Tumgik
#ve benim içimden dökülenler
Text
"Madem ki hepimiz günün birinde çekip gidicez. O halde bunca matem bunca kahır ne için? Hıı? Sizinkisi matem değil zaten korku. Korku! Hayat demek ölümü beklemek demektir. İşte,falanları filanları göriceğiz, birçok şeyin tadına bakiceğiz. Sonra da gidiyorum, elveda şarkısını..."
Toprağından koparılıp saksılar da yeşermeye zorlananlar
Solup solup açmalar
Yitip yitip dirilmeler
Gözleri griye doymuşların aradığı mavilikler
Gözleri siyaha doymuşların aradığı toz pembelikler
Gözleri arar durarların bulamadığı günler
Biter mi sandın bu özlemler
Eskimiş tozlanmış görüntüler
Tövbesi edilmiş tüm günahlar
Sildik camı çerçeveyi de geçmiyor izler
Kirlenmiş tüm çığlıklar
Belası bulmuş arayanını
Biter mi sandın bu sancılı dünler
Hepsi muamma hepsi gaip hepsi şaibeli insanlar
Hepsi kaçmış hepsi ürkek
Bilmek istemiyor kimse
Biter mi bu elvada diyişler
Sonun sonu gelecek bir gün
Bilmek istemiyor kimse
5 notes · View notes
numbmindsworld · 26 days
Text
Eskiden keyiften slow müzik, arabesk, türkü dinlerdim. Sonra acıdan dinlemeye başladım. En son gözlerim dolmadan dinleyemez hale geldim...
9 notes · View notes
geceyehayranbirsuna · 6 months
Text
Nereden başlanır bilmiyorum, hangi harf hangi kelimeyi hangi kelime bir cümleyi tamamlar onu da bilmiyorum tek bildiğim içimde tamamlanmayan çok şey olduğu kızgınım kırgınım... insanın edemediği vedalar canını çok yakıyormuş kurduğu hayaller başına yıkılınca avazı çıktığı kadar haykırmasına rağmen yine de sesi duyulmayınca bir ağırlık çöküyormuş gözlerine. Hayır kızmıyorum beni bu karanlıkta tek başıma bırakan kimseye kızmıyorum ne anneme ne babama ne hiç var olmamış saydığım arkadaşlarıma merak etmeyin hiçbirinize kızmıyorum. Kimseyi beni sevmesi için zorlayamam değil mi ben bunu kabullendim hayatımda yer almak istemeyen herkes sessiz sedasız çıkarak beni çok mutlu etti çünkü ben kimsenin kafasına göre eleştirebileceği işine gelince iyi işine gelmeyince kötü olabileceği bir oyuncak değilim ve hayat bir oyun değil. Sonuna kadar savaşan biriydim ben, sevdiğim insanları kaybetmemek adına her şeyi yapabilecek cesarete sahipti ruhum. Körleşiyoruz bunu yaparak. Bize kurulan cümlelere sergilenen davranışlara canımızı yakan ama sineye çektiğimiz her şeye körleşiyoruz farkına vardığımızda ise çoktan kalbimiz çorak bir araziye dönmüş oluyor ama inanın bana her çorak arazinin bir yağmuru var gerçekten sabretmesini bilen her acıya karşı dimdik durmuş insanlar eninde sonunda kavuşuyor yağmuruna :)
12 notes · View notes
wfqosmnvablog · 9 months
Text
"Küçük parmak sözü" nü bilir misin? Hani çocukken küçük parmaklarımızı birbirine kenetler sözler verirdik. Hep mutlu olucaz, hep arkadaş kalıcaz, hiç korkmicaz... Bunun gibi bir sürü, hatırladın mı? Mutlu olacaktık hani? Ne oldu? Neden mutsuzuz şimdi... Mutlu olmayı hak etmedik mi? Kötü bir şey mi yaptık? Tanrıyı mı kızdırdık?
18 notes · View notes
mavigibisiir · 11 months
Text
Sana son bir mektup yazacaktım, elim gitmedi. İçimden dökülenler bitmek bilmedi. Haddimi aşarak bakmamam gereken bir yere baktım. Söz kesmişsin, fotoğrafları gördüm. Sözüm kesildi, nefesim de. Görmesem belki daha iyiydi. Kim ki bu? Kendisi için ağzımdan kötü sözler çıktı. Daha kötü şeyler görmemek için dahasına bakmadım ya da bakamadım. Ne yazmak istediğimi bilmiyorum. Üzgünüm. Sen mutlu musun? Bu yazdıklarımı okuduğunu biliyorum. Hala okuyorsun, biliyorum. İçimde ölmüyorsun, yalnızca içimi kocaman bir acı kaplıyor. Birinin, on üçümde kurduğum hayali yaşaması beni derinden etkiliyor. Hep güzel şeyler yazmak isterdim, maalesef pek nasip olmadı. Korktuğum şeyler bir bir başıma geldi. En çok korktuklarım dahil. Eskiden kendimi en azından adını anmak istemediğim malum olay olmadı diye avuturdum. Şimdi de gördüğüm kadarıyla olmamış ama olması her zamankinden çok daha yakın gibi. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Mutlu olmanı isterdim hep, yine isterim. Benim üzüntüm seni mutlu ediyorsa peki. Yalnız beni neden hiç istemediğini anlayamadım. Karanlık, mutsuz, kötü biri de değilim. Biraz utangaç, biraz kaygılı birisiyim belki ama bilemedim. Sanatla ilgilendim, insanlar görsün ve hatta beğensinler diye saçmalıklar yaptım. Dışarıdan bakılınca nasıl görünüyorum bilmiyorum, kötü bir imajım olabilir. İnsanlar genelde beni tanıdıktan sonra "ilk başta senin böyle biri olduğunu tahmin etmemiştim" diyorlar. Çok umrumda değil ama aynı şeyleri sen de mi düşüntün diye düşünüyorum. Bilemiyorum işte.. Bir şeyler yanlış gitti, olmadı herhalde. Bir adım gelsen bin adım gelirdim diyorum ya, bugün yine bir adım gelsen bin adım gelirim. Sevgi çok farklı şey, anlatılacak gibi değil. Gerçekten mutlu musun? Yarın uyandığında kalbinde bir mutlulukla uyanacak mısın? Kalbinden seviyor musun? Kalbin onun için mi atıyor? Bana ihtiyaç duyduğunda aynı yerde olacağım. Bana karşı utanma, seni hep anlayacağım. Bu muhtemelen son mektup olmayacak. İçimi daha fazla dökeceğim.
-Sana karşı hep sevgi besleyen Mehmet.
0 notes
yildizlarabak0-blog · 2 years
Text
Hayat buydu. Sen ne yaparsan yap kendi çizgisinden çıkarmıyordu seni.
Yaşanacak olan yaşanacak, söylenmesi gereken her şey söylenecekti. Bütün o plan program boşunaydı. Sen istediğin kadar çırpın. O acı bir gün gelip senin kalbini zifiri bir karanlığa mahkum edecekti.
16 notes · View notes
aybizimkdrgzel · 2 years
Text
Ne kadar iyi olursak olalım birilerinin hikayesinde kötüyüz
13 notes · View notes
pismoruq · 2 years
Text
Hani derler ya biri var hiç yokken bile daha çok heh işte tam öyle zamanlardayım. Bazen onu unutmak için çok çabalıyorum ve kabul etmem gerekir ki unutuyorum sadece kalabalıkta. Ve yoğun günlerin ardından kalan yorgunluklarda bile artık aklıma gelmiyor. Ama bişey oluyor ya hani onu hatırlatacak küçücük hatta alakasız bişey çıkıyor karşına, oturup hatırlamadığım günler için ağlamak istiyorsun. Bir fotoğrafı çıkıyor karşıma nerelerden nerelere geldiğimizi düşünüp saatlerce bomboş bakıyorsun fotoğrafa. Akıp giden, yenilenen tek şey zaman oluyor. Tek önerim var; asla geçmişe takılma, giden şey senden oluyor!..
7 notes · View notes
sadecerenn · 3 years
Text
Acı insanları yakınlaştırırmış, hangimiz mutluyuz da bu kadar uzak kaldık birbirimize ?
Tumblr media
2 notes · View notes
kumsals-things · 5 years
Text
Tumblr media
Herkesin bir karanlığı vardır içinde, ve o karanlığa ışık olacak bir yıldız. Kimisi görmesin diye kimse, gömülür karanlığına.
Kimisi de aydınlansın diye sarılır ışığına.
Gelsene...!
Karanlığımıza gömülüp yıldızları bulalım senle....
#kmsl
163 notes · View notes
numbmindsworld · 1 month
Text
Eskiden kızabiliyordum, üzülebiliyordum, ağlayabiliyordum. Şimdi sadece boş boş bakabiliyorum. Tatsız, tuzsuz, anlamsız...
1 note · View note
fthlc · 2 years
Note
Aslında cevaplamışsınız kitap çıkarma gibi bi düşünceniz varmış. Tez vakitte gerçekleşir umarım. Bi de şiir yazarken önce anahtar kelimeleri bulup sonra o anahtar kelimeleri kullanarak mı yazıyorsunuz. İlkokulda Türkçe hocamızla öyle etkinlik yapıyorduk merak ettim
Sağ olasın iyi dileklerin için. Deneme yazarken herhangi bir teknik kullanmıyorum. İçimde birikip anlık dökülenler. Bazen bir müzik bazen bir fotoğraf bazen de gördüğüm bir olay... Bir şey tetiklediğinde içimden dökülüyor öylece. Teknik yazmak için redif, uyak ya da ölçülere dikkat etmek gerekir ki o da oldukça zor bir iş. Sertbest yazmak daha güzel ve doğal benim için.
3 notes · View notes
soyutmekan · 6 years
Text
Umutlu Kal...
Tumblr media
Bu bir iç rahatlatma yazısıdır... Belki de yazdığım bir kelime dönüp dolaşıp da birilerine ulaşır, ruhunu okşar, umut olur diye... Bir yandan da birikmişleri ortaya döküp ferahlamak bencilliğiyle dokuyorum cümlelerimi. Ama inanıyorum; bütün bunlar sana yazılmalıydı, alacak bir şeylerin olmalı benden yana ya da benim sana bırakacaklarım diyelim. Bu kesişmenin "kesinlikle yazmalısın" iç sesinin başka bir açıklaması olamaz. Zira her şeyin bir sebebi olmalı...
Uzun zamandır denk geliyorum bam başka insanların paylaşımlarına ve yaşama, gülmeye, tüm o anlara, insanlara, sevdiklerine, hayvanlara, çiçeğinden böceğine, şiirlere, kitaplara, oruç aruobaya verilen değerler o kadar tanıdık ki o kadar benden ki... Bir bebeği öperken rahatsız olmasın diye minik ellerini tercih ederken sevdiklerini yüz yoğurmalı sevmelere ve tüm bu sevilmelerin sonunda bir şekilde kendini o hastane koridorlarında bulmaya kadar tanıdık bir yaşam hep etrafımda...
Ahh ne kadar pozitif ve sıcak kanlısın cümlelerine astım tüm yaşam enerjimi. Sen böyle olma diye yazıyorum bütün bunları. Şu an nasıl bir sorunla baş başasın inan bilmiyorum. Bildiğim tek bir şey var ki her şey geçiyor, geçmeli. :) Yeter ki bir kenara bırakma ümidini, o güzel neşeni. Çünkü zihin buna bir alıştı mı eskiye dönmek inan çok zor oluyor, kimi zaman da imkansız. Kollarında damar yolu açılması için artık yer kalmamış biri olarak yazıyorum; hemişireler defalarca bam başka yerlerden deneyip çaresizce özür diliyorlar biliyor musun? Gülümsüyorum yalnızca, suç onların değil; vücudumun bütün bunları artık reddettiğini tahmin edemiyorlar tabi. :)
Negatif düşüncelerin, olayların ve dolayısıyla birçok sonucun, durumun zihnime hücum ettiği bir anıma, işsizliğime, güçsüzlüğüme yani biraz ümitsizliğime rastladın aslında ne yazık... Bundan yüzyıllar öncesinde aynı topraklarda yaşadığımız, aynı gökyüzünden umut beklediğimiz belki de aynı yıldızlara heyecan dolu gözlerle baktığımız güçlü bir kadına ve onu bizlere kadar ulaştıran başka bir güzel insana borçluyum şu anki yazma cesaretimi. Tüm o zorluklar içerisinde başarı hikayeleri bu günlere kadar gelmiş belki de yarınımıza ışık tutacak bu hayranlık uyandıran duruş hiçbir şeyin bitmediğini hatırlattı bana ve onun ismiyle, hoş bir tasviriyle yazılarımı hislerimi buluşturmak istedim.
Umut ve heyecan dolu birkaç kelam etmek istemiştim oysaki. Ancak çok uzak olan bu duyguları aktarmaya çalışmak yalancılık olurdu sanırım. O halde içimden dökülenler beni nereye götürürse oranın sonunda buluşalım istedim. Birlikte yeniden güçlü birer insan olacağımıza dair söz verelim birbirimize... Çünkü ben her şeye rağmen inanıyorum ki başarabiliriz. Güzel bir gülümseyiş ve kırmızı balonlar bırakıyorum kalbine, umutlu kal...
7 notes · View notes
zataoglu · 5 years
Text
AŞKOLSUN SANA!
Bilirsiniz bir iş yerinde sekreter çok önemlidir. Hele bu sekreter santral ve resepsiyonist ise daha da önemlidir. Kelimenin yabancı kökenli köküne baktığımızda da bu belli olmakta zaten. Sekreter bir iş yerini vezir de rezil de edebilir. Birçok şeyi idare edebilmeli, kime nasıl davranacağını bilmeli, pratik zekâlı ve sır saklamasını bilen biri olmalıdır. Ne asık suratlı ne de fazla yılışık olmamalı, bunu çok iyi ayarlayabilmelidir. Büromu daha öncede bahsettiğim ufak mekânda yeniden devreye soktuğumda, bir de sekreter olması gereği baş gösterdi. Ancak, etim budum belli olduğundan, fazla bir ücret ödeyebilmem imkânsızdı. Bu nedenle tecrübeli biri yerine, yetiştirebileceğim birini tercih edecektim. İlk etapta eşe dosta haber saldım. Böyle birini tavsiye edebilirler mi, diye? Alüminyum işlerimi yaptırdığım ve can dostum bildiğim (sen öyle san) bir taşeron arkadaş, yeğeninin bu işi yapabileceğini ancak, şu ana kadar hiç çalışmadığını söyledi. Olsun dedim. Alışırdı. Geldi, görüştük. İşe başladı. İlk zamanlar, telefonun tuşlarına bile heyecandan ikişer üçer basıyor, eli ayağına dolanıyordu. Sonra alıştı, içinde varmış, büromuzun vazgeçilmez bir elemanı oldu çıktı. Gerçekten çok memnundum çalışmasından. Gayet güzel çekip çeviriyordu büroyu. Bir zaman sonra işlerimiz gereği, daha büyük bir mekâna çıktık ve mevcudumuz da arttı. Sekreterimiz (nedendir bilinmez, sebebini inatla söylemedi) işten ayrılmak istediğini söyledi. Ne yaptıysam dinletemedim. Çok da üsteleyemedim. Dolayısıyla yerine birini bulmam gerekecekti. Bu sefer şansımın yaver gitmeyebileceği düşüncesiyle, hiç olmazsa bu iş için eğitilmiş birini işe almamın daha iyi olacağını düşünerek, gazeteye ilan verdim (o zamanlar falan.com, filan.net hakgetire!). Çeşitli başvuruları değerlendirmeye başladık. Bu arada çalışanların artması, benim sürekli seyahat etme zorunluluğum sebebiyle, firmada bir yönetim boşluğu beni rahatsız ediyordu. Mevcut çalışanların içinde bu boşluğu dolduracak birini gözüm kesmediğinden, eskiden tanıdığım, benden yaşça oldukça büyük ve tecrübeli bir mimar ağabeyim aklıma geldi. Çevresi genişti ve bu konuda yardımcı olabilirdi. Bana yine yaşını başını almış, şu an iş aramakta olan bir mimar tavsiye etti. Onun da fakülte terk olduğunu çok sonradan öğrendim (Dosta güveniyorum ya, diploma sormadım. Ah kafam). Böylesi güvenilir bir referansı olan bu zatı ilk görüşmemizde anlaşarak işe aldım ve benden sonraki adam olarak tüm arkadaşlarıma tanıttım. Böylece kendimi biraz olsun rahatlamış hissediyordum. Yönetim boşluğu bu şekilde doldurulacaktı. Onu izliyordum. Bir şeyler yapmaya gayret ediyordu. Yalnız, yaptıkları pek de işe yarar ya da derde deva olamıyordu. Mahalle yanarken, ağaçtaki kediyi kurtarıp bununla övünen itfaiye şefi misali, beni hayal kırıklığına uğratıyordu. Bu tür eften püften işler yüzünden, ekibi de boşuna meşgul ediyor, çifte zararlara yol açıyordu. Çoğu zaman benim karasularıma da giriyor, bu da beni iyiden iyiye rahatsız ediyordu. Kısaca haddini bilmiyordu. İhtar ediyordum ve yenidir alışacaktır diye bekliyordum. Sekreterlik için yapılan başvuruları ilk değerlendirmeden geçirmek için her işe maydanoz olduğu gibi garip bir hevesle öne atılmıştı. Kırmadım. İşlerim de çoktu zaten. Kabul ettim. Bir akşam, bir toplantıdan çıkıp büroya geldiğimde, yüzündeki o sahte gülümsemesiyle; - Patron da geldi işte; diyerek koştu geldi. Bu tür yalakalıklardan nefret ediyordum. Neyse; bozmadım. - Merhaba, Erdinç Bey; nedir bu telaşınız? - Efendim, kızımızı bulduk! Kafam dağınık, ilk etapta ne kızını bulduk anlayamadım. Arkasını dönüp, bir köşede oturmakta ve sakız çiğnemekte olan genç bir kızı el kol hareketleriyle beraber çağırdı. Yine kediyi kurtarmış olma edasıyla; - İşte, yeni sekreterimiz; dedi. Önermiyordu, işi bitirmişti. İkisini de odama aldım. Kız sekreterlik kurslarının birinden sertifika almıştı. Tecrübesi yoktu. Ancak, Erdinç Bey onu işe almıştı. Umut vermişti. Bunu bozamazdım (Lanet olsun şu içimdeki insan sevgisine!). Belki burada yetişmesi daha iyi olur, en azından sertifikası var diye düşünerek kendimi avutup; - Hayırlı olsun; dedim. - Yalnız, lütfen ağzındaki o sakızı çıkar. Sen de takdir edersin ki, hoş olmuyor. Kız biraz bozuldu, lanetleme çikletini alıp cebinden çıkardığı bir kâğıda sararak, yine cebine attı. Alarm çanları çalıyordu beynimde ama ne çare, şu an yapılacak bir şey yoktu. Ona artık gidebileceğini, yarın işe başlayabileceğini söyledim ve gönderdim. Kız kapıdan çıkınca Erdinç’e döndüm; - Bana danışmadan kızı işe almışsınız. Bu doğru değil, en azından, son kararı bana bırakmalıydınız. - Aman patroncuğum, sizin işiniz arasında bu tür meselelerle uğraşmanıza gerek yok. Ben ne güne duruyorum? Siz canınızı sıkmayın diyerek işi pişkinliğe vurdu. - Şimdi siz bunu hiç düşünmeyin, her şey çok güzel olacak, müsaadenizle ben de çıkayım artık geç oldu, iyi akşamlar; diyerek kapıya yürüdü. İçimden ya sabır çekerek kendime engel oldum. Tam çıkarken dayanamadım; - Erdinç Bey, bana lütfen patron, patroncuğum diye hitap etmeyin, hoşlanmıyorum. Yüzündeki o gülümsemeyle bir bakıp çıktı gitti. Ertesi gün dışarıda koşuşturuyordum. Büroyu aradım, bir ses; - Efeeeedim…? - Pardon yanlış oldu galiba, ben Ataoğlu Mimaklık’ı aramıştım. - Eveeet! - Yani şimdi orası, orası mı? Şaşkınlıktan orası burası mı diye de sorabilirdim yani. Sonra dün akşamki kızın yeni işe başladığı aklıma geldi. - Sen yeni başlayan sekreter misin? - Hıııııııııı…? - Önce lütfen şu çikletini çıkart; ayrıca, telefonlara da “Ataoğlu Mimarlık” diye cevap vereceksin. Bunu sana söylemediler mi? - I-ıııııh Allah’ım ne suç işlemiştim ki bütün numunelikler beni buluyordu? - Bana Erdinç beyi bağla… - Yapamam… Yok ki…Zaten nasıl olcanı da bilmiyorum. Telefonu kapadım. Çünkü bundan sonra ağzımdan dökülenler, ne de olsa bir genç kız olan birinin gereksiz ve zamansız ufkunu genişletebilirdi. Erdinç’e durumu anlattım. Bu kızı o işe almıştı. Öyleyse, alakadar olup kızı hizaya sokmalıydı. Eksiklerini giderip, yanlışlarını düzeltmeliydi. İlgileneceğini, merak etmemem gerektiğini söyledi. Adam hep aynı şekilde gülüyordu. Güleç yüzlü olmak iyiydi de bununki Hallowen kabağının gülüşünü andırıyordu. Bekledim. Umut ettim. İhtar ettim. İkaz ettim. Değişen fazla bir şey yoktu ne yazık ki. Büromu aradığımda; - Efeeeeeedim… Yine ikazlar, nasihatler, beklentiler. Bu arada öyle bir koşuşturma içindeydim ki, bir türlü bu işi ele alamıyordum. Ancak bariz olan bir şey vardı, firmaya ikinci adam olacak diye umut bağladığım kişi bir hataydı. Artık, bu iyiden iyiye kendini belli ediyordu. Sekreterim de ayrı bir muammaydı. Birlikte iş yaptığımız, işverenlerimiz, ayrıca işçi ve taşeronlarımız vardı. İşverenler genelde fırça atmak için, taşeronlarsa para istemek için hal hatır sorarlardı. Bazı işverenlerle taşeronların isimleri de aynıydı. Mesela, demirci taşeronumuzla bir bankanın genel müdürünün ismi Mustafa’ydı. Bizim aramızda taşeron “Demirci Mustafa”, genel müdür “Mustafa bey” olarak anılırdı. Masamda oturuyorum, iç hat telefonum çalıyor; - Efendim? - Meeemet beeğ (göbek adımdan ne istiyorsa!), Mustafa arıyoooo… - Tamam, bağla lütfen. - Mustafa naber? Yine para mı istiyorsun? Sen önce yaptığın kapıyı düzelt, projen yok mu oğlum senin? - Ne parası, ne kapısı Mehmet bey (al bir tane daha!)? Ben de size işi soracaktım, ne zaman bitiyor kardeşim? - Aaaa! Pardon Mustafa Bey ben sizi şey zannettimdi de… - Ne zannettin ben şey miyim? Falan, filan bir alay rezalet. Başka bir gün; - Meeemet beeğ, Mustafa Beğ arıyooo… - Bana esas adımla… Neyse, Peki… - Nasılsınız Mustafa Bey, işi bitiriyoruz efendim. Yarın tamam. Artık bizim hakedişi imzalarsınız herhalde? - Abii? Abii ya! ben Mustafa yaa. Biraz para isteyecektim de… abi orda mısın? Uyardım, kim kimdir, iyice anla, dikkat et, bizi batıracaksın, bana da Meeeemet deme. Kime sesleniyor diye bakıyorum, falan, filan. Yine bir akşamüstü büroya geldim ve o hafta yapılacak olan ödemelerin dökümü karşısında rutin şokumu yaşayarak, alacaklarımızı tahsil edememenin getirdiği çaresizliği nasıl telafi ederim diye düşünürken, odamın kapısı HART diye açıldı ve Erdinç efendi o garip gülüşüyle içeri daldı. Pervasız bir şekilde masamın karşısındaki kanepeye kurularak bacak bacak üstüne atıp; - Sizinle biraz konuşmam lazım; dedi. Dondum kaldım. Bir şirketin çalışanı, işverenin odasına ancak böyle girebilirdi. Yutkundum, sordum; - Ne konuda? Şu an hayati bir şekilde meşgulüm, eğer acil değilse bir iki saat sonraya bırakalım. Belki şu hesapları dengeleyebilirsem daha rahat konuşabiliriz. Adamın derdi değildi ki; ne ödenmiş; ne ödenecek? Para var mı, yok mu? - Önemli; dedi - Çok önemli. - Pekâlâ; dedim. Önümdeki işi bırakarak arkama yaslandım. - Sizi dinliyorum. - Patroncuğum (ensemdeki tüyler diken diken oluyordu), bunları birer kahve içerken konuşsak; hem sizi de rahatlatır. Erdinç ‘i görmem bile rahatlamama engeldi. Ayrıca, beni kahve değil, ancak bir kaç deste para rahatlatabilirdi. Cevap beklemeden masamdaki dâhili telefona saldırarak sekreter kızımızdan iki neskafe istedi. Sonra yine yerine yerleşip ilk halini aldı. Bu önemli konunun girişini yapmasını bekler pozisyonda kendisine bakarken, kollarını yukarıya sıvayarak; - Şunlara bakın şunlara; dedi heyecanla. Neye bakmam gerektiğini tam anlayamadığımdan, dirseklerine kadar sıvayıp havaya kaldırılmış, bakmaya zorlandığım kollar üzerinde gezdiriyordum gözlerimi ve önemli bir şey arıyordum. Erdinç bir taraftan kollarını içe dışa çevirerek; - Görüyor musunuz şu yaramazları? - Neyi; dedim. - Ne yaramazları? - Kedilerim; dedi. Ben henüz ne olduğunu tam olarak anlayamamışken kapı bir daha HART diye açıldı. Sanki firmanın sahibinin odasının kapısı değil de dingonun ahırının kapısıydı canına yandığımın kapısı. Sekreter kızımız, ağzında çikletiyle elindeki tepsiyi sallaya savura içeri dalıp önümüze PAT diye birer fincan atıverdi. Bu fincanları da hiç sevmiyordum. Sanırım büro açılırken birisi hediye getirmişti. Sağ olsun, ama çok büyüktüler. Çorba kâsesi gibi iç iç bitiremiyordu insan. Kız tam dönüp çıkacakken; - Şeyda; dedim Ne var be, gibilerinden şöyle bir döndü. - Bak oraya bir kapı koyduk, birinin odasına girerken kapıya şöyle bir tıklatılır. Üstelik burası herhangi bir oda değil. Burası bir iş yeri. İçeride büronun sahibi ile müdürü konuşuyorlar. Bu, sadece burası için geçerli değil. Yarın başka bir yerde aynı hata başına iş açabilir; diye; “biraz da kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” , kabilinden sitem ettim. Anlayan yoktu ya! Ortada vahim bir başka durum vardı. Gözüm fincanlara (ya da kulplu kâse demek daha doğru olur), ilişince görmüştüm. Kahve dökülmüş, yandaki şekerler erimiş ve kaşık bunlara bulaşmış bir haldeydi. Herkesin takıntıları vardır. Buna gıcık oluyordum işte. O şekerler eriyince tutup fincana atamıyordunuz. Kaşığın sapına bulaştıklarından, kaşığı tutamıyordunuz. Tutsanız da yapış yapış kaşık sizi terk etmemekte direniyor, sonra o elinizle başka hiçbir şeye dokunamıyordunuz. Tüm bunlara rağmen inatla kahvenizi içmeye çalışırken, fincanın altından damlayanlar da üstünüzü lekeliyor, ya da masanızdakiler üstünde derin izler bırakıyorlardı. - Bak bir ricam daha var. Lütfen, bir dahaki sefere dikkat et, şu kâseler zaten kocaman, ya az doldur ya da sallamadan getir. Böyle dökülünce çok iğrenç oluyor. Müdürüm hemen atıldı, sıvalı kollarını sallaya sallaya; - Değil mi ama kızım, patron doğru söylüyor. Bak yarın görücüye çıkarsın orda da aynı şeyi yaparsan kimse beğenmez seni sonra… Keh keh keh Birden, bu geyik muhabbetinin ortasına nasıl düştüğümü çözemedim. Üstelik burası orman değil benim kendi ofisimdi. Ama konuşmanın esas çarpıcı cevabı sekreter kızımızdan geldi. - Ohoooo! Sen ne diyoosun Erdinç beeğ? Biz o işleri çoktan geçtik. Vay canına, bizim ufak tefek, sekreter kızımıza bak. Bak da baka kal! Döndü, çıktı, gitti. Ben daha bu abandone durumdan tam anlamıyla sıyrılmadan, Erdinç kahvesini büyükçe bir höpürdetip, yine kollarını havada çevirerek; - Ne diyordum patroncuğum? Kediler! Yaaaa ! - Yaaaaa…; demişim. - Benimkiler hiç rahat durmuyorlar. Onları beslerken bak bana neler yapıyorlar? Kollarındaki çiziklere bakarken, bir an için Erdinç’i kedileriyle beraber zehirlesem mi diye düşündüm. Konuşmamızın sonraki önemli kısımlarını hatırlamıyorum. Pek önemli değildi. Ancak, sekreterimizin tüm haklarını ödeyip işine son vermek zorunda kaldım. Erdinç‘i ise yine affedip, bekledim. Hataydı. Ama insanları bir kalemde silemiyorum. Bu hala da böyle, can çıkacak, huy çıkmıyor. Tekrar kaldık sekretersiz. İşler iyice sarpa sardı. O sırada, bana bundan önceki sekreterimi bulan taşeron arkadaş, birini tanıdığını, iyi bir insan olduğunu, çalışmak istediğini söyledi. Kocasından ayrılmış, çocuklarını okutuyormuş. Kabul ettim. Geldi, görüştük, anlaştık, işe başladı. Kadıncağız biraz boş bakıyordu ama olsun saflığına verdim. Yine koşuşturuyordum sabahtan akşama kadar. Büroyu arıyordum; - Buyurun, Ataoğlu Mimarlık (hayret!)… - Gülsen, merhaba. Arayan, soran var mı? - Hıııı… - Alo ! Gülsen orda mısın? Beni arayan var mı? - Sen kimsiniz… Ne…… Ha ? Olabilir dedim, yenidir, alışır. Hemen sesimi tanıyabilecek değil ya! Bir hafta, bir ay, üç ay değişen bir şey yok. Bu da kimin kim olduğunu anlayamıyor. İş için İzmir'deyim; büroyu arıyorum; - Ataoğlu Mimarlık? (en azından bunu söylüyor!) - Gülsen, merhaba. Feyzi’yi bulamadım (Feyzi o sıra İzmir’de ki bir şantiyenin başında) seni aradı mı bana bir haber bıraktı mı? - Ne ki? Kim? Niye? Kem… Küm… - Yahu, Gülsen benim. Sen dün kime bilet aldın? Bu sabah İzmir’e kim geldi? Feyzi’yi kim sorar. Azıcık düşün. - Yani… Ehe… Hım… Düzelecek canım, düzelecek! Yine İzmir’de, bir yabancı bankanın bölge müdürlüğü işini yapıyorduk. İşin gidişatıyla ilgili çok önemli bir toplantı yapılacaktı. Dosyalarımla beraber, toplantı odasında hazır bekliyordum. Yanımda, bu işleri almamızı sağlayan, işi kendi almış gibi göstererek, bize yaptırıp, üstünden misliyle para kazanan aracı arkadaş vardı. İnşaatla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Kendisi halı ticaretiyle uğraşır, bu işleri de nasıl ediyorsa kapardı. Şu dünyaya şaşıyordum. Biz bu işi senelerce okuyalım, senelerce şantiyelerde sürünelim, işi çok iyi bilsek de gidip o işi alamazdık. Ama böylesi büyük, milletlerarası, saygın bir firma dahi işi ‘pat’ diye, kaç misli fiyata hiç anlamayan birine veriyordu. Gel de sonra bu âlemde bilginle, namusunla geçin! Neyse, toplantıda kan gövdeyi götürecekti. Bütün ensesi kalınlar buradaydı. Ortaklaşa iş yaptığımız arkadaş da diğerleri gibi bana saldıracaktı. Çoğu zaman destek yerine köstek olmaya bayılırdı. (Hatta daha sonra Erdinç’le bir olup beni sattı. Çok pişman oldu ama yazık oldu). Bankanın üst düzey yetkilileri arasında her memleketten insan vardı. Ama genel anlamda Arap'tılar. Bizim bazı yönlerden çok nankör bir mesleğimiz var. Bir kere kimse yolda kaç fırtına atlattığınızla ilgilenmez, sadece geminin limana zamanında gelip gelmediğine bakarlar. İyi bir şey olursa Allahtan, kötü her şey sizden bilinir. Ayrıca, sizin işinizi herkes sizden daha iyi bildiğini zanneder. İşte mimarlık ve şantiyecilik! Bir doktora gittiğinizde, tahliller, incelemeler sonucunda bir tanı koyup, size “ameliyat” diyebilir. Buna pek itiraz edemezsiniz. Hatta ameliyat masasında kalan bir hasta için, “bünyesi kaldıramadı, çare yoktu” denebilir. Yine ses çıkaramazsınız. “Şu ilaçları yut!” denince, o hapı yutarsınız. Ya da bir avukat “kanun böyle diyor!” diyerek kestirip atabilir ve siz “eyvallah” demek zorunda kalırsınız. Ama bize gelince, işin içine biraz da zevk girdiğinden, herkes konuşur. İkna edebilmeniz ise çok zor, hatta imkânsızdır. Toplantı başladı. Hep beraber masanın çevresinde oturduk. Yine her zamanki gibi, gerçekleri anlatmaya çalışmama rağmen, herkes benim işimi benden iyi biliyor ve üstüme üstüme geliyor. Ortam bu… Ve ben bu insanlara bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Halbuki ben onların faiz oranları, repoları, vadeleri hakkında fikir yürütüp, direktifler veriyor muyum? Hayır. Çünkü ben bankacı değilim. Ama herkes, benden çok Mimar! Toplantının en gırtlak gırtlağa gelindiği anlarından birinde, ki genelde sıkılan gırtlak benimki oluyordu, önümdeki koca yığını oluşturan dosyaların arasında olmayan ve aslında olması da gerekmeyen çünkü çok önce onaylanmış, ama o anda beyefendilerin gözüne gözüne sokmayı aşırı şekilde arzuladığım bir evrağa ihtiyacım oldu. Hemen cep telefonumdan büroyu aradım. Muhasebecimde bu evrakların tümü vardı ve olay kendini bir halt zanneden karşımdaki Arap'ın dediği gibi değildi. Muhasebecim, bana rakamları verebilir, ardından da ben konuşurken, faks elimize ulaşırdı (o zamanlar whatsapp hayal bile değildi!). Mosmor olacaktı hıyar! (Hıyarlığı milliyetinden değil, sonradan görmeliğinden geliyordu!). Canıma tak etmişti; büromu aradım: - Buyurun, Ataoğlu Mimarlık… - Gülsen, merhaba! Bana acil olarak Seyfi’yi (muhasebecim) bağlar mısın? - Ayyy! Aşkolsun sana… Demek beni istemiyorsun da Seyfi’yi istiyorsun haa.. Görürsün sen bak! Kı kı kı kı… Arap, karşımda sırıtmış bana bakıyordu. Ama camdan bakmıyordu. Bu sırıtış candan da değildi. O anda yağmur yağmıyor, seller de akmıyordu, ama sırtımdan aşağı soğuk terlerin bir sel gazabıyla, gömleğimi ele geçirdiğini hissediyordum. Kendimi, Kahramanmaraş dondurmacısının fıçısına düşmüş gibi hissetim. O anda dondurmacı, tutmaya çalıştığım külahı elimden kaparak, yukarıdaki çana vurdu… Hayır… Bu, dondurmacı değildi. Sevgili iş ortağım, suratımdaki dehşetengiz ifadeden ürküp, gurbet ellerde işini yarım bırakarak başına kalırım diye, koluma vurarak, ne olduğunu sormaktaydı. Hattın kesildiğini bahane ederek, birkaç dakika dışarı çıkmak için izin istedim. Sonra tekrar büroyu arayarak açtım ağzımı, yumdum gözümü… Yine de üzgünüm, hem kendim için, hem onun için. Bunlar olmasaydı, olmaz mıydı? Ne ben sinirlenirdim, ne o üzülürdü. Bahane ise şuydu; sesim karıştırılmış… Maazallah ya bir işverenimizin sesi karıştırılsaydı? Veya (kulağıma gelmedi ama belki olmuştur) bir işverenimiz, benim yerimde o an olsaydı. Bunun altından nasıl ve ne şekilde kalkılır bilemiyorum? Eleştirileri duyar gibiyim: - Mehmet bey (ah benim şu göbekadım), Mimarlık işleri pek karlı olmadığından, şirketi başka ve çok daha verimli işlere mi yönelttiniz acaba? Neyse canım, sıkılmayın! Bir süre başka şey derler, ama bir zaman sonra, yine bu günkü gibi “Mehmet Bey” olursunuz! O an orada telefonu yiyebilirdim. Veya o masa etrafındaki herkese, gerçek duygularımı yansıtabilir ve şu an ‘içeride yatıyor’ olabilirdim. Mazeret ne? “Üzgünüm, sesinizi başkasıyla karıştırdım.” Burası evin mi? Zaten sen, benim sesimi ne zaman tanıyabildin ki karıştırasın, a gaiplere karışası, Allahın cezası!! Ne mi yaptım? İşe ihtiyacı vardı. Ha deyince bulamazdı. Çocuklarını okutuyordu ve zor durumdaydı. Affettim… Şu anki görüşüm mü? Açıkça mı? İyi b.k yedim ! M. Zafer ATAOĞLU
0 notes
aybizimkdrgzel · 2 years
Text
Yarınlarım seninle güzel olabilir
7 notes · View notes
madamtutti · 6 years
Text
Yaş alırken..
Tumblr media
Kendimi bildim bileli büyümenin yaşı bende otuz oldu. Neden bilinmez, belki ben küçükken annem otuzlarındaydı ve etrafımda büyüğüm dediğim insanların yaş ortalamaları yaklaşık bu sayıya denk geliyordu. Çocuk aklımdan o zaman neler geçti de ben bu yaşa bu kadar büyük anlamlar yükledim bilmiyorum. Tek bildiğim birçoklarının aksine benim için öyle büyük bir anlamı vardı ki otuzların...
Doğum günü kutlamalarından çok haz eden biri değilim ama otuz yaşımda ben kocaman bir kadın olacağıma çok inandığımdan belki de kutlamaya ilişkin bütün hevesimi o yaşa bıraktım. Eee yirmiler sonuçta bana gül bahçesi vaat etmemişti. Hoş otuzlarında elle tutulur bir vaadi olmadı; ben sadece o zamanı çok bekledim. Tipik ben işte..
Yirmili yaşımda gelenler, gidenler, gönüllü kalanlar, kıranlar, dökenler ve bir ömür gönlüme yerleşenler oldu. Bu durum için en yalın haliyle diyebilirim ki büyüdüm. Daha ne olsun. Otuzların gelişiyle yeni yeni şeyler öğrenmeye başladım (sonuçta öğrenmenin yaşının olmadığını da öğrenmem lazımdı)
Mesela birinin yeri başka biriyle doldurulamıyormuş. Sevdiğinin yeri sen istesen de değişmiyormuş. Hep hayatımda olsun dediklerinden bir çırpıda vazgeçebiliyormuşun. Öyle ki geçmişte kalan en güzel anılar bile bir anda o kenarda köşede unutulmuş eşyalar gibi değersizleşip gözden çıkarılabiliyormuş. Sonra başkalarına öyle hatırı sayılır bir zamana bile ihtiyaç duymadan kucağını, gönlünü, hayatını, kalbini açabiliyormuşsun. Aslında sürekli izlediğin bir filmin devamı, okumaktan bıkmadığın bir kitabın en sevdiğin yeri gibi ya da içine işleyen şarkının can alıcı sözleri gibi bir hisle gelip dizinin dibine çöreklenebiliyormuş, o yeni gelen.
Otuzlar bahar temizliği gibiymiş. Fazlalıklarından arınma dönemi. Yıllarca 'idare ederim yaa n'olcak' dediklerini bırakma zamanıymış. Yeni yerlere gitme, ertelediklerini yapma dönemiymiş.
Sonra değişmeyen yanlarını görüyormuşsun. Kendim için diyebilirim ki ben bir daha olsa yine aynı yoldan gider yine aynı şeyleri yaparımın tekrar filmini çekiyorum. Akıllanmıyormuşsun. Hala hem canını yakıp hem de mutlu olabiliyormuşsun. İşin tuhafı bu hal için de gönüllü figüranmışsın.
Kıymetli bir hazine gibi koruduklarını bir sabah uyandığında çok da tanımadığın birinin kucağına bıraktığını görünce pişmanlık duymuyormuşsun. 'Hakikaten 'kıymetli olan' nedir?' kafasıyla hoyratlaşabiliyormuşun. Çocukken az merak ettiklerini bu yaşında tecrübe etmek için çırpınıyormuşun.  Artık daha ne olabilir ki seni yıkacak üzecek dediğin andan sonrasına kadar hayatında olan biten herşeyin bir parodinin küçük bir parçası olduğunu anlaman yirmili yaşlarında ki kadar uzun zaman almıyormuş. Hızlı akan bir sahnenin ikinci sekansında, en olmayacak şeyin olduğu o beklenmedik sahnelerde, artık eski masumluğunu kaybettiğinden midir nedir, ertesi sabaha ben bu filmi görmüştüm, acısı da mutluluk kadar hızlı geçmişti diyip yeniden en güzel maskeni takabiliyormuşun. Acının da mutsuzluğun da, zamansızlığı herşeyden daha çok sevdiğini anlaman zor olmuyormuş.
Geçmişten bu yaşına kadar yılmadan bıkmadan taşıdığın pişmanlık hissinin seni bitirdiğini öğreniyormuşun. 'Affetim!' demenin bütün ağırlıklarını atmanın kilit kelimesi olduğunu anlayıp yola hafiflemiş bir şekilde devam edebiliyormuşsun. "Bazı mevhumların yüreklerde var olmasının yeterli olduğunu" bir sabah uyandığında fark edip, umut etme halini değiştiremeyeceğini bildiğin senaryolara değil de yeni şeylere harcaman gerektiğine karar verebiliyormuşun. Geride bıraktıklarını hatırlamanın yangın yerinden arda kalan kor olduğunu ve hatırlama eyleminin ciğerlerine eskisinden daha çok zarar verdiğine karar verip yeni yollar aramaya koyulabiliyormuşun. Hiç bir yerlere gitmesin diye kelimere döktüğün 'an'larını artık seçerek yazıyor ilerde sana kalsın istediklerine daha bir seçici oluyormuşun.
Şimdi otuzların başındayım, hissettiklerim muhtemel ki yaşayacaklarımın yarısı bile değildir. Bir yıl sonra içimden dökülenler bunlardan daha farklı yada bin kat daha ağır olacak, kim bilir... Bilsem önlemler alıp yeni yeni barikatlar kurup, kestirme yol arayışına girermiydim hiç bir fikrim yok. Tek bildiğim şuan ki ben olmam da bana yirmilerimin katkısı. Hayatıma bir şekilde sızıp, beni kıran, döken, kafama huniler taktırıp deli gibi sokaklarda dolandıran, yüzüme ne zaman hatırladığımın önemi olmaksızın kocaman gülümsemeler konduran, bana sofralarını, yüreklerini açan, 'seni çok özledim be kadın' demeyi hiç eksik etmeyenler ve elbetteki hiç kimsenin yaşatmadığı büyük hayal kırıklıklarını yaşatanlar, iyi ki varsınız. Bana her ne acı yaşattıysanız ben sizleri affettim ve size her ne acı yaşattıysam belki bir gün sizler de beni affedersiniz.
Ve belki yine bir gün bir yerde büyümenin güzelliklerini beraber tadarız...
0 notes