Tumgik
#ölüm sohbeti
ilmiyyat1453 · 3 months
Text
''Niçin ölümden korkuyoruz biliyor musunuz? Çünkü herkes cenneti hak etmediğinin farkında.''
Mahmud Efendi Hazretleri (kuddise sırrıhû)
17 notes · View notes
aynodndr · 3 months
Text
Tumblr media
LÜTFEN DİKKAT
OKUMANIZDA FAYDA VAR.
Geç bir vakitte, Messenger’e gelen mesajı ve mesajı gönderen kişiyi görünce, ekranın karşısında kala kaldım.
Mesaj yazan daha on beş, on altı yaşlarında küçücük bir kızdı ve “Benimle arkadaş olur musun?” diye yazmıştı.
Tekrar şaşkınlıkla saate baktım.
Bu saatte, bu kızın yatağında olması gerekmiyor muydu?
Onu sosyal medyada arkadaş aramaya kadar iten yalnızlık nasıl bir yalnızlıktı?
“Merhaba kızım.” dedim. “Öncelikle yaşını öğrenebilir miyim?”
“On beş.”
“Ben kaç yaşındayım, biliyor musun”
“Hayır bilmiyorum.”
“Ben de elli yaşındayım ve hemen hemen senin kadar bir kızım var. Kusura bakma ama böyle geç bir saatte, internette arkadaş aramana çok şaşırdım.”
Önce bir süre cevap gelmedi.
Ardından “Ben çok yalnızım.” diye yazdı.
Bilmiyorum neden ama o anda içim acıdı.
Ben kalabalığı da yalnızlığı da çok iyi bilirim. Gel gelelim, bir çocuğun kendini bu denli yalnız hissetmesi bana çok farklı gelmişti.
“Annen baban neredeler?”
“Uyuyorlar.”
“Peki, sen neden uyumuyorsun?”
“Konuşmak istiyorum.”
“Ne üzerine?”
“Fark etmez. Ne olursa artık.”
Bu sefer de ben sustum bir süre.
Ne yazayım diye kara kara düşündüm önce.
“Annenle ve babanla konuşsan daha iyi olmaz mı kızım? Bak bu saatte, sosyal medya da, karanlık sokaklara benzer. Karşına kimin çıkacağı belli olmaz. Belki sana yaşlı bir adamın abartısı gibi gelecek ama inan seni üzerler.”
“Ben de çok isterim annemle, babamla konuşmayı ama onların hiç vakitleri yok ki. Hep çok yoğunlar. Hep gelenimiz gidenimiz var. En ufak bir şey sormaya kalksam, kızıyorlar bana. Mesela bugün okulda bir çocuk beni merdivenlerden aşağı itti. Sonra da küfür ederek yanımdan geçti gitti. Okuldan eve gelir gelmez bunu anlatayım istedim ama annem telefonda arkadaşıyla konuşuyordu, babamsa bilgisayarının başındaydı. Konuşamadım. Sustum.”
Sohbet derinleştikçe, karşımdaki zavallı kızı daha iyi anlıyordum.
Adını hatırlamıyorum. Bir yazardı sanırım. Şöyle demişti.
“Yalnızlık, yanında kimsenin olmaması değildir. Yalnızlık, yanında seni dinlemeyenlerin, anlamayanların ve sevmeyenlerin olmasıdır.”
Kız gerçekten çok yapayalnızdı.
Yoksa neden gecenin en karanlık saatlerinde, içinde bir umut kırıntısıyla, arkadaş peşine düşsün?
İyi de,
Ya ona denk gelen ben değil de, başka biri, başka niyetleri olan bir herif denk gelseydi. Ve kız da o herife inansaydı, onunla sohbet etseydi, hatta daha da ileriye gidip buluşmaya, görüşmeye kalksaydı.
Aklıma küçücük yaşlarında tecavüze uğrayan, işkence gören ve öldürülen kızlar geldi.
O kızların gözlerini hayal ettim.
Umutlarını, düşlerini, gülüşlerini düşündüm.
Sanki kalbime bıçak saplanır gibi oldu.
Ya bu kız da…
“Ah güzel kızım. Seni anlıyorum. Yalnız şunu unutma lütfen. Benim yaşımda olan erkeklerin seninle paylaşacak çok şeyi olmaz. Hele de bu kirlenmiş, kimin ne olduğu bilinmeyen, kötülüklerin fır döndüğü sosyal medyada hiç olmaz. Senden ricam, lütfen şimdi yatağına git ve güzelce uyu. Yarın sabah uyandığında annene ya da babana bu gece benimle yaptığın sohbeti anlat…”
Sözümü kesti.
“Hayatta olmaz. Çok kızarlar bana.”
“Kızsınlar” dedim. “Sen yine de anlat. Onlara de ki, Tamer amca diye biriyle tanıştım. O bana dedi ki ‘Bütün işler bekler ama çocuk kalbi beklemez.’ Ve selamlarımı ilet.”
Durdu, düşündü ve “Tamam söz söyleyeceğim.” dedi.
Birbirimize iyi geceler diledik ve ayrıldık.
Sonra bir haber alamadım.
Baktım hesabını da kapatmış.
Şimdi nerededir, kiminledir, hala yapayalnız mıdır?
Bilmiyorum.
Bildiğim tek şey var.
Bu yüzyılın asıl bahtsızları çocuklarımızdır.
Onlar boyunlarından büyük bedeller ödeyerek büyümeye çalışıyorlar.
Sevgisiz bireyler, sevgisiz toplumlar, şiddet, ölüm, savaş, tecavüz, taciz, hastalıklar, ekonomik sıkıntılar, internet, telefon, bilgisayar oyunları, tüketim çılgınlığı ve kalabalık yalnızlıklar.
Onlar,
O çocuklar yürekleri ağlaya ağlaya büyüyorlar.
Neresinden tutacağız, neresinden tutup da çocuklarımızı düştükleri yerden kaldıracağız?
Kimse bilmiyor.
Ve bilmemek bizi dirhem dirhem öldürüyor.
N’olur, çocuklarımızı gece yarıları kimseye “Benimle arkadaş olur musun?” yazdıracak kadar yapayalnız bırakmayalım. Varsın paraları, işleri, güçleri, evleri, kredileri, taksitleri, dolarları, altınları onların olsun. Hepsinin canı cehenneme..!🙏🙏💖💖
Yadigâr Gidici
7 notes · View notes
berat-im · 2 years
Text
BEDDUA
Dilerim bir defa içten güleme
Sevincin kahrından uzun olmasın
Gözünden kanlı yaş aksın sileme
Neşen, keyfin tadın tuzun olmasın.
Sen de bencileyin avun avutul
Unutmayı bilme lakin unutul
Yağmurdan kaçarken doluya tutul
Dört mevsim kış yaşa yazın olmasın.
Durma hiç üst üste sigaralar yak
Sonra albümdeki resimlere bak
Telefona sarıl dur ağlayarak
Bir alo demeye yüzün olmasın.
Her yanını sarsın sonsuz bir hüzün
Tebessüm etmeyi unutsun yüzün
Ne kara kaşların ne ahu gözün
Yüreğimde hiçbir izin olmasın.
Uğrunda canımdan bile caydığım
Sendin cefasını sefa saydığım
Şefkat bekleyerek başım koyduğum
Varsın taş olsun da dizin olmasın.
İstersen huri ol artık kim takar
Peşinden kim koşar kim dönüp bakar
Dizlerime kapan yalvarıp yakar
Onurun gururun nazın olmasın.
Umudun doğmasın faldan yorumdan
Bahtın hep kararsın isten gurumdan
Düştüğün bunalım dolu durumdan
Bir çıkış bulacak tezin olmasın.
Aşkım ki sayende dar’a asıldı
Sana düşkünlüğüm eski fasıldı
Sevilmek sevmekmiş unut nasıldı
Artık o tarakta bezin olmasın.
Senli yanlarından kırptım gönlümü
Yerlerden yerlere çarptım gönlümü
Kirinden arıttım çırptım gönlümü
İstedim zerrecik tozun olmasın.
Bulurum elbet bir kıymet bileni
Sohbeti dinlenip yüzü güleni
Çekmeye değmezmiş senin çileni
Kalbimde gönlümde sızın olmasın.
Beni özledikçe hasrete bürün
Her vakit perişan biçare görün
Ayağa kalkama yerlerde sürün
Kudretin dermanın özün olmasın.
Ateşler içinde yan diri diri
Damla damla eri günbegün çürü
Bitimi olmayan yollarda yürü
Dağlar tepeler aş düzün olmasın.
Sevdanın kahrını bensiz çekeme
İçinden çıkarıp atıp sökeme
Kimseye halini açıp dökeme
Derdini diyecek sözün olmasın.
Yüzüne tükürsem haksızsın deme
Kovsam da kapıyı çarpıp gideme
Doğruyu yanlışı ayırt edeme
Sağduyun hislerin sezin olmasın.
Ne derdin tükensin ne acın dinsin
Tepe taklak dünyan tersine dönsün
Ateşin küllensin ocağın sönsün
Dumanı tütecek közün olmasın.
Sırma kirpiğini ok gördün bana
Tebessümü bile çok gördün bana
Her cevr-i cefayı hak gördün bana
Kederde çilede azın olmasın.
Pişmanlık duygusu içinde kayna
Hayat sahnesinde hep dram oyna
Viranını vursun yüzüne ayna
Kimse senden daha hazin olmasın.
Gonca güzelliğin sararsın solsun
Kalbine benzersiz acılar dolsun
Kovuya gıybete malzeme olsun
Ne sırrın ne saklın gizin olmasın.
Öyle derbeder ol insanlıktan çık
Viran et dünyanı temelinden yık
Yaşamaktan usan hayatından bık
Ölmekten başka bir arzun olmasın.
Mezarın kazılsın daracık derin
Altına gömsünler toprağın yerin
Bir gece yarısı ölüm haberin
Müjde olsun bana hüzün olmasın.
Gözünün önünden anı gitmesin
Hiç bir şey acını hafifletmesin
Sabaha ereme gecen bitmesin
Güneşi görecek gözün olmasın.
Tumblr media
34 notes · View notes
keemlenyekun · 11 months
Text
Fildişi Kulemden merhabalar
Zafer mi? Haklı olmak mı?
Sevgili defter, sana yine fildişi kulemin burçlarından sesleniyorum. Ben bu ülkede hor görülmüş, dışlanmış, damgalanmış, kolundaki yahudi kolluğuyla gezen bir adamım.
Bu adam için ülkenin diğerlerinin yaşadığı saçma sıkıntıların beni bağlamaması çok normal değil mi? Evet normal. Seçimlere bakışım da buydu.
Ülkemiz 2017deki Türk tipi başkanlığı 15 temmuzun gazıyla evet dediği gün biz ülke olarak ne kaybettiğimizin farkına varamadık. Yapılan değişiklik ülke zaten ayrışmış yanarken ocağı tamamen dağıtmak ve tüm köyü yakmaya benziyordu. Saçmaydı. Siyasetsiz hali bile saçmaydı. Ve o gün biz ülke olarak mağlup olmuştuk. Bu mağlubiyetten sonra ülke olarak tek temennim demokrasiye yakınlaşmak olacaktı. Sonraki iki seçim de gösterdi ki konu demokrasiyi kazanamamak bile değildi, toplum olarak net şekilde ikiye ayrılmış olmaktı. Hem de her kesim kendi ifrat ve tefritinde boğulurken.
Kamplaşma mı diyorlar. Heh işte o.
Bir tarafın diğer tarafa koyduğu. Evet. Seçim zamanları böyle değil mi? En sakin insanlar bir anda seçim sonunda koyduk mu diye bağırmaya başlamadılar mı?
Ülkemiz her kesimden cahillik içinde savrulmakta. İşlerinin uzmanı olanlar işlerini bilmiyorlar. Genel olarak halk yoğun propaganda altında ne düşüneceğini bilemez halde, düşünmeden milliyetçilik oyunu oynuyor. Benim açımdan milliyetçilik sonu her türlü kavgayla biten bir evcilik oyunu. Tarih boyunca öyle de oldu daima.
Fildişi kulemden konuşmak kolay. Hele bir de samsunda konuş bunları. Ahahah. Ben yaklaşık olarak 10 yıldır cahille sohbeti kestim. Şaka değil, normal bir vatandaş hukuk bilmiyor malum, ben o adama anayasa, evrensel hukuk ilkesi falan anlatmam, sen haklısın der geçerim. Susarım. Varsın o beni salak sansın. Yendim sansın. Yalan değil. Bu tavrımı bir defa aştım onda da ofiste müvekkilin yanında gelen adamın üzerine yürüyordum dövmek için. Ahahahah. Kimse gelip ofiste siz hukuk bilmiyorsunuz diyemez, hele hele bir sanayi ustası hiç diyemez. Burası samsun ve şiddet doğaldır. Ahahahah. Şaka şaka. Ama adamı kovdum o başka.
Ne anlatıyordum? Fildişi kulemde hava da esiyor biliyor musun sayın defter.
Dur bak. Ben bu tumblrı on yıldır kullanıyorum. Ben tumblr vesilesiyle evlendim sayın defter. Ahahah. Şaka değil bu arada. O sebeple burası benim defterim ve not düşmek isterim. Sonra gelip okurum beş yıl sonra. Yaş 38 olduğunda.
Bir kaç tespit daha yapmam lazım. Beş yıl ya da daha erken gelip haklılığımı ölçmek için.
Demokrasiyi kazananların yönettiği bir sistem sanmamız aslında en büyük yanılgımız. Zira demokrasi bu tezin aksine kaybeden olarak geçen diğer herkesin yönetime bir şekilde katıldığı bir yönetim şekli. Öyle değil mi sayın defter.
Bunu sağlamanın çeşitli yolları var, yani dünyada yaşanan deneyimlerin bize gösterdiği yollar. En bilindiği bağımsız yargı, bağımsız anayasa ve anayasa mahkemeleri. Sonra 4.güç basının özgürleşmesi, reklamların düzenlenmesi, iş adamlarının gazete yönetiminden uzak tutulması vb. Onlarca yol ve yöntem.
Ülkeme dair yapılacak ilk tespit bu olmalı: biz demokratik bir ülke değiliz. Bu şimdinin sorunu değil yanlış anlaşılmasın. Biz cumhuriyet kurulduğundan beri demokratik olmadık. Sistemlerin bir önemi olmadığını, başkanlık yarı başkanlık ya da parlamenter sistem olmasının hiç önemi olmadığını da belirlemek gerekir.
Getirilen sistem bizim neyi, hangi programı seçmemiz üzerine kurulu değil. Evet, buna negatif siyaset diyorlar sanırım. Bir şeytan belirle ve o şeytanın yanında olan ya da olmasa da yanında görünen herkesi şeytanlaştır. Bu sistem boşuna bizim ölüm fermanımız diye demiyorum. Biz kimin yönetmesini seçmiyoruz, kim yönetmemeli diye oylama yapıyoruz, böyle olmadı mı? Oysa bizi kim, nasıl yönetmeli diye seçim yapmalıydık. Olmadı, olmayacak da. Bunu en ileri dediğimiz demokratik toplumlar bile sağlayamıyor. Oyun düşünce kalitesinin yükselmesi gerekiyor. Bu da demokratik olmayan devlet düzenlerinde mümkün olmuyor. Sonuç ne: şeytan diye gösterilen bizi yönetmemeli. Yönetenin bir önemi yok.
Bu arada bu tespitin hükümete yönelik olarak yapılmadığı da belli değil mi? Muhalefet için şeytan kimdi? Ve o şeytan yönetmesin diye oy verilmedi mi? Partilerin programını kimler okudu. Muharrem ince gibi elinde dosyadan başka ne vardı partilerin. Hükümet partisinin hiç yoktu o başka. Ama muhalefette oyu yüzde ikinin üzerinde olmayan deva partisinin bir kaç ışık veren programı dışında kimin programı vardı elle tutulur. Yok. Sıfır. (bu arada altılı masanın parlamenter sistem ve geçiş süreci programı genel hatlarıyla güzeldi. Ama misal ekonomi de kişi adlarından başka program var mıydı? Halledeceğiz, bakacağız, getireceğiz. Hükümet zaten allahlık, onlar ekonominin yumuşak karnı olduğunu bildiğinden konusunu bile geçirmediler.)
İşte ülkenin bu duruma gelmesinin onlarca sebebi varken en temel sebebi bu Türk tipi başkanlık sisteminin bu şeytanlaştırma siyasetinden doğması ve yürütülmesidir. Öncelik bu sistemden kurtulmak olmalıydı. Çözüm parlamenter sistem değil belki ama demokratik kurumların daha etkinleştirildiği her türlü sistem bu sistemden iyidir. Yüzde üç alan partinin amacının hükümet kurmak olmadığı kendi azınlığını savunacağı konuşacağı bir sistemin inşası gerekiyor. Bu olur mu peki? Mümkünü kalmadı artık.
Neye layıksak öyle yönetiliriz. Layık olduğumuz durum bu.
İnşallah olmaz ama durum gösteriyor ki ekonomik olarak sonumuz pek hayırlı değil. Zaten çok kötü durumdayız, ve daha kötüsü kapıda. Üzülür müyüm?
Bu çok önemli soru. Beni taşlayanlara hiç üzülmem demiştim içerdeyken, adımı bilmeden, yandaş basında yayınlanan listelerde bu da vatan haini diyen babam olsa affetmeyeceğim diye söz vermiştim. Bu hesap ahiret gününe bırakılmış bir hesaptı. ancak allah nasip ederse bir kaç cenaze namazına iştirak edip açıktan söylemeyi hayal ediyorum: hakkımı haram ediyorum, haram zıkkım olsun, allah bildiği gibi yapsın. İçerden çıktıktan sonra bu toplumdan nefret ediyordum. Üç yıl kadar sürdü bu. Yumuşadık. Ben eskiden ölümlü trafik kazası haberinde ağlayan adamdım. Şimdi ağlayamıyorum ama üzülüyorum. Samsundaki topluluğun da etkisiyle halkı pek sevdiğim söylenemez. Üzülür müyüm? Ekonomi daha kötü olduğunda mecbur üzüleceğim. Kendim de yanıyorum zira. Ama bir nebze -oh çekme vaziyeti de olabilir. ahahah. Mevcut düzene oy verenlerin ekonomi hakkında eleştirme haklarının sonuna gelmiş durumdayız. Sülaleden birisi ekonomi hakkında ya da başka bir kötülük hakkında konuşursa açıkça da söyleyeceğim: sen artık konuşamazsın bu konuda konuşma hakkını sandıkta nihayete erdirdin. Kabullendin ve bize kabul ettirdin artık yaşama zamanı.
Kaç ay ya da yıl sonra bakacağız bakalım bu yazıya tekrar?
Mevzu sadece ekonomik değildi. Hatta ekonomi onca sorunun belki en kolay halledilecek yanıydı. Asıl önemli olanın hukuk olduğunu düşünmekteyim. Anayasal ilkelerden demokratik devlet düzeninin sağlanmasının en temel yöntemi hukuk devleti olmak zira. Hukukla ilgili bu hükümet öyle sınıfta kaldı ki. Hükümet yanlıları dahil bu sistemden memnun olan kimse görmedim. Öyle halkla ilgili de değil sadece, hakimler savcılar avukatlar katipler herkes mutsuz bu sistemde. Nasıl bir şeydir bu?
Gelelim yazının sonuna: zafer kazanmak umurumda değil, haklı olmak güzel. Cezaevinde de tüm duygum buydu, ben suçsuz şekilde buradayım, haklıyım, ister beş yıl ister on yıl ne fark ederdi. Yusuf değiliz ama haklıyız.
Bu yazı burada dursun.
Cemil Meriç'in fildişi kulesine çekilmesi gibi ben de çekilmiştim, şöyle bir pencereden baktıydım o kadar. Yoksa kulemden seyrediyorum her şeyi. Ekmeğimdeyim. Ruhsatım da geldi. Oh mis. Bu hafta içi tören falan olursa takdim edilir. Az buçuk para da kazanırsam tamamdır. Umurumda mı dünya?
vesselam.
5 notes · View notes
mehmet23sblog · 2 years
Text
NASİB OLURMU DERSİNİZ?İNŞÂALLAH..
“Hayatının çoğunu sohbet ortamında, Allah ve Rasûlünü anlatmakla ve dinlemekle geçirmiş..
Bir gün sohbete gitmiş, yine orda onu öyle edepli bir şekilde dinleyen bir genç görmüş, onun duruşu, o içtenliği çok hoşuna gitmiş, bütün sohbet boyu o genç nazarla ona bakmış
En son sohbet bitmiş artık, herkes dağılmış, bu ikisi kalmış, 2 saat boyu sükut etmişler, kalb kalbe vermişler, en sonunda bu hoca sohbet dinleyenin yanına gitmiş demiş ki;
-Kurban sen ne kadar güzel dinliyordun, kalbin nekadar Allah’ı güzel anıyordu, seninle tanışmak isterim, kimsin, nerelisin, adın ne, falan derken?
-Sohbeti dinleyen genç şöyle der. Benim gitmem lazım, seninle yarın görüşelim, buyur evime gel, filan adresteyim..
Ve ayrılırken sıkıca birbirlerine sarılı verirler.
Ertesi gün olur adam derki
-Bugün temizleneyim, bir gusül abdesti alayım, sonrada bugün beyazlarımı giyeyim, kapının önüne çıkar bakar ki; bütün tanıdıkları o yoldan geçiyor, onlarla yürür bakar ki; onlarda o tarafa gidiyor tam o kişin evinin önüne gelir ve kapıyı çalar….
-Kapıyı o genç açar derki selamun aleyküm, içeri girer ve bir bakarki sanki cennet gibi bir ev, o kadar güzel bir gün geçirirler ki sohbetle, ibadetle, Allah’ı anarak en sonunda gün biter ve hoca derki ben artık kalkmalıyım.
- Genç derki nereye buradan gidemezsin..sen kapıdaki yazıya bakmadın mı?
Adam şaşırır ama nasıl olur, ben bir şey görmedim, bir bakar ki buraya giren bir daha çıkamaz..
-Peki bu nasıl olur bu ne demek der hoca...
-Genç derki; sen beni tanımadın mı? Ben Azrailim…
-Azrail şöyle der; sen Allah’ın adını çok anardın, çok severdin, sohbetlere gider, onu anlatır, onu dinlerdin, sen sohbeti çok sevdiğin için Allah’da senin canını sohbet ortamında almamı istedi ve sen benimle sohbet bitince 2 saat oturup tefekkür ettin. Allah’u Teala senin ömrünü 2 saat uzattı.
Sonra sen bana sarıldın hani buluşmak ümidiyle, O an ben senin ruhunu almıştım bile.
Ve sen eve gittin ertesi sabah oldu bir gusül abdesti aldın O an seni yıkıyorlardı
Sonra dedin, bugün beyazlarımı giyeyim, seni kefenliyorlardı,
Sonra kapıya çıktın, eşini dostunu gördün, seni tabutunda taşıyorlardı.
Ve en son kabire girdin, yani buraya işte burası senin evin artık, burada Allah’ı anarak ibadetle geçirebilirsin, işte senin cennet gibi olan evin ..
O adam sohbeti çok severdi. Allah’ta ona ne ölürken nede kabirinde acı çektirmedi. Hatta ölümü hissetmedi bile. Ölüm bu kadar güzel geldi ona.
Allah’ın anıldığı yerde olmak, Allah'ı sevmek, onun adını zikretmek..
Bundan güzel ne olabilir ki...
••••••••••••••••••••••••
Azrâil (as) böyle bir mesaj vermişmidir?…
Ruhunu teslim ettiğinin farkına bile varmayan bu güzel insan bu olayı böyle anlatmışmıdır?…
Bunlar üzerinde düşünmeye değer, ancak biz yaşayanlar veya yaşadığını zannedenler için bir ders. bir ibret olduğu muhakkak…
Allah hepimize huzur içinde, asûde yaşamayı, burada görevimiz bittiğinde de böyle ölmeyi nasip eylesin. Amin
Yârabbi! Sana sığınıyoruz, günahlarımızı bağışla Allahım...
Sonunu bilmediğimiz karanlık işlerden ve yollardan bizleri koru Allahım...
Yâ Selam!
Her nerede yaşıyor ve yaşatılıyorsanız, nerede ALLAH diyen varsa hepinize selam.....
Halil Arık
14. 07. 2022
1 note · View note
sadecesirena · 2 years
Text
Tumblr media
Güzel Uyu... Ölüm, yakınını kaybetmeyen insanlar için çok basitti. İntihar etmeyi düşünmek, nasıl intihar edeceğini düşünmek, geride bırakacağın insanlar ne halde olacak ne hissedecek düşünmeden; nasıl ve ne zaman öleceğini düşünmek... Ne büyük acımasızlık bizi içten içe seven ve o sevgiyle ölüme sürükleyen insanlar için. Basit değilmiş. Hiç değilmiş, çünkü o kadar zor ki bunu bana oğlunun haykırışları ile sarılan anne için söylüyorum. Adını sayıklayarak “Oğlum gitti!” haykırışlarıyla omuzumda sarsılarak ağlayan bir anne için söylüyorum. Kollarımın arasında feryadından bayılacak dereceye gelmiş bir anne için söylüyorum. Evlat acısı çok ayrıymış. Etrafımda duyardım da kulak asmazdım meğersem yakınım olmadığı, o annenin kollarımın arasında omuzun üstünde haykırışlarını hissetmediğim için kulak asmazmışım. Ne büyük hataymış.
 Ölüm bu kadar zor ve ağır yüklü. Anlatılmaz yaşanır denen bir şey, yaşanması istenmeyen ve yaşanılması kaçınılmaz olan şey; ölüm. İnsan yakınından birini kaybetmediği sürece; sohbeti olan, sarılmaları, gülüşleri, anıları olan insanın bedenini toprağın altında görmediği sürece; gerisinde bıraktığı kıyafeleri, odası, evde gezen adımları, odasından gitmeyen kokusu, eşyaları ve belki de hayatının en karalık yanını veya en aydınlık yanını paylaşan gizli kutusu telefonu... İnsan yakını olan insanın gittikten sonra ardında bıraktıklarıyla yüzleşmediği sürece hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar. Oysaki ölüm bir nefes önümüzde, her bir nefes alışımızda ölüme bir milim daha yakınız fakat görmüyoruz. Görmek istemiyor, ölmeyecekmişcesine yaşamak istiyoruz. Hayallerimizi yaşamadan ölmek istemiyoruz ki kim bu zamana kadar hayallerinin hepsini yaşayıp öldü? Belki zenginler, bilemiyorum. Ama biliyorum ve hepimizin bilmesi gerekiyor ki Allah’tan sonra bize en yakın olan ölümdür. Her şey bir döngüdür ve birgün herkes geldiği yere geri dönmektedir. Bizde bir gün geldiğimiz yere geri döneceğiz. Topraktan gelip toprağa gideceğiz. Dua edelim ki; geldiğimiz yer biz geri döndüğümüzde bizi kabul etsin, aksi kaçınılmaz ızdırap.
 Güzel uyu, o kadar güzel uyu ki yanından geçer her insan huzurla dört saniye boyunca huzuru hissetsin, dönsün ve baksın sana. Sen hala güzel uyu. Kalbin cennet olsun, güzel uyu...
r/d 27.03.2022
37 notes · View notes
aynurantt · 2 years
Text
Tumblr media
“BENİMLE ARKADAŞ OLUR MUSUN?
Geç bir vakitte, Messenger’e gelen mesajı
ve mesajı gönderen kişiyi görünce,
ekranın karşısında kala kaldım..
Mesajı yazan daha on beş, on altı yaşlarında küçücük bir kızdı ve ‘Benimle arkadaş olur musun?’ diye yazmıştı..
Tekrar şaşkınlıkla saate baktım..
Bu saatte, bu kızın yatağında olması gerekmiyor muydu?.
Bu saatte, bu kızı sosyal medya da arkadaş aramaya kadar iten yalnızlık nasıl bir yalnızlıktı?.
‘Merhaba kızım.’ dedim..
‘Öncelikle yaşını öğrenebilir miyim?’
‘On beş.’
‘Ben kaç yaşındayım, biliyor musun’
‘Hayır bilmiyorum.’
‘Ben de elli yaşındayım ve hemen hemen senin kadar bir kızım var. Kusura bakma ama böyle geç bir saatte, internette arkadaş aramana çok şaşırdım.’
Önce bir süre cevap gelmedi.
Ardından ‘Ben çok yalnızım.’ diye yazdı..
Bilmiyorum neden ama o anda içim acıdı..
Ben kalabalığı da yalnızlığı da çok iyi bilirim.. Gel gelelim, bir çocuğun kendini bu denli yalnız hissetmesi bana çok farklı gelmişti..
‘Annen baban neredeler?’
‘Uyuyorlar.’
‘Peki, sen neden uyumuyorsun?’
‘Konuşmak istiyorum.’
‘Ne üzerine?’
‘Fark etmez. Ne olursa artık.’
Bu sefer de ben sustum bir süre..
Ne yazayım diye kara kara düşündüm önce..
‘Annenle ve babanla konuşsan daha iyi olmaz mı kızım?
Bak bu saatte, sosyal medya da, karanlık sokaklara benzer. Karşına kimin çıkacağı belli olmaz. Belki sana yaşlı bir adamın abartısı gibi gelecek ama inan seni üzerler.’
‘Ben de çok isterim annemle, babamla konuşmayı ama onların hiç vakitleri yok ki.
Hep çok yoğunlar. Hep gelenimiz gidenimiz var. En ufak bir şey sormaya kalksam, kızıyorlar bana.
Mesela bugün okulda bir çocuk beni merdivenlerden aşağı itti. Sonra da küfür ederek yanımdan geçti gitti. Okuldan eve gelir gelmez bunu anlatayım istedim ama annem telefonda arkadaşıyla konuşuyordu, babamsa bilgisayarının başındaydı.
Konuşamadım. Sustum.’
Sohbet derinleştikçe, karşımdaki zavallı kızı daha iyi anlıyordum..
Adını hatırlamıyorum bir yazardı sanırım şöyle demişti..
‘Yalnızlık, yanında kimsenin olmaması değildir. Yalnızlık, yanında seni dinlemeyenlerin, anlamayanların ve sevmeyenlerin olmasıdır.’
Kız gerçekten çok yapayalnızdı..
Yoksa neden gecenin en karanlık saatlerinde, içinde bir umut kırıntısıyla, arkadaş peşine düşsün?.
İyi de, ya ona denk gelen ben değil de,
başka biri, başka niyetleri olan bir herif denk gelseydi..
Ve kız da o herife inansaydı, onunla sohbet etseydi, hatta daha da ileriye gidip buluşmaya, görüşmeye kalksaydı..
Aklıma küçücük yaşlarında tecavüze uğrayan, işkence gören ve öldürülen kızlar geldi..
O kızların gözlerini hayal ettim..
Umutlarını, düşlerini, gülüşlerini düşündüm..
Sanki kalbime bıçak saplanır gibi oldu..
Ya bu kız da…
‘Ah güzel kızım. Seni anlıyorum.
Yalnız şunu unutma lütfen.
Benim yaşımda olan erkeklerin seninle paylaşacak çok şeyi olmaz. Hele de bu kirlenmiş, kimin ne olduğu bilinmeyen, kötülüklerin fır döndüğü sosyal medyada hiç olmaz.
Senden ricam, lütfen şimdi yatağına git ve güzelce uyu. Yarın sabah uyandığında annene ya da babana bu gece benimle yaptığın sohbeti anlat…’
Sözümü kesti..
‘Hayatta olmaz. Çok kızarlar bana.’
‘Kızsınlar’ dedim.
‘Sen yine de anlat. Onlara de ki, Tamer amca diye biriyle tanıştım. O bana dedi ki
-Bütün işler bekler ama çocuk kalbi beklemez.’ Ve selamlarımı ilet.’
Durdu, düşündü ve
‘Tamam söz söyleyeceğim.’ dedi..
Birbirimize iyi geceler diledik ve ayrıldık..
Sonra bir haber alamadım..
Baktım hesabını da kapatmış..
Şimdi nerededir, kiminledir, hala yapayalnız mıdır bilmiyorum..
Bildiğim tek şey var..
Bu yüzyılın asıl bahtsızları çocuklarımızdır..
Onlar boyunlarından büyük bedeller ödeyerek büyümeye çalışıyorlar..
Sevgisiz bireyler, sevgisiz toplumlar, şiddet, ölüm, savaş, tecavüz, taciz, hastalıklar, ekonomik sıkıntılar, internet, telefon,
bilgisayar oyunları, tüketim çılgınlığı ve kalabalık yalnızlıklar..
Onlar,
O çocuklar yürekleri ağlaya ağlaya büyüyorlar..
Neresinden tutacağız,
neresinden tutup da çocuklarımızı düştükleri yerden kaldıracağız kimse bilmiyor..
Ve bilmemek bizi dirhem dirhem öldürüyor..
N’olur, çocuklarımızı gece yarıları kimseye ‘Benimle arkadaş olur musun?’ yazdıracak kadar yapayalnız bırakmayalım.
Varsın paraları,
işleri, güçleri, evleri, kredileri, taksitleri, dolarları, altınları onların olsun.
Hepsinin canı cehenneme!..“
(Alıntıdır…)
HAYIRLI AKŞAMLARINIZ OLSUN DOSTCANLAR..🙋‍♀️
20 notes · View notes
menittebeazzikra · 2 years
Note
Mesela ruhumuz ölünce ne olacak tekrar dirildigimizde o ruhumuz yine bizim mi olacak
"Sizden birinize ölüm geldiği vakit, elçilerimiz (meleklerimiz) onun ruhunu alırlar."
(En'am, 6/61)
Âllahu Zül Celâl Hazretleri ölüm meleği Azrail Aleyhisselam vesilesiyle kulun canını alır ve ruh bedenden çıkmaya başlar. Nitekim hadisi şerifte bu ahvâl şu şekilde bize bildirilir.
"Resûlullah ﷺ ile birlikte ensardan bir adamın cenazesine gittik. Kabre vardığımızda mezar henüz kazılmamıştı. Peygamber ﷺ oturdu, biz de yanı başına oturduk. Sessiz duruyorduk. Rasûlullah ﷺ elindeki bir odun parçasıyla toprağı karıştırıyordu. Birden bire başını kaldırdı ve iki ya da üç kere:
"Kabir azabından Allah'a sığının!"
dedi. Ve sonra şöyle buyurdu:
"Mü'min kul dünyadan ayrılmak ve âhirete göçmek üzereyken ona semâdan yüzleri güneş gibi parlak melekler, cennetten getirdikleri kefen ve kokularla gelip baş ucuna oturur ve şöyle der: 'Ey iyi ruh, çık ve Allah’ın mağfiretine rızasına kavuş,'15 Kabın ağzından suyun aktığı gibi ruhu çıkar ve onu ölüm meleği alır. Hazır olan melekler, göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman içerisinde mü'minin ruhunu ölüm meleğinin elinden alıp, getirdikleri kefen ve güzel kokular içine koyarlar ki, ondan çıkan miskten daha güzel bir koku yeryüzüne yayılır. O ruhu hemen yükseltirler. Rastladıkları her melaike topluluğu bu hoş kokunun ne olduğunu sorarlar. Mü'minin güzel kokulu ruhunu yükselten melekler de onun dünyadaki en güzel isimleriyle falan oğlu falan diye söylerler. Ta ki, dünya semâsına varınca gök kapılarının kendisine açılmasını isterler. Gök kapıları açılır ve yükselirken ta yedinci kat semaya kadar her semada bulunanlar onu daha sonraki en yakın semâya dek uğurlarlar. Böylece yedinci kat semâya gelince Allah Teâlâ:
'Kulumun kitabını (dünyada işlemiş olduğu iyi amelleri) İlliyyûn'a, yani Levh-i Mahfuz'un bir kıtasına yazın ve onu yeryüzüne iade edin. Ben Azîmuşşân onları topraktan yarattım. Yine toprağa çevireciğim ve ikinci defa ondan çıkaracağım.'
buyurur ve melekler ruhu yeryüzüne indirirler. Ceset kabre girdikten sonra da ruh cesede iade olunur...”
(Ahmed b. Hanbel, Mûsned, IV/287-288; IV/295-29; Rodosizâde, Ahvâl-i Âlem-I Berzah, v. 51 a-51 b; Hasan el Idvi, a.g.e. s. 36-37; M. Kesteliyye, 1277 h; Abdullah Sirâcuddin. a.g.e. s. 48-49; Sübki, Şifaü's-Sikam, s. 166-167, Bulak. 1318 h.)
Sonra ruh kafir bir ruh ise kötü bir şekilde karşılanır. Müslüman mümin bir ruh ise hoş bir şekilde güzelce karşılanır. Lâkin beden kabre indirildiği vakit ruhlar bedene tekrardan girer ve sorgu melekleri münker ve nekir arşı âlâdan inerler..
Daha fazlası için aşağıdaki sohbeti dinlemeni tavsiye ederim. Hayırla kalasın
Sohbet
youtube
İlgili kitap önerisi
Tumblr media
9 notes · View notes
birbankta · 3 years
Text
geçenlerde şahit olduğum bir sohbeti sizinle paylaşmak isterim. çok sevdiğim bir hocamın dersiydi, dersin sonuna doğru çocuklar size bir soru sormak istiyorum dedi. hepimizi bir merak sardı tabi, meraklı gözlerle hocayı dinliyoruz. sevdiğiniz ya da her hangi biri şu an karşınızda son dakikalarını yaşıyor olsa ona ne söylerdiniz aynen böyle bir soru sorarak bütün öğrencilerin gözlerine sırayla baktı. beklemiyordum böyle bir soru, beklemiyorduk. hoca beklenti dolu gözlerle bize bakmaya devam edince bir kaç öğrenci cevaplamaya başladı. ona üzülmemesini ölümün hak olduğunu söylerdim. hakkını helal etmesini söylerdim. benim de bir gün önün gibi öleceğimi söylerdim. sadece ağlardım. hiç bir şey diyemezdim susardım. bunlar gibi onlarca cevap kaşlarımı çatmadan duramadım hiç biri o kişiyi çok sevdiğimi söylemek isterdim, bu cevabı niye kimse vermiyordu? hocanın gözleri bana dönünce sesim titresede onu sevdiğimi benim için çok değerli olduğunu söylerdim hocam dedim. gülümsedi. gülümseyerek sınıfa dönüp emin olun çocuklar bunların hiç birini söyleyemezdiniz dedi. aranızdan hiç biri ama hocam onun son dakikalarını yaşadığını nerden bilebiliriz bunu sormadı. belki senin belki onun bu dünyada son saatleri? belki ailenizin sizin son görüşü, sizlerin onları son görüşü, telefonda öylesine aradığın arkadaşınla son konuşman, mesajlaştığın sevdiğinle son mesajlaşman... çocuklar sevginizi dile getirin. onlarla son bir defa konuşma şansınız olmayabilir, o kişi hayattan aranızdan ayrıldığı zaman inanın içinizde kalan tek ukde keşke sevgimi biraz daha gösterseydim sadece bu olur. onun da içinde kalan tek şey bu olacaktır, bu elbiseyi giyseydim, şurayı gezseydim, bunu yeseydim, bunu yapsaydım, bunlar değil. inanın bunlar, buna benzer hiç bir şey kimsenin içinde kalmaz, o ölüm anıyla yüzleştiğin zaman. herkes sessizdi boğazım düğümlendi, ölüm denilince nasıl susmuştu hepsi. ölüm sessiz bir çığlıktı. evet, daha iyi anlatılmazdı. ölüm sessiz bir çığlık. sevin arkadaşlar, şakalaşmalarınızda kullandığınız bu ölüm öyle kolay bir şey değil. sokağınızdan geçen köpeğe bile sevginizi gösterin, başını okşayın. hayat kısa. hayat planlarınıza göre hareket etmez, hayat beş dakika beklemez. hayatın ne getirip götüreceği belli olmaz.
20-08-2021
kalbi eşsiz insan Ebru Hocam, sizi seviyorum.
5 notes · View notes
aynurant · 3 years
Text
Tumblr media
“BENİMLE ARKADAŞ OLUR MUSUN?”
Geç bir vakitte, Messenger’e gelen mesajı
ve mesajı gönderen kişiyi görünce,
ekranın karşısında kala kaldım..
Mesajı yazan daha on beş, on altı yaşlarında küçücük bir kızdı ve “Benimle arkadaş olur musun?” diye yazmıştı..
Tekrar şaşkınlıkla saate baktım..
Bu saatte, bu kızın yatağında olması gerekmiyor muydu?.Bu saatte, bu kızı sosyal medya da arkadaş aramaya kadar iten yalnızlık nasıl bir yalnızlıktı?.
“Merhaba kızım.” dedim.. “Öncelikle yaşını öğrenebilir miyim?”.“On beş.”
“Ben kaç yaşındayım, biliyor musun”
“Hayır bilmiyorum.”
“Ben de elli yaşındayım ve hemen hemen senin kadar bir kızım var. Kusura bakma ama böyle geç bir saatte, internette arkadaş aramana çok şaşırdım.”
Önce bir süre cevap gelmedi.
Ardından “Ben çok yalnızım.” diye yazdı..
Bilmiyorum neden ama o anda içim acıdı..
Ben kalabalığı da yalnızlığı da çok iyi bilirim.. Gel gelelim, bir çocuğun kendini bu denli yalnız hissetmesi bana çok farklı gelmişti..
“Annen baban neredeler?” “Uyuyorlar.”
“Peki, sen neden uyumuyorsun?”
“Konuşmak istiyorum.”
“Ne üzerine?”
“Fark etmez. Ne olursa artık.”
Bu sefer de ben sustum bir süre..
Ne yazayım diye kara kara düşündüm önce..
“Annenle ve babanla konuşsan daha iyi olmaz mı kızım? Bak bu saatte, sosyal medya da, karanlık sokaklara benzer. Karşına kimin çıkacağı belli olmaz. Belki sana yaşlı bir adamın abartısı gibi gelecek ama inan seni üzerler.”
“Ben de çok isterim annemle, babamla konuşmayı ama onların hiç vakitleri yok ki.
Hep çok yoğunlar. Hep gelenimiz gidenimiz var. En ufak bir şey sormaya kalksam, kızıyorlar bana. Mesela bugün okulda bir çocuk beni merdivenlerden aşağı itti. Sonra da küfür ederek yanımdan geçti gitti. Okuldan eve gelir gelmez bunu anlatayım istedim ama annem telefonda arkadaşıyla konuşuyordu, babamsa bilgisayarının başındaydı. Konuşamadım. Sustum.”
Sohbet derinleştikçe, karşımdaki zavallı kızı daha iyi anlıyordum..
Adını hatırlamıyorum bir yazardı sanırım şöyle demişti..
“Yalnızlık, yanında kimsenin olmaması değildir. Yalnızlık, yanında seni dinlemeyenlerin, anlamayanların ve sevmeyenlerin olmasıdır.”
Kız gerçekten çok yapayalnızdı..
Yoksa neden gecenin en karanlık saatlerinde, içinde bir umut kırıntısıyla, arkadaş peşine düşsün?.
İyi de, ya ona denk gelen ben değil de, başka biri, başka niyetleri olan bir herif denk gelseydi.. Ve kız da o herife inansaydı, onunla sohbet etseydi, hatta daha da ileriye gidip buluşmaya, görüşmeye kalksaydı..
Aklıma küçücük yaşlarında tecavüze uğrayan, işkence gören ve öldürülen kızlar geldi..
O kızların gözlerini hayal ettim..
Umutlarını, düşlerini, gülüşlerini düşündüm..
Sanki kalbime bıçak saplanır gibi oldu..
Ya bu kız da…
“Ah güzel kızım. Seni anlıyorum. Yalnız şunu unutma lütfen. Benim yaşımda olan erkeklerin seninle paylaşacak çok şeyi olmaz. Hele de bu kirlenmiş, kimin ne olduğu bilinmeyen, kötülüklerin fır döndüğü sosyal medyada hiç olmaz. Senden ricam, lütfen şimdi yatağına git ve güzelce uyu. Yarın sabah uyandığında annene ya da babana bu gece benimle yaptığın sohbeti anlat…”
Sözümü kesti..
“Hayatta olmaz. Çok kızarlar bana.”
“Kızsınlar” dedim. “Sen yine de anlat. Onlara de ki, Tamer amca diye biriyle tanıştım. O bana dedi ki ‘Bütün işler bekler ama çocuk kalbi beklemez.’ Ve selamlarımı ilet.”
Durdu, düşündü ve “Tamam söz söyleyeceğim.” dedi..
Birbirimize iyi geceler diledik ve ayrıldık..
Sonra bir haber alamadım..
Baktım hesabını da kapatmış..
Şimdi nerededir, kiminledir, hala yapayalnız mıdır bilmiyorum..
Bildiğim tek şey var..
Bu yüzyılın asıl bahtsızları çocuklarımızdır..
Onlar boyunlarından büyük bedeller ödeyerek büyümeye çalışıyorlar..
Sevgisiz bireyler, sevgisiz toplumlar, şiddet, ölüm, savaş, tecavüz, taciz, hastalıklar, ekonomik sıkıntılar, internet, telefon,
bilgisayar oyunları, tüketim çılgınlığı ve kalabalık yalnızlıklar..
Onlar,
O çocuklar yürekleri ağlaya ağlaya büyüyorlar..
Neresinden tutacağız, neresinden tutup da çocuklarımızı düştükleri yerden kaldıracağız kimse bilmiyor..
Ve bilmemek bizi dirhem dirhem öldürüyor..
N’olur, çocuklarımızı gece yarıları kimseye “Benimle arkadaş olur musun?” yazdıracak kadar yapayalnız bırakmayalım. Varsın paraları, işleri, güçleri, evleri, kredileri, taksitleri, dolarları, altınları onların olsun. Hepsinin canı cehenneme!..
Tamer Dursun
12 notes · View notes
kaanozer · 3 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Yusuf Eradam, Oruç Aruoba ile geçirdiği yaşantı parçalarını içtenlikle anlatıyor: Yukarıdaki görseller -ve görsellerin ilk kez yayımlandığı haber metni– bana haiku yazmayı da öğreten ve sevdiren hocam Oruç Aruoba’nın ölümü üzerine durumumu bildiren en sevdiğim haikularımdan birini de içeriyor. (Su, Ağaç ve Bulut sohbetli bir iki haikum daha var.) TEDÜ’de Mart 2018’de kurduğum İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünün web sitesindeki vefat haberi içinde de yer alıyor bu haiku:
Kuru ağacın güneşle sohbetinde sudan eser yok.
“Tümceler” kitabını bana vermişti, şaşırmıştım, yeni çıkan kitabını veriyor gibi değildi. Şaşırdım çünkü tuhaf bir bantla yırtılıp dağılmasını engellemiş ve dolmakalemiyle düzeltiler yapıp küçük kâğıtları da aralara sıkıştırıp onların üzerine de ekler yapmıştı. Benden de okumamı istemişti, epeyce düzelti var üzerinde. Girişe de niye ‘Düzelti: Yusuf Eradam’ yazdı bilmiyorum. Hatırlamıyorum ne düzelttiğimi. Ben de bu kitaptan sonra “Çingane Triste” başlıklı uzun bir öykü yazdım. Amacım onun uzun tümcelerine öykünerek yazılmış bir öykü çıkarmaktı, hocamın gözüne girmekti böyle bir geri bildirimle. Öyküyü bitirdim ve kendisine teslim ettim. Metis Yayıncılık’ın Cağaloğlu’daki eski (ilk?) yazıhanesinde buluştuk mu yoksa Müge Gürsoy bana Paul Auster’ın New York Üçlemesi’ni çevireyim diye verecekti de (90lı yılların başı) o yüzden mi gitmiştim de gitmişken Oruç Aruoba da mı o gün oraya geldi, tam hatırlamıyorum, ama öyküyü okumuştu ve elinde yuvarlanmış öykümün deste hâli elinde orada konuştuğumuzdan eminim. “Öyküyü okudum Yusuf, çok güzel, yazmayı bırakma” dedi, öykünün çıktısını bana geri verdikten sonra da iki eliyle yanaklarımı tutup “Bu kadar hüzünlenme” dedi ve şap şapladı yanaklarımı. Öyküyü çok beğenmemişti bence, kırılmayayım diye böyle demişti, öyküyü de niye geri verdi ki diye kurup üzüldüğümü hatırlıyorum. Hüzün benim atardamarım evet, üçüncü şiir kitabımı çıkarırsam adı da “Hüzn-ü Yusuf” olacak. Ama “Yusuf anlar” diye imzalamıştı bir kitabını bana, ben de “Oruç anlar” diye vermiştim öykümü sanırım. Bıyıkdaş oluşumuz da ayrı, ölüm haberini facebook sayfamda paylaştığımda koyduğum Beykoz balkonumda çektiğim fotoğrafa gelen yorumlardan biri “Bu gençlik fotoğrafınız mı Yusuf hoca?” oldu. Benziyoruz demek ki.
Ben Hacettepe’de öğrenciyken en sevdiğim hocalarımdandı Oruç Aruoba. Aramızda altı yaş fark vardı ve ben lisans öğrencisiyken Oruç hoca asistandı: İngiliz Dili ve Edebiyatı öğrencilerine de “Introduction to Philosophy” dersine gelirdi (1973-1975). Sakin sakin anlatışı ve bizi tartışmaya yönlendirişi, bizi fikir üretimi yapmaya sevk eden sorular soruşuyla Oruç hocam da tıpkı sosyal antropoloji hocam Bozkurt Güvenç gibi ilahlarımızdandı. Herakleitos’un “Aynı nehre iki kez giremezsiniz” sözü üzerine yorum isteyen final sınavından B alınca ve üstelik benim derste tuttuğum notlarla çalışan arkadaşımın A alışına ne kadar bozulduğumu anlatamam. Lakin, hep anlık bozulmalardı bunlar çünkü ona sevgim zaafa dönüşmüştü ve ne yapsa iyi yapardı, bu adam sevilecekti, o kadar.
Çengelköy’de Kemalettin Tuğcu ve ailesinin sattığı (Nemika Tuğcu daha iyi anlatır)  ve Oruç hocanın o sıralardaki yakın arkadaşı fotoğrafçının ailesinin aldığı virane köşkte kaldığı sırada da görüştük. Orası Mezarlık Caddesi idi, şimdi Kemallettin Tuğcu Caddesi oldu. O evde kaldığı sırada Oruç hocayı ziyaret ettiğimde -Nemika’nın çay yapmaya içeri gittiği sırada, arka bahçede şezlonga uzanmıştım ve yattığım yerden ağaçlar tepemde, bütün romantik yazar şairler gibi doğaya kaynayıvermiştim- az içim geçti, Nemika’nın çay hazır çağrısı ile kendime geldim ve ‘Thanatopsis’ öykümü yazmaya kafamda başladım. Öykü gereği o şezlongta öldüğümü düşünüyordum, öte tarafa gitmeden önce de birkaç ev aşağıda bu eski konakta oturan Oruç hocamı ziyaret edip sohbetten sonra da ölümün tamamıyla gerçekleşmiş olması gerekiyordu. O eşik bekçisi bilge filozof ile sohbet bölümünde hocamla aşık atmadan sohbeti nasıl gerçekleştireceğim konusunda tedirginlik yaşayınca öykünün başlığını ölüm hakkında bir inceleme yazıma taşıdım, ‘Thanatopsis’ inceleme yazısı olarak yayınlandı. Öykü olarak yayınlanmasından da korktum çünkü nasıl öldüğümü de yazmak istemedim, yine Japon kültürü içinde yer alan sözün tılsımına, gücüne ben de inanıyorum ve yazdığım birkaç olay başıma sonradan geldiği için de yarım kaldı bu öykü.
O, bir duvarında kocaman bir yarık bulunan ve bir arkadaşımın yüzündeki gamzenin yok oluş öyküsüyle de birleştirip “Gamzeli Konak” öyküsünü yazmaya başlamama sebep olan bu konakta, onlarca (niye bilmem rakamı 38 diye hatırlıyorum) kediye bakıyordu ve kedilerin dilini öğrenmeye, deşifre etmeye çalıştığını söylemişti. O günlerde hayatımı kedilerle paylaşmaya başlamamıştım, bu dil çözme hevesini gerçekleştirir sandım, ama sonra ben kedilerle yaşamaya başlayınca anladım ki bu çok zor, hatta olanaksız bir tutku. Karşılıklı farklı nedenlerden dolayı görüşmelerimiz seyrekleşince, cevabını merak ettiğim soruyu ancak 2011 yılında sorabildim.
Kırmızı Korsan yayınları sahibi, benim de onca kötü edit edilmiş fotoğraflarıma karşın ilk haiku ve fotoğraf kitabımı yayınlayan -sonra da can arkadaş olduğum- Funda Önkol’un düzenlediği “Boğaziçi Kitap Fuarı” etkinlikleri arasında yer alan Türkiye’de yapılan ilk Haiku Yazma Yarışması’nda Funda, Yelda Karataş, Oruç ve ben jüri üyesiydik. O zaman sordum, kedilerin dilini çözebildiniz mi diye? “Hayır, vazgeçtim,” dedi. (Onunla asla senli benli olmadım, olamadım, olmak da istemedim.) Oruç hoca bir tutkudan vazgeçmişti, buna da şaşırmıştım ama onun karakteri yargıdan muaftı. Olanaksızmış demek ki, yoksa niye bıraksın, dedim kendi kendime. Son görüşmemiz oldu bu ve jüri üyeleri içinde sözü en çok geçmesi gereken kişi hepimiz için oydu, fakat sürpriz bir karar çıktı, benim için bu son görüşmenin en güzel görüşmemiz olmasının sebebini de oluşturdu.
Yarışmaya her jüri üyesi kendi en iyi on haiku seçimi ile gelecekti ve masaya döktük beğendiğimiz haikuları, sadece ilk üç dereceyi vermek değil de ilk yarışma olması ve yüzlerce haikunun katılmış olmasını da göz önüne alarak katılımcıları yüreklendirmek amacıyla mansiyon vb. ödüller de verilmesini daha uygun gördük. Oruç hoca benim en iyi ilk on haiku seçimlerim arasında bile bulunmayan ve ÖLÜM sözcüğünün harflerinin yerlerini değiştirip akrostiş çağrışımlı ölüm sevmeyen bir haikunun birinci olmasını uygun gördüğünü söyledi. Kalaşnikof taşıyan bir kardan adamlı haiku benim de ilk üçümdeydi, Yelda hanım da kendi favorisini söyledi, ama benim favorim de onların birincilik adayı tam olarak değil gibiydi. Hepimizin Oruç hocaya saygısından ve sevgisinden ‘ölümü hiç sevmem’ diyen haiku birinci olmak üzereydi ki benim favorimi okudum:
Gece gündüz hep düşümde fide Fidan kalk dik hepsini.
Çok güzel dediler, onlar da beğenmişti evet ama ben ısrar edince bakın doğaya âşık bir can yazmış belli ki ve hayatı yücelten bir haiku birinci olursa bu da gelecek kuşaklara güzel bir örnek olur benzeri sözlerle, bütün tatlılığımı giyinip jüri üyelerini ikna ettiğimi hatırlıyorum. Oruç hocanın bana en güzel ödüllerinden biridir “Peki, haklısın Yusuf, hayatı kutlayan haiku kazansın” deyişi.
Ben de kutlanmıştım hocamın onayı ile. Kutlu bir gündü, Funda’cığıma jüriye beni de çağırdığı için ne kadar teşekkür etsem azdır, vesile olmanın ne büyük bir mutluluk kaynağı olduğunu benim kadar o da çok iyi bilir.
Günlerce bekledim haikuyu kim yazmış diye çünkü Funda da bilmiyordu, rumuzlarla katılan haikuların sahibini daha sonra öğrendiğimde sevinçle karışık bir şaşkınlık daha yaşadım. Haikuyu yazan Çankaya Üniversitesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı kurucusu Profesör dostum Nail Bezel çıktı. Meğer GAP projesinde, barajın çevresinin yeşillendirmesinde gönüllü olarak çalışmış da bu yüzden gece rüyasında bile kalkıp fide dikiyormuş.
Oruç Aruoba, benim klasik müziği sevme serüvenimin ilk önemli taşlarından Tschaikovsky için “Hiç sevmem, aşırı duygusal gelir bana” demesi ile de beni şaşırtmıştır. Oysa ben bu romantik besteciye âşığımdır, bir numaralı piyano konçertosuna, tek keman konçertosuna, ve de hayat hikâyesine. Niye şaşırırsınız böyle durumlarda? Sevdiğiniz kişi sizinle benzer zevklere de sahip olmalıdır gibi müsrif beklentiler içine girersiniz de ondan. Oruç hocam çok sevilip sayıldığını bilirdi ve yargıdan muaf olduğunu da için için bilirdi sanki ve işte bu yüzden de özgürdü diye bilirdim ben.
Ama âşkı hep geçici yaşadığına tanık olduğum için (niyeyse üç sevgilisini bana tanıştırmıştı, benim de öyle bir etkim var dostlarım arasında, icazet alırlar benden) ben de ne yaptım, belki olur, belli mi olur diyerek bir arkadaşımın güzel dul kızkardeşinin de geleceği bir akşam yemeğine Oruç hocayı da çağırıp çöpçatanlık yapma girişiminde bile bulundum ama heyhat bir kez olsun çay içmeye bile çıkmadılar. Gece ve yemek bittikten sonra yine farklı sebepler yüzünden herkes evine dağıldı. Yine haiku ile bitireyim bu yazımı, hocama bir kez daha saygımla, sonsuz sevgimle, bilen bilir, bilmeyen bir tutam mercimek sanır:
Sesin yüzünde, duymadım kahkahanı asılı gökte.
Yusuf Eradam
5 notes · View notes
tumitutscanlation · 5 years
Text
Heavenly Blessing – 109. Bölüm
Mega // Drive
Bölüm 109: Rüzgar ve Su Tapınağında, Gerçeği Sezmek İçin Yapılan Gece Sohbeti
Eğer Ming Yi testlerini boşa çıkarmak isterse pekala muğlak bir cevap verebilir veya şakaya vurabilirdi. Ancak ilk iki sorusunu hiç lafı dolandırmadan basitçe ve kısa öz bir şekilde cevaplamıştı bu nedenle son cevabı da aynı olmalıydı aksi halde Ming Yi’nin karakterine uygun olmazdı ve bu da pekala normal olmadığını kanıtlardı.
Xie Lian ve Ming Yi sakince birbirlerine baktılar. Bir an sonra Ming Yi en sonunda konuştu.
Geçen iki seferden hiçte farklı olmayan bir tonla cevapladı. “Beş element ustasından birisi, Su Ustası Wu Du’nın kardeşi, Su Ustası Qing Xuan.”
Shi Qing Xuan başını iki yana salladı. “Of, neden ‘benim en yakın arkadaşım’ demedin?”
Ming Yi bakışlarını ona çevirdi. “O kimmiş?”
Bu duyunca Xie Lian gizlice rahat bir nefes verdi.
Öncesinde bahsedildiği gibi her ne kadar Boş Lafların Saygın Efendisine ‘Saygın’ denilse de, kutsal ruhu olan bir vaiz değildi sonuçta. Bir hayalet veya iblis olarak sınıflandırılabildiği sürece, türünün eşsiz özelliklerinden asla kaçamazdı. Üç cümle de tamamlanmıştı ve üçü de şüphesiz doğruydu, bu nedenle Ming Yi’de herhangi bir sorun yoktu. Ancak Shi Wu Du ve Shi Qing Xuan gerçek kardeş değillerse cümlesi yalan olabilirdi, ama böylesine inanılmaz sarsıcı bir gidişat değişimi mümkün değildi.
Beklenmedik bir şekilde, o daha tam nefesini veremeden Ming Yi’nin elleri aniden hareketlendi ve doğrudan boğazına uzandı.
Xie Lian ve Hua Cheng aynı anda elden kaçınmak için hamle yapmışlardı, üç el de yıldırım kadar hızlıydı, o kadar gergin bir durumdu ki Shi Qing Xuan ayağa fırladı. “MING-XIONG! SEN NE YAPIYORSUN?”
Ming Yi dikkatle Xie Lian’a bakıyordu, karanlık bir sesle konuştu. “Üç soru sordun, ama geçen tur ben sadece bir tane sormuştum.”
Xie Lian gülümsedi. “Toprak Ustası, lütfen kuralları dikkatle hatırla. Hiç her tur sadece tek bir soru sorulabileceğini söylemedim.”
“Pekala.” Dedi Ming Yi. “O zaman ben de şimdi soruma ekleme yapıyorum. Sen kimsin?”
Xie Lian sordu. “Biraz önce bu soruya kendin cevap vermedin mi?”
Ming Yi. “Belki de yanıldım. Yoksa Ekselansları neden aniden böyle bir oyun kurguladığını ve o tuhaf üç sorusunu açıklar mı? Lord Hayalet Kralı manipülasyon sanatında bir ustadır, ancak böyle bir şeyi sadece eğlence için kullanması biraz abartılı ve gereksiz olur.”
Hua Cheng kahkaha attı. “Yapma. Canım istediği sürece, nasıl istersem öyle kullanırım.”
Xie Lian ve Hua Cheng ondan şüphelenirken, Ming Yi de onlardan eşit derecede şüphelenmişti. Ming Yi aniden saldırdığı anda dudaklarıyla konuşmaya başlamış ve iletişim rününü kullanmayı bırakmışlardı. Shi Qing Xuan neden kavga ettiklerini bilmiyordu ama kulak tıkaçlarını fevri davranıp çıkartmaya da cüret edemiyordu, bu yüzden tek yapabileceği konuşmaktı. “Durun durun durun, hemen durmanızı ve bana neler olduğunu anlatmanızı istiyorum. Yoksa… YOKSA BEN DE OLAYA KARIŞIRIM!” Ardından Rüzgar Ustası yelpazesini açtı. Ming Yi ise onu kenara itti. “Çekil! Bir de senle uğraşamam!”
Tam bu sırada aniden ürpertici bir rüzgar esti ve dördünün çevrelediği küçük kamp ateşinin alevleri esrarengiz rüzgarla titreyerek vahşice dans etti. Alevlerin oluşturduğu siluet ve gölgeler delirmişçesine alazlandı, öyle ki sunağın üzerindeki biri kadın birisi erkek ilahi heykeller bile gülümsüyor ama gülümsemiyor, ağlıyor ama ağlamıyor gibi görünüyorlardı, son derece korkutucuydu. Ming Yi hemen Shi Qing Xuan’ı ayağa kaldırdı, tedirgindi. “Burada bir şey var.”
Shi Qing Xuan’ı önce yere itilmiş, sonra ansızın yukarı kaldırılmıştı, başı dönüyordu ve gözünün önünde yıldızlar belirmişti. “MING-XIONG! BANA KARŞI BİRAZ NAZİK OLSAN!!!!”
Ming Yi. “Zaman yok.”
Xie Lian iki heykeli izliyor ve onlara bakıyordu, aniden konuştu. “Gözlerine bakın!”
Dördü de döndü ve gülen yüzlü iki ilahi heykelden dört sıra kan aktığını gördüler. Kilden ilahi heykellerin gözlerinden kan akıyordu.
İlahi heykeller törenlerle kutsanır ve tapınılır, belli miktar kötülükleri def etme gücü kazanırlardı. Tüm kötülüklerden korunamayacak olsalar bile, insan olmayan yaratıklar tarafından kirletilemez, suiistimal edilemezlerdi. Bu Boş Lafların Saygın Efendisi kesinlikle çok güçlüydü. Shi Qing Xuan oradaydı ve Rüzgar Ustasının ilahi heykelinin Rüzgar Ustasının önünde kan ağlamasını sağlamıştı. Kan damlaları gittikçe kalınlaşıyor ve ağırlaşıyordu, yere damlarken çarpık, karışık bir şekil oluşturuyorlardı. Shi Qing Xuan afallamıştı. “Bu şey ne? Çizim… mi?”
Nasıl bir şekil oluşturduğunu çözemiyordu ve yaklaşmadı, sadece farklı açılardan bakarak anlamaya çalışıyordu. Kısa bir süre sonra Xie Lian aniden kendine geldi: çizim yapmıyordu, tersten yazılmış bir kelime vardı!
Hemen bağırdı. “BAKMA! SENİN İÇİN YAZIYOR!”
Ming Yi avucunu uzattı ve BAM! Hem yerdeki kan izleri hem de iki ilahi heykel paramparça olmuştu. Shi Qing Xuan gözleri şokla irileşti. “Ming-Xiong! Sen… sen sen sen, abimin bunu duymasına engel olmak zorundasın, yoksa seni asla affetmez!”
Bir cennet mensubunun ilahi heykelini yok etmek, bahsedilen cennet mensubuna karşı son derece büyük bir saygısızlık etmek demekti. Ancak bugün Ming Yi önce levhayı ikiye bölmüştü, ardından heykelleri paramparça etmişti. Bu yaptığının birisinin evini yıkıp ardından evin yaşlı sahibini tokatlamaktan hiçbir farkı yoktu. Eğer bu olay yayılır ve söz konusu kişinin kulağına giderse, sadece geriye yaslanıp hiçbir şey yapmadan duramazdı; kim bilir bu nedenle nasıl bir kanlı fırtına kopardı.
Bu sırada Xie Lian yanlışlıkla başını çevirmiş ve aniden öncesinde kırdıkları ve düzgünce kenara koydukları levhanın üzerindeki harflerde bir tuhaflık olduğunu fark etmişti. Levhanın mavi tabanının üzerinde altın harflerle ‘Rüzgar ve Su Tapınağı’ yazıyor olmalıydı, ama şimdi kelimeler çarpık, kan kırmızısı şekillere dönmüş ve bir araya gelince ‘Ölüm’ kelimesini oluşturuyorlardı.
Saniyesinde Shi Qing Xuan’ın gözlerini örttü ve iletişim rününden bağırdı. “GÖZLERİNİ YUM!”
Shi Qing Xuan da bağırdı. “YİNE NE VAR?!”
“Hiç. Sadece tapınağının levhasının üzerindeki yazı da değişti. Yaratık artık duyamadığını biliyor bu yüzden yazı yazmaya başladı.” Xie Lian açıkladı.
“Aksi şeytan!” Shi Qing Xuan haykırdı. “Şimdi ne duyabiliyorum ne görebiliyorum, hem sağır hem kör müyüm?!”
Xie Lian ellerini geri çekti. “Merak etme, sadece sakin ol. Biz yanındayız.”
Ming Yi Shi Qing Xuan’ı cübbesinin arka yakasından yakaladı ve kenara çekti. Shi Qing Xuan’ın gözleri hala kapalıydı ve dua eder gibi ellerini yukarı kaldırdı. “Aman ne rahatlatıcı!”
Kelimeler dudaklarından döküldüğü gibi, aniden yıkılmış tapınağın dışarısında büyük bir gürültü koptu. Siyah bulanıklıklar Xie Lian’ın gözlerinin önünden geçti ve bir an sonra iblisler gibi uluyan büyük bir kalabalık kararmış bir med cezir gibi içeriye doluştu.
Kalabalık sahiden tuhaflıklarla dolu garabetlerden oluşuyordu, tuhaf şekiller ve canavarımsı figürler. Bazılarının kafaları kesilmişti, bazıları asılmıştı, bazılarının kafasına saklanmış büyük bıçaklar vardı, bazılarının karnı deşilmişti… her türlüsü vardı. Shi Qing Xuan ne duyabiliyor ne görebiliyordu, ama içgüdüsel olarak etrafındaki düzensiz ve kaotik adımları fark etmişti ve arbedenin ortasında birkaç kez itilmişti. İletişim rününden sordu, afallamıştı. “Neler oluyor? Ne geldi? Bunca insan nereden çıktı???”
“Önemli bir şey değil.” Xie Lian yanıtladı. “Kanlı Ateş Eğlencesinin gece yürüyüşü. Gidelim buradan.”
Bazı bölgelerin Kanlı Ateş Eğlencesinden, gündüz yürüyüşleri dışında bazen de gece eğlenceleri düzenlenirdi. Sadece yürüyen göstericiler insanları korkutmaktan heveslerini almak istiyorlar diye değildi üstelik, pek çok kişi de onlarla aynı şeyi istiyordu, bu nedenle Kanlı Ateş Eğlencesinin ürpertici makyajını taklit eder ve gecenin karanlığını ortaya çıkıp insanları korkutmak için kullanırlardı. Maalesef dördü böyle bir gece grubuna denk gelmişlerdi.
Bu baldırı çıplak kalabalığın insanlarında geçit törenindekilerle aynı gerçekçi, girift makyajlar yoktu, ama yine de kalabalık oldukları için korkutucuydular ve görülmeye değer bir manzaraydı. Özellikle de hava kararmışken gerçek ölüler gibi görünüyorlardı. Bu nedenle bu kadar geç saatte eğlenceler yapılan kasabalarda, Kanlı Ateş Eğlencesi gecesinde, yerliler kapılarını sıkı sıkı kapatırlardı. Bu gece ekibi uzun zamandır dolaşıp duruyordu ve en sonunda yıkık dökük tapınakta insanlar olduğunu görmüşlerdi, sanki avlarını bulmuş gibi heyecanlanmış ve bir anda ellisi birden içeriye doluşarak küçük tapınağın insanlarla dolup taşmasına neden olmuşlardı.
Dördü ise cehenneme gömülmüşlerdi; Xie Lian arkasına bakıp duruyordu ama tek görebildiği yanında durmakta olan Hua Cheng’di, asla ondan iki adımdan fazla uzaklaşmıyordu ve diğer iki kişi ise yedi sekiz metreden fazla uzağa itilmişti. Bağırdı. “Dışarıya çıkalım!”
Ama gece ekibinde, bazıları tamamen eğlence amaçlı buradayken, bazıları kurnaz küçük tüccarlardı, buraya Kanlı Ateş Eğlencelerini izlemek gelen gezginlerden para kaçırmak istiyorlardı. Önlerini kestiler, gitmelerine izin vermiyor, sıkı sıkı yapışmış bir halde ikna etmeye çalışıyorlardı. “Genç Efendiler, bize ödül verin!”
“Böyle giyinmek için çok çalıştık, eğer eğlendiyseniz bizi ödüllendirin!”
“Evet, bizim içinde hiç kolay değil ve sadece senede bir bunu yapıyoruz!”
“Eğer Yaşlı Hayalet Efendiden korunmak için bizi ödüllendirmezseniz gelip size musallat olur!”
Bütün bu meselenin onunla hiçbir alakası olmadığı için, Hua Cheng sadece bir kenarda durmuş izliyordu, biraz bile tedirgin değildi, bu nedenle sadece kahkaha attı. “Öyle mi, ne tür bir hayaletin gelip benim kapımı çalmaya cüret edeceğini çok merak ediyorum!”
Tam bu sırada Xie Lian kalabalığı tararken, aniden kenarda soluk yüzlü asılmış bir hayalet gördü, ürpertici bir şekilde gülümserken birisinin boynuna ip geçiriyordu.
Her ne kadar karmaşanın ortasında olsalar ve her yer kan revan içinde, insanların yüzleri çarpık, sürekli beni öldür, seni öldüreyim, şimdi işin bitti, şimdi öldün replikleri havada uçuşuyor ve hatta arada sırada birileri inleyip yere düşüyor bu nedenle de neyin gerçek neyin oyun olduğunu ayırt etmek çok güç olsa da, yine de Xie Lian’a içgüdüleri karşısındaki bu ‘kişi’de bir tuhaflık olduğunu söylüyordu ve kolunu uzattı. RuoYe atıldı ve doğrudan asılmış hayaletin kafasına vurdu.
Sahiden de asılmış hayalet inledi ve siyah bir duman bulutuna dönüştü, yerdeki küçük bir çatlaktan kaçmaya çalıştı. Kimse fark etmemişti ama Xie Lian olanları apaçık görmüştü. İletişim rününden uyardı. “Herkes dikkatli olsun! Aralarına bir şeyler karışmış!”
Öncesine kıyasla sanki Rüzgar ve Su Tapınağına bir kötülük bulutu eklenmiş gibiydi; Boş Lafların Saygın Efendisi olamazdı ama bazı küçük yardakçıları olabilirdi. Uzun zamandır hayalet rolü yaptıkları için, elbette günün birinde gerçek bir hayaletin ilgisini çekeceklerdi. Şu anda ortaya çıkmaları sadece ateşe körükle gitmekti. Sahiden tapınakta çok fazla insan, çok fazla kaos vardı, kafaları çarpışıyor, birbirlerinin ayaklarına basıyorlardı, kötülük özünün kimden geldiğini anlamak çok güçtü. Xie Lian, Hua Cheng’i yakaladı ve tapınaktan kaçtı. Diğerlerine nerede olduklarını soracaktı ama hiç gücünün kalmadığını fark etti, neredeyse tükenmişti ve iletişim rününe girmesi imkansızdı. Aciliyet nedeniyle Hua Cheng’e döndü. “San Lang, bana biraz ruhani güç ödünç ver, sonra borcumu öderim!”
Elbette ‘sonra borcumu öderim’ sözleri anlamsızdı. Aldığı hiçbir gücü geri ödeyememişti. Hua Cheng sadece. “Tamam.” dedi ve Xie Lian’ı tutmak için ellerini uzattı. Xie Lian hafif bir sıcaklığın ona yayıldığını hissedebiliyordu ve tam bu sırada birkaç kanlı birey tapınaktan çıkarak doğrudan üzerine koştular. En arkadaki koşarken bağırsaklarını tutuyordu, yüzü ölü lekeleriyle kaplıydı ve küçük bir parça kötülük enerjisi yayıyordu, Xie Lian hiç düşünmeden avucundan bir güç gönderdi.
Patlamanın gürleyen sesi yükseldiğinde, aynı anda kör edici beyaz bir ışık çaktı. Ancak uzun bir süre geçtikten sonra Xie Lian kendine geldi.
Kalabalığın ortasındaki karnı kesilmiş hayaletin olduğu yerde şimdi sadece siyah kül tortusundan bir yığın vardı. Önlerindeki Rüzgar ve Su Tapınağına gelince ise, tüm çatısı uçup gitmişti. Tapınaktaki gece göstericilerinin hepsi donmuştu, patlama sesi ve beyaz ışığın getirdiği şokla donakalmışlardı.
“…”
Xie Lian başını kaldırarak artık çatısı olmayan Rüzgar ve Su Tapınağına baktı, ardından başını eğerek kendi ellerine, en sonunda arkasında durmakta olan Hua Cheng’e doğru yavaş yavaş çevirdi. Hua Cheng ona gülümsedi. “Bu kadarı yeter mi?”
“…”
“Yeter.” Xie Lian ekledi. “Aslında… sahiden, sadece birazcık yeterdi.”
“Sadece birazcık verdim zaten.” Hua Cheng. “Biraz daha ister misin? İstediğin kadar verebilirim.”
Xie Lian hemen başını iki yana salladı. Öncesinde Shi Qing Xuan, Nan Feng ve diğerlerinden de güç ödünç almıştı ve onlar da hiçte cimri davranmamışlardı. Ancak Xie Lian o zaman hiç böyle hissetmemişti, sanki kan damarları elektriğe dönüşmüş ve tüm vücudunu sarıyor gibiydi. Eğer öncesinde ödünç aldığı güçler için idareli kullanması ve koruması, boşa harcayacağı korkusuyla her seferinde tek bir ısırık alması gereken bir miktarda derse, şu anki durumu için koca bir kase yese ve on kase de birilerine atsa bile problem olmayacağını hissediyordu.
Hua Cheng’in ona aktardığı güçler harikaydı, tüm bedenini sarıyordu, öyle ki Xie Lian neredeyse hareket etmekten korkacaktı, elini sadece biraz sallamasıyla yanındaki başka birisinin daha patlamasından endişeleniyordu. Etraflarındakilerin geçici sükûnetinden faydalanarak aceleyle iletişim rününe girdi ve sordu. “Rüzgar Ustası neredesin? Biz tapınaktan çıktık ama sizi göremiyoruz.”
“Ah, ama tanrım…” Shi Qing Xuan ruhani iletişim rününde inledi. “Ekselansları neden aniden bağırmaya başladın? Ben de Rüzgar ve Su Tapınağından çıktım.”
Xie Lian kullandığı ruhani güçleri azalttı ve cevapladı. “Özür dilerim, kontrol etmekte biraz sorun yaşıyorum. Nasıl çıktın? İyi misin?” Shi Qing Xuan’ın hala kulakları tıkalı ve gözleri kapalıydı.
“Pff, nasıl çıkacağım ya? Ming-Xiong beni dışarıya çıkarttı. Şükürler olsun kalabalık tarafından ölümüne bir yerlere düşürülmedim.”
Kısa bir süre sonra ruhani iletişim rününde Ming Yi’nin sesi duyuldu. Ancak sözleri Xie Lian’ın yüzünde henüz yeni belirmeye başlamış olan küçük gülümsemeyi silip attı. “O ben değilim!” demişti.
Değil miydi?
Olamaz! Xie Lian başını hemen yana çevirdi. “RÜZGAR USTASI! SENİ KİM DIŞARIYA ÇIKARTTI?!”
 Çevirmen: Nynaeve
125 notes · View notes
zeynol · 4 years
Video
Ağlatan Ölüm Sohbeti Rabbim Geri Döndür Dönüş Filmi Tıklanma rekoru kıra...
1 note · View note
beratdogan · 6 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
isa’ya göre incil, jose saramago
saramago’nun kitaplarını okumaya ilk olarak, kabil ile başladım. daha ilk okuduğumda farkına vardım, saramago’nun farklı bir yazar olduğunu. bunlar gerek duruşundan gerek üslubundan dolayı olsa gerek. isa’ya göre incil kitabı ile tanıştığımda ilk aklımdan geçenler ‘acaba önce incil’i mi okusam’ olmuştur herhalde. ama ben buna rağmen ilk olarak isa’ya göre incil’i okudum. özellikle tanrı, şeytan ve isa’nın sohbeti beni benden aldı. saramago’nun tüm eserleri gibi okunması kesinlikle tavsiye edilir. derinlikleri gördükçe şaşıracaksınız. 
düşünce gölge gibidir, kendi başına iyi yahut kötü değildir, iyi mi kötü mü olduğunu yapıp ettiklerin belirler. 
yokluk ölüm gibidir, aradaki tek fark yokluğun umuda açık kapı bırakmasıdır. 
evet oğlum, insan her işe yarayan bir odundur, doğduğu andan ölümüne kadar her zaman boyun eğmeye hazırdır, gönderirsen gider, dur dersen durur, çekil dersen çekilir, tanrılar için en büyük nimet savaş zamanında da barış zamanında da insandır. 
ama insanın hamuru bozuktur, kıskançlık ve fenalığın yanında az da iyi niyet ve hayırseverlikten yoğrulan bu hamurun mayası, kötülüğü azdırıp iyiliği bastıran korkudur. 
insan hayatında belli anlar vardır ki yakalanıp zaman karşısında koruma altına alınması gerekir, bir incil’de ya da resimde, veya modern zamanların usulleriyle, fotoğrafta ya da filmde kopyalanarak değil, başka bir biçimde. 
2 notes · View notes
ihtiyardivit · 6 years
Photo
Tumblr media
Maviliğime Mektup 50...
Maviliğime ve ona değen gün ışığına , onu satırlarında gizleyen tüm şiirlere , saçlarının lepiskasına mektup...
Maviliğim ... Sence Aşk senden ötede midir ? Aşk'ı dilemek başka , dile dökmek başka ve bir de içte yangısını yaşamak bambaşka...
AŞK NEDİR ki ? Aşkın net bir tanımı yoktur, netlik'ler içinde bir kaftan hazırlanamaz aşk'a... Çünkü herkese göre farklıdır aşk. Peki nedir aşk? Aşk kelimesi, Arapça aşeka'dan gelir. Aşeka, bir ağacı saran, besinini ağaçtan alan ve zaman içinde ağacı kurutarak öldüren sarmaşığa denir. Öyle varlıkla yokluğun birleşimidir. Zıtlıkların bir arada olma durumudur. Aşk iki kalbin birlikte atması demektir. Hayattaki en güzel duygudur. Aşk ilk önce gözlerle yaşanır. Sonra kalpte karışık bir duygu oluşur. İşte o zaman aşk başlıyor demektir. İnsan bu duygu içerisinde kendine bile hükmedemez. Tek düşündüğü âşık olduğu insandır. Bir insanın karanlık dünyasını aydınlatan, renklendiren tek şeydir aşk. Zaman geçerken aşkı getirir. Aşk birbirini tamamlamaktır. “Aşk , kovalamaktan çok kaçmaya benzer.” demiş , bir hâl’den anlar büyüğümüz ... Görmekten çok özlemeyi , dokunmaktan çok düşlemeyi sever Aşk... Bir Bilgin şöyle demiş ... “Aşk , uçurumun dibine düşmek gibidir. Onun için sevgilinin adını ‘YÂ’ koymuşlar ..” Aşk , bilmeyenlerin konuştuğu , bilenlerin ise sustuğu şeyin adıdır aslında. Bilmeyenlerin günde kırk kez ‘sandığı’ , bilenlerin ise bir ömür ‘andığı’ iç yangısı’dır... Şifası zehrinde olan birşeydir aşk ... İçtikçe çoğalırsın ... İçtikçe azalırsın ... İçtikçe şifa bulursun ama içtikçe tükenirsin ... “Bilen söylemez , söyleyen bilmez” cümlesinin muhatabı olan yegane konu başlığıdır aslında Aşk... “Bilen susar” betim’inin başlı başına gizli öznesidir Aşk... Gizli öznesidir ama genelde cümle sonuna denk düşen kelimeye sorulan "KİM","NE" sorularının asli cevabıdır özne ... Gizli’si de , Gizsiz’i de ... İşte ikilemdir Aşk ... Susar , susamaz ... Şöyle ki ; iç yangısı durmamak susmamaktır. Dışa aktarıp gün de kırk kez Aşk tutulması yaşamamak susmaktır. “Aşk’tan anlar” olanlar susamaz ... Çünkü der ki bir bilen ; “Arif konuşursa helak olur. Aşık susarsa helâk olur. Arif konuşursa sır ağzında gizlenemez ; Aşık susarsa yanar. İç yangısı kavurur durur içini. “ Hâl böyleyken insanın iç yangısını Aşk meselesinde doyumsuz şekilde anlatan bir cümle daha söylenmiş Aşk’tan anlar bir bilen tarafından ; “Aşık ah etmezse Aşk yerini bulmaz , aşk doyumsuz olmaz. Aşk , doyumsuz olunca Aşk’tır. “ Aşıkların esmağı “ah’tır... Dille “Ah” değil ama ; içten Ah çekmektir ... Ah , farkına varmadan iç çekmektir , ardı ardına binbir nefesi için için içmektir ... Önce Aşk’ın ne olduğundan daha önemlisi “ne olmadığı” konusu aslında . Aşk nedir ? Sorusunun tek cümlelik cevabı da olabilir ; “Aşk üç noktadır “ denilmesi yeter . Aşk’tan anlar olan herkes anlar ne denilmeye çalışıldığını ... Ama burada ne olduğundan daha öncelikli soru “ne olmadığı”dır ... Hz. Mevlana diyor ya hani ; “Kıyamazsan baş’ücana, Irak dur ; girme meydana . Bu meydan da , nice başlar kesilir ; hiç sorar olmaz . “ Yani diyor ki “ Yükünü taşıyacağına inanmıyorsan girme o yükün altına..." Aşk , Ser’den geçmenin adıdır. Yok olmaktır. Var olmaktır. Varlıkta yok olmaktır. Yokluğa har olmaktır. Varlığa kor olmaktır. Bir büyüğümle sohbet ederken demli çay kıvamında bir söz etmişti ; “Yok etmiyorsa aşk yoktur. Yok etmişse eğer ; onun adı Aşk’tır. “ Ki Aşk yokluğa talip olmaktır bir anlamda. Mesela birisini sevdiniz ; Neşeniz , hüznünüz , sağlığınız , huzurunuz vs neyiniz varsa içte yaşattığınız ; hepsini sevdiğiniz ile takas etmeyi yeğlemektir aşk. “Huzuru olsun , huzurum olmasa da olur. Neşesi olsun neşelenmesem de olur. Sağlığı olsun , sağlığımdan olsam da olur. Hüzünlenmesin , hüzünlenen ben olsam da olur. “ dersiniz hep... Aşık olduğunuzu zannettiğiniz kişide dahi böyle düşünmenize rağmen bir de hakikatli şekilde aşık olduğunuzu düşünün ; nelerden vazgeçersiniz (?)... Bir senaryo repliği’dir ama hakikatli bir sözdür ; “Ölüm ölüm dediğin nedir ki gülüm ? Ben senin için yaşamayı göze almışım. “ Doğru diyor Seven ; ölüm nedir ki ? Uğrunda yaşamak daha meşakkatli olsa gerek. Ölümü seçmek kaçıp gitmektir ; yaşarsan uğrunda neler yaşarsın ... Başkası için , bir değer için , bir kutsiyet için yaşamak Aşk’tır. Bayrak için , Vatan için , Yâr için , Kutsiyetler için yaşamaktır Aşk . Bir değerler manzumesini aklına nakşedip öylece aynı çizgi de dümdüz yürüyebilmektir Aşk. Üstad Salih diyor ki ; “Aşıkların sözlerini alıp satanlar aşık mıdır ? İçini görmez Saray’ın , vasfeder duvarını.” İşte bilenlerin sustuğu , bilmeyenlerin konuştuğu meselesi bu . Kitap yazıp satar , ticaretini yapar ; “Aşk’tan anlar bir bilen” diye geçinir . Yaptığı ile söylediği birbirini tutmazsa aşık , sazın telinde nanca yaşar ki yüreği ? Aşık mıdır o ? Arvasi Efendi şöyle der ; “Muhabbet , sevilenin suretini sevene giydirir.” Gülüşünü bile kıskanmak , bir kirpik teline kütüphaneler dolusu ansiklopediler sığdırabilecek söz söyleyebilmek bundandır işte... Aşık olmayıp içinde yaşadığını dışa vurup “Aşk’dan Anlar bir bilen” diye tanınan kimseye rastlayamazsınız mesela. Çünkü “Aşk’tan anlar bir bilen” olmak için önce gönül yangısı ile teması olması gerekir. Yanmayan yananı bilmez ... Eskilerin bir lafı var ; “Birbiriyle ünsiyet eden ruhlar bir araya gelince sohbeti ziyadeleşir." derler ... Aşk’ın tükenmez bir cümleler , satırlar zincirlemesi olması bu oluyor işte. Bu yüzden aşk yazılgandır ama anlatmak ile tükenecek bir yazgı değildir. Üstad Necip Fazıl’ın bir betim’i var tam da konuya denk düşen , Hatırlayalım birlikte : “Falan,dağın ardında;seslen seslen işitmez, Filan,toprak altında;göz yaşları diriltmez, Neye vardın,vardın da;ufuk varmak ile gitmez, Bir şey göster kadın da;tılsımını eskitmez, Yââr o ki,hep yad’ında;eksilmez ve eksiltmez , Muradı muradında,seni bırakıp gitmez.” İşte Aşk bu’dur ... Yoksa kimse bir kendi türünden olan için , gözle görüp dokunabildiği yaradılan için neden yok olsun , neden yansın... Aşk , anlamına değmedikten sonra zaten aşk değildir ... Olsa olsa suizan’dır o . İyi bir şeyi kötü zan’netmektir. Ve Zan’nın her hali Hüsn’ü Zan dışında kalırsa kötüdür. Sadettin Ökten okuyan yada dinleyen var mıdır bilmem ama bence başlı başına bir hazinedir Sadettin hoca , şöyle diyor Aşk’ın tanımında ; “Aşk , almak değil ; vermek sanatı’dır.” Çok hakikatli söz ... Ahmet Turan Alkan’ın bir kitabı var , mutlaka okumanızı öneririm ; “Üç Noktanın Söylediği” isimli kitap... Kitabın girişinde Üstad bir hikaye anlatır bu üç nokta ( ... ) ile ilgili ... Şöyledir o hikaye ... “Zamanın birinde Ahmet diye fidan gibi bir delikanlı vardır. Ahmet , civarın en güzeli olan bir kıza aşık olur. Tutulur. Gider babasına , anasına der meseleyi."Durum bundan ibaret , benim içim eriyor , mutlaka nikahıma isteyin o kızı eğer anası babası ve kendisi de razı gelirse"der. Aile hazırlanır , gidilip istenilir kız. Ailesi kızı verir ve düğün olur. Bir zaman sonra Ahmet’in askerlik çağı gelir ve askere gitme günü geldiğinde sevdiğine , eşine der ki ;"bak hanım , ben askerdeyken sana mektup yazıcam. Ama mektupların en sonuna her zaman yan yana 3 tane nokta koyucam. Benim sana hasretim o 3 noktanın içinde gizlidir. Sana anlatmak istediğim ne varsa asıl o 3 noktaya gizlidir"der ve askere gider. Ahmet mektup yazar , mektup köye ulaşır ; önce annesinin eline geçer , birkaç gün annesinde kalır koklar evladının kokusunu. Birkaç gün babasında kalır mektup , civanının mektubudur çünkü... Derken Ahmet’in mektubu sevdiğinin eline geçer , ve sevdiği , eşi hemen mektubu hızla okuyup en sonunda ki 3 noktaya ulaşmak ister sabırsızca ... Uzun uzun bakar 3 noktaya ... Baktıkça ,"vay be ahmedim demek bunu yaşadın orada , vay be ahmedim demek rüyanda beni gördün , demek saçlarımı özledin"gibi gibi kendinden manalar çıkarmış her mektubun sonunda ki o 3 nokta (...)’dan ... Ahmet askerden gelmiş , çoluk çocuk olmuş , torunları olmuş aradan çok uzun seneler geçmiş... Birgün torunu Ahmet’e "Dede tavan arasından bisikletimi indirir misin"demiş. Ahmet çıkmış tavan arasına , bisikleti alacakken gözüne tahta bir sandık ilişmiş ... Sandığı açmış ki askerde iken eşine yazdığı mektuplar Hale’n duruyor ... İnmiş aşağı , eşinin yanına gitmiş hasret ve muhabbetle . "Bak hanım tavan arasında ne buldum"demiş ihtirasla . Eşi hemen heyecanlanmış , almış hemen elinden mektupları , hızlıca çevirmiş çevirmiş sayfaların sonunda ki 3 noktalara bakmış uzun uzun ... Ve dönmüş eşine demiş ki ; "Ya hu bey , sen ne güzel mektuplar yazardın bana askerdeyken... “ İşte size Aşk ... Aşk , üç noktadır . İçinde tonlarca yangı barındırır. Dem barındırır. Yazgı barındırır. Hasret barındırır. Anlatılamayan ne varsa meseleye dair ; içinde barındırır üç nokta ... Bir e-posta , bir mesaj ne kadar süre durabiliyor iletilerimizde ... Üç’er noktanın yazgıları , yangıları nasıl izah ettiğini görebilen şey’dir Aşk... İşte buradan da anlaşılabileceği üzere ; Eğer bahse konu olan mesele Aşk ise , yeri gelir üç noktanın anlattığını bir edebiyat şerh etmekte acz’e düşer : anlatamaz. Bazen susarız ya hani , sözün bittiği yer de susarız ve öylece bakarız . İşte üç nokta o’dur. Hatırlayalım birlikte güzel bir anlatı’yı : “Bir bakış , bir bakışa neler neler anlatır , Bir bakış , bir bakışı senelerce ağlatır .” Bir bakış bazen o üç nokta olur ... Bazen yanaktan süzülen üç damla yaş o üç nokta olur... Bazen bir beraat dilekçesi olur üç nokta... Bazen kelimelerin yetirilemediği için susulduğu figan’dır üç nokta. Üç noktadır Aşk (...) Her nokta bir aahh’tır ! Seviyorum deyip haykıramamaktır mesela ; Boğaz da düğümlenen iki çift söz’dür bazen. Dilin lâl , gönlün melâl olduğu an’dır. Göz kapakları altında birikip dışa taşmamak için çırpınan 3 damla yaş’tır 3 nokta ... Hissedilen fakat kelimeler ile izah edilemeyen’dir üç nokta . Bitmeyendir , bitemeyendir üç nokta ... Öyle bir sevelim ki , mahşer günü sevgimiz gelip bize desin ki ; “Ne güzel doldurdun sen , üç noktaların arasını” (...) diye düşlemektir Aşk.. Aşk kifayetine bürünür ... Aşk ezelinde gizlidir. Mesela asırları aşmış sevdalara bakalım : KEREM kendi suretini görmeden , “sen artık ASLI'na bürün” demişler... FERHAT doğduğu gün, isim vermeden “bu çocuk ne kadar ŞİRİN” demişler... FERHAT'ın ŞİRİN'liği daha babası ona Ferhat demeden başlamıştır ! ASLI'yı, kaâlû bela’da ruhlar aleminde görmeseydi KEREM , Aslını nerden bulacaktı ? KAYS'a , Kays demeden evvel başlamıştır MECNUN’da LEYLA'nın rüzgarları … Bir anlatılası gerçek yaşanmış sevda daha vardır , romantizm diye nitelenir ama değildir fedakarlığı özetler her haliyle ... Şöyledir o hikaye ; Genç bir denizci subay, bir güzeller güzeli huyları olan kadına aşık olmuş.. Akademi’den Mezuniyetine az zaman kala vurulmuş iyice . Tanışmışlar . Derken , muhabbet- sohbet’ler edilmiş ; kaynaşmışlar. Evlenme teklif etmiş Subay , Sevdiği kabul etmiş. İki çılgın aşık kavuşmuş ve nihayet iki evli insan : mutluymuşlar ; hem de çok . O küçücük yuvada herşey dört dörtlük. Bir evlilik ne kadar güzel olursa, o kadar güzelmiş evlilikleri. Ama bir gün kader değmiş kapılarının kilidine . Hep böyle bir a'nı bekler ya hani sınanmalar , imtihanlar ... Gelip çalmış kapılarını bir sıkıntı. Kadıncağız hastalanmış, doktora gitmişler yanlış bir teşhis ve tedavide yanlış olmuş haliyle.. Gözleri kör olmuş genç kadının. O andan itibaren birşeyler değişmeye başlamış hayatlarında ; kadıncağız işini bırakmış . Biraz sıkıntılı , sinirli üzülüyor çünkü.. “Bu adam daha gencecik yaşta , benim gibi a'ma bir kadını çekmek zorunda değil” diye düşünüp durmuş sürekli... Adam da dert ediyor “o şimdi bana yük olduğunu düşünüyordur.” diyerek ... Mahsun ve perişan gerilmişler.. Sıkıntılar , kavgalar başlamış ... Genç subayın aklına bir fikir gelmiş . “Buldum” demiş bir gün gelmiş ; – “Ya hu hanım neden tekrar işine başlamıyorsun ?” diye seslenmiş sevdiğine , eşine ... – “Nasıl başlayacağım bilmiyor musun a'ma bir kadınım artık ben . Nasıl başlayabilirim o işe ?nasıl giderim ? nasıl ? nasıl ? …” demiş kadın. – “Bi dakka yahu , bi dakka bi dakka... Ben seni her gün arabamla bırakırım . Bir deneyelim .” demiş adam . Kadın heyecanlanarak “olur” demiş. Adam onu hergün işine götürüp getirmeye başlamış.Bakmışlar ki kadıncağız biraz daha yaşama asıldı, biraz daha hayata tutundu ; evlilikleri tekrar eskisi gibi... Genç subay ikinci perdeyi aralamış ; – “Hayatım , istersen sen işe otobüsle de gidebilirsin bunu yapabilirsin.” demiş ... – “Yapabilirmiyim ? “ demiş kadın ... – “ Yaparsın yaparsın , niye olmasın hadi bi deneyelim.” demiş adam ... Ve başlamışlar bu düşüncelerini uygulamaya ... Kadın her gün otobüs durağına gidip otobüse binip , işyerinin önünde iniyormuş. Böyle olunca birazcık daha mutlu , biraz daha neşeli , hayata iyice sarılmış , artık tek başına da ayakta durabilen bir kadın nihayetinde ; epey mutlu.. Hergün bindiği otobüse binmiş yine birgün ... Şoför kolundan tutmuş ; – “Hanımefendi” demiş kadına ... – “ Efendim” bana mı seslendiniz diye başını sağa sola çevirerek kadın ... – “Evet evet size sesleniyorum , siz çok şanslı bir kadınsınız “ diyince şoför , kadın şaşırmış .. “ Neden ? niye böyle söylüyosunuz ?” demiş a’ma olan kadın anlam veremeden “ Üç yıldır siz her bu otobüse binişinizde arkanızdan genç bir subay biniyor, geçip tam karşınızdaki koltuğa oturuyor. Hayran hayran sizi seyrediyor ineceğiniz durağa kadar . Siz inip işyerinize doğru yürürken arkanızdan el sallayıp öpücükler gönderiyor.” diye açıklamış şoför ... AŞK dediğimiz şey böyle olsa gerek ... Sevdiğinin gergin cildini , yüzünü sevmişken , kırışmış cildini ve yüzünü de sevebilmektir... Güzelliklerini paylaşmak değil meziyet , onun her haline tahammül edebilmektir . Kendinizi onda kaybetmek , yok olmaktır . Sevdiğinin gözbebeklerinde onsuz olamayacağını bildiğiniz için kendinizde kendinizin kalmamasıdır aşk dediğiniz şey ... Hasılı... “Ben seviyorum , o da beni seviyor diye mutluyuz . Eksiğimiz yok. Sevmese sevmem , sevmesem sevmez .” mantalitesine aşk değil "SANMAK" denir... Sözün özü ; Laylaylom değildir Aşk.. ! Aşk “romantik bir eylem” değildir  ; ötekileştirmeden sevmektir Aşk... Herşeyine rağmen , her haline rağmen .... Keşke herkes sevdiğinin saçlarının uçlarının dibindeyken bile saçlarının gölgesinde serinlerken saçlarının uçlarına hasret ölebilse ... Aşk yazılgandır ve aşk’ı bilenlerin susup bilmeyenlerin konuştuğu ; satışını yaptığı ; ticaretini sergilediği merhale’dir Aşk ... Anlatılası , dinlenilesi’dir Aşk... Veee döneyim şimdi sana ; Üç boyutlu halim ,Maviliğim ... Maviliğim , sen şimdi rüya'nda arabalı vapurun güvertesinden denize bakıyorsun ya hani... İşte bunu Ciddiye alma... Sana olan her tutku ve  benim sevgim daha büyük... Hazreti Düşüm ... Saç diplerim ter taşıyor alnıma seni her düşlediğim vakit... Sancı mı,yangı mı,yargı mı,yoksa her ter damlası senden aldığı bir damla buse saçağını kirpiklerime değdiren düşüne sargı mı ...? "Her kalp , kendi içinde ki çiçeğin kokuusunu verir." demiş Abdulkadir Geylani... Binbir yaprak çeşit binbir saç telinin kokusu ve bakışlarının kokusu papatya ; ölür mü rüzgar her değdiğinde kirpiklerinde , yaşar mı güneşin herhangi bir parıltısı bir damla tebessümünde ? Tebessümünün çiçek kokusu gül kurusu... "Seni Seviyorum" cümlesininin utancından köşe-bucak saklanasıya koşuşturması bundandır... Kimbilir sevdiğim , belki de Dünya sadece bir yutkunma yeridir... Bilemiyorum. Ama şöyle bir gerçeklik var bence ;Acı duymak ruhun fiyakasıdır. ​Öyle ya , aşk yokluğa talip olmak değil miydi ?... Öyleydi elbet... Bilmem kaç bin yudum çay damlası düştü dudaklarıma bilmiyorum,saymaya kıyamadım ... Bilmem kaç bin adım attım seni dileyen her mektubun başından sonuna koşarken , sayamadım... Bilmem kaç bariton dolusu haykırdım seni içime , duyamadım... Ben bir milim titresem göğüs kafesim kayıyor dışıma ama sen hep aynı zirvedesin ; biraz olsun titretmedim seni içimin ayazında... Ben , hiç MAVİ kalacak bir mevsime çıkmadım yolun yarısına beş kala ömrümün tamamında yorgun yokuşlarından kışın... Bu aslında güzel bir şey.. Şey işte.. Yangı... İç-dış yangısı... Üzerine melhem sürülemeyesi yaraya sargı bu belki de... Haziranın ortasının sonrasında ki adımları sayıyor doğan güneşler bu günlerin devamında... Ne yüce huzur aslında doğan güneşin en evvel senin yastığına değip oradan evrene yayılması... Ne yüce tutku ... Maviliğim... Seni seviyorum. Ama deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum. Gariplik içime taşınmış ,zihnimin zeminine hafriyat taşır gibi gürültüleri nakış nakış işliyor biraz biraz... Bir de şu var; Gönlün’ün eşini bulan gârip değildir. Anlatabiliyor muyum Sevdiğim... Çok okumadım kendisini ama Murat Menteş şöyle demişti ;
"Dünya'nın neresine gidersem gideyim, gönlümün başkentinde oturanla bağlantımı koparmıyorum." Bire bir ben...
Benim senden çok beklentim olmuyor genelde... Saçını tarayayım , küstüğün kişi olayım , gülmek için gülmesini beklediğim ol yeter bana... Bir de annemin sarıldığı gibi onun sarıldığı uzunlukta onun sarıldığı yerden sarıl bana ... Dahası canının sağlığı ...
Çay demledim şimdi... Biraz ağır demledim , koyu... Zifiri karanlık bardağın her yanı. Ve nelere baskın gelmezdi ki seni düşünmenin tadı ? ...
Ben bütün bu manasız iç sıkıntılardan senin var olduğunu hatırlayarak sıyrılıyorum. ​Sana seni anlatan mektup yazarken , seni şiire tattırırken ... Hem , bir sokağın kaldırımları tavanı ve tabanı ile topyekün çıkıp misafirliğe gelmesi gibi bir şeydir Şiir'de seni anlatmak...
Düşüm ... Düşeşim... Düş eşim... Ben Seni Seviyorum... Aklımdan çıktığın yok ,zira  ; Sevgili'nin kendisi kapıdan çıkınca hayali girer içeri... Aşık yalnız kalamaz. Yalnız kalıyorsa aşık değildir. Ki seni bile 8 gün 25 saat tavanında tutmayacaksa akıl niye olsa ki ? Yemek yerken üzerime dökmemem gerektiğini bilmesi dışında bir işe yaramaz daha :) Biraz da sen insaf et,ki bas zihnimin tavanına sevdiğim... İnsaf din yarısı'dır ... Sevdiğim... 8/25 Zihnimin tavanında salınan fikrim , düşüm , mihr'im... Âşık tek başınayken bile yalnız kalamayandır. Yalnız kalamaz o, ya sevgilinin hayali vardır ya sen kendisi. Hz. Mevlana gibi seslenir ; ”İki gecem var ikisinde de uykusuzum, biri sensiz olduğum gece. Hasretin bırakmaz ki gözüme uyku girsin. Diğeri senle olduğum gece. Yanımda sen varken uyumak olur mu?”   Âşık yalnız kalamaz. Ayrılık, hasretlik de kâr ediverir bazen câna. Bir gün bir aşık almış âşık başını sevgilinin yanına gitmiş. Boynunu bükmüş ‘özledim’ demiş... "Perişanım, derdim çok, gamım çok, kederim çok." demiş Ermiş'e.. Ermiş cevaplamış ; "Âşığın kederi olmaz ! Âşıkta keder ne arar ? Sevgilinin yüzünü gördüğün anda bitiverir bütün kederler, bütün tasalar, bütün dertler." Doğru demiş ermiş... Belki Hz. Mevlana onun için der ;"Kimisi yüzünü sevgiliye döner, kimisinin yüzü sevgiliye dönmüştür.." Aşık yalnız kalamaz. Kalkar gider sevgilinin yanına. Derdini, tasasını anlatır. Sevgili güler, ayaklarını âşığının dizlerine koyar ve döner bakar ; "kederin var mı?" der... Durur bir âşık, yoklar kalbini ‘yok!’ deyiverir. Mâşuk güler. "Var deseydin, yalancısın diyecektim." der.. Sevgilinin yüzünü görünce kalbinde hâlâ dert olan adam aşk iddiasında bulunmasın. Sesini duyunca, hayali hatırına gelince, kalbini yoklayınca, kalbinde hâlâ dert varsa, keder varsa, gam varsa sen âşık değilsin demeli ona.. Çünkü sevgilinin derdi öyle bir derttir ki ; bütün dertleri siler, kaldırır, atar. "Ayrılık, hasretlik kâr eder bazen câna" demiştim ya hani ... Seher yelinden haber gönderir âşık. Âşığa herşey onu söylemezse o adama âşık denir mi ? Seher yeli güzel bir koku getirse ”Yâr oturmuş yele karşı, alıp getirdiği koku onun kokusu” diyemeyen adam âşık mıdır ? Yüzüne yağan kar tanesini sevgilinin parmakları zannetmeyen, bir bardak çayı iki tane söyleyip ”İki çay söylemiştik ordan, birisi açık, keşke yalnız bunun için sevseydim seni”. Ne güzel demiş Cemal Süreyya. "İki çay söyler orda birisi açık, birini kendi yerine, diğerini sevgilinin yerine içer." Herşey onu söyler. Mesela ;"Bana herşey seni hatırlatıyor’ diyen adam âşık değil, unutkandır. ‘Hiçbir şey seni unutturamıyor’ diyen adam aşktan birazcık haberi vardır. Birazcık haberi oluşu ; hiçbir şey unutturamıyorsa onu hala kendisi vardır. Tam haberi olsa kendisi de kalmayacak.
Ben sana mecburum Sevdiğim... Ve ben bugün de seni çok seviyorum... Çay içer misin ; ben açık , sen gölgesi koyu ...?....
2 notes · View notes
teblignet · 4 years
Photo
Tumblr media
Cenaze İmamından Ölüm Sohbeti! - ÖLMEDEN ÖNCE İZLE! başlıklı yazımız yayında.. Yazıyı görüntülemek için şu adresi ziyaret edin: https://teblig.net/cenaze-imamindan-olum-sohbeti-olmeden-once-izle/?feed_id=9698 #sözlerköşkü - #ahiret #cenazeimamı #hz.zülkarneyn #ibadet #mülksuresi2.ayet #ölüm #sözlerköşkü
0 notes