Tumgik
#Ayşe Hoca
proofhead · 1 year
Text
ESTÜ Mühendislik Fakültesi Mezunlar Buluşması - 10. Yıl
ESTÜ Mühendislik Fakültesi Mezunlar Buluşması – 10. Yıl
Tumblr media
View On WordPress
1 note · View note
dizyarasi · 1 year
Text
“Hocam, hababam sınıfı da olsak, Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sini ezbere biliriz.”
Tumblr media
5 notes · View notes
Text
Tumblr media Tumblr media
Selamün aleykümmm. Tamm uygulamadann gidiyorumm birşey oluyor geliyorum 🙈
Ahhhh o kadar farklı duygular içerindeyimkii mutluluk gözyaşı.. ümidim yoktu. 300 kişi alınan bir branş. Rabbim beni başka yerlerde görmek istiyor dedim. Başka alanlara yöneldim. Bu yıl tekrardan hazırlanmaya bile başlamadım. Arkadaşlarım çevremdekiler yirmi üç yaşındasın ataması zor branş 35 40 yaşında hazırlananlar var bu kadar yaklaşmışken pes etme dediler. Pes etmiştim oysa. Tekrar hazırlanmak istemiyordum. Kitaplarımı okurum ilmi eksiklerimi tamamlarım yeterince emek vermiştim. Ve hepp bu ayete sarıldım..
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Beni yaratan elbette yolumu gösterir.(Şuara 78)
Uygulamaya geçen yıl ara ara giriyordum. Önemli bir şey olunca yada hayallerimi yazmaya.. Geçenlerde bir bakıverdim ne tatlı heyacanlar isteklermiş dedim. Çünkü tek gayem ateizm deizmden uzak çocuklarımızı yetiştirmek.Onlara umut olmak. Rehber olmak abla olmak. Rabbimizi dinimizi örnek olarak sevdirmek. Pes ettiğim bırakmak istediğim zamanlarda Arapça hocamın şu sözü hep aklıma geldi." Sedaa tarihte sana ihtiyacımızz varr Mustafa hoca İslâmî Üniversite kurduğunda kim tarih anlatacak. İngilizleri Rusları kim anlatacak". Sonra Ayşe Merve (Yönet) hocanın İslami üniversite hayalii derss çalışırken bile kitabını okuyup motive olurdum. Ona yazardım. Heyecanımı paylaşırdımm.
Hasılı kelimeleri incitmeyeyim. Sonrası ne olur mülakatı geçermiyiz ömür yetermi bilinmez. Duaam rabbim helal dairede öğrendiklerimin zekatını vereceğim ümmeti Muhammed'e hizmet edeceğim hayırlı ortamlar nasip etsin. 🤲🏻
Bu süreçtee yanımdaa olannn kıymetli insanları yad etmek istiyorum:
@zarif-talebe hayallerimi paylaştığım ahiretliğimm birlikte soru bankaları bitirdiğimiz. Üzerine işaretlemedenn çözdüğümüz her değişimde arasına güzel cümleler iliştiren nahif yüreklim. Tanıştığımız günden beri heyecanıma telaşelerime ortak olan, Unutkanlıklarımın koşturmalarımın kahrını çeken. Arkamı toplayannn gözce konuştuğum gülüp eğlendiğimm
Ailemmmm canım oda arkadaşlarım 12 yıl sıra arkadaşımm oda arkadaşım üniversite arkadaşımm ablamm çay isterken bile Türkiye birincisine çay getirmek istermisin diyordum:)) çalışayım diyee işler sana kalıyordu. İstediğim zaman tatlı yapıyordunn hangisini unutayımm. (Sen kendini biliyorsun etiket yapmadan okursun:))
Sınav arkadaşım motive arkadaşım kardeşim derttaşım aynı süreçleri yaşadığımız için beni daha çok dinleyip anlayan. Düşüşlerimde fikir veren değerli hissettiren. Kardeşimm @yazar-olmayan-yazan
Odada dağınıklığım kitaplarr en çok sizi yordu en çok siz şahit oldunuz hamdolsun iyikii birlikte kitap okuduğum ders yaptığım kardeşlerimmm varr. Kahrımı en çok çekenlerimm. Beni mumla arayacaksınız diye gülüp söylendiklerim:)))Birşey kırıp döktüğümde yinemi söylentileriyle gelen birlikte hem gülüp hem topladığımız kardeşlerim..
Ahh yusuf amcaa sizi yad etmesem olurmuuu hiçç 2017 den beri tubamla beni evlatlarınızdan ayırt etmediniz. Hep destek oldunuz kitaplar hediye ettiniz. Aileniz abla abii siz dualarınız hep yanımızdaydı. Sınavım iyi geçtiğinde bile hemen çekiliş yapann koca yürekli amcam @caninbabasi
O kadar çok insan varkii hangi birimi burada yad edeyim. Arkadaşlarım hocalarım ailemm çevremm. Hamdolsun rabbim iyi yürekli insanlara denk getirdii.
Gerek burada tanıdığım Tumblra ara verirken sınava girerken dualar istediğimmm destek olann zehra ablamm @behisti fatımmam @seyriviran @kelebeginruyaasi edaa ablamm hepinizi Allah için çokkkk seviyorum.
Hepinize teşekkürü borç bilirim.
Rabbim sizlerden hep razı olsun. Müttakilerden muhsinlerden eylesin. Bizleri peygamber efendimize sahabe efendimize komşu eylesin.
Uzun oldu hakkınızı helal edin. Dualarınıza talibizzz🤲🏻🤲🏻🤲🏻
99 notes · View notes
filyokusu · 1 year
Text
gülümseten/şükrettiğim şeyler listesi 3nisan23
beyda hoca ve uğurböcekleri toplanmış iftarda. fotoğraflarına ağlayan surat emojisi atınca beni görüntülü aradı hocam. serpil abla, ayşe, büşra ablam, seda ablam,rafiye hocam. o kadar güzel insanlarla tanışmış olmamın bi sebebi vardı evet. ama bu kadar güzel olmaları hayrete düşürüyor. bir dahakine beraber yapalım dedik. insanın üniversitedeki hocasıyla böyle bi ilişkisinin olacağını düşünmezdim. iyi ki var. beni ayakta tutmak için uğraşan biri. yarın sınavı var diye çok laf etmedim :d telefonda onun hakkında söyleyecek çok lafım var da birleştiremiyorum
bugün bana insanlar senin kadar iyi değil. iyi davranılmayı hak etmiyorlar, bu kadar iyi olmak zorunda değilsin dendi. yaptıklarım ve yaşadıklarım düşünülünce kendimin ne kadar aptal olduğunu düşündükten sonra, kimsenin ahının yerde kalmayacağına inancım sonsuz. ve insan her şey bittikten sonra kendini belli ediyor gerçekten. hiç tanımadığım birinin beni düşünüp açıklama yapması o yarım saat bütün gece ağlamalarımdan sonra iyi geldi.
insan her yaptığını kendi tercihiyle yapar, yaptım, yanlışlar hatalar benim diyip kabullenebildim. ve hiçbirini tek başıma yapmadım. her zaman iyi bir son beklemez bizi. her insan bunu hak etmez. artık suçlama kendini.
bugün 4 sınavım vardı ve çakışıyordu bi tanesiyle. emir okuldan bana yardım için geldi. gel de yeme şu çocuğu.
hava güzeldi. anneanneme biri kola almış abim yemek götürünce ondan bize göndermiş, dedem de tavuklarının yumurtalarını.
dilara ve gurbet ablaya ayrıca şükrettim
Ebrarın güzelim ses kaydına,
safiyemin bıkmadan usanmadan destek olduğu, bana inandığı, varlığını eksik etmediği sabahlara
ilaydanın yanımda oluşuna,
ve bahara. şükrettim.
5 notes · View notes
talebetulahla · 2 years
Text
Başakşehirden taşındığımızda artık büyük hocaların sohbetlerine gidemeyeceğim diye çok üzülmüştüm ama elhamdülillah ki bizimle beraber buralara gelen bir Hoca Hanım devamlı Hocalarımızı sohbete getiriyor💕
Yarın Allahın izniyle Peçeli Ayşe Hocamız geliyor💕
7 notes · View notes
nevzatboyraz44 · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
HOCA AHMED YESEVİ
KAZAKİSTAN – YESİ ŞEHRİNDE
Orta Asya Türkleri’nin dinî-tasavvufî hayatında geniş tesirler icra eden ve “pîr-i Türkistan” diye anılan mutasavvıf-şair, Yeseviyye tarikatının kurucusu. Ahmed Yesevî’nin tarihî şahsiyetine dair vesikalar azdır, mevcut olanlar da menkıbelerle karışmış haldedir. Bunlardan sağlam bir neticeye varmak oldukça güç, hatta bazı hususlarda imkânsızdır. Buna rağmen “hikmet”lerinden, onunla ilgili tarihî kaynaklardan, menâkıbnâmelerden elde edilecek bilgiler ve çıkarılacak sonuçlar, menkıbevî de olsa, hayatı, şahsiyeti, eseri ve tesiri hakkında bir fikir vermektedir.
Batı Türkistan’daki Çimkent şehrinin doğusunda bulunan ve Tarım ırmağına dökülen Şâhyâr nehrinin küçük bir kolu olan Karasu üzerindeki Sayram kasabasında doğdu. İspîcâb (İsfîcâb) veya Akşehir adıyla da anılan Sayram kasabası eskiden beri önemli bir yerleşme merkeziydi. Bazı kaynaklarda onun Yesi’de, bugünkü adıyla Türkistan’da doğduğu kaydedilmektedir. Ahmed Yesevî’nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Yûsuf el-Hemedânî’ye (ö. 535/1140-41) intisabı ve onun halifelerinden oluşu dikkate alınırsa XI. yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini söylemek mümkündür. Sayram’ın tanınmış şahsiyetlerinden olan babası, kerametleri ve menkıbeleri ile tanınan ve Hz. Ali soyundan geldiği kabul edilen Şeyh İbrâhim adlı bir zattır. Annesi ise Şeyh İbrâhim’in halifelerinden Mûsâ Şeyh’in kızı Ayşe Hatun’dur. Şeyh İbrâhim’in Gevher Şehnaz adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Ahmed Yesevî önce annesini, ardından da babasını kaybetti. Kısa bir müddet sonra Gevher Şehnaz, kardeşini de yanına alarak Yesi şehrine gitti ve oraya yerleşti.
Tahsiline Yesi’de başlayan Ahmed Yesevî, küçük yaşına rağmen birtakım tecellî*lere mazhar olması, beklenmeyen fevkalâdelikler göstermesi ile çevresinin dikkatini çekmiştir. Menkıbelere göre, yedi yaşında Hızır’ın delâletine nâil olan Ahmed Yesevî Yesi’de Arslan Baba’ya intisap ederek ondan feyiz almaya başlar. Yine menkıbeye göre, ashaptan olan Arslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmed Yesevî’yi bulması ve Hz. Peygamber’in kendisine teslim ettiği emaneti vermesi, terbiyesi ile meşgul olup onu irşad etmesi, Hz. Peygamber’in mânevî bir işaretine dayanmaktadır. Arslan Baba’nın terbiye ve irşadı ile Ahmed Yesevî kısa zamanda mertebeler aşar, şöhreti etrafa yayılmaya başlar. Fakat aynı yıl veya ertesi yıl içinde Arslan Baba vefat eder. Ahmed Yesevî, Arslan Baba’nın vefatından bir müddet sonra zamanın önemli İslâm merkezlerinden biri olan Buhara’ya gider. Bu şehirde devrin önde gelen âlim ve mutasavvıflarından Şeyh Yûsuf el-Hemedânî’ye intisap ederek onun irşad ve terbiyesi altına girer. Yûsuf el-Hemedânî’nin vefatı üzerine irşad mevkiine önce Abdullah-ı Berkî, onun vefatıyla Şeyh Hasan-ı Endâkı geçer. 1160 yılında Hasan-ı Endâkı’nin de vefatı üzerine Ahmed Yesevî irşad postuna oturur. Bir müddet sonra, vaktiyle şeyhi Yûsuf el-Hemedânî’nin vermiş olduğu bir işaret üzerine irşad makamını Şeyh Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ye bırakarak Yesi’ye döner; vefatına kadar burada irşada devam eder.
9 notes · View notes
edebiyatsoylesileri · 2 years
Text
Vüsat O. Bener / Kendiniz için yazsanız da toplumda bir yankı bulmasını istiyorsunuz
Tumblr media
Ölümünden beş yıl önce yapılan söyleşide Bener, yaşam öyküsünü, ailesini ve yazma ritüelini anlatıyor.
“Dil ile ruhsal durumların müthiş bir kaynaşma içinde olduğu söylenebilir. Çok sivri, acı bir dili vardır Vüs’at O. Bener’in. Bilinen ironisi “Bay Muhannit Sahüegi’nin Notları”ndan Siyah Beyaz’a gitgide sert biçimler almaya, acıtıcı ve yok edici olmaya başlamıştır” diyen Semih Gümüş’ün kitabının adıyla, “Kara Anlatı Yazarı” olarak tanınan Vüs’at O. Bener’in, “kunt” bir anlatımı var. Ama, sözlük anlamına göre, anlatımın bu “ağır, dayanıklı, kalın, sağlam ve sert” özellikleri, anlatıcının dilinin berraklığı, yalınlığı, öyküyü özgür bırakan edası ve ironisi ile buluşup ortaya çıktığında, metnin özgünlüğü de yaratılmış oluyor. Bu söyleşi, 2000-2001 yıllarında, Mimarlık Kültürü Dergisi XXI için yapılan, ancak yayımlanamayan bir çalışma. Kendisiyle 13-14 Şubat 2001 günlerinde, Çankaya’da, Sedat Simavi Sokak’taki “çalışma evi”nde görüşmüştük... Aramızdan ayrılışının birinci yılında, Vüs’at O. Bener’i saygıyla anıyorum.
Vüs’at O. Bener, burası “çalışma evi”niz, “sığınma köşeniz”, “yazı işliğiniz”. Bugün sabahki telefon görüşmemizde de, “küçük ev” demiştiniz burası için. Yıllardır mimari tasarım dersinde verdiğim bir temrinde, şaire tasarlanacak evin içinde, “küçük ev” de isteniyor. Geçen yaz İlhan Berk’le yaptığımız söyleşide, onun evinde de, üstelik iki tane küçük ev olduğu ortaya çıkmıştı; birisi yarım bodrum, diğeri de bahçe içinde bağımsız bir birim. Bu “küçük ev” kavramıyla başlayalım mı? Bu “yazı evi”ni yaratma düşüncesi sizde nasıl gelişti; bir gereksinimden doğdu herhalde, ama kentte yaşamanın sonucu mudur aynı zamanda? - Şimdi buranın geçmişi yaklaşık 10 yıl öncesine kadar gidiyor. Karayollan Genel Müdürlüğü’nden emekli olmaya karar verdim; 1980’e doğru, kritik döneme yaklaşıyoruz. Kaynaşmalar başladı, ben o zaman Hukuk Müşaviri’ydim. Gençler arasında rahatsızlıklar var. Genel Müdür Şerafettin Uzuner’in ilgisiyle Hukuk Müşavirliği’ne getirilmiştim; enteresan bir adamdı, kurumda kökten yetişmeydi. Bakan da Şerafettin Elçi. “Bu Elçi,” dedim, “seni tutmayacak burada. Ben de senin adamınım ya, beni de tutmayacak.” “Sanmıyorum,” dedi, “bakan iyi adamdır.” Tam o sırada da, Ziraat Bankası’nda bir yayın birimi kurma düşüncesi varmış, duyduk; hatta Adalet Ağaoğlu, ben, Ayla Kutlu gibi isimleri düşünmüşler. Daha çök kendi alanıma açılabilirim diye düşündüm ve “Ben ayrılayım,” dedim. Banka yayın işinden politik bir kararla vazgeçti, ben de dilekçemi vermiş bulundum, hatta bir ay kadar işleme koymadılar, ayrılmamı istemiyorlardı, ama ben geri almadım. Şimdi daha ben o sırada bunu düşünüyordum, sığınacağım bir yere ihtiyacım vardı. Avukatım ama devlet adına çalışmıştım, özel büro düşünmüyordum. Bana göre bir yer lazım, mütemadiyen istediğim bir şey. Ev yaşamına benim katılmam mümkün değil; Askerlikte örneğin yüzbaşılığa kadar çıktım oradan istifa ettim ama yine devlet için ve hep fiilen çalıştım. Emeklilik kararını verdikten sonra sağa sola bakmaya başladım, ama maddi bir konu aynı zamanda. Bu siteye benim ön bir sevgim de oluşmuştu: Burada oturan ODTÜ’lü hocalardan, Ayşe’nin [eşi Ayşe Bener Ilıcalı) de tanıdığı bir karı-koca dışarıya mı gideceklermiş, ne yapacaklarmış, burada bir daireleri varmış; hep konuşuluyor konu. Dediler ki, “Eşyayı bir odaya kapatacağız. Gelsin işte burada -yazı mı yazacak, çalışacak mı- otursun. Sadece masrafım versin.” Aman, ben oraya hemen kapandım ve “Buzul Çağının Virüsü” orada yazıldı. Gidip geliyordum, bir masa, bir yatak attım oraya. Ayşe de kızıyordu ama geceleri saat ikilere üçlere kadar çalışıyordum, roman orada bitti. Derken yine burada oturan ve yine Ayşe’nin tanıdığı bir hoca, buradaki dört kapıcının ikiye indirildiğini söyledi ve boşalan daire için hemen bir şey yapalım dedi. Burayı gördüm, bir harabe; kırmışlar etmişler, hor kullanmışlar; oturulacak halde değildi. Bir de dediğim gibi taşkınlar filan, yazdığım gibi. Ama her şeyi göze almalı, çalışma imkânlarını geliştirmeli, dedim. Ayşe’nin de İngiltere’ye burs işi çıktı, onu da gönderdim, yapayalnız kaldım. Parasal durum, onun maaşı kesildi, ben sadece emekli maaşıyla geçinir oldum, işler sarpa sardı. Derken dediğim çıktı, Şerafettin Uzuner’i görevden aldılar. Çok üzüldü, telefonla görüşüyoruz, “Dava edelim,” diyor. “Peki, senin için alacağım ben bu kararı,” dedim. “Yürütmeyi durdurmayı da, göreve dönmeyi de ama seni iade etmeyecekler göreve.” Danıştay’da da ayrı şöhretim var, elden ele dolaşıyor dilekçelerim...
Sıkışıklık hissi yazmaya kışkırtıyor
Örnek olarak? Şerafettin Uzuner, o zaman Yol-İş Sendikası ile ilişkimiz var, benim işçi lehine alınan pek çok karara katkım biliniyor, tanıyorlar. Daha önce de bir teklifleri olmuştu, kabul etmemiştim. İşte Şerafettin, “Niye,” dedi, “danışman olarak çalışmıyorsun sendikada?” Tuhaf bir şey tabii, bu sefer karşıya geçip işçi sendikasının temsilciliğini yapacaksın. Sadece Karayollan değil, Köy İşleri var, Bayındırlık Bakanlığı’nda başka yerler de var. Halit Mısırlıoğlu o zaman başkan, beni çok sever. “Beni danışman olarak çağırıyorsunuz ama sizin gibi düşünmeyeceğimi bilin, gerçek danışman olmamı istiyorsanız geleyim.” Giriş o giriş, 13 sene oldu ve 1992’ye kadar çalıştım. Şunu anlıyorum: 1979, bu ev düşüncesinin doğduğu yıl. Ama siz ondan önce de yazıyordunuz, evde yazıyordunuz herhalde, evin bir odasında. Yani ayrı bir ev olması, evin diğer üyeleriyle dargınlık ya da onlardan ayrı durma isteği anlamına gelmiyor ama galiba yaratıcı sanatçı için ayrı bir mekânın özel bir önemi var. Ayrı bir mutfağın, ayrı bir yatağın, ayrı bir çalışma masasının... - Tabii, çünkü kendi dünyanızda yaşıyorsunuz. Ne kadar da bir evlilik içerisinde olursanız olun, ne kadar anlaştığınız bir insan olursa olsun, birlikle yaşamak sorunu var. Ziyaret var, birlikle bir yere gitmek var; biz bunu çok asgari bir düzeye indirdik. Ama daha önce de hiç zaman bulamazdım. Ancak garip bir şey de söyleyeceğim, bir sıkışıklık bile insanı dürtüyor. Ayrıca Dost, Yaşaması gibi kitaplar askerlikte yazıldı. Ne zaman yazardım biliyor musunuz? Nöbetçi olduğumda: Bir odam vardı, Etimesgut’ta, kapıyı kapatıp yazıyordum. Daktilosunu kendim yapıyordum, büyük bir coşku ile, Salim Şengil’in Seçilmiş Hikâyeler dergisine gönderiyordum. O zaman Siyasal Bilgiler’de öğrenci toplulukları vardı; çok yetenekli çocuklardı, çok değerli arkadaşlar da vardı. Bunlardan biri, unutmuyorum, Oğuz Erdil’di. Karşılaştırmak değil de, Nâzım’ın destanına yaklaşan bir eseri vardı çocuğun, çok duyarlı bir çocuktu. Benim “Dost” öyküsünü yarışmaya ite kaka soktular. Beni yazmaya teşvik eden kişi, tesad��f o jüride bulunan Memduh Şevket Esendal oldu. Jüride Orhan Veli ve Ahmet Hamdi Tanpınar da var. Yarışmacılar arasında ise Samim Kocagöz de var.
Oğuz Atay ve Oktay Akbal’la erken yaşta tanıştım
Hangi armağandı? - New York Herald Tribüne ile Yeni İstanbul gazetesinin ortaklaşa koyduğu, uluslararası bir ödüldü. Esendal, benim öykümü Salim Şengil’e övmüş ve birinci olmam için çalıştığını söylemiş. “Beni görsün,” demiş; ben o zaman askerim. Evine gittim, adam resim filan yapıyormuş, duvarlarda, çok nazik. Çok büyük coşkuyla karşıladı: "Canım, ‘Kasap’ hikâyesi de birinci olur mu?” dedi filan. O zamanlar Amerikalıların traktör hücumu filan var, onu yazıyorlar. Dört öykü finale kalmış, benim ve Samim’in (Kocagöz) öyküleri var. Birinciliği tanınmamış birisine vermişler. Ben daha eleştirel yazıyordum, Salim Şengil de bilir: Erhan çok küçükken başladı yazmaya, o çok profesyonel, ama benim ilgim dile oldu. Ben daha bir eleştirmen olmayı düşünüyordum. Belki de babamın işte Farsçayı, Arapçayı, Fransızcayı iyi bilmesinden gelen bir şey, annem de Fransızcayı çok iyi konuşurdu. Babanız da eğitim alanından mıydı? - Değildi ama çok okurdu, özellikle edebiyatı çok iyi bilirdi. Osmanlıcayı ve dili genelde çok iyi kullanabilmem onun sayesinde oldu; aslında kendisi fizikçiydi. Salim’in, Erhan’ın, diğer arkadaşların baskılarıyla öyküler yayımlamaya başladım. Bilge Karasu ile tanışıklığım, Oktay Akbal’la, Oğuz Atay’la, Cevat Çapan’la tanışıklığım hep çok genç yaştan başlayarak gelişti. Yani Ankara’da başka türlü: İlhan Berk buradaydı, Cevdet Kudret buradaydı, Sevgi Soysal buradaydı; böyle kendiliğinden oluşan, ekol de demeyeyim ama başka, bir başkent havası oldu. 1960’Iar ve 70’ler, hemen hemen hep öyleydi...
- Evet. Ama ben uzun zaman ara verdim. “Ihlamur Ağacı” Türk Dil Kurumu Ödülü’nü aldıktan sonra, ara vermek zorunda kaldım. Sendikada ise çalışabilirim umudundaydım ama bu sefer de onların sorunları ağır basmaya başladı. TDK Ödülü’nde de jüride Haldun Taner, Ergin Orbey, Necati Cumalı vardı; orada da bir çekişme olmuş. Tuncer Cücenoğlu ile aramızda paylaştırıldı ödül, Haldun Taner’in desteğini almışım. Onu da Berna Moran’dan öğrendim. Gelelim mekân meselesine. Arkadaşlar burası boşalıyor, filan derken, ben kaptım burayı. 1992 senesinde sendikadan emekli olduğum zaman, beni yer aramaktan kurtardı burası. 10 yıldır buradayım kısacası, bir kapıcı dairesinde: Şaşırdılar yani beni burada görünce. İsabetli olmuş, çünkü sendikadan ayrıldıktan sonra da gençten bir arkadaş vardı, babasının ofisini verdi. Orada tiyatro bölümünden iki arkadaş vardı, şimdi Mersin Üniversitesi’nde araştırma görevlisi oldular. Sonra Ayşegül Yüksel’le tanıştım, Sevda Şener’le tanıştım, o tutkundur “Ihlamur Ağacı”na. Neden sonra, bir sürü serüveni vardır “Ihlamur Ağacı”nın, pat diye geçen yıl sonunda çıkardılar İstanbul’da, oynuyorlar şimdi. Mekân ihtiyacı, ta o zamandan beri içimde yaşattığım bir şeydi. Ama işte yaşımın neresine geldiğim zaman ancak böyle bir şeye kavuştum; ve ondan sonra da iyi kötü yedi-sekiz kitap çıkardım. İletişim’ciler el koydular.
Siz her türlü mekânda yazdınız belki ama yine de özel bir yazma-çalışma mekânınızın olması, yaratıcılığınızı daha rahatlatıyor, özgürleştiriyor ve zaman aşırı bir hale getiriyor belki. Kimi zaman sekiz saat, bir memur gibi ya da ev koşullarının rutinlerinden özgür kalmak belki de, değil mi? - Bağımsız kalıyorsunuz ama sizin için zaman da bir sorun haline gelmiyor değil, boğuşulması gereken bir zaman: Belki sıkıntı veriyor, kopuyorsunuz biraz, insanlarla ilişkiler kopuyor; yani hep dönüp geçmişi yaşamaya başlıyorsunuz. Gerçi uzun bir süre olduğu için aradaki birikimlerin yapıta dönüşmesi önemli ama onlar da sizi boğmaya başlıyor. Tabii onun karşılığını alamamak gibi bir şey de var, ister istemez; her ne kadar kendim için yazıyorum derseniz deyin, bunun toplumda bir yankı bulmasını istiyorsunuz. Kolay da olmuyor. Ben profesyonel değilim, bilgisayarla yazamıyorum. İlla kalem ve kâğıt, kalemin kâğıt üzerindeki izini, hışırtısını izleyeceğim...
M ile N harfi arasındaki yer değiştirme
Harflerin sesini duyacaksınız, değil mi? - Evet. Evet, işte, onların birbiriyle çatışmasını-çakışmasını; bunları yakalayamazsam olmuyor. Çok duruyorum üstünde ve en ufak bir harf yanlışı bile insanı çok üzüyor. Ama bakınız: Oradaki, “Kulak” öyküsündeki M ile N harflerinin yer değiştirmesi, ezan sesine karşı Beethoven sağırlığının getirdiği şey var ya, ezan sesinde duyulan sıkıntının yansıması var orada: Beethoven sağır olduğu için, “dansı başıma” diyorum yani, “dansı başına” değil. Bir harf hatası nereye götürüyor işi. Ya da “ve” düşmanlığım da var. Sadece bir Nurullah Ataç tutumu değil bu, gereksiz buluyorum da onun için. Zaten bize sonradan giren bir sözcük “ve”. Fransızca ya da İngilizcedeki ya da başka dillerdeki "ve” değil, onlardan kopya ettiğimiz bir şey. Bir virgül bizde rahatlıkla bu işi hallediyor; ne gereği var? İşte bütün bu hastalığın, bu titizliğin getirdiği sinirlilikleri ben burada tek başıma hallediyorum. Başkasını da bu titizliğim ve sinirim nedeniyle başka bir saplantıya götürmek istemiyorum.
Halkla iç içeyim, halk adamıyım
Dolayısıyla “büyük ev” dünyayla yüzleşilen, komşuluk, ziyaret gibi çevreyle ilişkinin mekânı olarak dünyanın parçası iken, “küçük ev” sizin bireysel üretiminizin tüm yansımalarım barındıran bir yer? - Şunu söylemek isterim: Toprağı bol olsun, Bilge Karasu, Cevat Çapan, Kuzgun Acar ile ilişkilerim beni o yana itti. Tiyatrodan başka kişiler, şimdi bale okulunda olan kişiler... Bir bu tarafı var. Ama bir de halk adamıyım ben. Ben askerken de halkla çok iç içeydim. Onların arasındaydım. Ankara’ya geldikten sonra, genç grupla, tiyatro, müzik, resim filan derken, bütün bunlar bana daha başka açılımlar sağladı. Mimari bakımdan şöyle düşünüyorum: Bende demek ki bu ilişkiler nedeniyle bir estetik oluşum olmuş: Bakıyorum ben! Örneğin ben Kızılay’a inemiyorum şimdi. Niye? Kızılay binası, şu yeni yapılan, üstüme yıkılıyor. Bilmiyorum, mimari yönden nasıl değerlendirilir ama. Kızılay binasının eski halini biliyorum, pek sempatik bir yapıydı: Bahçesinde oturulur, anlatmışımdır, sandviç, insanlar, çocuklar, şusu busu. Şimdi neden böyle bir şeyi Kızılay Meydanı’nın ortasına koydular, hâlâ bilemem. İstanbul’a gittiğimde gene bakıyorum; işte Akmerkez. Herkes koşuyor, buluşuyor, bilmem ne. Bir kere işlevsel olarak da yanlışlıklar olduğunu sanıyorum: Giriyorsun böyle, nereden çıkacağını bilemiyorsun, ne tarafa gideceğini bilemiyorsun. Orada, içeride kalmanız bekleniyor ve alışveriş etmeniz. - Öyle oluyor ve büyük bir özenti gibi geliyor bana. O dikilen binalar, Sabancı’nın İş Bankası’nın kuleleri, bütün o güzelim Marmara Denizi, Boğaz manzaralarını kapayan binalar... Ben İstanbul’a daha önce gittiğimde Piyer Loti’ye giderdim, bakardım oradan. Haliç’in kötü bir görünüşü vardı, bütün gecekondular, kokular falan ama bakılırdı yine de. Şimdi epeyce düzelmiş ama. … (Söyleşinin bu bölümünde plansız kentleşme ve yarattığı sorunlar üzerine gözlem ağırlıklı konuşuluyor.) Doğu’da pek çok şehri biliyorum. Mardin’i biliyorum örneğin, sonra oradaki Süryani Kilisesi’ni biliyorum. Papazlarla çok güzel sohbetlerimiz olurdu, beni gezdirirlerdi. Bir defe çok bilgili insanlar, dillerine ve kültürlerine çok dikkat eden, çocuklarını yetiştiren insanlar. 1980’den sonra kulağıma geldi, baskıyla çok bozulmuş. Sonra mezarları çok ilginçti, kilisenin altında; gezdirmişlerdi orayı, dikine gömüyorlar ölüleri. Bir duvar yapılmış bodrumda, şapel biçiminde sade bir kilise, çok sade yaşayan insanlar, hâlâ da kullanıldığını duydum. Hatta ben bir öykümde kullandım. “Beni kabul eder misiniz?” demiştim, “Çile odalarından birinde kalabilirim.” Ama o odaları hiç gezdirmiyorlar. Çok sade yaşamın içinde dil çok önem kazanıyor. Türkçeyi de çok iyi kullanıyorlar.
Sevdiğim şehirler
*Peki, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”i gibi, sizin şehirleriniz var mı? Yani, belki üzerinde yazabileceğiniz şehirler, hangileri? - Şehir olarak, İzmir ve çevresi iyi. Yöresi de. Eski Foça, hatta Yeni Foça da güzel. Ayvalık, yine eski şehir. İstanbul’da yine de benim için Ada, Adalar önemli. Küçük adalar daha çok, Burgazada’yı daha seviyorum. Oraya gittiğim zaman mutlanma olabilir içimde, kalabilirim de. Karadeniz şehirleri bir de, özellikle ta çocukluğumun Trabzon’u olabilir. Pek yaşamadım ama geçişlerde hep gördüm, Erzurum-Rize arasından Ziganalar’dan sonra, Spikörleri, Gümüşhane tarafına doğru. Gümüşhane de iyidir. Ruslar geldiği zaman kendi yapılarını taşımışlar tabii, demir- yollarını da. Doğu’da Tatvan, Van çok ilginçtir. Oralarda yaşamayı sevebilirim. Adana ve Mersin’i sevmiyorum ama sempatim yok. Biraz iklimlerinden dolayı. Sinop beni çok çekiyor, anlatılanlar ve Sabahattin Ali öyküleri nedeniyle. Kalesi... Güneyde, Fethiye ile pek barışamadım. Sivas’ta bulundum, orası da ilginç. Ve Kıbrıs; orada bulundum, İngiliz Koleji’nde okudum orada; Erhan Bener orada doğdu. Evimiz de çok enteresandı, Lefkoşa merkezinde. Bir başka şehir olarak da Amasya. Amasya’dayken küçük bir çocuktum ve Amasya mağaralan içinde, mezar ve türbelerinde kaybolurdum. Benim yazılanına da girdi. “Ferhat’ın Şehri” ve “Şehzadeler Kenti” Amasya. Yeşilırmak çok ilginçtir ve dedem orada gömülüdür, mağaralardan birinde. Çevikçe Mahallesi’nde, mezarlıktan gelen yan sokak üzerinde idi evimiz. Erol Çevikçe ile orada tanıştık. Kıbns’tan gelince ilginç de olmuştu: İngilizceyi rahat konuşan bir çocuktum ve Amasya’ya döndük, Amasya’da görülmemiş bir şey. Sınava tabi tuttular ama Kıbns’taki İngiliz Okulu çok disiplinli ve sıkı; bilgiler ve dil yönünden bir yere oturtamadılar. Annemi de ilginçtir, Merzifon’da, Fransızların açtığı bir misyoner okulunda okutuyor dedem. Dedem de Merzifon’da kadı. Kadıefendi de, tek Türk kızı olarak kızını o okula veriyor. Kadı dedem de son derecede uyanık bir adam, 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilmiş filan, “Kadı, kızını gavur etti” demişler. Ne ki, demiş ki, “Kızım Müslüman. Ona dini bilgiler vermeyin, ama bir dil öğrenmek, kültür öğrenmek, sizden istediğim bu.” Babam Çanakkale Savaşı’ndan İstanbul’a dönüyor, daha sonra Anadolu’ya geçiyor. O zamanın da etkin insanları, Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki arkadaşları. Muştaki Necati, Reşit Galip galiba, herhalde o da var. Onlarla ilgili de kız kardeşim bir çalışma yapıyor; ana tarafını ve baba tarafım inceliyor, çok değerli bir belgesel çıkıyor ortaya. En küçük dayım mesela Kars’a gitmiş, onun yaşamı; ondan bir büyük dayım, onun yaşamı da ilginç. Bu büyük dayım, ilahiyat okulunu bitiriyor, geliyor, o zaman işe başlayabilmesi için icazet alması gerekli; kadıdan icazet alabilmesi gerekli şer’i hükümlere göre. Kadıefendi dönüyor bakıyor, dünya değişiyor, “Ne,” diyor, “o kafandaki?” Çağdaş eğitim de başlamıştır. “Sen git,” diyor, “Hukuk Fakültesi’ni de bitir, ondan sonra gel.” Adam gidiyor, İstanbul’a, Hukuk Fakültesi’ni de bitiriyor ve icazet alıyor, Gümüşhacıköy’e, oranın hâkimliğine tayin ediliyor. Savaş da devam ediyor bir taraftan. Adamcağız, kalp hastası diye askere almıyorlar. Küçük dayım götürüyor onu: Trajik bir hikâye.
Anneme Fransızca öğreten okulu kapatmak babama düştü
Diyeceğim, dil meselesi oradan; annem orada beş-altı sene devam ediyor okula. Öte yandan babam, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra, ki Çanakkale’de ağır topçuymuş; oradan burnu kanamadan kurtuluyor nasılsa, İstanbul’a dönüyor. İstanbul’dan Anadolu’ya geçiyor. Amcam ise Cemil Sena. Felsefeci babam harita okuyor. Amcam da arkasından kaçıyor evden. Babama biraz altın falan vermişler evden. Halep İdadisi’nde okuduktan sonra İstanbul’a dönmüş, parası bitiyor, rehberliğe başlıyor. Turistlere ve “acem”lere, İstanbul’u gezdiriyor, Arapça ve Farsça bildiği için. Amcamı da Yüksek Muallim Mektebi’nde okutup Fransa’ya gönderiyor. Sonra 1928-1930 arasında birbirlerinden kopuyorlar. Komik ve trajik hikâyeyi araya kıstırayım. Dönünce babamı Maarif Müdürlüğü’ne atıyorlar, devri için çok önemli bir görev. Ama babamın aldığı ilk talimat ise, misyoner okullarını kapatmak. Ve ilk işi de Merzifon’daki annemin okuduğu misyoner okulunu kapatmak. Babam, hitabeti güdü, halkla ilişkileri iyi olan bir adam, eşraf karşılıyor Merzifon’da; öyle resimleri var ki, insanın aklı durur. Öyle kürsü mürsü yok, halkın ortasında nutuk atabilen bir adam; çok da seviliyor ve bekâr. Yaşı çok ilerlemiş, Darülfünun ve savaşlar... Ailesiyle buluşması da çok keyifli; amcam, babam, bir amcam daha var, bir de halamız, dört kardeş. Hepsini kaybettik şimdi, en uzun da amcam yaşadı, İstanbul’da. Hasan Âli (Yücel) ile çok samimiydi. Sanıyorum o masondu. Uzun zaman eğitimci olarak çalıştı ve pedagoji, felsefe kitaplan var. Sonuç olarak babam gelince, hemen “Evlendirelim,” diyorlar. O zaman okuma yazması olan da pek az. Esnaf çocuklan bile kemküm. Düşünüyorlar, kadı ölmüş ama büyük dayı sağ, çok oturmuş, kültürlü bir aile. Babamın yaşı oldukça “ileri” 30; annem de “evde kalmış kız”lardan biri, 21 yaşında, o zamana göre; tatlı hikâye. Görüşmek istemişler, görüşüyorlar; babam annemin Fransızcasına dikkat etmiş: Annemin Fransızcası daha iyi, babama nazaran; ayrıca çok alımlı bir kadın, olumlu bir hava esmiş. Yıl 1921. Yine bir hareketlenme oluyor, babamı yine askere alıyorlar, Samsun Sahil Koruma gibi. Ve ben orada doğuyorum. Yıl 1922. Diyeceğim, yaşamöyküsü bu. * Kentlere karışmış insanın serüveni, ama aynı zamanda toplumun tarihi? - Öyle. Soyağacı falan diye düşününce insan, bir akrabamız var, şimdi emekli başsavcılıktan, İzmir’de yaşıyor. Bize karşı büyük sempatisi var, Sinop’ta savcılık yaptı. Ana tarafından gitmiş, bizim için de alay konusu olurdu. Amcam, “Bizim tarikatımız Mevleviliktir” derdi. Babamla İstanbul’a gittiği zaman, Mevlevi dergâhları varmış, insan aç kaldığı zaman falan koruyorlar.
Dervişliği, Doğu edebiyatını babamdan öğrendik
Şimdi Galata kaldı galiba yalnızca, Galata Mevlevihanesi? - Evet. Hasan Ali de oradandır değil mi? Öyle anımsıyorum. - Sanıyorum. Babam kurallarını getirdi, dervişliği, kitaplarını, Doğu edebiyatını büyük ölçüde ondan öğrendik. Babanızın adı neydi? - Raşit. Sena mı yine? - Soyadı ile ilgili farklı bir durum var. Önce bir soyadı kargaşası başlamış iki tarafta da, bir türlü karar veremiyorlar. Cemil Sena o zaman Ongun diye bir soyadı almak istiyor; onu da babam beğenmemiş. Böylece ayrı soyadları oluşmuş. Sonra amcam, birbirlerinin takma adları var; mesela amcamın –Sena- adını babam koymuş, o da ona Sina adını; koymuş. Cemil Sena ve Raşit Sina. Sonradan Ongun soyadını amcam da beğenmedi, kaldırttılar. Erhan adını da ben koymuştum kardeşime, bu Vüs’at adı epey dert çıkarıyordu başıma. Güneş de benim koyduğum bir ad, takma adı kız kardeşimin, asıl adı Bilge.
DP’lilerin CHP’ye karşı “Husumet Andı”nı arkadaşım yazdı
Belki de bu kadar geniş bir kültür alanının, geniş bir coğrafyanın kapsanması sonucunda, sizin yazdıklarınızda, öykülerde ve romanlarda, fiziksel mekân bir nesne gibi, daha doğrusu neredeyse bir varlık olarak girmiyor öyküye: Dolaylı olarak var orada. Yazarın mekânın ya da yapının farkında olduğunu çok iyi algılayabiliyor insan ama oturup yapının bir cephesi, kütlesi betimlenmiyor, anlatılmıyor. Her zaman önemsenen oradaki toplumsal ilişki nedir, olayın kendisi nedir? Hatta neredeyse olay anlatılıp, arkasındaki bağlantılar ilintiler dolaylı olarak sezdiriliyor, anlaşılsın isteniyor. Ama bir tür atmosfer anlatısı bu. Oradan gelerek, biraz belki oyun gibi olacak ama ne dersiniz, mimarlar açısından önemli olabilir bu. Belki anlatınızdaki, sayıca 12-15, bazı kavramları versem size, örneğin, belki bir iki cümle ya da iki üç sözcükle, bu mekânların ve kavramların sizdeki karşılıklarını, imgelerini aktarır mısınız bize? Örneğin, “şehir kulübü”? - Olur tabii. Askerde epeyce kaldım ben, 12 sene, “askeri mahfel” deyimi de vardır. Her yerde böyle bir mekân yapmışlar. Biraz da steril oluyor, yüzeysel bir şey oluyor ama. Sivil kişiler ve mülki erkânı, bunların bir tür sosyal hareketliliğini aktarabilen, onlara öncülük yapabilen yerler. Balolar düzenleniyor bu tür yerlerde, oyunlar sahneleniyor. Mesela Erzincan’da bir hükümet konağını hatırlarım; orada böyle şeyler yapılırdı. Öncülüğünü babam yapardı; annemle ilk dansı yaparlardı. Onları anımsıyorum. Ama “şehir kulübü” mekânının o zamanla ilişkili bir imgesi var, hatta belki renk diye sorsam, koku diye sorsam; renk ve koku da verebilirsin çünkü okurken bunlar çıkıyor ortaya: Kasvetli, gri mekânlar... - Pek kasvetli değil de, yine “şehir kulübü” deyince bir örgütlenme var. O yörenin ileri gelenleri, ruhban sınıfı, esnaf, memur takımı (işte savası, idare amiri, şusu busu) orada örgütlenirler. Oralarda daha çok politika konuşulur. 1950’leri, 1946’lan anlattım ben daha çok: “Şehir kulübü” ilişkilerini, oluşumlarını, küçük çapta fabrikatörüydü, dişçisiydi, Halk Partisi’nin yıkılması için uğraşan grubu; Demokrat Parti’nin gelişmesi için çalışanları... O zaman Celal Bayar gençlere yöneliyor ve gençlere de sola doğru, gûya, yöneliyor. Bir arkadaşım, 1947’de ünlü “Husumet Andı” metinlerden birini kaleme alanlardan biriydi. Diyeceğim, “şehir kulübünün öyle simgesel bir yanı var ve birçok yerde de devam ettiriliyor galiba. “Şehir kulübü” böyle. Bir de “askeri mahfel". Onu da söyleyeyim. Başka var mı?
Nurullah Ataç sevdikleri hakkında yazmazdı
Çok... “Parti merkezi”, “vergi dairesi”, belki daha genel bir kavram olarak, “asker ocağı”? Belki “dispanser”, “sinema”? Bunlar kenti ya da kasabanın, toplumsal alışveriş olan kapalı mekânları. “Hükümet Konağı”, “Çiftlik Lokantasının çağrışımları neler? - Şöyle. Biz Harp Okulu’ndayken İkinci Meclis’in altındaki parka giderdik, orası açıktı, çok otururduk orada. Fakat ben Çiftliğe (Atatürk Orman Çiftliği) çok giderdim. Çiftliğin çok güzel bir bahçesi vardı, orada müzik yapılırdı, piyano, keman ve benzeri müzik eşlik ederdi. Gençken arada bahçede dans ediyorduk. Küçük lokantalar vardı ve o arada da Çiftlik Lokantası. Çiftlik Lokantası hem bir bina olarak ilginç bir yanı vardı, yemek salonu çok hoştu. Servisi iyiydi, Karpiç gibi özeldi: Yazarlar, gazeteciler, Can Yücel, pek çok yazar ve şair. Nurullah Ataç oraya gitmedi bir tek. Kızılay’da tavuk suyuna çorba yapan bir lokanta vardı. Onun bitişiğinde, bir kıraathanede otururdu Ataç. Biz orada buluşurduk. Keyifli görüşmelerimiz olurdu orada. Geçende ölen Ahmet Kabaklı bir şiir yazmış; bakın hemen anılar üşüşüyor insanın üstüne; bir gittiğimde dedi ki, “Ben Ahmet Muhip’i severim, ama bundan daha iyisini yazamazdı. ” Müthiş bir belleği vardı; çok güzel bir şiirdi, şimdi adını hatırlamıyorum, ezbere okudu. “Oktay Akbal’la tanışıyor musun?” dedi. “Hayır,” dedim. “Evine gidelim,” dedi, “orada tanışırsınız.” Yolda, Ahmet Kabaklı şiirini tekrar tekrar okuyor. Kiminle karşılaştık, Suut Kemal’di (Yetkin) herhalde, böyle üst düzeyde bürokrat havası taşıyan bir adamdı. Hemen durdurdu onu. Zaten ilk tanıştığı kişiye sorduğu sorulardan biri şuydu: “Ben dinsizim. Sizin bir dininiz var mı?” Böyle bir soru, şaşkına döndürürdü insanları. Nefis bir adamdı, çok şey öğrendim ondan. Neyse, yolda giderken durdurdu adamı. “Sana bir şiir okuyayım, anlamazsın ama,” dedi. Çok güzel okudu şiiri. “Nasıl buldun şiiri?” “Eh,” dedi adam. “Söylemiştim anlamazsın diye,” dedi. “Hadi güle güle.” Adamı sepetledi, biz yolumuza devam ettik. Nerede oturuyordu Oktay? Yine Kızılay'ın ortasında, Saraçoğlu Mahallesi’nin oralarda küçük bir sokakta, küçük bir bodrum katında oturuyordu. O zamanlar herhalde Tercüme Bürosu’nda mı çalışıyordu? Öyle olsa gerek. Gittik. Pazar günü müydü üstelik, çamaşırları asm��şlar. Karısı toplayıverdi, ama çok yakın oldukları için habersiz gidilebilen bir kişi. “Bak,” dedi, “işte, benim için bu da bir edebiyatçı." O zamanlar birkaç öyküm çıkmıştı, fazla yoktu. Ataç’ın bir huyu vardı, sevdikleri hakkında yazı yazmak istemezdi. Tuhaf bir şeydi. Bana kızıyordu: “Boğuyorsun adamı, ne biçim öyküler bunlar?” Bazıları çok isterdi, apaçık bir şey yazmasını, çünkü o yazdığında, kıyamet kopuyordu. Oktay o sırada bir öykü yayınlamış, onun ağzından bir şey duymak istiyor. Ataç’ın çok kızdığı şeylerden biri; “Aziz büyüğüm, üstadım,” filan gibi adlandırmalardı. Karısını kaybetmişti, onun yüzüğünü de kendisininkiyle üst üste takıyordu; çok çabuk âşık olurdu; kısacası çok hoş bir adamdı. Oktay dayanamadı, “Kızmayın ama nasıl buldunuz?” dedi. “Sen öykünü bırak,” dedi Oktay’a, “benim yazılarımı okuyorsun, değil mi?” “Okuyorum.” Son Ulus gazetesindeki “Kezban’a Mektuplar” mıydı, o başlık altında yazdığı yazılardan birini, böyle başını kaldırdı, oldukça uzundu. Tamamını ezbere okudu. Ondan sonra da döndü, “Ben böyle çalışıyorum, böyle yazıyorum” dedi. Zorlu bir gösteri yaptı. Ataç genç öldü, üremiden. Bursa’ya bir edebiyat günleri gezisi yaptık. Bursa milletvekilinin eşi Faliha Hanım düzenlemiş ve pek çok ilden yazar ve şairi Bursa’da toplamış. Bizi orada ağırladılar. Müthiş bir sofra hazırlanmış Çelik Palas’ta. Ataç’ın yanında, Faliha Hanım, onun yanında ben oturuyorum. Attilâ İlhan’ın “Pia” şiirini seviyor, hoş bir hanım. Karşı tarafta da, İstanbul’dan özellikle Doğu edebiyatını bildiğini sananları da çağırmışlar. Onlar da bu edebiyat toplantısında, işçi gruplan falan da vardı. Ataç’ı küçümsüyorlar. Dinledi herkesi. “Efendiler, siz Şeyh Galip’i biliyor musunuz?” Tuttu ezbere Şeyh Galip’i okudu herkese, bunlar sus pus, tabii. Nurullah Ataç hep şiirler okuyor, oradan bir de bana laf atıyor. Derken bir de baktım, Ataç, Faliha Hanım’a tutuldu. Orhan Veli, Orhan Peker, Oğuz Atay, Salim Şengil, Nezihe Meriç, Yakup Kadri, hep gazete ve dergi çevrelerinde, yazar ve sanatçı çevrelerinde tanıdığım insanlardan bazıları. Peki, Ankara’da sürekli eskiden beri kullandığınız, aranızda duygusal bir bağ olan bir çevre, yer ya da yapı var mı? Yani arada bir uğrayıp, “Ne oldu burası?” diye sorduğunuz bir yer? - Vallahi içim kaldırmıyor. Zaten biraz tedirginimdir, kolay ilişki kuramam. Mesela, ne bileyim, herkes “Kürdün Meyhanesi” der, ben Kürdün Meyhanesi’ne girmedim. Buna karşılık “Gardiyanın Meyhanesi” diye bir yer vardı, Oğuz Atay geldi mi onunla giderdik, Ulus’ta. Ama İstanbul meyhanelerine taş çıkartacak küçücük bir yerdi orası. Çok keyifli mezeler verir, tek sıra masa dizerdi. Hükümet Konağı civarında mı? - Arka taraflarda, Hacıbayram’ın arkasında. Orayı hâlâ merak ederim. Sonra sahibi adamcağız öldükten sonra Kızılay’da bir yer açtılar, ama sevmedim orayı. Bol bol Tavukçuya giderdik, eskisine ama salaş Tavukçu’ya. O zaman sobalı. Ahşap parkeleri gazyağı ile temizlenen ve talaş serilen? - Evet. Hep hamsi üzerine giderdik Daha doğrusu ben elma ile rakı içerdim. Sonra bir şeyler yerdik. Oraya kadınları ben soktum ilk kez. Şimdi sahibi pastaneler zinciri de açtı. Karpiç’e, Baba Karpiç zamanında çok giderdim. Çok acemiydik ilk gidişimizde. Önemli bir yerdi, biz de çekiniyorduk Girdik kapıdan, Baba Karpiç hemen anladı acemiliğimizi, “Buyrun beytiğim,” deyip davet etti, şef garsona işar eder falan. Liste geldi ama yemeklerin çoğunu bilmiyoruz, Ankara Tava filan gibiler dışında bilmediğimiz isimler. Bir de tereyağ gelmiş, duruyor, biz komşu masalara bakıyoruz nasıl yeniyor diye. “Gene gelin,” dedi Baba Karpiç. “Sık gelin.”
İlk opera deneyimimde gülme tuttu, kovulmadan salondan ayrıldık
Bir tür kentsel görgülerime süreci yani? - Evet. Benim müzikle ilk temasım da çok hoştur. Ankara’ya ilk gelişimizde bir operaya gidişimiz vardır. Madam Butterfly. Taşrada olmayan bir şey. Gittik. O zamanlar henüz Opera binası bitmiş değil. Küçük Tiyatro kullanılıyor. Girdik oturduk. Bir süre geçti, finale doğru yaklaşıyoruz. Harakiri yapılacak, yapü. Ama bir uzun tirad, arya var. Bizi büyük bir sinir aldı, gülme krizi tuttu. “Bizi kovacaklar,” dedim, çıktık. İlk deneyim bu oldu. Ama ondan sonra sürdürdüm ben. Dün anlattıklarınız mimari, çevre, yapı açısından olduğu kadar, toplumsal açıdan da çarpıcıydı. Kentin bu çeperinde, planlı yerleşim ile kaçak ya da yasadışı yerleşim arasında kalan bu sınır çizgisinde olup bitenler, iki “karşıt” grup aynı mekânı ya da sınırı paylaşıyor, ama aynı zamanda birbirine dayanan iki “karşıt” grup bunlar. Dolayısıyla “karşıt” değil, birbirinin olmazsa olmaz parçası bu toplumsal gruplar. Nasıl bir kentte, nasıl bir çevrede, kimlerle birlikte yaşıyoruz? Onunla mı bitirelim acaba? - Hay hay. Şimdi, burası işlikten çok bir sığmak olarak var. “Küçük ev” diye bir ad taktık, kolaylık olsun diye. İlk geldiğim zamanlar yadırgadılar. Böyle bir amca geliyor, garip biri. Onu anlatmadım, bir kapıcımız vardı, onun bir kızı var, ama ne kadar tatlı bir şey. Hatta, İletişim’de Ümit Kıvanç vardır, bana gelmişti Fatih Özgüven’le birlikte. Bana uğruyor camdan, bu kızda beklemeyeceğiniz ölçüde bir güzellik. Ümit böyle hayranlıkla bakakaldı, “Nasıl bir çocuk bu yahu? Nerden buldun bunu?” diyor. Burada, diyorum, o beni buluyor, arada bir geliyor, böyle iki satır konuşuyoruz: Kuşlardan, börtü böcekten; özellikle kuş merakı vardı, babası da kuş aldı ona. Neyse, bu ilk tanışmalarda çocuklar daha ilgi kurmamışlardı, sığınak, gecekondulara bakıyor. Gecekondu çocuklan, buradaki yaşam tarzını görüyor: Onlarla arkadaşlık kurmak istiyorlar, aileleri istemiyor. Tabii çocuk bahçesi gibi bir şey var, onlar istifade edemiyorlar, bir hınç. Şimdi bir de buraya böyle bir adam geldi; burada bir sığmakta, kapıcı dairesinde oturuyor, yazı yazıyor filan. Garip bir adam daha çıktı. Şimdi onların öfkesi, bütün buraya yayılabiliyor, daha ileriye müsaade edilmiyor. Bir de şurada ara bir yer var, oraya sokulup sigara içiyorlar falan. Daha ziyade bir gürültü kaynağı olmaya başladı; hem de arka bahçeye molozlar atılıyor filan. Öyle olunca pencerelere sineklik yaptırdım. Bir gün geldim baktım, sigara söndürülerek teller delik deşik edilmiş. Nasıl yapayım, kapıcıyı çağırdım, “Bunu yenilet, yeniden yaptır,” dedi. Sonra aklıma geldi, plastik tülden değil de dayanıklı bir şey yapmak lazım, ne yapalım? “Tel al, dedi, teli kolay kolay yakamazlar.” Dostluk kuruyorum onlarla. Burada oynuyorlar, gürültü yapıyorlar falan, göz yumuyorum onlara ama arada bir “Çocuklar evlatlar, ben burada çalışıyorum, ne olur fazla gürültü etmeyin. Öbür tarafta arkadaşlarınız  var, çocuk bahçesi var, oraya...” diyorum “Bizi almıyorlar,” diyorlar. Bisikletleri var, bisiklete biniyorlar, vermiyorlar, bir çekişme aralarında. Ayrıca zarar verme, buraya gelip arka bahçeye çişlerini filan yapmalar. Hınç... Şimdi o hadisenin tekrar edeceğinden endişe ettiğim için çocuklar bir araya toplandıklarında, “Merhaba çocuklar,” dedim. İçlerinden biraz daha uyanıkça gördüğüm birine, “Bak yavrum. Ben buraya sizler için değil, sinek teli yaptım, yakılmış tel. Yine böyle bir şey olur, yangın çıkar, size de zararı dokunur. Bunu yapan var, kim? Tanıyor musunuz?” dedim. “Tanıyoruz,” dedi birisi. Kim, nerede, filan. Tarif etti evini. Esrar mesrar da içiyorlar... Sigara içiyor musunuz? İçiyoruz, O tarif üzerine kalktım, bu gecekondu mahallesini göreyim ben. Gerçi tanımadığım şey değil. Burhaniye’de yaşadım ki, aman Allah, köyden bozma bir yer. Güneydoğu’da Siirt, çok geri bir zamanda gitmiştim, su içemiyorduk, tifo tehlikesi, bütün gün çayla dayanıyorduk. Yani görmediğim şeyler değil bunlar. Ama Ankara’nın göbeğinde, bütün bu vadi dolu. Müthiş bir nüfus dolu; bu olayı da bahane ederek, ben de sora sora evi buldum. Evde pencere camı yok; naylon, çul, çaput. Kapı uyduruk, bir yerden bulmuşlar. Tuğlalardan, sıvasız, basit bir yer. Çok kötü. Çaldım kapısını, yaşlıca bir kadıncağız çıktı. Önce polis sandı, korktu, filân. Korkmayın, dedim, sığınakta, kapıcı dairesinde oturuyorum. Nasıl oluyor yani, diye düşünüyor; bir “beyefendi” geliyor, kapıcı dairesinde oturduğunu söylüyor. İnandırıcı gelmedi ona ama. Oğlunuz var mı? Var. İşi var mı? Yok. Sağda solda sürtüyor. “Ben, dedi, büyükannesiyim.” Ve olayı anlattım ben, “Oğlunuz yapıyormuş, çocuklar söylediler. Söyleyin, yapmasın...” Kadın ağlamaya başladı. Ben de çok üzüldüm. Ama olay kesildi. * Kent böyle dönüşüyor tabii… Mimarlık sadece yeni binaları yapmak, yeni sokakları kurmak, taşını-kaplamasını döşemek, ağacını dikmek değil; eskiyle de birlikte var olmak, birlikte, bir arada yaşamayı öğrenmek… - Evet ama yeni ve koskoca binalar yapılıyor, altyapısı düşünülmüyor. Bu çok büyük bir eksiklik. (Ali Cengiz Kan / Haziran 2006 / Kitap-lık)
2 notes · View notes
haytaogluyunus · 2 months
Text
Tumblr media
ANMA:
BUGÜN 26 ŞUBAT(1994)
OSMANCIK, KÜÇÜK AĞA, ROMANLARIN YAZARI
TARIK BUĞRA'NIN ÖLÜM YIL DÖNÜMÜ.
HAYATIMDA ESERLERİ İLE ÖNEMLİ YERİ OLAN BÜYÜK EDEBİYATÇI YAZAR TARIK BUĞRA'YI RAHMETLE ANIYORUM.
ESERLERİNİN TÜRK OKUNMASI DİLEĞİ İLE..
TARIK BUĞRA 1918'de Akşehir'de doğdu. Babası, Akşehir'de Ağır Ceza Reisi olarak bulunan Erzurumlu Mehmet Nazım Bey, annesi Akşehir Nazike Hanım idi. Çocukluğunun geçtiği Akşehir de , sanat yaşamına nüfuz etti ve eserlerinin çoğunda mekân olarak bu şehri tercih etti.
İlk ve ortaokulu Akşehir'de okudu. Ortaokulda Rıfkı Melül Meriç'in öğrenicisi oldu. 1933’de ortaokulu bitirdikten sonra yatılı öğrenci olarak İstanbul Lisesi'ne devam etti. İstanbul Lisesi’nde Hakkı Süha Gezgin'in, Pertev Naili Boratav'ın öğrencisi oldu. Yazar olmaya onuncu sınıfta karar verdi. “Tarık Nazım” takma ismiyle hikâye ve şiirler yazmaya başladı. Okulun yatılı kısmı kapanınca Konya Lisesi'ne geçti ve 1936'da mezun oldu.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde iki yıl okuduktan sonra Hukuk Fakültesi'ne geçti.bir Parasızlık nedeniyle zor bir öğrencilik dönemi geçirdi ve üç yıl sonra mezun olamadan bu okuldan da ayrıldı.
1942-1945 yılları arasındaki üç yıllık askerlik görevi sırasında devlet memurlarının bıyıklarını kesme kuralını ihlal ettiği için on bir sürgün yaşadı. İlk piyeslerini ve ilk romanını askerliği sırasında yazdı. İlk eseri, “Akümülatörlü Radyo” adlı piyes idi. Şehir Tiyatroları tarafından eser çevrilince onu roman haline getirmiş; böylece ilk romanı “Yalnızlar” ortaya çıkmıştı.
Askerliği bittikten sonra İstanbul'a döndü ve 1947'de Edebiyat Fakültesi'ne kaydoldu. Burada Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan'ın öğrencisi oldu. Bir yandan da Şişli Terakki Lisesi'nde muallim muavinliğinde bulundu. 1948'de yazdığı “Oğlumuz” adlı hikâyesi Cumhuriyet gazetesinin açtığı yarışmada ikincilik ödülüne layık görüldü. Bu ödül ona edebiyat ve basın dünyasının kapılarını araladı. 1949'da ilk kitabı olan ve içinde 13 öykü bulunan “Oğlumuz”'u yayımladı. Çınaraltı dergisini çıkaran Yusuf Ziya Ortaç, kendisine dergiye katılmasını, “Sanat Hareketleri” başlıklı sütunda her hafta bir öykü yazmasını önerdi Dergiye gönderdiği ilk hikâye, “Havuçlu Pilav Meselesi” başlıklı hikâyesi oldu. Basın dünyasından da iş teklifleri alan yazar, bu teklifler sayesinde basın hayatına atılmak için cesaret buldu ve Edebiyat Fakültesi’nden mezuniyet tezini vermeden ayrıldı.
1949-1952 arasında babası ile birlikte Akşehir’de babası Erzurumlu Mehmet Nâzım Bey’le birlikte “Nasreddin Hoca” gazetesini çıkardı. 1950'de Jale Baysal ile evlendi, on sekiz yıl sonra boşanma ile sonlanan bu evlilikten 1951’de kızları Ayşe dünyaya geldi. 1952'de babasını kaybeden Buğra, gazeteyi elden çıkardı ve İstanbul'a döndü. Aynı yıl, ikinci hikâye kitabı “Yarın Diye Bir Şey Yoktur” yayımlandı.
1952-1956 arasında Milliyet Vatan, Yeni İstanbul gibi gazetelerde edebiyat tenkitleri ve denemeler yazdı. Gazeteciliğinin bu ilk yıllarında Abdi İpekçi, Reşat Ekrem Koçu ve Peyami Safa ile çalışma imkanı bulduğu bilinmektedir. Bu arada üçüncü öykü kitabı İki Uyku Arasında (1954)'yı yayımlayan Buğra, 1955'te Siyah Kehribar ile romana geçti. Dönemin faşist İtalya'sında geçen romanın pek çok eleştirmen tarafından hoş görülmedi ve yazar bir bekleme dönemine girerek uzun süre tekrar roman yayımlamadı.
Gazetecilik yaşamı 1956-1957 yıllarında Vatan ve Yenigün gazetelerinde yayın müdürlüğü yaparak devam etti. 1958'de Milliyet Gazetesi spor sayfası sorumluluğu yapan Buğra, aynı yıl Tercüman ve Yeni İstanbul gazetelerinde de yazarlık görevini sürdürdü. 1959'da önce Tercüman'ın, ardından Yeni İstanbul'un, ardından “Türkiye Spor” isimli günlük spor gazetesinin yayın müdürlüğünü yaptı. 1962 yılında “Yol” adlı haftalık derginin yayın müdürlüğünü yaptı. Bu arada Kurtuluş Savaşı’nı konu edinen Küçük Ağa romanını hazırladı.
Ankara'da Milli Kütüphane önündeki Tarık Buğra heykeli
Küçük Ağa 1963 yılında Yeni İstanbul'da tefrika edildi ve 1964'te kitap olarak yayımlandı. Çok olumlu tepkiler alan roman, Mehmet Kaplan tarafından mezuniyet tezi olarak kabul edilmiş ve böylece yazar, Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsü'nden diploma almıştır. Küçük Ağa'nın ardından Buğra dördüncü öykü kitabı Hikâyeler (1964)'i, Küçük Ağa'nın devamı olan “Küçük Ağa Ankara'da” (1967)'yı ve ardından "Komik-i şehir” Naşit'in hayatından yola çıkarak yazdığı İbiş'in Rüyası(1970)'nı yayımladı. İbiş'in Rüyası, 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması'nda başarı ödülüne değer bulundu.
Buğra, 1970-1976 arasında Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı ve sanat sayfaları düzenleme işini sürdürdü. 1976'da Tercüman Gazetesi]]'ndeki işinden ayrıldı ve zamanını bütünüyle edebiyata verdi. Firavun İmanı (1976), Dönemeçte' (1978), Gençliğim Eyvah (1979), Yağmur Beklerken (1981) adlı dönem romanlarını yayımladı. Bu romanlarda Cumnuriyet'in çeşitli evrelerini, demokrasiye geçiş sürecindeki çalkantıları konu edindi. Devlet Tiyatroları'nda Edebi Kurul Başkanlığı'nda Edebi Kurul üyeliği yaptı. 8 Eylül 1977'de hikâye yazarı Hatice Bilen ile ikinci evliliğini yaptı.
Yazarın Ayakta Durmak İstiyorum (1966) ve Üç Oyun (1981) adlarıyla kitaplaştırdığı piyeslerinin hemen hepsi sahnelendi, romanları TV dizisi haline getirildi. Fıkralarından seçmeleri Gençlik Türküsü (1964), gezi notlarını Gagaringrad (1962), dil ve edebiyat üzerine yazılarını Düşman Kazanmak Sanatı (1979), denemelerini Bu Çağın Adı (1979) başlıklarıyla yayımladı. Yazarın ayrıca Sakıp Sabancı'nın hayatını anlattığı “Patron” isimli bir piyesi, yarım bıraktığı “Mimar Sinan” senaryosu ile Mehmed Akif'in hayatını ele aldığı bir romanı da mevcuttur.
Buğra Osmanlı İmparatorluğu'nun kuruluş yıllarını anlattığı Osmancık'la (1985) Milli Kültür Vakfı Edebiyat Armağanı’nı, “Yağmur Beklerken” romanı 1989 Türkiye İş Bankası Büyük Ödülü'nü aldı. 1991'de Devlet Sanatçısı unvanını aldı.
1993'teki ani rahatsızlığının ardından kanser teşhisi konan Buğra, tedavi gördüğü Çapa Tıp Fakültesi Hastanesi'nde 26 Şubat 1994'te hayatını kaybetti. Cenazesi Karacaahmet Mezarlığı'na defnedildi.
1999-2000 öğrenim döneminde İstanbul'un Pendik ilçesinde açılan bir liseye “Tarık Buğra” adı verilmiş;2002’de Akşehir merkez Ortaokulu’nun adı "Akşehir Tarık Buğra İlköğretim okulu" olarak değiştirilmiş ve 2004 yılında Akşehir'e bir Tarık Buğra heykeli dikilmiştir. Ayrıca Ankara’da Milli Kütüphane önünde bir heykeli bulunur.
Eserleri
Hikâye
Oğlumuz (1949)
Yarın Diye Bir Şey Yoktur (1952)
İki Uyku Arasında (1954)
Hikâyeler (1964, yeni ilavelerle 1969)
Tiyatro
Ayakta Durmak İstiyorum
Akümülatörlü Radyo
Yüzlerce Çiçek Birden Açtı – 1979)
Gezi Yazıları
Gagaringrad (Moskova Notları) (1962)
Fıkra ve Deneme
Gençlik Türküsü (1964)
Düşman Kazanmak Sanatı (1979)
Politika Dışı (1992).
Bu Çağın Adı (1990)
Roman[değiştir
Siyah Kehribar (1955)
Küçük Ağa (1954)
Küçük Ağa Ankara da (1966)
İbiş'in Rüyası (1970)
Firavun İmanı (1976)
Gençliğim Eyvah (1979)
Dönemeçte (1980)[6]
Yalnızlar (1981)
Yağmur Beklerken (1981)
Osmancık (1973)
Dünyanın En Pis Sokağı (1989)
Senaryo ve oyunu
Sıfırdan Doruğa-Patron (1994)
0 notes
emretekinresmi · 3 years
Text
Babanın ölüm fermanını imzalayan meclisin kuruluşunu "bayram" diye sana armağan etmişler çocuk..
İskilipli Atıf Hoca'nın minik yavrusu Melahat!
Zemherî kış gecesi ayazında kapınızı tekmeleyip seni babasız gecelerin zifirîliğine terkeden cellatlar, babanın idam sehpasını sana "bayram" diye armağan etmişler Melahat..
Kemahlı İbrahim Hakkı'nın körpecik meleği minik Afife.. Babanın pâk bedenini taze mezarından senin o buğulu ceylan gözlerinin önünde çıkarıp darağacında sallandıranlar..
Babanın taziye çadırındaki annenin ağıtlarını "bayram" diye sana armağan etmişler Afifecik..
Ali Efendi'nin henüz 4 yaşında, ağzı süt kokan minik kuzusu Ahmed Gemci!
Asaletle dalgalanan sarığını yılışık simsarların önünde çıkarmadı diye yiğit babanın boynuna idam halatını geçirirlerken..
Arşı titreten o zulmü izleyen sessiz kalabalığın arasında, babanın nefessiz kalarak boğuluşunu kaskatı kesilmiş küçücük kalbinle sana izleten babanın katilleri..
Baban gözlerinin önünde boğularak ölürken, serçe yavrusu gibi çırpınan o minicik kalbinin sızısını, babanı kurtarmaya yetişemeyen o küçücük kollarının yarasını "bayram" niyetine sana armağan etmişler Ahmedcik..
Bayram dediler bugün.. Çocuk bayramı mı?
Çocuk ağıtlarının, yetim feryad figanların üstünde yükselen sevinçler bayram; öyle mi?
Yavrucak gözyaşlarının, babasız iniltilerinin üstüne kurulmuş şölenler, matemlerin üstüne basa basa çıkan tezahüratlar bayram; öyle mi?
Ben sadece yas ve taziye sesleri duyuyorum, sevinç çığırtkanlıklarının ardında yalnızca matem ağıtları işitiyorum..
Siz çocukların acılarının üstüne 'çocuklara' şenlikler tertip etmeye devam edin..
Minik Ahmetciklerin, körpecik Afifeciklerin, ceylan yavrusu Melahatların bağrına saplanan sancıların üstüne 'çocuklar için' kadeh tokuşturmaya devam edin!
Ayşe Merve Yönet
34 notes · View notes
nesrin-c · 3 years
Text
68 kuşağı bir destan’dır...
1971 darbesinde Sansaryan Han’daki işkenceler sırasında polisler önemli bir
delil buldu; devrimcilerin hemen çoğunda aynı tip mavi ya da kırmızı külot
vardı.
Sordular; “bu donların anlamı ne; mavi ile kırmızının farkı ne; bunlar THKO’nun
rütbeleri mi?”
İşkencedeki sporcu gençler gülmemek için kendini zor tuttu, “bunlar” dediler;
“ODTÜ Spor Kulübü’nün donları!”
Futbolu severlerdi kuşkusuz…
Devrimci Öğrenciler Birliği’nin tümü Beşiktaşlı’ydı. Çarşı’nın devrimciliği
nereden geliyor sanıyorsunuz?
68’lilerden futbol takımı kurulsa Deniz Gezmiş ilk 11’e mutlaka alınırdı.
Deniz’in ayrılmaz parçası Cihan Alptekin de…
Mahir Çayan ise kesin teknik direktör; çok sevdiği futboldan iki bacağına takılan
platin çubukları nedeniyle erkenden koptu.
Deniz Gezmiş sahada kesin hakemi kandırmaya çalışırdı. Onun mizahçı yönü
bilenmeden Deniz Gezmiş portresi yazılabilir mi? Beyaz at üstünde ODTÜ yurdunda
kız arkadaşına serenat yapan bir romantikti o. İdam edildiğinde henüz 25 yaşındaydı.
Aşkı da yaşadılar doyasıya…
Sevgilisini son bir kez daha görmek için saklandığı evden çıkan ODTÜ’lü Koray
Doğan, sırtından yediği polis kurşunuyla sevgilisinin evinin önünde can verdi.
O da 25 yaşındaydı.
O kuşak 1 kişiyi bile öldürmedi; ama tam 43 can verdiler.
Oysa…
Okul koridorlarında gazoz kapağıyla futbol oynayan bir kuşaktı onlar.
Sanmayın ki fasulyesine poker ya da blöflü pişti oynamadılar?
Sanmayın ki kolalı votka içmediler? Ya da rakı?
Emel Sayın konserine gitmediklerini mi düşünüyorsunuz?
Muhammed Ali, Joe Frazier’e yenildiğinde üzülmediklerini mi sanıyorsunuz?
Ya da hiç küfür etmediklerini mi? En güzelini de bir ağız dolusuyla Deniz Gezmiş
ederdi. Ve yine Deniz Gezmiş her fırsatta en sevdiği türküyü söylemez miydi: “Ne
ağlarsın benim zülfü siyahım/ Bu da gelir bu da geçer ağlama/ Göklere erişti
feryadım ahım/Bu da gelir bu da geçer ağlama…”
68 Kuşağı...
Arkadaşım dert yandı:
“Oğluma yatarken hikaye yerine bazı biyografiler anlatıyorum. Picasso, Maradona,
Beethoven, Che, John Lennon, Marilyn Monroe gibi.
Geçen hafta nereden duydu ise Fransız İhtilali’ni anlatmamı istedi?
Anlattım. Ama anlatırken korktum! Aklıma Adnan Cemgil ve oğlu Sinan geldi.
Korktum.”
Adnan- Nazife Cemgil çifti öğretmendi. 1940’lar başında DTCF’deki üniversite
mücadelesinin önde gelen aydınlarıydılar.
Adnan Cemgil işsiz kaldı; hapis yattı, sürgüne yollandı.
Oğulları Sinan Cemgil o zorlu yıllarda 1944’te doğdu.
Sinan Cemgil meraklıydı; babasına-annesine hep sorular sordu. Onlar da
oğullarının anlayacağı bir dille anlattılar.
Nitelikli bir kültür ortamında yetişen Sinan çok başarılı öğrenci oldu.
İngilizce, Fransızca , İspanyolca, İtalyanca öğrendi. Arkadaşlarına Dante’den
İtalyanca dizeler okurdu.
Ünlü Amerikalı artist Clark Gable’nin taklidini yapıp herkesi güldürecek kadar
espriliydi.
ODTÜ Mimarlık’ta öğrenci iken devrimci mücadeleye katıldı. Teorik derinliğiyle
öğrenci liderlerinden oldu.
ODTÜ’de “Hoca” deme adetini Sinan Cemgil başlattı. “Hoca” derlerdi arkadaşları
bilgisinden ötürü
Köylüleri, toprak ağalarına karşı ayaklandırmak amacıyla gittiği Nurhak
Dağları’nda Jandarma tarafından öldürüldü. Sırt çantasından 4 kitap, bir de kuru
soğan çıktı. Yirmi yedi yaşındaydı.
Bir yaşındaki oğluna, 21 yaşında öldürülen arkadaşı Taylan Özgür’ün adını
vermişti.
Oğlunun cesedini almaya giden anne Nazife Cemgil, tabut başındaki meraklı
köylülere seslendi: "Bu oğlum Sinan. Bunlar da onun arkadaşları (Kadir Manga ve
Alpaslan Özdoğan), kardeşleri. Onlar da oğullarım. Bu çocuklar, bu oğullar;
ülkeyi, halkı, sizleri sevdiler. Başka bir istekleri yoktu. Her biri birer
dehaydı. Her biri üstün zekalı güzel çocuklardı. Dileselerdi, düzenin adamları
olsalardı, şimdi burada cansız yatmazlardı. Birer milyoner olurlardı. Ama onlar,
halkı, sizleri sevdiler. Sizin sorunlarınızı omuzladılar."
Arkadaşım yakın tarihin bu acı olaylarını bilen biri.
Üniversite öğrencilerine son yapılanlar arkadaşımı da korkutmuştu; nedeni biricik oğluydu.
Oğlunun Sinan Cemgil’le aynı kaderi paylaşmasından korktu ve tarihsel gerçekleri
anlatıp anlatmama kararsızlığına düştü.
Ona Edip Cansever’in şirini okudum:
“Utancı bilerek yaşamak korkunç/ Daha korkuncu da var: utancı bilerekten
yaşatmak…”
ŞAİRDİLER..
Size 68’lileri anlatmalıyım:
Mahir Çayan’ın şair olduğunu bilir misiniz; “Güneşi batmayan bir ada/Ben ne
şuralıyım, ne buralıyım/Adalıyım… Adalıyım.”
Eşi Gülten Çayan atletti; 400 metrede milli takım seviyesinde bir koşucuydu.
Yakın arkadaşı erkekler 400 metre koşan atlet ise bugünün tanınmış gazetecisi
Osman Saffet Arolat’tı.
Hüseyin Cevahir edebiyat eleştirmenliğine Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde
başladı. Şiir de yazdı. Tunceli Alevi Dedesi torunu Hüseyin Cevahir,
Rolling Stones dinlemeyi de çok severdi. SBF’nin en çalışkan öğrencisiydi;
“devrimci başarılı olmalıdır” diyordu hep arkadaşlarına.
Dürbünlü silahla hedef alınarak öldürüldüğünde 26 yaşındaydı.
SBF’nin efsanevi hocalarından Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya, derslerinden hep tam
not alan Cihan Alptekin’i yakından tanımak için evine davet etti. “Laz uşağı”
Cihan yaşasaydı belki önemli anayasa profesörlerinden biri olacaktı.
Öldürüldüğünde 25 yaşındaydı.
Tunceli’de yakalanıp işkenceyle öldürülen İbrahim Kaypakkaya’nın elinden;
Varlık, Papirüs, Soyut, Türk Dili gibi edebiyat dergileri düşmezdi.
Türk dilinin yapısını, sözcük hazinesini, şiirdeki gücünü ve müzikalitesini
araştıran şair Kaypakkaya öldürüldüğünde sadece 24 yaşındaydı.
DİLLERİNDEKİ ŞARKI; IMAGINE
Delikanlıydılar. İdealisttiler. Devrimciydiler.
Bozulmamış saf bir kuşaktı onlar.
Kızıldere’de katledilen Kazım Özüdoğru gibi, “halka inmeyi” ayakkabı boyacılığı
yapmak sanıyorlardı. İşten atılan Çorumlu belediye işçileri için yürüdüler.
Kürtler için de yürüdüler; Kürtçe slogan atıp, Kürtçe şiirler okudular.
Varto Depremi nedeniyle kan bağışı kampanyası düzenlediler. Azgın Zap Suyu’na köprü inşa ettiler.
Pancar, tütün, fındık, haşhaş mitingleri yaptılar. Tam bağımsızlık için “Mustafa
Kemal Yürüyüşü” düzenleyip Samsun’dan Ankara’ya yürüdüler. Atatürk heykelleri
tahrip edilmesin diye geceler boyu nöbet tuttular.
68’li kızlar da vardı bu eylemlerde; hem de mini etekleriyle.
Hippiler yok muydu? “Özel okullara hayır” yürüyüşünde, uzun saçlı genç
üniversiteli, sarışın kız arkadaşıyla hem sarmaş dolaş yürüyor hem de slogan
atıyordu. O hippi; Kızıldere katliamından tek sağ kurtulan Ertuğrul Kürkçü’ydü.
Hayalleri vardı; dillerinde ise John Lennon’un “Imagine” şarkısı...
SBF’NİN DANS PARTİLERİ..
Mahkemedeki savunmaları sırasında, Mevlana resmi çizip altına
“Ben İnsanım” yazıp, hakime gönderecek kadar bu ülke değerlerine inanan bir kuşaktı.
Resimden, edebiyattan gelmişlerdi.
Ellerinden kitap düşmedi hiç. Nice yazarlar çıkarmaları boşuna değil. ODTÜ
İnşaat’tan “Balık Memet” yani yazar Mehmet Eroğlu’nu okumayanınız var mı?
Dans da ettiler: SBF yatılı öğrencilerinin Salı ve Cuma akşamları 18.45-20.00
arası dans partileri vardı.
Carmina Burana’nın Türkiye’deki ilk bale gösteriminde harikalar yaratan balet
Aydın Erol unutulabilir mi? Ya da; onca işkenceye rağmen cezaevinin soğuk
koğuşunda bale yapan 20 yaşındaki balerin kız Ayşe Emel Mestçi?
Anadolu türkülerini, Dadaloğlu’ndan Aşık Veysel’e şehre getiren 68’liler değil
mi?
Tiyatro da yaptılar; Uluslararası Üniversite Tiyatroları Festivali’nde üçüncü
oldular.
FKF ilk başkanı İzzet Polat Ararat’ın DTCF tiyatro bölümü öğrencisi olması tesadüf mü?
ODTÜ Sosyalist Kültür Kulübü üyeleri Ali Artun ve Yılmaz Aysan’ın bugünün
tanınmış sanat galerisi Nev’in sahipleri olması, o dönem birikiminin ürünü değil
mi?
Dağcılık kulüplerini üniversitelerde ilk kimler kurdu sanıyorsunuz? Türkiye’de
bu sporun gelişiminde 68’li Fikret Gürbüz, Tuncer Gürdil, Uçmaz Sungur, Sönmez
Targan ve nicelerinin katkıları unutulabilir mi?
Ardı ardına şampiyon olan efsanevi İTÜ basketbol takımının temelini TMTF İkinci
Başkanı Cavit Savcı atmadı mı?
Maratoncu Mehmet Yurdadön ülkeye madalyalar kazandırmadı mı?
ODTÜ’lü Ömer Gürcan cezaevine sokulmasaydı, idam edilen babası
Fethi Gürcan gibi ülkemizi binicilikte birincilik kürsüsüne çıkarır mıydı?
SBF’nin tanınmış milli güreşçileri Necati Sağır, Mustafa Aynur aynı zamanda
THKP-C’li değil miydi?
Bugün judo ve karate de madalya alanlar, bu sporun gelişmesinde büyük emeği olan
Murat Özdabak’ı anımsar mı? Peki ya boksörler milli sporcu Taşkın Konuralp’in
adını duymuş mudur?
ODTÜ Motor Kulübü’nün kurucularından Tayfur Cinemre motosikletiyle kimleri
taşımadı ki; Ulaş Bardakçı, Yusuf Aslan, Cihan Alptekin…
Fenerbahçe takımında yelken yapan Taner Türkantöz Mahir Çayan’ın en yakın
yoldaşıydı.
Hangisini yazayım?
68 kuşağı bu özellikleriyle neden anlatılmaz?
Oysa…
Toplumsal bir gelecek hayali kuranlar bu mirası her yönüyle bilmelidir.
HALA 68’Lİ BİR DEVRİMCİ:
YAŞAR YILMAZ
İstanbul Teknik Üniversitesi inşaat bölümü öğrencisiydi.
İTÜ Öğrenci Birliği başkanlığını Harun Karadeniz’den sonra devraldı.
Hakkari’ye “Zap Suyu üzerine Devrimci Gençlik Köprüsü” yapmaya giden 84
devrimciden biriydi. Deniz Gezmiş’in yakın yoldaşıydı.
Devletin ceberut baskısından her 68’li gibi o da nasibini aldı:
1971 darbesinde Ziverbey Köşkü ve Harbiye’de ağır işkencelerden geçti.
Yaşadıkları; 2,5 yıl cezaevi arkadaşlığı yaptığı Yılmaz Güney tarafından yazılan
“Sanık” adlı öyküye konu oldu. Mahkemedeki savunmasını ise “Söz Sanığın” adlı
kitabında kendi yazdı.
Maltepe ve Selimiye cezaevlerin de 5,5 yıl yattı. Hapisten sonra hep “sakıncalı” oldu; ekmeğini taştan çıkardı.
Sonra bir gün karar verdi; mühendisliği bıraktı; “ülkeme hizmet etmeliyim” diye
düşündü.
Anadolu topraklarını 2,5 yıl karış karış dolaştı.
Unutulmaya yüz tutmuş, sahipsiz bırakılmış, 115 antik kentteki 119 antik
tiyatroyu inceledi. “Anadolu Antik Tiyatroları” adıyla kitaplaştırdı.
Bu çalışma Kültür Bakanlığı’nı heyecanlandırmadı.
Fakat Avusturya Kültür Bakanlığı, Yaşar Yılmaz’ı Salzburg’taki Mozart
Üniversitesi “Antik Çağda Akustik ve Ses Dağılımı” konusunda konuşma yapmaya
çağırdı.
Çünkü bugüne kadar bilinmeyen 2 önemli bulgu keşfetmişti.
İlki sesin iletilmesiydi: Sahnedeki oyuncu, şarkıcı, konuşmacı ya da müzik
aletinden çıkan sesin 20-25 bin kişilik açık hava tiyatrosunun en uzak
basamaktaki izleyiciye kadar gidebilmesini, o dönemin mühendisleri orta yola
“sırtlı koltuklar” yerleştirerek sağlamışlardı. Ses, koltuğun sırtlığına çarpıp
yukarı basamağa kadar çıkabiliyordu.
İkinci buluş ise bugüne kadar düşünüldüğü gibi ilk tiyatro Antik Yunan uygarlığı
döneminde değil, Erken Dönem medeniyetleri döneminde yapılmıştı ve ilk açık hava tiyatroları taş değil ahşaptı.
HIRSIZLARIN PEŞİNDE BİR 68’Lİ..
68’li devrimci Yaşar Yılmaz antik tiyatrolar çalışmasını bitirdikten sonra
köşesine mi çekildi. Hayır.
5 yıl önce, Anadolu’dan yağmalanan tarihi eserlerin ve kültürel varlıkların
peşine düştü. ABD, İngiltere, Avusturya, Almanya, Danimarka, Rusya, ve
Yunanistan’a gitti. Yüzlerce müze gezdi.
Türkiye’den kaçırılan 40 bin eseri buldu ve fotoğraflarını çekerek belgeledi.
Neler bulmadı ki:
Paris Louvre Müzesi: Mağnesia'daki ünlü mermer tapınak kabartmaları, Asos'dan
sökülen tapınak parçaları ve yüzlerce dev boyutlu mermer, bronz heykeller.
Hitit, Urartu, Bizans, Selçuklu, Osmanlı eserleri.
Londra British Museum: Ksantos'dan (Eşen-Antalya) Nereitler anıtı, Knidos'tan
(Datça) 600 civarında büyük boy heykel, Mozeleum (Bodrum'daki ünlü, dünyanın 7. harikasının mermer süslemeleri ve heykelleri).
New York Metropolitan Müzesi: Sardes'ten (Salihli) sütun ve diğer eserler,
Bergama'dan büyük bronz heykel, Priyene, Milet ve Efes'ten heykeller, mermer
lahitler, Kültepe'den (Kayseri) Sümer-Asur dönemi eserleri.
Boston Müzesi: Asos eserleri
Washngton Dumborton Oaks Müzesi: Antakya mozaikleri ve Bizans eserleri.
Baltimore Müzesi: Antakya mozaik koleksiyonu.
Ch icago Sanat Müzesi: Selçuklu- Osmanlı eserleri.
Chicago Üniversitesi Şark Eserleri Enstitüsü Müzesi: Alişar eserleri.
Los Angeles Getty Villa : Burdur- Antalya yöresinden Kremna mermer kadın
heykelleri.Viyana Ephesus Müzesi : 50 m 'ye yakın mermer duvar frizleri Efes'ten
giden binlerce eser.
Berlin Alte Müzesi : Priyene, Milet'ten mermer heykeller.
Berlin Pergamon (Bergama) Müzesi : Büyüktapınak, Milet ve Priyene'den
tapınaklar, Zincirli'den Hitit tapınağı, Hattuşaş'dan heykeller, 33 metreye 14
metrelik dev boyutlu Milet pazaryeri giriş duvarı ve Selçuklu dönemi camilerine
ait eserler.
Tübingen Üniversite Müzesi: Antakya'dan heykel ve Troya eserleri.
Danimarka Ulusal Müzesi: Troya eserleri.
Kopenhag David Müzesi: Selçuklu eserleri, Konya'dan türbe sandukası, Cizre
Camii'nin ünlü tokmağı başta olmak üzere 14 ve 16. yüzyıl çini koleksiyonu.
Daha sırada 60 bin eser var.
Yaşar Yılmaz çalışmalarını sürdürüyor.
Evet, 68 kuşağı yazmakla bitmeyecek bir destandır...
Soner YALÇIN
Tumblr media
95 notes · View notes
notadelisii · 2 years
Text
İki içeri gittim derste , hoca aniden Ayşe burda mı o gitmez demiş asik bana
3 notes · View notes
reallifesultanas · 4 years
Text
Portrait of Şehzade Bayezid/Bayezid herceg portréja
Origin and upbringing
The exact date of birth of Prince Bayezid is unknown, probably he was born in 1526 or 1527 in Istanbul as the fifth child of Sultan Suleiman and his favorite concubine, Hürrem. Suleiman and Hürrem probably did not plan more children after Bayezid, their family planning at least strongly suggests this. By the time he was born, he already had four older brothers and a half-brother, all of whom could form a right to the throne. But since the throne was not fundamentally the right of the first-born prince, Bayezid did not start at a disadvantage because of the order of birth. However, the older princes had more time and opportunity to gain supporters for themselves, to prove their aptitude. Bayezid waited his whole life to prove his ability, but fate brought it in a different way.
In 1530, Sultan Suleiman ordered the circumcision of his three eldest sons, Mustafa, Mehmed, and Selim. Bayezid was only three years younger than Selim, while Selim was nine years younger than Mustafa. Why Bayezid was omitted is clear, as the prince, up to 3.5-4 years old, was too young for the ceremony, especially considering that the eldest prince, Mustafa, was already 15 years old at the time. However, it raises several questions as to why - given that Hürrem and Suleiman probably did not plan more children-  was Selim not left out of the circumcision also so that he could be circumcised later together with Bayezid? Why was Bayezide left alone? My theory for this is that the son born between Selim and Bayezid, Abdullah, was still alive at the time of the organization of the circumcision. Thus, it is possible that Suleiman planned to circumcise Abdullah and Bayezid later in another ceremony, but Abdullah died in the meantime, leaving Bayezid alone.
Bayezid, nevertheless received the same thorough education as his older brothers, but was fundamentally separate from them. In addition, the circumcised princes had already been introduced to the people, to the statesmen, to the soldiers during the ceremony so they were much better known. Meanwhile Bayezid wasn't really known, since he wasn't introduced yet. Then in 1532 Hürrem gave birth to another child, which could fill Bayezid with the hope that he would also have a younger brother with whom he could study and go on a campaign and Selim did with Mehmed. However, the child was born with physical deformities, so Bayezid could not dream of a similar pairing as his older siblings had. We do not know whether Bayezid himself experienced these events so negatively or only posterity explains the situation so negatively. Either way, the fact that Bayezid was paired with Cihangir instead of his older brothers seems to have marked his life forever. The relationship between Bayezid and Cihangir never seems to have been a close one. Cihangir always accompanied his mother when she visited Selim in his province, but there is no indication that he went to Bayezid's province with his mother as well. This, of course, could have been only a coincidence, but it also raises the possibility that Bayezid maybe was mean with Cihangir during their childhood or maybe he made Cihangir to know how unhappy he was with the pairing?
In 1537 Suleiman went on a campaign and took Hürrem's two circumcised sons, Mehmed, 16, and Selim, 13, with himself too. However, Bayezid was only 10-11 years old at the time, so he was not fit to accompany his father at that age, nor was he circumcised. Probably Bayezid had a hard time having to stay home with his mother and younger brother while his older brothers gather the first war-experiences of their lives.
In 1539 Bayezid's sister Mihrimah married Rüstem Pasha and Suleiman decided to combine the wedding ceremonie and the circumcision ceremony of Bayezid and Cihangir. The ceremony lasted more than two weeks but was far less spectacular than the ceremony 9 years earlier, but there were financial reasons for it.
Tumblr media
The young prince
In 1543 Suleiman went on another campaign against the Kingdom of Hungary and took Prince Bayezid with him this time. On their way to home from the campaign, they received the news that Bayezid’s eldest brother, Prince Mehmed, had passed away. Sultan Suleiman was completely shattered, which also affected his health. A long mourning greeted the family. After such years, Bayezid's life changed in 1546, as Suleiman assigned him to his first princely province to Konya. His mother did not accomponied him to his new province, as she had not previously accompanied either Mehmed or Selim. Thus Bayezid was accompanied by his governess and a harem chosen by his mother with great care.
Bayezid did not choose a favorite concubine for himself like his brother Selim or his father did. He had a lot of concubines, all his children were born from different women. Bayezid had an extremely large number of sons, which is unusual since most princes did some kind of family planning. Bayezid, on the other hand, had at least seven sons and at least four daughters. His children:
Orhan, according to some sources, was born in 1543, but this is not possible, given that Bayezid received a province only in 1546. Before that he could not have had a child, thus Orhan was probably born in 1546. He was sent to his own province in December 1558 to Çorumba by his grandfather. The young prince was then said to be "strikingly handsome." According to some sources, as soon as he got his province, he made pregnant one of his concubines, who later gave birth to a son. However, there is no evidence to that.
Osman, who was Mahmdus’s full-brother, was born in an uncertain year, but since he didn’t get his own province with Orhan, he was presumably a little younger than him. He may have died as a child, as most sources do not mention him among his brothers in the records of the 1562's execution.
Mihrimah, was born in 1547. Suleiman arranged the wedding a wedding for her and for the three daughters of Prince Selim and the younger daughter of Prince Mustafa in 1562. Mihrimah's husband was Muzaffer Pasa. No information has survived about their marriage, most probably they didn't have any children. Mihrimah was forced to follow her husband to his posts. Her her husband was first a governor of Baghdad, Şehr-i Zor and then Cyprus. Her husband died in 1593, and it is probable that Mihrimah was no longer alive at that time because no one mentioned her later. There is also a chance that she died long before her husband.
Abdullah, he may have been born after 1548.
Hatice, born around 1550 and most likely deceased as a child.
Mahmud, was born in 1552 as Osman's full-brother.
Ayşe, born around 1553. She married much later than her sister. Her husband was Eretnaoglu Hoca Ali Pasa, with whom she had a son, Sultanzade Mehmed Bey. It is not known when the boy was born. Even the date of her marriage is uncertain, but most probably she was not married off by her grandfather but by his uncle, Selim. We know nothing about the life of Ayşe and the time of her death is unknown as well.
Mehmed was born around 1554.
Murad was born around 1556. He may have died as a child, as most sources do not mention him among his brothers in the records of the execution.
Hanzade was born around 1556 and probably died as a child.
Bayezid’s last child was a boy whose name is unknown and who was born in 1559 or 1560.
We do not have much information about the reign of Bayezid in Konya. However, he lived there when Suleiman asked him to go with him to his campaign in Aleppo to gain experience. Bayezid had been waiting for this opportunity for years, so he must have gladly joined his father. They spent together the winter of 1548 near Aleppo and Prince Cihangir was with them also. In the spring, Suleiman ordered a huge hunt, during which he also had the opportunity to spend time with Bayezid. Bayezid, who wanted the attention and recognition of his father, certainly enjoyed the hunt. Bayezid remained in Aleppo with his father until June 1549, when the army set out on the frontier to continue fighting, and Bayezid returned to Konya.
Tumblr media
Fight for the throne
Bayezid is commonly regarded as one of the best examples of the struggle for the throne. At the time of his birth, he had little chance of ascending the throne since he had four older brothers. However, Prince Abdullah soon passed away, and in 1543 he was succeeded by Mehmed and finally in 1553 Suleiman himself executed Prince Mustafa, Bayezid's eldest half-brother, so his chances gradually increased. There are legends - and the series has confirmed this - that Bayezid and Mustafa were close to each other. However, this is not true. Bayezid was still a child when Mustafa left Istanbul, and later they barely met (if they met at all). One of the strongest counter-arguments to their good relationship is that in 1553 Sultan Suleiman left Bayezid as the defender of Istanbul when he went on a campaign. Suleiman already knew by then that Prince Mustafa would be executed during the campaign, which is why he feared that Mustafa, guessing the events, would march to Istanbul and occupy the throne. Suleiman then had three sons beside Mustafa: the sick Cihangir, the calm Selim, and the warrior Bayezid. It was a logical decision to leave Bayezid in the position of protector of the capital, as with his aggressive and sudden nature, he would have been more likely to arrest Mustafa while trying to invade the capital, than Cihangir, Selim, or any of the pashas. If Suleiman would have been insecure about Bayezid’s allegiance he would never have left him near the capital in such perilous times.
The former events also shed light on the fact that Bayezid was not at a disadvantage against Selim in the battle for the throne in the early 1550s. And most likely this was thanks to the existence of Hürrem Sultan, his mother. For Hürrem had always tried to restrain Bayezid so that he would not anger his father with his sudden nature and thoughtless words. Bayezid was the most temperamental and agressive in the family. Many said he resemled Suleiman's father, Sultan Yavuz Selim, with the difference that he lacked Yavuz Selim's prudence and intelligence. Suleiman was famous for his fear of his own father, so he was probably not really happy that Bayezid constantly reminded him of Yavuz Selim. In any case, Hürrem did her best to support Bayezid, as did Mihrimah and Rüstem Pasha. However, there are opinions that Hürrem's support was directed at Bayezid only because she feared that if she did not support him, Bayezid would reach his own death while angering the Sultan. Those who are of this opinion believe that Hürrem wanted to see Prince Selim on the throne, not Bayezid. Why? For Selim was a good-natured, humble person who would never have been able to execute his brothers, so with Selim's reign the law of fratricide could have ended maybe and Bayezid would have survived. Knowing Hürrem’s ingenuity, her commitment to her sons, and Selim’s humbleness and the nature of Bayezid, my personal opinion is the same.
Tumblr media
Loosing his father
Many believe that Hürrem’s death in 1558 was the event that separated Bayezid and Suleiman, but this is not true. The two of them never stood really close to each other because of their extremely different personalities. And the execution of Mustafa in 1553 further aggravated the situation. After the execution of Mustafa, huge rebellions broke out throughout the empire, for example, in Rumelia, an imposter claimed to be Prince Mustafa himself, and gathered huge support. Bayezid, as the guardian of the capital, should have reacted immediately to the events, but he probably did not assess the situation correctly because he did not take proper action against the pseudo-Mustafa even after a long delay. Indeed! According to the Austrian ambassador, Bayezid himself supported the pseudo-Mustafa because he was frightened that he could at any time had the same fate as Mustafa. After Bayezid's late act, suspicion awoke in Suleiman, the Sultan was furious, and Hürrem could hardly managed to convince the Sultan that Bayezid was innocent, he just reacted badly to the situation. Eventually, Hürrem's supplication and Bayezid's apology softened the sultan's heart, but he moved him from the province of Konya to Kütahya in 1555. Suleiman finally let his son go after a long educational speech.
After these events, the situation between Suleiman and his son could never be consolidated. Especially given that Bayezid experienced moving to Kütahya as an exile, even though Kütahya was no further from the capital than Selim’s post. He probably voiced this in his letters, at least one of Suleiman's surviving letters suggests this, “[Y]ou may leave all to God, for it is not man’s pleasure, but God’s will, that disposes of kingdoms and their government. If He has decreed that you shall have the kingdom after me, no man living will be able to prevent it.” This makes it clear that Suleiman did not want to deal with succession, even if he himself preferred Selim, he never stated that he would consider Selim as his heir. Even though we know that Selim grew very attached to his father during the campaign of 1553-1555, he supported his father after the loss of Cihangir and perhaps it was there that Suleiman’s heart began to draw more towards Selim. Maybe Bayezid might have felt something from this and maybe that’s why he didn’t really believe that his father wouldn’t interfere in the succession?
In 1558 Hürrem Sultan passed away, with this Bayezid losing his most influential supporter, who had already saved him several times. Of Hürrem's children, Bayezid's life was perhaps most affected by Hürrem's death. Bayezid, however, still had several supporters, including Grand Vizier Rüstem Pasha and Mihrimah Sultan, who sought to keep Hürrem’s will by trying to protect the prince. Unfortunately, however, none of them had a big enough impact on the prince as his mother was, so the prince didn’t even listen to them. It is possible that after Hürrem's death there may have been some dispute between Selim and Bayezid, for in the summer of 1558 the Sultan decided to transfer both his sons to new provinces. He sent Selim to Konya and Bayezid to Amasya. The appointment to Amasya may have concealed a hint that Bayezid will also suffer the fate of Prince Mustafa if he does not behave properly, but it may also be that Suleiman had no such intention. For even then the sultan did not name any of his sons as his successors, and both of his sons were at roughly similar distances from Istanbul. Selim, as always, obeyed immediately, but Bayezid first refused the order and only left for Amasya after a long hesitation. From this period we are left with the correspondence of Suleiman and Bayezid, in which Bayezid writes, “Forgive Bayezid’s offense, spare the life of this slave /I am innocent, God knows, my fortune-favored sultan, my father”; in response, Süleyman wrote, “My Bayezid, I’ll forgive your offense if you mend your ways / But for once do not say ‘I am innocent,’ show repentance, my dear son.” This also shows well that Suleiman, although angry with his son, did not intend to take action against him despite his series of mistakes.
Tumblr media
The rebellion
Bayezid feared that his father would execute him like he did with Mustafa. However, Suleiman did not have such an intention either, at that time he had not dealt with succession for years. It was Bayezid's own paranoia which chased him to the wrong path. At that time, the provinces were not stable at all, especially not the Eastern ones like Amasya. Maybe this is why Bayezid came up with the idea and started recruiting an army. It was not clear what the purpose of his was. Some say he only wanted to kill Selim with his son Murad and then retreat to Amasya and wait there for Suleiman's death. Others say he would have got rid of the sultan after Selim and Murad. In my opinion, he hoped that if he succeeded in killing Selim and Murad, the Sultan would accept him as his heir. Bayezid had to see that his small and not that devoted army was not fit to confront with the sultan as well, perhaps enough against a princely army, but not against the sultan. If Bayezid hoped his father would accept him becoming the sultan, he was wrong. Suleyman would do anything to avoid it. During this period, Suleiman made preparations to make succession possible throughout the female line also. Thus, if Selim and Murad had passed away, he would have named his nephew Kara Osmanşah as his heir and he would hunt down Bayezid, as a traitorous and rebellious prince does not deserve the throne. It was only then, that Suleiman clearly decided and chosed a heir, Selim (in case of his death, Murad and in case of his death Kara Osmanşah).
For his rebellion Bayezid also received money from his sister, Mihrimah, to equip the army. When Suleiman realized this, he immediately questioned his daughter, who „confessed that she had done this to execute the will of the mother, who had arranged this in her testament.” Suleiman repeatedly ordered his son to disarm, but Bayezid did not do it. With this, Bayezid was named by the sultan as a rebel. From then on, there was no other way but open rebellion.
So Bayezid set out with his army toward Konya to meet with his brother. Prince Selim asked for his father's help, which, of course, he received with the order not to attack, but wait for what Bayezid would do. Suleiman perhaps hoped that if Bayezid saw Selim's army united with the imperial army he would gave up. But Bayezid did not gave up, but attacked. At the end of May 1559, the two armies fought on the Konyan plain. The battle lasted for two days, at the end of which Selim triumphed, but Bayezid was able to escape the battle-scene, back to Amasya. From there, he wrote a letter asking his father for forgiveness. The sultan responded positively, writing to his son, he would grant it only if Bayezid would execute those who had „led him astray”. Bayezid largely disregarded the order, beheading only three of his suite. This shows that beside his temper he was a fair man, who couldn’t punish „innocent” people just for his sake.
This event only further angered Suleiman, so Bayezid made a final decision and left Amasya with his sons and his remaining army heading east. Only four of his sons were with him, Orhan, Abdullah, Mahmoud, and Mehmed. Murad and Osman presumably passed away earlier. He had another son, who may not have been born at all at that time, perhaps only after his father left. The pregnant concubine may have been one of the few women who had certainly prayed for the birth of a daughter, for by then it was clear what would be the fate of Bayezid and his sons. However, fate was not merciful to the concubine and her son was born.
Tumblr media
The refugee
Bayezid and his army were heading east, not stopping to battle with the governor of either province. They got into a minor fight only at the Iranian border when they tried to keep them within the empire. Eventually, however, they successfully crossed the Iranian border in August and sought refuge from the Persian Shah. Suleiman himself had followed his son, and before him Sokollu Mehmed Pasa and Prince Selim were chasing Bayezid.
Bayezid was received as a guest in October 1560 by Tahmasp Shah as part of a magnificent ceremony in the capital, Quazvin. When it became clear that Bayezid and Tahmasp were allied with each other, Suleiman lined up his army along the Iranian border and initiated negotiations with Tahmasp. Finally, in December, he allowed Selim to return home and also reduced the army to less readiness, recalling some of them. Suleiman would not have done this for no reason, Tahmasp probably assured him that he did not intend to fight. This shows well that Tahmasp probably cheated on Bayezid, for if the Shah really wanted to attack, he would not have begun to negotiate with Suleiman. Tahmasp Shah probably wanted to get the best out of the situation for his country, which was not a war but a peaceful solution. It was for this reason that Bayezid's situation changed rapidly and he soon became a prisoner from a guest. Bayezid and his sons were imprisoned, and his followers were sent away by the Shah so that he could negotiate with Suleiman in peace.
Negotiations have dragged on for a long time. By July 1561, Suleiman had already offered 900,000 ducats, supplemented by Prince Selim's 300,000 ducats, as well as the castle of Kars, if the Shah returned Bayezid and his sons. Tahmasp thought at length, but refused despite the very generous offer. He knew that he could ask for almost anything and it would be given to him sooner or later, since Bayezid was a threat to the Ottoman Empire as long as he lived, but he did not dare to overstretch the string either. Foresight, Tahmasp did not seek out Suleiman, but Prince Selim, the future sultan, with his own offer. Tahmasp knew that it was better to make an alliance with the future sultan, so in March 1562 he sent envoys to Kütahya, Selim. Tahmasp also wanted a trade and peace agreement with Selim in addition to the 1,200,000 ducats and the castle of Kars. We do not know whether Selim himself decided to agree with Tahmasp or Suleiman was also asked. Knowing Selim, who never did anything without his father’s permission, he most probably asked the Sultan about it, or Suleiman had previously given him a free decision on the topic. Either way, the offer of the Shah was finally accepted.
His death
Tahmasp Shah finally let the Ottoman delegation to enter to the prison of Bayezid and his sons on July 23, 1562. Legend has it that Tahmasp specifically only let Prince Selim's men to enter to the prison, having previously promised Bayezid that he would never hand him over to Suleiman. In doing so, he was essentially able to keep his word. Thus it was Ali Aga, the head of Selim's delegation, who immediately ordered the execution of the princes having a legal fetwa from the Seyhülislam and Suleiman himself. At the same time, Bayezid's youngest son was executed in Bursa also. They were all denied a fair burial in Bursa and were buried outside the walls of Sivas. Probably the reason for this was - beyond Suleiman’s greate anger - that it would have been risky to travel five coffins through Anatolia, which already was a dangerous place that time.
Bayezid's guilt is not in question, so is the legitimacy of his execution. If Bayezid would patiently waited he would probably survive. Although he would never have been a sultan, since no one but a few Janissary troops supported him, Selim himself probably would not have executed his brothers, but would have kept them isolated. Although it is worth noting that Bayezid would not have accepted this by his nature either, so perhaps Selim would eventually have been forced to execute him.
The case of Bayezid and his family is a good example of where a rebellious prince end up in the end. Bayezid’s rebellion and then execution undoubtedly further aggravated Selim’s depression and exacerbated Mihrimah’s grief, and Suleiman’s pain was also unimaginable. Many blame Suleiman, but it became abundantly clear from the events that Suleiman, especially compare with the case of Mustafa, was extremely forgiving toward Bayezid. In addition to his parents and siblings, the fate of his children was forever marked by Bayezid's rebellion. It is not enough that his sons were executed along him, his concubines were also married without special care, to people who were much less worthy than usual, and Bayezis's daughters were denied marriages worthy of their rank. In addition, no one remembered his daughters for years to come, they lived and died completely in oblivion. All this was thank to Bayezid's rebellion.
Tumblr media
Private opinion about Bayezid: I have been suffering with this portrait for a very long time. It was much more difficult to write it than it was to write Mustafa's. Mustafa's life was simply so depressing that I had a hard time getting myself into writing. In the case of Bayezid, however, I simply became more and more angry. I feel it’s especially important to bring these people as close to us as possible with the portraits. I try to personalize the writing separately so that we can feel what was going on in the minds of these historical characters. So far, I feel like I’ve managed to fully feel every historical figure, imagine myself in their place and see why they did what. In the case of Bayezid, this did not happened at all. The more I read about him the more angry I became and wanted to shout at him, "why are you doing this ?!". I can’t help it, but I simply feel sorry for everyone around Bayezid more than I feel sorry him, because I think his death was solely and exclusively caused by the series of his bad decisions.
Used sources: L. Peirce - The imperial harem; L. Peirce - Empress of the East; C. Imber - The Ottoman Empire 1300-1650; Y. Öztuna - Kanuni Sultan Süleyman
*     *     *
Eredete és neveltetése
Bayezid herceg pontos születési ideje nem ismert, valószínűleg 1526-ban vagy 1527-ben jött világra Isztambulban Szulejmán szultán és kedvenc ágyasa, Hürrem ötödik gyermekeként. Szulejmán és Hürrem valószínűleg Bayezid után nem tervezett több gyermeket, családtervezésük legalábbis erősen erre utal. Születésekor már négy édesbátyja és egy féltestvére volt, akik mind jogot formálhattak a trónra. Mivel a trón alapvetően nem az első szülött herceg joga, Bayezid sem születési sorrendje miatt indult hátrányból. Azonban az idősebb hercegeknek több idejük és lehetőségük volt maguknak támogatókat szerezni, bizonyítani rátermettségüket. Bayezid egész életében arra várt, hogy bizonyíthassa alkalmasságát, ám a sors így hozta.
1530-ban Szulejmán szultán elrendelte három idősebb fiának, Musztafának, Mehmednek és Szelimnek a körülmetélését. Bayezid csupán három évvel volt fiatalabb Szelimnél, míg Szelim kilenc évvel volt ifjabb Musztafánál. Az, hogy Bayezidet miért hagyták ki egyértelmű, hiszen a maximum 3,5-4 éves herceg túl fiatal volt a szertartáshoz, különösen figyelembe véve azt, hogy a legidősebb herceg, Musztafa ekkor már 15 éves volt. Az azonban több kérdést felvet, hogy - tekintettel arra, hogy valószínűleg nem tervezett Hürrem és Szulejmán több gyermeket - Szelimet miért nem hagyták ki a körülmetélésből, hogy később Bayeziddel együtt metélhessék körül? Miért hagyták Bayezidet egyedül? Erre egy lehetséges magyarázat, hogy a Szelim és Bayezid között született fiú, Abdullah még életben volt a körülmetélés szervezése során. Így tehát lehetséges, hogy Szulejmán úgy tervezte, Abdullah és Bayezid hercegeket később fogja körülmetéltetni egy másik ceremónia során, Abdullah azonban időközben elhunyt, így Bayezid egyedül maradt.
A körülmetélési szertartásból kimaradt Bayezid ettől függetlenül ugyanolyan alapos nevelésben és oktatásban részesült, mint idősebb testvérei, azonban tőlük alapvetően elkülönülve. Emellett pedig a körülmetélt hercegeket már bemutatták a birodalomnak, az államférfiaknak, így ők sokkal ismertebbek voltak, mondhatni már beavatott örökösök. 1532-ben aztán Hürrem újabb gyermeknek adott életet, ez pedig reménnyel tölthette el Bayezidet, hogy neki is lesz egy kisebb testvére, akivel együtt tanulhat, mehet majd hadjáratra. A gyermek azonban fizikai deformitásokkal jött világra, így Bayezid nem álmodhatott olyan párosításról, ami idősebb testvéreinek jutott. Nem tudjuk, hogy Bayezid maga is ilyen negatívan élte e meg ezeket az eseményeket vagy csak az utókor magyarázza bele a helyzetbe. Akárhogyan is, az hogy Bayezidet Cihangirral párosították, idősebb bátyjai helyett úgy tűnik örökre megpecsételte életét. Bayezid és Cihangir között úgy tűnik sosem volt szoros a viszony. Cihangir mindig elkísérte édesanyját, mikor az Szelimet látogatta meg tartományában, azonban nincs arra utaló jel, hogy Bayezidhez is anyjával tartott volna. Ez természetesen lehet véletlen is, de felveti annak a lehetőségét is, hogy Bayezid gyermekkorukban talán éreztette Cihangirral, mennyire nem örül a párosításnak?
1537-ben Szulejmán hadjáratra indult, melyre magával vitte Hürrem két körülmetélt fiát, a 16 éves Mehmedet és a 13 éves Szelimet. Bayezid azonban még csak 10-11 éves volt ekkor, tehát korban sem volt alkalmas arra, hogy elkísérje apját, valamint körül sem volt metélve. Valószínűleg Bayezid nehezen viselte, hogy otthon kell maradnia anyjával és öccsével, míg bátyjai életük első harcászati tapasztalatait gyűjtik be.
1539-ben Bayezid nővére, Mihrimah férjhez ment Rüsztem Pasához. Az esküvői ünnepségekkel összevonva pedig Szulejmán úgy döntött megtartják Bayezid és Cihangir hercegek körülmetélési szertartását is. Az ünnepség több, mint két hétig tartott ám jóval kevésbé volt látványos, mint a 9 évvel korábbi ceremónia, ám ennek gazdasági okai voltak, nem a hercegek ellen irányult.
Tumblr media
Az ifjú herceg
1543-ban Szulejmán újabb hadjáratra indult a Magyar Királyság ellen és ezen hadjáratra magával vitte Bayezid herceget is. A hadjáratról hazafelé tartva kapták a hírt, hogy Bayezid legidősebb bátyja, Mehmed herceg elhunyt. Szulejmán szultán teljesen összetört, ami egészségére is kihatással volt. Hosszas gyász köszöntött a családra, mígnem 1546-ban Bayezid élete felpezsdült, ugyanis Szulejmán kivenezte őt Konya tartomány élére. Édesanyja nem tartott vele új tartományába, ahogy korábban sem kísérte el sem Mehmedet sem Szelimet. Így Bayezidet is dajkája és az anyja által nagy gonddal kiválasztott háreme kísérte el Konyába.
Bayezid nem választott magának kedvenc ágyast, mint bátyja Szelim vagy édesapja. Nagyon sok ágyasa volt, minden gyermeke más nőtől született. Bayezidnek extrém sok fia volt, ami szokatlan, hiszen a legtöbb herceg valamiféle családtervezést folytatott. Bayezidnek viszont legalább hét fia született és legalább négy lánya. Gyermekei:
Orhan egyes források szerint 1543-ban született, ám ez nem lehetséges, tekintettel arra, hogy Bayezid 1546-ban kapott tartományt, előtte nem lehetett gyermeke. Így Orhan valószínűleg 1546-ban született. Saját tartományba 1558 decemberében küldte őt nagyapja, Çorumba. A fiatal hercegről ekkor azt mondták, hogy "különösen jóképű". Egyes források szerint, amint tartományába került teherbeejtette egyik ágyasát, aki később fiút szült neki. Erre azonban nem utal semmi féle bizonyíték.
Osman, aki édestestvére volt Mahmdunak, születési ideje bizonyalan, ám mivel ő nem kapott saját tartományt Orhannal együtt, feltehetőleg fiatalabb volt nála valamennyivel. Lehetséges, hogy már gyermekként elhunyt, ugyanis a legtöbb forrás nem említi testvérei között a kivégzésről szóló feljegyzésekben.
Mihrimah, 1547-ben jött világra. Szulejmán 1562 nyarán esküvő szervezésbe fogott és Szelim herceg három lánya, valamint Musztafa herceg kisebbik lánya mellett Mihrimaht is kiházasította. Mihrimah férje Muzaffer Pasa lett. Házasságukról nem maradt fenn semmilyen információ, gyermekeik valószínűleg nem születtek. Mihrimah a házasság révén kénytelen volt elhagyni Isztambult, férje ugyanis előbb Bagdad, Şehr-i Zor majd Ciprus helytartója volt, Mihrimahnak pedig követnie kellett férjét éppen aktuális pozíciójára. Férje 1593-ban hunyt el, és valószínű, hogy Mihrimah ekkor már nem volt életben, mert senki sem említette a későbbiekben. Arra is meg van az esély, hogy jóval férje előtt elhunyt már.
Abdullah, 1548 után születhetett.
Hatice, 1550 körül született és nagy valószínűséggel gyermekkorában elhunyt.
Mahmud, 1552-ben jött világra, Osman édesöccseként.
Ayşe, 1553 körül született. Ő jóval később ment férjhez, mint nővére. Esetében a kiválasztott férj, Eretnaoglu Hoca Ali Pasa volt, akivel született egy fiuk, Sultanzade Mehmed Bég. Nem tudni, hogy fiuk mikor született, azt sem, mikor házasodtak össze. Valószínűleg őt már nem nagyapja, hanem nagybátyja, Szelim házasította ki. Ayşe életéről semmit nem tudunk és halálának ideje is ismeretlen.
Mehmed, 1554 körül született.
Murad, 1556 körül jött világra. Lehetséges, hogy már gyermekként elhunyt, ugyanis a legtöbb forrás nem említi testvérei között a kivégzésről szóló feljegyzésekben.
Hanzade 1556 körül született és valószínűleg gyermekként elhunyt.
Bayezid utolsó gyermeke egy fiú volt, akinek neve nem ismert, és aki 1559-ben vagy 1560-ban jött világra.
Bayezid Konyai uralkodásáról nem sok információnk van. Itt élt azonban, mikor Szulejmán aleppói hadjáratára magához rendelte fiát, hogy tapasztalatokat szerezhessen. Bayezid évek óta várhatott már erre a lehetőségre, így bizonyára nagy örömmel csatlakozott apjához. Az 1548-49-es telet együtt töltötték Aleppo környékén és velük volt Cihangir herceg is. Tavasszal pedig Szulejmán hatalmas vadászatot rendelt el, melynek során alkalma volt Bayeziddel is időt tölteni. Az apja figyelmére és elismerésére vágyó Bayezid minden bizonnyal nagyon élvezte a vadászatot. Bayezid 1549 júniusáig maradt Aleppoban apjával, ekkor ugyanis a hadsereg megindult a frontra, hogy folytassák a harcokat, Bayezid pedig visszatért Konyába.
Tumblr media
Harc a trónért
Bayezidet szokás a trónért folyó harc egyik mintapéldájának tekinteni. Születésekor nem sok esélye volt a trónra négy idősebb bátyja mellett. Azonban Abdullah herceg hamarosan elhunyt, 1543-ban őt követte Mehmed majd végül 1553-ban maga Szulejmán végeztette ki Musztafa herceget, Bayezid legidősebb, féltestvérét, így esélyei fokozatosan növekedtek. Vannak olyan legendák - és erre a sorozat is ráerősített - melyek szerint Bayezid és Musztafa közel álltak egymáshoz. Azonban ez a legkevésbé sem igaz. Bayezid gyermek volt még, mikor Musztafa elhagyta Isztambult, később pedig alig találkoztak (ha találkoztak egyáltalán). Jó viszonyuk egyik legerősebb ellenérve az, hogy 1553-ban Szulejmán szultán Bayezidet hagyta hátra, mint Isztambul védelmezőjét, mikor hadjáratra vonult. Szulejmán ekkor már tudta, hogy Musztafa herceget a hadjárat során ki fogja végeztetni, épp ezért félt attól, hogy Musztafa megsejtve az eseményeket Isztambulba vonul és elfoglalja a trónt. Szulejmánnak ekkor három fia volt Musztafán kívül: a beteges Cihangir, a nyugodt Szelim és a harcos Bayezid. Logikus döntés volt, hogy Bayezidet hagyta a főváros védelmezőjének pozíciójában, hiszen agresszív és hirtelen természetével, nagyobb eséllyel tudta volna feltartóztatni az oda betörő Musztafát, mint Cihangir, Szelim vagy bármelyik pasa. Ha Szulejmán bizonytalan lett volna Bayezid hűségében sosem hagyta volna a főváros közelében ilyen vészterhes időkben.
Az előbbi események arra is rávilágítanak, hogy Bayezid az 1550-es évek elején nem volt hátrányban Szelimmel szemben a trónért folyó harcban. Ám ennek nagy valószínűséggel Hürrem szultána létezése volt oka. Hürrem ugyanis mindig is igyekezett Bayezidet féken tartani, hogy az ne dühítse apját hirtelen természetével és meggondolatlan szavaival. Bayezid volt ugyanis a családban a legtemperamentumosabb és legerőszakosabb. Sokak szerint Szulejmán apjára, Yavuz Szelim szultánra emlékeztetett mindenkit, annyi különbséggel, hogy hiányzott belőle Yavuz Szelim megfontoltsága és eszessége. Szulejmán pedíg híresen tartott apjától, így feltehetőleg nem igazán örült annak, hogy Bayezid állandóan őrá emlékezteti. Mindenesetre Hürrem szultána minden erejével Bayaezidet támogatta, akárcsak Mihrimah és Rüsztem pasa. Azonban olyan vélemények is vannak, melyek szerint támogatása csupán azért Bayezid felé irányult, mert félt, hogy ha nem őt támogatja Bayezid eléri a szultánnál a saját halálát. Akik ezen a véleményen vannak úgy gondolják, hogy Hürrem is Szelim herceget szerette volna a trónon látni, nem Bayezidet. Miért? Mert Szelim jólelkű, szerény személy volt, aki sosem lett volna képes kivégeztetni testvéreit, így Szelim uralkodásával a testvérgyilkosság törvénye véget érhetett volna és Bayezid is életben maradt volna. Ismerve Hürrem eszességét, fiai iránti elkötelezettségét, valamint Szelim rátermedtségét és Bayezid természetét személyes véleményem ugyanez.
Tumblr media
Eltávolodása apjától
Sokan úgy hiszik, hogy Hürrem 1558-as halála volt az az esemény, mely eltávolította egymástól Bayezidet és Szulejmánt, azonban ez nem igaz. Ők ketten sosem álltak igazán közel egymáshoz, végletekig eltérő személyiségük miatt. Musztafa 1553-as kivégzése pedig tovább súlyosbította a helyzetet. Musztafa kivégzése után ugyanis hatalmas lázadások robbantak ki birodalom szerte, Ruméliában például egy imposztor azt állította, hogy ő maga Musztafa herceg, aki megmenekült a szultán haragja elől és hatalmas támogatótábort gyűjtött maga mellé. Bayezidnek, mint a főváros őrzője, azonnal reagálnia kellett volna az eseményekre, azonban valószínűleg nem mérte fel helyesen a helyzetet, mert hosszas késlekedés után sem lépett fel megfelelően az ál-Musztafa ellen. Sőt! Az osztrák követ szerint Bayezid maga is támogatta az ál-Musztafát, mert megijedt attól, hogy bármikor ő is Musztafa sorsára juthat. Ezzel pedig Szulejmánban felébredt a gyanú, a szultán dühöngött és Hürremnek csak hatalmas erőfeszítések árán sikerült meggyőznie a szultánt arról, hogy Bayezid ártatlan, csupán rosszul reagált a helyzetre. Végül Hürrem könyörgése és Bayezid bocsánatkérése megenyhítették a szultán szívét, azonban Konya tartományából áthelyeztette őt Kütahyába 1555-ben. Szulejmán végül hosszas kioktatás után engedte útjára fiát.
Ezen események után sosem tudott konszolidálódni a helyzet Szulejmán és fia között. Különösen tekintettel arra, hogy Bayezid száműzetésként élte meg a Kütahyába költözést, holott Kütahya sem volt távolabb a fővárostól, mint Szelim posztja. Valószínűleg leveleiben ennek hangot is adott, legalábbis Szulejmán egyik fennmaradt válaszlevele erre utal:"Allahban kell bíznod, hiszen nem az ember feladata,hanem Allahé, hogy ki fog ezen birodalom trónján ülni. Ha ő úgy dönt, hogy neked kell a trónt elfoglalnod utánam, egyetlen élő ember sem akadályozhatja azt meg". Ez egyértelművé teszi, hogy Szulejmán nem akart foglalkozni az örökléssel, még akkor sem, ha ő maga Szelimet jobban kedvelte, sosem nyilatkozott arról, hogy Szelimet tekintené utódjának. Még úgy sem, hogy tudjuk azt, Szelim nagyon hozzánőtt apjához az 1553-1555 közötti hadjáraton, ő támogatta apját Cihangir elvesztése után és talán itt kezdett el Szulejmán szíve is inkább Szelim felé húzni. Bayezid talán ebből sejthetett meg valamit és talán emiatt nem igazán hitte, hogy apja ne avatkozna az öröklésbe?
1558-ban Hürrem szultána elhunyt, ezzel Bayezid elveszítette legbefolyásosabb támogatóját, aki több alkalommal mentette már meg őt. Hürrem gyermekei közül talán Bayezid életét befolyásolta legjobban Hürrem halála. Bayezidnek azonban még így is több támgoatója maradt, így a nagyvezír Rüsztem pasa és Mihrimah szultána, akik Hürrem végakaratát igyekeztek betartani azzal, hogy a herceget próbálták óvni. Azonban sajnos egyikük sem volt elég nagy hatással a hercegre, mint anyjában így nem is hallgatott rájuk. Lehetséges, hogy Hürrem halálát követően valamilyen vita lehetett Szelim és Bayezid között, ugyanis a szultán 1558 nyarán úgy döntött, hogy mindkét fiát új tartományba helyezi át. Szelimet Konyába küldte, Bayezidet pedig Amasyába. Az amasyai kinevezés talán rejtett magában utalást arra, hogy Bayezid is Musztafa herceg sorsára fog jutni, ha nem viselkedik megfelelően, ám az is lehet, hogy Szulejmánnak nem volt ilyen szándéka. A szultán ugyanis még ekkor sem nevezte meg egyik fiát sem utódául és mindkét fia nagyjából hasonló távolságra volt Isztambultól is. Szelim, mint mindig, most is azonnal engedelmeskedett, Bayezid azonban először megtagadta a parancsot és csak hosszas hezitálás után indult el Amasyába. Ebből az időszakból maradt ránk Szulejmán és Bayezid levelezése, melyben Bayezid úgy ír "Bocsásd meg Bayezid sértését, kíméld meg életét szolgádnak. Ártatlan vagyok és ezt Allah is tudja, szultánom, apám." Szulejmán válasza pedig így szólt: "Bayezidem, megbocsátom sértésedet, ha kijavítod hibádat. De ne mondd, hogy ártatlan vagy, mutass megbánást drága fiam." Ez is jól mutatja, hogy Szulejmán bár dühös volt fiára, nem állt szándékában fellépni ellene sorozatos hibái ellenére sem.
Tumblr media
A lázadás
Bayezid rettegett attól, hogy apja kivégezteti úgy, mint Musztafát. Szulejmánnak azonban esze ágában sem volt ilyesmi, ekkor már évek óta nem foglalkozott az örökléssel, Bayezidet saját paranoijára kergette a rossz útra. Ekkoriban a tartományok egyáltalán nem voltak stabilak, különösen nem a keletiek, mint Amasya. Bayezidnek talán innen jött az ötlet és hadsereget kezdett toborozni. Az, hogy ezzel mi volt a célja nem tisztázott. Egyesek szerint csak Szelimet akarta megölni fiával, Muraddal együtt, majd visszavonult volna Amasyába kivárni Szulejmán halálát. Mások szerint Bayezid Szelim és Murad után a szultántól is megszabadult volna. Véleményem szerint nem volt pontos terve hosszú távra talán abban reménykedett, hogy ha sikerül Szelimet és Muradot megölni, akkor a szultán elfogadja őt mint örökösét. Baezidnek látnia kellett, hogy szedett vedett hadserege nem alkalmas arra, hogy a szultánnal is szembe szálljon, talán elég egy hercegi hadsereg ellen, de a szultáni ellen nem. Ha Bayezid abban reménykedett, hogy apja majd beletörődik abba, hogy ő lesz a szultán, tévedett. Szulejmán ugyanis ezen időszakban előkészületeket tett arra, hogy a leányági örökösödést is lehetségessé tegye. Így tehát, ha Szelim és Murad elhunyt volna, unokaöccsét Kara Osmanşah-t nevezte volna ki örököséül és Bayezidet levadásztatta volna, hiszen egy áruló és lázadó herceg nem érdemli meg a trónt. Szulejmán tehát egyértelműen csak ekkor döntött és választotta Szelimet, (halála esetében Muradot, annak halála esetén pedig Kara Osmanşaht) örököséül.
Bayezid egyébként a hadsereg felszereléséhez nővérétől, Mihrimahtól is kapott pénzt. Mikor Szulejmán erre rájött azonnal kérdőre vonta lányát, aki viszont közölte apjával büszkén, hogy ő nem hibázott, csak anyja végakaratát teljesítette Bayezid megsegítésével. Szulejmán többször is parancsot küldött fiának, hogy fegyverkezzen le, Bayezid azonban nem hallgatott apjára. Ezzel pedig Bayezidet a szultán lázadóként bélyegezte meg. Innentől kezdve pedig nem marad más út csak a nyílt lázadás.
Bayezid tehát megindult seregével Konya felé, hogy megütközzön bátyjával. Szelim herceg kérte apja segítségét, amit természetesen meg is kapott azzal a paranccsal, hogy ne támadjon, várja meg, hogy mit lép Bayezid. Szulejmán talán azt remélte, hogy ha Bayezid meglátja Szelim seregét egyesülve a birodalmi sereggel megadja magát. De Bayezid nem tette, hanem támadt. 1559 májusának végén ütközött meg a két sereg a konyai síkon. A csata két napig tartott, melynek végén Szelim győzedelmeskedett, azonban Bayezid képes volt elmenekülni a helyszínről, vissza Amasyába. Onnan pedig levélben kérte apja megbocsátását. A szultán pozitívan reagált, azt írta fiának, megbocsát neki, ha kivégezteti azokat, akik erre a tévútra vezették. Bayezid azonban újabb hibát vétett, mert nem akarta olyan emberek vérét ontani, akik az ő szavára csatába mentek. Nem volt ugyanis senki aki tévútra vitte volna, ő maga cselekedett így. Ezért csak néhány, jelentéktelen embert végeztetett ki, ami Szulejmánnak természetesen nem volt elég. Ez a cselekedet jól mutatja, hogy bár Bayezid hirtelen haragú, nem előrelátó személy volt több negatív tulajdonsággal, mégis egyenes ember volt, aki nem akarta, hogy mások bűnhődjenek az ő tetteiért.
Miután a kivégzések Szulejmánt csak tovább bőszítették Bayezid végleges döntést hozva fiaival és megmaradt seregével keletre indult. Fiai közül csupán négyen tartottak vele, Orhan, Abdullah, Mahmud és Mehmed. Murad és Osman feltehetőleg már korábban elhunytak. Volt még egy fia Bayezidnek, aki nem biztos, hogy egyáltalán megszületett már ekkor, lehet, hogy csak apja távozása után jött világra. Az ágyas egyike lehetett azon kevés nőnek, aki egészen biztosan azért imádkozott, hogy lánya szülessen, hiszen ekkor már egyértelmű volt, mi lesz Bayezid és fiai sorsa. Azonban a sors nem volt kegyes az ágyashoz és fia született.
Tumblr media
A menekült
Bayezid és serege célirányosan tartottak kelet felé, ugyanis nem álltak le csatázni egyik tartomány helytartójával sem. Egyedül az iráni határnál kerültek kisebb harcba, mikor megpróbálták őket a birodalmon belül tartani. Végül azonban sikerrel átlépték az iráni határt augusztusban és a perzsa şahtól kértek menedéket. Szulejmán eddigre maga is fia nyomában volt, előtte pedig Sokollu Mehmed Pasa és Szelim herceg vágtázott.
Bayezidet 1560 októberében fogadta Tahmasp şah egy csodálatos ceremónia keretein belül a fővárosban, Quazvinban. Mikor egyértelművé vált, hogy Bayezid és Tahmasp szövetkeznek egymással Szulejmán seregét az iráni határ mentén sorakoztatta fel és tárgyalásokat kezdeményezett Tahmasppal. Végül decemberben engedélyezte Szelim hazatérését Konyába és a sereget is kisebb készültségre kapcsolta, egy részét visszahívta. Szulejmán ezt nem tette volna meg ok nélkül, Tahmasp valószínűleg biztosította róla, hogy nem áll szándékában harcolni. Ez jól mutatja, hogy Tahmasp valószínűleg átverte Bayezidet, ugyanis ha a şah valóban támadni akart volna, nem kezdett volna egyezkedni Szulejmánnal. Tahmasp şah valószínűleg a legjobbat akarta kihozni a helyzetből országának, ami nem a háború volt, hanem a békés megoldás. Bayezid helyzete épp emiatt gyorsan megváltozott és a vendégből hamarosan fogollyá vált. Bayezid fiaival együtt börtönbe került, követőit pedig feloszlatta a şah, hogy nyugodtan tárgyalhassan Szulejmánnal.
A tárgyalások hosszasan elhúzódtak. 1561 júliusában Szulejmán már 900 000 dukátot ajánlott, kiegészítve Szelim herceg 300 000 dukátjával, valamint Kars várával, ha a şah visszaadja Bayezidet és fiait. Tahmasp az igen nagylelkű ajánlat ellenére is hosszasan gondolkozott. Tudta, hogy szinte akármit kérhet, előbb utóbb megadják neki, hiszen Bayezid amíg él fenyegetést jelent az Oszmán Birodalomra, ám nem merte túlfeszíteni sem a húrt. Tahmasp előrelátóan nem Szulejmánt, hanem Szelim herceget, a leendő szultánt kereste meg saját ajánlatával. Tahmasp tudta, hogy jobban jár, ha a leendő szultánnal köt szövetséget, ezért 1562 márciusában követeket küldött Kütahyába, Szelimhez. Tahmasp a 1 200 000 dukát és Kars vára mellé kereskedelmi és békeegyezményt is akart Szelimmel. Nem tudjuk, hogy Szelim maga döntött arról, hogy megegyezik Tahmasppal vagy Szulejmánnal egyeztetett e róla. Ismerve Szelimet, aki nem tett soha semmit apja engedélye nélkül, vagy erről is megkérdezte a szultánt vagy Szulejmán előzőleg szabad kezet adott neki. Akárhogyan is a şah ajánlatát végül elfogadták.
Halála
Tahmasp şah végül 1562 július 23-án beengedte az oszmán küldöttséget Bayezid és fiai börtönébe. A legendák szerint Tahmasp külön kikötötte, hogy Szelim herceg emberei léphetnek be csak a börtönbe, hiszen korábban megígérte Bayezidnek, hogy sosem adja őt át Szulejmánnak. Ezzel pedig lényegében megtarthatta szavát. Így Ali Aga, Szelim küldöttségének vezetője, volt az, aki azonnal elrendelte szultáni parancsra a hercegek kivégzését. Ugyanekkor Bayezid legkisebb fiát is kivégezték Bursában. Mindőjüktől megtagadták a tisztességes bursai temetést, és Sivas mellett temették el őket. Ennek oka valószínűleg az volt - Szulejmán mérhetetlen dühén túl -, hogy kockázatos lett volna öt koporsót végigutaztatni Anatólián, mely már így is puskaporos hordóra hasonlított ezekben az években.
Bayezid bűnössége nem kérdéses, így kivégzésének jogossága sem. Bayezid ha türelmesen várt volna valószínűleg életben marad. Bár szultán sosem lett volna, hiszen néhány janicsár csapaton kívül senki sem támogatta, Szelim maga valószínűleg nem végeztette volna ki testvéreit, hanem csak elzárva tartotta volna őket. Bár érdemes megjegyezni, hogy Bayezid ezt sem fogadta volna el természetéből kifolyólag, így talán végül Szelim kénytelen lett volna kivégeztetni őt. 
Bayezid és családja esete jól példázza, hová jutott egy meggondolatlan herceg. Bayezid lázadása majd kivégzése kétségkívül tovább súlyosbították Szelim depresszióját és tetézték Mihrimah gyászát, Szulejmán fájdalma pedig szintén elképzelhetetlen. Sokan Szulejmánt hibáztatják, azonban az eseményekből teljesen egyértelművé vált, hogy Szulejmán - különösen Musztafa esetéhez képest - a végletekig megbocsátó volt Bayeziddel szemben. Szülei és testvérei mellett pedig gyermekei sorsát is örökre megpecsételte Bayezid lázadása. Nem elég, hogy fiait vele együtt kivégeztették, ágyasait is különösebb körültekintés nélkül házasították ki, a szokottnál sokkal kevésbé befolyásos emberekhez, lányaitól pedig megtagadták a rangjukhoz méltó házasságot. Emellett lányairól senki sem emlékezett meg az elkövetkezendő években, teljesen elfeledetten éltek és haltak meg.
Tumblr media
Magán vélemény Bayeziddel kapcsolatosan: Bayezid herceg portréjával nagyon régóta szenvedek. Nem azért volt nehéz megírni, mint Musztafáét. Musztafáé egyszerűen annyira lehangoló volt, hogy nehezen vettem rá magam az írásra. Bayezid esetében azonban egyszerűen csak egyre dühösebb és dühösebb lettem. Különösen fontosnak érzem, hogy a portrékkal minél közelebb hozzam hozzánk ezeket az embereket. Külön igyekszem személyessé tenni az írást, hogy átérezhessük, mi játszódott le ezeknek a történelmi szereplőknek a fejében, mit miért tehettek. Eddig minden történelmi alakot úgy érzem sikerült teljes mértékben átéreznem, a helyükbe képzelni magam és látni mit miért tettek. Bayezid esetében ez egyáltalán nem ment. Minél többet olvastam róla annál dühösebb lettem és kiáltani szerettem volna neki, hogy "miért teszed ezt?!". Nem tehetek róla, de egyszerűen Bayezid körül mindenkit jobban sajnálok, mint őt magát, mert véleményem szerint csak és kizárólag rossz döntéseinek sorozata okozta halálát.
Felhasznált források: L. Peirce - The imperial harem; L. Peirce - Empress of the East; C. Imber - The Ottoman Empire 1300-1650; Y. Öztuna - Kanuni Sultan Süleyman
34 notes · View notes
denizinizlencesi · 3 years
Text
2. Hafta ile devam ediyoruz
Dijital araçlar
Bu hafta dijital araçlar başlığı altında, internet, donanım, yazılım gibi kavramları dinledik Ergün hocadan. İnternet bilgisayar arasında verilerin ortak ağ üzerinden paylaşılması durumu. 1010101001 rakamlardan oluşur. Peki ne için kullanıyoruz? Alışveriş, eğitim, parasal işler, resmi işler vb.
Wi-fi - 3G - 4G kavramları nelerdir?
Wi-fi içeriklere kotasız erişim sağlamamıza yarıyor bizde bu nedenle adımımızı attığımız her yerde “Wi-fi şifresi” istiyoruz.
Peki ne bu G’ler?
G- Generation demek oluyormuş. Ben bunu affınıza sığınarak yeni öğrendim. G ise gönderdiğimiz verilerin hızlı şekilde tepki vermesi durumu.
Bildiğim kadarıyla daha bize erişmeyen 5G teknolojisi gündemde. Bu G ile bulut teknolojisi gelişmeye devam edecek. Bu bulut teknolojisi de Apple’ ın bize 7,99 liraya sattığı Icloud oluyor. Fotoğraflarımızı depolamamıza yarayan ama telefon hafızasında yer kaplamayan bir teknoloji oluyor.
Gelelim arama motorlarına hepimizin arama yapmak için kullandığı motorlar.  Peki nasıl doğru şekilde arama yapılır ve erişilir?
Varsayalım ki abiye aratıyoruz fakat abiye aramızın payetli ve mini olmasını istemiyor, balık olmasını istiyorsak “Abiye” – Payetli – mini + balık aramamızı bu şekilde gerçekleştiriyoruz.
Yazalım bakalım MAİL 😊
To: Kime
From: Kimden
CC: Karbon kopya -bunu cidden yeni öğrendim- demektir. Mailin kopyasını ve maili kime gönderdiğimizi görmesini istediğimiz kişi. 
BCC: Gizli kopya buraya yazdığım kişi mailimi ve kime yolladığımızı bilecek ama asıl gönderdiğimiz kişi bunu bilmeyecek.
Subject: Konu, birkaç kelimeyle mailin içeriğini açıkladığımız kısım. 
Hitapla başlıyoruz Sayın Rektörüm, Sayın Ayşe Hocam gibi. 
Kısaca hal hatır sorarak, konuya giriyoruz, sonunda da saygılarımla, sevgilerimle kelimeler yazıyoruz ve isim, soy isim, bölümümüzü belirterek mailimizi sonlandırıyoruz.
** Haftanın Araştırması: SEO 
Unutmadan Ergün hoca bu hafta SEO kelimesini araştırmamızı istedi. Öğrendiğimi sizinle paylaşayım; SEO,  arama motoru optimizasyonu demek oluyormuş, web sitelerini arama motorlarının daha rahat bir şekilde anlamasına yani taramasına yardımcı olacak şekilde arama motorlarının kriterlerine uygun hale getirilmesi imiş. 
(telif olmasın diye linkleri kelimelere iliştiriyorum, nereden baksan dijital okuryazar olmaya adım adım..)
1 note · View note