Tumgik
#Anayasa
hayalperestbey · 1 month
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Anayasa
5 notes · View notes
pateralba · 6 months
Text
Tumblr media
İNSAN HAKLARI EVRENSEL BEYANNAMESİ
MADDE 19
Herkesin düşünce ve anlatım özgürlüğüne hakkı vardır. Bu hak düşüncelerinden dolayı rahatsız edilmemek, ülke sınırları söz konusu olmaksızın, bilgi ve düşünceleri her yoldan araştırmak, elde etmek ve yaymak hakkını gerekli kılar.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANAYASASI
MADDE 25
1) Herkes düşünce, vicdan ve kanaat hürriyetine sahiptir.
2) Her ne sebep ve amaçla olursa olsun kimse, düşünce, vicdan ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.
MADDE 34
Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı ancak, milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlığın ve genel ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla ve kanunla sınırlanabilir. Toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunda gösterilir.
MADDE 90
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası Andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulmaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.
2 notes · View notes
onderkaracay · 9 months
Text
Tumblr media
🗣️ Mevcut Anayasaya Göre Hesap Vermeyenlerin Anayasa Yapmaya Kalkmaları Ulus Devlete Karşı Bir Suikast Girişimidir
En tehlikeli sömürgecilik, köleleşme zihinlerin ve yüreklerin sömürgeleşmesi ve körleşmesidir.
Birinci vazifemiz zihnimizi kölelikten kurtarmaktır.
Bu ülkenin olanakları ile eğitim alıp çok para kazanacağım diye kendini sömürgeci ülkelerin şirketlerine satmak da bir kölelik türüdür.
Bunun için kendi dilimiz Türkçe ile eğitim şarttır. Türkiye Cumhuriyeti'nin savunulması Türkçe’nin savunulması ile mümkündür.
Türk'ün yurdunu savunması yurdunda kalması ile mümkündür.
Kaçmak çözüm olsaydı bir asır önce atalarımız da kaçardı.
Vatanın ve ulusun çıkarlarını en az kendi şahsi çıkarı kadar düşünen insana yurttaş denir.
Parayla yurttaşlık, satılmış ya da satın alınmış farklı amaçlar ile kullanılacak köleler demektir.
Onlara yurttaş denilemez.
Nitekim düşman yerli işbirlikçiler ile dilimizi ve eğitim öğretim sistemini hefef almışlardır.
İnsanımızın bozulmasını fırsat bilerek yurttaşlık satışı ile ülkemiz üzerinde ki planlarını gerçekleştirmek adına demografik yapı değişikliği ile yeni bir kötülüğü işbirlikçi ve karnı verdiği tavizler ile yumuşak olan mevcut iktidara yaptırmaktadır.
Son çıkarılan kanunlarla topraklar, maden ruhsatları, mülkler ve yurttaşlık yabancılara çok ucuza satılmaktadır.
Anadolu'da yurttaş olmak bu toprakların çilesini çekmeye eşittir. Hiçbir maddi güç o çilenin bedelini ödeyemez.
Köy enstitüleri yerine eğitim ve öğretimi yüksek milli ülkü seviyesinden din seviyesine düşürerek imam hatip okullarını dayatanlar bugün ülkemizi düşmanların çıkarına yönetmektedir.
Aldıkları eğitimin karşılığını ödüyorlar.
İşte yetmiş yıldır olan eğitim sistemi ile adı vatan olan şehit kanıyla sulanmış toprakları kolayca yabancılara satacaklar yetiştirilmiştir.
Anadolu Filistin olacak bir vatan mıdır?
Türkler bunu nasıl kabul eder?
Yerli işbirlikçi taşeronların bu saatten sonra vicdana gelmelerini bekleyemeyiz.
Şimdi de meclisi ele geçirdiler ve başladılar darbe anayasasından kurtulma dayatmasına.
Birincisi kurucu meclisler Anayasa yapabilir.
Bu meclis kurucu meclis değildir.
Seçim yöntemi halkın kendi kendisini yönettiği bir sistem değildir.
Mevcut Cumhurbaşkanı Anayasa'ya aykırı bir şekilde aday olmuş ve hukuksuz seçilmiştir.
Meşru değildir.
Askeri darbe Anayasasının yerini sivil darbe Anayasası alır.
Bu bir skandal olmakla birlikte Türkiye Cumhuriyeti devletine ve Türk ulusuna karşı yapılmış en büyük kötülük olur.
Anayasa yapma amaçları bugüne kadar işledikleri hukuksuz ne kadar suç varsa hepsini yasal hale getirmek bu güvence ile bundan sonra ki nihayi hedefleri olan ülkemizin federasyon ve bölünmesinin yolunu yasa ile açmaktır.
Anayasa yapmaya kalkmak ulus devlete karşı bir suikast girişimidir.
Bu niyet vatana ve ulusa ihanettir.
Özelleştirme talanının, yabancıya toprak, mülk, maden ruhsatları ve yurttaşlık satışı ve tüm hukuksuzlukların hesabını vermeden kimse Anayasa yapamaz.
Sen önce mevcut Anayasa'ya göre görev neden yapmadın onun hesabını ver.
Bu hesabı vermeden Anayasa yapma hakkını nereden alıyorsun?
Bu toplum size kendi aleyhine Anayasa yapmanız için oy vermedi mevcut Anayasa'ya uygun hizmet etme ve hesap verme görevi verdi.
Önce hesap !
Anayasa yapmak Türk ulusunun bileceği bir iştir.
Bu uyarı yazısını büyük dahi Mustafa Kemal Atatürk'ün bu konuda ki bir sözüyle tamamlayalım.
✓ Kendine devrimin ve devrimciliğin çeşitli ve yaşamsal görevler verdiği Türk vatandaşlarının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde dikkatle durulacak ulusal sorunumuzdur. (Türk yurttaşlarının korunması milli davadır.)
Atatürk sonrası ihmal edildiği için bugün bu açmaza düşen ülkemiz Mustafa Kemal Atatürk'ün gerçek askerleri sayesinde Türk yurttaşlığını korumak bir milli dava olarak dikkate alınarak yarım kalan devrim insanlık adına tamamlanacaktır.
] Önder KARAÇAY [
5 notes · View notes
nimhandeee · 2 years
Text
Tumblr media
"Biz bilmediğimiz için vaktin geciktiğini zannediyoruz. halbuki her şey tam vaktinde oluyor"
27 notes · View notes
serhatnigiz · 1 year
Text
Muhtemel Seçimler Üzerine Bazı Sesli Düşünceler
Tumblr media
Türkiye'de gerçekleşmiş olan genel ve yerel seçimlerin iç dinamiklerine bakıldığında hepsinin devletin ve yönetim şeklinin karşı karşı karşıya kaldığı (hakim sınıflar arası çatışmalar, iç huzursuzluklar, sosyal isyanlar vs. gibi) krizler ile bağlantılı olduğu görülebilir. Elbette ki bu krizler Türkiye kapitalizminin ve sermaye sınıflarının karşı karşıya kaldığı yapısal krizlerden, mevcut emek ve birikim rejiminin sürdürülebilirliğine dair yaşanan yönetsel ve idari sorunlardan da (egemenler cephesinden de) bağımsız değildir. Başka bir deyişle, seçimler her seferinde sistemin politikalarını kitlelere onaylatmak ve rıza üretmek için yapılmaktadır. Yoksa iddia edildiği gibi "milletin demokratik iradesinin tecelli edilmesini sağlamak" için değil!
Bu işin sistem için olan güzel tarafı ise, sistem/suyun başını tutanlar ne zaman isterlerse halk ancak o zaman sandık başına gidebilmektedir! Başka bir deyişle, bu sistem gereğince seçimi düzenleyenlerde seçimde seçilenlerde istisnalar dışında organik olarak aynıdır. İşte bu temsiliyetizm oyununa "demokrasi" adı verilmektedir. Yani siz oylarınız ile bir kişiyi seçiyorsunuz; o kişinin sizi temsil ettiğine inanıyorsunuz ama o kişi sizi değil, öncelikli olarak kendisini temsil ediyor. Açıkçası sınıflar adına yapılan temsiliyetizm biçimlerinde de durum pek farkı bir sonuç doğurmuyor. Zira sınıf adına yapılan temsiliyetizmde de kişi sınıftan çok kendi kendisini temsil eder hale geliyor. Çoktan aza doğru yetki bürokrasiye devredilerek bürokrasi eliyle de yetki tek bir kişide cisimleşiyor. Günümüz modern temsiliyetist devlet yapılanmaları ve siyasi partilerin tümü de bu şekilde örgütlenmektedir.
Gerçekte meselenin kökü salt temsil edip etmemek değil, asıl önemli olan temsil edenle/temsil eden arasındaki ilişkide denetimin nasıl sağlanacağıdır. Aşağıdan yukarıya ve yukarından aşağıya doğru bağımsız kurumlar aracılığıyla çift kanatlı toplumsal bir denetim olmadığı sürece kim olursa olsun temsiliyetizmin tüm biçimleri şahsi temsile dönüşmekten kurtulamaz. Bu açıdan hem dünyada hem de Türkiye'de seçimler bu haliyle memurun, devletin ve kapitalistin çıkarlarına uygun bir sistem kurmaktan ve piyasa mekanizmalarını güvence altına almaktan başka da bir işe yaramamaktadır. Dolayısıyla; ortaya çıkan tablo, yani oyların toplamı bize asla halkın, emekçi sınıfların genel iradesini vermez! Genel irade biçimindeki burjuva yanılsama gerçekte temsiliyetist bir aldatmacadır.
Şimdi gelelim maydanozun faydalarına! Bunca acı deneyimden sonra bile hala Türkiye'deki solların, muhalif kesimlerin kendilerini 6'lı masanın "güçlendirilmiş parlamenter sistem" demagojisine eklemlemesine, dahası ekseriyetle de seçim ve sandık temeli bir hat izlemelerine ne demeli? Neymiş efendim AKP giderse "nefes alabilecekleri koşullar ortaya çıkarmış". Elbette ki Erdoğan'ın tekrar aday olamaması ve AKP'nin seçimleri kaybederek hükümetten, iktidardan uzaklaşması kayda değer bir gelişme olacaktır ve bu durum emekçi toplum kesimlerinin de nesnel olarak yararınadır fakat bunun yolu seçime ve sandığa, daha doğrusu burjuva muhalefete endeksli bir politikadan geçmemektedir.
Kuşkusuz sistem karşısında kendisini çaresiz hisseden kitlelerin "denize düşen yılana sarılır" misali bir burjuva odaktan/ittifaktan diğer bir burjuva odağa/ittifaka yönelmeleri emekçi kitlelerin örgütsüzlüğünün tavan yaptığı bugün ki koşullarda anlaşılabilir bir durumdur. Fakat topluma ve emekçi sınıflara öncülük etme ve yol gösterme iddiasında olan sosyalistlerin kendi politik perspektiflerini burjuva muhalefetin belirlediği temsiliyetist oyunlara endekslemeleri ve hiçbir zaman oyun kurucu bir güç olamayacakları bir zeminde siyaset üretmeye çalışmaları ise anlaşılır bile değildir.
Dahası Türkiye'de devletin resmi yargı kurumlarının dahi kendi ağzıyla "seçimlerde seçmen ve seçilmen güvenliğinin olmadığını" itiraf ettiği bir ortamda (AYM kararları) ve 7 Haziran 2015 tarihinde gerçekleşmiş olan seçimin bile yasadışı yollardan iptal edilebilmiş olduğu gerçeğinden de hareketle, önümüzdeki süreçte gerçekleşecek olan muhtemel bir seçiminde meşruiyeti tartışma konusudur, olmaya da devam edecektir. Bürokrasi içinde önemli miktarda güç biriktirmiş olan mevcut hükümet ve iktidar bloğunun daha önceki seçimlerde olduğu gibi, önümüzde ki seçimlere de gölge düşürmeyeceğinin hiç bir garantisi yoktur.
Kuşkusuz bu olgular seçim sürecini önemsizleştirmemektedir. Aksine seçim süreci toplumun ve emekçi sınıfların ülke yönetimine ve politikalarına dair talep ve istemlerinin doruk noktasına çıkacağı bir dönem olması nedeniyle de sosyalist güçler açısından da önemlidir. Bu yüzden şimdiden tutum belirlemek ve somut bir perspektif temelinde, seçime ve sandığa öncelik veren değil, önceliği denetimist bürokratik devrimci faaliyete veren bir çizgiyi hakim kılmak gerekmektedir.
Dolayısıyla; bir yandan temsiliyetist seçim ve sandık yalanlarını deşifre ederken, diğer yandan ise denetimist bürokratik devrimci mücadelenin gereklerini yerine getirmek gerekir. Bu noktada denetimistlerin öncelikli meselelerinden biri de; 2 dönem maddesini/kuralını ihlal ederek hukuksuz ve kanunsuz bir biçimde seçimlere girme hazırlığı yapan Recep Tayyip Erdoğan'ın bu girişimine karşı gerekli adımları atmaktır. Kaldı ki bu adımlar denetimistler tarafından gerçekleştirilmiş olup, bu konuyla ilgili hukuki başvuru AYM tarafından da görüşülmektedir. Yine benzer şekilde YSK'nın bu süreçte alacağı tutuma ilişkin gerekli müracaatların yapılması ki, yapılmış olan müracaatların takipçisi olunması ve bu noktada YSK'nın seçim kanunları ve mevzuatı ile çelişen durumunu ve Recep Tayyip Erdoğan'ın adaylığı konusunda alacağı usulsüz ve gayrimeşru kararlara karşı çıkılması ve bunların toplum nezlinde teşhir edilmesi de diğer önemli hususlardır.
Hukuk tekniği ve bürokratik denetimist faaliyet açısından böylesine bir çalışma yürütülmeksizin, temsiliyetist seçim oyunlarının teşhir edilmesinin de tek başına bir anlamı olmayacaktır. Bu noktada sandığa gitmeyen sandıksızların "temsili" noktasında da daha önceden yapılmış hukuki müracaatların hala geçerliliğini koruduğu bir ortamda, "ben küstüm, oynamıyorum!" tarzında kendisini gösteren müzmin ve küskün boykotçu tavrın demokrasi mücadelesini kazanma noktasında bir ayağı topal, bir gözü ise kör kalacaktır. Başka bir deyişle, küskün boykotçu tavır ile denetimist sandıksızlık arasında seçimlere ve sandığa gitmeme noktasında da ciddi ve temel farklılıklar bulunmaktadır.
Bu farkları kısaca özetlemek gerekir ise;
Temsiliyetist seçim ve sandık yalanlarının denetimist temelde sistematik olarak teşhir edilmesi.
Kitlelere temsiliyetizm karşısında denetimist bürokratik faaliyetin öneminin sürekli olarak anlatılması.
Denetimist bürokratik faaliyet yoluyla AYM ve YSK gibi resmi kurumların 2 dönem maddesi/şartı hususunda açık ve net bir tavır almasının sağlanması.
6'lı masa olarak bilinen burjuva muhalefetin temsiliyetist yalanları ortaya konulurken, şayet böyle bir imkan varsa 6'lı masanın "Anayasa Taslağı"nda toplumsal denetime göreceli de olsa kapı aralayan kimi maddelerin desteklenmesi, örneğin iç ve kısmen dış kurullar aracılığı ile vatandaşın yasama organında gensoru verebilme hakkının tanınması. 6’lı masanın sözünün arkasında durup durmayacağının takip edilmesi.
Sandıksızların "temsil hakkı" noktasında uygulanmaya konması gereken yasal ve kanunu düzenlemeler için yapılmış olan hukuki itiraz ve başvuruların takipçisi olunması ve bunların Anayasal güvence altına alınması için mücadele edilmesi.
Denetimist sandıksızlık/boykotçuluk ile klasik/geleneksel/boykotçuluk arasında ki farkların açıkça ortaya konulması. Temsiliyetist faşizanlığa karşı Denetimist bürokratik devrimci faaliyet yapılmaksızın tek başına sandığa gitmeme şeklinde kendini ortaya koyan boykotçu eğilimin umulduğunun aksine liberalizmi ve tasfiyeciliği (hatta bu eğilimin gizli gizli sandığa koşma biçimindeki başka yanlış eğilimleri de) güçlendirdiğinin altının kalın çizgiler ile çizilmesi.
Muhtemel seçim süreci yaklaştıkça yeni olgu ve dinamiklere de bağlı olarak bu 6 madde elbette ki genişletilebilir. Bu da ancak seçimlere dair açık ve net bir denetimist perspektifinin kararlı bir şekilde sürdürülebilmesi ile sağlanabilir.
7.12.2022
Serhat Nigiz
3 notes · View notes
Text
Her insanın gitmeye hakkı vardır, onu kalmak için ikna etmesi gereken ülkesidir -koca koca laflar etmeye meraklı siyasetçiler ne derse desin. "Ülken senin için ne yapabilir diye sorma, sen ülken için ne yapabilirsin, onu düşün." Milyardersen, üstelik kırk üç yaşında ABD başkanı seçilmişsen bunu söylemek kolay! Ama ülkende ne çalışabiliyor, ne tedavi olabiliyor, ne barınabiliyor, ne eğitim alabiliyor, ne özgürce oy kullanabiliyor, ne görüşlerini ifade edebiliyor, ne de sokaklarda dilediğin gibi dolaşabiliyorsan, John F. Kennedy'nin bu meşhur sözü kaç para eder ki? Beş para etmez!
Önce ülken sana karşı belli taahhütleri yerine getirecek. Orada tüm haklara sahip bir yurttaş olarak görüleceksin, baskıya, ayrımcılığa, hak etmediğin mahrumiyetlere maruz kalmayacaksın. Ülken ve yöneticileri sana bunları sağlamak zorunda, yoksa sen de onlara hiçbir şey borçlu olmazsın. Ne toprağa bağlılık, ne bayrağa saygı. Başın dik yaşayabildiğin ülkeye her şeyini verirsin, her şeyi, hatta hayatını bile feda edersin; ama başın yerde ya-şamak zorunda kaldığın ülkeye hiçbir şey vermezsin. İster doğduğun ülke, ister seni kabul eden ülke söz konusu ol- sun. Yüce gönüllülük yüce gönüllülüğü, umursamazlık umursamazlığı ve aşağılama da aşağılamayı doğurur. Özgür varlıkların anayasası böyledir ve ben de başka bir anayasa tanımıyorum.
3 notes · View notes
Text
Normlar Hiyerarşisi
Tumblr media
Normlar Hiyerarşisi Nedir?
Bir hukuk düzeninde mevcut olan, anayasa, kanun, tüzük, yönetmelik gibi normlar, dağınık hâlde ve rastgele değil, alt-alta, üst-üste bulunur. Bu normların arasında altlık-üstlük ilişkisi vardır. Buna “normlar hiyerarşisi” veya “hukuk düzeni piramidi” denir. i içine alan buyruklar. Read the full article
2 notes · View notes
diyarbakirhaberleri · 4 hours
Text
TBMM Başkanı Kurtulmuş, CHP Genel Başkanı Özel ile görüştü
ICYMI: https://www.haberidiyarbakir.com/tbmm-baskani-kurtulmus-chp-genel-baskani-ozel-ile-gorustu-3/?utm_source=dlvr.it&utm_medium=tumblr
0 notes
seslimeram · 3 days
Text
Ömür Törpüsü
Tumblr media
Baskın, ezberci, kendini tekrarlaya tekrarlaya çürüten / ömür törpüsü bir ülke gerçekliğini yaşıyoruz. Biteviye dile pelesenk edilmiş olanların yamacında yeniden filizlendirilmiş ola gelen tüm ötekileştirme hali bir kısır döngüyü var ediyor artık. Kesintisiz bir cerahat hali, bunları topaçlayan bir nefret söylem / eylem toplamında hayatın mahvına çabalar aleni bir biçimde kesintisiz var ediliyor. Ne hazindir ki koca bir devlet olunduğundan bahis açmayı sürdürürken kimleri, yönetim katı, üstü kalabalık, sırtı sıvazlananlar derin bir açmaz, belli başlı bir kör karanlığın ortasına demirleyen / bunlardan uzaklaşmaya çaba sarf etmeyen bir ülke gerçekliği söz konusu ediliyor. Ezber edilmiş şeylerin kıyısında hedef kılınanların canlarının yakıla geldiği bir tekrar şablonu devreye konuluyor. Ne eksik, ne mübalağa.
Doğrudan yüz dokuz yıl önce bu topraklarda insan eliyle var edilebilecek ender / sınırları belirsiz bir karanlığın / adıyla sanıyla bir kıyametin varlığının nasıl da “güncel” bir mesel olduğundan bahis açılabilir pekala. Yılın üç yüz altmış beş gün altı saati, ömrü hayatın bir biçimde tamamını Ermeni kimliği ile yaşamaya mecbur olanların o yaralarına edilmedik, söylenmedik hakaret konulmaz. Bu satırların yazarı olagelen benim kan bağım olan on bir kardeşten, bilinen yedisinin katledildiği bir Sebastia gerçekliğini sormak, el aman değil bir tek anlığına dahi olsa o karanlığı düşünmeleri için komşularımızı davet etmek hala ve hala nedensiz değil afaki bir Anadolu İrfanı ile linç edilir. Düpedüz baskın / basmakalıp, kendini ezberlerinde var eden ve “tehcir bayramınız kutlu olsun” gibisinden, yetimliğimiz için en ağza alınmayacak tehditleri var edenlerin, küfre tutunanların daha önceki yıllardan tecrübe ettiğimiz gibi on sekiz yaş altı çoğunlukla çürümüş bir ideolojinin / atsız, turancı, bozkurt falan diye katara dizilen bir istikametten çıkış yapan hevesliler olduğu meydana çıkar. Bunca rezil kepazeliğin içerisinde yaşam her gün derdest edilirken, o küfürleri ede durana da, hakaretleri saydıran tiplemeleri de bulurken bu cerahat haline arka çıkmaların bir sonu gelecek midir? Üstelik zaman ve dahi yıkım onları da ayrıştırmadan var edilirken sahiden bir son gelecek midir?
Mezopotamya Ajansından aktaralım: İHD Eş Genel Başkanı Eren Keskin, 1997 yılından beri üniformalıların karıştığı binden fazla davayı takip ettiklerini ve söz konusu davalardan sadece bir tanesinden ceza çıktığını söyledi.
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) Mêrdîn Kadın Meclisi, 1 Mayıs İşçi Bayramı etkinlikleri kapsamında “İnsan Hakları Mücadelesi ve Kadın" konulu söyleşi gerçekleştirdi. İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Eren Keskin’in konuşmacı olarak yer aldığı söyleşiye çok sayıda kişi izleyici olarak katıldı.
‘Yaşadığımız Coğrafya Bir Soykırım Coğrafyası’
Sözlerine “Yaşadığımız coğrafya bir soykırım coğrafyası” diyerek başlayan Keskin, 1915 Ermeni ve Hristiyan halklarına dönük gerçekleştirilen soykırımı yapan İttihatçı zihniyetin Cumhuriyeti kurduğunu belirtti. “Cumhuriyet bir kopuş ya da devrim değil. Cumhuriyet soykırımcı zihniyetin devamı olarak kurulmuş” diye devam eden Keskin, yine cumhuriyetin tek kimliği temel aldığını aktardı. Keskin, “Aslında bugün de yaşadığımız sorunların temeli bu. Sadece Türk ve Sünni kimliğini temel alan bir militer cumhuriyetten söz ediyoruz. O nedenledir ki, bu kadar büyük hak ihlalleri yaşıyoruz. Bu cumhuriyet maalesef ki konuşmaya da izin vermiyor. Hepimiz ya adli kontrollüyüz ya da cezaevinde. O nedenle 1915 soykırımı tartışılmadan Kürdistan sorunu, Kıbrıs'taki askeri varlık gerçek anlamda tartışılmadan bu coğrafyada gerçek bir demokratikleşme söz konusu olmaz” dedi.
‘Cumhuriyetin Görünmeyen Yöneticileri…’
Türkiye Cumhuriyeti'nin bir görünürdeki yöneticileri, bir de görünmeyen yöneticilerinin olduğunu kaydeden Keskin, tartışmaların bugün sadece Tayip Erdoğan üzerinden yapılmasının da yanlış olduğunu aktardı. Keskin, “2002 yılında AKP iktidara geldiğinde devlet olabilmek için çok mücadele yürüttü. Avrupa Birliği yolunda bir hükumet görünümü veriyordu. Ardından AKP devlet ile anlaştı ve bugüne geldik” ifadelerini kullandı.
‘90’lı Yıllarda Fiziksel İşkence Yoğundu’
Keskin, 90'lı yıllarda İHD ile verdikleri mücadeleyi anlatarak, söz konusu dönemde gözaltına alınanlara dönük fiziksel işkencenin yoğun olduğunu belirtti. Keskin, “İnsanlar sorduğunda kaba dayak anlatılırdı. Cinsel işkence olduğunu bilirdik ama kimse bahsetmezdi" dedi. Bir müvekkilinin cezaevinde iken yanına geldiğini ve tecavüze uğradığını aktarmasının bir dönüm noktası olduğunu kaydeden Keskin, "Sonrasında birçok kadın kendisine gözaltında işkence ve tecavüz edildiğini anlatmaya başladı" dedi.
‘İşkence Devlet Politikasıdır’
“Türkiye'de işkence bir devlet politikasıdır" diye devam eden Keskin; cinsel işkencenin ise bir savaş politikası olduğunu ve bu politikanın sürdürüldüğünün altını çizerek şunları söyledi: “İşkencenin belgelenmesinde mahkemeler sadece adli tıp raporlarını delil olarak kabul ediyorlar. Oysa Adli Tıp Kurumu da bir devlet kuruluşudur. Siyasi iradeye bağlı olduğu için işkence raporlarını tam olarak vermiyor ya da hiç vermiyor. Zaman içinde hem AKP’nin AB siyaseti izlemesi, hem kadın hareketinin gücü, hem de Kürt kadın hareketinin taleplerinin yükselmesi nedeniyle değişiklikler oldu. Ve daha sonra hepimiz için çok önemli olan İstanbul Sözleşmesi geldi. Aslında İstanbul Sözleşmesi Kürdistan'dan çıkan mücadelenin ürünüdür.”
'Bin Dosyadan Birine Ceza Verildi'
İHD olarak 1997 yılından beri üniformalıların karıştığı binden fazla kadın davasını takip ettiklerini ve söz konusu davalardan sadece bir tanesinden korucu olan bir şahsın ceza aldığını söyleyen Keskin, “Sadece bir korucuya ceza verildi. O da kadın doğum yaptığı ve çocuğun korucuya ait olduğu tespit edildiği için ceza aldı” dedi.
Baskın, ezberci, kendini tekrarlayarak bir kırılmayı hemen her güne içkin kılan bir cerahat haliyle memleket kuşatılır. Baskıcı, ezen, despotizm ile nefes alan gel gelelim nefretten ol ötekisine ayrımcılıktan bir adım ötesini düşünmeyen bir yıldırı cumhuriyetinin adım adım her nasıl bina olunduğu İnsan Hakları Derneği Eş Genel Başkanı Avukat, Eren Keskin’in beyanlarında görünür kılınır. Yıkıcı bir iktidar pratiğinin devletin kurucu köklerinden tam da bugünlere kadar sürekli olarak yeniden var edildiği bir zeminde, hem açmazları hem de salt Ermeni, Süryani, Rum / Pontos, Nasturi, Keldanilere yönelik değil aynı zamanda da Kürd / Alevi halklarına yönelik ortaya çıkan şiddet pratiklerinin nasıl var edildiğine de dikkat çeker. Her şey aralıksız bir biçimde salt sırf, “insanı” teslim alabilmek içindir, ne eksik ne fazla. Askeri bir tahakküm şeceresinin üstüne boca edilmiş demokrasi lafzının hiç de iyiyi değil tam aksine bir şeylerin tersine gittiği bir ülkeyi güncellemek adına olduğu her adımda bir kere daha belirginleştirilir. Soykırım pratiğinin ardından çıkagelen her hamlede, ol tahakküm ekseninde imkanlarla var edilmiş yok etme saiki başkalarının da Türk / Sünni kimliğinden olmayan / görülmeyenler için de birer sınamayı var edeceği kesintisiz kanıtlanır. Doksanlı yıllara dair örneklerin, işkencenin bir devlet politikası haline dönüşümünün yanı sıra, Emval-ı Metruke kanunundan, Varlık Vergisine, 20 Dolar 20 Kilo uygulamasından, soy kodu fişlemelerine, kentlerin / köylerin demografik yapıları üstüne hak iddia etmelerden, o yaşam sahalarını tarumar etmeye, dönüştürmeye, asırlık bir denklem, asırdan da uzunca bir zamandır sürdürülen bir hınçla hizada tutma söz konusu edilir. Bunca kötülükle tek bir iyi gün söz konusu edilebilir mi? Kör karanlıkların hamisi olagelen bir devletin Türk’e vereceği herhangi bir olumlama söz konusu olabilir mi? Geriye kalan her şey zaten yukarıdaki toplantıda var edilmiş cümleler ile aktarılırken o inkarcılığın, cezasızlığın, siyaset sahnesine lekesiz temsillerin(!) eylediklerinin hesabını kim nasıl verecektir?
Yeni Yaşam Gazetesinden aktaralım: “DFG yaptığı yazılı açıklama ile , 3 gazetecinin tutuklanmasına tepki göstererek, ‘Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sorunların çözümü için basın ve ifade özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırın, gazeteciliği yargılamaktan vazgeçin’ dedi
Dicle Fırat Gazeteciler Derneği (DFG), 23 Nisan’da İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan soruşturma kapsamında İstanbul, Ankara ve Riha’da yapılan ev baskınlarında gözaltına alınan 9 gazeteciden 3’ünün tutuklanmasına dair yazılı açıklama yaptı.
Tutuklamalara dikkat çekildi
Açıklamada, Mezopotamya Ajansı (MA) muhabirleri Esra Solin Dal ve Mehmet Aslan ile gazeteci Erdoğan Alayumat’ın dün gece geç saatlerde tutuklandığına dikkat çekildi.
Tecridi işlemek suç değil
Gazetecilere savcılık ve hakimlik ifadelerinde haberlerinin sorulduğu hatırlatılan açıklamada, “Gazetecilerin özellikle bu ülkenin ana gündemleri olan Kürt sorunu, savaş, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a yönelik tecridi işlediği tüm haberleri cımbızlanarak suç gibi gösterilmeye çalışıldı. Kürt sorunu ve tecridin bu ülkenin temel gündemlerinden olduğunu, gazetecilerin bu konuları işlemesinin suç olmadığını hatırlatıyoruz” denildi.
Gazeteciliği yargılamaktan vazgeçin
Gazetecilerin görevinin haber yapmak, haberleriyle toplumu bilgilendirmek olduğunun altının çizildiği açıklamada, şu ifadeler yer aldı: “Sansür, soruşturma, engelleme, dava ve tutuklamalarla gazetecileri susturmaya çalışan iktidara çözümün gazetecileri hapsetmekte olmadığını bir kez daha hatırlatıyoruz. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve sorunların çözümü için basın ve ifade özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırın, gazeteciliği yargılamaktan vazgeçin.”
Özgür Basın geleneğinin tüm saldırılara rağmen sürdüğü belirtilen açıklamada, “2022 yılından bu yana hız kazanan baskılarda yaklaşık 40 gazeteci tutuklandı, yargılandı ancak çalışmaktan vazgeçmedi. Son operasyonda da değişen bir durum olmayacaktır. Tüm meslek örgütlerine ve halklara da haber alma hakkını ve gazeteciliği savunmak için ortak mücadele etme çağrısında bulunuyoruz. Gazetecilik Suç Değildir/ Yargılanamaz!” denildi.”
Yönelimini bariz bir biçimde ezberleriyle var eden bir devlet anlayışının suna geldiği tek, belki de yegane şey daha kalıcı kırılmalardır. Gazetecilerin haber verme işlevini, sarayın ol tek adam rejiminin sunduğu her şey güllük gülistanlık, propaganda bakanlığının emri, direktifi doğrultusunda var etmeyen herkesi bekleyen makus talihin gözaltı ve mahpusluk olduğu bir kere daha var edilir. Sorgulamak bir yana, gazetecilerin o aksettirilmeyen her şeyi başta yaşamsal müdahaleler, zorbalıklar, işkenceler sonrasında da Kürd sorununun tam da göbeğinde yer alan mesel / tecrit / ayrımcılık ve inkara karşı var ettikleri hemen her mücadele hedef kılınmaları için kafi görülür. Biteviye demokrasiden, adaletten, hak ve hukuktan dem vurulurken mesleğini var ettikleri için üç insan tutsak edilir. Sonrasında Esra Solin Dal’ın çıplak aramaya maruz bırakıldığının notu avukatları aracılığıyla bildirilir. Hakikati bildirenleri hedef kılarak, doğrunun tek olduğu bir gerçekken, onları da halen dönüştürüp, yok sayıp, inkar ederek mutlak ve kati baskıcı bir şablonu sürekli var ederek hangi demokrasiden bahis açılabilir! Gazetecilik ne ara terör faaliyeti / dolaylı bir eylemsellik / yancılık olarak görülür oldu, meçhuldür!
Hukukun, adalet pratiğinin rafa kaldırıldığı bir zeminde kötücü ezberlerle, kör kör parmağım gözüne hamlelerle birlikte bir cerahat menzili güncellenmeye devam ediliyor. Kötülüğü içselleştirip, mutlak / tek iktidarın var edilebildiği sanrısına tutuna tutuna heder edilmiş bir asırlık mücadelenin güncesinde milenyumun yirmi beşinci yılında ortalıkta tam da kesif bir koku yayılmaya devam ediliyor. Kati, mutlak ve her dem sabık bir aklın tezahürü olarak çıkagelen korkuları ileriye sürerek, daha baskıcı, daha korkunç, daha da insani olanı heder eden bir pratiğin izleri üstünde yürünüyor. Seçim sathı mahallinde ki o yerel seçimlerin sunduğu perspektifi dahi hezimet olmasına rağmen görmeyen, düşünmek bir yana sual etmeyen bir iktidar aklı yeniden muhaliflere, muhalefete, kendisinin sınırları / kriterleri dışında kalakalan herkeslere daimi bir saldırganlığı güncellemeye devam ediyor. Bütünüyle bir memleketin çürütülmesi, esir kılınması, haklarından feragat etmesi, müştereklerinin talanının icraat gibi duyurulduğu bir zemin güncellenmeye devam ediliyor. Ezber edilmiş şeylerin yıkıcı / tarumar edici hallerinde bir kere daha bir memleket ev olmaktan çıkartılıyor. Gümbürtüde var edilmiş tahakküm veçhesinin kıyısında, madun siyasetin yara bere içinde kalakalmış olan halka dair doğrudan tek bir çözüm hamlesi çıka gelmiyor. Böyle bir girdapta yarına dair umudun mahvı için eldeki imkanlar seferber olunuyor. Asırlık ülke, demokrasi, hürriyet ve adalet konusunda inkarı bir kenara terk edip, sorunlarına dair ortak akıllı bir müzakere, çözümleme bahsine geçmiyor. İş işten geçerken... Yıkım, eksiltme, sonsuz bir sınama her yeri kapkaranlık kılmaya devam ederken... Sahiden, öyle...
Misak TUNÇBOYACI – İstan’2024
Görsel: Van. 328 [1912] – Köylü Ermeni Kadınlar Milli Elbiseleriyle – Nar Niyetiyle Sergisinden Bir Kesit – Art Column
1 note · View note
udybelgesi · 5 days
Text
Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Federasyonu (TŞOF) Hakkında Bilgiler
Tumblr media
Tarihçe: TŞOF, 4 Nisan 1953 tarihinde kurulmuştur. Anayasanın 135. maddesinde tanımlanan Kamu Kurumu Niteliğinde Meslek Kuruluşu ve kamu tüzel kişisidir. İlk kuruluş kanunu 507 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Kanunu idi. 21 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren 5362 sayılı Esnaf ve Sanatkarlar Meslek Kuruluşları Kanunu ile 507 sayılı yasa yürürlükten kalkmıştır. Halen 5362 sayılı yasa hükümleri geçerlidir. İlginizi çekebilir: Atatürkçü Düşünce Derneği Read the full article
0 notes
karaca2508-blog · 1 month
Text
Anayasa Mahkemesi'nden işçilere yıllık izin kararı
Tumblr media
Anayasa Mahkemesi, milyonlarca çalışanı ilgilendiren bir karara imza attı. İş Kanunu, Türk Borçlar Kanunu ve Basın İş Kanunu'nda kullanılmayan izin ücretlerinin ödenmesi konusunda hiçbir şart bulunmazken Deniz İş Kanunu'nda ise işverenin haklı sebeple iş akdini feshetmesi hallerinde kullanılmayan izin ücretinin ödenmeyeceği öngörülüyor. Yargıtay bu hükmün Anayasa'ya aykırı olduğu gerekçesiyle iptali için başvurdu. AYM başvuruyu haklı bularak düzenlemeyi iptal etti.
Anayasa Mahkemesi'nden işçilere yıllık izin kararı
Habertürk'ün haberine göre işçi ve işveren arasındaki davalara bakan Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, söz konusu düzenlemenin Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi’ne iptal başvurusu yaptı. AYM başvuruyu kabul etti. AYM Kararı AYM kararında, 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu, 4857 Sayılı İş Kanunu ve 5953 Sayılı Basın İş Kanunu’nda kullanılmayan yıllık izne ilişkin ücretin işçiye ödenmesi bakımından sözleşmenin sona erme nedenine bağlı bir şart öngörülmediği halde Deniz İş Kanunu’nda şart bulunduğuna dikkat çekildi. Deniz İş Kanunu’na göre işçinin ne zaman izin kullanacağına işverenin karar verdiği vurgulanan kararda, iznin kullanılmasından önce iş akdinin 14’üncü maddenin (I) numaralı bendindeki sebeplere bağlı olarak feshedilmesi durumunda işçinin Anayasal güvence altına alınan dinlenme hakkını kullanmamış olacağı dile getirildi. Anayasa Mahkemesi bu gerekçelerle Deniz İş Kanunu’nun 40’ıncı maddesinin yedinci fıkrasını iptal etti. AYM, yasal boşluk doğmaması için yeni bir yasal düzenleme yapılıncaya kadar 6 ay süre verdi. AYM’nin iptal kararı 14 Eylül 2024 tarihinde yürürlüğe girecek. Yıllık İzin Ücretleri Artık işçilere Ödenecek Anayasa Mahkemesi'nin kararı, Deniz İş Kanunu'nda yapılan düzenlemeye son veriyor. Artık işçiler, hak ettikleri yıllık izin ücretini alabilecekler. Yargıtay'ın başvurusu sonucu alınan bu karar, iş hukuku alanında önemli bir adım olarak değerlendiriliyor. Read the full article
0 notes
onderkaracay · 1 year
Text
Tumblr media
🗣️ Anayasal Ahlak Anlayışı ve 2023 Seçimleri Öncesi Çözümlemeler
Kötülük kimin eseridir? Organize kötülük nedir? Kötülük yaratanın eseri olabilir mi?
Bu sorulara yanıt vermeden önce bu konuda daha önce sorulmuş ve yanıtı aranmış anlamlı sorulara bakmak gerekir.
Epiküros demiş ki;
✓ Tanrılar kötülükleri yeryüzünden kaldırabilir mi veya kaldıracak mı veya istese de kaldırabilir mi; yoksa bunu yapamaz mı, yoksa yapmayacak mı, veya nihayette Tanrılar hem yapabilir ve hem de yapmak istiyorlar mı?.. Eğer Tanrılar yeryüzünden kötülükleri kaldırmak istiyorlar da kaldıramıyorlarsa o zaman onlar her şeye gücü yeten değillerdir. Eğer yapabilirler de, yapmak istemiyorlarsa o zaman onlar iyiliksever değillerdir. Eğer onların kötülüğü kaldırmaya ne güçleri ne de istekleri varsa o zaman onlar ne her şeye gücü yeten, ne de iyilikseverlerdir. Ve son olarak eğer Tanrı’lar kötülüğü kaldırma gücüne sahipseler ve kaldırmayı istiyorlarsa o zaman kötülük nasıl ortaya çıkmıştır?
Laikliği hedef alan iktidar ve muhalefet odakları varken konuyu daha derin bir açıdan bakarak günümüze getirmek ve çözümleme yapmak durumundayız.
Anayasa tanrının bir emri değil ki onu kendimize ilke edinelim dememin amacını düşünmek zamanıdır.
David Hume ise Epiküros'un sorduğu soruların yanıtı alınmadığını söyleyerek yeni sorular sormuş;
✓ Tanrılık kötülüğü ortadan kaldırmayı istiyor mu, yoksa buna gücü mü yok? Gücü var da niyeti mi yok? O zaman kötü niyetli midir? Tanrı kötülüğü kaldırmak için hem güce sahiptir ve hem de istekli midir? O zaman kötülük niye vardır?
Padişahları tanrının yeryüzünde ki temsilcisi olarak kabul gören bir zihniyet ülke yönetiyor ve muhalefet buna kol kanat geriyor ise laiklik devrimi yapmış bir ülkenin yurttaşları olarak buna sessiz kalarak rıza göstermemiz mümkün değildir.
Bu soruların tek bir yanıtı var. İnsanlar tanrılar yaratmaya devam ettiği müddetçe bu sorunlar çözümsüz kalacaktır. Kötülük insanın eseridir, tanrıların değil. Hiçbir tanrı kendine yüklenen misyondan haberdar bile değildir. Ve tanrı yarattığı hiçbir canlıyı kötülük için yaratmamıştır. İnsan tanrının kendisine verdiği olanakları yaratan adına kötüye kullanmayı maharet saymış ve kötü çok olduğu veya kötü çoğaltan sistemli çabalar yüzünden dünya kötülüğe mekan, insan da kaçınılmaz kötü olmak durumunda kalmıştır. İnsanların karnını doyurmak için kötülerin işlerinde çalışarak, kötülüğe hizmet ederek, kötülüğü karın doyurma pahasına yaşatması buna en güzel örnektir.
Laiklik kötülüğün yaşamasına izin vermeme devrimidir.
Prodikos, tanrıların varlığının ancak insanın ruhsal yaşantısı bakımından açıklanabileceğini; yani dinin, insanlar tarafından pratik amaçlar göz önünde tutularak ortaya konmuş olduğunu öne sürer. Aynı düşünceyi geliştiren Kritias, tanrıların ve dinin, zeki kralların ve prenslerin, uyruklarına baş eğdirmek için ortaya attıkları uydurmalardan başka bir şey olmadığını söyler.
Beşeri yasaları dine uydurmak ya da genelin yararına devrim ile yapılan yasalar yerine dini koymak isteyen niyetlerin amacı toplum gözünde yaratan adına meşruluk kazanmaktır.
Genelin yararını düşünmeyen devrim dışı beşeri yasalar adalet anlayışı aslında güçlüye ve egemen olana yararlı, güçsüze zararlıdır. Yaşanmış bütün tecrübeler yasaların kendini güçlü sanan güçsüzler tarafından, kendilerini korumak ve gerçek güçlülerin elini kolunu bağlamak amacıyla ortaya çıktığını söyler.
İnsan kaynaklı ve genelin yararı yerine güçlü olanların yararını koruyan yasalar ile doğal yasalar arasında karşıtlık vardır. Genelin yararını koruyan beşeri yasalar doğal yasalara uyumludur. Çünkü insanlar doğal yasalar ve devrim yasalarına göre eşittir. Sınıf, soyluluk, yönetici ve yönetilen ayrımlarının, kurulu sömürge düzenini sürdürmek için insan kaynaklı bir tarafa yontan yapay yasalar bu eşitsizliği bozmuştur. Ayrıcalıklı olmayı üreten, halk yararına devrim yıkıcılığını savunan taraflı beşeri yasalardır.
Yetki ve maddi erki elinde bulunduran her güç bunu dine dayandırmadan ve toplumu cahil bırakarak buna inandırmadan sömürge düzenini sürdürülebilir yapmaları mümkün değildir. 12 Eylül askeri darbesini yapan Kenan Evren'e mektup yazan holding sahibinin amacının ne olduğunu burada aramak gerekir.
Toplumu temsil edecek makamlara seçilecek kişilerin kimler olacağını toplum dışında güçlerin belirlediği seçimler demokrasi olmadığı gibi bu yöntemle yapılan her seçimde halk bu oyunun bir figüranı olarak kullanılarak dayatma meşrulaşmış olur.
Bu oyunu bozmanın yolu halkın kendi kendini yönetmesini sağlayacak partisiz parlamenter sistemdir.
Bugün ki sistemde her siyasi parti halka karşı ayrı bir gizli niyet yapılanmasıdır. Çünkü her siyasi parti bir kişiye bağlıdır. Hangisi kazanır ise kazansın ülke o kişiye ve gizli niyete teslim olacak demektir.
Nasıl olacak? Çok basit; her il vekillerini seçer ve meclise gönderir, meclis içinden toplumu temsil edecek makamlara seçilecek kişilerin meclis içinden vekiller tarafından seçilir. Hükümet meclis içinden seçilir. Seçenler hükümete halk yararına muhalefet eder, gerekir ise hükümeti değiştirir. Bu yöntemle halk yönetim ile arasına başka kötü niyetli güçlerin girmesini engeller.
Hiçbir güç kendi adamını halka medyayı kullanarak algı değiştiremez ve seçim sonuçlarını etkileyerek kendilerine hizmet edecek olan zihniyeti halka onaylatamaz.
Partisiz parlamenter sistem halk ne derse o olur demektir. Halkın istediği de ortak akıl Anayasa'ya uygun hukuk kurallarına uygun kendilerine hizmet edilmesini sağlamaktır. Yetkiyi halktan aldıktan sonra halka hizmet etmektir.
2023 yılında ki seçimler üzerine bir beyin fırtınası yapalım. Bir kişiden kurtulmak adına bir kişi arıyoruz. Oysa aramamız gereken kişi değil ülkenin nasıl yönetilmesi gerektiği konusunda yöntem arayışı olmalıdır. Halktan bu talep gelmeyince oyunu değiştirmeden oyuncu değiştirmek peşine düştüler. Bunun dışında halkın aleyhine kendilerinin ve ayrıcalıklı sınıflar lehine her hile adına bir araya gelenler halkın genel yararına bir araya gelmiyorlar demektir.
Anayasal ahlak nedir?
Anayasal ahlak şudur; ulusu temsil ve ulusun parasıyla ulusa hizmet etmeye anayasaya uygun hizmet edeceğine namus ve şeref üzerine yemin etmek demek değildir. Ettiği bu yemine uygun davranmak, davranmayanların yetkisinin elinden alınması demektir. Tüm yetkileri bir kişiye teslim eden bir toplum Anayasaya uygun hareket etmeyenleri nasıl görevden alacak? Seçimler ile bile görevden almak mümkün değildir. Başkası kazansa bile sadece tek yetkili kişi değişmiş olacaktır.
Ya tek kişi yetkisine sahip olmak için aday olanlara ne demeli? Tüm yetkileri tek bir kişiye teslim eden sistemde yönetime talip olmanın bile ahlakı tartışmalıdır.
Bu toplum nasıl bir tuzağın içine düşürüldüğünün bile farkında değildir.
Anayasal ahlak konusu sadece yemin etmek ve yemine sadık hizmet etmekle sınırlı bir konumudur? Hayır.
Anayasal ahlak bir sonraki seçimde de Anayasa'ya uygun seçim yapabilmektir.
Örneğin Anayasa bir kişi en fazla iki kez Cumhurbaşkanı seçilir diyorsa o kişinin görevi bittikten sonra yeniden seçilmesinin engellenmesi de bir Anayasal ahlaktır.
Üçüncü kez aday olma olanağı olmayan mevcut Cumhurbaşkanı muhalefete diyor ki sizin bir adayınız yok. Muhalefet çıkıp Anayasal ahlak gereği demiyor ki sen kendin aday olamıyorsun ki önce sen kendine Anayasa'ya uygun bir aday bul.
Muhalefet iktidar olmak istiyor ise bu düzenin bir ortağı değilse ve Anayasa değiştirmek gibi bir oyunun hilenin içinde yer almayacak ise bunu kullanır. Kullanmıyor ise çalınan minarenin kılıfı hazır demektir. Ne demek bu?
Mecliste gücü olan muhalefet partilerinden biri veya ikisi Anayasal değişikliğe ve mevcut Cumhurbaşkanı'nın yeniden aday olmasını sağlayacak desteği verecek demektir.
Destek veren siyasi parti veya partilerin ahlak testini o zaman göreceğiz.
Oysa seçimler yapılmadan önce meclisin ortak kararı ile Anayasa'nın 2023 seçimlerinin partisiz parlamenter sisteme geçilerek Cumhurbaşkanı ve Başbakanın kim olacağına ulusun karar vereceği bir seçim sistemi değişikliği yapılmalıdır.
Aksi takdirde yeni bir kişi seçilse bile bir sonraki seçimde yine yeni bir kişi aramak ya da seçim yapılmadan yönetilen bir ülke durumuna düşme tehlikesi ile karşı karşıya kalabiliriz.
Bunun dışında her seçim yöntemi kötülük üretir. Hiçbir gücün merhamete gelmesini, demokrasiye dönmesini, yalanlarına inanarak zaman kaybedip kendi lehlerine olan düzenden vazgeçeceklerine inanmamalı bu tür aldatıcı yanılgılara kanmamalıyız.
Acıyan, acınacak duruma düşer. Bugüne kadar bize acımayanlara biz neden acıyoruz?
🗣️ Demokrasi; bireysel tercihleri toplumun geneli adına ortak akla, ahlaka ve yarara dönüştürme becerisidir.
] Önder KARAÇAY [
6 notes · View notes
paravesiyaset · 2 months
Text
Tumblr media
Türkiye'yi bekleyen gizli tehlike Anayasal Monarşi:
2024 mart ay mahalli seçimlerinden sonra ekonominin yeni şartlarının halka demokrasi içerisinde yedirilmesi biraz zor olacaktır, Türkiye'de her darbe bir ekonomik krizin ardından gelmiştir, yine böyle bir olasılık ufuktadır.
Bu darbe bir askeri darbe değil, ekonomik yaptırımların halka zorla sindirerek yedirilmesi için yapılabilecek bir siyasi sivil darbe olabilir. Anayasa ve Anayasa mahkemesi ile olan kavgalar bunun bir ön işaretidir zaten, Erdoğan'ın anayasayı değiştirme talebinin ardında tekrar seçilmek, belki de bir daha hiç seçim bile yaptırmamak bile olabilir. kısaca anayasa değişimi istemenin ardında monarşik bir yönetim düşüncesi var gibi görünüyor.
1 note · View note
miscesine · 3 months
Text
Zorla Çalıştırma Yasağı
Tumblr media
Geçtiğimiz yüzyıla kadar insanlar zorla çalıştırılır, insan ticareti, köle ticareti gibi insan haklarına ve vicdana aykırı bir şekilde çalıştırılırdı.  - Ayrıca Bakınız: Anayasa Kişi Hürriyeti ve Güvenliği Read the full article
0 notes
seyhali · 4 months
Text
Rahat Kalıp (“Loose Fit”) Anayasa
Rahat Kalıp (“Loose Fit”) Anayasa
(Terzi, kalıp ve dikiş terimlerinin ilhamı ile..)
Bu ayın konusu Türkün anayasa ile imtihanı ya da anayasanın Türklerle imtihanı. İkisi de geçerli. Ülkemiz kurulduğundan bu yana bir anayasa sorunumuz bulunmakta. Bu sorun kimi zaman yeni anayasaların yapılması, maddelerinin değiştirilmesi, ulusal sporumuz olan müdahalelere maruz kalması veya gerekli zamanda gerekli düzenlemelerin yapılmaması şekillerinde ortaya çıktı ve çıkmaya da devam etmekte. Bu çalışma anayasa sorunsalının hukuki açıdan bir incelenmesi değil. Tam tersine Batıda, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD), yaygın bir geçerliği olan “hukuk ve iktisat” çalışmaları geleneğine daha yakın. Bu alanın varlığı Türkiye’de fazla bilinmemektedir. Bu nedenle sözü edilen alanda yapılan bilimsel çalışmalar da azla yok arasındaki bir yerlerde bulunmakta. Anayasa konusunda ulus olarak bu denli takıntılı olmamızın da birçok nedeni bulunmaktadır. İlk neden, neredeyse tamamı halk oyu ile kabul edilmesine karşın, bu anayasaların bizzat yapanları bir türlü memnun etmemesidir. İkinci neden ise anayasa yapma veya değiştirmenin kolay olmasıdır; birkaç profesör, bir meclis ve bir de halk oylaması bu iş için yeterlidir. Anayasa ile uğraşmak yerine, örneğin uzay mekiği yapmak isteseydik işimiz son derece zor olurdu; on binlerce mühendis, milyarlarca lira ve kime ne siyasi fayda sağlayacağı belli olmayan bir proje. Bu nedenle anayasaları kurcalayıp durmak her zaman siyasi getirisi belli bir uğraş olarak gündemimizdeki sağlam yerini korumuştur.
Anayasayı değiştirmek veya tadil etmek kadar etmemek de önemli bir sorundur. Ancak anayasayı değiştirmemek, doğal olarak, değiştirmek kadar dikkat çekmemektedir. Bu konunun en ilginç örneği 1946 seçimlerinde ortaya çık(ama)mıştır. O yıl gerçekleştirilen seçimlere kuvvetler birliğine dayalı 1924 anayasası ve dar bölge kuralına göre çalışan milletvekili seçim sistemi ile gidilmiştir. 1946 yılının özelliği, hatırlanacağı gibi, çok partili düzene geçilmesidir. Ancak, dönemin iktidar partisinin (Cumhuriyet Halk Partisi-CHP) 1924 anayasası ve dar bölge seçim sisteminin çok partili bir düzene uygun olmadığını bilmesi ve anayasa değişikliğini dönemin muhalefet partisi (Demokrat Parti (DP)) ile birlikte gündeme getirmesi gerekiyordu. Bu değişikliği gündeme getirmek şöyle dursun iktidar partisi (CHP), muhalefetin (DP’nin) nispi temsil seçim sistemi talebini bile geri çevirmişti. Zamanının en iyi hukukçularını barındıran iktidardaki parti (CHP’nin) o dönemde anayasa değişikliği yaparak kuvvetler ayrılığı sistemine geçmemesi ve bir üst meclis olan senato ile anayasa mahkemesinin kurulmasını gündemine almamasını açıklamak hala mümkün değildir. Dahası hem bu değişiklikler yapılıp hem de o yıl meclis tarafından kabul edilen “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi” anayasanın içine alınsaydı, 1960 ve ardından gelen darbeler gerçekleşir miydi? Son soru elbette spekülatif ancak bu anayasa değişikliklerinin niçin yapılmadığı sorusu ortada durmaya devam ediyor.
Türkiye ilk modern anayasaya “modern kesim” (modern fit) 1961 anayasası ile kavuşmuştur. Bu anayasa ile kuvvetler ayrılığı sistemi getirilmiş, Cumhuriyet Senatosu ve Anayasa Mahkemesi de kurulmuştur. Bu anayasa konusundaki ilk şikayetlerin 1965 yılından itibaren-siyaseti (DP gibi) dikensiz gül bahçesi olarak yönetmek isteyen-dönemin iktidar partisinden (Adalet Partisinden) (AP) geldiği görülmektedir. İktidardaki partiye ise (AP’ye) hemen, sahip olduğu ayrıcalıkları halkla paylaşmak istemeyen, Türk burjuvazisi de katılmıştır. Bu koroya, ne yazık ki kendi ön ayak olduğu anayasayı beğenmeyen güçlü bir kesimin de (ordunun da) katılmasıyla ülke 1971 darbesine toslamak zorunda kalmıştır. Bu koronun – iktidardaki parti, Türk burjuvazisi ve ordunun (AP, Türk burjuvazisi ve ordunun) ortak sloganı ise bu anayasanın ülkeye bol geldiği (loose fit olduğu) idi. Bu elbiseyi daraltacak bir terzi bulunmakta da gecikilmedi. Yeni terzi de elbette bir anayasa profesörüydü. Değişikliklerle yürütme güçlendirilmiş, üniversitelerin özerkliği sınırlandırılmış ve Anayasa Mahkemesi anayasa değişikliklerini sadece şekil açısından denetleyebilir hale gelmiştir – dar kesim - (slim fit). Bir darbe dönemi olduğu için halkın bu duruma “Hayır, bu elbise hiç de bol değil” diyecek hali yoktu. Koro sanatçıları da bu durumu bildikleri için hiç sıkılmadan (utanmadan) anayasanın halka bol geldiğini söyleyebilmişlerdi.
Konuya ekonomi-politik açısından bakarsak 1961 anayasasında 30 Haziran 1971 tarihinde yapılan ilk değişiklikler arasında ilginç bir madde ile karşılaşırız. Değiştirilen 61. madde ile “vergi, resim, harçların muafiyet ve istisnaları ile nispet ve hadlerine ilişkin hükümlerde değişiklik yapmaya Bakanlar Kurulu yetkili kılınmıştır.” Kısacası Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) vergi koyma hakkı fiilen yürütme organına devredilmiştir. Benzer bir durum 1982 anayasasının 73. maddesinde de korunmuştur. Vergi koymak ve hükümetleri mali açıdan denetlemek Magna Carta’dan beri parlamentoların en önemli işlevidir. Öyle ki birçok ülkede hükümetler bütçe harcırahını vaktinden önce tüketince çalışmalarına da aynı anda son vermek zorunda kalmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri’nde on bir kez yaşanan hükümetin kapanması (government shotdown) olayı bunun en iyi örneğidir. TBMM bu hakkını devrederek aynı anda parlamenter demokrasinin de ölüm fermanını imzalamıştır. Bu hakkın devrinin ekonomik sonuçları ise daha korkunçtur. Vergi hakkının fiilen hükümette olması ile zengin bir insanın çocuğuna banknot matbaası hediye etmesi açısından fark yoktur. Zengin çocuk eninde sonunda önce kendini sonra da ailesini mahvedecektir. Aynı şekilde, 1971 tarihi de Türkiye’de kronik enflasyonun ve devlet eliyle zenginleşmenin kurumsallaşmasının miladıdır. Bu hakkın parlamentolarda olduğu gelişmiş ülkelerin hiçbirinde, Alman Weimar Cumhuriyetinde yaşanan hariç, kronik veya hiperenflasyon yaşanmamıştır. Buna paralel olarak Türk burjuvazisi de yavaş yavaş Batılı kapitalistler gibi davranmayı bırakıp siyasi bağlantılarıyla devlet üzerinden zengin olma kalıcı ahlaksızlığını benimsemiştir.
Türk burjuvazisi, sözüm ona liberaller ve orduyu, slim fit haline getirilen anayasa da tatmin etmemiştir. Daha tatminkâr bir anayasa için yeni bir darbeyi beklemek gerekmiş ve o da çok gecikmemiştir. 1982 yılında hazırlanan anayasa için de yeni bir terzi bulunmuştur. Yeni terzi işi sıkı tutarak slim fit anayasayı en baştan “ultra slim fit” olarak tasarlamıştır. İşi sağlama almak için de Siyasi Partiler Yasasına ünlü %10 ülke barajını ilave etmiştir. Ancak bu çok dar elbise bile üçlü koroyu tatmin etmeye yetmemiştir. Böylece yeni bir terzi-profesör elbette-bulunarak son referandumda kabul edilen ölçüye göre (tailor fit) değişiklikler gerçekleştirilmiştir. İşin kötü tarafı ise yeni elbisenin sipariş üzerine yapılmasına karşın terzinin bu işin ehli olmaması, hatta nominal (kâğıt üzerinde veya daha doğru deyimle çakma) olmasıdır. Bu nedenle kısa süre içinde yeni anayasa şikayetleri ve değişiklikleri de ufukta görünmekte.
(Sorumluluk sahiplerinin bu noktada etik anlayışları merak konusudur! )
İşin sıkıntılı tarafı ise tüm fitlerin tüketilmiş olması. Hem de boş yere. Bu durumda yeni anayasa hangi kalıba sokulacak? Belki de hiçbir kalıba sokulmayacak yenisi veya tadil edileni. Sadece bir köşeye atılacak. Boşlukları ise gelenek-görenek veya anayasa dışı oluşturulmuş kurumlar dolduracak. Böylesine karamsar bir sonuca ulaşmamın bir de bilimsel nedeni var. Şimdiye dek anayasa yapıcıları hiçbir zaman yaptıkları anayasaları beğenmemişler. Bu durumda ileri sürülebilecek iki mantık var. Birinci mantık “Artık bunu beğenirler çünkü ölçüye göre yapıldı” demek. İkincisi ise “Hayır, şimdiye dek yaptıklarını hiç beğenmediklerine göre bunu da beğenmeyecekler” savını öne sürmek. Ben ikinci mantığı tercih ediyorum, çünkü ilki ciddi bir formel olmayan mantık hatasını içeriyor. Bu hatanın bir de adı var: Monte Carlo Hatası (Monte Carlo Fallacy). İsmi üzerinde Monte Carlo gazinolarındaki kumarbazların hatalarından kaynaklanmış bu hata. Anlamı hiç veya çok az gerçekleşmiş bir olayın sırf bu nedenle gerçekleşeceğini varsaymak. Topun hiç siyah on ikide durmadığını gören kumarbazların sırf bu nedenle siyah on ikiye oynayıp tüm paralarını kaybetmelerinden sonra almış bu adı. Bu günlük hayatımızda da defalarca yaptığımız bir hata; bir haftadır yağmur yağmadı bugün yağar artık, hep hile yaptı ama artık utanır yapmaz, oğlum hep bütünlemeyle geçti ama bu sene doğrudan geçecek amcası, vb. Sınırsız örnek var bu konuda. Özetle söylemek gerekirse bazı ülkeler anayasasız bile mükemmel yönetilirken veya çoğu ülke 100, 200 yıllık anayasalarla yönetilirken bizim kendi yaptığımız anayasalarla bile yönetilemiyor hale gelişimiz çok trajik. (Sorumluluk ve Sorumluluk Etiği açısından kimler nasıl ve ne düşünmeli?) Kısacası Türk anayasa ile imtihanından sınıfta kaldı. En iyisi vakit çok geç olmadan uzay mekiği vs. gibi projelere el atmak.
Ankara, Temmuz 2018 © S.A.S
1 note · View note
serhatnigiz · 5 months
Text
Devlet mi Millet için? Millet mi Tayyibistan Krallığı için? Egemen olan kim?
Tumblr media
Cumhurbaşkanının parti başkanı olduğu...
Parti başkanı sıfatı ve seçim yasalarınca meclis çoğunluğuna sahip olduğu...
Parti başkanı olarak milletvekillerini seçtiği ve işine gelmediğinde milletvekilliklerine yol verdiği..
Parti başkanı olarak yürütmeye ve bakanlara hakim olduğu..
Parti başkanı olarak HSYK'nın 13 üyesinin 6'sını doğrudan 7'sini partisi aracılığıyla atadığı..
O HSYK'nın Yargıtay'ı, o HSYK'nın Danıştay'ı seçtiği..
Bu kurumlara atanmışların 4/1'ni Cumhurbaşkanının doğrudan seçtiği..
AYM'nin 12 üyesini Cumhurbaşkanının seçtiği..
Valileri, Kaymakamları vs. Cumhurbaşkanının seçtiği..
Hepsinin süreli olarak Cumhurbaşkanı tarafından seçildiği..
KHK, CBK, CK vs. "geniş yetkilere" hiç girmiyorum..
Düzen mi demek istersiniz, rejim mi demek istersiniz, yönetim şekli mi demek istersiniz, artık ne ad vermek isterseniz..
Dolayısıyla böylesi bir sistemin hala demokrasiyle, cumhuriyetle, Anayasa'da yazdığı şekliyle "laik, sosyal, hukuk devleti" ile bir alakasının kaldığını düşünmek abesle iştigaldir.
Tez vakit Türkiye Cumhuriyeti devleti adını değiştirmeli yerine de TAYYİBİSTAN KRALLIĞI ismini koymalıdır. Kendisine yakışan da bu olacaktır!
Bu ülke 100 yılın sonunda Erdoğan-Bahçeli ikilisinin etrafında kümelenmiş olan bir avuç memur kastının ve para babasının şahsi çifliğine (devlet-şirketine!) dönüşmüş durumdadır.
Peki "muhalefet" olduğu varsayılan temsiliyetist partiler ne durumda?
Bu fuhler partilerine verilmiş olan tek bir görev var: O da mevcut iktidar bloğuna ve sisteme karşı gerçek bir muhalefetin ve toplumsal mücadelenin oluşmasını engellemek!
14 Mayıs seçimlerinde iktidarla anlaşmalı bir şekilde sandık kurup milleti kandıranlar/milletin gazını alanlar önümüzde ki yerel seçimlerde de kendilerine verilen rolü oynamaya devam edeceklerdir.
14 Mayıs sonrası durduk yere "kaç paraya seçimleri sattınız?" diye hesap sormadık! Hani bunlar yalandı, neden dava açmadınız? Cebe attığınız milyon dolarların hesabını elbette birgün vereceksiniz. Siyaseti ticaret olarak yapanlar tabii ki bu sorulardan korkarlar ve cevap vermezler.
Ülkede yasama teminatı yok, yargı teminatı yok, yürütme teminatı yok, bir ülkede devlet kurumlarının ve memurun teminatı kalmamış ise, o ülkede de facto Anayasa ve kanunlar geçerliğini kaybetmiş (yargı dahi hukuka adil ulaşımın önünde bir engel haline gelmiş) ise, hepsinin dışında yetkinin tek elde toplandığı bir YÜRÜTME FAŞİZMİ VE DİKTATÖRLÜĞÜ uygulanıyorsa; bu durumda millet üzerine çöken bu karabasandan nasıl kurtulabilir?
Tek bir çıkış yolu var: O da usul, koruma ve dokunulmazlık yasalarını kendisine zırh yapmış bu memur kastlarının TOPLUMSAL DENETİM KURUMLARI aracılığıyla kontrol altına alınmasıdır. Devlet kurumları ve memur denetlenmediği sürece baskı, sömürü ve adaletsizlik kaçınılmazdır. Kim ki devlet kurumları ve memurlar denetlenemez diyorsa yalan söylemektedir. Zira devlet denilen kurum ve bu kurumun bürokratik işleyişinin parçası olan memur kastları bir avuç iken, millet ve milleti oluşturan emekçi sınıf ve katmanlar toplumun büyük ve ezici çoğunluğunu meydana getirmektedir.
Hangi etnik köken, hangi din ve inanıştan (hatta ideolojiden) gelirse gelsin toplumun en geniş denetimist birliğini kurmak gerekir. Bu da dünün ayrıştırıcı ve bölücü temsiliyetist politikaları ile değil, tüm kesimlerin temel hak ve özgürlüklerini esas alan yeni bir toplumcu söylemle mümkündür. Başörtülü Başörtüsüz, Alevi Sünni, Kürt Türk demeden her kimlikten emekçiyi denetimist fikirlere ikna etmek gerekir. İkna olmuyorlarsa da sabırla ve pes etmeden anlatmak şarttır. Ancak bu şekilde insanlar temsiliyetizm ve memuriyetizm karşısında kendi öz deneyimlerinden pratik dersler çıkararak denetimist fikirleri daha iyi kavrayabilirler. Kavradıkça da temel hak ve özgürlüklerin önemini anlayabilirler. Bu hem "öğreten" hem de "öğrenen" için en değerli okuldur.
Hak verilmez, hak alınır! Gerekirse zorla alınır. Tarihte hiçbir dönem yoktur ki armut piş ağzıma düş şeklinde bir kazanım elde edilmiş olsun. İnsanlığın ve emekçilerin tüm kazanımları mücadeleler sonucunda elde edilmiştir. Denetimist mücadele olmadan denetimist kazanımda olmaz. İşte bu yüzden denetimist bürokratik hukuki faaliyetler temsiliyetistlerin tüm engellemelerine ve üç maymun politikalarına karşın geniş toplumsal kesimlere ulaşmayı başarabilmiştir. Denetimist mücadele bunu siyaset yoluyla da değil, tüm toplumu ilgilendiren bireysel ve kümülatif hak-hukuk mücadelesinin yöntemlerinin yenilenmesi yoluyla gerçekleştirmiştir. Zira toplumsal denetim mücadelesi en geniş toplum kesimleri arasında mümkün olan en geniş alternatifin oluşturulmasını da kendisine görev ve hedef olarak belirlemiştir.
YASAMA, YARGI VE YÜRÜTME DOKUNULMAZLIKLARI KALDIRILMALIDIR! DEVLET KURUMLARINI VE MEMURU KORUYAN KORUMA YASALARI KALDIRILMALI YERİNE VATANDAŞ USUL VE MUHAKEME DENETİM KANUNLARI GETİRİLMELİDİR.
VATANDAŞ DEVLETE VE MEMURA DOKUNABİLMELİDİR! DEVLETİN VE MEMURUN DOKULMAZ BİR TANRIYA DÖNÜŞTÜĞÜ HER TEMSİLİYETİST SİSTEMDE DEVLET DİNE MEMUR İSE TANRIYA DÖNÜŞMEKTEN KURTULAMAZ.
DENETLENMEYEN BİR CUMHURİYET CUMHURİYET DEĞİLDİR. BU DEVLET OLSA OLSA BİR AVUÇ MEMUR KASTININ VE PARA BABASININ KAPİTALİST SÖMÜRÜ DÜZENİNDEN BAŞKA DA BİR ŞEY DEĞİLDİR!
EĞEMENLİK HAKKI MİLLETTEN VE MİLLETİ MEYDANA GETİREN EMEKÇİ SINIFLARDAN AYRI DÜŞÜNÜLEMEZ. DENETLENMEYEN BİR DEVLET GAYRİ MEŞRU BİR DEVLETTİR. ANCAK KİTLELER TARAFINDAN KURUMLAR ARACILIĞIYLA DENETLEN BİR DEVLET HALKIN DEVLETİNE VE CUMHURİYETİNE DÖNÜŞEBİLİR!
12.12.2023
Serhat Nigiz
1 note · View note