Yüzüm, boyası rutubetten kalkmış bir duvar adeta, neydi bu içimdeki fır dönen huzursuzluk, gözlerimin yorgunluğu?.. Gülmelerim, hikayeler, tevazular sahtekârlık... Bir cebimden bir cebime soygunculuk, bugün de mi bir şehrin tüm yalnızlığı koynumda uyuyacak, bugün de mi bir zehri başka bir zehir unutturacak, kurusun, dökülsün, ufalansın huyum!.. Sevgim de yoksunluğum gibi; tiksindiğim gibi, bulanık, solgun, daracık havasız bir kuyu, ama ben buyum, parmakla gösterilen bir ucube, yüzüne tükürülen bir soytarı, iyi olmaya çalışmak niye bu kadar aykırı, derimin altında çetrefilli çelişkiler, hep bir kıyım.. Defterlerim bir ameliyat masası, bir cinayet mahalli, şiirlerim bir soykırım, daha ne kadar dibi göreceğim, daha ne kadar büyüyecek bu uçurum?.. Kuduz bir köpek, cüzzamlı biri, ne kadar acizlik kokuyorsa, O kadar çaresiz bir durum, ölümün habercisine O kadar mecburum.
meryem🍂
Gönlümde göç etmeyi unutmuş kuşlar var, bir derya büyüklüğünde, siyah, kabarık, bir hülya azametinde...
Gözlerini gökyüzümden al artık, Lütfen!
Sesini, mevsimlerin esintisinden. Aşk insanı nasıl aşağılık yapıyor öğrenme, bilme, istemem! Kuşların sırtlarından göz süzmelerin âlemi yok, 'Gözlerini' diyorum, yıldızlarımdan uzak tut, karanlığımdan.
Kalamadın değil mi? Sakladığım yerde, tapınağında, Ölü olarak nazarımda, mezarında.
Çekmecede bir mektup duruyor, eğri büğrü yazılarla gözyaşı içeren, biraz aşk, biraz intihar, bolca ıstıraptan vasiyetler var, bin çeşit ibare; hiç olmadığım kadar benden daha fazlası, kendime ihanetten müebbet yatan vaziyetler var, tütünlerin arasında, kalabalık, sürekli bırakılmış, sürekli terk edilmiş, sevgilere uzak, şiirlere yaslanmış, mevsimsiz ayrılık havasında; çekmecede milyarlarca eziyet, mahrumiyet var...
🗣️ Anadolu Üzerinde Yaşayan Sorumsuzluğu Helak Edecek
Cehalete, kabalığa, dayatmaya, görgüsüzlüğe, doyumsuzluğa, seviyesizliğe, sevgisizlik ve saygısızlığa taş olsa dayanamazdı.
Nitekim dayanamadı.
Küresel ve yerli işbirlikçi şirketlere satılan maden ruhsatları sonucu ülke çöle, her maden sahası mezara dönüştü.
Erzincan İliç ilçesinde ki siyanür ile altın arama çalışmaları sonucu doğa isyan etti ve toprakta kayma sorucu siyanür çevreye yayıldı.
Madenciler ekmek kazanma uğruna toprağın ve zehrin içinde can verdiler.
Bu tür vahşi bir işi kabul ederek çalışmanın da bir cezası olduğunu öğrenemeden yaşamları acı son ile bitti.
Bu izni verenler bu çalışmayı tedbirsiz ve öngörüsüz yapanlar doğaya karşı, yaşama ve insana karşı suçlu ve katiller.
Doğa bizim anlayacağımız dilden konuşmaya 6 Şubat depremi ile başladı.
Siyanür ile altın arama havuzunun patlaması ile uyarılarına devam ediyor.
Biz hala suskun ve tepkisiz gönüllü bir hoşgörü bataklığına saplanmış bu sömürgeci vahşilerin belirlediği gündemle sevgililer günü vb saçmalıklar ile zaman harcıyoruz.
Anadolu ve topraklarımız bizim canımız değil mi?
Neden yanmıyor o zaman canımız?
Bu kıyım daha ne kadar sürecek?
Buradan çalınan doğal kaynaklar yarın bize karşı silah olarak kullanılacak.
Ne yapacaksınız o zaman?
〽️ obbing Bank kitabım da diyorum ki;
Hırsızlık; çaresi organize çabalar ile engellenmiş, tedavi edilmesi çok zor ve uzun zaman gerektiren toplumsal bir hastalıktır. Bu hastalığa yakalanan her toplum tamamen yok edilene kadar hakkını yiyenlere taparak satar.
Önder KARAÇAY
✓ Erzincan İliç ilçesinde ki siyanür ile altın arama havuzu patladı. Zaten taş olsa çatlardı bu vahşiliğe karşı.
Geceler çok vakit oldu, küs bana. Kabul tanrısıyım sanki ve ölmez yanımdan sıyrıklar birikiyor hayata. Tanrıyım ya, ölmem, ölemem. Kabul etmem gerekiyor kıyım sokaklarında kendime tarif edemediğim yollardan acıyla geçmek zorunda olduğumu.
Yazmak... en çok bu rahatlatır güya. Herkes herkesiyle çok vakit oldu; mutlu... Kendine sarıl, saçını okşa, yağan yağmurdan korkma. Gözlerin de iştirak ederse sakın sesini çıkarma. Kimse şemsiye olamaz sana.
İç sesim, meydan muhaberesinde sanki bu gece. Ne vakit oldu, sevmiyorum geceleri...
Sızım köylüsüyüm. Mahallenin Kabul telefinde harap olmuş bir soytarı, Tanrılığından istifa eden...
Anlamadınız, değil mi? Zaten hiç anlaşılmadım, hiçbir zaman. Yalnızlık oluverdi, öksüz, yetim satırlarımı kucaklayan...
Sevilmediğim yerden çıktı sorular ve kağıt boş. Tıpkı umutlarım gibi.
Kusura bakma hayat, ışıklar kapalıyken dua eder hadsizliğe vururum işi, gecenin hüzünlü soytarılığı işte! Olmak vardı, mutlu... Tamamlanmak en çok onun varlığıyla.
Hüsran köşesinden hicran köşesine bilet yine. En ön koltuk, yalnızlıkla...
Sıkıntılı bir gecenin ardından peş peşe güzel haberler almanın mutluluğu tarif edilemez birşey☺️ uzaktaki bi can'ın canına can olduğumu hayata döndürdüğümü öğrendim çok mutlu oldum🤗 gece iri kıyım komşumun hayatını kurtardım mutlu oldum☺️ çok zor, çok sıkıntılı ama bi o kadar da komik bi geceydi😂 benden yaşlı insanların bana sürekli fati abi, baba fatih demesinden elimi öpmesinden rahatsız olsam da hoşumada gitmeye başladı☺️ benim de şımarmaya hakkım olsun dimi ama🤗 neyse bugün güzel bir gün olacak yarın da güzel olacak
metro yolculuğu sırasında size eşlik etmesi için sigara ve içki kokan, kırışık kirli bir pardösü ile dolaşan, bir buçuk odalı bir pansiyonda yaşayan, kadınlardan yana vaktini sadece -ve değersiz olmayarak- fahişelerle geçiren bir roman kahramanı seçmek bana göre bir durum. üstelik dedektiflik hikayelerinin bir çeşit hafiflikleri var, cinayetlerden bahsediyorlar fakat bu sırada patlamış mısır yemenize izin verecek derecede hoşgörülüler.
bugün dönüş yolunda bu kitap hakkında buraya not almama neden olan bir paragraf okudum.. bu paragrafta dedektifimiz bernie günther, son bir kaç 10 sayfadır etkilenmiş olduğu brigitte’i (brigitte, brecht oyunlarında oyuncuların makyajlarını yapmaktadır (vay canına), daha evvel görmemiş olduğu bazı mücevherler içinde görüyor.. şöyle diyor:
“brigitte, daha önce gördüğüm altın koleksiyonunu gölgede bırakan bir güney amerika gümüş mücevher takımı takmıştı. keşfetmek istediğim her yerini gösterdiğinden, elbise, bir harita gibiydi.”
işte, bu mücevherler brigitte’in vücudunda öyle yerlere denk geliyorlar ki, bernie bu işaretleri bir haritada hazinelerin nerede olduklarının işaretlenmesine benzetiyor.
kitabı kapatıyorum. bir polisiyeden beklenmedik derecede hınzır ve incelikli bir cinsellik. şöyle düşünüyorum: çok aşık olduğum zamanlar ben de yüz’ün özellikleri hakkında böyle düşünmüştüm: bir topografya haritası. burun, kirpikler, dudaklar.. hepsinin yükseltilerinin işaretlenmiş olduğu bu topografya haritası diyordum e.’ye, senin yüzünün bu bilgisi kartografya okullarında okutuluyor. senin yüzünün haritası dersinde başarılı olamayanlar ise kibarca cezalandırılıyorlar: dönem sonunda kendi arzularıyla köprüden aşağı atlamalarına izin verilerek. ama yüzünün topografya haritasını güney amerika kıtası olarak düşünmek benim işime gelmezdi, zehirli oklarıyla nereden çıkacaklarını bilemediğim yerliler burnunun hemen yanı başında beni mıhlarlardı.
.
metroda dedektiflik hikayeleri okuyorum ama eve geldiğimde daha esaslı şeylerin peşindeyim: odysseus.
tanrısal odysseus..
odysseus’a bitmek bilmez ve çetin yolculuğunda, zeus’un kızı athene yardım ediyor. gök gözlü athene. zor zamanlarında odysseus ona şöyle yalvarıyor: “yanımda dur ve yılmayan bir güç sal yüreğime.” bir dua gibi.
avare ilhamlar’dan sözleri yanına ben ekliyorum: “ellerini yüzümde gezdir, sil alnımdan yorgunluğu. gözlerimin altından, yaşamak korkusunu al.”
.
odysseus’un sonunda (burada spoiler var elbette..) muhteşem bir katharsis var. odysseus, oğlu telemakhos ve tanrıça athene, odyseus’un yokluğunda onun ülkesini ve sarayını talan eden ve karısına talip olan herkesi çok kanlı bir şekilde öldürüyorlar: boyunlara saplanan oklar, karınları deşen kargılar, can çekişmeler... “ve odysseus çamur haline gelmiş kan içinde, bir aslan gibi gözükmektedir”.
bu kıyım sırasında, odysseus’un ayaklarına kapanan leiodes canının bağışlanması için şöyle yalvarıyor: “sen yokken hiç bir kötülük yapmadım, yapmak isteyenleri de durdurmaya çalıştım, ama dinlemediler beni.”
tanrısal odysseus işe şöyle soruyor: peki, kalbinin en derininde ne arzu ettin? odysseus buralara dönemesin, yolda can versin demedin mi? sadece ne yaptığından değil, ne istediğinden de sorumlu tutuyorum seni,
“böyle diyerek kaldırdı birden güçlü eliyle / agelos’un ölürken bıraktığı kılıcı / ve yapıştırdı onu tam boynunun ortasına / bir çığlıkla düştü kafa tozun toprağın içine. “
benim iyiliğimi dilemedin.. ve hatta içten içe yok olmamdı istediğin. o halde sana acımayacağım, diyor tanrısal odyseus, adeta bir tanrı gibi.
.
dedektif bernie günther’in ve odysseus’un finallerini zihnimde birbirlerine bağlayan ise şu bölüm oldu: odysseus ve karısı penelope, 10 yıllar süren özlem sonrası nihayet kavuşuyorlar.. sevişiyorlar ve ağlaşıyorlar.
gök gözlü athene, sabah olduğunda güneş’in ışığını taşıyan şafak onları ağlar halde bulmasın diye okyanusun kıyısından ışık taşıyan atları sakinleştiriyor, zamanı büküyor. (vay canına!)
“böyle dedi, odysseus’un da yaşlar boşandı gözlerinden,
salmıştır üstlerine Poseidon rüzgarları ve dalgaları,
sağlam gemilerini etmiştir denizde parça parça,
kurtulmuştur içlerinden ancak birkaç kişi,
yüzer dururlar kırçıl denizden karaya doğru,
yapışmıştır bedenlerine tuzlu köpükler,
sonunda yıkımdan kurtulup çıkarlar karaya sevinçle,
işte Penelopeia da öyle tatlı bakıyordu kocasına
ve ayıramıyordu onun boynundan ak kollarını.
Gök gözlü Athene başka şeyler düşünmeseydi eğer
gül parmaklı Şafak bile onları ağlar bulacaktı:
Uzattı geceyi, tam sonuna varmışken;
altın tahtlı Şafak’ı tuttu Okeanos’un kıyısında
ve Şafak’ı taşıyıp insanlara ışık getiren Lampos’la Phaethon’u
alıkoydu tez giden atlarını boyunduruğa koşmaktan.”
.
hem dedektiflik romanını hem homeros’u zihnimde kapatıyorum.
hemen eve dönmek istemiyorum, muaf’ta oturuyorum. yan masada yalnız başına bir oğlan var. okuduğum kitaptan mı yoksa yüz hatlarından mı, bilmiyorum, alman olduğunu düşünüyorum. burnunda iyileşmekte olan yaralar var, üstleri kabuk tutmuş. hey! diyorum, ikram edilmiş yeşil zeytinlerimi paylaşırken, nasıl, şöyle azılı bir kavga mıydı? bire karşı üç kişi miydi? kız arkadaşınla sinemadan mı çıkmıştınız? seni fena benzetmişler, burnunun bu hali? çok fena.. ama onlar, onlar kim bilir ne haldeler? istersen bu akşam bir posta daha dayak atmaya- ya da tam tersi- aynı sinema çıkışına beraber gidebiliriz?
danke diyor. ahha! diyorum.. biliyordum... danke, danke ve efharisto poli. sen, ben, günther ve odysseus, onların canlarına okuyacağız.
Yıldızlar, sevdiğim... Yokluğuna parlayıp kalbindeki ışıkları bana kapatıyorlar. Hiçbir şey tam değil artık, ömürlük senden yana eksik olduğumu anladığımdan beri. Hangi mutluluk elleriyle okşar saçlarımı ve hangi yıldız verir seni bana? Başkasını gönlüne kaydırmışken sen...
Yuvasızım. Bacasında dumanın tüttüğü evler, benim için tütüyorlar şimdi. Sokaktayım. Yalınayak ölüyorum yokluğunda, ellerimde ellerinsiz yaşadığım her günün alevleri, gözlerimde ise gözlerini göremediğim her günün sancısı var. Görmüyorum, sensizlikten başka.
Öldüm. Hicranı ateşe veren mutluluk şirketlerinin bir dolu sensizliği benzin döküp beni yakmak zaferlerinde kutladıkları günler kadar...
Mutlu olamam artık, aşktan yana. Kabullendim. Hiç kimsenin hiç kimseliğinde gönlünün kıyım tarifesinden bana cinayetler var...
Gelmezsin. Gitmem, bir başkasına.
Aşk, defterlerin hüzün ceketlerinden yırtılıp da kendini bende imha etti.
Öldüm sevdiğim. Ben sana çok öldüm.
Daha da ölemem. Mekânım kalbinin en sıcak köşesi olmadı; yokluğunun teninde asaleti dünden cayan bir ölüş oldum...
down sendromlu bir kız çocuğu gördüm şimdi twitterda. yüzü gözü parçalanmış üzerine düşen bombadan kan içinde ama yanında aynı durumda olan kardeşini gülerek teskin ediyor. bir yandan tozlu topraklı eliyle yüzünden akan kanı siliyor ve büyük ihtimalle de neler olduğunun farkında değil. gayri ihtiyari ağladım, farkında bile olmadan ağlıyor artık insan. kalbimizin dermanı kalmadı, içimiz kıyım kıyım oldu biz böyle ne yapacağız. izleye izleye ne hale geldik. biz, onlar, dünya, bu olanlar..
savaşta çocuk
dehşet okur
silinir sonsuza kadar
masumiyetle başlamış bütün öyküler
efil efil kokacak
bütün çiçekler solar
savaşta çocuk
sonsuz acıdır
ne bilsin, füzeyi, bombayı, can alıcı icatları
nedensiz dehşet, korkunç acılar
tek gerçek
koruyucu melekler değil hedef olmak
öldükçe çocuklar kanlı sayılar akar
dünyanın çiçekleri hep birden kan kokar
savaşta çocuk
kesilmiş rüzgar
akmayacak ırmak demektir
ince ince plan yapıcılar, korkunç tuzak kurucular
başkasının hayatı ile oyun oynar
cellatlar soğukkanlı görür işlerini
karanlıklar şehre serer çiçekçi leşlerini
savaşta çocuk
bez çuvalda beden demek
çaresiz bir baba taşır, en ağır yüküdür hayatın
mezarlığın kavşağında kesişir ve ayrılır yollar
bağrını delse de ağıtlar
çaresizliğin bulutları uğursuzdur
çiçeklerin en güzel renklerini saklar
savaşta çocuk
kayıp demek
elden giden bir hayat
kardeş, ana, baba, akraba
yola bundan sonra yalnız düşmek
bombalanırken şehirler
odalarda tek tek aranıp infaz edilmek
masumiyet kurşuna dizilirken
bütün çiçekler kirli postallar ile ezilir
savaşta çocuk
göz göre göre kıyım demektir
çünkü canavarların azgınlığı masallarda değil
tutulmayınca masumiyetten eller
katliama uğrarmış çiçekler
Bir tevatür değil, hakikat kılınmış olagelen yalanlarla birlikte hayatın biricikliği ayaklar altına alınıyor. Hepsi hepsi belirli, sınırları bariz bir ömrün var edilebildiği bir gıdım saha, yer, toprak parçasında olmakta olanın cerahati bu hayat kurgusunu tümden, aralıksız bir halde yıkımla dönüştürülmesini imliyor. Bir tevatür değil doğrudan akla / fikre / bedene yönelik politik bir cerahat istemi ve imaliyle yaşama eylemi eksik kılınıyor. Duraksamak nedir bilmeden biçimlendirilmiş olagelen hamleler bütünüyle yaraları hep yepyeni olan yaraları var ediyor. Binbir badirenin ortasında yaşama tutunmaya çalışanların gözlerinin önünde küfelere yepyeni yükler ekleniyor. Tükenmek nedir bilmeyen bir sınama halinin içinde modern zamanların, yenilikçi nam despotik devletleri hayatı hiç kılmaya ant içiyor. Her gün her anlamda bir hayat memat meseline dönüştürülüyor. Bir yazgı bariz bir karar ya da ihtimalmiş gibi bu coğrafyanın her gününde belirgin bir karanlıkla baş başa terk-i diyar ediliyor insanlık. Dünyanın gümbürtüsü içinde geçen yazımızda belirttiğimiz gibi bir karanlık tahakküm evreninde hayat o kapkara halin esiri kılınıyor. Cürümlerle birlikte, bütünleşik yönetimler sayesinde hayatın mahvı eksiksiz kılınıyor.
Bir biçimde yalanların hakikat kılınmasının yolu her gün o mahvı süreğen kılıyor. Burası gibi boyunduruk altına alınmış, her günün ama az ama çok zorluklarla / engellemeler ve bitimsiz bir çıkış / yaptırım haline rehin edildiği yerlerde olagelen tehditlerin gerçekliği, bir biçimde o mahvetme halini de sürekli günceller. İletişim işleri başkanlığı nam yapının bildirdiği / yönergeler doğrultusunda sunulagelen cerahatli akıllar / ön alma hallerinin hep kıyısında yaşamın derdest edilmesi söz konusu edilendir. Yaralayıcı, eksilen, cerahatin tam da ortasında kendi kendine terk olunan insanlık mefhumunun nasıl bilinçle / daimi bir tahakküm nesnelliği ile var edildiği artık afişe olandır. Yalanlar doğru diye bildirilirken ol yalanların hakikat kılınması çabası eksiksiz konulurken, yeniden ve yeniden türetilen kin, nefret ve ayrımcılıkla dışarıya akıl verilirken içteki yaralar çoğaltılır. Tümüyle dünyanın en doğrucu ülkesi savı var edilirken eylenen her hamle, ortaya serilen her çabala bir şekil, bir düzlemde olan bitenin mahva sevkinin de nasıl işlevselleştirildiğini göstere gelir. Hiç ama hiçbir insani mefhumun peşinden koşulmayan, her şeyin aralıksız bir girdap halinde, gümbürtü içerisinde zehir zemberek hallerle boğuntuya konulduğu bir zeminde onca nutuk, o kadar laf, bir dolu fikriyatın boşa heder edilmesi, karşılığının dipsiz bir karanlık kılınmasıdır mesele. Yeni yüzyılında bildik ezberleriyle yol arayan bir menzildeki cürüm bütünleşik hallerin yekununda çıkagelen tablodur mesele.
Sınırın dışında Ukrayna’ya doğrudan saldıran Rusya’nın var ettiği savaşın yirmici ayının geride kaldığı şu günlerde o yıkıcılık hallerine arka kapıdan el açan, bir yana gülücükleri, diğer yana bombaları, insansız hava araçlarını, istihbarat çalışmalarını var eden bir yerden ülkeden meselimiz ortaya çıkabilir. İkili oynamaların paralelinde, kentlerin talan edilmesi sınırlarının hiç edilmesi ve aralıksız zulme bir yandan var ettikleriyle arka çıkan -Türkiye- meselin özünü bildirir. Yalanın, riya ile birlikte işlevselleştirildiği, ticari anlaşmaların ardı kovalanırken, cerahatin bir biçimde yeniden biçimlendirildiği bir kırıma taraf olmasının ne kadar hazin bir sureti / eylemi var ettiği televizyonlarda arada sırada görülen kıyım hali ve bitimsiz bombardımanlardan belirgindir. Bu suçun bir başkasını, Azerbaycan sınırları içerisinde kalakalan geçersiz konulduğu zikredilen Artsakh’ın 2020 yılından bu yana süren istimlak / yok edilmesi sürecinde de görürüz. Yalanların Azerbaycan ile birlikte var edildiği, önce onlar başlattı, otuz bir yıllık intikam, rövanşımız çok ağır olacak diyerekten kurumsallaştırılan bir kin ile önce yıllar sonra bir savaş var edilir. 6000 Ermeni, 4000’in biraz daha üstünde Azeri’nin can verdiği bir kırım hali var edilirken, yerli ve milli medya insansız hava araçlarının isabetinden, baş amirin damadı olagelen bir temsili değil sahiden insanlık suçlusu bir zatın firmasının güzellemelerine yer verilir. Bunların bunca yalanların kıyısında, dokuz ayı aşkın insani ihtiyaçların yok sayılması / esirgenmesi neticesinde daha geçen ay yüz yirmi bine yakın insanın bir günde topraklarından / yurtlarından edilmesinin utancı hangi yana düşecektir ki sahiden? Riya ile yalanların birlikteliğinde cürümler ardılı sıra güncellenirken kim / neyin / ne şekilde hesabını verecektir ki sahiden?
Burnumuzun ucunda devam eden İsrail – Hamas / Filistin meselesinin var ettiği bir başka boyutunu meramımıza Evrensel Gazetesinden iliştirelim: “İsrail'de Hamas tarafından esir alınan İsraillilerin kurtarılması için Savunma Bakanlığı önünde gösteri düzenlendi.
Yediot Ahronot gazetesinin haberine göre, Tel Aviv’deki Savunma Bakanlığı önünde yaklaşık 200 İsrailli toplandı. Netanyahu hükümetini protesto eden grup, esir alınan İsraillilerin serbest bırakılmasını isteyerek ateşkes talep etti. Eylemde Netanyahu’nun istifası talebi de dile getirildi.
Hamas’ın 7 Ekim saldırısında 300’ü asker yaklaşık 1500 İsraillinin öldürüldüğü açıklanırken, Gazze’ye götürülen 200 kadar da rehine olduğu duyurulmuştu. Bunların bir kısmı askeri bir kısmı sivil rehineler.
İsrail Ordu Sözcüsü Daniel Hagari, son açıklamasında rehin alınanların sayısının 212 olduğunu bildirdi. Hamas ise dün ABD ve İsrail çifte vatandaşı olan anne-kız iki rehineyi serbest bıraktı.
Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin el Kassam Tugaylarının sözcüsü Ebu Ubeyde iki rehineyi daha serbest bırakma niyetlerini arabulucu Katar’a bildirdiklerini ama İsrail’in bu kişileri almayı reddettiğini iddia etti.
Ebu Ubeyde, “Katarlı kardeşlerimize, Nourit Yitshaq ve Yokhefed Lifshitz’i de insani gerekçelerle ve karşılığında hiçbir şey beklemeksizin serbest bırakacağımızın bilgisini verdik. Fakat İsrail işgal hükümeti onları almayı reddetti” ifadelerini kullandı. İsrail ise iddiayı kabul etmiyor.”
Bir tevatür değil doğrudan yalanların hakikat kılındığı zeminde, bir tufan kopmaya, cerahat eliyle hayatlar yağmalanmaya devam olunuyor. Netanyahu’nun kumaşının, ol Hamas’ın silahlı kanadından pek de farklı olmadığının açığa düştüğü bir zeminde cürüm üstüne cürüm, ölüm üstüne ölümler var ediliyor. Sadece 22 Ekim-23 Ekim arasında bütün bir gece boyunca üç yüz kadar hedefe bombaların yağdırıldığı, dört yüze yakın insanın canının hiç edildiği bir kırım var edilir. Tek bir günde birkaç yüz insanın hayatlarının aleni bir biçimde çalınmasının dert olunmadığı bir zeminde kurulan her yalandan mülhem cümleyle bir başka cehennem imgesi yenilenir. Bir tevatür değil doğrudan akla / fikre / bedene yönelik politik bir cerahat istemi ve imaliyle yaşama eylemi eksik kılınır. Ortadoğu’nun en kestirmeden hakikatin alaşağı edildiği bir cerahat sarmalına rehin edildiği yere dönüştürülmesinin utancı aralıksız üçüncü haftasına ilerlemektedir. Böylesi bir ince hesap kitapla, Gazze’de tüm alanda sıkışa kalan insanların hayatlarının hiç, hemen burunlarının ucundaki Kfar Azza’dan, Siderot’a, Aşkelon’dan Ashdot ve Tel-Aviv’e pek çok başka yerdeki öteki sanılanların da yok addedildiği bir girdap, insan elli bir yıkım / cendere sahası var edilir iyi de hayat nerede var edilebilecektir ki!
Bianet’ten aktaralım: “İsrail ordusunun Gazze Şeridi’ne yönelik saldırıları bugün itibariyla 17. gününde sürerken, Batı ana akım medyasının da İsrail yanlısı yayınları devam ediyor.
İngiltere merkezli Sky News'in haber programına katılan Filistinli gazeteci ve insan hakları savunucusu Yara Eid, kanalın kullandığı manipülatif ve yanıltıcı dile tepki gösterdi.
Yara Eid 'ahlaki sorumluluğu' hatırlattı
Sunucu Gazze'deki durumu anlatırken İsrailli kayıplardan "öldürüldü" (İngilizce "killed") diye bahsederken Filistinli kayıplar için ise "öldü" ("died") kelimesini kullanınca gazeteci Eid, yorum yapmaya başlamadan önce şunları dile getirdi:
"Neler olup bittiği hakkında konuşmaya devam etmeden önce şunu söylemek istiyorum, neler olduğunu ilk anlattığınızda 'İsrail'de bin 400'den fazla kişi öldürüldü, Filistin'de ise 4 binden fazla kişi öldü' dediniz. Bence bu dili kullanmak çok önemli çünkü bir gazeteci olarak olan biteni haberleştirmek gibi ahlaki bir sorumluluğunuz var."
Filistinliler öylece ölmüyor
Sky News dışında BBC gibi Batı ana akım medyasının kullandığı manipülatif dile dikkat çeken Eid, "Filistinliler öylece ölmüyor, öldürülüyorlar. Aslında son 75 yıldır etnik temizliğe, soykırıma maruz kalıyorlar" ifadelerini kullandı.
Londra'da yaşayan Eid, sunucunun yaşananları "İsrail-Hamas savaşı" şeklinde tanımladığını ancak bunun böyle olmadığına dikkat çekerek şunları kaydetti:
"Bunu bu şekilde çerçevelemek çok yanıltıcı çünkü bu sanki iki eşit güç algısı veriyor ancak İsrail işgalci bir güç. İsrail'in aynı zamanda Gazze'de yaşayan tüm sivillerin ve çocukların canını koruma sorumluluğu var. Fakat görüyoruz ki öldürülenlerin bin 700'ü çocuk! Yani bu savaş aslında Hamas'a karşı değil" dedi.
"Olduğu gibi haberleştirin"
"Hatta İsrailli sözcülerin çoğu, bunun açıkça Gazze'deki sivillere karşı bir savaş olduğunu söyledi" diyen Eid sözlerini şöyle sürdürdü:
"Biz Hamas'sız bir dünya hayal etsek; Batı Şeria'yı düşünürsek, Filistinliler öldürülüyor, toprak hırsızlığı var, etnik temizlik var, hapsetme var. 170'i çocuk 5 bin 200'den fazla Filistinli, şu an İsrail hapishanelerinde bulunuyor. Bu sadece 7 Ekim'de olanları sulandırmak değil, bu 75 yıllık bir işgal, Filistinlilerin etnik temizliği ve soykırım. Ve bir gazeteci olarak neler olup bittiğini haberleştirmeniz ve olduğu gibi söylemeniz gerekiyor."
Manipülasyonda ısrar
Eid'in tepkisi ve konuşmasını gözardı eden sunucu manipülatif söylemine devam ederek bu kez de Eid'e "Hamas İsrail'e saldırı başlattığında bir Filistinli olarak bundan sonra ne olmasını bekliyordunuz?" diye sordu.
Sunucunun yanıltıcı dilini tekrar etmesine şaşıran Eid, sözlerini "tekrarladığı için özür" şunları söyledi: "Bu yanıltıcı çünkü 7 Ekim'deki saldırıyla ilgili olup bitenleri sulandıramazsınız. Hadi 2014 hakkında konuşalım, hadi 2021 hakkında konuşalım. Tüm saldırılar hakkında konuşalım. Gazze hakkında konuşalım."
Bir tevatür değil, hakikat kılınmış olagelen yalanlarla birlikte hayatın biricikliği ayaklar altına alınıyor. İsrail devletinin aradığı fırsatı var eden El Kassam Tugayları / Hamas vs. isimlendirmelerin ardından çıkagelen yegane şey yalanlarla birlikte bir yıkımın sahiciliği olur. Baş efendinin gün aşırı, propaganda faaliyeti olarak Hamas güzellediği bir zeminde cürmün, yıkımlara, nihai anlamda daracık bir menzilde sıkış tepiş hayata tutunan Filistin’in Müslüman, Arap, Ezidi kimliklerinden mülhem yapısının köküne kibrit suyunu dökmek için var edildiği de bir kenarda işlenmeye devam olunandır. Bir tevatür hali değil artık kesintisiz bir güç savaşları içerisinde sıradan hayatların izlerinin ezildiği, yaşamsal ol haklarının talan edildiği bir zamanı arşınlıyoruz. Dün Ukrayna, dün Tigray, dün Artsakh, dün Yemen, dün Rojava ve dün pek çok başka yerde, zeminde var edilmiş olanın her nasıl yeniden imal olunabildiğini İsrail’de, Filistin’de ve onun bir parçası Gazze Şeridi sınırlarında görüyoruz. Bildiğimiz tüm anlamlarıyla barışma mefhumuna sahip, sahi ama sahiden de sahip çıkamayacaksak birlikte, bütün o zorbaların, zorbalıklarında hiç edilmek istenen hayatlarımızla kurbanlık sıramızı bekleyeceğiz. Düşünür müydünüz...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2023
Görsel: Photo Courtesy::: Amir COHEN – Reuters via The Jerusalem Post
Dünyanın hiçbir yerinde, insan serüveni bu denli temsil eden bir toprak bulunamaz: savaş toprağı, istila toprağı, karşılaşma toprağı ve bazen hatta kıyım toprağı… Ama aynı zamanda da birlikte yaşama, sentez ve ahenkli anlaşma toprağı. Fakat özellikle bu diyalektik yazgının ötesinde İyonyalı filozofların çağından beri, Diojenden Selçuk çağı ozanı Mevlana’dan geçerek, Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’e kadar, yaşamlarını kendi düşüncelerinin somut örneği haline getirmeye çalışmış insanların toprağı. Sert bir topraktır Anadolu: ne iki yüzlülüğü ne değişkenliği kabul eder. Bizans olsun, Osmanlı olsun, ana hoşgörüsünün temel ilkelerine ihanet etmeye cüret eden bir siyasi örgütü cezalandırır.