellerinden çalındıktan sonra! Düşünüyor musunuz?
Yeni ülke, yeniden var edilmiş devlet, güçlü ve büyük saha, şu ya da bu tanımlandırmanın varlığında ortaya serilen yegane şey çok daha kalıcı, çok daha derin izler bıraktıran belirli bir nefret hattıdır. Her gün en az bir kimliğin nefrete kurban seçildiği, dönüp dolaşıp hep bir ağızdan lanetlendiğinin duyurulduğu yerde kim sahiden de güvendedir. Bunca açık ol nefret / ayrım / linç pratiklerinin kıyısında hangi söz manalı gelecektir ki karanlığın artık farkına varılabilsin? Bütünüyle karanlığına gömülmeye devam olunan, her yerinden irin fışkıran, hayatın ederinin de anlamının da paramparça olunduğu bir zeminde geleceğin ol eksende çizilmesinden daha büyük bahtsızlık söz konusu edilebilir mi? Bir asırdır varlığı söz konusu edilen gel gelelim hiçbir biçimde sabitlenememiş, yaşamda varlığı söz konusu dahi edilememiş demokrasi mefhumunun artakalan kısmını da bu şekilde çürüterek / nefret eksenine kurban ederek nasıl bir yarına varılacaktır, sorguluyor musunuz? Bu kadar yıkım / bunca afaki kin / böyle birbiri içerisinde süreğen kılınan nefret ve hiddet bırakalım yenisini bir ülke geriye koymaz / bırakmaz cidden umursuyor musunuz? Hey oralarda mısınız, konu komşunuz, selamlaştığınız, görüştüğünüz, bilmeden yanından ya da yolunda beraber geçtiğiniz insanların hayat haklarına / söz haklarına el konuluyor bu nefret sarmallarında, utanmıyor musunuz? Sahiden, hiç mi, asla mı? Quo Tendimus? (nereye gidiyoruz!)
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2021
Görsel: Desen – OHAN – Agos
0 notes