Tumgik
#edebi sayfalar
yorgunherakles · 5 years
Quote
kelimeleri unutan bir adamı nerede bulabilirim? konuşmak istediğim kişi o.
zhuangzi  - the perfect man
31 notes · View notes
berrcesstte · 5 years
Text
" Kalabalık beni sahiden sıktı. Ben ikide birde böyle oluyorum, bazen bütün insanları boyunlarına sarılıp öpecek kadar seviyorum, bazen da hiçbirinin yüzünü görmek istemiyorum. Bu nefret filan değil… İnsanlardan nefret etmeyi düşünmedim bile… Sadece bir yalnızlık ihtiyacı. Öyle günlerim oluyor ki, etrafımdan küçük bir hareket, en hafif bir ses bile istemiyorum. Fakat sonra birdenbire etrafımda bana yakın birilerini arıyorum. Bütün bu beynimde geçenleri teker teker, uzun uzun anlatacak birini. O zaman nasıl hazin bir hal aldığımı tasvir edemezsiniz."
13 notes · View notes
themirrorer · 2 years
Text
Aşk Sayfaları
Akrep ve yelkovan arasında Sessizce kayboluşunu izledim Yağmurlu akşamın hüzünlü sabahında Özlemle bekleyen gözlerimle sana sarılmak istedim Tozlu raflardaki kayıp aşk kitabının sayfalarında Kavuşamıyor birbirinden ayrılan sözcükler birbirine Yankılansa sevgiliye haykırışım ayrı dünyaların kıyısında Ağlar yüreğim kavuşamadı diye ellerim ellerine Tebessümündeki gamzelerine sığınıyorum dondurucu mevsimlerden Gözüm kapalı,bembeyaz melek olup geçiyorsun düş cennetimden Şimdi sensiz bir hikayenin sonuna geliyorum Gel tut ellerimi umutlu kahramanların yaşadığı kitaplarda yeniden
1 note · View note
bezmi-elest-blog · 6 years
Photo
Tumblr media
•🍃🍁🌺🍂
10 notes · View notes
edebiyatmuhabiri · 3 years
Text
Anlaşılmayan kalplere ne olur?
Okurun ruhuna sürtünüp onda leke gibi kalan bir roman Karanlıkta. Konusuyla, her karakteriyle, buluşlarıyla iyi bir roman okuduğumuzu sonuna kadar hissettiren bambaşka bir baba evine dönüş hikâyesi.  
Edebiyatımızda bugüne dek birçok defa “baba evine dönüş” işlendi. Fatih Baha Aydın’ın romanın önemli bir farkı var: O, “gereğince olmayan”ı işaret etmeyi seçiyor. Ölüm döşeğindeki annesini görmek için memleketine dönen bir transın ve ailesinin hikâyesini anlatıyor. Karanlıkta, tıpkı ismi gibi karanlıkta işlenen trajik bir cinayetle başlıyor. Roman boyunca karanlık, ayrıntılar ve Ahmet Hâşim dizeleriyle yerleştiriliyor metne.
Fatih Baha Aydın’ın, başkarakteri Deniz’in trans olduğunu en başta açık etmeyip sadece sezdirmesi Karanlıkta’nın farklılıklarından biri. Böylelikle insanın acıları, toplum yargılarıyla yalnızlaştırılmış birey, çoğunluğun ezici değerleri merkeze konuyor. Bunun bir saklama değil bilinçli bir tercih olduğunun altını çizmek gerekir. Kendini çirkin olarak damgalayan hatta canavar diye adlandırılan Deniz, sevgisizliğin, anlaşılmamanın sonucunu temsil eden bir karaktere dönüşüyor adeta. Nefret edilecek kadar bile kimsenin hayatında olmayan, yalnız, hep yalnız bu karakteri başarıyla oluşturmuş Fatih Baha Aydın. 
Tumblr media
Geçmişin acıları kendini hatırlatıyor
Ailesinin bütün sıkıntılarının kendinde düğümlediğini düşünen Deniz, herkesin huzuru için uzakta olmayı seçmiştir. Annesinin hastalığı sebebiyle baba evine ziyareti onu altı yıldır koptuğu, görmediği ailesiyle karşı karşıya getirir. İyi kötü ayakta durmaya çalışan bir kadın değildir evine döndüğünde. Tıpkı geçmişteki o biçare çocuktur. Oysa ki o asla tekrar çocuk olmak istemez. Dönüşün belirgin duygusu korkudur onun için. Ataerkil aile yapısı, gelenekler, yargılar sırtına dayanmış bir bıçaktır. Deniz’in duygu durumu beş altı yaşlarında olduğunu tahmin ettiği kız kardeşinin varlığını öğrenmesiyle iyice altüst olur. Çocukken hayalini kurduğu bütün odalardan bile güzel olan bebeklerle dolu çocuk odasının ve onun görmediği şefkatin varlığı, çocukluğunu abisinden kalan üç oyuncak arabayla geçiren Deniz’i mahveder. Babası, amcası, abisi ve kuzeniyle yaşayacakları ise kapıdadır.
Fatih Baha Aydın roman akıp giderken anlatıcının yanı sıra Deniz’in tuttuğu günlükleri de kurguya dahil ediyor. Yedi gün boyunca sadece Deniz’in değil ailenin sırlarını da öğreniyor okur. Ve günler geçtikçe, aile bireylerinin her birinin birbiri için varlığı bir ölüm döşeğine dönüşüveriyor.
Yazarın bu romanda başardığı çok şey var. Sonradan ortaya çıkacak her ayrıntıyı ya da olayı ustaca kurgulamış, nazikçe metne yerleştirmiş Fatih Baha Aydın. Çocukluk dönemini ele alışı, çocuk zihnini aktarımı o kadar mükemmel ki… Deniz’in kendini kimi zaman fazlalık kimi zaman eksik görüşünün anlatımında edebiyatın tüm inceliklerini kullanıyor. Dahası bir bedenin bir ruhu ezişinin duygusunu her daim okura geçiriyor.
Karanlıkta’nın okuru çarpan bir diğer yanı ise sonu. Kitabın ismi başka bir anlama daha bürünüyor. Nasıl ki karanlıkta olanlar apaçık ortada değilse… Nasıl ki karanlıkta olanlar gözden kaçabilirse… Fatih Baha Aydın da okura, gördüğümüz o sahne sandığımız gibi olmayabilir dedirtiyor. Deniz’in sayfalar boyunca vurguladığı “insan anlamadan sevemez” cümlesi romanın şiarına dönüşüyor.
Fatih Baha Aydın, ilk kitabıyla derdinin hep metin olacağına dair ipuçlarını vermişti ve çıtasını yukarıya koymuştu. Bihaber, Necip Fazıl İlk Eser Ödülü’ne ve Attilâ İlhan İlk Roman Vakıf Özel Ödülü’ne layık görülmüştü. Karanlıkta, her yazarın isteyeceği, bir önceki eserini aşarak üretmenin örneği olmuş. Bıçaksırtı bir konuyu edebi tavrından ve barışçıl dilinden taviz vermeden üstelik romancılığın hakkını vererek işlediği için Fatih Baha Aydın’ı tebrik etmek gerekir.
https://www.kitap365.com/blog/1498/anlasilmayan-kalplere-ne-olur
KARANLIKTA Fatih Baha Aydın Everest Yayınları, 2019, 348 sayfa.
1 note · View note
Photo
Tumblr media
        Elif SHafak Hakkında Gayrı Edebi Birkaç Satır
İlk olarak Elif Şafak çok tartışmalı bir kadın. Yazar kelimesini özellikle kullanmadım, çünkü hanımefendi hakkında tek satır yazısını okumamış insanların dahi fikri var. Çünkü Elif Şafak kendisini yalnızca cümleleri ile kitaplarında ifade etmiyor, fırsatını bulduğu her platformda, sosyal medyada hatta talk show’larda dahi boy göstermeyi seviyor. Belki bundandır hakkında dolaşan popülist söylemler.  Yazdığı eserler de tıpkı gündeme uygun söylemleri gibi gelişiyor. Mesela Ahmet Ümit Bab-ı Esrar'ı yazıp on binlerce satarak insanlara Mevlana’yı tanıtınca Elif Şafak naptı? gördü ki gündem değişti. Günün modası Mevlana ve Şems Tebrizi, hemen oturdu Elif Şafak Aşk'ı yazdı. Elif Hanım ne Orhan Pamuk'tan önce ermeni meselesinden bahsedebildi, Ne de Ahmet Ümit'ten önce Mevlana'nın ne kadar verimli bir konu olduğunu, Şems’in de aslında iyi bir insan olduğunu keşf edebildi. Hiç bir şeyde ilk olmadığı gibi popülizmi ve tekrarcılığı kör parmağım gözüne misali ortada...
Bunları geçtikten sonra ben, malzeme olarak kendisini, ailesini, hayatını kullanmasını gayrı edebi buluyorum. Örnek aldığı Virginia Woolf da Sylvia Path da özellikle yapmalarına rağmen bu kadar ileri gitmemişti. Bu konu sınırlaması Elif Şafak için mecburi bir tekrar durumunu da doğuruyor. Eee bir kocadan, bir çocuktan, bir kendinden bahsedince konu da dayanmıyor haliyle.. Hele bir de insan kendini anlatırken olumsuz dili de yakıştıramadığından sayfalar ve söylemler övgü ile geçiyor. Sonra hanımefendi kızıyor; “Elif Şafak egoist, popülist dendiğinden ötürü. Fakat bu ülkede Amerikan/İngiliz romanları okuyan bir tek kendisi şeklindeki yaklaşımları ve Şanzelize’de kahve içerken fırından taze çıkmış, yoğun çikolatalı croissant bizim deyimimizle kruvasan yemeden o fikirlerin idrak edilemeyeceğine dair inancından kaynaklanıyor.
 Kitaplarında karşılaştığım Copy Paste bölümleri ise daha sonra ayrıntılı şekilde yazacağım.
Yazımın başında da bahsettiğim gibi Elif Şafak çok tartışmalı bir kadın. Benim söylediklerim ve bakış açım belki size çok eleştirel olarak gelebilir. Fakat yine dediğim gibi bir çoğumuzun tek bir cümlesini dahi okumadan yorum yapabildiğimiz bir karakteri, genel itibarıyla baktığımda çok olumlayamıyorum. Elif Şafak Kitaplarını okuyan, ilgilenen arkadaşlarımın fikirlerini her zaman dinlemek isterim. Nihayetinde bir klişe olsa da “Eleştiri geliştirir”. 
Sevgiler..
1 note · View note
Text
Yayınevleri (Vol. 3)
Merhaba bunu okuyan mal. Evet, mal. O kadar geri zekalısın ki okumaya devam ediyorsun. Sana hakaret etmeme rağmen okuyorsun. Ben olsam küfür edip kapatmıştım blog'u. Ama sen okuyorsun. Bravo sığır. Helal lan yavşak. Adamsın at yarağı. Hala devam ediyor musun okumaya? Eğer okuyorsan sonuna kadar devam et. Madem başladın tamamla göt veren. Neden böyle başladım biliyor musun? Çünkü elinde tuttuğun o çok satan kitap var ya, ha işte o da aslında sana bunu söylüyor. Ama sen onu da okumaya devam ediyorsun. O kadar kolay ki bu ülkede kitap çıkarmak. Yeminle bak. Git twitterda 300.000 kişi takip et, geri takip gelince vazgeç hemen. Sonra facebook sayfası açıp onun bunun götünü yala ve onu da 300.000 yap. Duyarlı, ilgili, açık sözlüymüş gibi davran. Sonra da git X bir yayınevine kitabını bassınlar. Vallah basarlar. Eğer yazdığın her sik bin beğeni alıyorsa emin ol basarlar. Günümüzde zaten kitap okuyan yok ki amına koyim. Okusalar D&R'deki 40.000'den fazla kitabın %70'i davalık olur. Çünkü herkes aynı şeyi %40 değiştirebilmek için yırtınıyor. Başarıyor da. Bu da yetenek sonuçta. Fıkralardan, atasözlerinden, Tasavvuftan, ottan boktan ve kısacası her şeyden %40 değiştirip, kırpıp kitap yazmak gerçekten yetenek ister. Ama sen kardeşim bunu bilmiyorsun. inan buna kızamıyorum. ''Çok satmışsa iyidir'' mantalitesine sahip bir ülke olduğumuz için üzüyor bu durum beni sadece. Bak seninle bu yazıda kitap çıkaralım. Beraber neler olacak, neler oluyor görelim. Sonra bana istersen yine küfret, canın sağ olsun. Şimdi üstte dediğim kitap çıkarma işi var ya, onu iyice öze öze yapacağız bunu. Başlıyorum, tut elimi. Öncelikle kitap yazmak için edebiyat sayfalarını takip edeceksin. atıyorum, ''Kitaplardan alıntılar'' adlı bir sayfanın durumlarını okuyup, beğenip, yorum atıp oradan bir kitle elde etmeye çalışacağız. Sonra da yorumunu beğenip yanıtlayanlarla tatlı bir tartışmaya gireceksin. Sanki çok kitap okuyormuş edasıyla ''Cemal Süreya'ya aşığım, Turgut Uyar'ın askeriyim, Onun bunun çocuğuyum'' temalı atıflar bulunacaksın. Akabinde hemen fake (genelde kız) profili açıp o sayfadaki erkekleri ve kızları ekleyeceksin. Sonra edebi şeyler konuşacaksın. Ya şöyle biri var mükemmel yazıyor deyip orijinal hesabını eklettireceksin. Yaparsın, biliyorum o yetenek var sende. Bak yine yetenek dedim. Sonra da bir sayfa açacaksın. ''Edebiyat tutkusuyla yananlar derneği'' gibi. Bu taktik tutmazsa ''orospu rahibe, kutsal fahişe, jartiyeri yırtık kız, götü büyük hatun yarak kürek'' gibi sayfalar açıp dengi sayfalardan yardım isteyeceksin. Ama fake hesabınla. Orijinali sağlam tutmak gerek çünkü. Olmazsa para teklif edeceksin. Yapmam, deme sike sike yapacaksın. Hızlı geçiyorum, sonra baktın sayfa 5, 10, 20 bin oldu alacaksın eline fakir edebiyatını ve artık ''ktp yzcm ama kmsye gvnmyrm lnt olsn'' triplerine gireceksin. Sayfan 100.000 oldu mu, bir de anonim sözleri arkana aldın mı artık sırt üstü düşmezsin. Emin ol. Zaten kim siker sanal sözleri. Herkes çalıyor zihniyetini iyice em. İsim vererek sikmeyi severim ama şu an zamanı değil. Zamanı gelince birer birer kanıtlı sikeceğimden emin olabilirsin. Ay bak gördün mü, küfür ettim. Ne kadar ayıp. Eheheh. Neyse, sen şimdi yazar adayısın abicim. Cool ol. Ağırdan sat kendini. Gelen mesajlara o olgunlukla (yavşaklık) cevap ver. Kısa ve umursamaz cümlelerle ama unutma. Bak sözlükler de iyi iş yapar. Oralarda da fake hesaplarla kendi götünü kaldırırsan bayağı artar kitlen. Her neyse. Tabii önce para vermen gerekir kitap için. Mecbur aga vereceksin. Çünkü yayınevleri senin sikindirik yazına bakmaz. Sen de süper bir yazar değilsin malum. Verirsin. Çünkü küçük de olsa yayınevleri bu riske girmez. Şans bela dikkatlerini çekeceksin de bedava bassınlar. Şaka ulan şaka. Boşuna mı yaptın o kadar takipçiyi? Tabii ki de hayır. Onları kullanacaksın. O sayede çıkacak kitabın. Tut ki çıktı kitabın. ilk günden, hatta hafta sonunda en çok satanlara girdin. Ne olacak? Kaprislerin başlayacak. Artık yetmeyecek sana. Daha fazlasını isteyeceksin. Yayınevi beğenmeyeceksin. Yazar beğenmeyeceksin. Çünkü sen sıfır kitap okumayla insanlara edebiyat öğrettin. Savunduğun şeye kafa attığını göremeyecek kadar hem de. Sonra eleştiriler başlayacak. Eleştiri dediğim övgü ha. Korkma, kimse anlamayacak senin orospu çocuğu olduğunu. Belki ilerde anlarlar ama şu an kimse anlamayacak. Zaten kötü eleştirenler seninle muhatap olmaz. Eleştirisini yapar ve uğraşmaz seninle. Rahat ol yani. Ne güzel değil mi? Kitabın var, popülersin, insanlar seni seviyor ve örnek alıyor falan filan. İşte en başta dediğim yere geldik. O kitabı okuyanlara aynını sen yapıyorsun işte. Bunu yaparken de yüzün kızarmıyor ya, işin kaymağı da o işte. Ye yiyebildiğin kadar kahpe. Gel bak bir şeyler  söyleyeceğim sana şimdilik okuyucu, geleceğin yazar adayı. iyi oku! Edebiyat, para kazanma işi değildir güzel kardeşim. 1.000.000 satmak da değildir. Biliyorum, belki ilerde sen de hayatının %80'ini bir kitaba koyacaksın, belki hiç okunmayacak hayat hikayen, belki yayınevi zararın bir kısmını kurtarmak için %50 indirimde satacak hayat hikayeni, belki yine rağbet görmeyecek hayat hikayen ama olsun. Sen bunu para için veya sikimsonik hevesler için yapmamış olacaksın. Bu gurur senin işte güzel kardeşim. Bırak artık elindeki o üzerinde ''100.000 özel basım'' yazan, kahve bardağı, kalp, kadın ve araba olan kitapları. Lütfen biraz okuyucu ol. Lütfen. Çünkü sadece sen iyi bir okuyucu olursan kurtarabilirsin edebiyatı. Bak, yazmaktan daha ulvi bir görevin var senin, fark ettin mi? Lütfen okuyucu kardeşim, milyonlarca kez lütfen. 2.2.2021
0 notes
edebiyatsoylesileri · 3 years
Text
Abdülhak Şinasi Hisar / Eski İstanbul'u yaşadı, yazdı, yaşattı
Tumblr media
Abdülhak Şinasi Hisar'la edebiyatımız, eseri kadar kişiliği de kendine has, büyük yazarlarından birini kaybetti. Eserinin önemi yalnız, artık temsilcileri aramızda pek seyrelmiş olan kendi neslince değil, en genç kuşaklarca da tereddütsüz kabul edilmiştir. Hisar'ın bu özelliğini kaydetmekte fayda vardır, çünkü neslinin yazarlarından pek azına nasip olmuştur gençlerce de beğenilmek ve ciddiye alınmak.
Eserleriyle geçmişte yaşıyan adamdı Abdülhak Şinasi. İrili ufaklı yazılarında bize hep anlattığı hâtıralarıydı. Olaylardan çok, duygu ve düşünce yanı ağır basan hâtıralar. Hem de kendisine bile uzak hâtıralardı bunlar, çocukluk çağının hâtıraları. Fahim Bey ve Biz gibi, Çamlıcadaki Eniştemiz gibi, kendisinin hikâye adını verdiği uzun romanları bile bir çeşit hâtıralardır. Bir zamanlar uzaktan, ya da yakından tanımış olduğu, yıllar yılı içinde taşıdığı, kendi duygulariyle besleyip yuğurduğu, sonra eski zamanın, o artık bütün çirkin ve köhne yanları silinerek yalnız şiirli, hulyalı yanlariyle bize güzelliklerden ibaretmiş gibi görünen dekoru içinde, belki de yaşadıklarından çok, yaşadıklarından bambaşka bir şekilde yaşattığı kişileriyle çağdaşı romancıların eserlerinden hiçbirine benzemiyen, hikâye kılığına bürünmüş hâtıralar...
Her şeyi yeniden yaratıp güzelleştiren bir hayal âleminin tasvirleri
O romanların dışında, doğrudan doğruya hâtıra şeklinde verilmiş eserleri değerce ötekilerden aşağı kalmazlar. Bunların arasında, ağırlığı, uzunluğu ve sayısız tekrarlariyle aceleci okuyucuyu sarmasa bile, nesir edebiyatımızın en şiirle yüklü eseri sayılabilecek olan Boğaziçi Mehtapları başta gelir. Yer yer üslûp işleyişi ile şaşırtıcı bir kalem ustalığından haber veren bu kitap, kendisinin, "Boğaziçi Medeniyeti" adını verdiği, artık tarihe karışmış, kenarda köşede kalmış birkaç eski yalısının hâtıralarda canlandırmaya yetmediği, büsbütün ayrı ve muhteşem bir güzellikler âleminin, belki de böylesine bir ihtişamla, ancak şairin, her şeyi yeniden yaratıp güzelleştiren hayalinde yaşamış bir "Binbir Gece" âleminin tasviri ile doludur. Eski zamanın, politik yönünü değil, (çünkü hiçbir zaman politik yönlerle ilgilenmemiştir yazarımız), Boğaziçi'ndeki şiirli tecellisini tasvirde bu kadarla yetinemiyen Abdülhak Şinasi, Boğaziçi Yalıları ile gene o büyülü atmosferi anlatmaya devam etmiş, sonra Eski Zaman Köşkleri ile eski İstanbul'un başka semtlerindeki şiiri, yüzlerce sahtesi arasına karışmış beş on halis elması sadece pırıltı farkından tanıyıp ayıran bir kuyumcu sabrı ile, her şeyi silip yok eden zamanın insafsız pençesinden kurtarıp ölümsüzlüğe kavuşturmuştur.
Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve geçmiş zaman edipleri
Geçmiş zaman fıkraları ile geçmiş zaman mısralarını biraraya getiren iki kitabından başka pek yakından tanımış ve sevmiş olduğu iki büyük şairimizi, Yahya Kemal'le Ahmet Haşim'i de birer kitabiyle bize, bilinmiyen yanlariyle tanıtan Hisar, geçmiş zaman yazarlarından daha başkalarını da henüz çıkmamış bir kitabında anlatacaktı, zaten bu kitabın malzemesi çeşitli dergilerle gazete sütunlarında yatmaktadır.
Edebiyat hayatına, bugün artık değerlerini büsbütün kaybetmiş birtakım zayıf şiirlerle, hem de büyük bir edebiyatçı için hayli geç sayılabilecek bir çağda atılmış olan bu usta yazar, yazarlıktaki ustalığını, ancak kişiliğini bulduğu hâtıraları anlatmaya başladığı bir sırada, yani kırkından sonra herkese kabul ettirebildi.
Edebiyat onun hareketsiz hayatında her şey demekti
Edebiyat onun hareketsiz ve monoton hayatında her şey demekti, ölünceye kadar da öyle kaldı. Gelişigüzel sayfalar doldurmak, yazı karalamak onun harcı değildi. Hiçbir yazısı yoktur ki, birkaç defa kopya edilip, tekrar tekrar okunup düzeltilmeden basılmaya verilmiş olsun. Okurların karşısına çıkmaya ne zaman sıra gelse, derlenip toplanan, önünü ilikliyen bir efendi yazardı o. Edebiyata saygısı vardı, büyük yazarlara saygısı vardı, okura saygısı vardı, hepsinin üstünde kendine saygısı vardı. Onun için yaşına göre sayfa sayısı pek de kabarık sayılamıyacak eserini imkân bulduğu ölçüde hep bir özel kâtibin, ya da yakın bir dost ve hayranının yardımı ile meydana getirmiştir. Bitirdiği bir yazıyı, bir ya da birkaç kişiye okumadan, fikirlerini almadan, yayınladığı hemen hemen olmamıştır denilebilir. Eserine ne kadar önem vermişse, kusursuzluğuna güveni de o derece az olmuştur.
En büyük talihsizliği on beş yıl kadar önce geçirdiği ağır bir hastalık oldu. Bu hastalık, dimağında büyük tahribat yaptı. Düşünme insicamı ile kelime hâfızası bir daha asla eski haline gelmedi. Bunun, bir yazar için, hem de üslûpçu bir yazar için nasıl bir bahtsızlık olduğu meydandadır. Zaten asıl eseri o tarihe kadar yazılmış olandan ibarettir. Ondan sonra ancak eski yazdıklarını tamamlamak, bir de dergi sayfalarında dağınık kalmış yazılarını pek az ilâvelerle derleyip kitap haline getirmekten öteye geçmemiştir. Meselâ, birkaç ay önce çıkmış olan Ahmet Haşim eserindeki yazıların büyük kısmını, ilk çıktığı yıllarda Varlık'ta yayınlamıştı.
Her yanı ile eski bir İstanbul efendisiydi
Abdülhak Şinasi Hisar'ın eseri gibi kişiliği de benzerine pek az rastlanan özellikler taşıdı. Her yanı ile eski bir İstanbul efendisiydi. Eski İstanbul efendisinin teşrifat ve nezaket merakını onda aşırılığa varan bir derecede bulurdunuz. Soylu bir aileden gelen bir kişi evlâdıydı. Yazarlığı da olan aydın ve zengin bir babanın itinalı terbiyesi ile büyümüş, zamanının en yüksek kültür ocağı olan Galatasaray Sultanisi'nde okumuş, siyasî ilimler tahsiline gittiği Paris'te uzun yıllar siyasî ilimlerle değilse bile, Fransız edebiyatiyle yuğrulmuş, yurda haklı bir Fransız hayranlığı ile dönmüş olmasına rağmen, oradan aldığı köklü milliyetçilik şuuru ve Barres'in etkisinde bir geçmiş hayranlığı ile gene hayranı olduğu Marcel Proust gibi kaybolmuş çocukluk zamanının peşine düşmüştü.
Gerek ailesinden kalan serveti, gerekse hiçbir zaman fazla vaktini almamış sinekür cinsinden görevleri sayesinde refahlı ve rahat fakat, mazbut bir hayat süresince eserini istediği kadar geniş zamana sahip olarak, istediği kadar özenerek meydana getirmek imkânını bulmuştu.
Hayatı zehreden mikrop korkusu
Talihsizliği, yalnızlığı ve tabiatın daha çocukluğunda ona musallat ettiği bir ruhî hastalıktı. Yakın akrabası olarak yalnız kardeşi Selim Nüzhet Gerçek vardı. Büsbütün ayrı bir yaradılışta olduğu için, pek iyi anlaşamadığı kardeşini de yirmi yıl önce kaybetti ve büsbütün kimsesiz kaldı. Hiç evlenmedi. Herkesle kolay dost olacak bir tabiatte değildi ve yakın dostlarından başka kimse ile ahbaplık etmeyi de sevmezdi. Onun için geçen yıllarla dostlar seyrekleştikçe, yaşadığı münzevî hayat yeni dostlar edinmesine de meydan vermediğinden, yalnızlığı büsbütün arttı. Yaşlılık, hastalıklar, biraz da geçim sıkıntısı son zamanlarda eskisi gibi, öğle ve akşam yemeklerini dışarda yemesine, yalnız taksiye binebildiği için epey pahalıya mal olan gezintilerini yapmasına engel olmuş, dolayısı ile yalnızlığının acısını arttırmıştı. Son yıllarda üstadın hatırını soranlar, kendisinden aldıkları hayli üzgün ve şikâyetli cevapları hatırlıyacaklardır.
Ruhî hastalık dediğimiz de kendisine ömrünün sonuna kadar hayatı zehreden bir mikrop korkusu idi. O yüzden bir otobüs veya dolmuşa binemez, kalabalık bir kaldırımda yürüyemez, tanımadığı kimselerle ülfet edemez, güvendiği pek seyrek yerler dışında, dışarda yemek yiyemez, hattâ çayını çaydanlık içinde, ayrıca da fincanını haşlamak için kendisine kaynar su getiremiyecek bir yerde çay içemezdi. O, yalnız hastalığın değil, nefret ettiği bir siyasî inancın da kendisine bulaşabileceği korkusu ile tanıştığı her yeni insanın, bir aydın kişi ise, hangi inançta olduğunu araştırmadan rahat edemez, hakkında şüpheli bir söylenti işittiği kişilerle münasebetlerini hemen keserdi.
Hiçbir zaman geçimine yetmemiş maaşlarını hep Yalova'da babadan kalma arazisini satarak takviye etmek zorunda kalmış, bu arazi azaldıkça ya da satış imkânları ortadan kalktıkça, büyük sıkıntılara düşmekten kurtulamamıştı. Son yıllarında ne yazık ki, bu sıkıntısı hayli artmış, asıl sükûn ve güvenliğe en çok ihtiyaç duyulan bir yaşta, hayatının en kararsız ve mahrumiyetli günlerini yaşamıştır. Bu sıkıntının acısını son zamanlarında bütün dostları onunla paylaşmışlardır.
Yazdığı şiirli sayfaların artık benzerini bile okuyamayız
Kaybettiğimiz her edebiyatçının ardından, edebiyatımızda bir boşluk bırakarak aramızdan ayrıldığını söylemek âdet olmuştur ya, pek azı için doğrudur bu söz. Bunların başında Abdülhak Şinasi'yi sayabiliriz. Kendinden önce de, kendi zamanında da bir benzeri çıkmamış olan bu gerçekten halis edebiyatçı, eserlerinde yaşattığı hâtıralarının dünyasını da beraberinde götürdüğü için, artık bundan böyle, herhangi bir kalemden, değil o tadına doyulmaz şiirli sayfaların bir aynını, hattâ uzaktan bir benzerini dahi okumamıza, biliyoruz artık imkân yoktur. Ne var ki, bu doğuştan şair edebiyatçının okuduğumuz eserleri, yazdıklarının yarısı bile değildir. Geriye, çeşitli gezilerinin, okumalarının, düşünmelerinin kendisine ilham ettiği binlerce sayfalık notları kalmıştır. Geldiği gibi, gelişigüzel kaleme alınmış, ilerdeki eserlerinde kullanılmak üzere özenle saklanmış notlar. Hep aynı boyda, cep defteri sayfası boyunda kâğıtlara geçirilmiş, düzenle tasnif edilerek ayrı kapaklar içinde biriktirilmiş, saklanmış, bu elbette ki, ham halde, ama son derece değerli yazıların kaybolmaktan kurtarılarak emin ellerde muhafaza edilmesi bu acı kayıptan duyduğumuz üzüntüyü bir dereceye kadar hafifletecek bir tedbir olacaktır.
Abdülhak Şinasi Hisar, edebi hüviyetinin dışında, büyük bir dosttur benim için. Ankara'da geçen yıllarımızda, birçok yazılarını bölüm bölüm yayınladığı Varlık, aramızda ortak bir bağ olmuştu, onun çevresinde o büyük eserin meydana gelişini adım adım, yakından izlemiştim. O zamanlardan, bir kısmı not edilmiş epey hâtıralarım var. Yazmayı çok isterdim bunları. Ama son zamanlarda dostluğumuzun devamını hayli aksatmış olan vakitsizliğim bilmem imkân ve fırsat verir mi?
(Yaşar Nabi Nayır / Varlık dergisi / 1963 / Arşiv çalışması, dizgi: Ferruh Yazıcı)
0 notes
Note
Facebookta takip ettiğim amatör olmasına rağmen çok iyi işler çıkaran çocuklar var. Yeteri kadar fırsat verilmiyor onlara, destek de. Merve Taşçı, Nurullah Aslan, Hanifi Kesik, Ahmet Kastancı sadece birkaçı. Afadersin de kimse kimsenin s*kinde değil üstad. Ne yapmalı? iki üç bir şey yazanı yüceltiyo
Ben şunu her sohbette dile getirdim. Çok fazla şahıs sayfası açıldı. Sokaktaki tüpçü ve bakkalın konuşmalarını aklınca kelime oyunu ile edebi bir eser haline dönüştürme çabaları ortaya “yazan" kirliliği serdi. Bu karmaşa da iyi yazan bir çok kişi bu kirliliğin arasında kalabalık nedeniyle fark edilemez hale geldi. sonuç olarak değerli bir çok arkadaş da olması gereken yerin uzağında kaldı.Önerim, kişisel sayfalardan uzaklaşıp, profillerinde en az 5 yıl yazsınlar. Abonelik sisteminden sonra sayfalar son derece gereksiz hale geldi artık.
12 notes · View notes
elektrobiyat · 7 years
Photo
Tumblr media
Kum Kitabı
Borges’in 1975’te yayımladığı Kum Kitabı, yazarın otobiyografik öğeleri fantastik edebiyatla harmanladığı son öykü kitabıdır. Mitolojik kahramanların, büyülü olayların, fantastik me­kânların iç içe geçtiği Kum Kitabı, Borges’in engin hayal gücünün ve edebi dehasının izini sürüyor. Esere adını veren “Kum Kitabı” adlı fantastik öykü, büyülü bir kitaptan bahsediyor. Bilinmeyen bir dilde yazılmış olan bu öykü sonsuzdur; sayfaları çevrildikçe sonuna yeni sayfalar eklenir. Tıpkı kum gibi ne başı ne sonu vardır...
“Şiir, eğer onu gerçekleşen bir olayın öyküsü olarak değil de, çok güçlü bir isteğin dışavurumu gibi algılarsak, güzeldir.”
“Yalnızlık bana acı vermiyor: insanın kendisini ve kendi davranışlarını hoşgörmesi zaten yeterince zor.”
“Bir şeyi görebilmek için onu anlamak gerekir. Koltuk insan bedenini, eklemlerini ve tüm organlarını önceden kabullenir; makas da kesme eylemini. Bir lamba ya da bir taşıt için ne demeli? Bir vahşi, misyonerin İncil’ini algılayamaz; bir gemi yolcusu, halatları tayfaların gördüğü gibi göremez. Evreni gerçekten görebilmiş olsaydık belki onu anlardık.”
“Eğer uzay sonsuzsa biz de uzayın herhangi bir noktasındayız demektir. Eğer zaman sonsuzsa biz de zamanın herhangi bir noktasındayız.”
38 notes · View notes
yorgunherakles · 5 years
Quote
bende inanmaların çağı geçti.
ahmet erhan
55 notes · View notes
17yasimsin · 7 years
Text
İnsan insanın "bir daha asla"sıdır
Sakinim. Hiç olmadığım kadar da uysal. Seni kırmamak için susarken bile böyle değildim. İçim bomboş. Kalbime vursan ses çıkar öyle sert. Girip kalbime bağırsan , sesin yankılanır öyle boş içi. Ağlayamıyorum. Öyle yorulmuşum ki üzülemiyorum. Durup acımı yaşayamıyorum. Kendimden daha çok düşünürdüm oysa seni. Her zaman sendin önemli olan. Senin gitmen , senin gelmen , senin sevmen , senin özlemen. Şimdiyse benim durgun sular gibi , çarşaf gibi olmam. Sadece duruyorum. Sert ve donuk bakışlarım. İçimi kemiren bir şeyler oluyor bazen. Evde sana ait bir şeyler bulduğumda ya da bana seni hatırlatacak bir şeyler duyduğumda. Biri bana senin bana seslendiğin gibi seslendiğinde , seninle anısı olan bi yere gittiğimde… O zamanlarda da gözlerim dolmuyor ve bende afedersiniz diyip lavaboya kaçmıyorum artık. Kalbim acımıyor. Özlemiyorum desem , yalan olur biliyorsun. Ben seni kadar duygusuz değilim. Özlüyorum seni yalan yok. Birini sevmenin ve biriyle bir şeyler paylaşmanın zorluğunu biliyorum çünkü ben. Emek verdiğim şeylerin elimden gitmesinin ne demek olduğunu iyi biliyorum. Bu yüzden sızlıyorum bazen. Çokça da kendimi sorgularken buluyorum içimde kurduğum mahkemelerde. Arıyorum , tarıyorum hata arıyorum kendimde. Kafamda hep acabalar var. Acaba bir şey mi yaptım , kırdım mı kızdırdım mı ? Ama bakıyorum ki en zor anlarımda ben zaten hep yalnızdım. Ben seni ne zaman yanımda istesem beni sevgisiz bırakmışsın. Hiç çekinmemişsin beni incitici sözler söylerken. Ben de sana bi şeyi anlatırken bi adama değil beş yaşında çocuğa anlatır gibi anlatmak zorunda olduğumu unutmuşum. Bi şeye sitem ediyorsam bu senden vazgeçtiğim anlamına gelmezdi , tek kelimen yeterdi mesela. O an sadece ‘’ canım ‘’ deseydin. İçim ısınır unuturdum her şeyi. Ama sen yapıcı değil yıkıcıydın. Alttan al dedin , aklıma mantığıma yatmadı ama onu da yaptım. Denedim inan. Bu kadar büyük sevdiğim bi adamın iki çemkirmesine de gitmedim ben. Ama kırılmaktan , hoyratlığından , sevgisizliğinden öldüm ben . Telefonu yüzüme kapatmaların , her zaman giderim ha tehditlerin, beni incitmekten korkmadan söylediğin sözler. Ben gözünün içine bakıyordum , sen bunu bile anlamadın. Bazen beni seviyor gibiydin , güzeldin. Ama kendimi sana bıraktığım an karabasan oluyorsun. Korkuyorum her an gelecek tepkinden. Her güzel haberi her kötü haberi hayatımda olan en ufak şeyi , vizyona giren bi filmi , gördüğüm reklamı , yolda sevdiğim bebeği , tadına baktığım jelibonu , sürpriz yumurtadan çıkan oyuncağı , içtiğim sodaların midemi rahatsız ettiğini , ilerideki hayallerimi koşarak sana anlatmak isterken vereceğin en ufak tepki beni yerle yeksan etmeye yetiyordu. Böyle böyle azaldım. Böyle böyle bittim. Dizlerimde derman bırakmadın sana koşayım. Bütün cesaretimi kırdın. Eskiden her zerresini biliyorum o adamın , her hücresini ezbere biliyorum diyebiliyordum ama şimdi diyemiyorum. Yanlış yorumlama bunları, geçmişte yaptığım hataları ben biliyorum ama ne yaparsam yapayım seni sevgisiz bırakmadım. Ve bu gelişinde sen incinme diye de çok uğraştım. Çoğu zaman kırıldığımdan bile haberin olmadı , belli etmedim. Benim tanıdığım , tenini , kokusunu bildiğim adam değilsin. Sebepsiz yere gidişlerin , anlam veremediğim vazgeçişlerin , aniden bana dünyanın en kötü kadınıymışım gibi davranmaların ve ısrarla kendime soruyorum bir şey yaptım mı diye ama yok. Bulamıyorum. Yaptıysam da bunu gelip bana söylemeyecek kadar samimiyet yoksa aramızda zaten ben bunca zaman suya yazı yazmışım.Suya yazı yazmak gibi seni sevmek , her seferinde başa dönüyorum. Hep bi şeyleri yoluna sokmaya , bizi toparlamaya çalışıyorum her gidişinden sonra.Bir bir kurduğumuz hayalleri tekrar üst üste diziyorum gözyaşlarımla ıslatıyorum sağlam dursunlar diye. Ama sen hiç acımıyorsun benim her seferinde parçalanan ellerime. Sana gelmek böyle işte, parçalanmak milyon kere. Anlayamıyorum ki ne istedin , ne olmadı da bana bu kadar kötü davranabildin. Ve seni böyle seven bi kadını buz ettin? Artık kalbim acımıyor , hissizleştim ve üzülemiyorum. Ama çabalamadı diyemezsin bak , elini vicdanına koy. Darbe alacağımızı hissettiğim her an durdurdum , sebebi ne olursa olsun. Söylediğin yalanlar , kırıcı sözler , benim seni görememem her ne idiyse sebep hiçbiri dedim , bizi yok edemez ve ben buna izin vermem. İşte bu yüzden , sırf bu yüzden bi aptal gibi dibi görmek istedim. Son ana kadar bana gelmeni bekledim. Ben seni kucağıma yatırıp saçlarını okşayabilseydim yine toplardım her şeyi. Ama bi gün yine üzerimize yıkılırdı bak. Çünkü beni hiç anlamıyorsun anlamamakta direniyorsun. Ben iyi olalım dedikçe dibe çektin. İkimiz de battık. Hani demiştin ya bana , bizim için , tutunduğum dalı kestim , ikimiz de düştük. Yine farklı değiliz ama bu defa hatalı ben değilim. Koy elini vicdanına , istediğin gibi hisset diye çabaladım. Başka bi adamı sevmek zorunda kalmıyım ilerde, sen de başkasına derman olma diye çabaladım , tepindim bu defa da ben. Çünkü ben içimde bi yerlerde inandım , bu adam beni seviyor ve biz mutlu sonsuzu göreceğiz. Ama sonra bi baktım elimde balonlar tek başıma uçurumun kenarına koşuyorum. Toz pembe bulutları dağıttım gerçeklere baktım. Elimde hiçbir şey kalmamış. Bunu fark ettiğimde de bu adam seni diri diri mezara koymuş sen sayfalar dolusu yazsan ne bu adama dedim kendime. Farklı bi yola gitmek zorundaydım bu sefer. Bunu bana sen hissettirdin. Seni aylarca bekleyip , kimselere söylemeden seni bekleyen beklerken özleminden yastıkları sırılsıklam eden kadını kendinden vazgeçirmeyi nasıl başardın? Nasıl buz oldum ben ? Senden nefret ediyorum demiştim , doğru değil. Ama sen kendine yaklaştırtmadın , sana koşamadım ben , bi derdim olduğunda sana gelemedim , sana istediğim gibi sarılamadım çekindim ve bunu sen yaptın. Ben senin kuzundum . Birlikte büyüdük biz , öyle etrafındakiler gibi gezip tozup eğlenerek gelmedik biz bu noktaya. Acılarımız vardı , yaralarımız vardı ve biz birbirimizi sardık. Koy hadi elini vicdanına , hak ettiysem eyvallah. Sen içimde bittin , yoksun evet. Ama maalesef seninle aramızdaki bağlar bitti diyince geçmiyor. Anneni gördüm yine. Seninle bi evdeydik. Güzel vakit geçirdikten sonra mutfağa doğru yürüdüm. Masa , pencerenin kenarında ve o masanın yanında annen belirdi. Bana kötü baktı. Öyle korktum ki rüyamda , dondum kaldım. Sen geldin yanıma ama annen gitmişti. Ne oldu dedin , söyleyemedim. Uyandığımda bir saat yatakta tavana baktım. Kızmıştı belki bana , nedenini çözemiyorum bu rüyaların. Ama o gün darmadağın oluyorum. Belki bi gün bu rüyalar da biter.İçimde sana doğru koşan periler vardı. Heyecanla kanat çırpan , tek güzel sözünle danslar eden , sen beni kırınca kanatları kırılan renkli periler. Sen bana sarılınca kanat seslerini duyardım içimde. Ağlarken ben sen beni üzünce, onlar da kanatlarını kırarlardı içimde bi yerlere vura vura. En vazgeç dediğim anlarda kendime , o perilerden biri fısıldıyordu bana. Bırakma diye. Sev o adamı , inatla sev. Bana geldiğinde şarkılar söylerlerdi. Sonra. Sen. Gittin. Ve her gidişinde bi peri öldü. Her ayrıldığında bi peri öldü. İçimdeki perileri sen öldürdün diye bitti. Neden bitti biliyor musun? İnanmaya gücüm kalmadığı için bitti.Ne olursa olsun her defasında peşinden geldiğim için bitti. İncittiğin yerler daha geçmedi diye bitti. Senden vazgeçmem sandığın için bitti. Ya da aptal sebeplerden senden vazgeçerim sandığın için bitti. Uğruna gösterdiğim sabrı anlamadığın için bitti. Zerre kadar değişmeyeceğin için bitti. Seviyorum dediğin, ama sevginin uğruna hiçbir şey yapmayacağını gördüğüm için bitti. Eskiden sensiz günlerimi düşünmek istemezken , kabus gibiydi derken şimdi sensiz günlerimde daha iyiyim diyebildiğim için , derdirttiğin için bitti. Bitti; zor oldu ama bitti.Kanadım , çok kanadım ama bitti. Olması gerektiği gibi , mecbur olduğu gibi bitti.  Eğer varsa birileri etrafında bu gece alkolle sabahla onlardan birine de ki : ben kanıma kırmızı rengi veren kişiyi kaybettim.bu gece hüzünle sabahla; ona de ki: ben bedendeki mıknatısın büyüsünü bozdum.bu gece iğrenç bir korku filmiyle sabahla; ona de ki: kabuslarımın orta yerindeki tek güzel mabedin kapısına sıçtım.bu gece imla kurallarına uyulmuş edebi bir intihar mektubu ile sabahla; ona de ki: farkındayım, ölsem, cesedimi gerçekten teşhis edebilecek tek insan odur; ceset de olsam, hainim hala.Ve insan, bir kez bile olsa yaşattıklarını yaşamadan ölmezmiş. Üzülme yani bu dünyada ki yerin bayağı bi kalıcı. Ve şunu bilmeni isterim ki ne bu yazıların bir ilgisi var senle , ne içimi sızlatan acıların artık. Senlik değil hislerim. Hüznüm , acım , özlemlerim senlik değil. Senin için belki hala gözyaşlı dökebilirim ama bu da seninle ilgili değil. Yani demek istediğim benim yaşadığım , yazdığım herhangi bir şeyin seninle bi alakası olamaz bundan sonra. Sana olan öfkem de nefretim de sevgim de aşkım da beni ilgilendirir artık sadece.Kırgınlığımı , olsun diye  zorladığım bir şeylerin, kırık bir parçasının elimde kalışını , kanayan parmaklarımı daha nasıl anlatabilirim sana? Eskiden sesin titrese nefesim kesilirdi. şimdi ölsen, en fazla eşitleniriz , daha nasıl bağırayım içimdeki yaraları ? İşte bu yüzden artık ağlamıyorum. Ağlayamıyorum , içim acımıyor eskisi gibi. Seni beklemiyorum o günkü gibi. Belki sorun bendedir. Belki istediğin gibi sevememişimdir , belki haddinden fazla sevmişimdir seni. Belki de kollarına dünyanın tüm güzelliklerini bırakamadım, gökyüzündeki tüm yıldızları gözlerinde parlatamadım, avuçlarında güneş açtıramadım, başucuna hiç solmayan çicekler bırakamadım, sırtını sıvazlayıp uyutamadım belki.Belki afili cümleler yazamadım sana. Ama bil ki ben bu odadan hiç çıkmadım, kulağımı başka şarkılara açmadım.Bir başka plağın üzerindeki tozları bile isteye eteklerimin altına toplamadım.Beni biliyorsun,senden başkasına kapı deliğinden bile bakmadım. Ve gittiğinden emin olmak için köşeyi dönene kadar bekledim. Ve biliyorum sevgimi , kalbimi , bu yazıyı hak etmediğini. Ama sen oku diye yazmıyorum, içimde bian önce biraz daha bit diye yazıyorum. Yazdıkça atıyorum , yazdıkça hafifliyorum. Sana olan öfkem diniyor gibi oluyor yazdıkça. Yazdıkça anlıyorum elimden geleni yapmışım ve sen kötüsün. Sen kötüsün ve benim biraz daha kırılacak gücüm kalmadı. Hani demiştin ya bi kere bana , neden tedirginsin rahat ol diye ben de ‘’ Bi gün yine böyleydik sonra son görüşüm oldu seni ‘’ demiştim. Sen bu defa öyle olmayacak güven bana , haklısın ama öyle olmayacak demiştin. Yanılmışsın yine ben haklı çıktım. Beni hiç bu kadar hırpayalayacağını ve hor göreceğini tahmin etmemiştim. Hiç bu kadar yüreğim ağzımda ne zaman bitirecek ne zaman kötü davranacak diye sürekli telaş halinde olurum diye düşünmemiştim. Seni kalbimden söküp atacağımı , sileceğimi hiç tahmin etmemiştim. Ben bu kış karın keyfini çıkarır , mutfağının penceresini açar elimizde kahvelerimiz sohbet ederiz , sonra pencerenin önündeki kardan alıp birbirimizin içine atarız diye düşünmüştüm daha çok. Yağmurlu havalarda tek şemsiyeyle yürürüz diye. Sıcak şarapla , açar güzel bi film izleriz soğuk kış günlerinde okul dönüşü diye. Kalın battaniyelere sarılır uyuruz birlikte diye. Üşütürsen gelir sana bakarım diye. Bi gün bir şeyler içip hafif çakırkeyf olup dans ederiz diye. Göğsünde uyurum diye. Göğsümde uyursun diye. Bacaklarıma başını koyarsın diye. Hiçbiri gerçekleşmeyecek bir sürü hayalim vardı. İşte sırf bu yüzden nefret edebilirim senden. Bu hayallerin hiçbiri yok ve artık biz de yokuz. Seni istemiyorum ve yaralarım iyileşsin istiyorum. Hayatında yoksam senin yüzünden ve bunca emek heba olduysa senin yüzünden. İşte bu yüzden nefret edilecek adamsın. İşte bu yüzden bu defa yine bi köşeye döndüğümüzde karşılaşsak o günkü gibi ; suratına atacağım bi tokata değmeyecek bi adamsın. Yine de nefret etmeyeceğim senden , güzel anılarımızı hatırlayacağım. Ve her şeye rağmen , bütün kırgınlıklarım , acılarım ve bana yaşattığın kötülüklere rağmen ;
Seni affediyorum. Çünkü hayatımda ilk defa sarhoş olduğumda yanımda sen vardın. 15 yaşındaydım ve sarhoştum ve ağlıyordum ve yanımda sen vardın.Seni affediyorum çünkü beş sene önce kafamı sıraya dayayıp ağladığımda , sol omzumdaki senin elindi.
8 notes · View notes
venusliveshere · 7 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
Vee aylar üstüne okuyabildiğim ilk kitap: Kumral Ada Mavi Tuna Daha 15 dakika önce bitirmiş olduğum, etkisindense muhtemelen birkaç saat boyunca çıkamayacağım bir kitap oldu. İlk elime alıp okumaya başladığımda kapak bir şekilde anlamsız gelmiş olsa da sayfalar ilerledikçe ve bazı şeyler açığa çıktıkça ne kadar derin bir kapak olduğunu anlayabiliyorsunuz. Buket Uzuner'le bu kitap vesilesiyle tanışıp kendisini son derece sevmiş bulundum. Kitap günümüz ve geçmiş olarak ilerlemekte. Ana karakterler Ada, Tuna ve Aras. (Çoğunluğun aksine Tuna yerine Aras'a daha çok bağlananlardanım ben) Kitabın geçmiş kısımları bu üçlünün çocukluğunu anlatırken günümüz kısımları Tuna'nın asker olduğu bir iç savaşı anlatmakta. Dürüst olmak gerekirse günümüzden bahsettiği sayfalarda sıkıldım. Sıkılmamın sebebi belki karakterlerin çocukluklarının çok daha güzel bir şekilde anlatılmasındandı, belki de çocuklukları anlatılırken aşka daha çok yer verilmesindendi. Kitabın çok ama çok üst seviyede bir edebi dili yok fikrimce. Fakat hisler, olaylar aslında çok basit görünen ama tekrar tekrar okuduğunuzda sizi çok daha başka yerlere sürükleyen bir dilde anlatılmış. Beni çeken en güzel yanı bu oldu kitabın. “Hah! Bu benim!” diyeceğiniz nice cümleler var kitapta. Kendimden o kadar bir şeyler buldum, o kadar cümlenin altını çizdim ki bazı paragrafları sadece işaretlemekle yetinmek zorunda kaldım. Kitaptaki aşkı öyle bir tadıyorsunuz ki kitabın son sayfasını okuduktan sonra kulaklarınıza “Mabelciğim” sesi, gözlerinizin önüne Tuna'nın masmavi gözleri ve Aras'ın çitlerin üstünden atlaması defalarca geliyor. Bir yandan kitap boyunca aşkı böylesine tadarken bir yandan da 1997 yılında yazılmış olmasına rağmen günümüzde de yaşadığımız üzüntüleri, korkuları derinlemesine hissedebiliyoruz. “Hep öldürüyor ve ne çok ölüyoruz!” Akıcı bir dili, eğlenceli bölümleri olduğu kadar boğazınızı düğümleyecek nitelikte bölümleri olan bu kitap kesinlikle okumak için vereceğiniz zamanın her bir saniyesini hak ediyor. “Ah Aras, ah böyle nereye?”
25 notes · View notes
kitapucretsiz · 5 years
Text
Akıl almaz, hatta doğaüstü görünümlü olan vakaların ardındaki mantıkla açıklanabilen nedenleri ortaya çıkarmasıyla polisiye edebiyatın en meşhur karakteri haline gelen Sherlock Holmes, Arthur Conan Doyle’un edebi mirasının en büyük parçası. Ancak Arthur Conan Doyle’un edebiyata katkısı Sherlock Holmes’un ve bu dedektif öykülerinin de ötesinde. Doyle, yazdığı fantastik, bilimkurgu ve korku öyküleriyle de onlarca yazara ilham verip farklı türlerde de ne kadar verimli olduğunu gözler önüne serdi.
Tekinsiz Öyküler’de Arthur Conan Doyle’un sıradışı öykülerinin en şöhretlileri bir araya geliyor. Akıl ve mantık üzerine eserleriyle çığır açan yazar bu kez tuhaf kurgunun sınırlarını zorluyor. Bu sayfalar arasında ölümsüzlüğü bulmuş insanların, gökyüzünde yaşayan yaratıkların,hem yeni hem eski işkence ve idam aletlerinin, Doğu’nun esrarengiz sırlarının, öte dünyadan gelen ziyaretçilerin, karanlık kontların, esrarengiz yeraltı mezarlarının, aşkın ve deliliğin anlatıldığı öykülerle karşılaşacaksınız.
“Doyle, istediğinde hayali dünyalara dair ne kadar güçlü öyküler yazabildiğini bizlere gösteriyor.” –H.P. Lovecraft
#gallery-0-5 { margin: auto; } #gallery-0-5 .gallery-item { float: left; margin-top: 10px; text-align: center; width: 33%; } #gallery-0-5 img { border: 2px solid #cfcfcf; } #gallery-0-5 .gallery-caption { margin-left: 0; } /* see gallery_shortcode() in wp-includes/media.php */
Tekinsiz Öyküler Akıl almaz, hatta doğaüstü görünümlü olan vakaların ardındaki mantıkla açıklanabilen nedenleri ortaya çıkarmasıyla polisiye edebiyatın en meşhur karakteri haline gelen Sherlock Holmes, Arthur Conan Doyle’un edebi mirasının en büyük parçası.
0 notes
sizekitap · 6 years
Text
Ayet ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig Beyitlerinden Seçmeler
Ayet ve Hadisler Rehberliğinde Kutadgu Bilig Beyitlerinden Seçmeler Oğuz Çetinoğlu Bilgeoğuz Yayınları
Yusuf Has Hacib ve Kutadgu Bilig
Yusuf Has Hacib 1017 (1018) – 1071 (1072) yılları arasında yaşamış, bilinen ilk Türk-İslam şairidir. Edebi zevki yüksek, kamil bir insandır. Müslüman türklerin temel yapısı hakkında sağlam ve geniş bilgilere sahiptir. Kutadgu Bilig’de bu yapının güçlenmesi için örnek insan karakterinin nasıl inşa edileceğini, eserinin kahramanları vasıtasıyla anlatır.
Arapça ve Farsça bilmesine ve o dönemde dini ve edebi eserlerin bu dillerle yazılmasının yaygın bir alışkanlık olmasına rağmen eserini Türkçe yazmıştır. İnsan topluluklarının millet haline gelebilmesinde dilin önemini de nasıl kullanılması gerektiğini de çok iyi bilmektedir. Çok mükemmel bir Türkçesi vardır. Denilebilir ki orkun kitabeleri’ndeki muhteşem Türkçe’nin vezin ve kafiye kaftanı giydirilmiş şeklidir. Cümleleri, sayfalar dolusu düşüncenin efradını cami, ağyarını mani tarzda özetidir.
Birkaç Örnek:
*Güzel koku ve bilgi, birbirine benzer. İnsan bunları yanında gizli tutamaz. *Cimri, kendi malını kendisinden esirger. Başkasının hakkını vermesi mümkün değildir. *Alimin sözü, toprak için su gibidir. Toprağa su verilince nimet çıkar. *Vücudun besini ağızdan, ruhun besini kulaktan alınır. *Şeytan din hırsızıdır. *İster şeker ve helva, ister darı ve arpa yemiş olsun, doyup yatan insan sabah yine aç kalkar. *Allah insana iki göz, iki kulak vermiştir. Biri dünya, diğeri ahret içindir. Yusuf Has Hacib, konuşturduğu her şahsı, titizlikle seçmiş, kendi bilgisini, düşüncelerini ve irfanını onların diliyle muhataba anlatmıştır. Her bir cümle, O’nun irfan ve hüneriyle ‘hikmet’ libasına bürünmüştür.
  Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
devamı burada => https://is.gd/INzVKw
0 notes
leavesoccer-blog · 7 years
Text
Rousseau - Yalnız Gezenin Düşleri (Birinci Bölüm)
Yeni yazı var! https://maiotik.com/rousseau-yalniz-gezenin-dusleri-birinci-bolum/
Rousseau - Yalnız Gezenin Düşleri (Birinci Bölüm)
Dergiler hayatımızdan çıktı ya da çıkmak üzere. Dedikoduları duyacağın, uzun metinle karşılaşacağın yer sayısı azaldı. İnternet kısa metinler üzerine kurulu bir dünya haline geldi. Ama birinin yolu düşer ve üslubu da beğenirse sonuna kadar okur belki diye yazdım ben. İnceleme, kitaptan seçtiğim alıntıların yorumlanması üzerine kurulu. Dijital işlerin konuşulduğu bir kongrede zamansız içerikler üretmekten bahsediyorlardı. Buyurun size zamansız içerik sevgili okur.
Çatır çatır her bir paragrafı üzerine akıl yorduğum kolay okunan çok düşündüren kitap: Yalnız Gezenin Düşleri!
“Bu bağlamı göz önünde tutarak onun en son “itirafları” olan Yalnız Gezenin Düşleri’ndeki o yılmışlık, küsmüşlük ve anlaşılmamış olma duygusu, spartaküsvari bir yenilgi duygusu olarak da anlaşılabilir belki. Spartaküs, köleliğin tarihsel bir formasyon olarak en güçlü temsil edildiği bir dönemde, Roma İmparatorluğu’nun sınırları içinde, henüz tarihsel şartlar ve dinamikler olgunlaşmamışken, ileriye dönük bir adım atmayı denemiş ve yenilmişti; Rousseau da “İşte artık yeryüzünde yapayalnızım” diye girer metne. Spartaküs’ü Romalılar çarmıha germişlerdi; Rousseau da bir tür inzivanın ıssız yollarına çekilir kendiliğinden; çünkü bir anlamda ayak uydurmadığı tarih “ileriye” doğru hızla akmaktadır.”
Veysel ATAYMAN’ın önsözünden – Sayfa 12
  Rousseau, bundan iki yüzyıl önce gelişmenin sanayide, makinede değil insan kafasında olması gerektiğini söylemişti. İnsanlığın görülmemiş bir hızla ilerlediğini savunanlara karşı hızın insanda değil makinede olduğunu insanlığın kafa yapısının henüz bu yenilikleri içselleştiremediğini anlatmıştı.
Ruhu henüz bu makinelerden sağlıklı faydalanabilecek kadar incelmemiş insanı anlatan Rousseau, gelecek yüzyıllarda ortaya çıkacak problemleri öngörmüş fakat tam da bu yüzden çağdaşları tarafından dışlanmıştı. Doğaya geri dönmek onu ihmal etmemek gerektiğini söylerken çağdaşları bu çağrıları ilkelliğe övgü olarak değerlendirmişti.
Şimdi Avrupa düşüncesini baştan aşağı değiştiren; Avrupa düşüncesinin kırılma noktalarından birini oluşturan nasıl yaşanacağı üzerine fazlaca kafa yormuş belki de pratik anlamda felsefeyi en işe yarar hale getiren bu filozofun tecrübesine yakından bakmaya çalışacağız.
Bu huzura bir başka şeyin daha katkısı oldu: Bana işkence edenler olanca kinleriyle bana acı çektirmek için başka başka tertipler düşünürken; durmadan yeni darbeler indirip işkencelerinin etkisini sürekli taze tutarken bir şeyi unuttular. Oysa bana biraz umut ışığı bırakacak kadar becerikli olsalardı, hala ellerinde olacaktım. Bazı yalancı yemlerle beni oyuncakları yapmaya, boşa çıkan beklentilerimin hayal kırıklığı ile her an bir üzüntü kaynağı daha yaratarak beni yeni acılara boğmaya devam edeceklerdi. Fakat kaynaklarının hepsini önceden tükettiler: bana hiçbir şey bırakmamakla, kendilerini de her şeyden yoksun bıraktılar. Beni boğdukları iftira, alay, rezalet ve kötülük ne artabilir ne de azalabilir; ne onlar şiddetlendirebilirler ne de ben bundan sıyrılabilirim. Perişanlığımı en son haddine vardırmakta o kadar acele ettiler ki, bütün insan kudreti: bütün hilelerinin yardımıyla bile ona hiçbir şey katamaz. – Sayfa 23
Şimdi bu adam paranoyak mı diyebilirsin sevgili okur; değil! Harbiden düşmanları var. Nitekim bir papaz yüzünden taşlamışlar da kendisini(mecazen değil) herif güvende değil yani. Onun dışında kamuoyunun desteği de rakiplerinin elinde. Rakipler kimler? Gelecek nesillerin emperyalistleri, kapitalistleri… Bir durum hele konuşalım demiş ama dinleyen olmamış hümanist filozofumuzu. Bu yüzden de onu edebiyat çevresinin, entelektüel dünyanın, siyasi, sanatsal ve sosyal hayatın dışına itmişler.
1800’lü yıllarda yaşayan bir entelektüel için dışlanmışlığın bugünkünden daha zor bir durum olduğunu pekala anlayabiliriz. Diğer taraftan bu pasaj bana gündelik hayattaki zehirleyici ilişkileri de hatırlattı.
Beklemek, karşılaşmaktan daha müthiştir: tehdit, darbeden daha kötü. Tehdit gerçekleştiğinde ise olaylar hayal gücünden kaynaklanan yanlarından arınarak gerçek değerini bulur. O zaman bu dertleri, sandığımdan çok daha önemsiz bulur, acı çekerken ferahlarım. Böylece herhangi yeni kaygılardan arınmış, beklemenin getirdiği endişeden kurtulmuş olarak, artık hiçbir şeyin ağırlaştıramayacağı bir duruma giderek daha rahat katlanırım ve duygularım günden güne körelmeye başladığından, yeniden canlandırmak mümkün olmaz. Düşmanlarım, kinlerinden kaynaklanan bütün zülüm yöntemlerini ölçüsüzce harcayarak işte bana böyle bir iyilik yaptılar.  – Sayfa 24
Ama bir sanatçı ve düşünür olarak gelecekten umudunu kesmiyor Rousseau. Eninde sonunda üreten insan geleceğin güzel olacağını düşündüğü için, anlaşılmak adına bir umut beslediği için yazıyor, çiziyor ve başka bir yüzyıla yatırım yapıyor. Evrimin emrettiği üzere geleceğin daha iyi olacağına dair muhteşem bir ümit taşıyor.
Ama, hala geleceğe güveniyor ve daha insaflı bir kuşağın, bugünün kuşağının, gerek hakkımdaki yargısını, gerekse bana olan davranışlarını inceleyip kendisini yönetenlerin hilelerini meydana çıkaracağını ve beni olduğum gibi göreceğini ümit ediyorum. Diyaloglar’ımı bana yazdıran ve bunları gelecek nesle aktarmak için beni binbir çılgınca girişime sürükleyen işte bu umuttur. Uzak bir geleceğe ait umudum, bir zamanlar bu yüzyılda insaflı bir yürek ararken içimde hissettiğim heyecanın aynısını bana hissettiriyor ve uzaklaştırmak istediğim o umutlar, aynı zamanda beni bugünün adamlarının oyuncağı yapıyordu. Diyaloglarımda bu beklentimi neyin üzerine kurduğumu anlattım. – Sayfa 25
 O kadar temiz anlatıyor ki Rousseau! Yanlış anlaşılırım endişesinden uzak, edebi kaygıdan uzak, sadece anlaşılır olmak kaygısıyla adı konulmamış duygularını açıklamak için…
Beni, acı verici bir şekilde olduğu kadar, boşuna da meşgul edecek konuları bir kenara bırakalım. Madem ki teselliyi, umudu ve huzuru sadece kendimde bulduğum için hayatımın geri kalanında yalnızım, kendimden başka hiç kimseyle ilgilenmemeliyim ki bunu da istemiyorum. Eskiden itiraflarım diye adlandırdığım titiz ve samimi incelemeye işte bu ruh haliyle devam diyorum. Son günlerimi, kendimi incelemeye ve yakında hakkımda vereceğim hesabı, önceden tasarlamaya adıyorum. Kendimi tamamen ruhumla konuşma zevkine bırakayım. O ruh ki, insanların elimden alamayacakları tek şeydir. İçimdeki eğilimlerin üzerinde düşüne düşüne onları düzene koymayı ve onlarda kalan kötülükleri düzeltmeyi başarabileceksem, derin düşüncelere dalmam hiç de gereksiz olmayacak ve artık bu dünyada hiçbir işe yaramama rağmen, son günlerimi boşuna harcamamış olacağım. Gündelik gezintilerim, çoğu zaman hatırlayamadığım için üzüntü duyduğum, muhteşem manzaralarla doludur. Hala hatırlayabildiklerimi yazacağım; onları her okuduğumda aldığım haz yenilenecek. Yüreğimin hak ettiği ödülü düşünerek, üzüntülerimi bana zülmedenleri ve iftira edenleri unutacağım. – Sayfa 27
Her ne kadar huzur içinde olduğunu söylese de arada kızgın olduğuna ve diğer insanları affetmediğine dair de bir çok ipucuna rastlıyoruz. Lakin insanın önünde sonunda dönüp dolaşıp geleceği yerin gene kendisi olduğunu görüyoruz. Bütün kovalamacalardan, işlerden, ilişkilerden, beklentilerden, acılardan, hüzünlerden sonra salt, sade, saf bir kendi. İlk çocukluk heyecanlarına, çocukluk tatlarına, ruhunun çocukluğunda bıraktığı o duyguları tekrar sahiplenmeye ve sadece kendine keyif veren şeylerle uğraşmaya başlama durumu.
Bu sayfalar, ancak hayallerimin gelişigüzel tutulduğu bir anı defteri olacak. Onlarda benden çok söz edilecek. Çünkü düşünen yalnız bir inan, kaçınılmaz olarak kendisiyle meşgul olur Giyinirken aklıma gelen bütün tuhaf, alışılmadık düşünceler de bu sayfada yerlerini alacaklar.  – Sayfa 28
 Okudukça huzur buldum ben sevgili okur, bütün gündelik problemlerinden kurtuldum. Var olmanın ağırlığını attım. Sakinledim, aceleciliğim gitti. Öyle naif bir düşünce birikimini sunuyor bu kitap. Öyle naif bir içerik ve öyle naif bir üslupla.
Büyük bir mutlulukla, yüreğimdeki sevgiyle ama körü körüne bağlanışlarımı, birkaç yıldır ruhumu besleyen hazin olmaktan çok teselli edici olan düşüncelerimi hoşlanarak hatırlıyor, kendimi onların kucağına teslim ederken aldığım kadar derin bir hazla onları kaleme almaya hazırlanıyordum. Öğleden sonram bu sakin düşüncelerle geçti ve günümden son derece memnun olarak dönmek üzereyken, şimdi size anlatacağım olay beni düşlerimin iyice yoğunlaştığı hayal dünyamdan çekip aldı. – Sayfa 34
Yer yer günlüğe dönüşüyor. Rousseau’nun hayatı hepimizinkine benziyor. Herkes havadan sudan bahsederken önemli olanın havanın ve suyun insan ruhu üzerinde bıraktığı dokunuşlar olduğunu, doğanın çok içlerimize kadar nüfuz ettiğini ve aslında böyle düşünceler içinde gide gele gide gele bir ömrü tamamladığımızı anlıyoruz. Ayakkabımızı bağlarken aklımıza gelenler, giyinirken aynaya baktığımızda hissettiklerimiz, hepsi kendimize dair bir algı bir tanım yaratıyor. Hepsi bir şeyler çağrıştırıyor. Yıllar süren insan birikimi, gen dizilimimize işlenmiş evrimsel acılar, değişiklikler hepsi o anda kendine yer buluyor.
Gece ilerliyordu. Gökyüzünü, birkaç yıldızı ve biraz da yeşillik gördüm. Bu ilk duyumsama nefis bir andı. Varlığımı sadece orada hissediyordum. Sanki hayat o anda doğuyor ve gördüğüm bütün nesneleri hafif varlığımla dolduruyordum. Tamamıyla o anı yaşıyor, başka hiçbir şeyi hatırlamıyordum: kimliğim ve başıma gelenler konusunda en ufak bir fikrim yoktu: ne kim olduğumu ne de nerede olduğumu biliyor; ne acı, ne korku ne de endişe duyuyordum. – Sayfa 36
 Maurice Merlau Ponty, Algılanan Dünya’da insana özgü tamamlanmamışlık duygusundan bahseder. Bir boşluk olduğunu ve bu boşluğu ilişkilerimizle, yaptığımız işle, ya da bilumum dünya bilgisiyle doldurmaya çalıştığımızı ancak bu boşluğun asla dolmayacak belirsiz bir boşluk olduğunu anlatır. Aslında Ponty mutsuz değildir çünkü ona göre insanı geliştiren de işte bu tamamlanmamışlık bu boşluk duygusudur. Kötü yanı insanı huzursuz yapmasıdır sadece. Ama şimdi ondan tam olarak iki yüz yıl önce yaşamış Rousseau’nun tamamlanmış olduğunu, huzura erdiğini, rahatlamanın mümkün olduğunu görüyorum. Hoş “Boşluğu doldurmuş olsa kitabı yazmaz!” diyeceksiniz “Yazıyor ki anlatmak istediği, yarım bıraktığı şeyler var!” diyeceksiniz. Durum bence öyle değil sevgili okur. O sadece üzerine düşeni, görevini yaptı. Kafası rahatladı ve bunun nasıl olduğunu anlatmak için bir sorumluluk hissetti.
Bu habere, tesadüfen duyduğum ve hiçbir ayrıntısını öğrenemediğim, daha tuhaf bir durum eşlik etti: Bu da, evimde bulunabilecek eserlerimin müsveddelerinin basılması amacıyla para toplamak için kampanya başlatılmasıydı. Anladım ki, ölümümden sonra bana atfedilmek amacıyla bir yazı derlemesi hazır tutuluyormuş; çünkü bulunabilecek gerçek el yazmalarının aslına sadık bastırılabileceğini düşünmek, on beş yıllık tecrübeden sonra, aklı başında bir adamın aklından bile geçmeyeceği bir aptallıktı. – Sayfa 41
Yukarıdaki pasajda birçok edebiyat klişesine ve dedikodusuna ışık tutuyor Rousseau. Söz gelimi öldükten sonra Tolstoy için de “Müslümandı saklıyordu”, “yazıları vardı ama yayımlayamadı” gibi söylentiler çıktı. Lakin durum aynen Rousseau’nun yukarıdaki pasajda kestirdiği gibiydi. Çağını aşan ya da çağında kendinden çok söz ettiren insanlar için öldükten sonra üzerine yamanmak üzere çok sayıda hurafe üretiliyordu.
Hem geçmişte hem de bugün yaptığım bir yığın gözlem, bu düşüncemi öylesine doğruladı ki, şimdiye kadar insanların kötülüğünün ürünü olarak gördüğüm olayları, artık insan aklının kavrayamayacağı ilahi sırlar olarak görmekten kendimi alamıyorum. – Sayfa 42
ve
Tanrı adildir; O, acı çekmemi istiyor, fakat masum olduğumu biliyor. İşte güvenmemin sebebi bu: yüreğim ve aklım yanılmadığımı ilan ediyor. Bırakalım insanlar istediklerini yapsınlar. Şikayet etmeden acı çekmeyi öğrenelim; sonunda her şey yoluna girecek; benim sıram da er geç gelecektir. – Sayfa 43
 Diyerek de tanrıtanır bir filozof olduğunu beyan eden Rousseau, kaderinin bir kısmını da doğal gidişatına bırakmış durumda. Hatta müdahale edemediği bu gidişattan haz alır gibi bir hali var. Nasıl olsa yaşamının devamını kestiremeyeceği; geçmişi değiştiremeyeceği ve geleceği de bilemeyeceği için bir teslim olma yöntemi seçmiş Rousseau. “E bunun neresi zor?” diyebilirsin sevgili okur. “Birçok dindar zaten bunu Rousseau’nun söylemesine gerek kalmadan uyguluyor ve huzurlu yaşıyor” diyebilirsin. Öyle değil. Dini bir dağ gibi düşünelim. Bu dağa kutsal kitaplar ve semavi dinler aracılığıyla çıkmak dağa yapılmış otobanda yürümeye benziyor. Felsefe ise dağın en sert yamacını kullanıyor. Tanrıtanır felsefeden bahsediyorum. Kendi yolunu oluştura oluştura gidiyor. İyice düz mantık berbat benzetmelerimle devam edebilirim ama beni dindar biri sanabilirsin. Hiç öyle değilim sevgili okur diyor ve boş muhabbeti bir kenara bırakıp devam ediyorum.
Ayrıca bu kadar geç alınan derslerden elde edilen kazanımlardan yararlanma zamanı da geçmiş olur, gençlik, bilgeliği öğrenme, yaşlılık da uygulama zamanıdır. İtiraf edelim ki, tecrübe daima bir şey öğretir; fakat sadece bundan sonra yaşayacağımız zamana faydası vardır. Ölme zamanı gelince, nasıl yaşamak gerektiğini anlamanın ne değeri var? – Sayfa 45
 Toplum baskısı dediğimiz şeye her ne kadar karşı çıksak da bu baskılar asırlar boyu süren bir insan tecrübesiyle oluşmuş baskılardır. İnsanlığı anlamak için son elli-yüz yılda inşa ettiğimiz sosyal kavramlara bakarak akıl yürütmek doğru değildir. İnsan en az 30.000 yıldır dünyada olan ve evrimsel bir takım gelenekleri hafızasında barındıran bir türdür.
Diyeceğim o ki bir takım hataları belli bir yaştan sonra yapmak hem toplum tarafından hem de kişinin kendisi tarafından affedilmesi güç bir durumdur. Gençlik ve ilk yetişkinlik döneminde yaptığınız hataların telafisi varken ve bu hatalar sizin geleceğinizi güzelleştirirken yetişkinlik ve yaşlılık döneminde bu hataları yapmanın mantıksız olduğunu anlatıyor Rousseau. Yaşlanınca zaten anlatılan geleceğin içinde yaşadığını ve bundan sonra öğreneceği yeni şeyler olmasına rağmen hata yapma ihtimalinin düşük olması gerektiğine, insanın kendini bu yönde eğitmesi gerektiğine değiniyor.
Doğduğumuzda girdiğimiz savaş meydanından ölünce çıkarız. Ömrün sonuna varıldığında yarış arabasını iyi kullanmayı bilmenin ne yararı var bize? Yapılacak tek şey kalmıştır, o da oradan nasıl çıkacağını düşünmektir. Yaşlı birinin öğreneceği tek şey, ölmektir, fakat aksi gibi benim yaşımda en az yapılan da bu; ölümün dışında her şey düşünülür. Tüm yaşlılar hayata çocuklardan daha fazla bağlıdırlar ve gençlerle karşılaştırıldığında daha zor ayrılırlar hayattan. Çünkü ömürleri boyu bu dünya için çalışmışlar; tüm çalışmaları sona erdiğinde, boşuna emek verdiklerini görmüşlerdir. Bütün emekleri, bütün servetleri, çalışarak geçirilen uykusuz gecelerinin bütün meyveleri gittiklerinde geride kalacaktır. Yaşadıkları sürece, ölürken görebilecekleri bir şeyler edinmeyi de düşünmemişlerdir. – Sayfa 46
Tamam burada ciddi bir dindar haline büründü naif filozofumuz ama yadırgamak yok. Yaptığı şey en azından klişeleşmiş öğütleri estetize ediyor, ona yeni bir form kazandırıyor. Edebiyatın ve yazının gücü de bu zaten. Bir çocuğa annesini üzmemesi gerektiğini söylersiniz; bu çocuğu değiştirmez. Lakin annesini üzen bir çocuğun anne tarafından kaleme alınmış hikayesi çocuğun bakış açısını değiştirebilir. Söylenen aslında aynı şeydir. Ama estetize edilmiş olan her zaman daha güçlü ve ikna edicidir.
Çocukluğumdan beri eğitimle beslenen ve daha sonraları hayatımı dolduran felaketlerin yaşadığım onca yokluk ve bahtsızlıkla güçlendirdiği bu duygu, beni daima hiçbir insanda göremediğim bir çaba ve özenle varlığımın niteliğini ve amacını araştırmaya itmiştir. Benden çok daha fazla bilgiçlik taslayarak felsefe yapanları gördüm, fakat felsefeleri sanki kendilerine yabancıydı. Başkalarından daha bilge olmak istediklerinden, rastladıkları bir makineyi sırf merak için nasıl incelerlerse, dünyanın nasıl oluştuğunu anlamak için de aynı şekilde inceliyorlardı. İnsan doğasını, üzerinde bilgiççe konuşabilmek için inceliyorlardı, kendilerini tanımak için değil. Kendilerini aydınlatmak için değil, başkalarına öğretmek için çalışıyorlardı. Birçokları, iyi kabul edilsin de ne olursa olsun diye kitap yazma sevdasındaydılar; kitapları basılıp yayımlandığında, içindekilerle, onu başkalarına kabul ettirmek ve saldırıya uğradığında içeriğinin çürütülmemesi için bu içeriğin doğru ya da yanlış olduğuna bakma zahmetine katlanmaksızın onu savunmak dışında hiçbir şekilde ilgilenmez olurlardı. Bana gelince, başkalarına öğretmek için değil, kendim bilmek için istedim öğrenmeyi her zaman. İnsanın başkalarını eğitmeye başlamadan önce, kendisi için öğrenmesi gerektiğine inandım. Hayatım boyunca insanlar arasında yaşarken öğrendiklerimi, ömrümün sonuna kadar kapanacağım ıssız bir adada bile tek başıma edinebilirim. – Sayfa 48
Ben Rousseau’nun yukarıda eleştirdiği duruma entelektüel mastürbasyon ya da bilgi oburluğu diyorum. Yani lezzet almak için değil, sindirmek için değil yemiş olmak için yiyorlar. Gene kalitesiz benzetmelerimle yazıyı katletmeden önce günümüzde de böyle birçok piyasa yazarının olduğunu görüyoruz. Ne bileyim bana ilginç gelen şey de bu klasik edebiyata dönüp baktığımızda, yüz yıl önce yazılmış felsefi metinlere baktığımızda aslında adı konulmuş ve çözüm önerileri sunulmuş onlarca problem görüyoruz fakat yıllar geçse de insanlar aynı hataları yapmaya devam ediyorlar, aynı propagandalardan etkilenmeye. Sanıldığının aksine evrim hız kazanmadı tam da Rouseau’nun başta dediği gibi hız kazanan makine. İnsan soyu gene ağır aksak ilerliyor.
Kaderim beni dünya kasırgasına yuvarlayınca yüreğimi bir an olsun oyalayacak hiçbir şey bulamadım. Boş zamanlarımın tatlı hatırası, beni her yerde izleyerek, etrafımda bana gelecek ve servet verebilecek olan her şeye karşı bir ilgisizlik, hatta nefrete yol açtı. Karışık isteklerimin kararsızlığı içinde az umdum ve daha az kazandım; çevremde zenginlik ve refah pırıltıları olsa bile, aradığımı sandıklarımın hepsine kavuştuğum takdirde yüreğimin, sebebini bilmeden kavuşmayı istediği bu mutluluğu bulamayacağımı hissettim. Böylece bu dünyaya tamamen yabancılaşmama neden olan mutsuzluklardan önce bildiğim her şey beni bu dünyanın ilgilerinden sıyrılmaya yöneltiyordu. – Sayfa 49
 İşte bu entelektüellik sevgili okur. Entelektüel insan para kazanmak için bir şey üretmez ancak ürettiği şeyin para etmesi gerektiğini bilir. Söz gelimi o sanat galerilerinin açılmasına devam edilebilmesi için bir takım tabloların satılması gerekir. Ya da dünyanın yeni sanat dalı sinema filmlerinin yapılabilmesi için eserlerin para kazandırması gerekir. Para kazanmak için iş yapmazlar ancak yaptıkları iş para eder. Ve entelektüel insan hiçbir zaman aç gözlü olmaz. Bütün bir ömrünü ruhunu inceltmek için harcar.
Kendimi yenileme işini sadece dış görünüşle sınırlamadım. Şüphesiz daha zor, ama daha gerekli olan bir işi yapmam, düşüncelerimi de yenilemem gerekiyordu. Böylece aynı işi iki defa yapmama kararıyla hayatımın geri kalanını ölürken görmek istediğim şekilde düzenleyebilmek için iç dünyamı sıkı bir sınavdan geçirmeye koyuldum. – Sayfa 51
Şüphesiz ki ruhsal olarak da kendini yenilemek dışsal yenilenmeye ve maddi yenilenmeye de ihtiyaç duymaktadır.
Dünyaya sırt çevirmem ve o zamandan beri beni terk etmeyen yalnızlıktan zevk alma duygusu bu döneme rastlar. Yazmaya başladığım eser, ancak tam bir inziva içinde yazılabilirdi; toplumun gürültüsünden uzak; uzun ve sakin bir şekilde düşünmeyi gerektiriyordu. Bu, beni bir süre için başka bir yaşam tarzına yöneltti; bu tarz yaşamda kendimi o kadar iyi hissettim ki arzum dışında, zoraki bir süre için bir ara verdikten sonra, imkan bulur bulmaz, sevinçle tekrar sarıldım. O kadar ki: İnsanlar, beni yalnız yaşamaya mahkum edince, onların beni mutsuz olmam için tecrit etmekle mutluluğuma benden çok hizmet ettiklerini gördüm. – Sayfa 51
Yalnız kalmak, kalabilmek önemli bir yaşama becerisidir sevgili okur. Elbette bahsettiğim yalnızlık sadece ilişkisel bir yalnızlık değil modern dünyanın hızlı romantik ilişkilerinden ziyade bir insanın yalnızlığından keyif alabilmesi, tek başına bir şehri dolaşabilmesi ve mutlu olabilmesi gerekir. Hayatımızdaki yapay uyaranlar yüzünden bu gün geçtikçe zorlaşsa da her anını paylaşmadığımız bir yalnızlığa sahip olmamız gerekir.
Kavgadan nefret ettiğim ve sürdürmek için yeterince yeteneğim olmadığından, çoğu zaman kendimi tam savunamadım; ancak hiçbir zaman onların yıkıcı öğretilerini benimsemedim ve belli bir fikre saplanıp kalmış bu tutucu adamlara direnmem, bana karşı duydukları hıncı körükleyen en büyük nedenlerden biri oldu. – Sayfa 52
 Çok uzun süre önce bir internet sözlüğünde tutunamamak ve kaybetmek arasındaki farkı konu alan bir başlık görmüştüm. Kaybeden insan kazanmayı deneyen insandı. Tutunamayan insan ise kazanmak için uğraşmayı mantıksız bulan insan. Rousseau’nun yukarıda bahsettiği de tam olarak böyle bir durum. O tartışmaların sonradan akla gelen savunmalarını, hep yenildiğiniz kavgaları bir kenara bırakın diyor. Siz iyi bir insansınız. İyi insanlar tartışmaları hep kaybeder ama bunun sebebi iyi insanın aptal olması değil kazanmakla bir işinin olmamasıdır. Bunda üzülecek bir şey yok diyor.
Uygun olan bu dönemi elden bırakmayayım: maddi durumumun yenilendiği bu dönem, bari entelektüel ve ahlaki durumumun da yenilendiği dönem olsun. Düşüncelerimi ve ilkelerimi kesin olarak belirlemeliyim ve iyice düşündükten sonra, hayatımın geri kalan bölümünde ne olmaya karar vermişsem o olayım. – Sayfa 53
Bu benim gerçekten değer verdiğim ve kabul ettiğim bir düşünce, maddi yenilenme birçok manevi yenilenmeye de ön ayak oluyor sevgili okur.
Filozofların sık sık bahsettikleri can sıkıcı zorlukların her zaman istediğim gibi üstesinden gelemediğimi itiraf etmeliyim. Ama her tarafta çözümlenemez sırlarla, cevapsız kalan itirazlarla karşılaştığım halde, insan zekasının kavramakta yetersiz kaldığı meseleler üzerinde sonunda bir karara varma azmiyle karşılık veremediğim ama karşıt sistemde en az bunlar kadar güçlü olan bir itiraz ile karşılanan itirazların üstünde durmadan, her konuda, bana en sağlam ve en inanılır gözüken fikri benimsedim. Bu konularda kestirme hükümler vermek, sadece şarlatanların yararınadır; önemli olan nokta, kendine özgü bir kanaat edinmek ve buna olgun bir akılla varmaktır. Buna rağmen yanılırsak, suçlu olmadığımız için cezasını çekmek bize düşmez. İşte, güvenimin sarsılmaz temeli olan ilkem budur. – Sayfa 54
Şunu ayırt etmekte yarar var: Filozofların sık sık bahsettiği zorluklar; metafizik kaygılar, varoluş sancıları, yaratım sancıları gibi kendini gerçekleştirmiş insanın içine düşeceği ya da duyumsayacağı zorluklardır. Bizler hala geçim sıkıntısı çeken, kredi kartı borcu olan insanlar olarak aramızdan çıkan birkaç istisnayı saymazsak bu noktaya varabilmiş insanlar değiliz. Kendini gerçekleştirmenin parayla bir ilgisi olduğunu söylemiyorum. Sanatın ve felsefenin zengin eğlencesi olduğunu da söylemiyorum ama nepnet bilimsel bir gerçek var: Borç insanı huzursuz yapar. En azından borçsuz olmak gerektiğini söylüyorum. Her insanın yüzeye çıkabilmek için yüzgeçleri yok kiminin sırtından borçlarını illaki kaldırmanız gerek o zaman rahatlarlar diyorum. Hatta benim “İnsanları bilerek borçlu tutuyorlar ki devletlerin meşru zeminleri ortadan kalkmasın” gibi bir komplo teorim dahi var.
Devlet çok kötü bir şey değil gerçi en kötü düzen bile düzensizlikten iyidir sevgili okur.
Ben Devleti severim. Devlet, hükümetler üstü bir kurumdur. Hükümet Baba yoktur ama Devlet Baba vardır. Kanuni’nin “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” sözü boşuna değildir. Bunlar başka mevzular. Tartışırız.
Yukarıdaki pasajda bahsedilen şöyle bir gerçek var. İnsan her şeyi kendi kendine bulamaz. Gördüğü her varlığı özgün bir şekilde yorumlayamaz. Bu noktada başkalarının varlığından destek alır, yeni fikirlere ihtiyaç duyar. İşte kitaplar -bir insanın bütün birikimini oldukça makul bir fiyata bize sunduğu araçlar- bu işe yararlar. Ve başka birinin fikri ince eleyip dokuduktan sonra size mantıklı geliyorsa, bu fikri takıntı hale getirmeden benimsemeniz kabullenmeniz ve inanmanız mantıklıdır. Bu sizi etki altında kalan biri yapmaz. Aynı konulara kafa yormuş ve ilerleme kaydetmiş birinden faydalanmış onunla bilgi paylaşmış yapar. Dolayısıyla fikir benimsemek kötü bir şey değildir. Yeter ki düzgün fikirler olsun. Yeter ki yeni fikirler doğurma fırsatı versin.
Yorucu araştırmaların sonucu, aşağı yukarı Savoeli Papazın İnanç İlkeleri’nde yazdıklarım gibidir. Bu eser ki, bugünkü kuşaklar tarafından öfkeyle alçaltılıp kirletilmiş olmakla birlikte, bir gün gelir de sağduyu ve iyi niyet sayesinde yeniden doğarsa devrim yapabilir. – Sayfa 54
Aradım, taradım bulamadım. Bu Savoeli Papazı’nın İnanç İlkeleri’ni duyan bilen gören duyan varsa yorumlasın.
Hala arada bir okuduğum az sayıdaki kitaptan beni kendisine en çok bağlayan ve yarar sağlayanlar Plutarkhos’un kitaplarıdır. Çocukluğumda ilk onu okudum, yaşlılığımda son okuyacağım odur. Hatta diyebilirim ki, okurken kendime dersler çıkardığım tek yazar odur. Daha önceki gün, ahlakla ilgili  eserlerinden Düşmanlardan Nasıl Yararlanılır? Adlı incelemesini okuyordum. – Sayfa 65
Yalnız Gezeni Düşleri’ndeki en güzel mesele ara sıra baya Rousseau ile sohbet ediyor gibi hissetmeniz. Mesela burada kendimi tutamayıp “A bende Tolstoy’u çok severim!” dedim. Yaşasaydı Rousseua ile oturup bir rakı içmek isterdim. Edebiyattan hayattan doğadan falan  bahsederdik. Gerçi kendisi dindar içmezdi ama eşlik ederdi diye düşünüyorum. Hümanist kardom sonuçta. Bira da olabilir.
0 notes