Tumgik
#hiç var olmamış bir hikaye
hayatveolumarzusu · 3 months
Text
"Cesetleri bulutlara sakladım." Demişti ve gözlerini kaçırıyordu, tıpkı bir suçlu gibiydi. "Gökyüzü kanla kaplansın istedim."
7 notes · View notes
keemlenyekun · 24 days
Text
Topal ahmetin torunuyum
Rahmetli dedem çok gönlü açık adammış. Hayatın çeşitli zorluklarından geçmiş ama hayata daima tutunmayı bilmiş çok iyi bir müslümanmış. Ben 6 yaşımda iken vefat ettiği için ne kadar hatırlayabilirim ki? Fakat eski toplumdan kalma bir mahallede büyümenin faydaları: menkıbeler.
Biz ramazanda çatı katımızda mahalleye teravih namazı kıldırırdık. Dedemin başlattığı bir hareket diyelim. İşte benim çocukluğum bu kış ramazanlarının teravihlerinde geçti. Teravih sonrası çay merasiminde edilen yaşlı sohbeti. Tek çocuk bendim üstelik. Dedemi mahalleli sevdiği için anıları anlatıyorlardı. İsimler yok. Sadece Doktor amca, bankacı salih, kavaklı mehmet amca, laz mustafa, hacı ali amca, amasyalılar, nuri aga, trenci, gardiyan... Böyle bir mahallede büyüdüm.
Dedem rahmetli topal kalınca çocukları büyütmek için her işi yapmış. Ayakkabı boyacılığı dahil, tuvalet bekçiliği, suculuk, marangozluk. Buna dair anılar anlatılırdı. (unutuldu çoğu)
Ayakkabı boyacılığı yaptığı 60lı yıllarda babam henüz çocukken adamcağız boya teknesini taşıyamamış. Sakat ayağı, elinde değnek. Yanında babam. Samsun meydanda eskiden otobüs terminali varmış. Orada bir ağacın altına oturuvermiş bir otobüs şirketi yazıhanesinin önüne. Babam ağlar bunu anlatırken. Babam der çok terlemiş boya teknesini taşıyamaz olmuş zor yürüyor zaten. Gölgeye oturduk. O arada yazıhaneden birisi çıkıp gelmiş (şirket adı anmayayım şimdi) dükkanın önü diye kovmuş dedemle babamı. Tekneyi tekmelemiş. Dedemin çok zoruna gitmiş. Kovulması ayrı dert, ama topal olmanın verdiği zorluk, bunalmışlık, çocukların açlığı. Babam böyle der. Rahmetli çok bunalmıştı beddua etti adama sen de benim gibi çaresiz kalasın diye.
Evet burası kalp gözü, sırlar kapısı. Puahahahah.
Dedem kabiliyetli bir adam. Kendi takma ayağını kendisi yaparmış. Korsan gibi tahtadan ayak. Samsunda da ünlenmiş. İşte topal ahmet var ayak yapar diye. Yıllar sonra bu dedemi kovan adam ayak yaptırmaya gelmiş bizim eve. Adam dedemi tanımış. Hikaye bu kadar. Dedem ayak yapmıştır tabi.
Şimdi gelelim benim torunluk makamına. Sevgili defterciğim sana defaatle yazmıştım bu lanet sürecin en acı yanının 2016 yılı öncesinde yer alan 27 yıllık hayatımın çöp olması arkadaşlarımın aslında hiç olmamış olmaları, kimsenin bir nasılsın demeyişi. En incindiğim şey sanırım bu durumdu. Şimdi değil. Çünkü alışıyor insan malum.
İşte böyle bir lise arkadaşım vardı. Üniversitede hocaydı. Baroda karşılaşınca görmezden geldi beni hatta doğrudan bir ortamda aynı sanayağı yediğim adam benimle tanıştı yeniden. Eşi de hoca ve ylde bir derste hocamdı. Hatta yl tezi için belirlediğim kamu görevlilerinin disiplin yargılamasında 8. Madde ihlalleri konusunu da birlikte seçtiğim tez danışmanım. (Teze ayıracak vakit olmadığı için havada kaldı tabi) şimdi bu arkadaşım da 8 senenin üzerine ihraç olmuş, tbb de ruhsatını vermemiş. Hocam da demiş ki işte serco bey var, idari yargıçtı bu işe de ayrıca meraklı onunla görüş. Ama zaten adam benim lisede birlikte yatılı okulda kalıp birlikte ders çalıştığım aynı döşekte sabahladığım adam. Utana sıkıla aradı tabi özürler dilendi. Ben de utandım olur böyle şeyler dedim. Korkmak sonuçta fıtratımızda var. Ofisinde işini aldım. Ücret de talep etmedim. Çünkü ben de böyle salak bir avukatım. Acıyorum. Ücret isteyemiyorum. O sebeple de aç geziyorum.
Üzüldüm açıkçası. Çünkü liseden mezun olalı 17 sene olmuş. Hayatımın en güzel 4 yılı diyebilirim. 17 yıl nasıl olmuş yahu? 17 koca yıl. 2007. Şaşkınlığımı anlatamam. Liseden yakın arkadaşım ankarada avukat. Ankara hukuktan da dönemdaşım. Adamla 2003 yılından beri tanışıyorum. 21 yıl. Defterciğim çok yaşlandım ben. Çok.
Bayramda yazamadım. Kafam öyle dolu ki. Malum astrolojik olarak tutulmalar dolunaylar derken belimizi doğrultamadık.
Ofisimi kiracıyı çıkartırsak açıyorum. Kesinleşti. Kendi başıma çalışabileceğim bir yer. Oğlanın babi diye ağlamadığı bir ortam. Allahım annelerimiz nasıl dayanmışlar. Bir tanede zorlanıyoruz. Sinir krizi geçirdim geçen misal. Şaka değil. Cidden ergenliğimden beri geçirmemiştim. Ama geçirdim. Erkeklere yüklenmeyelim sevgili defter. Bak tamam kadınlarımız da zarif narin yapıdalardır illa ki. Ama her boktan da erkek sorumlu olmamalı. Afedersin ağzımı bozuyorum. Cem yılmazın hastalığa tutuldum. Adam askerde gösteri yaparken aynı zamanda er olmanın kırıcılığını yaşayınca psikolojisi bozulmuş ya. Benimki de o hesap. Çocuğun kakasını alıp, aynı zamanda soru soran müvekkile hapis cezası bilgisi veriyorum. Tam o sırada ev süpürüp tül yıkıyorum. Yetmiyor yemek yaparken aym dilekçesini düşünüyorum. Haliyle balataları yaktık. Bir ufak sinir krizi geçirdik. Kapı cam kırmadık ama duvar kırmış olabiliriz. Samsunluyum gadaşım ben zaten doğal bir sinirim var şehirden kaynaklı.
Öyle işte. Aym dilekçesi bitmedi. Kafam yine duman. Bu yazıyı beşik sallarken yazdım misal. Kafamı toplamam lazım.
Arada maç seyredip futbolla uyuşturuyorum kendimi. Ama artık onlar da yetmiyor rahatlamam lazım. Trafikte falan bir kavgaya karışıp rahatlamam lazım diye düşünüyorum bazen. Ya da statta trabzon maçı var bu hafta boğazımı patlatana kadar bağırmak da iyi gelebilir.
Toparlanacaz inşallah.
Güncellendik.
Bi rahatladım he. İyi geldi.
Vesselam.
5 notes · View notes
leylands · 2 years
Text
"Şarkılar vardı, şiirler, o filmde ki o kız, hiç mutlu olmamış hikaye kadınları. Hepsinde ise sadece sen vardın aylarca. Karanlığıma rengarenk giren o kadın vardı. Ben böyle süslü laflar etmeyi bilmezdim ama ne diyordu şair; bu derde düşmeden önce mi? Aklım ve kalbim arasında kaldığım bir yerdeydim sen ne kadar güzel güldüğümü söylerken. Ama anladım ki meğer aklımda, kalbimde aynı şeyi anlatmış bana. Sadece ben anlamamışım. Şarkılar seni söyleyince anladım. Bazen; yanından geçerken, seni uzaktan gördüğümde "Ulan!" diyorum içimden. Eskisi gibi bir adımda yanına gelmek, ellerinden öpmek, seninle beraber gülmek istiyorum. Ama ben şimdi bir adım atsam bi dünya var önümde. Bi nefes yakınında bi dünya uzağındayım. İşin en kötü tarafı da o dünyayı ben koydum aramıza. Ben sana bir adım gelsem sen benden beş adım kaçarsın sadece. Şimdi benden çok uzaktasın. Ucundan ucu üç dakika olan bu kentte cok uzaksın bana. Kokun var yine şarabına karışan. Ve sen yer altinda ki harikalar diyarındasın biliyorum. Keske diyorum yolunu öğrenseydim vakti zamanında. Kapında yatar kalkar affettiridim kendimi diyorum. Ama iş böyle olunca. Keşkeler fayda olmayınca oturdum düşündüm ne yapsam diye. Sana verdiğim sözleri düşündüm. Sana verdiğim ve hiç tutamadığım. Bir kahve, bir kahvaltı ve... artık tek başımayım dediğinde hayır ben varım demiş olduğum o söz. Tek bi laf. belki senin için ne kadar büyük olduğunu o zamanlar anlayamayacağım. Sonra bu geldi aklıma. Bundan sonra vereceğim sözlere ne kadar inanırsın, bana ne kadar güvenirsin bilmiyorum. Bu yüzden de buraya tüm evreni şahit yazıyorum. Sana son bir söz vereceğim. Ve bunu tutacağıma dair; Ay'ı, Güneş'i, günü, geceyi, denizleri, okyanusları, ağaçları ve kuşları bi de mavi kelebekleri şahit yazıyorum buraya. Olur da bi gun tutmayacak olursam beni intiharın eşiğine getirsinler diye yazıyorum. Eğer bana bir kez daha güvenir ve bir adım atarsan bana doğru; Sana o sözü gözlerinin içine bakarak vermek için, gözlerimizin ilk buluştuğu yerde seni bekliyor olacağım. Eğer gelirsen yıldızların altında görüşürüz güzel kadın."
4 notes · View notes
korelist · 7 months
Text
Tumblr media
BACKSTREET ROOKIE // KDRAMA DİZİ YORUMU
UYARI : Yazılar genel olarak spoiler içerebilir. İçermeyedebilir.
İmdb: 7,5 Benim Puanım: 7
Drama: Backstreet Rookie (English title) / Convenience Store Saet-Byeol (literal title)
Hangul: 편의점 샛별이
Director: Lee Myung-Woo
Writer: Hwalhwasan (webcomic), Geumsagong (webcomic), Son Geun-Joo
Date: 2020
Language: Korean
Country: South Korea
Cast: Ji Chang-Wook, Kim You-Jung, Han Sun-Hwa, Ahn Sol-Bin, Kim Min-Kyu, Eum Moon-Suk, Kim Sun-Young
İmdb: 7,5
Benim Puanım: 7
2020 SBS Drama Awards - December 31, 2020
Excellent Actress (Kim You-Jung)
Bende birçok izleyici gibi Ji Chang-Wook’un bir an önce ajans değiştirmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Kendisi bu konu ile ilgili her ne kadar “hayranların istedikleri rollerdense beni tatmin eden işler içerisinde olmayı tercih ediyorum.” dese de işlerin reytingleri ortada. Backstreet Rookie de konusu, çekimleri ve hikayesi ile zayıf kalan bir diziydi. Komedi ve abartı unsurlarına ağırlık vermiş olsa bile yeterli olmamış diye düşünüyorum. Aşk hikayesi demeye ise asla dilim varmıyor. Yine bir Webtoon hikayesinin ekmeğini yemişiler.
Dizinin orijinal ismi olan “Pyeonuijeom Saetbyeoli”’in marketin Saet-Byul’ü gibi bir anlamı var. Jung Saet-Byul(Kim You-Jung) liseye giderken ilk görüşte Choi Dae-Hyun (Ji Chang-Wook) ‘a aşık oluyor. Okul dışında yanlarından geçen bu aşık olduğu adamın dudaklarına yapışıveriyor. Sahneyi de oldukça abartılı çekmişler. Kızımız uçarak adamın üzerine atlıyor falan, neyse. Dizi Kore’de bölümlük yayınlanırken bu sahne üzerine hoop yine başlıyor spekülasyonlar.  Kim You-Jung 1999 doğumlu gencecik bir çıtır olduğundan “Love in the Moonlight” dizisinde Park Bo-Gum ile çektikleri öpüşme sahnesinde 17 yaşındaydı. Bu o zaman hem dizi yapım ekibinin hem de partnerinin topa tutulmasına neden olmuştu. Bu dizide de lise kıyafetleri ile kendinden çok büyük bir erkek ile öpüştüğü için topa tutuluyor. Burada ufak bir Goblin dizisini hatırlatmalıyım. Kore’nin kült yapımlarından biri olan Goblin’de liseli bir kızın devasa yaş farkı olan bir adamla aşkı anlatılıyordu. Ki oyuncular arasındaki yaş farkı da bir o kadar vardı. Sanırım niyet önemli. Ve kesinlikle kalite olarak karşılaştırılamayacağını biliyorum, yalnızca yüzeysel benzerlik nedeni ile araya girdim. Bu konuyu bir kenara bırakırsak yeni nesil oyuncular arasında Kim You-Jung’u çok başarılı buluyorum. Dizilerle hatta dönem dizileri ile büyümüş bir oyuncu olarak birçok oyuncuya taş çıkarttığında görebilirsiniz.
Çok fazla konuyu dağıtmadan geri döneyim, Saet-Byul bu sansasyonel sahne sonrasında hayatı yokuş aşağı giden bir kızı canlandırıyor. Babasını erken yaşta kaybediyor ve kardeşine bakmak için okulu bırakıyor. Yıllar sonra Dae-Hyun’un çalıştığı markette iş başvurusunda buluyor. Choi Dae-Hyun (Ji Chang-Wook) ise kendisini tamamen işine adamış 30larında market yöneticisidir. Ailesiyle birlikte büyük bir market markasının franchise’ını işletmektedir. Hayatta çok amacı olmayan, tek istediği marketin iyi satışlar yapması müşterilerin mutlu olmasıdır. Dizinin ağır eleştiriler almasının bir diğer nedeni de Choi Dae-Hyun’un yakın arkadaşı olan Han Dal-Sik (Eum Moon-Suk) karakteridir. Bob Marley hayranı olduğu için onun gibi giyinen karakter, dramanın ırkçılıkla suçlanmasına neden olmuş.
Bu kadar tepkiye etki olarak dizideki bütün romantik yakınlaşmaları çıkartmışlar. Hikaye olarak da bakıldığında romantik bir durum olmayınca anlatmaya çalışılan aşk da izleyiciye hiç geçmiyor. Kaldı ki kızımız aşık olduğu adamın yanında işe başlıyor beyimiz kendisinden oldukça büyük ve uzun süredir de bir kız arkadaşı var. Yoo Yeon-Joo (Han Sun-Hwa) çok zengin bir ailenin kızı, Dae-Hyun’un bundan haberi olmamasını geçtim çift olarak asla uyumlu değillerdi. Oyuncu yada oyunculuk olarak söylemiyorum. Yanlış anlaşılmasın, senaryo gereği karakterler birbirine uygun değillerdi. Dizinin bu kısmında hangisinin birinci hangisinin ikinci kız olduğu birbirine karıştı.  Son bölümlere kadar ikisinin de ön planda olması çok tatsızdı. Dae-Hyun dizinin başından sonuna kadar Saet-Byul’a kız kardeşi gibi davrandı. Hiç iki kadın idare etme gibi bir mevzuya girilmedi. Hal böyle olunca da evin küçük kızından büyük aşık moduna geçemedi.
Finalde havada kalan ya da koca sezon boşa izletilen şeylerde vardı. Yoo Yeon-Joo’nun şirketteki kötü adam figürü gereksiz bir iki yükseldi, sonra bir anda bitti. Niye geldi niye gitti belli olmadı. Saet-Byul’un okuldan arkadaşı Kang Ji-Wook (Kim Min-Kyu) da diziye çok yüksekten giriş yapanlardandı. Karizmatik, zengin, yetenekli, kibar… herşeyi toplamış ona vermişler. Sonra sessiz sedasız azalarak yok oldu. Son olarak da Saet-Byul’un kız arkadaş grubu! 3 kişilik bu grup dizinin daha ortalarına gelmeden bir anda 2 kişi kaldı. Kızlardan birini bir anda senaryodan çıkardılar. Hiç anlam veremedim.
Toparlayıp bitirmem gerekirse; diziyi keyifle izledim. Bu kadar gömdükten sonra ne kadar inandırıcı olacak emin değilim ama sıkılmadım. Ortalama, çerezlik bir diziydi. Benim açımdan Ji Chang-Wook’a bakış açımı biraz değiştirdi. Oyuncuyla “The sound of Magic” ile tanıştığımda çok beğenmiştim. Sonra izlediğim dizileri ve takip ettiğim showlarda hatta vlog videolarında bir şey fark ettim. Oyuncu hep aynı. Şaşırması, korkması, birini dinlerken ki mimikleri… Bu beni bir miktar, çok az bir miktar soğutmadı değil. Şimdi 2023 dizisi “The Worst Evil” duyurulmuş. Çok içten umuyorum ki bu sefer şeytanın bacağını kıracak, hadi bakalım.
OST:
April - Crazy
Raven Melus
BAŞKA NELER VAR ?
FOTOĞRAFLAR
0 notes
teknobist · 1 year
Link
0 notes
sessizlikguncesi · 2 years
Text
Güzel olan her şeyi ellerimizle mahvetmek bizim en büyük ayıbımız olmalı.
"Sizi bilmem ama ben sonbaharın görünüşünden çok hoşlanırım. Sararmaya yüz tutmuş çiçek gövdelerini ve turuncu yaprakları toplamaya bayılırım.
Bugün kendime bir buket hazırlamak için vaktimin olduğu kısa bir anda (ki vaktim nadiren olur) ot çöp toplamaya çıktım. Evimin çok yakınında bir dere var. Dere kenarına inme kararı aldım. Dereye giderken yolun sol tarafında bir mezarlık kalıyor. Şöyle göz ucuyla bir baktım da, orada da hoşuma gidecek birsürü şey varmış. Önce mezarlığa uğrayayım dedim. Birkaç şey kopardım. Adını soyadını hiç duymadığım insanların mezarlarının yanından geçtim. Elbette üstlerine basmadım. Günahmış, bana böyle öğrettiler.
Bir şeylerle uğraşırken düşünmeden duramam. Çok düşündüm. Hiç tanımadığım o insanların hayat hikayelerini okudum. Ramazan oğlu Hamit ve Hamit eşi Feride, yan yanalardı. Bundan yılllaaar yıllar önce dünyada eşi benzeri görülmemiş bir aşkla Hamit Feride'ye tutulmuş. Hikaye bu ya Feride de Hamit'e boş değilmiş hani. Hiçbir şey bizim o kitaplarda okuduğumuz gibi olmamış. Hamit dağlar aşmamış, canavarlarla savaşmamış. Askere gitmiş gelmiş, gelir gelmez evlenmişler. Çocukları olmamış. Birbirlerine koca ömür boyu yetmişler, aşkları hep taze kalmış. Huzurla kapatmışlar gözlerini. Yusuf kızı Betül, henüz bebekmiş. Sadece 4 ay hayatta kalabilmiş. Minik bir bebekken de kapatmış gözlerini dünyaya. Uzun yaşamamış. Yaşasa da bi şey olmazmış. Hayatın tatlı kapılarını asla aralayamayacak, istemediği bir dünya içinde günü dolana kadar sıkışıp kalacakmış. Ailesi arkasından çok ağlamış ama bakmayın siz onlara Betül bu durumdan pek memnunmuş. Kimse bilmez, ben bilirim.
Ölüm garip bir olgu. Sık sık aklıma gelir. Aslına bakarsanız hayattan midem bulansa da inceden bi' korkarım ölmekten. Derken o an ne yaptığımı fark ettim. Zamanları dolmak üzere olan bitkileri birer birer kopartıyordum. Ama çok güzellerdi. Ama öldürüyordum. Ama gerçekten çok güzellerdi.
Güzel olan her şeyi ellerimizle mahvetmek bizim en büyük ayıbımız olmalı. Buketi derlemekten vaz geçtim. Dere kenarına indim. Biraz su sesi dinleyip işe gittim. Çantamda tamamlanmamış bir buket, listemde yapılmayı bekleyen görevler, arama geçmişimde akıl sağlığı yerinde olmayan bir insanın yapacağı araştırmalar ve toplamak zorunda olduğum bir odam var. Sanırım gitmeliyim. Sağlam ama zararsız adımlarla... Güzel olan şeyleri mahvetmeden, usul usul gitmeliyim. Yetsin bu kadar yıktığım. Bir şeyler yapmıyorsam da zarar vermeyi kesmeliyim." dedi bitmek üzere olan sigarasını söndürürken.
23 notes · View notes
vashak · 3 years
Note
ash'in ölümü hakkında ne düşünüyorsun? ben öldüğünü asla kabul edemiyorum, daha doğrusu etmek istemiyorum. serinin kendisi her ne kadar muhteşem olsa da, sonu bence olmamış. ash hayatta kalmayı hak ediyordu. böyle mutsuz bir sona hiç de gerek yoktu bana kalırsa...
Ash’in ölümü herkes gibi beni de mahvetti. Hikayeyi okurken “Acaba sonunda ölür mü ki?” diye düşündüğümü hayal meyal hatırlıyorum. Çünkü hep çok kötü şeyler oluyordu. Ama asla Ash’in o şekilde ölmesini beklemiyordum. Zaten herhalde Ash’in o şekilde ölmesine şaşırmayan tek kişi Ash’in kendisi. Bana öyle geliyor ki Ash tam olarak bu şekilde öleceğini düşünüyordu: çete çatışmaları yüzünden ve bir başka sokak serserisinin elinde. 
Ve Ash’in bununla bir sıkıntısı yoktu. Hatta böyle ölmeyi hak ettiğini düşünüyordu. Hatırladığım kadarıyla bu konuda ash-in-the-rye ile uzun uzadıya konuşmuştuk ve ben resmen bir aydınlanma yaşamıştım. Ash, Arthur’la teke tek dövüşe de ölmeyi bekleyerek gitti. Çünkü onun dünyası bunu gerektiriyordu.
Ash’in bu şekilde ölmeyi kabullenmesi bize dolaylı olarak Ash’in ne kadar empati yeteneği yüksek biri olduğunu da gösteriyor. Abarttım mı? Yok, ciddiyim. Ash, sokaklardaki diğer çocukları kendi gibi bir şekilde oraya düşmüş çocuklar olarak görüyor. Her birinin başka bir derdi var ve ne yapıyorlarsa bununla başa çıkmak için yapıyorlar diye düşünüyor. Yani onları kendisiyle eşit görüyor. Yani onların Ash’le dövüşmek, Ash’i öldürmeye çalışmak için geçerli sebepleri olduğunu kabul ediyor.
Lao’nun kendine göre çok geçerli bir sebebi yok muydu şimdi? Sing, Ash’le teke tek dövüşürse ölecekti. Lao küçük kardeşini korumak istedi ve kendisi ölmeyi göze alarak Ash’in peşinden gitti. Zaten son nefesinde de Ash’e “Yanlış anlama. Sing’i öldürmene izin veremezdim,” diyor.
Ash’in hazmedemeyeceği ölüm onunla eşit koşullara sahip olmayan birinin elinde ölmek olurdu. Zaten onun için Golzine ve Foxx ile yılmadan ölümüne savaştı. Ben de tecavüzcülerinden birinin elinde ölmediği için memnunum. Düşünsenize en sondaki o kıran kırana dövüşte Foxx’un galip geldiğini? Ya da Ash’in Dino’nun malikanesinde hapis halde yeme bozukluğundan öldüğünü? Bunlar bence mevcut sondan daha da kötü sonlar olurdu.
Ash’in ölümüyle ilgili kendimi avutmak için söylediğim bir başka şey de onun mutlu öldüğü. Ama bu yalan ya da bir kandırmaca değil. Öldüğünde gerçekten mutluydu. Bir kere, Ash ölmeden Eiji’nin mektubunu sonuna kadar okuyabildi. Kendi kendine kalabildiği tek yer olan kütüphaneye kadar gidebildi. Eiji’nin onunla barışmak için kütüphaneye geldiği gün oturduğu koltuğa oturdu (Bu detayı yönetmen Hiroko Utsumi bir röportajda söylemişti). Eiji’nin yazdığı satırlardan gerçekten ruhunun daima onunla olduğunu hissetti. O kadar ki mutluluk gözyaşları döktü ve yüzünde bir gülümsemeyle son nefesini verdi.
Yazmak giderek zorlaşıyordu.
İşin en trajik kısmı Ash’in bıçaklanmadan hemen önce yerinden fırlayıp Eiji’yi son bir kez görmek için koşmaya başlaması. Ben o sahneyi çok sembolik buluyorum ve Ash’in bu hareketine çok anlam yüklüyorum. Ash, Eiji’yi bir daha görmemeye karar vererek aslında içten içe deli gibi özlemini duyduğu bir şeyden (sevilmekten) feragat ettiğini o an kavrıyor ve nihayet buna isyan ediyor. Eğer bunu yapmasaydı dikkati dağılmış olmayacaktı, Lao’nun geldiğini fark edecekti ve o an ölmeyecekti. Ama Eiji’nin sevgisinden feragat etmiş olacaktı. Yani artık bildiğimiz Ash olmayacaktı.
Bence Ash hikayenin sonunda sadece hayatta kalmayı değil, dünyaları hak ediyordu. Yaşasaydı kim bilir neler başarırdı. Bunları görmeyi herkes gibi ben de çok isterdim ama Banana Fish böyle bir hikaye değil maalesef (Onun için fanfiction diye bir şey var). Ash hiç hak etmediği bir yaşam sürdü ve hiç hak etmediği şekilde öldü. İnsan tabii ki de buna isyan ediyor. Ama bence yazar Yoshida Akimi’nin amacı da tam olarak buydu: Bizleri böyle isyan ettirmek, yüreğimizi parçalayıp salya sümük ağlatmak. Ben yazarın böyle bir son yazmakta bundan başka bir amacı olduğunu düşünmüyorum. Herhangi bir mesaj kaygısı olduğunu da düşünmüyorum. Okuduğum kadarıyla bazı hayranlar yazarın Ash’i öldürerek Ash ile aynı özelliklere sahip kişiler (cinsel istismar mağdurları, geyler/biseksüeller, vs.) için ölümün yaşamaya yeğ olduğu mesajını verdiğini düşünüyor. Ben buna kesinlikle katılmıyorum ancak bu konu bir yandan da bana sanatçının topluma karşı sorumluluğu nedir ve ne olmalıdır, diye düşündürtüyor. Ama bence Yoshida Akimi hikayeye trajik bir son yazmak istemiş ve yazmış. Hepsi bu.
Yazmış yazmasına da Ash’in onca ağır yaralanmayı atlattıktan sonra hayati organlarının hepsini ıskalayan bir bıçak yarasından ölmesi ne kadar gerçekçi, tartışılır. Bu yüzden hayranlar Ash’in kurtulabilecekken bilerek kendini ölüme bıraktığını düşünenler ve Ash’in yarası ölümcül olduğu için bedeninin yenik düştüğünü, yani ölmek ya da hayatta kalmak gibi bir seçeceği olmadığını düşünenler şeklinde ikiye ayrılmış durumda. Ben bunu hikayenin diğer abartılı taraflarından biri olarak kabul ediyor ve bu sefer yarasının gerçekten ölümcül olduğuna kendimi inandırıyorum. Dolayısıyla, şahsen ikinci kampa daha yakınım ama herkes hikayeyi istediği gibi yorumlamakta serbest tabii.
Sonuç olarak ben Banana Fish’i sonu böyleyken seviyorum. Sonunun hikayeye gölge düşürdüğünü düşünmüyorum. Ama Banana Fish farklı bitseydi ve Ash yaşasaydı, o zaman da hikayeyi aynı ölçüde severdim.
15 notes · View notes
dreamstohopefor · 3 years
Text
Okuyucuya Mektuplar #21
Sevgili okuyucu,
Hiç görmediğimiz canavarlardan korkarak büyüdük, mandalina kabuklarıyla savuşturduk bazısını, susturduk akşamları ıslık çalanı, güzel gözlü kedinin rengine aldandık, merdivenlerin üstünden atladık. Bileklerimize bağladık umudumuzu, yetmedi gülün dibine gömdük, ağaç dallarına astık, kâğıttan gemiler yapıp sonsuza uğurladık. Bir leylek aldı götürdü, her döndüğünde başka baharı getirdi, bizimki ne zaman diye diye yılları, hikayeleri, insanları, leylekleri eskittik. Zamanı sonsuz yaparız sandık, sevmeyi akıl ettik, beklerken sıkı sıkıya bir başkasına tutunduk, izimizi kaybetmemek için. Bir başkasını severken kaybettik başkasını, yolumuz başkası oldu, dilediğimiz baharı aradık bir ömür boyu, iki sokak, iki hikaye, iki şehir ötesinde…
*** 
Artık herkesin maskeli bir ekonomik krize dönüştüğü bu zamanda yokluğun bir enflasyon canavarı oldu. Yufkacıdan mantıyı incelikten değil, mecburiyetten alıyorum. Olmadığında her şeye ikna oluyorum. Sevdiğin şeyleri iki kişilik yapıyor, “herhalde bugün gelmeyecek” diye kaldırıp atıyorum. Hep karşılaşmak, hep ayrı yönlere gitmek için yürüyorum aynı yolu, pişmanlığımızdan ve hikayemizden emin olmak için. Hatırlayıp, hayıflanıyorum. Şehrin her yanına sinmiş anıları işaretliyorum köşe başlarında ne senin, ne de benim “tamam” diyeceğimiz bir kavuşmanın peşinde akşamı getiriyor, birlikte sustuğumuz şarkılarla sabahı ediyorum…
 ***
“Sen yaşanmış ve bitmiş bir hayalin hikayesine öykünüyorsun. Buraya bahar gelmez, umut edilir. Bu evler, bu hanlar, bu insanlar niye çirkin, niye mutsuz; hiç düşündün mü? Burada her şey bitti, sen hiç burada değildin, hiç gelmedin, hiç yaşamadın, artık kimse de burada olmamalı. Sanki bu şehir bu hikâye için yapılmış gibi derme çatma, her şey bittikten, ben gittikten sonra hiç olmayacak gibi. Sanki sadece beni üzmek içinmiş gibi. Leylekler bile uğramıyor artık buraya. Sanki burası dünyada hiç var olmamış gibi…”
 ***
Seninle hiç olmayacağını bile bile sustum. “Bu da bir şeydir” dedim, hikayeni dinledim, sessizliğinin verdiği huzura tutundum. Yanlış zamanın yanlış hikayelerini ümit ettim. Başkalarına dokundum, seni öptüm her seferinde. Bu uzaklık kısalsın, başka bir öykü umut olsun diye karşıladım her baharı. Evim dünya sandım, aldandım, keşke o bir başkası ben olsaydım…
3 notes · View notes
hayatveolumarzusu · 3 months
Text
"...gökyüzü gülüşünü duyunca alevlendi ve kısılan gözlerinin karşısında tüm kainat saygıyla eğildi..."
"07.53"
7 notes · View notes
kelebekefsanesi · 4 years
Note
Yaa hiç sorma ayıpsin çatır çatır onlarca kişiyle konuştum ohoo jdjxjs yahu bu çokluk ile alakalı değil ki. Tahmin ve insan tanımak ile ilgili. Bizzat ikili konuşmaya girmeye gerek yok. Kim nedir çoğu zaman belli ediyor az çok. Çok kasma yani. Konuşmuş olsam da olmasam da şuanda tek başıma yanlız isem vardır elbet bir sebep vardır bir bildiğim. Vardır bir sorunum. İnsanlardan neden uzağım bu kadar. Neyse işte ya uzun hikaye bunlar. Hadi baybay
Ya sende baybay deyip yazıyorsun, yalnız değilsin bir kere ailen var yahu arkadaş olmamış çok mu
2 notes · View notes
karasaliklim · 3 years
Text
Tumblr media
hikayeler başlıyor, yarım eksik. ortasından okumak ne zor bir şeyleri. bazen ilk sayfalar olmuyor, bir yerlerde kopmuş sanki, belki de hiç olmamış, bilmiyorum. ama yok.
öyle de bitiyorlar, ah. evet öylece. bu garip.
ve ben izliyorum uzaktan, sanki yokmuşum içinde, hiç olmamışım. ya da bir belirmişim de belli belirsiz o kadar. ben ve uzak, izliyoruz beraber şimdi. sahiden hikayenin neresindeyim, ne kadarım diye sorup, sordukça susmak paylıyor en çok beni. bu kısmında bir ağırlık var, hissediyorum. oturuyor nefesimin üzerine. kursak diye bir şeyin varlığını fark ediyorum, kalınca üzerinde bir heves.
şimdi bir uçak geliyor yaşadığım kente taraf. şimdi bir uçak gökyüzünde, gece karanlığına süzülürken kim bilir kaç insan zamanda uyuyor fark bile etmeden. şimdi bir uçak geliyor biliyorum ve bir hikaye bitiyor gökyüzü semalarında. hikaye ve uçak ve geceye ve bitmek üzere bir öykü. süzülüyorlar hep beraber belli ve belirsiz ve belli ve yine. eksik.
ben artık günlerce evden çıkmıyorum ve bu da çok garip. eskiden bir çırpıda okuduğum metinler var, elimde, ayaklarımda, ve şimdi etrafımda geziniyor. bunca hikaye, bunca belirsizlik, bunca metin, bunca kelime ve kursak. kursak ve onda takılı duran o heves, hani öksürsen de geçmeyen öyle titre öyle yırtıcı. tüm bunlar, bu hikayeler nasıl oluyorlar sahi? kim yapıyor bunları? benim de var onlardan, çoğalıyor kıyılarda ve çoğaldıkça kum tanesi gibi, dalga bir geridekini alıyor kendiyle. o ses iyi mi geliyor gürültü mü, o dalga sesi neyi süpürüyor, hiç bilmiyorum. bilmek de istemiyorum. dalganın yeniden kıyıya attığı peki? az önce silip süpürdüğü ile aynı oluyor mu? tuz ve su arındıyor mu onu zerrelerinden ve artıklarından? o kum taneleri yeniden vuran. işte öyle doğuyor benimle, büyütüyorum içimde hikayeler ve sonra bir bakıyorum bana sığmıyor yerlere saçılıyor ve akıp gidiyor benden. dalgalarla ve başka şeylerle akıp gidiyor.
evden çıktım bugün, gün batımlarını seviyorum, o vardı. ve ağaçları da seviyorum ve onlar da vardı. bir şarkı tutturdum kısık, bir fotoğraf çektim ve bir öyküyü bitirdim bugün. yarım, eksik benden akan dağılan bir öyküyü daha (dört yapraklı yonca hariç değil).
1 note · View note
laedriofficial · 4 years
Text
Bir insanı seviyorsun, onunla hayat paylaşıyorsun. Acıyı, mutluğu ve zorluğu birlikte yaşıyorsun. Sonra bir an geliyor o sevdiğin insan hayatından çekip gidiyor. Sen ise sadece seyretmek zorunda kalıyorsun. Sana sadece yaşadığınız anıları ve adının yazılı olduğu bir mezar taşını bırakıyor. Anılar sen yaşadığın sürece bir hikaye gibi insanlara anlatılıyor. Sanki o hiç var olmamış gibi. Ne büyük acı ona değilde fotoğraflarına sarılıyor olmak... LÂEDRÎ-B.B
3 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Mo Dao Zu Shi - 121. Bölüm
Mega // MangaTr
Selamlar! Tatil bitti, laptop servise gitti geldi, en sonunda geri döndük :D Çevirilere hızla başladım
Davetsiz Misafir – İkinci Kısım
Bunu duyunca ikisi bakıştılar. Lan SiZhui doğruldu.
Wei WuXian. “Tüm dikkatimle hikayenizi dinliyorum.”
Bir süre düşündükten sonra Genç Efendi Qin yavaşça başladı. “Aslında pek bir hikaye sayılmaz. Ben de onu çok tanımıyorum. Çocukken kırsal bir köydeki büyükannemin evinde büyüdüm. O da büyükannemin evindeki hizmetçilerden birisiydi. Yaşlarımız yakın olduğu için beraber oynayarak büyüdük.”
Wei WuXian. “Biz buna çocukluk arkadaşı diyoruz – nasıl çok tanımadığınızı söylersiniz?”
Genç Efendi Qin. “Çünkü büyüdükten sonra uzaklaştık.”
Wei WuXian. “Dikkatle düşünün. Bu hizmetçiyi herhangi bir şekilde gücendirdiniz mi?”
Genç Efendi Qin. “Tek bir olay olmuştu, gerçi o kadar ciddi miydi emin değilim.”
Lan WangJi. “Devam et.”
Genç Efendi Qin. “Hizmetçi hep büyükannemin yanında hizmet ederdi. Eli çabuk olduğu ve akranım olduğu için büyükannem onu baya severdi, sık sık zekasını överdi. Sonuç olarak o da nasılsa gururlu yetişti, efendilerle hizmetçiler arasındaki farka bakmadan sürekli hanemizdeki gençlerin peşine takılmaya başladı. Bir süre sonra büyükannem bizimle birlikte okula gelmesine bile izin verdi.
“Bir gün, öğretmenimiz bize zor bir problem sordu. Tartışmaların ortasında birisi ilk cevabı verdi. Tam tüm sınıf tebriklerini iletirken, hizmetçi aniden konuştu ve cevabın yanlış olduğunu söyledi.”
Genç Efendi Qin. “O sıralarda, hizmetçi sadece birkaç aydır okula geliyordu, ancak biz birkaç yıldır ders alıyorduk. Kimin haklı olduğunu söylemeye gerek yok. Anında birisi onun yanıldığını söyledi. Ancak inanılmaz inatçıydı, önceki cevabın yanlış olduğunu söyleyerek bize kendi çözüm yolunu göstermek konusunda ısrar ediyordu. En sonunda bütün sınıf ona sinirlendi ve hep beraber onu kovduk.”
Bu noktada Lan SiZhui konuşma isteğine engel olamadı. “Genç Efendi Qin, eğer sizi kızdırdıysa bile, abartılacak bir şey yapmamış… Neden onu kovdunuz?”
Wei WuXian. “Genç Efendi Qin, bu anlattıklarınıza göre gençlerden oluşan tüm güruhunuz onu kızdırmış. Bu olayda sizin özel bir rolünüz var mı? Yoksa sadece sizin peşinizden koşmazdı, bütün grubun tek tek peşine düşerdi.”
Genç Efendi Qin. “O zaman ona ilk gitmesini söyleyen bendim. İlk başta sadece öylesine söylenmiş bir şeydi, ama kimin aklına herkesin ondan uzun zaman önce bıktığı gelirdi ki, bir anda mesele büyüdü. O da şaşırtıcı şekilde alıngan çıktı. Eve döndü, büyükanneme bir daha geri gelmeyeceğini söyledi ve sahiden geri gelmedi.”
Wei WuXian. “İki soru daha soracağım. Gerçeği söylemelisiniz, Genç Efendi Qin.”
Genç Efendi Qin. “Sorun.”
“İlk sorum.” Wei WuXian’ın gözleri ışıldadı. “Birisi öne çıkarak ilk cevabı verdi dediniz. Bu ‘birisi’ siz miydiniz?”
Bir an duraksadıktan sonra Genç Efendi Qin cevapladı. “Fark eder mi?”
Wei WuXian. “O zaman ikinci sorum – problemin çözümü meselesinde, en sonunda, kim haklıydı kim haksızdı?”
Genç Efendi Qin memnuniyetsiz bir ifadeye büründü. Kollarını savurdu, soğuk bir sesle. “Bu olay yıllar önce yaşandı. Her bir detayı hatırlayamama acizliğimi lütfen maruz görün. Ama tüm samimiyetimle, gençken kim aklına eseni hiç yapmamıştır, kim esrarengiz şeyler yapmamış, esrarengiz insanlarla tanışmamıştır? Lütfen böyle bir meseleyi kendinize yük etmeyin. Şu anda tek isteğim bu meseleyle en kısa zamanda ilgilenilmesi.”
Wei WuXian sırıttı. “Evet. Anlıyorum, anlıyorum.”
Lan WangJi. “Ne zaman vefat etti?”
Genç Efendi Qin. “İki sene önce, sanırım.”
Wei WuXian. “İki sene mi? Çok kötü değil, ne eski bir ceset ne de taze. Nasıl öldü peki? İntihar?”
“Hayır. Duyduğuma göre gecenin bir yarısı sarhoş halde koştururken yanlışlıkla düşerek ölmüş.”
“Eğer intihar değilse, demek durum o kadar da kötü değil. Genç Efendi Qin, başka bir şey var mı?”
“Yok.”
“O zaman lütfen şimdilik geri dönün. Tılsımlar daha sonra evinize getirilecek. Eğer bir şeyler daha hatırlayacak olursanız, lütfen en kısa zamanda bizi bilgilendirin.”
Kulübeye döndükten sonra Lan SiZhui kapıyı kapattı ve rahat bir nefes verdi. “Genç Efendi Qin… Sahiden… sahiden…”
Lan WangJi aniden konuştu. “İki yıl.”
Wei WuXian. “Evet. İki yıl biraz tuhaf.”
Lan SiZhui. “Tuhaf mı?”
Wei WuXian kol yenlerinden boş bir tılsım çıkarttı. “Eğer öfke dolu bir yaratık intikam arıyorsa, normalde ölümünden yedi gün sonraki gecede avlanmaya başlar. Biraz daha fazla oyalananlar bazen bir yıl içerisinde başlar. Çoktan öfkeli bir cesede dönüştüyse, gelmek için neden iki yıl beklesin?”
Lan SiZhui tahminde bulundu. “Genç Efendi Qin’in yeni evini iki sene içerisinde ancak bulmuş olmasın?”
Cesedin geceleri kapı kapı dolaştığını, Genç Efendi Qin’i görebilmek için içeriyi izlediğini hayal etti. Buz gibi bir his sırtından yukarı tırmandı.
Wei WuXian ise, onun tahminini reddetti. “Hayır. Ceset eskiden Genç Efendi Qin ile arkadaştı. Kokusundan onu bulması çok zor olmaz. Ve eğer senin söylediğin gibi olsaydı, yol boyunca birkaç hata yapması oldukça muhtemel olurdu, bu yüzden de birilerinin evinin kapısını yumruklayan öfkeli cesede dair tek bir olay duymazdık. Lan Zhan, sen gelen yazılardan benden daha fazlasını okudun ve hafızan benden iyidir. İki sene içerisinde yaşanan benzer bir olay duydun mu?”
Lan WangJi cevap verirken kendisi yazı odasına girdi. “Duymadım.”
Wei WuXian. “Aynen… Zincifreyi bulamıyorum Lan Zhan.” Bir fırça çıkarttı. “Daha dün gece kullanmıştım! Zincifreyi gören oldu mu?” *ÇN: Zincifre (Cinnabar); Kırmızı boya olarak kullanılan civa sülfür.
Lan WangJi de içeriye girdi ve zincifreyi onun için buldu. Wei WuXian fırçanın ucunu narin küçük kaba batırdıktan sonra kendisine bir fincan çay doldurdu ve masanın kenarına oturdu. Sol elinde çay ve sağ elinde fırçayla, kağıt tılsımının üzerine bakmadan bir şeyler çiziktirdi, Lan WangJi’yle konuşuyordu. “Eğer sen hatırlamıyorsan, öyle bir şey olmamış demektir. Bu yüzden, iki sene boyunca Genç Efendi Qin’e gitmemesinin başka bir nedeni olmalı. Tamam, bitti.”
Hala zincifreyle ıslak olan tılsımı masadan sıyırdı ve Lan SiZhui’ye verdi. “Bunu gidip ona götür.”
Lan SiZhui tılsımı aldı ve hiçbir şey anlayamıyor olmasına rağmen her köşesini inceledi. Böylesine vahşi, kontrolsüz rüneleri hiçbir kitapta görmediği için sormaktan kendini alamadı. “Wei-xiong… Bu… Rasgele bir karalama değil, dimi?”
Wei WuXian. “Elbette öyle.”
“…”
“Tılsım çizerken gözlerimi hiç kullanmam.”
“…”
Wei WuXian sırıttı. “Merak etme. Kesinlikle işe yarayacak. Lafı açılmışken, SiZhui, Genç Efendi Qin’i pek sevmiyorsun ha?”
Lan SiZhui düşündü. “Bilmiyorum.” Dürüst bir şekilde cevapladı. “Gerçekten kötü bir şey hiç yapmamış, ama belki onun karakterindeki insanlarla baş etmeyi güç buluyorumdur. Kullandığı ses tonundan pek hoşlandığımı söyleyemem, özellikle ‘hizmetçi’ derken…”
Bu noktada duraksadı. Wei WuXian farkına varmadı. “Klasik, klasik. Bu dünyadaki pek çok kişi hizmetçileri aşağı görür. Bazen hizmetçiler bile kendilerini küçümserler… Neden ikiniz bana öyle bakıyorsunuz?”
Cümlesinin ortasında, duraksadı, gülse mi kızsa mı emin değildi. “Kesin şunu – bir yanlış anlaşılmamı yaşanıyor? Nasıl benimle kıyaslarsınız? Nilüfer Rıhtım sıradan bir ev değil sonuçta. Jiang Cheng’i onun beni dövdüğünden çok daha fazla kez dövdüm!”
Lan WangJi hiçbir şey söylemedi, onun yerine ona sessizce sarıldı. Wei WuXian gülümsemesine engel olamadı. O da sarılarak Lan WangJi’nin sırtını birkaç kez sıvazladı. Lan SiZhui ise öksürdü. Wei WuXian’ın ne kadar kendinden emin göründüğüne, ‘hizmetçi’ kelimesinden ne kadar etkilenmediğine bakınca en sonunda rahatladı.
Wei WuXian devam etti. “Ama muhtemelen tekrar gelecek.”
Lan SiZhui duraksadı. “Bugün bile, hala çözülemiyor mu?”
Lan WangJi. “Her şeyi anlatmadı.”
Wei WuXian. “Evet. İlk kez olmuyor sonuçta. Bu tür insanlarla başka türlü başa çıkamazsın – lafı ağızlarından cımbızla alman gerek. Bakalım bu geceden sonra, yarın her şeyi anlatacak mı.”
Tahmin ettiği gibi ertesi gün, Lan SiZhui Bambu Kulübenin dışında kılıcıyla çalışırken, Genç Efendi Qin tekrar geldi.
Geldiği gibi beyan etti. “Umurumda değil!”
Lan SiZhui aceleyle. “Lütfen durun, Genç Efendi Qin! İki büyüğüm hala ha-… hala meditasyon yapıyorlar! Şu anda kritik bir noktadalar ve rahatsız edilmemeleri gerekir!”
Bunu duyunca Genç Efendi Qin doğrudan avluya girmedi, ama yine de şişmiş dargınlığıyla Lan SiZhui’yi topa tuttu. “Meseleyi kökünden çözmekle ilgili falan hiçbir şey duymak istemiyorum! Bu şeyin bir daha asla beni bulamamasını istiyorum!!!”
İkinci gece Genç Efendi Qin yine uyuyamıyor, gece ana salonda okuma yapıyordu. Kısa bir süre sonra, öfkeli ceset – hizmetçi – bir kez daha gelmişti.
Hala eve giremiyordu, hemen dışarıda oraya buraya zıplıyor ve bazen kapıya vuruyordu. Nasılsa ahşap ve kağıttan pencereler yırtılmamıştı. Hemen ardından, ses uzaklaşarak gerilemişti. Genç Efendi Qin günlerdir gerçek bir uyku çekememişti, artık daha fazla dayanamıyordu. Odağını kaybetmiş, yorgunluk çökmüş ve öylece derin bir uykuya dalmıştı.
Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu, sersemliğin arasında, aniden kapıdan gelen üç tane net çalma sesini duymuştu. Bedeni gerilir ve kemikleri doğrulurken, aniden uyanmıştı.
Kapının dışından bir kadın seslenmişti. “Kocam.”
Genç Efendi Qin daha uykudan yeni uyanmış hala kafası karışmış bir haldeydi. Qin Hanım’ın sesini duyduğu anda ayaklanmış ve kapıyı açmak için hareketlenmişti. Ama çabucak geçirdiği birkaç gün aklına gelmişti; Qin Hanım sürekli ağlıyor ve daha fazla bu şekilde yaşayamayacağından şikayet ediyordu. Önceki gün ise eşyalarını toplamış ve ailesinin evine gitmişti. Eğer korktuğu için gittiyse, gecenin bir yarısı geri dönecek cesareti nereden bulmuştu?
Bir kadının kıvrımlı hatları kağıt pencereden yansımıştı. Sahiden de karısının bedeniydi. Ama Genç Efendi Qin acele bir sonuca varmaya cesaret edememişti. Sessizce kılıcını kınından çekip sormuştu. “Hayatım, neden geri döndün? Artık kızgın değil misin?”
Kapının dışındaki kadın düz bir sesle konuşmuştu. “Geri döndüm. Kızgın değilim. Bana kapıyı aç.”
Genç Efendi Qin henüz kapıyı açamazdı, kılıcını kapıya doğrultmuştu. “Hayatım, ailenin yanında olman senin için daha güvenli. Ya yaratık henüz gitmediyse ve hala evin etrafında dolanıyorsa?”
Kapının dışında sessizlik vardı.
Genç Efendi Qin kılıcı tutan elinin terlediğini hissedebiliyordu.
Ansızın kadın yükselen tiz bir sesle çığlık atmıştı. “Kapıyı hemen aç! Hayalet geliyor! Beni içeriye al!”
Qin Hanım, gerçek veya değil, kağıt pencereye tutunmuş ve haykırıyordu. Genç Efendi Qin’in tüm tüyleri diken diken olmuştu. Wei WuXian’ın tılsımını kavrayarak aniden bedenine kan hücum ettiğini hissetmişti. Kılıcını tutmuş, dışarı fırlamıştı…
Genç Efendi Qin. “Ve bir şey yığını suratıma çarptı, beni bayılttı.”
Wei WuXian. “Seni bayıltan neydi?”
Genç Efendi Qin masayı işaret etti. Wei WuXian baktıktan sonra kontrolsüz bir şekilde kahkahalara boğuldu. “Neden meyveler?”
Genç Efendi Qin homurdandı. “Ben nereden bileyim?!”
Wei WuXian. “Elbette bilirsiniz. Sizden başka kimse bilemez. Bu yaratıklar kin tutarlar. Siz de mi ona daha önce meyve fırlatmıştınız?”
Genç Efendi Qin hiçbir şey söylemedi, yüzü hala karanlıktı. Yüz ifadesinden, Wei WuXian tahminin çokta uzak olmadığından emin oldu, ama elbette kendisi bunu kabul etmeyecekti. Bu yüzden üstelemedi. Genç Efendi Qin tekrar konuştuğu zaman beklenildiği üzere konu değişmişti. “Bu sabah, kayınlarıma sorması için birisini gönderdim. Dün gece karım evlerinden hiç ayrılmamış.” *ÇN: Ashdjashdj ‘in-laws’ mecbur ‘kayın’ diye çevirdim. Aklına alternatif gelen olursa allah için söylesin değiştireyim asadhajd
Wei WuXian. “Özellikle ev bariyerlerini yıkmak için kullanılan bir şey, bazen eski kitaplar ve yazılarda geçer. Tek başına zararlı bir varlık değildir, ama ev sahibinin yakınlarının sesini ve görüntüsünü taklit edebilir, sık sık kapıdan geçemeyen varlıklarla birleşir, ev sahiplerini kapıyı kendi kendilerine açmaları için kandırmalarına yardım eder. Öfkeli ceset nasıl bir yardımcı bulmuş böyle.”
Genç Efendi Qin. “Mesele ne olursa olsun, benim bilmemin bir anlamı yok. Genç Efendi, ikinci kapı çoktan aşıldı. Çoktan ana salonuma geldi. Bana ikinci kez hiçbir şey yapmam gerekmediğini mi söyleyeceksiniz?”
“Genç Efendi Qin.” Wei WuXian cevapladı. “Biraz düşünüp taşınalım. İkinci kapıyı kendiniz açtınız. Eğer benim verdiğim tılsım olmasa, şu anda nasıl bir halde olacağınızı söylemeye dilim varmaz.”
Yenilgiye uğrayan Genç Efendi Qin aniden çıkıştı. “Eğer böyle devam ederse, gelecek sefer uyandığımda, o şeyi yatağımın başında dikilirken mi göreceğim?!”
Wei WuXian. “Eğer gerçekten gece iyi bir uyku çekmek istiyorsanız Genç Efendi Qin, söylemeyi unuttuğunuz bir şeyler var mı diye hatırlamaya çalışmanız gerekiyor. Lütfen bu kez başka bilgiler saklamayın. Bilmeniz gerek ki bu gece, hahaha, sizi korkutmaya çalışmıyorum ama muhtemelen yatak odanızın kapında bir şekil olacak.”
Başka seçeneği olmadığı için Genç Efendi Qin’in tek yapabileceği onlara bir şey daha anlatmaktı.
“Onu en son iki sene önce gördüm, ailemi ve atalarımı ziyaret etmek için köyüme geri döndüğüm zamandı. O sırada ben saygılarımı sunarken yeşim bir andacım vardı.”
Genç Efendi Qin. “Büyükanneme ait olduğunu o da anımsadı ve benden ödünç almak istedi. Büyükannemi hala özlediğini düşündüm, bu yüzden verdim. Ancak aldıktan kısa bir süre sonra, andacı kaybettiğini söyledi.”
Wei WuXian. “Ve ‘kaybetmek’ ne anlamda? Kazara mı kaybetmiş yoksa satmış mı?”
Genç Efendi Qin tereddüt etti. “Bilmiyorum. İlk başta sattığını ve kaybettim yalanını uydurduğunu düşündüm. Ama…”
Devam etmedi. Wei WuXian sabırla ısrar etti. “Ama ne?”
Lan WangJi’nin yüzü tamamen buz gibiydi. “Dürüstlükten zarar gelmez.”
Genç Efendi Qin. “Ama, şimdi düşününce, büyükanneme ait bir şeyi satacak kadar ileri gitmezdi.
“Sonrasında ayyaş olduğunu duydum. Belki de içtiği bir gecede kaybetmişti veya belki de çaldırmıştı. Her şekilde o sırada çok sinirlenmiştim, bu yüzden onu azarladım.”
Wei WuXian. “Bekleyin. Genç Efendi Qin, birisinin yaşamı ve ölümüyle ilgili bir şeyde muğlak yönlere gidebilecek ifadeler kullanılmamalı. ‘Azarlamak’ kelimesi hafifte olabilir ciddi de, aralarında büyük bir fark var. Bu yüzden, ‘azarladım’ derken tam olarak ne demek istiyorsunuz?”
Genç Efendi Qin’in kaşları titredi, ekledi. “Eğer doğru hatırlıyorsam, onu biraz dövdüm.”
Wei WuXian gözlerini kırpıştırdı. “Pekala… O sakat bacağını kıran siz olamazsınız değil mi?”
26 notes · View notes
belkidebirharfimben · 5 years
Text
Zayıflık dilencinin zenginliğidir
Hayalinize serzenişte bulunmadan edemiyorum. Zaaflarımla yüzleşmemenin bir yolu da bu: Başkasını suçlamak. Aldırmamak elimde olan birşey değil. Zayıflığım ve hem de zenginliğim bu benim. Kaşımasını sevdiğim bir yara gibi. Zayıflık dilencinin zenginliğidir. Çünkü 'yardım istemek' ve 'edilmek' ona zenginliktir. Ama keşke bir süre hatırımda olmasaydınız. Ben de sizi hesaba katmadan rahat rahat yazabilseydim. Empatik yükünüzü çekmeseydim.
Diğer taraftan bakınca: İyi ki varsınız! İyi ki 'sizi de hesaba katmaya' mecbur ediyorsunuz. Zaten her yazı bir açıdan da 'ötekine ulaşma çabası' değil midir? Emin değilim: Belki derdimi anlatmakla ben de sizi birşeylerden kurtarıyorum. Ama siz de kendilik kalemden kurtarıyorsunuz beni aynı fiil içinde. Bir sırr-ı iktiran bu. Veren el olduğunu sananın aynı zamanda alan el olduğu. Sebepler dairesindeki her el elin aslında alan el olduğu. Veren elin yalnızca Allah olduğu. Herşeyin hazinesinin yanında olduğu.
Mürşidim bu sırr-ı iktiran hakkında diyor ki: "Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor."
Bir noktadan sonra varlığınızı unutuyorum elbette. Fakat başlarken haberdar olmak rahatsız ediyor. Size birşeyler anlatıyor olmak, size göre olmak, ceketim açıksa iliklemek veya saçım dağınıksa düzeltmek gibi bir tasannu içeriyor. Bundan rahatsız oluyorum. Kalem yapmacıklığa dayanamaz. Sırıtıverir hemen kurgusallık. Bir başkası olarak çok fazla kalamazsınız. Yalancının mumunun yatsıya kadar yanması tesadüf değil. Kendinden başkası olmanın/kalmanın güçlüğü bu. Fıtratın tüm düzmecelere şanlı direnişi. İstemeyişi. Bir öykü yazarı bile tastamam olmamış birşeyi anlatamaz. Olmamışın hakkında konuşulamaz çünkü. Mutlak yok, sadece farkındalığın değil, 'hakkındalığın' da yokluğudur. Mutlak yokun 'dair'i olmaz. Bu yüzden yokun hikayesi olmaz.
Hikayeci olmuş gibi anlatırken aslında olduğuna inanır. İnandığı için öyle yazar. Yazarken inanır. İnanırken yazar. Hem, biz sezmeyiz belki ama, öykünün bazı/birçok yanları gerçekten de olmuştur. Öyle veya böyle hayatın içinden alır malzemesini hikaye. Öykü gerçekçilik ile izdivacını da bu halvette gerçekleştirir. Kalbinize de buradan dokunur. Çünkü yaşamışsınızdır. Aynısını olmasa da benzetebileceğiniz birisinin yerine koyarsınız onu. Aşinalık öykünün size tutunduğu yerdir. "Sanki beni anlatıyor!" dedirttiği yer.
Bir öykü yazarın yaşamında/hafızasında açtığı koridor gibidir. Kalemiyle ve hayaliyle hayatının içine doğru bir yolculuğa çıkar. Bazı parçaları beğenir. Bazı parçalardan sakınır. Bazı pişmanlıkları deşer. Bazı yaraları kanatır. Bunu yaparken "İşte bunlar benimdir!" demez çoğu zaman. Cüzzamlı "Ben cüzzamlıyım!" diye övünebilir mi hiç? O da kabullenip övünemez zaaflarıyla.
'Acı' başka şey 'zaaf' başka şey. Acılarıyla övünen çoktur da zaaflarıyla övünen yoktur şu hayatta. Zaaflarınızı göstermek kavgada gardınızı düşürmek gibi gelir. Burada birşeye daha dikkatini çekmek istiyorum arkadaşım: Acı ve zaaf birbirine yakın şeyler gibi gelse de aynı değiller. Rasat edin kendinizi. Salt acılarınızı anmak, zaaflarınızı saymak değil, 'ben'inizi pohpohlamaktır. 'Benbencilik'tir. Dayanabilmişsinizdir çünkü onlara. Bu pohpohlamayı anlatırken siz de hissedersiniz. Dertleşirken göğsünüz kabarır hafiften: "Nelere katlanmışım ama!" dersiniz içinizden. Göze gelmez yerlerinizden.
Bir açık tatmin ve gizli iltifat tadarsınız çektiklerinizi aktarırken. Çoğunlukla da 'abartır'ken. Acılarınızdan bir kibir dağınız olur üzerine tırmandığınız. Gamının orijinalliğine ve onlardan elde ettiği üstünlüğe(!) yaslanan kasıntı karamsar tipler vardır. Aşk romanlarının 'rahat batan' tipleri. Peki zaaflarını anlatırken insan nasıl bir halet-i ruhiyeye bürünür? İşte arkadaşım burada seninle farklı düşünüyoruz. Çünkü ben aynısı olmadığını düşünüyorum. Zira zaafta övüçlü hiçbir şey yoktur. İtiraf, acıda değil, zaafta güç olur.
Hepimiz 'bilinmezliğin zırhıyla' kaplanmış hayatlarımızdan hoşlanıyoruz. Allah'ın Settar oluşu fıtratımızın da arzuladığı birşey. Ayıplı hatıralarımızın/anlarımızın bilinmesini istemeyiz. Korkaklığımıza şahit olunmasından rahatsız oluruz mesela. Köpekten veya karanlıktan kaçışımızı tevil etmeye çalışırız. Birilerinin önünde ağlamaktan sakınmamız da bundandır. Duygularını belli etmeyen insanlara 'güçlü' dememiz de bunun delili.
Fakat içimizde bir yer daha var. Bilinmek istiyor. Yaraları var da sarılmak istiyor. Sesi var. Duyulmasını istiyor. Taşması yakın bardakları var. Dökülmek istiyor. O halde öykü, 'mış gibi yaparak' dökülmenin en kolay tarzıdır. Ne teşhis edilebilecek kadar sizdir o, ne de 'o değildir' denilecek kadar bir başkası. Birden hatırıma gelen birşey: Bazen valideme üzüldüğü filmlerde 'sadece birer kurgu' olduklarını hatırlatırım. Bana hep şöyle der: "Sanki gerçekte böyle şeyler olmamış mı?" Ağlanan nedir o zaman? Ağlanan 'o an olan' değil, 'olmuş/olabilecek olan'dır. Öykücünün ve okurunun inanmadığı birşey yok öyküde. Ben de buna inandım.
2 notes · View notes
paintthatface · 5 years
Text
Boktan da olsa bir hikaye kurmayı beceremedim. insanın nasıl tastamam bir hikayesi olur? Olmaz! Olmaz ama benimkisi söz konusu olduğunda ne yarim kalmış ne parçalanmış; hikayesiz bir hayat. Ve döngü. Dışına çıkmaya çalışmak da hikayenin kendisi. Başından sonuna yaşadığım hayat tek bir motifin tekrarı: Bu çemberin dışına çıkmak. Ve her denemenin sonunda baammmm! Olan bitenin bulanıklığı kalkmadan yine aynı tekbaşınalık ve aynı ruh hali. Aynı kaygılar ve aynı beceriksiz hal, aynı tatminsizlikler ve aynı sıkışmışlık hissi. Ve hepsinde kendime çok uzağım. Ne zaman bu kadar uzaklaşmışım hatırlamıyorum.
Ya da var mıydım? Muhtemel ki hiç bir zaman bütünlüklü bir benliğim olmadı. Mesele de buydu aslında. Hiç var olmamış olmak gibi bir şey. Hatta aynen öyle. Nesneler dünyasında bir kütleyim sadece. Bir şeylere dokunabilecek ya bir şeyleri değiştirebilecek iradem yok. Hiç bir hikayenin öznesi değilim. Nesnesi de. O yüzden herkesi dinliyor-anlıyorum ve doğru bildiklerini yapmaya çalışıyorum. Peki benim doğrularım? Öyle bir şey yok! Doğru ve yanlış... Biri var olmazsa, diğeri yok. Ama yoklar işte. Peki arzu? Ben ne istiyorum, neyi arzuluyorum? Ve hiç bir zaman bunların farkında olmaya cesaret edemem. Yıkıcıyım çünkü. İçimde her şeyi yıkmak isteyen derin bir arzu var. İstediğim öyle bir yıkım ki sadece ben ve boşluk olsun her şey.
Bilemiyorum böyle bir yıkım benim için mümkün mü?
2 notes · View notes
uzayagidici · 5 years
Text
Endgame'e gittim! Spoiler içerir!!!
İlk defa başkalarının yorumlarını dinlemeden sevdiğim bir seri hakkında önce ben bir şeyler söylemek istiyorum bakalım nasıl olacak.
Bu filme olan beklentimiz hem çok yüksekti hem de yaşanabilecek şeyler beni epey endişelendiriyordu çünkü çok sevdiğim bağlandığım karakterleri sinematik evrende bir daha görememek vardı işin ucunda. Moralim çok bozulabilir sınavdan sonra mi girsem diye düşündüğüm anlar bile olmuştu ama tabii ki her an karşılaşabileceğim spoiler dalgaları sebebiyle biraz da tez vakitte gitmekte fayda var dedim.
Hawkeye'ı infinity war'da hiç görmemiştik onun hayatına olan etkisiyle başlaması güzeldi hem güzel bağlamış oldu bunun dışında captain marvel'ın aftercrediti de filmin bir noktasının başlangıcı gibiydi neyse bu kısım önemli değil. İlk yarı yıkıntıların izlerini izledik; süper kahramanlarımızın yenilgiye olan tepkileri, kayıpların psikolojilerini getirdikleri hal vs... Herkesle beraber benim de psikolojim bozuldu tabii. Ant Man milyarda bir ihtimal geldi de hikaye devam etti heyoo. Natasha... Kaybedecek hiçbir şeyi yok gibi görünse de koca evrenin varlığı onun her şeyiymiş meğer fedakar ve zeki usta seni unutmamalı. Bu arada cap marvel acayip iticiydi kendi filminde çok sırıtmıyordu ama bu kadar efsanenin arasında gerçekten ne kötü bir imaj o ego hiç olmamış. Bi de o ilk yarının en minnoş anları Tony Stark ve kızıyla olanlardır. 2.yarı aksiyonun tam gaz gittiği çok tatmin edici bir yarıydı ta ki o ana kadar. Yazamayacağım daha fazla bak yine moralim bozuldu.
1 note · View note