Tumgik
#Çıplak yazar
oomsootv · 2 years
Link
0 notes
dilaraaksoykaleminden · 11 months
Text
Çizgi
Şimdi aşka seni unutmayı çiziyorum, resmi berbat biri olduğumu kabul ediyorum; saltanatının ucube sevişmelerinde ahenk zevkleri alırken sen, ben; fildişi yalnızlığımda dahi seni bekledim. Kim için, niçin? Sanata soyunur gibi çıplak sevdim seni; yalanın figüran oyunculuğunda yönetmenin "kestik!" demesine gerek kalmadan kestim, seni sevmemeyi. Sevmekte başarılı, sevilmekte fahişeydi çünkü satırlarım.
İşportaya kurbanda en ön sıradaydı; "gel vatandaş, gel!" derken ben, seni çağırıyor oluşumu bir tek sen duymazdın. Seni sevmekten kendimi azlediyorum. Can yakar bekleyişler, bu hayatı yakar; sen, kuş yuvasının cikciklerinde öten bir aşkken bir başkasına; ben, bekleyiş krizlerimde plasebo ihtiyacı güttüm.
Ağır aksak ve yabaniydi sana ulaşmalarım, düğmenin birini yanlış iliklemişken diğerlerinin de yanlış gitmesi gibiydi. Lağımda aşk güftesine tımarhane gerçeğini anlatmaktı. Kavruldum, söylesene, bir kavurma mıydım ben? En çok en az hisseden insanlar tarafından sevilen bir brokoli miydim, sözlükteki imlâ hatası mıydım seni severken de; hep kalbim yaralı döndüm senden?
İnsan, bunu kendine yapmamalı. Hayat, paydos düdüğünün sersem sevişmelerine okul zillerini karıştırmayacak kadar şeffaf çünkü. Ben buradayım, peki sen neredesin? Onun kucağının şükür demetlerinde bir demet maydonoza evladiyelik aşk teslimiyeti çabalarında şimdi hangi çocuğu yapmaktasın? Sensizliği doğurmam artık ben. Dokuz ay, on gün çile çeker kadınlar; ben, kaç ay, kaç günde sensizliği doğurmaktan doğurganlığımın soğuyan ve bebeklerin her anne deyişlerinde kendini anne sanan bir yanılgı oldum, biliyor musun?
Sevişmem artık sensizlikle, ondan sen çıkar diye beklemem. Aşka duş aldırıp gusül abdestine bu seçimli yazgıyı ortak etmem. Sen, bana gelmemek için yaratılmışsın benim için. Varın yokun bana gelmemek üzere. Harflerimi öpsen bekaretlerini kaybederler, paragraflarıma dönüp baksan seni aşk zannederler. Çünkü onların her biri deli. Akıllı olsalardı gelmeyen bir adamın kabrini sular gibi her an, her gün sularlar mıydı gözyaşlarımda seni?
Aşkla sevilmek üzere gidiyorum. Dokuzun sağından solundan yamacından tutuyor umutlar, faladdin öyle söyledi. Yaşı, arabasının plakası, ya da varlığının her ceddi; dokuza çıkan bir adam, kalbimin pusulasını bulacakmış. Sendeki kaygan zeminlerde düşüp hep yaralanırken aşk, tövbe! Seni, sensizlikten istemem. Herkes kendi yolunun emperyalist gücünde tükenir gibi tükenir aşkta ve Cumhuriyetin kuruluşu gibi köklenir hayaller, sanırsın kalbi güzelin cennet firarı senin içindir. Yalan, daha da sanmam. Sanmak hakkımı karaya vuran balıklara yem diye attım, meğer onlar da ölmüşler.
Dudağının törensel öpücükleri son harfimin sol gözünde kalmış, sildim. Dudaklarının izinde mühürlenen acabalarım, pembe yanaklarında sensizliği fondöten misali sürmüş, üzgünüm.
Öpmeden önce, acabalara kesinlikle sormalıydın.
Onunla ve onun sana verdikleriyle mutluluklar dilerim sana.
Yolumuzun ayrı cehaletinde, kültürün optimist sesinde pesimist bir hece kaldın. Ne yana baksam, düş yakasından aşkın replikleri kötücül kadere bizim için yazılır.
Şimdi mi, sonra mı, ya da her gece mi?
Gittiğin yerlerin altını üstüne getirsen beni bir daha böyle âşık ve aptal bulamazsın.
Çırılçıplak kalırken ona ve "eveet" derken aşkla; bana hayır demiş oldun. Ben seni delilikle terbiye eder akıllıca unuturum bundan sonra.
Eveeet! Sonsuzun cebinde kalan sonsuzluğa kadar evet...
İmzam, mührü ceylandır; gözleri güzel olur bilirsin.
Tuvale yapışan kirpik gibi kalır fırçada sen darbelerim; o vakit, "yazar beni ilk defa çizerek öldürdü" dersin...
Dilara AKSOY
15 notes · View notes
doriangray1789 · 9 months
Text
AZ GİTTİK UZ GİTTİK Bu kitabımın başına gelenler çok ilginçtir. İlk basımı 1959’da (6 bin), ikinci basımı 1971’de (10 bin), üçüncü basımı 1974’te (10 bin), dördüncü basımı 1976’da (10 bin), beşinci basımı 1982’de (10 bin) yapılan “Az Gittik Uz Gittik” adlı kitabımın beşinci basımı daha satışa bile çıkmadan savcılığın istemiyle toplatıldı. On bin kitap, yayınevinin deposundan Sultanahmet’teki Adliye Sarayının mahzenine resmî araçla taşındı. Arkadan Ağır Ceza Mahkemesine verildim. AZİZ NESİN ... İlk basımının üstünden 33 yıl geçmiş bir kitabın beşinci basımı niçin toplanır ve böyle bir kitap neden mahkemeye verilir? En saçma işlemlerin bile niçininin ve nedeninin sorulamadığı bir dönemdi 12 Eylül 1980 darbesi sonrası… Eğer şimdiye kadar Aziz Nesin'i tanımıyor ve biraz da merak ediyorsanız 114.sayfada geçen "Tanışma" başlığı altındaki düşüncelerini özetleyim. Yazar, Öncü adlı bir dergide köşe yazmaya başlamış ve nasıl bir yazar olduğunu ifade etmiş: "Ulusal gelirimizin yüzde otuzsekizi, yurttaşlarımızın yalnızca yüzde ikisi arasında dağıtılmaktadır. Bundan daha göze batan sömürülme olmaz… Biz, işte bu bozuk düzene karşıyız. Karşı olmayanlar da, ya bu bozuk gidişten çıkarı olanlar ya da bu gerçekten habersiz aldatılmış olanlardır… Yazarlıktaki tutumuma gelince, kısaca söyleyeyim. En kolay kaytarılabilen iş, gazete yazarlığıdır. Bir yazar kendisi için tehlikeli gördüğü günün konularını yazmayıverir, başka konuları ele alır. Çünkü hiç kimse bir yazarı, ille şu konuda yazacaksın, diye zorlamamaktadır. Yazar böylece yan çizince, okurların çoğu yazarın kaytardığını anlamaz. Günün en önemli konularından yan çizip, okurları eğlendirici yazılar yazmak da yazarın elindedir. Oysa bu tutum, düpedüz sahteciliktir. Bir satıcının mostralık mal gösterip, başka bozuk malları sürmesi nasıl dolandırıcılıksa, bir yazarın da, korkusu yüzünden, en önemli konuları bırakıp sudan konular üstüne yazması, yazı dolandırıcılığıdır. Sizi hiçbigün dolandıracak değilim.” * Okuyunca şaşıyor insan, tee o günlerde/yıllarda yaşanan aksaklık, eksiklik, yolsuzluk, haksızlık,,, ne kadar da günümüze benziyor. Dili ve anlatımı kendisini zevkle, merakla okutuyor. * Bu kitaptan kazandığım en özellikli şey “LULUMBA” hakkında edindiğim bilgilerdir. Kongo devrimcisi Lulumba’nın karısına yazdığı mektubu okuduğumda çok etkilendim. Lulumba’yı anlatan belgeseli hemen o gün izledim… Size de kesinlikle tavsiye ederim. * Bu kitapta, yazarlığı hakkındaki tutumunu da net bir dille ifade ediyor. Okuduğum birkaç kitabında da bunu gördüm. * Emperyalizme karşı. Savını açıklıyor. Yalama/yalaka/yandaş köşe yazarları gibi değil. Bilgisine, aklına, tezine göre fikir ortaya koyuyor. Emperyalizm karşıtlığından olsa gerekecek herhalde, sosyalizmi savunuyor. Ama sosyalizm hakkında pek bir şey bilmediğim için bu yönden bir şey diyemeyeceğim. Kitabın kendi öyküsü bile bana göre komik yukarıda yazmıştım…
Bundan sonrasını okumanıza pek de gerek yok aslında. Hoşuma giden alıntıları ve kendim için "hatırlataç"lar koydum. (Bu sözcüğü daha önce ne duydum ne okudum. Umarım ilk ben kullanıyorumdur :)
"Oysa şu saatlerce konuştuklarından bir kıpılık bilgileri olsaydı, ağızlarını açabilirler miydi?" (sayfa:69) *Balo Gazetesi İçin Yazı *** "Öğrenci yavrularımızın durumu nedir, biliyor musunuz? Okullarda başarı yüzde 3-5 diye yine her yılki gibi gürültüler kopar. Herkes birbirine suçu yükler. Başarı oranı düştükçe, her eğitim bakanı, çocuklara sınıf geçmeleri için yeni kolaylıklar çıkarır. (sayfa:86) *Ha Yavrum Ha... *** “Biz, eskiye bakarak bugün ilerledik sanıyoruz. Geçen yıl 100 okul var da bu yıl 103 okul olmuşsa, buna ilerlemek diyoruz. Bu ilerlemek değil, kendimizi kandırmaktır. İlerleme geçen yıllara göre ölçülmez, artan nüfus oranına göre ölçülür. Okul sayısı yüzde bir artıp, nüfus yüzde üç artmışsa, artan okul sayısı, artan nüfus sayısını karşılamıyorsa ilerleme yoktur, gerileme vardır. Bu, her alanda böyle; eğitimde, endüstride, tarımda...” (sayfa:105) *Üçbin Çıplak *** “ “Din ve Dünya İşleri ayrılacak!” denilmişti. Bu, dünkü sözdür. Bugün yeni bir söz var: -Bilim ve dünya işleri ayrılacak! Hoş bunu açık açık söylemiyorlar. Dillerini döndüre döndüre, üstü kapalı söylemek istedikleri budur: -Canım efendim, bilim başka bir iş… Sen profesörsen profesörlüğünü bil! Otur kürsünde dersini ver. Memleket işlerine ne diye burnunu sokarsın… Yaşam başka, kitap başka. Sen kitabını yaz oku, bu dalgalara karışma! ” (sayfa:142) *Horoz Şekeri *** -Aaaa… diyorlar, o adam çok namusludur. Şimdiye dek eline ne fırsatlar geçti de, yine çalmadı. Şu namus anlayışına şaşmaz mısınız? Sanırsınız, esas olan çalmaktır. Çalmayınca namuslu olur kişi. (sayfa:146) *Aaa… Çalmadı *** Başkaları sevişir öpüşürse, inanın bizim ahlakımızdan bir gram bile eksilmez. Öpüşen öpüşsün, bizi öpmüyor, bizden birini öpmüyor, biz de onu öpmüyoruz. E peki, bize ne oluyor? Öpüşmenin bir, ama bitek ayıp olanı var: El etek öpmek. (sayfa:158) *Öpüşüyorlardı Komiser Bey
7 notes · View notes
kitaplardangelen · 1 year
Text
Ay Karanlık
Maviye
Maviye çalar gözlerin,
Yangın mavisine
Rüzgarda asi,
Körsem,
Senden gayrısına yoksam,
Bozuksam,
Can benim, düş benim,
Ellere nesi?
Hadi gel,
Ay karanlık...
İtten aç,
Yılandan çıplak,
Vurgun ve bela
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille
Sevmelerim,
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N'olur gel,
Ay karanlık...
Dört yanım puşt zulası,
Dost yüzlü,
Dost gülücüklü
Cıgaramdan yanar.
Alnım öperler,
Suskun, hayın, çıyansı.
Dört yanım puşt zulası,
Dönerim dönerim çıkmaz.
En leylim gecede ölesim tutmuş,
Etme gel,
Ay karanlık...
Ahmed Arif
23 notes · View notes
aynodndr · 1 year
Text
Tumblr media
maviye
maviye çalar gözlerin,
yangın mavisine
rüzgarda asi,
körsem,
senden gayrısına yoksam,
bozuksam,
can benim, düş benim,
ellere nesi?
hadi gel,
ay karanlık...
itten aç,
yılandan çıplak,
vurgun ve bela
gelip durmuşsam kapına
var mı ki doymazlığım?
ille de ille
sevmelerim,
sevmelerim gibisi?
oturmuş yazıcılar
fermanım yazar
n'olur gel,
ay karanlık...
dört yanım puşt zulası,
dost yüzlü,
dost gülücüklü
cıgaramdan yanar.
alnım öperler,
suskun, hayın, çıyansı.
dört yanım puşt zulası,
dönerim dönerim çıkmaz.
en leylim gecede ölesim tutmuş,
etme gel,
ay
Alıntı
9 notes · View notes
uisare · 2 years
Text
yol yalancı, omzumda ıslak saçların, çıplak ayaklarından biri hissiz, anlayamazsın sen tek beyin iki beden olmayı, bedeninle benimle sevişsen ne yazar, biri uyurken diğer ayakta, ışığım açık mı diye bakıpta yanıma korka korka gelen kadının, benim kadınım, beni aldatmış olmaktan hiç mi korkmaz. gözleri mavi, gencim diye seviyor beni yeminler olsun, cola şişesini kesip içine çiçekleri koydum, fazla vaktim yok diyor, sana gelmesi lazım, onun benim olduğu kadar benim onun olmam hiç rahatsızlık vermiyor. çünkü gencim ben, hafif bir antidepresyan, psikolog yardımı, siktirin gidin, bana o olmak yarar, yol yalancı, bilmezsiniz.
10 notes · View notes
erenist · 2 years
Text
Belli sayıda ezber fikir dolaşıyor dilden dile sadece. Aynı şeyleri aramızda dolaştırıp durmaktan hiç bıkıp usanmıyoruz. Fikriyatımız kilitlendi. Her meseleye söylenmiş sözlerden başlıyoruz. Böyle olunca, elbette başladığımız yerden çok uzağa gidemiyoruz. Kafamızda bizi rahat ettiren birtakım fikir kalıpları var. Zamanın aşındırdığı şeyler bunlar, bir kısmının tutarlı bir yanı da kalmamış hatta. Ama onlara sımsıkı sarılmaya devam ediyoruz. Meselelerin gerçekleriyle yüzleşmekten kaçıyoruz. Çünkü zahmetli işler bunlar, rahat kaçırıcı işler...
Rahat rahat tekerlemelerimizi söyleyip eğlenmek varken, neden yeni cümleler arayalım? Neden yeni pencereler açalım zihnimize. Temiz hava gireceğini nereden biliyoruz o pencerelerden. Toz toprak da girebilir, bizi hasta edecek cereyanlar da gelebilir. Alıştık biz havasız ortamlara. Her geçen gün nefes almak güçleşiyor olsa da, idare ediyoruz. Bize arı duru gerçekler değil, hiza mesafemizi bozmayacak tekerlemeler yeter! Gerçekle ne yapacağımızı bilmiyoruz. Gerçek orta yerde durup duruyorken neyi nasıl düşünmemiz gerekeceğine dair bir fikrimiz de yok. Hep bir felaketin hemen öncesinde yaşıyoruz; herhangi bir şeyi adam akıllı düşünecek zamanımız yok. Dikkatimizi dağıtacak şeyler dengemizi bozabilir. Ezbere söylediğimiz şeyleri, hiç değilse ahenk içinde söyleyebiliyoruz. Ya dağılırsa düzenimiz, karışırsa kafamız, bozulursa hiza mesafemiz!
Bundan asırlar önce Fransız yazar Quatremere de Quincy; “Kısmen kandırılmış olmanın hazzı insanı çıplak hakikat yerine kılık değiştirmiş hakikati tercih etmeye yöneltir... İnsan yalandan korktuğu kadar hakikatten de korkar” demiş. Bizim için hakikatin kılık değiştirmiş hali bile fazlasıyla iyi bir ihtimal değil mi? Biz kılık değiştirmiş yalanı konuşmalıyız belki de aramızda artık!
Bana bilmediğim şeyler söyleme! Bana hep bildiğim şeyler söyle! Bana sadece inanmak istediğim şeyleri söyle! Duymak istediğim şeyleri söyle!
5 notes · View notes
pirlantahaberleri · 1 month
Text
Altın Vintage Yüzük - Thalespirlanta.com
Vintage mücevherat seçiminde bilgi ve zevkin birleşimi, unutulmaz bir güzellik yaratır. Özellikle beyaz topaz ve pırlanta gibi değerli taşlarla süslenmiş vintage yüzükler, bu eşsiz kombinasyonun mükemmel örnekleridir. Aşağıda, seçiminizi yaparken göz önünde bulundurmanız gereken önemli noktaları ve detayları bulacaksınız.
Beyaz Topaz Kararır Mı?
Beyaz topaz, zamanla yüzeyinde birikintiler nedeniyle mat veya kararmış gibi gözükebilir. Ancak, düzenli temizlik ve bakım ile taşın ilk günkü gibi parlak ve berrak kalması sağlanabilir. Beyaz topaz, doğal güzelliği ve uygun fiyatıyla, pırlanta bir alternatif olarak tercih edilir ve damla kesim vintage yüzüklerde sıklıkla kullanılır.
Pırlanta Kararır Mı?
Pırlanta, karbonun kristal formudur ve doğru bakımla sonsuza kadar parlaklığını korur. Pırlantanın "kararması" genellikle yüzeyine yapışan kir ve yağlardan kaynaklanır. Bu nedenle, pırlanta yüzüklerin düzenli olarak profesyonel bir şekilde temizlenmesi önerilir.
Tumblr media
Pırlanta Dereceleri ve Berraklık
Pırlanta dereceleri, taşın kalitesini belirleyen önemli bir faktördür ve berraklık, renk, kesim ve karat ağırlığı gibi özellikleri içerir. Berraklık derecesi, pırlantanın içindeki ve yüzeyindeki kusurların miktarını belirler. SI (Slightly Included) berraklık derecesindeki pırlantalar, küçük kusurları olan ancak çıplak gözle bu kusurların fark edilmediği taşlardır.
Vintage Yüzüğün Sertifikası Var mı?
Vintage yüzüklerde mücevherin değeri, özgünlüğünü belgelemek ve garantisi belgesi yerinde geçen Thales Pırlanta mücevher sertifikası vermekteyiz. Yeniden tasarım veya özel üretim vintage yüzüklerde her daim kalite ve özgünlüklerini belgelemek üzere bir sertifikayla birlikte size teslim edilirler.
Pırlanta Yüzüğün İçinde Ne Yazar?
Bir pırlanta yüzüğün iç kısmında genellikle o yüzüğün ayarı, metali, üretici markası ve bazen de pırlantanın sertifika numarası gibi bilgiler bulunur. Bu detaylar, yüzüğün gerçekliğini ve kalitesini doğrulamanıza yardımcı olur. Biz Thales Pırlanta olarak vintage yüzüğün içinde çok yazı olmaması adına sadece altın ayarını yazmayı uygun görüyoruz. Böylelikle iç yazı yazdırmak istediğinizde kullanabileceğiniz alan daha fazla olmaktadır.
Tektaş Yüzük Hangi Ele Takılır?
Tektaş yüzükler, genellikle nişan veya evlilik teklifi gibi özel anları simgelediğinden, geleneksel olarak sol elin dördüncü parmağına takılır. Ancak bu, kültürel ve kişisel tercihlere göre değişiklik gösterebilir.
Evlilik Teklifi Yüzüğü Nasıl Olmalı?
Evlilik teklifi yüzüğü, teklif edilecek kişinin zevkini ve kişiliğini yansıtmalıdır. Damla kesimli bir beyaz topaz taşı ile süslenmiş, kenarlarında ekstra beyaz F renkli pırlantaların yer aldığı bir vintage pırlanta yüzük hem zarif hem de anlamlı bir seçenek olabilir.
Beğendiğiniz Vintage Modelde Karat Yükseltme
Vintage bir yüzük modelinde taşın karatını yükseltmek istiyorsanız, bu genellikle mümkündür ancak yüzüğün tasarımına ve taşın yerleştirilme şekline bağlı olarak değişiklik gösterebilir. Profesyonel tasarımcı ekibimize talebinizi ileterek mevcut tasarımı koruyarak veya tasarımı hafifçe değiştirerek karat yükseltmenize yardımcı olabilmekteyiz.
Bu bilgiler, değerli taş ve vintage yüzük seçiminde yol gösterici olacaktır. Her bir vintage yüzük, kendi içinde benzersiz bir hikâye taşır. Seçiminizi yaparken, bu detaylara dikkat ederek hem kaliteyi hem de kişisel tarzınızı en iyi şekilde yansıtan bir vintage mücevher bulabilirsiniz. Hayalinizdeki vintage yüzüğü bulmak için pırlanta vintage yüzükler koleksiyonumuzu keşfedin ve bu özel anları ölümsüzleştirin.
Kaynakça: https://www.thalespirlanta.com/altin-vintage-yuzuk
0 notes
adnanyesiltas · 2 months
Text
Tumblr media
Yıkılsın Duvarlar
İyi şeyler düşün benim balam,
Nadasa kalmış tarlamızın üstünde,
Gökkuşağı düşün mesela,
Tohum olmasa da koynumuzda…
Güzel şeyler düşün benim balam,
Ele güne karşı,
Çıplak olsa da ayaklarımız,
Bulutlara değsin başımız…
Umutlu şiirler yaz benim balam,
Başkaldıran türküler yak,
Yıkılsın duvarlar,
Tutsaklığı unutarak…
Bir iz bırak benim balam,
İzini sürsün darda kalan,
Tavşan pisliği gibi duranlardan,
Boynunun borcudur farklı olman…
Şair-Yazar Adnan Yeşiltaş
1 note · View note
Text
Türk romanının kurgusal dünyası bize tamamlanmışlık duygusu sezdirir
Tumblr media
Orhan Pamuk, 1987 yılında Amerika'da Princeton, New York ve Columbia üniversitelerinde Türk romanı hakkında konuşmuştu. Konuşmada Pamuk, Türk romanı ile Batı romanının özelliklerini, ikisi arasındaki farkları ve bu farkların neyi temsil ettiğini anlatıyor.
Tek tek eserlere hiç değinmeden bir ülkenin edebiyatı hakkında düşünmek mümkün müdür acaba? Bu konuşmada bunu yapmaya çalışacağım: Kitaplardan, konulardan temalardan, yazarlardan tek tek hiç söz etmeden "Türk romanı" hakkında bazı gözlemler yapacağım. Paul Valery, bir yerde benzer bir düşünce geliştirir. Edebiyat tarihi, diye yazar Valery yazarın boş anlarındaki kimi rastlantıların, ya da eserlerinin rastlantısal başarılarının tarihi değil, bir edebiyat üreticisi ve tüketicisi olan bir ruhun tarihi olmalıdır. Varsa eğer ya da deyiş yerindeyse böyle bir ruhtan söz etmeye çalışacağım bu akşam: Hatta daha sınırlı, daha dar bir ruhtan, bir ülkenin romanının ruhundan. Batı romanıyla karşılaştırarak Türk romanının kimi belirgin özellikleri üzerine gözlemler yapacağım.
Her Türk romanı "Türk romanı" olmadığı gibi, Batı'da yazılan her roman "Batı romanı" değildir
"Türk romanı" ya da "Batı romanı" gibi kavramların ne kadar belirsiz genellemeler içerdiğinin farkındayım. Bu tür genellemelere dayanarak düşünmek insanı "Türk insanı", "Doğu insanı" gibi iri kavramların şemsiyesi altına sığınarak ilginç, ama gelişigüzel gözlemler yapan 19. yy seyahatname yazarlarının rahatlığına sürükleyebilir. Ama karşılaştırmak istediğim şeylere de birer ad da vermek zorundayım. Bu yüzden "Türk romanı" ya da "Batı romanı" kavramlarını her kullanışımda birbirlerinden farklı ve bu karşılaştırmanın çerçevesi içinde birbirleriyle ilgili iki tür roman anlayışından ve roman dünyasından söz ettiğim anlaşılsın yeter. Her Türk romanı benim burada kullanacağım anlamda bir "Türk romanı" olmadığı gibi, Batı'da yazılan her roman "Batı romanı" da değildir. Bu kavramların aslında iki tür roman anlayışını karşılaştırmaya yaradığı düşünülür ve Türk romanının "ruhuna" ilişkin yapacağım bazı gözlemlerden sonra bütün kavramlar, hatta karşılaştırmalar da unutulur da akılda yalnızca sezdirmeye çalıştığım bu ruh tutulursa belki en iyisi yapılmış olacak. Yıllar boyunca bu iki roman dünyasında yaptığım gezintiler bende şu izlenimleri uyandırmıştır:
Batılı yazar tasvir eder, Türk romancısı nesneleri ayrıntıyla irdelemez
1 A - Birinci çeşitten bir romanı, bir "Batı romanı"nı okurken yazarın anlattığı, tasvir ettiği olayların gerçek anlamını bütünüyle bilmediği duygusuna kapılırım. Sanki "Batılı" yazar anlattığı, hikaye ettiği olayların tam ne anlama geldiğini bilmediğini söylemektedir okuyucusuna. Sanki bu yazarın en iyi yaptığı şey nesneleri, kişileri, konuşmaları tasvir edip anlatmaktır ve görevi de bununla sınırlıdır. 1 B - Bir Türk romancısı ise okuyucuda anlattığı olayları, nesneleri neden anlattığını bilen ve daha önemlisi bunu bildiğini de bilen biri izlenimini uyandırır. Tasvir ettiği şeylerin, olguların açık seçik birer anlamı olduğunun fazlasıyla bilincindedir bu yazar. Anlattığı şeylerin anlamından ve varlığından o kadar emindir ki, nesneleri ayrıntılarıyla irdeleme gereğini de duymaz. Nesnelerin onun anlatısında hikayeyi ilerleten işlevsel ve çıplak varlıklarından anlatının içinde bir yerde, orada olmalarından başka anlamları yoktur. Yazarın da açık seçik bildiği ve bildiğini sezdiği simgesel anlam dışında. 2 A - Böylece, sanki "Batılı romancı" olayların akışı içinde bir ağaçtan söz etme gereğini duyduğunda, bu ağacın varlığını okuyucusuna kanıtlamak zorunda kalır. Bu ağacı öteki ağaçlardan ayırmak, "gerçek bir ağaç" yapabilmek için onu tekil ve özel bir ağaç olarak görmek zorunda kalmak demektir bu. Böylece ağacı ayrıntılarıyla tasvir etmeye girişir. 2 B - Aynı dürtüyü duyduğunda, yani hikayenin akışı içinde bir ağaçtan söz etmek zorunda kaldığında "Türk romancısı" ağacı tekil, özel biricik bir ağaç yapacak ayrıntılara girmez. Onu tasvir ederse bir ağaç olarak "genelliğini" tasvir eder. Schiller'in "naif" diyeceği bir kolaylık ve rahatlıkla ağaç anlatıdaki doğal yerini, sanki kendiliğinden buluverir. 3 A - Sanki "Batılı romancı" nesnelerle onların "idea"larının kolay kolay buluşmayacağını, örtüşmeyeceğini düşünür. Sanki tekil şeylerle onların anlamları arasında aşılmaz bir uzaklık vardır. Jestleri, kokuları, hareketleri, kararları derindeki bir gerçekliğin doğrudan açığa vuruluşları olarak gözlemleriz. Gerçeklik daha arkada bir yerde gizlidir sanki. Ayrıntılar, tam kestiremediğimiz bir biçimde, arkadaki bu gizli gerçekle bir şekilde ilişkilidir, ama bu ilişkinin bilgisi sınırlıdır. 3 B - Sanki ikinci çeşit romancı nesneler, hareketler ile anlamlar, idealar arasındaki uzaklığı yalın hikayesi ile aşacağını, kelimelerinin aynı anda her iki düzeye de işaret edeceğini düşünmekte, okuyucuyu bu tür bir dünyaya bu tür bir okumaya çağırmaktadır. Bunu daha yalın bir şekilde, bu yazarın dünyasında geleneksel "görüntüler ve özler" ayrımına yer yoktur, diye de söyleyebilirim. 4 A - Özler ve görüntüler, anlamlar ve hareketler arasındaki ikilemin farkında olan ve bu ayrımın işaret ettiği kapatılmaz boşluğun bilincinde olan "Batılı yazar" sanki en sonunda eserinin günlük hayatın akışındaki "gizli bir anlamı" çağrıştıracak bir şey olduğuna karar vermiştir. Böylece okur da bu yazarın eserinin anlamının en iyi onun bütünlüğünden çıkacağını bilir. "Batılı romancı"nın eserinin değeri, parçacıklarının basit bir toplamından farklı bir şeydir. Ama bir paradoksla, öte yandan da yazar gücünün büyük bir kısmını bu parçacıkları daha "inandırıcı", "gerçek", "sahih" kılmak için yeni söyleyiş yolları, anlatım teknikleri, tasvir yöntemleri bulmak için harcar. 4 B - Gözlemlenmiş, tasvir edilmiş olgular ve olaylarla onların anlamlarının neredeyse aynı olduğuna inanan ve kelimeleri, şeyleri ve ideaları kolayca kapsayacağına inanan "Türk romancısı", eserinin önceliklerini ve ayrıntılarını sonuna kadar bildiği bir gerçekliği ya da bir dizi gerçekliği doğrulayan bir çaba olduğuna karar vermiştir sanki. Böylece sanatsal çabasının gerçekleşmesi, onun bütünselliğinin gerçekleşmesine değil, küçük parçacıkların yaratılmasına yöneliktir. Eserinin küçük parçacıkların güzelliğine dönük "anekdodik" bir yapısı vardır. Eseri gizli kalmış bir anlama, yazardan da gizli bir gerçeğe ulaşma çabası değildir. Şimdiden verilmiş, elde edilmiş bu gerçeğe ya da bir dizi gerçekliği kelimelerle tasvir edip anlatma çabasından oluşur sanatı. Bu yüzden yazar yeni yazım tekniklerini araştırmaya, anlatıcısının öznelliğini öne çıkaracak yöntemler geliştirmeye kalkışmaz hiç. 5 A- Böylece sanki, birinci çeşit yazar, "Batılı yazar", romanın satırları arasında okuyucusuna ondan fazla bildiği tek şeyin kendi sanatı olduğunu söylemektedir. 5 B - İkinci çeşit yazar, "Türk yazarı" ise eserini doğrulamak için, sanatından başka bir de gerçeklik, hayat, dünya vs. hakkında okuyucudan daha bilgili olduğunu bize sezdirmek zorundadır. Bunu satır aralarında da yapmaz: Gerçeklik hakkındaki bilgisi en önemli silahıdır onun. Geleneksel, "yazarın sorumluluğu - özgürlüğü" ikilemine yaklaşımı işte bu noktadan olur: Okuyucusundan, yalnızca sanatı konusunda değil, hayat, dünya, gerçeklik konusundaki geniş "malumatı" yüzünden de bilgilidir. Batı romanındaki tıkanmaları, dilsel kireçlenmeleri temizleyen "sorumsuz serseri yazarlar"a Türk romanında değil, ancak Türk şiirinde rastlanabilir.
İki tür "kurgu dünyası", iki tür "roman dünyası"
Bütün bu gözlemlerim ve karşılaştırmalarımdan sanki iki tür "kurgu dünyası", iki tür "roman dünyası" olduğu ortaya çıkıyor. Neyi sezdirmek istediğimi anlayanlar artık kavramların tuzaklarına fazla aldırmadan birinci dünyanın "Batı romanı"nın, ikinci dünyanın da "Türk romanı"nın dünyası olduğunu bir kolaylık olarak düşünebilirler. Fazlaca istisnası olan bir kolaylık. 1 - "Batı romanı"nın dünyası, anlamı, günlük hayatın gürültüleri arkasına iyice gizlenmiş bir dünyadır. Bu dünya Batı felsefesindeki geleneksel "özler - görüntüler" ikilemini bütünüyle doğrular. Bizde bir eksiklik duygusu, tamamlanmamışlık sezgisi, "bütünselliğin kaybı" izlenimini uyandıran, "günlük hayatının" anlamında bir eksiklik olan problematik bir dünyadır bu. 2 - "Türk romanı"nın kurgusal dünyası ise bize bir tamamlanmışlık duygusu sezdirir. Gözlemlediğimiz ayrıntıların, tasvir edilmiş olguların arkasında ulaşılmaz, erişilmez, anlaşılmaz, gizli bir gerçeklik olmadığını, yazarın eseriyle bu gerçeği hizmetimize sunduğunu sezeriz. Bu dünyada bir kusur, bir eksiklik varsa, bu dünyanın kuruluşu, yapısı yüzünden değil, anlaşılabilir bir haksızlık, yanlış bir davranış, hatta eksik bilgi ve bir yanlış anlama yüzündendir bu. Yazar herhangi bir nesneyi adlandırdığında onun varlığından hemen emin oluruz biz de. Eğer bu dünyanın bir yerinde bir giz, bir esrar, saklanmış bir gerçek varsa, ya başka kişilerin planladığı bir kumpastır bu ya da bu dünyanın içinde bir yerde güvenilir bazı kişilerin farkında olduğu bir gerçek. Bütün bu gözlemlerden, "Türk romanı"nın dünyasının ruhuna ilişkin bu sezdirmelerden sonra insanın sormak istediği, akla hemen geliveren ilk soru şudur: Bu kurgusal dünyalar, bu hayal dünyaları, bu roman alemleri herhangi bir şekilde gerçek bir dünyaya tekabül ediyor mu hiç? İnsan "Türk romanı"nın ruhundaki bu tekrarlanan tutarlılığı nasıl açıklayabilir acaba? Gösterişli bir şekilde "gelenek" dediğimiz şey, yani "tekrar", "taklit" ve "etkilenme", edebiyatın sınırları içinde kalarak bu soruya verilecek ilk cevaptır. "Gerçek" dünyanın kurallarından çıkarak verilecek cevaplar ise, aklı başında her edebiyatçının nefret edeceği şeye "sosyolojiye" sürükler bizi. (Orhan Pamuk / Bahar 1990 / Yeni Düşün dergisi)
0 notes
netbilge · 1 year
Text
Paige VanZant Transparan Tangasıyla Gündem oldu!
Paige VanZant Transparan Tangasıyla Gündem oldu!
Paige VanZant Transparan Tangasıyla Gündem oldu! Paige Michelle VanZant, Amerikalı bir karma dövüş sanatçısı, çıplak boğumlu boksör, profesyonel güreşçi, yazar ve modeldir. Şu anda güreşçi olarak All Elite Wrestling’e ve boksör olarak Bare Knuckle Fighting Championship’e imza attı VanZant, son olarak özel abonelik sistemiyle ilerleyen OnlyFans hesabının bir süre ücretsiz olacağını…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
aysenux · 2 years
Text
düz fikirler.
Bir önceki gün sabahtan akşama dek neler yaptığımızı yazmışım. Şöyle oldu, böyle oldu... Tıpkı on bir yaşımdaki gibi. Keşke her zaman bu kadar düz yazabilsem. Olanı olduğu gibi anlatma konusunda neden bu kadar kötümserim? Bir benzetmeye, bir eğretilemeye ihtiyaç var hep. Edebi tat arayışı, gerçekten olandan uzaklaştırıyor bizi. Olup biteni unutarak, onları başka, bize uygun görünen bir aleme taşıyoruz. Bu işe yaramaz hayal dünyasında başka türlü cereyan ediyorlar. Onları yazıyoruz çünkü onların okunmasını istiyoruz. Düşünceyi en çıplak haliyle sunmayı kim ister ki? Kim buna teşebbüs edebilir? Belki Stendhal. O takır takır yazar, demişti bir arkadaşım. Olup biteni anlarız, anlamsız sayıklamaları değil. Bir şey olur ve ardından bambaşka bir şey daha… Bu yeterlidir aslında.
Son zamanlarda denk geldiğim yazar söyleşilerinde sık sık şu söyleme rastlıyorum; “Nasıl bir kitap okumak istiyorsam öyle yazdım.” Bu düşünceyi baştan sona yanlış buluyorum. Bir yazar okumak istediği tarzda bir kitap yazabilir mi? diye düşündüm. Öte tarafa geçmek ve aynı anda burada kalmak nasıl mümkün değilse, kendi kitabını, kendinden habersizmiş gibi, bambaşka bir yaradılışın gizemiyle bürünmüş bir bakışla görebilmek mümkün değildir. “Okumak istediği türde bir kitap yazmak”, bu söylerken pek bilgece çınlar, evet. Ama sırf böyle diye, doğru olacak diye bir şey yok.
Hem, okumak istediğin kitabı böylesine önemli kılan ne?
İnsan neden okumak isteyeceği bir kitap yazmak ister ki? O zaman, bir kitabı okumayı çok istiyorsan, gider o kitabı okursun. Yazmak, görünmez bir el tarafından kafası kağıda bastırılmış bir zavallının zorlanmalarıdır. Hiç sevinç içinde, güle oynaya yazan biri gördünüz mü? Yüzünüz gülünç derecede ciddi bir ifadeye bürünür. Aklınızdan geçenler küçük sancılarla atar kendini. Bazen saatlerce bir kelimeyi hatırlamak için mal gibi oturursunuz. Aptal gibi beklersiniz işte. Sanki dünyanın geri kalanının çok sikindeymiş gibi. Sonuç olarak, asla okumak isteyeceğiniz türde bir kitap çıkmaz ortaya. Bilakis, yarın onu görmeye bile tahammül edemeyeceksinizdir. Çünkü istemek başka, düşünce başkadır. Kendi düşüncesinden yüzde yüz mutlu olan bir kimse, eksik bir kimsedir. 
Eğer insan isteğinin içine yine kendisini yerleştiriyorsa hiçbir şey görmüyor, duymuyor demektir. İstek, başkadır. Senden gayrıdır. Heidegger’in, tam böyle mi bilmiyorum ama bir sözü vardı; “Düşüncenin kaderinin ne olacağını asla bilemezsiniz.”
İşte böyle. Senden çıkanın sana ait olup olmadığını asla bilemezsin. Senin isteğine uyup uymadığını da… Düşünce bir kez senden çıktı mı, dünyanın dört bir yanına dağılmış pek muhterem okuyucularına hizmet etmek için yola koyulmuş bir üründür artık. Ya da bir elçi. Muhtemelen yolda öldürülecek bir elçi.
0 notes
doriangray1789 · 10 months
Text
RB YAPAMAYINCA UZUN UZUN YAZAYIM DEDIM...
RÎSKE ÔVGÛ
Anne Dufourmantelle 
karman çorman bir kitap. sanırım bitiremeyeceğim. "yürümenin felsefesi" gibi dolu dolu (onun kadar olmasa da ona yakın diyelim) bir kitap beklerken hayal kırıklığına uğradım. almayı düşünen varsa bir daha düşünsün diye yazıyorum.
“tutku riskin tözüdür. aşınmayla, gecenin ışığa, buzun sele, sessizliğin çığlığa dönme imkanıyla temas edince harlayan, içimizdeki bu edilginlik kalıntısıdır; bizi bu teni, bu bakışı, bu aksanı, çıplak gecenin kısa belirişi gibi önümüzde hareket eden bu varlığın her ayrıntısını sevmeye sürükleyen, hayal etme, şaşırma, hüsrana uğrama, etkilenme, içimizdeki bir şey tarafından bozguna uğratılma kapasitemizdir.
tutku, etimolojik olarak, passio’dan-başına gelene katlanma eyleminden-, varlığımızın önemli bir noktasında bu edilginliği tecrübe etmenin aynı zamanda bilinmezliğin kollarına bırakılmışlığı kabul etmek, bazen ta kimliğimize kadar dayanak noktalarını kaybetmek de olmasından gelir.
yolunu seçebilir insan, ama rüzgara hükmedemez.”
'düşündüğüm gibi yaşıyorum' sözünü söyleyebilirdi geri dönebilse.hayatına sebep olacak dalgalı deniz kenarında iki çocuğun boğulmasına engel olmaya çalışırken kierkegard'ın 'karar anı deliliktir' alıntısının dikine giderek riske delilik katarak çocuklar yerine kendisi boğulan psikanalist yazarın vakalar üzerinden insana, dünyaya felsefi bir bakışla eleştirel yaklaşımlar sergilediği kitabında özgürlük için pasif direnişleri önceleyen kısımları hayatımızı değiştirecek güce sahip.
ânda kalma, şimdide kalma düsturunu elden bırakmayan yazar genel olarak şu soruyu önümüze koyuyor; yaşamı riske atmak, yani sahiden yaşamanın riskini almak ne demektir?
*nevroz bir erteleme mantığıdır; aynı zamanda bir iktidar mantığı.
beklemenin ve vazgeçişin sabırlı ekonomisini kurar, ince bir doz ayarlamasıyla sizi biraz ikisiyle baş başa bırakır. *gülmek bir risktir. rüya görmek de öyle. her şeye gülebilir, her şeyi düşleyebiliriz, onu skandal yapanda budur. mizah resmi bir düşünce yolu izlemez ya da yaptırım cezası varsa, hep daha incelikli sansürleri yürürlüğe koymak için bulunabilecek bütün iyi sebepler adına uygulanır. gülme ve rüya baskındır, nereden geldiklerini söylemezler. onlar hakkında sadece sonradan hipotezde bulunulabilir. gülme bizi fayın kıyısına götürür, muğlaklıkta durur, şeylerin düştüğü yerde, şaka ya da komiklik gibi. tahammül edilemez olan karşısında, hâlâ gülme imkânı vardır. rüya gibi gülme de bedenin maddileştirdiği zekâ ışıltılarıdır, biri somut neşe yayarak, diğeri uykunun tutulmasında yapar bunu. gerçeğin işlemcileri olarak ne arzunun, ne özgürlüğün pazarlığını yaparlar. her ikisi de benzersiz direniş tarzları, yoldan çıkmanın, zekânın anlık biçimleridir. şu sorunun çok kaçak bir çözümüdür: ölüm karşısında arzuya dayanak olan nedir?
mizah nevrozun tek hakiki çözümüdür, diyordu freud. buna ilaveten ben rüyanın da böyle olduğunu söyleyeceğim. bunlar vazgeçiş biçimleri değil harika uzlaşmalardır, evet, gerçek karşısında nevrotik olmayan yalnızca ikisidir.
rüya gibi gülme de patlak verir; gündelik hayatın karmaşık yumağını zorla açarlar, gayriinsani karşısında insani olanın direnişinin işaretleridirler. nevroz, öncelikle inkârla işleyen bir uzlaşmadır; başıma gelen şey öyle acı vericidir ki var olmadığını, hiç varolmamış olduğunu varsayarım. burada bildiğimi sandığım ve bana kaygı veren şeyi unutacağım, imkânsız bir seçimi ortaya çıkaran şeyi düşünmeyeceğim, tasavvur etmeyeceğim... görüşümüzü çarpıtmak, arzumuzu inkâr etmek ve vuku bulmuş olanı unutmak pahasına gerçeğin tiranlığından, doğuştan güçsüzlüğümüzden kaçmak için böyle yollar ararız. işte aile romanı böyle yazılır, bizden ıstırap çekme olanağını alarak, inanmak mecburiyetinde olduğumuz bir senaryoyu nihayetsizce yeniden yazarak. ama rüya gibi gülme de inkâr yasası karşısında boyun eğmez. bir bakıma, bastırılamaz bir hakikat diliyle her iktidara karşı çıkarak, sansürden kaçıp kurtulurlar. mizah şimşek gibi çaktığında, gerçeklik, ne kadar berbat olursa olsun, ne yadsınır, ne budanır, bunun yerine mizahın özneye gülmenin patlayışında onun üstesinden gelme olanağı sağlamasıyla gerçeklik aşılır.
Anne Dufourmantelle
fransız felsefeci. yaşamda risk almayı savunan ve hayat riskle başlar diyen fransız felsefeci anne dufourmantelle, plajda boğulmak üzere olan iki çocuğu kurtarmaya çalışırken öldü. çocuklar ise cankurtaranlar tarafından kurtarıldı. dufourmantelle 53 yaşındaydı.
"bir taraf ya da diğer taraf birbirini dinliyor değildir, dinlemek iki tarafın arasında açılır "
"yeni doğmuş bir bebeğe veya yavruya bakılmasa, itina gösterilmese hayatta kalabilir mi? korunması, etrafının çevrilmesi, konuşulması, düşünülmesi, hayal edilmesi gerekmez mi gerçekten dünyaya girebilmesi için?... insanlığın başından bugüne bakım ve ihtimam yumuşaklık ve incelikle ilişkilidir; hastalığı tedavi etmek, yarayı kapatmak veya acıyı dindirmek. buradaki yumuşaklık ve ihtimam, verili olanın ötesindeki; ameliyatı veya ilacı aşan bir iyi niyeti dile getirir. prematüre bebekler üzerine çalışanlar bunu bilir. hem aşırı kırılgan olup hem de olağanüstü bir dayanıklıkları vardır ve esrarengiz bir biçimde hayatta kalabilmektedirler; belki de bu durum kendilerine nazikçe, çok yumuşak bir şekilde söylenmiş bir sözden, bir eylemden gelmektedir. yumuşaklık ve incelik iyileştirmeye yeter mi? inceliğin üzerine giyebileceği bir gücü, bilgisi yoktur. başkasının kırılganlığını kucaklamak öznelerin kendi kırılganlıklarının bilincinden kaçamayacakları anlamına gelir. bu kabul bir kuvve(t)dir; inceliği, yumuşaklığı ve nezaketi basit bir bakım meselesinden, daha yüksek bir birlikte hissetme derecesine yükseltir. birisinin hissettiğini hissetmeye çalışmak, “birlikte acı çekmek” tamamıyla o olmadan, onun ne hissettiğini tecrübe edebilmektir. kendini başkalarına, başkalarının kaderine ve acılarına açabilmek ve acıyı içinde taşıyarak başka bir yere götürmektir.
“kendi yıkılmışlıklarını dışarıdan asla belli etmeyen kayıp yaşamlar vardır; sadece kendileriyle, başkalarıyla ve dünyayla ilişkilerinde açığa çıkar bu yokluk.” demiş yumuşaklığın gücü adındaki kitabında.
7 notes · View notes
dakikamagazin · 2 years
Link
Telefonu çalınan Pucca'ya şantaj! "Çıplak pozların" var deyip 500 bin TL istediler
0 notes
aynodndr · 11 months
Text
Tumblr media
AY KARANLIK
Maviye
Maviye çalar gözlerin,
Yangın mavisine
Rüzgarda asi,
Körsem,
Senden gayrısına yoksam,
Bozuksam,
Can benim, düş benim,
Ellere nesi?
Hadi gel,
Ay karanlık...
İtten aç,
Yılandan çıplak,
Vurgun ve bela
Gelip durmuşsam kapına
Var mı ki doymazlığım?
İlle de ille
Sevmelerim,
Sevmelerim gibisi?
Oturmuş yazıcılar
Fermanım yazar
N'olur gel,
Ay karanlık...
Dört yanım puşt zulası,
Dost yüzlü,
Dost gülücüklü
Cıgaramdan yanar.
Alnım öperler,
Suskun, hayın, çıyansı.
Dört yanım puşt zulası,
Dönerim dönerim çıkmaz.
En leylim gecede ölesim tutmuş,
Etme gel,
Ay karanlık...
Ahmed ARİF
Ahmed Arif 'i (2 Haziran 1991) ölüm yıl dönümünde saygıyla anıyorum.
4 notes · View notes
prometheus-desmotes · 2 years
Text
Maviye Maviye çalar gözlerin, Yangın mavisine Rüzgarda asi, Körsem, Senden gayrısına yoksam, Bozuksam, Can benim, düş benim, Ellere nesi? Hadi gel, Ay karanlık... İtten aç, Yılandan çıplak, Vurgun ve bela Gelip durmuşsam kapına Var mı ki doymazlığım? İlle de ille Sevmelerim, Sevmelerim gibisi? Oturmuş yazıcılar Fermanım yazar N'olur gel, Ay karanlık... Dört yanım puşt zulası, Dost yüzlü, Dost gülücüklü Cıgaramdan yanar. Alnım öperler, Suskun, hayın, çıyansı. Dört yanım puşt zulası, Dönerim dönerim çıkmaz. En leylim gecede ölesim tutmuş, Etme gel, Ay karanlık...
Ahmed Arif
Tumblr media
0 notes