Tumgik
#sanayi burjuvazisi
pateralba · 5 months
Text
Tumblr media
EMERYALİZM
Serbest rekabetçi kapitalizmde sermaye ihracı yoktur. O zaman sadece satılacak ürünler ihraç ediliyordu. Oysa emperyalizmde gündeme sermaye gereksinimi girdi. Sermaye ihracı, emperyalist süreçte kullanılan daha etkili bir sömürü biçimidir. Bu biçimde emperyalist ülke, meta üreterek ülkelere satmak yerine sermayesini alan bulduğu ülkeye yatırır ve üretimi de doğrudan kendisi gerçekleştirir. Emperyalistlerin bu yöntemi seçme nedeni, hem daha çok sömürü, hem de kendi ülkelerindeki sermaye fazlasına yeni alan ihtiyaçlarıdır. Burada hareket ettirici güç, kar hırsıdır. Çünkü emperyalist ülkelerde hala yatırım yapılacak alanlar vardır. Örneğin: Tarım alanları sanayi alanlarına göre daha geridirler. Fakat, emperyalizmin doğası budur ve o hiçbir zaman az karlı işlere yatırım yapmaz. Çünkü insanlığa, canlılara ve doğaya düşman bir yıkım sistemidir.
Üretimi arttırmak, ürünlerin maliyetini düşürmek için tekniği geliştirmeye büyük ağırlık veriyorlar, işçileri sömürmeyi de son noktasına kadar zorluyorlardı. Maliyeti düşürmenin sonucu fiyatlar düşüyor, rakiplerden hangisi daha düşük fiyatlı mal sürerse pazar onun eline geçiyordu. Kapitalist işletme dahilindeki sermaye, artı değer birikimi nedeniyle büyüyor, meta üretimi gittikçe çoğalıyordu. Böylece bir yandan sermaye, bir yandan üretim yoğunlaştı, yani büyüdü ve gittikçe az sayıda işletmenin elinde toplanmaya başladı, yani merkezileşti. Böylece, serbest rekabetçi kurallar içinde çekişen işletmelerin yerine kendi aralarında oluşturdukları birlikler yoluyla, serbest rekabeti ortadan kaldıran büyük tekeller oluştu. Serbest rekabetçi kapitalizmin yerini emperyalizm aldı. Tekellerin farklı örgütlenme biçimleri vardır, hepsinin yapısı özünde aynıdır. Kartel, tröst, konzern, anonim şirket en sık rastlanılan biçimleridir. Tekellerin birlikteliği olan holdingler de tekelin farklı bir örgütlenme biçimidir. Devletin giderek yalnızca tekeller çıkarına işlemesi, tekellerin devlet üzerinde oldukça etkili olması, devletle tekellerin bütünleşmesini sağladı. Tekelci burjuvazi, emperyalist devlet üzerinde oldukça etkin olduğu için artık yalnızca tekellerin çıkarına girişimde bulunur. Bu devlete tekelci kapitalist devlet, emperyalist devlet diyoruz. Bundan böyle devletin bütün işleri, tekellerin kararlarını garantileyecek doğrultudadır. Bu bir zorunluluktur. Kapitalizmin emperyalist sürece geçmesi ilk küresel krizin sonucudur. Kriz sonucunda burjuvazinin merkezileşme ve yoğunlaşma süreci yaşandı. Küçük ve orta gelirli şirketler iflas etti. Bu noktada piyasa kontrolü ve devlet ekonomi politikaları, büyük şirketlerin tekeline girdi. Kapitalizm, emperyalist sürece geçerken ortakçılığa dayanan tröst ve kartellerle kendisini yapılandırdı. Bu süreçte banka burjuvazisi ve sanayi burjuvazisi arasında bir bağ oluştu. Büyük tekellerin devlet ihaleleri ve banka kredileriyle büyüdükleri bir sürece girildi. İlk krizle birlikte tekeller, ucuz ham madde ve yeni yatırım alanı arayışına girdiler. Bu arayışlar kapitalizmi küresel üretim biçimine dönüştürdü. Ekonomik olarak güçsüz ülkeler, jeopolitik savaş alanına dönüştü. Ham madde ticareti gelişince, ulaşım sorununu çözmek için büyük yatırımlar başladı. Kapitalist ülkelerdeki büyük tekeller arasındaki ham madde ve pazar arayışındaki rekabet, 1.Paylaşım savaşına neden oldu. Korumacılık ve kolonicilik politikaları rekabeti arttırdı. Bu rekabet sonucunda, silah ve savaş sanayine yatırımlar arttı. Kapitalizm bu krizden kurtulmak için köklü olarak yenilenerek emperyalist sürece geçti. Böylece kapitalizmin en yüksek süreci başladı.
Emperyalizm, kapitalist ülkelerin saldırgan dış politikalarının değil kapitalizmin "eşitsiz bileşik gelişim yasasının" kaçınılmaz ürünüdür. Kapitalizmin tekelleşmeye doğru yönelmesi, ilk başlarda yalnızca belirli bölgeler arasındaki ticareti geliştirdi. Emperyalizm süreci ise, sanayileşmenin büyük boyutlara yükseldiği ve kapitalizmin dünya sistemine dönüştüğü süreçte ticareti de evrenselleştirdi. Önceki dönemlerin tek boyutlu ticari ilişkilerinin yerini, sermaye birikiminde atılımlar yapan tekelci güçlerin iç içe geçmiş ilişkileri aldı. Farklı ülkelere ait finans kapital grupları, diğer egemen ülkelere ait kolonilerin sınırlarını aşmak ve yeni pazarlara sızmak istiyordu. Finans kapital, önündeki engelleri tanımayarak, karlı gördüğü her işe girişmeye başladı. Artık, ekonomik olarak güçsüz bir ülkede yalnızca tek bir egemen yoktu ve kolonyalizm dönemine ait mutlak tekel durumu sarsılıyordu ve ulusal burjuvaziler güç kaybediyordu. Emperyalizm sürecinde, tüm yatırım alanlarında tek bir kapitalist ülkenin tekelini kurması, bir yandan tekeller arasındaki rekabet, diğer yandan finans kapital grupları arasındaki karmaşık ilişkiler nedeniyle mümkün değildi. Emperyalist ilişkiler ağıyla güçlenmeye başlayan kapitalist ülkeler, kendi aralarında avantajlarını zayıflatmaya yönelik ilişkilerde uzmanlaştılar. Örneğin her biri kolonisi üzerinde hak iddia ederken, rakip ülkenin kolonisinde "ulusal bağımsızlık mücadelesini" destekledi. Koloni ülkelerde ulusal mücadeleler işçi mücadelelerine dönüşmediği sürece, bu ataklar birbirleri için doğal karşılanıyordu. Çünkü koloniciler, koloni olmaktan çıkarak ulus devlet kuran ülkenin, sıra ekonominin yapılanmasına geldiğinde, yanlarına varacağına güvenirler.
Emperyalizmden önce bankalar, ödemeler konusunda aracılıktan başka bir işe karışmazdı. Fakat tekelci kapitalizm çağında, sanayi sermayesi artınca, bankalarda da değişiklik oldu. Gelişen sanayinin mali gereksinimlerine bankalar yanıt verdi. Bankada bulunan para şeklinde sermaye, sanayi sermayesi ile bütünleşti. Büyük bankalar, küçüklerini ya kendilerine bağladı ya da yok etti. Büyük sanayideki yatırım alanları, büyük paraları ve kredi olanakları nedeniyle yavaş yavaş bu büyük bankalar tarafından kontrol edilir duruma geldiler. Artık bankalar, banka tekeliydi. Artık tüm kapitalistlerin mali işleri banka tekelindeydi. Şubeleri aracılığıyla sermaye ve gelirleri merkezileştirdiler. Banka müdürleri, sanayiye el attıklarından, artık denetim işi de yapıyordu. Ve işte böylece finans kapital doğdu. Finans kapital, yani mali sermaye, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin tekelci süreçte birleşimidir. Finans kapitalin ortaya çıkışı, serbest rekabetçi kapitalizmden emperyalizme geçişin en önemli göstergesidir. Emperyalist baskının işleyişinde borç mekanizması çok önemli yer tutar. Emperyalizm sürecinde güçlülük kolonicilikte değil, ulusal burjuvazinin başka bölgelere etki etmesinde aranır. Emperyalizm sürecinde yükselen kapitalizm, üretici güçlerin uluslararasılaşmasıyla ulusal devlet biçimlenmesi arasındaki çelişkiyi, finans kapitalin yayılmacılığıyla atlatmaya çalışır. Ulus devletlerin de sırtında kambur olan bankalarla büyük sanayi tekelleri arasındaki bu iç içelik, ortaya bir avuç para babası çıkardı. Ben bu para babası tekeline ise yerel (finans oligarşisinin hizmetinde) ve küresel olarak tümleşen "finans oligarşisi" diyorum. Emperyalizmin öncesi kapitalizm döneminde olan kolonyalizm politikaları, bugün de hala emperyalizm olarak tanımlanmaktadır. Emperyalizmi sömürgeci yayılmacılığa indirgemek yanılgıdır. Kolonicilik bir devletin başka ulusları, devletleri, siyasal ve ekonomik olarak ele geçirip yerli halk üzerinde kültürel asimilasyon uygulaması ve kolonileştirdiği toprakların mutlak egemeni olması anlamına gelir. Kolonileştirme, bir ülkenin siyasal, hukuksal, ekonomik tüm var oluş haklarının yok edilmesine dayanmaktadır. Kolonici güçler, koloni kontrolü kaybedene kadar mutlak egemen olmaktaydı. Başka hiçbir güç o koloninin üzerinde söz hakkına sahip olmamaktaydı. Koloniciliğin temel dayanağı egemenliği altına alma üzerinden gelişmekteydi.
Kapitalizm geliştikçe, tekelleşme süreci ilerledikçe bu egemenlik biçimi de baştan aşağıya boyut değiştirme sürecine girdi. Eskinin koloni imparatorlukları yerlerini tekellerin, kartellerin, finans kapitalin çoklu ilişkisi temelinde yerini emperyalizme bırakıyordu. Özet olarak, kolonyalizm siyasal bağımsızlıktan yoksun koloniciliğe dayanırken, emperyalizm ise güçlü finans kapital gruplarının küresel etki alanına dayanır. Emperyalizmi koloniciliğe indirgemek ona karşı mücadeleyi de milliyetçi bir temelde bağımsızlık mücadelesine indirgemeye karşılık gelir. Emperyalizm kapitalizmin dünya sistemine dönüşmesinin adıdır. Bunu bu şekilde kavrayamayıp yayılmacılık ve saldırgan bir dış politika olarak görmek, emperyalizme karşı küresel bir sınıf savaşı yerine küçük burjuva milliyetçisi bir eylemcilik oluşturur. Bunun yerine enternasyonalist bir yurtseverlik örgütlenebilir. Artık kapitalizmin serbest rekabetçi zamanındaki tekellerin olmadığı süreçten söz edemeyiz. Finans oligarşisinin etkisindeki tekeller ekonomide söz sahibidir. Küçük sermaye sahibinin uluslar arası boyutta bir tekelle baş etmesi söz konusu değildir. Serbest rekabet değil, tekellerin egemenliği ve tekeller arası rekabet söz konusudur. Emperyalist kriz gelişirken, onun parçası olan güçler de kapsamlı bir vuruşmaya sürükleniyor. Emperyalizm, farklı devletlerin ilişkisinin, finans oligarşisinin etkisindeki tekellerin etkisiyle, dünya ekonomisinde ortaklığı olarak görülmediği sürece, parça-bütün ilişkisi ele alınmadan, saldırganlık ve savaş eğilimi çözümlenemeyecektir. Ayrıca emperyalist barbarlık, barbarlık noktasını aşmıştır. Milyarlarca işçinin yeryüzünün her yerinde (yaklaşık 4 milyarın üzerinde işçi olduğu, bu nüfusa ek olarak yaklaşık 2 milyar kayıt dışı işçi olduğu ve yaklaşık dünya nüfusunun %75’inin yoksul olduğu hesaplanıyor) temel ihtiyaçları için kölece çalıştığını hatırlamak yeterlidir. Buna modern kölelik demek, haksızlık olmaz. Emperyalizm kapitalizmin son evresidir ve bir toprak ya da fetih isteği değildir. Emperyalizm, birikim sürecinin bir sonucudur. Geriye çevrilemez!
0 notes
doriangray1789 · 2 years
Text
FİKİRLER ASILAMAZ MAJESTELERİ.. DENİZ-MAHİR-İBRAHİM
Türkiye de Sosyalizm'in hangi geleneklerden beslendiği konusu oldukça tartışmalı bir konu. Fakat ben bu mayınlı araziye, mayın eşeği yollamayacağım. Fikirleri tartışabilmeliyiz! Yazım umarım buna hizmet eder.Türkiye de ki Sosyalist hareketlerin '' genel '' olarak Marksist fikir havzasından beslendiğini söylemek çok yanlış olmaz. Fakat bugünün Marksistleri tarafından kıyasıya eleştirilen Kemalizm'in de bu havza da ki yeri yadsınamaz.*Dönemin Sosyalist algısı; 1-) Ulusal kurtuluş mücadelesi ile Emperyalist devletlerin bozguna uğratılması ve bu bozgunun sömürge halinde ki diğer milletlere örnek teşkil etmesi meselesini sahiplenmiştir.2-) Politik olarak Kemalizm, Sosyalizm'in tipik bir ön basamağı olarak görülmüştür.*Kemalizm politiğinden, Sosyalist algı; 1-) Toprak reformu 2-) Milli sanayi gelişimi gibi '' Demokratik Devrim '' gerekliliklerini yerine getirecek veya bu gerekliliklere ön ayak olacak adımlar beklemiştir.Halbuki; 1-) Osmanlı devletinin Anadolu hükümdarlığı devam ederken; -Küçük köylülük devam etmiştir. -Feodal düzen kurulamamıştır. -Tımar sistemi ile sipahi üzerinden memur geliri elde edilmiştir. -Büyük topraklar, miri toprak rejimi ile yönetilmiştir.
2-) Osmanlı'nın gelişmiş sanayi yapısı yoktur. Bu sebeple; -Yerli burjuvazisi ve işçi sınıfı oluşmamıştır.
Bu iki tespitin, teorik ve pratik olarak yok hükmü taşıdığı bir ülkede hangi sosyalist devrimi yapabilirsiniz? Olmayan burjuvazi ve olmayan proletarya ile sosyalizmden bahsetmek gülünçtür.Dönemin sosyalistlerinin Kemalizm algısı, bu iki büyük boşluğu doldurması bakımından değerlidir. Aksi taktirde Kemalizm de pekâlâ eleştirilebilir. Eleştirilemeyen yapı ve fikirler köhneleşmeye mahkumdur!Deniz Gezmiş, Samsun'dan Ankara'ya '' Tam Bağımsız Türkiye İçin Mustafa Kemal Yürüyüşü'nü '' yaparken aklında ne vardı? Bu yürüyüşü nereye koyacaksınız, kendini Lenin'in sağ kolu sanan yüksek devrimci arkadaşlar?Doğan Avcıoğlu'nun, 10 Nisan 1963'te ki ''Sosyalizm'den önce Atatürkçülük'' yazısı ile işaret ettiği, altını çizdiği hususları nereye koyacağız?*Biraz daha eli arttırayım. İbrahim Kaypakkaya'nın arkadaşları için yazdığı, kendi hareketini milli kurtuluş mücadelesinin devamı olarak niteleyen ve '' Milli kurtuluş mücadelemiz yeni şehitler veriyor..'' sözleri ile başlayan mektubunu nasıl anlamalıyız?*Mahir Çayan'ın, '' Kemalizm ve Ordu '' tezlerini iyi okumanız ve değerlendirmenizi tavsiye ederim!Fikrii anlamda çok fazla çeşitlilik veren Türkiye de ki sosyalist hareketin bir de yukarı da bahsettiğim anlamı ile temel yaklaşım ve mantalite sorunları da vardır.( Türkiye’de sosyalist Bilinç ve 1 Mayıs asıyla bir yazımı daha sonra paylaşmak isterim)
Tumblr media
*Türkiye de ki sosyalist bakış açısının Kemalizm algı ve sorunsalı dışında, Deniz Gezmiş'i de ayrıca ele alabiliriz. Bu fotoğraf, Demokrat parti iktidarının her anlamda baskı kültürünü arttırdığı bir döneme ait. Deniz Gezmiş, elleri ile altı ok yaparak, dönemi protesto ediyor.1963'de TİP(Türkiye İşçi Partisi) üyesi olmak istemiş. Yaşı tutmadığı için reddedilmiştir. TİP, 1961 senesinde kuruldu. Mehmet Ali Aybar'ın görüşlerinin bir kısmını burada paylaşayım. Bu düşünceler parti programının temelini oluşturur.
Tumblr media
Ardından 6.Filo eylemi, bu eylem devamında devrim'in; -Nasıl? -Ne ile? -Ne şekilde? Yapılacağı ile alakalı yoğun tartışmalar sürmüştür.*Devlet'in, genel anlamda temizlik hareketi diyerek tanımlayabileceğimiz dönemi şiddetini gittikçe arttırınca; Bu baskı Deniz Gezmiş ve arkadaşlarında silahlı mücadeleyi tek yol olarak gören bir anlayışın gelişmesinde rol oynadı. Bu anlayış önemli bir kırılmadır!
Deniz Gezmiş, mücadele anlayışının pratiğinden oldukça etkilenmiş ve bu pratiği oldukça ileri düzeylerde temsil etmiştir. Pratiğin yanında, teoriyi ileri derecelerde geliştirmiş ve temsil etmiş kişi Mahir Çayan'dır.
Deniz Gezmiş'in pratik anlayışı, onu kır'dan başlayan ve Ankara'ya uzanan, özelden genel'e bakış açısı ile hareket eden devrim mantalitesine ulaştırmıştır. Bize fikirlerinden çok daha fazla idealizm ve duruşunu bırakmıştır.Mahir Çayan'ın fikirlerine değinmek isterdim ancak yazıyı çok fazla uzatacağı için eş araştırın..*İbrahim Kaypakkaya ise; -MDD(Milli Demokratik Devrim) tezi ve bu tezin Kemalizm algısı ile zaman için de taban tabana zıt düşünceleri olan bir teorisyendir. -Ulus devlet anlayışının karşısında durmuştur.
Azınlık hakları üzerine kendi fikrii yolunu inşaa etmiştir. -Maoist düşünceyi temsil etme noktasında bir kopuşun yaratıcısı olmuştur.
Bu bağlamda yazımı bir soru ile bitirmek isterim. Komünizm ve Maoizm arasında ki temel fark nedir? Düşünsel olarak İbrahim Kaypakkaya Maoizm algısı ile ortaya nasıl bir fark koymuştur? Fikirlerde buluşmak dileği ile.
Tumblr media
0 notes
27 Mayıs Üzerine ( 2020 Yılı Tartışmaları)
Tumblr media
Devlet Bahçeli’nin 27 Mayıs’ı kınaması-lanetlemesine ve sol-ilerici cenahın Türkeş’in de 27 Mayıs içerisinde olduğunu ifade etmesine şahit olduk.
27 Mayıs’ı “tarih tezi” açısından okuyan bu tarih tezinin belirli bir devlet tanımı ve devlet-toplum ilişkileri anlatısıyla örüldüğü İslamcı-Milliyetçi tarih tezinin ögelerini kısaca ortaya koyacağız.
Fakat esas bizi hayrete düşüren şey İslamcı-Milliyetçilere karşı olan solun 27 Mayıs’ı utangaç ve örtük olarak desteklediğini görmek oldu. İslamcıların millet ve vesayet odakları arasında kurduğu iklikte diğer tüm toplumsal dinamikler göz ardı edilirken, solcuların ilericilik-gericilik üzerinden yaptığı okuma ile toplumsal dinamikler göz ardı edildi. İlericiler-İTC-CHP’nin “öncü ve ilerletici” rolüne dair “örtük ve utangaç “ güzellemeler yapıldı.
ŞİMDİKİ TARİH TEZİ ( ŞİMDİLİK
Sağ ve İslamcı eğilimin tarih tezi, siyasal konjonktüre göre değişiklik gösteriyor. Yeni bir anayasa yapılarak yeni Türkiye iklimine geçileceğinin söylendiği günlerde 1920 Meclisi ruhuna gönderme yapılırdı. İçlerinde İslamcıların da olduğu bir “kurtuluş savaşı ve meclis” atmosferi üzerinden tarih okuması yapılır ve kemalist kadroların 1923-1926′daki kopuşları göz ardı edilirdi.Türkiye’de darbelerin ve başarısız darbelerin gündemde olması, Türkiye’nin iç politika ve dış politikada açmaz ve kritik eşiklerde olduğu dönemlerde “yalnız adam-tek adam” metaforları üzerinden bir tarih okumasına gidildi. Diriliş Ertuğrul’dan Payitaht dizisine kadar bunun örnekleri popüler biçimde sergilendi. Özetle siyasal konjonktür ve siyasal ittifakların ihtiyaç duyduğu tarih yazımı konjonktürel olarak yazılmaya devam ediyor.
Bu yazılan tarih tezlerinde ortak olan ögeler: millet, milletin adamları, milletin yalnız adamları, yabancı güç-ahlaksız güç olarak vesayet odakları ve dış mihraklardır. Bu kurgunun içerisinde millet ve milletin adamları çok ve çoğunlukta olsa da sürekli mağdur ve sıkıştırılmıştır. Asli ve çoğunluk olan, sürekli siyasetin ve devletin “çevresine” sıkıştırılmaya çalışılmıştır. Milletin ve milletin adamlarının öz ve otantik olarak temsil ettikleri değerler “merkez” siyasette ve “devlette” temsil edilmez. Edilse dahi bu iç ve dış vesayet odakları tarafından sürekli-darbe-komplolarla engellenir.
Bu tarih tezinde, toplumsal sınıflar, kapitalizm, sınıflarla siyaset arasındaki dinamik ve çelişen ilişki üzerinden yapılan okumalara yer yoktur. Bu tarih tezinin öznesi, vesayet elitleri/odakları ve milletin adamları/elitleridir. Devlet, değişen ve kamusal-kurumsal varlığıyla bir güç dengesi ve sınıf mücadelelerine göre evrilen-değişen bir ilişkide anlaşılmaz. Devlet kutsal ve ele geçirilmesi gereken, ele geçiren tarafından mutlak bir kullanım-performans alanı-aracı olarak tahayyül edilir. Toplum da; millet ve vesayet odakları; biz ve onlar; otantik/has olan ile yabancı olan arasındaki ayrımın içerisinde özcü ve kültürelci bir damar üzerinden okunur. Toplumun sosyolojik tahayyüldeki yeri çeşitli kiplerde ve konumlarda bulunmak ve incelenmek değil; devlet için yürütülen kutsal savaşa edilgen bir şekilde müdahil olmasıdır. Örneğin bir insan Müslüman ise millettir. Millet ise mazlumdur. Mazlum-millet davranışı gereği tek ve bütüncül bir odaktır. Tek davranışı Menderes’e/ Milletin adamlarına oy vermektir.  Müslüman bir işçi olamaz, Müslüman bir tefeci-bezirgan-toprak ağası olamaz, Müslüman bir vesayet odağı olamaz. Müslümanlık ve milletin kutsal ailesine iştirak etmekle sınırlı ve devlet için elitler tarafından yürütülen kutsal savaşa iştirak düzeyi önem kazanır.
Bu tarih tezine göre ordu kutsaldır. Devletin bir parçası ve ana-kurucu ögelerinden olan ordunun kutsallığı, vesayet odakları tarafından kuşatılmıştır. Ordu-devlet-millet arasındaki farklılık ve gerilimler tek bir neden etrafında okunur. Ordunun içerisinde siyasal-sosyal-sınıfsal-hiyerarşik farkların bileşkesinde ortaya çıkabilecek itirazlar/hareketler göz ardı edilir.
Bu tezler ve temellendirmeler ışığında 27 Mayıs  elitler/vesayet odakları tarafından kutsal olan millet/milletin adamlarına karşı yapılan darbe olarak niteleniyor. Lanetleniyor ve kınanıyor. Solun bir kısmı ise darbeye karşıyız, idamlara karşıyız diyerek anmaya iştirak ediyor. Bir kısım solcu ise 27 Mayıs ilericiydi diyor ve 27 Mayıs’ın özgürlük ortamından bahsediyor.  Milliyetçi ve muhafazakarların bu tarih tezinde “şimdilik” birleşmesine “biraz “ hayret edelim. Fakat solcuların ve ilericilerin de hiç farkında olmadan bu tarih tezinin temellendirmelerinden hareket ettiğini görmek durumundayız. Bunu kısaca anlatmaya çalışayım. Türkiye’de ilericilik-gericilik ikiliği üzerinden okuma yapan, orduyu bir bütün olarak gören ve ordudan gelen hareketleri sınıfsal ve dinamik bir tarzda okuyamayan, kendini kültürel merkez ve kültürel iktidar gören, Türkiye’yi sadece Türkiye içerisinde okuyan ve bölge-uluslararası politikaları analize dahil etmeyen bir okumanın hakim olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.
ALTERNATİF TEZLER ve ELEŞTİRİ
1) 27 Mayıs ilerici bir hareket değildir. 27 Mayıs ordu içerisinde proleterleşen ve siyasal olarak DP’ye zıt giden alt düzey subaylar hareketinin toplumla birleşerek radikal bir yöne gitmesini engelleyen bir harekettir.
2) 27 Mayıs bu radikalizmi; NATO VE CENTO’ya bağlılık bildirerek.
3) Türkiye’nin Orta Doğu’daki anti-Kürt anti-Arap ve Amerikancı-İngilizci eksenini sürdürerek.
4) Devletin kurumsal ve siyasal ağırlığını zayıflatacak iç gerilimlerin üzerinde ağırlık koyarak aşmaya çalışmıştır.
5) 27 Mayıs; uzun süren, farklı, asimetrik gövdeli ve çeşitli sınıfsal-siyasal motivasyon taşıyan ordu içerisindeki kesimlerin eylemidir. Burada 27 Mayısta radikal ve sol bir yöne ilerlemek isteyen bir ekibin ortaya çıkmasına karşı kendini konumlandıran üst düzey kurmay takımının en önemli motivasyonu Barzani’nin Irak’ta kazandığı ağırlıktır ve bu ağırlığı mutlaka bastırmaktır.
6) 27 Mayıs özgürlükçü bir rejim değildir. Siyasal iktidarın, sanayi burjuvazisi ve bürokrasi elinde sağlamlaştırılmasıdır. Çift kademeli meclis ile siyasetin kurumsal ve hakim olan güçlerce koordinatlandırılmasıdır.
7) 27 Mayıs’tan sonra işçi hareketinin gelişmesi 27 Mayıs’ın marifeti değildir. İsteyen 1960′daki Saraçhane mitingine bakabilir. 27 Mayısçılar öz olarak topluma korporatist olarak bakarlar. Bu bakış içinde her kesimin bir rolü ve ödevi vardır. İşçilerin devrim yapması, grev yapması ve sol yönelime girmesi 27 Mayısçıları her zaman ürkütür. Benzer bir ürküntüyü 9 Martta sol cunta yapmayı planlayan darbeciler 15-16 Haziran ayaklanmasında yaşamışlardır.
8) 27 Mayıs’a gelene değin CHP diktatörlüğü ve DP istibdadı nedeniyle, toplum sürekli korporatist bir misyon ve kutsal-millet olma zorunluluğu arasında sıkıştırılmıştır. Grev hakkı, özgürlükler, ulusal özgürlükler, siyasal özgürlükler, inanç özgürlükleri sürekli ve sistematik biçimde engellenmiştir. 27 Mayıs’tan sonra hem düzen dikiş tutmamış ve bir ihtimal-emek-mücadele sonucu sol fikirler yeşermiştir.
9) 27 Mayıs sol fikirleri yeşertmez. 27 Mayısçılık ve 27 Mayıs ruhu sol fikirleri boğar. Solun, korporatist toplum anlayışıyla hesaplaşması, kendi dinamikleriyle arayışa girmesi, tek parti döneminin zihin kodlarıyla hesaplaşması ve sosyalizm arayışına girmesi 27 Mayısçı zihniyet ( Avcıoğlu-Yön-Kadro Hareketi-TKP-) tarafından engellenir. Toplum sürekli yoğrulacak hamur gibi görülür ve hamuru yoracak gücün zinde güçler olduğu söylenir. Buna kemalist-TKP ardılları da destek verir ve ordu-zinde güçler esas güç olarak görülür.
10) Türkiye’nin Orta Doğu’daki anti-Kürt ve anti-Arap pozisyonu göz ardı edilir. Türkiye sürekli emperyalizm tarafından kuşatılan mazlum millet olarak görülür. Bu bakış açısı içerideki azınlıklar sorunu, milli burjuvazinin gelişimi konusunda Ermeni ve Rum kırımları, Kürt Sorunu, Hatay Sorunu, Alevilik Sorunu görülmez. Kadınlar zaten hiç yokturlar. Dolayısıyla 27 Mayısçı reel politik bakışla buluşan solun ülkenin tarihine, ezilenlerin tarihine bakması ve toplumun içerisinde zengin bir ağırlık oluşturması, bir özne-politik özne olarak ortaya çıkması mümkün değildir.
11) Türkiye’nin iç dinamikleri; bu dinamikleri kuşatan tarihsel oluşumlar, sınıf oluşumları ve devlet oluşumları incelenmez. Her şey iradeden İTC’den CHP’den ve ordudan o da olmadı ordunun ilerici kanadından beklenir. Solun 27 Mayıs 2020′de kaldığı geniş suskunluk ve “mırıldanarak söyledikleri” aslında ilericiydi 27 mayıs ve 27 mayıs anayasası ilericiydi lafları solu da İslamcı tarih tezinin temelleriyle böyle buluşturdu.
SONUÇ TEZİ: İslamcılar millet ve vesayet arasında elitler aracılığıyla yürütülen kültürel-idealist bir okuma yaparlar. Solun ana ağırlığı da kendini kültürel merkez olarak görür ve mücadeleyi ilericilerle-gericiler arasında kurgular. CHP-İTC’den üretilen “politik kutuplaşmanın” taban gücü olmayı kabul eder. Her olumlu ve ileri olan gelişmenin “dışarıdan bahşedileceğini” ve “bahşeden gücün CHP-İTC” olduğunu ifade eder. Kendi mücadelesine, kendi alternatif tarih okumasına ve kendi kaynaklarına yönelmez. Kutsal ve idealist örüntülerle 27 Mayıs’ı lanetleyen ve örtük olarak olumlayan solcu-İslamcı-milliyetçi benzer toplum-tarih-devlet-siyaset temellendirmelerine sahiptir.
1 note · View note
serhatnigiz · 5 years
Text
Tarihsel Emeğin Miras Miktarı Nedir Ne Değildir?
Tumblr media
“İnsanların kendi üretici güçlerini -ki tüm kendi tarihlerinin temelidir- seçmekte özgür olmadıklarını eklemek gereksiz, çünkü her üretici güç, daha önceki eylemlerin ürünü, edinilmiş bir güçtür. Üretici güçler, bundan ötürü, pratik insan enerjisinin sonuçlarıdırlar; ama bu enerjinin kendisi insanların kendilerini içinde buldukları koşullarla, o ana dek edinilmiş üretken güçlerle, kendileri varolmazdan önce varolmuş, kendilerinin yaratmadıkları, bir önceki kuşağın ürünü olan toplumsal biçimle koşullandırılmaktadır. Bu basit olgu nedeniyle; yani birbiri ardından gelen her kuşağın yeni üretime hammadde olarak hizmet eden ve bir önceki kuşak tarafından edinilmiş üretici güçlere kendisini sahip bulması nedeniyle, insanlık tarihinde bir tutarlılık doğar, insanın üretici güçleri ve bundan ötürü de toplumsal ilişkileri daha da geliştikçe, insanlık tarihi, her zamankinden daha çok bir insanlık tarihi biçimine bürünür. Böylece, bunun zorunlu sonucu olarak, insanların toplumsal tarihi, onlar bunun bilincinde olmasalar da, kendi bireysel girişimlerinin tarihinden başka bir şey değildir asla. İnsanların maddi ilişkileri, tüm ilişkilerin temelidir. Bu maddi ilişkiler, maddi ve bireysel eylemlerin içinde gerçekleştiği zorunlu biçimlerden ibarettirler.”
Karl Marx, Marx’tan Paul Annenkov’a, Brüksel, 28 Aralık (1846)
Emekolojik açıdan genel bir tanımlama yapmak gerekirse; ilk emek biçimi olan toplayıcı emekten başlayarak av emeği ve tarım emeği de dahil olmak üzere, sanayi emeğine kadar uzanan süreçte kristalize olmuş bütün bu emek biçimlerinin/üst-türlerinin ve alt-türlerinin birleşik hareketi ile oluşmuş olan emek zenginliğinin, bugüne kadar ki icatçı ve kullanıcı paylarına dayalı ortak birikimine, tarihsel emeğin miras miktarı adı verilir. Örneğin, emeğin yayılım grafiği baz alındığında D-5 icatçı ve kullanıcı paylarının hesaplanabilmesi için gerekli olan tarihsel emeğin miras miktarlarının belirlenebilmesi; ancak D-5’e göre D-4’te toplanmış emeğin miras miktarlarının hesaplanabilmesi ile mümkündür.
İster burjuvayan-iktisat teorileri olsun, ister proletaryan-iktisat teorileri olsun, bunların değer-yasaları hiçbir zaman tarihsel emeğin miras miktarlarını görmek istememiştir. Dolayısıyla; her iki iktisat ekolününde emek araçlarını “sabit sermaye” ve “ölü emek” olarak görmesi de yine bu yanılsamadan kaynaklanmıştır. Aslında “sermaye” diye bir iktisadi kategorisi de yoktur. Gerçekte ise; icatçı ve kullanıcı emek güçlerinin ödenmiş ya da ödenmemiş olan tarihsel/toplumsal emek miras miktarlarının toplamı (totali) vardır. Bunun görülememesinin asıl nedeni de; kuşkusuz emek türlerinin birleşik diyalektik hareketinin görülmek istenmemesidir. Başka bir deyişle, böylesi bir fikrin olabileceğinin emekoloji’ye kadar hiç düşünülmemiş olmasıdır. Yoksa ne klasik ingiliz ekonomi politiğinin temsicisi olan Ricardo’nun emek-değer teorisi, ne de proletaryan-iktisadının temellerini atan Marx’ın Ricardo’nun görüşlerinin üzerine eklediği toplumsallaşmış-emek-zaman miktarlarına bağlı artık-değer teorisi, gerçek manada bir emek-değer teorisine de dönüşememiştir. Diğer bir deyişle, ne Ricardo ne de Marx gerçek manada bir emek-değer teorisi ortaya koymayı başaramamıştır. Dolayısıyla; Ricardo ve Smith’e kıyasla bir tık önde olsa da, Marx’ın artık-değer teorisi sanayi emek zaman üzerinden proleter kullanıcı paylarının hesaplanmasına dayalı eksik ve yanılsamalı bir değer teorisi olarak kalmıştır. Hiç kuşkusuz burjuvayan-iktisada kıyasla proletaryan-iktisat görece daha ilerde olsa da, lakin bu durumda bile; emek-değerin sanayi-değer tarzında kristalize olmuş biçiminin sanayi-doğa/rant-değerin belirlenmesini dahi sağlayamadığı da düpedüz ortadadır. Kısacası; proletaryan-iktisadının bugüne kadar göremediği, gözlemleyemediği şeylerin başında hiç kuşkusuz tarihsel emeğin miras miktarı gelmektedir. [1].
Tarihsel olarak emek araçları karşısındaki icatçı ve kullanıcı konumlanışlara göre şekillenen sınıf gerçekliğini anlamamış olanların; emek türleri ve emek araçları dolayımıyla ortaya çıkan nesnel-emek ve öznel-emek korelasyonlarına (permitasyonlarına vs.) bağlı olarak oluşan emek mefhumunu anlaması da mümkün değildir. Netice de; emeği salt ortaya çıkmış ürün ve para olarak gören meta-fetişizmi de bu yanılsamadan kaynaklanmaktadır. Dahası; emek türü, emek araçları, icatçı ve kullanıcı kompozisyonları vs. bağlamlarında ortaya çıkan sınıf gerçekliğini anlayamayanlar, diğer taraftan “eşitsiz ve birleşik gelişme yasası” ya da “değer yasası” gibi uydurulmuş teoremler üzerinden bugünde kendilerini varetmenin (siyasal manada bir varlık yokluk mücadelesi yürütmenin) peşine düşmüş durumdadırlar.
Herşeyden önce emeğin tarihsel hareketi emek türlerinin birleşik tarihsel hareketinden başka da bir şey değildir. Bu tanımlama gereği tarihsel-emek; emek türlerine, emek araçlarına, eski ve yeni icatçı-kullanıcı emek güçlerine ve bunların arasındaki birleşik çatışkı diyalektiğine göre şekillenen “eşitsiz ve birleşik gelişme” dinamikleri ölçeğinde insanın doğa üzerindeki tahakküm mücadelesi ve bunun tarihsel derekeleri ile belirlenen bir toplumsal sınıflar tarihidir. Dolayısıyla; farklı farklı emek tarzlarının işleyiş ve gelişme şekillerine göre “eşitsiz ve birleşik gelişen” tarihsel emek sistemleri, kendi içlerinde savaşan, kapsayan, eriyen, parçalanan, yıpranan, yıpratan, zorlayan, deviren, devrilen, ikna eden ve sıçrayan sistemler olarakta gelişme kaydetmişlerdir.
Farklı farklı emek ve emek güçlerinin birleşik savaşımının ansal ve tarihsel kesitlerine (foto-kesitlerine) eksik ve yanılsamalı bir biçimde “eşitsiz ve birleşik gelişim yasası” denmesi; asıl olarak tarihsel emeğin birleşik çatışkı diyalektiğinin anlaşılamamasından kaynaklanmıştır. Dolayısıyla; emek türlerinin tarihsel dizilim ve yayılım grafiğini inceleyen aklı başında her insan “eşitsiz ve birleşik gelişim yasası” diye bir yasanın pratikte/nesnel karşılığının olmadığını da rahatlıkla görebilir. Gerçekte; eşitsiz ve birleşik gelişim yasası adıyla anılan şey, nitel ve nicel emek türlerinin birleşik çatışkı diyalektiğinden/iş bölümü mekaniğinden başka da bir şey değildir. Dolayısıyla; tarihi, toplumu, sınıfları, insanı meydana getiren de emek ve emek türlerinin tarihsel miras (icatçı ve kullanıcı da süzülmüş cansız emek değer) ve toplumsal emek değer (o an ki emek türüne göre icatçı ve kullanıcı canlı emek) şeklindeki birleşik total-değer yasasıdır.
Proletaryalist iktisadın iddia ettiğinin aksine; değer ve artık-değer salt emek araçlarının kullanıcı emek güçlerinin toplumsal ve bireysel emek miktarlarına göre belirlenemez. Benzer bir şekilde; burjuvayan iktisadın da iddia ettiğinin aksine, değer ve artık-değer salt emek araçlarının icatçı emek güçlerinin toplumsal ve bireysel emek miktarlarına göre de belirlenemez. Kuşkusuz hem emek araçlarının icatçı-emek-miktarları hem de kullanıcı-emek-miktarları değer ve artık-değerin oluşumunun sadece bir kısmını meydana getirmektedir. Gerçekte ise değeri ve artık-değeri belirleyen tek ölçü birimi vardır ki; o da nesnel ve öznel/somut ve soyut/canlı ve cansız vs. olmak üzere tarihsel emeğin miras miktarlarıdır. Konuya ilişkin olarak somut bir örnek vermek gerekirse; D-4 emek türüne bağlı icatçı ve kullanıcı emek miktarlarında kristalize olan değer ve artık-değer oranları ancak D-4 emek türünün oluşumunu sağlayan, sırasıyla (geriye doğru) D-3, D-2, D-1 şeklindeki emek-tür-serisi ile belirlenebilir. Dahası: bu hesaplama serisi C-tarım, B-av, A-toplayı değer ilişkileri de dahil edildiğinde, emeğin tam manasıyla bütünsel tarihsel hareketi de/fotografını da ortaya konulabilmektedir. Son tahlilde, bir yandan icatçı ve kullanıcı faktörleri de kapsayacak bir biçimde toplumsal emek miktarları, diğer yandan tarihsel emeğin miras miktarları, değerin ve artık-değerin asıl kaynağını teşkil etmektedir. Dolayısıyla; değerin asıl kaynağının meydana getiren şey, değeri yaratan emeğin türlerinin tarihsel (geçmişleşmiş-bugünün) ve toplumsal (bugünleşmiş-geçmişin) iş bölümü deviniminden başka da bir şey değildir.
Emekolojik değer teorisine açıktan ya da gizli itiraz edenlere “Bilal’e anlatır” gibi anlatmak farzdır! Sanayi emek türü gökten zembille mi indi? İnmediğine göre; en basit anlatım şekliyle sanayi emeği kendisini var eden tarihsel ve toplumsal koşullardan ayrı ele alınamaz. Dolayısıyla; her hangi bir emek tekniği her şeyden önce o emek tür tekniğinin özelliklerini belirleyen miras değerleri ile birlikte var olmak zorundadır. Nasıl ki; mekaniği bilmeyen elektriği bilemezse, elektriği bilmeyen elektroniği de bilemez. Dahası; söylesi “provakatif” bir soruyu da akla getirmek gerekir: hangi D-3 burjuvası/sanayi-burgu D-2’den başlayarak daha da gerilere gidersek tüm emek türlerinin mirasına bir değer ödemiştir? Burjuvayan-iktisatçılar ya da proletaryan-iktisatçılar D-3 burjuvazisinin ödediği tarihsel emeğin miras miktarını gösterebilir mi? Ya da yalnızca D-3 proleterlerinin ödediği tarihsel emeğin miras miktarlarını gösterebilir mi? Aslında ne D-3 burjuvazisi ne de D-3 proletaryası devraldığı tarihsel emeğin miras değerlerini gösteremez! Başka bir deyişle, bu durum; D-3 burjuvazisinin ya da D-3 proletaryasının kendilerinden önceki emek türlerinden kendi emek türlerine emek-mirası olarak kalan emek-miras-miktarlarına hiçbir “bedel ödemeden” sahip oldukları; dahası kendilerinden önce var olan emek-miras-miktarlarının zenginliklerini bedel ödemeden “gasp ettikleri”, yani kendilerinden önceki emek-değere ve artık-değere sanılanın aksine hiçbir katkı koymadıkları anlamına da gelmektedir. Başka bir deyişle, şayet “değer” kendinde bir şey olarak kendinde bir “hiç-lik” olarak anasız ve babasız doğabiliyorsa, o şeyin var olmak için kendisi dışında hiçbir şeye de ihtiyacı yok demektir. Böylesi bir “emek-ontolojisine” kargalar bile güler iken, tüm tanrı teorileri de bu ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle, insan, emek türü, toplum ve sınıf salt kendinden menkul ise, anası babası yok, oğlu kızı yok ise, o bildiğimiz teolojik tanrı-emek teorisinden başka da bir şey değildir.
Tarihsel emeğin miras miktarını red edenler; örneğin sanayi emek türünün tarım emek türüne “ödediği değerleri” kanıtlamakla mükelleftir. Aksi takdirde; karşımızdaki şey, anasız/babasız doğan ve gökten zembille inen “insan-üstü” bir tanrı-kapitalizminden başka da bir şey değildir. Dahası; böylesi bir “kapitalizm” bugün ki emek-türüne ve emek-tekniğine ilahi yollardan kavuşmuş olan “doğa-üstü” bir kapitalizmdir. Asıl gerçek her emek türünün “bedelini ödemeksizin” de olsa, kendisinden önceki emek-türlerinin ve emek-tekniklerinin kendisine bıraktığı emek-mirası sayesinde varolabildiğidir. Tarihi kendisinden/sanayi emeği ile başlatan, kendisinden önceki insanlığın değerlerini/emek-mirasını hiçe sayan hiçbir sosyalist-ekonomi-politika varolamaz. Dolayısıyla; burjuvazinin sanayi emek araçlarının icatçısı olması nedeniyle tüm (ilkel, köleci, feodal) emek değerlerinin/artık-değerin kendisine ait olduğunu iddia etmesi ne derece saçma ise, salt bu araçların kullanıcısı olduğu için proletaryanın tüm emek değerlerinin/artık-değerin kendisine ait olduğunu iddia etmesi de, o derece saçma ve akıl dışıdır. Kısacası; burjuvazinin icatçı-sınıf olmaktan, proletaryanın da kullanıcı-sınıf olmaktan gelen konumu gereğince, emek-değerin ve artık-değerin salt kendisine ait olduğu argümanı, içi boş bir iddiadan başka da bir şey değildir. Dolayısıyla; bu abzürt iddia hiçbir şekilde nesnel ve iktisadi temeli olmayan öznel bir yanılsamanın ötesine de geçememektedir.
Klasik proletaryan-iktisatın diliyle konuşmak gerekirse; tarihsel emeğin miras miktarı üretim araçlarının üretiminde cisimleşmiş olan ve değişmeyen sermaye biçimindeki burjuvazinin özel mülkiyetinde olduğu sanılan ölü emektir. Halbuki bu eksik ve yanılsamalı bakış açısının aksine emek/üretim araçlarında cisimleşen miras değerleri, hem kendi değerleriyle hem de kendisinden önce gelen miras değerleriyle birlikte var olmak zorundadır. Ve yine örneğin; D-1 / D-2 / D-3 / D-4 / D-5 proleterlerinin kullanıcı artık-değerlerini de bu kullanıcı-miras değerlerine eklemek gerekmektedir. Keza; soyut-icatçı emek payının oluşumunu belirleyen “soyut-miras-miktarları” ve soyut-kullanıcı emek payının oluşumunu belirleyen “soyut-miras-miktarları” da bu değerlere eklenmelidir. Başka bir deyişle, hem icatçının hem de kullanıcının miras-paylarını hem emek araçlarına hem de metaya (ve haliyle meta’nın bir formu olarak para-meta’ya) katmak gerekmektedir. Ayrıca; “sermaye” dediğimiz kategori emekten bağımsız/ona yabancılaşmış bir şey de değildir. Aksine sermaye tarihsel ve toplumsal olarak toplanmış bir emek formu ve kategorisidir. Diğer bir deyişle, sermaye emeğe ait iken, emek ise sermayeye dair’dir. Bu yüzden emeksiz bir sermaye düşünülemeyeceği gibi, sermayesiz bir emekte düşünülemez. Nasıl ki köle-emeği olmasaydı köle sahibi-sermayesinden, nasıl ki köylü-emeği olmasaydı feodal efendi-sermayesinden söz edilemezse; proleter-emek olmadan da bir burjuva kapitalist-sermayeden ve bunların emek-biriktirmeye dayalı mülkiyet ve sömürü biçimlerinde de söz edilemezdi.
Ne yazık ki günümüz “Marksistleri” Marx’ın bile gerisine düşmüş durumdadır. Keza; Marx hiçbir zaman sermaye kavramını kapitalizmle özdeş olarak kullanmamış; hatta pre-kapitalist toplumlara ilişkin araştırmaları bütünsel bir teorik yapıya kavuşmuş olmasa da, sermayenin ve metanın ilkel biçimlerinden de bahsetmiştir. Ta sermaye’yi (aslında emeği!) ilkel döneme kadar götüren Marx’ın aksine, günümüzün sözde marksistleri sermayenin tarihini sanayi emeği/kapitalizm ile başlatarak aslında “anti-marksist” bir tutum sergilemekten de kurtulamamaktadır. Özellikle de kimi proletaryan-marksistlerin marksist yazına ilişkin sığlıkları insanı hayrete düşürecek cinstendir. Keza; bu sözde marksistler okuduklarını dahi anlayabilecek ve yorumlayabilecek bir kapasiteye/ufka sahip değildir.
Gerçekte emeğin birimi yine başka bir emek birimi ile ölçülür. Bu yüzden “emek zaman” kavramı her toplumsal emek sisteminde varolan bir kavram ola gelmiştir. Emekten bahsediyorsanız zaten “küçük”, “orta” ya da “büyük” ölçekli bir emek sisteminden ve emek zamansallığından bahsediyorsunuz demektir; ya da ilkel, köleci, feodal, kapitalist ölçekli bir emek sisteminden ve zamansallığından bahsediyorsunuz demektir. Örneğin, hiç kimse kalkıp mekanik-emek-zaman olmadan bir feodal toplum biçiminden bahsedemez. Dahası; klasik proletaryan-iktisat açısından ele alındığında: “artık-değerin değişmeyen-sermayeye dönüşmüş olarak görülen kısmı emek-zamandır” der isek; aslında bu emek-zaman kavramından hiçbir şey anlamamaktır. Keza; emek zaman: bir ürünün/metanın üretilmesi için gerekli olan toplumsal emek zamandır. Şayet bu üretim mekanik emeğe dayalı olarak feodal toplumda gerçekleşiyorsa, bu üretim “mekanik-emek-zaman” kategorisi içinde yer alıyorken, benzer bir şekilde kapitalist toplumda ise bu üretim “sanayi-emek-zaman” kategorisi içinde yer almak zorundadır. Neyin neyin içinde olduğunun ve neyin neyin içinden doğduğunun belirlenebilmesi; ancak “baskın” ve “çekinik” konumda olan emek tarzlarının ve tekniklerinin doğru bir biçimde sınıflandırılması ve tanımlanabilmesi ile mümkündür. Ayrıca; emeğin başka bir emek ile ölçülmesi kategorisi toplumsal emek zaman dilimlerinin ve türlerinin tarihsel emek zaman dilimleri ve türleri ile ölçülmesini de gerektirmektedir. Zaten tarihsel emeğin miras miktarlarını belirlemek demek; tarihsel emeğin türsel ve alt-türsel emek zamanlarına nominal ve soyut (matematiksel) değerler vermek demektir. Belirli bir emek türünün belirli bir alt emek türüne olan oranı salt her iki tarihsel zaman miktarının nominal yükseliş değerlerinin karşılaştırılması ile hesaplanmak zorundadır. Yoksa tarihsel miras değerlerindeki nominal ve soyut miktarlar birbirleri ile kıyas yapılamadığı sürece, bugüne kadar gelen tarihsel değerin total-değeri de hesaplanamaz. İşte emokolojik tarihsel emeğin miras değer teorisi; tarihsel miraslarda tek tek, form form, süzülmüş olan soyut nominal değerlerin bütününün üst üste toplanması ile ortaya çıkan bir değer biçimidir. Dolayısıyla; emekolojik açıdan tarihsel miras değeri dendiğinde tarihsel emek zaman formlarının totalinin toplamı kastedilmektedir.
Kaldı ki; her toplumda emek-zaman üzerinden yapılan üretim ortaya çıkan ürünü/metayı kapsarken, o metanın ve ürünün sadece bir kısmını artık-emek-zaman dilimi oluşturmaktadır. Başka bir deyişle, gerçekte artık-emek-zaman kategorisi emek-zaman kategorisi içindeki bir alt-kategoriden başka da bir şey değildir. Diğer bir deyişle, emek-zaman kategorisi içerisinde artık-emek-zaman kategorisi bir alt-kategori iken; emek-zamandan bağımsız bir artık-emek-zaman kategorisi de bulunmamaktadır. Emek-zaman her zaman soyut ya da somut değer yaratır. Dolayısıyla; yaratılmış olan şeyin her zaman karşılığı somut bir ürün/meta ya da para olmak zorunda da değildir. Aynı ölçekte; artık-emek-zaman da her zaman artık-değer yaratır. Başka bir deyişle, salt kendi başına emek-zaman artık-değer yaratmaz, artık-emek-zaman artık-değer yaratır. İster bu icatçı-emek-zaman açısından olsun, ister kullanıcı-emek-zaman açısından olsun, her daim artık-emek-zaman artık-değer yaratmakla mükelleftir. Dolayısıyla; artık-değer yaratmayan bir artık-emek-zaman da oksimoron bir emek-zaman tanımlamasıdır.
Dahası, emekolojik iktisat kuramı açısından ele alındığında; proletaryan-iktisatçıların her sıkıştıklarında sarılmayı pek bir sevdikleri “ölü emek”, “cansız emek”, “değişen/değişmeyen sermaye” gibi kavramlar bile (şimdilik emekolojistler de bu kavramlardan yararlanmak zorunda kalsa da) sorunlu kavramlardır. Aslında bu kavramların bilimsel bir içeriği de bulunmamaktadır. Proletaryan-iktisadın burjuvayan-iktisattan devraldığı bu sorunlu kavramlardan vakti zamanı gelince topyekün kurtulmak elzemdir. Elbette ki bu “kurtulma” işi; belirli bir disiplin ve yöntem altında yapılacak olan bilimsel araştırmaları, yeni kavramları ve çok daha özgün yorumlama şekillerini de zorunlu kılmaktadır. Kısacası; emekolojinin en önemli saç ayaklarından birini meydana getiren emekolojik değer teorisinin kapsamının geliştirilmeye açık olması hasebiyle, bu hedefe adım adım ulaşıldıkça tüm sorunlu kavramlar ve kategoriler de kapsanarak aşılacaktır. Bu süreç komünizm mücadelesi varoldukça komünizmin şafağına kadar devam edecek ve ondan sonrada emekolojik değer teorisi doğalojik değer teorisi içinde süzülerek kristalize olacaktır.
Emek/üretim araçlarına ilişkin olarak (popüler bir ifadeyle “teknolojik gelişmeler de”) gerçekleşen ilerlemeler de icatçı ve kullanıcı konumlanışların oynadığı rolün önemimi kavrayamamış olan proletaryan-iktisat; bu araçlara ilişkin her türden yeniliği tümüyle mülkiyet ilişkilerinin bir alt fonksiyonu olarak ele almaya devam etmektedir. Bu bakış açısına göre; burjuvazi/kapitalistler sınıfı üretim araçlarının mülkiyetine sahip olmak ve bu sayede artık-değere el koymak dışında hiçbir işlev görmemektedir. Halbuki emek/üretim araçlarındaki emek-tekniklerine ilişkin gelişmeler gerçekte icatçı-kullanıcı diyalektiğinin bir sonucudur. Tüm sınıflı tarihte yine bu icatçı-kullanıcı diyalektiğinin bir sonucu (yönetenle yönetilen arasındaki mücadelenin bir sonucu) olarak ortaya çıkmıştır. Mülkiyet ilişkilerinin fonksiyonel özelliklerini belirleyen şey de emek/üretim araçları karşısındaki bu icatçı ve kullanıcı konumlanışlar ve sınıf/tabaka hiyerarşileridir. Yoksa sınıflı toplumlar tarihini bir avuç gözünü para hırsı bürümüş kötü insana bağlayan ya da insanlığın kurtuluşunu sulandırılmış kahramanlık öyküleri ile açıklayan her türden idealist tarih okumasına da karnımız tok! Kötü insanlar geldiler, mülkiyeti ele geçirdiler ve emekçileri köle yaptılar şeklindeki arabesk tarih anlatımının bilimle hiçbir alakası olamaz. Toplumsal sınıfları emek/üretim araçları karşısındaki icatçı ve kullanıcı konumlanışlara oturtmayan her görüş; gerçekte (komünizmin yol ve yöntem sorununu çözme arayışı olarak) Marksizm’den de uzaklaşıyor demektir. Kuşkusuz buradaki “Marksizm” vurgusundaki asıl kasıt; Marx ve Engels’in öncülüğünde başlayan (ve elbette Lenin’in katkıları ile de özel bir politik biçim alan) bilimsel komünist faaliyetin teorik, politik ve örgütsel ayaklarının emeğin tarihsel devinimine göre yeniden düzenlenmesidir. Bu da en başta yol ve yöntem sorunu noktasında düğümlenmektedir. Kuşkusuz emekoloji’nin bu yol ve yöntemi de tarihsel emeğin miras miktarlarında saklıdır.
Binlerce yıla yayılan uygarlık tarihinin son beş asırlık kesitinde tarih sahnesine çıkmış olan ve yalnızca iki asırlık kesitinden bu yana dünyayı yöneten burjuva sınıfı, kendisinden önceki köle sahiplerinin, feodal derebeylerin izinden giderek; koca bir insanlık tarihinin yaratmış olduğu emek mirasını yok sayarak, tüm tarihi kendisiyle başlatma histerisine kapılmıştır. Keza; burjuvazi sanayi emek araçlarının icatçısı olması durumunun, o’na bu hakkı “doğuştan verdiği” yanılsaması içindedir. Dolayısıyla; hem burjuvazinin yönetme hırsı hem de kapitalizmin kendisini “ebedi ve ezeli bir sistem” (tanrı/teokapitalizm) olarak görme yanlışı da, yine bu yanılsamadan kaynaklanmaktadır. Öte yandan, tuhaf bir gerçek daha vardır ki; sanayi emek araçlarının kullanıcı-sınıfına atfen, proletaryalist-ütopistler ise kapitalizmin kendisinden önceki sistemlerden devraldığı tarihsel emeğin miras miktarlarını kullanıcı-sınıf-proletarya adına “gasp ederek” bundan sosyalizm/komünizm çıkarabilecekleri yanılsamasına düşmüşlerdir. Dolayısıyla; proletaryanın olmayan icatçı bilincinin dışardan parti ya da devlet (proletaryanist-efendicilik!) kanalıyla giderilmesi yoluyla kurulmaya çalışılan sistemlerde haliyle kimi önemli başarılar elde etmiş olsa da, nihayetinde temsiliyetçi-proletaryanizm sanayi emeğinin kapitalist ufkunu ve kurumlarını aşmayı da başaramamış; onun düalist anlamda bir başka varyantı/versiyonu olarak kalmaktan da kurtulamamıştır.
Aslında burjuvazi mekanik feodal dünyaya, onun yaratmış olduğu tüm değerlere ve tarihsel-toplumsal zenginliğe karşı, sanayi emeğinin emekolojik dünyasının toplumsal ve tarihsel değerlerini varettiği için, feodal dünya ile kapitalist dünya arasındaki farkın dağlar kadar olması nedeniyle, Samanyolu Galaksisi'ni feth edebileceği, adeta “yüce dağları ben yarattım!” şeklindeki şizofrenik-icatçı-psikolojisinin ötesine de geçememiştir. Burjuvazi; feodal icatçı emek güçlerinin tanrılarına karşı kendi sanayi emek güçlerinin tanrılığını ilan etme, diğer emek dünyalarına karşı kendi zaferini kutsal ilan edip, proletaryan-kullarının da kendi iktidarına secde edeceği ve kendi sisteminin sonsuza kadar varolacağı yanılgısına düşmekten de kurtulamamıştır. Aksine; sanayi emeğinin tanrılarına ve ona sonsuza kadar kulluk edeceği varsayılan proletaryaya karşın, “Marksizm” proletaryan-efendiler-tanrıları ile kapitalizme karşı çıkarak tarihteki yerini de almıştır. Lakin; ne burjuvazinin sanayi emeğinin icatçı-tanrılığı ne de proletaryanın kullanıcı-tanrılığı sonsuza kadar sürmemiş, tam tersine her ikisinin de hesaplamadığı bir şekilde emeğin gelişimi devam etmiş ve teknik emeğin (elektronik-kültür) dünyasının değerleri ve kavramları her geçen gün daha çok sanayi emeğinin dünyasını istila etmeye başlamıştır.
Nasıl ki sanayi emek araçlarının icatçıları olan burjuvalar biri biri üzerine geçerek ilerleyen geçmiş tarihsel emeğin mirasını “gasp ederek” kendi varlıklarını ve sistemlerini güvence altına alma yoluna gittiyse, bugünde proletaryalist-ütopistler sosyalist toplumun maddi temelini oluşturan teknik emeğin tarihsel mirasını “gasp ederek” kendi varlıklarını garanti altına almaya çalışmaktadırlar. Adeta tereciye tere satmaktadırlar! Dolayısıyla; proletaryalist-ütopizmin emekoloji ve protekya karşısındaki öfkesi de gayet anlaşılabilir bir öfkedir. Kısacası; bugün için burjuvazi geçmişin mirasını çalmak ile meşgulken, ütopist-proletaryalistler ise geleceğin mirasını çalmak ile meşguldür. Lakin; her iki tarafında anlamaktan uzak olduğu asıl gerçek şudur ki; hiçbir emek-türü ve emek-gücü, bir önceki ve bir sonraki emek-türü ve emek-gücünden bağımsız olarak bir değer (kendine has-içkinleşmiş bir prakis) yaratamaz. Bu gerçek bilince çıkarılamadığı müddetçe; bilimsel komünist hareket içerisinde tarihsel emeğin miras miktarının ne olup olmadığı da doğru bir biçimde kavranamaz; dolayısıyla proletaryalist-ütopizmin düştüğü yanılsamalar da asla aşılamaz.
Marx ve Engels döneminde tarihsel emeğin miras miktarı bir olgu olmanın ötesine geçememiş iken (ki Marx ve Engels döneminde tarihsel emeğin miras miktarı hesaplanabilir bir bilimsel yönteme kavuşamamıştı), bugün ise tarihsel emeğin miras miktarı bir emek yasası olarak emekolojik yöntem sayesinde hesaplanabilmektedir. Başka bir deyişle, icatçı ve kullanıcı emeğin, canlı ve cansız emeğin toplumsal emek miktarında kristalize olan (eriyen) değeri, tarihsel emeğin miras miktarının katılımı ile ölçülebilmektedir. Son peygamber ve son din burjuvazi ve kapitalizm masallarına karşı son peygamber ve son din proletaryalist-sosyalizm masalları da bu gerçeği değiştirmeyecektir. Dolayısıyla; hem burjuvayan hem de proletaryan masallara dayanan iktisat teorilerinin aynı oranda dünyayı yorumlama ve değiştirme noktasında ki eksiklikleri de, emekolojik değer teorisinin tarih sahnesine çıkması ile birlikte iyice ayyuka çıkmış, çözülme sürecine girmiş ve inandırıcılığını tamamen kaybetmiştir. Dünyanın son 20-30 yıllık fotografına bile bakmış olsak; ne yönetenler ne de yönetilenler varolan sistemden memlun değildir ki, dünyanın her köşesinde yerel, yöresel, bölgesel çaptaki çatışmalar kendisini göstermekte, mevcut devlet yapıları başta olmak üzere, temsiliyetçi siyasal sistemler, yani kapitalizmin genel bekası çöküş ve yokoluş evresine girmiştir. Bu göstergeler ışığında söylemek gerekir ki; kapitalizm bu yapısı ile birlikte tam manasıyla tarihsel glokalist sistemi aşamaz ve tarihsel bir glokalist-kapitalist sistem kuramazsa, yokolmaktan da kurtulamayacaktır.
Emekolojik değer teorisi ile bağlantılı olan sınıf tartışmasının izdüşümü olarak yeni sınıf gerçekliğini kavrayamayan proletaryanizm; doğal olarak protekyanın sosyalizm mücadelesinde ki merkezi önemini de kavramaktan uzak bir görüntü sergilemektedir. Her fırsatta Bolşevizm’e gönderme yapmayı pek seven bu proletaryalist-sollar; gerçekte Bolşevizm’in devrimci özünü de anlamaktan uzaktır. Zira; Rusya’da proletarya azınlık iken bile, proletarya “önderliğinde” proleter-köylü ittifakına dayanan bir devrim olmuşken, bugün emeğin en ileri kesimini temsil eden protekyanın önderliği atında protek-proleter ittifakına dayanan bir devrim perspektifi ise günümüz realitesi olmayı da sürdürmektedir. Başka bir deyişle, hem demokratik görevler hem de sosyalist görevler açısından (ki bu ikisi birbirinden ayrı tutulamaz) protekyanın hegemonyasının belirleyici olduğu günümüz bolşevizminin asıl teorik ve pratik gücü de bu noktada düğümlenmektedir. Kısacası; bugünün tek bir bolşevizmi vardır, o da protek-bolşevizm’idir!
Proletaryalist-solların tüm argümanlarına karşın sosyalist devrimin önderliğini proletarya yapamaz. Keza; her şeyden önce bu görüş nesnel açıdan mümkün değildir. Zira; mekanik feodal emeğin elektriksel sanayi emeğine eklemlenmesi sonucunda oluşan proleter-kullanıcı sınıf mı, yoksa elektriksel sanayi emeğinin üzerine eklemlenmiş elektroniksel teknik emeği temsil eden protekya mı emek tekniği ve bilimi açısından daha ilerdedir? Kuşkusuz emek tekniği ve bilimi açısından protekya kendisinden önce gelen sanayi emek tekniğinin ve biliminin sınıfları olan burjuvazi ve proletaryadan kat ve kat daha ileri bir sınıfsal konumu işgal etmektedir. Mecazi anlamda söylemek gerekirse; bugün üretimi yöneten klavyelerin “on ve off” tuşlarını elinde tutanlar proteklerden başkası değildir. Nasıl ki mekanik bilinmeden elektrik bilinemezse, elektrik bilinemeden de elektronik bilinemeyeceği gibi, protekyanın önderliği olmadan da sanayi emeğinin kullanıcı sınıfı olan proletarya da devrim yolunda (tıpkı köylülük gibi) yıkıcı bir devrimci güç olarak örgütlenemez. Başka bir deyişle, protekyanın bir sınıf olarak kendi kaderini tayin hakkı gerçekleşmeksizin, proletaryanın bir sınıf olarak kendi kaderini tayin hakkı da gerçekleştirilemeyeceği gibi, protekyanın kurtuluşu sağlanmadan proletaryanın da kurtuluşu sağlanamaz.
Nasıl ki Marx ve Engels (D-3) döneminin proletaryası dıştan yanmalı buharlı sanayide çalışıyorsa, nasıl ki Lenin (D-4) döneminin proletaryası içten yanmalı/patlamalı motorlu sanayide çalışıyorsa, nasıl ki D-5 döneminin (bugünün) proletaryası içten elektronik devreli/işlemcili motorlu sanayide çalışıyorsa; bir sınıf olarak proletarya tarihsel süreç içinde kabaca sanayi emeğine özgü üç alt emek türünden geçerek bugün ki güncel sınıf biçimini kazanmıştır. Ve yine aynı ölçekte tarım emekçileri olan köylülerde; Marx ve Engels (C-6) dönemi köylülüğü, Lenin (C-7) dönemi köylülüğü ve bugünün C-8 (teknikleşmiş-köylülüğü) olmak üzere, feodal mekanik emekten koparak sanayi emeğine ve oradan da “elektronik-köylülüğe” doğru hızlı bir geçiş süreci içinde bulunmaktadır. Kuşkusuz emek türü ve emek aracı karşısındaki konumlanışlara göre şekillen sınıf bileşenlerini tek tek saymaya kalksak ciltler dolusu yazmamız gerekeceği için, şimdilik sadece bütün bu sınıf biçimlerini ana emek türlerinin ve kısmen alt emek türlerinin temel kalıp ve ölçekleri ile tanımlıyoruz. Dolayısıyla; sınıflar emek tarafından belirlendiğine göre, sürekli değişim, gelişim ve dönüşüm içinde olan emeğin sınıf biçimlerinin de değişmediğini, gelişmediğini ve dönüşmediğini iddia etmek; şeylerin hem içkinleşmiş özlerinin hem de kendilerini dışsallaştırma biçimlerinin sürekli “ilk ortaya çıktıkları” gibi durağan ve hareketsiz kaldığını sanmaktan başka da bir şey değildir. Felsefe diliyle söylersek bu metafizik algı; asıl olarak emeğin diyalektik işleyişinin emek türlerine bağlı olarak meydana gelen çok boyutlu sınıf yapılanmasının anlaşılamamasından kaynaklanmaktadır.
Öte yandan, salt sınıf tanımlamaları açısından değil, örneğin sömürgecilik ve emperyalizm kavramları açısından da proletaryanistler aynı teorik ve bilimsel körlüğü/dar kafalılığı sürdürmektedir. Haliyle; glokal-sömürgeciliğe/emperyalizme dayanan glokal-kapitalizm cağında devrimlerin asıl “ana kartının/işlemcisinin” protek devrimlerden geçtiği de görülmek istenmemektedir. Nasıl ki; geçmişte kısmende olsa (özellikle de minimal-feodalizmin ve feodal-devlet yapılarının tasfiyesi noktasında) minoktokratik-kapitalizmin panzehiri proleter devrimler olduysa (Örneğin, Rusya ve Çin’de), bugünde gloktokratik-kapitalizmin ve dolayısıyla onun neden olduğu savaş, yıkım, terör, açlık, yoksulluk, işsizlik vs. gibi sorunların asıl panzehiri de protek devrimler olmaya devam etmektedir.
Kaldı ki; feodal dönemde ön-sanayi-emeği D-1 / D-2 / D-3 ve C-4 / C-5 / C-6 iş bölümü ilişkilerinin güdümündeydi. Başka bir deyişle, bu dönem boyunca sanayi emeği bir oluşum sürecindeydi. Şayet bütün bu oluşum süreçleri var olmasaydı; bugün için D-4 / C-6 ve D-5 / C-7 biçimindeki sanayi ve tarım emek ilişkileri de ortaya çıkamazdı. Dolayısıyla; sanayi emeğinin nicel dönemleri, o dönemde tarım emeğinin nitel dönemlerine tekabül ettiği için (feodalizm içindeki ön-kapitalizme tekabül ettiği için), tarım emeğinin baskın sanayi emeğinin çekinik olduğu iş bölümü ilişkileri o dönemin üretim biçimini de/emek tarzını da haliyle belirliyordu. Genel olarak iş bölümü ilişkileri bu şekilde idi. Bu emek geçişselliği emekolojik yöntem açısından Genel Emek Biçimi (GEB) / Eski Emek Biçimi (EEB) ve Genel Emek biçimi (GEB) ve Yeni Emek Biçimi (YEB) şeklinde formüle edilmiştir. Zira; bugüne kadar ortaya çıkmış olan bütün bu toplum biçimlerinde (ilkel, köleci, feodal, kapitalist olsun hiç farketmez) bahsi geçen iş bölümü ilişkileri egemen olmuştur. Ne zaman ki bu iş bölümü ilişkileri değişmeye başlamışsa, işte o zaman eski toplum adım adım çökerken, ufukta ise yeni bir toplumsal biçimin ön-nicel görüngüsü belirmiştir. İlkel toplumdan köleci topluma, köleci toplumdan feodal topluma, feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş (emek) mekanizmaları dikkatli bir biçimde incelendiğinde; ölüm döşeğinde olan eski emek biçiminin mutlaka yerini yeni bir emek biçimine bağlı olarak yeni bir toplum biçimine ve haliyle yeni sınıf ilişkilerine bıraktığı, bırakmak zorunda kaldığı da rahatlıkla görülebilir.
Kuşkusuz proletaryan-solların emekoloji’yi anlamakta ki asıl problemi; yeni kavramları anlayamamanın ötesinde, emekolojik yönteme özgü nitel-nicel diyalektiğinindeki süreçlerin tam manasıyla kavranamamasıdır. Başka bir deyişle, özleşmiş-tözselliğin töze dair nitel bir dışavurum olmasına karşın ve hatta nitelin niceli kapsamasına karşın, yeni nicelin eski nitel içindeki tözselleşmiş-özsel varlığı ise, işte bu diyalektik sıçrayış, geçiş, devinim vs. ne yazık ki yeterince anlaşılamamaktadır. Başka bir deyişle, asıl gerçek şudur ki; sanayi emeği ister feodal toplumun kanatları altında olsun, isterse de kendi toplumsal sistemini (kapitalizmi) kurmuş olsun, sanayi emeği kapitalist toplumu, kapitalist sınıfları, kapitalist üretim güçlerini ve ilişkilerini her koşul altında ortaya çıkaran asıl “şey”dir; “şeyleşme” halidir. Şeyleşme halini belirleyen şeyin kendisi de sanayi emeğidir. Dolayısıyla; aynı sanayi emeğinin hangi biçimi altında olursa olsun (ister burjuvayan biçim, ister proletaryan biçim hiç fark etmez), iktidar da olduğu her yerde belirli noktalarda benzer ama kimi noktalarda da farklı özelliklere sahip “çoklu-kapitalizmleri” üretmesi de kaçınılmazdır. Ne zaman ki; sanayi emeğinin kullanım miladı dolarsa ve yeni bir emek biçimi ortaya çıkarsa, o zaman kapitalist toplum ve kapitalist topluma ait sınıflar da, dolayısıyla kapitalizmler de yok olmaya mahkum olacaktır. Tabii ki bu “yokolma” ya da “sönümlenme” süreci; yeni emek biçiminin sınıf biçimi olan protekyanın devrimlerinden bağımsız olarakta ele alınamaz. Keza; her nesnel zorunlu yokoluş aynı zamanda öznel bir ebenin müdahalesi oranında hız kazanmakta, kendi varlık zeminini yaratma noktasında bu özne, kendi nesnel gelişme momentlerini de kendi müdahaleleri oranında oluşturmaktadır. Keza; burada “özneden” kastedilen şey, sınıfın kendi emek türüne bağlı olan bir form altındaki nesnel özneleşme sürecinin öznesidir. Yani protekya bu aşamada özneleşme sürecinin kendi için öznesidir.
Proletaryan iktisatçılar; pre-kapitalist toplumlarda emeğin kendisinin değil, yalnızca emek ürünlerinin metalaştığı fikrine saplanıp kalmış olsalar da, gerçekte bugüne kadar görülmüş olan tüm sınıflı toplum biçimlerinde emek ve emeğe bağlı emek-ürünleri de metalaşmaktan kurtulamamıştır. Örneğin, nasıl ki feodal pazarlarda satılan tarım ürünleri meta ise, köleci pazarlarda satılan av ürünleri de birer metaydı. Ve hatta Antik dönemde köleler köle pazarlarında emek-güçleriyle birlikte alınıp satılan birer metadan başka da bir şey değildi. Bu durumda; kölenin bir meta olmadığını söylemek, kölenin emeğini ve emek-gücünü yok saymaktır. Ya da feodal sistemde serflerin (köylülerin) emeği ve emek gücü yok muydu? Köleci döneme kıyasla feodal pazarlarda serfler alınıp satılmasalar da, serflerin mekanik-emek-güçleri de, tarım-ürünlerinde kristalize olan artık-değerleri de, bu pazarlarda alınıp satılıyordu. Hatta ve hatta serfler toprakları ile birlikte alınıp satılıyordu. Bir derebey bir başka derebeyin topraklarını ele geçirdiğinde ya da satın aldığın da, o topraklarda yaşayan serflerde (onların emek güçleri de) yeni derebey tarafından bir feodal “değer” karşılığında alınıp satılabiliyordu. Kısacası; kapitalizm öncesi toplumlarda da hem emeğin türü hem de emek türüne bağlı olarak ortaya çıkan ürün türleri de metalaşmıştır. Aksini iddia etmek, yani ortaya çıkmış somut ürünü metalaşma kapsamına alırken, ortaya çıkan ürünün “başlangıcı” olarak tarihsel soyut/somut emeğin miras değerlerini kapsama alanının dışına atmak, aslında İngiliz ekonomi politiğinden devralınma bir yanılsamadan kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla; sanayi emeğinin feodal mekanik emek karşısındaki üstünlüğünü ilan ettiği dönemde, sanayi-ürünlerinin tüm dünyayı istila etmeye başlamasına mukabil, haliyle burjuvazi de kendi sanayi-emek-ürünlerinin ezeliyetini ve ebediyetini ilan etmenin peşinde koymaktaydı. Bu da haliyle; burjuva bir yanılsama olan ürün-meta-fetişizminin klasik ingiliz iktisadı dolayımıyla Marksizm’e sızması sonucunu da doğurmuştur. Keza: emeğin tarihsel deviniminin (emek türlerinin iş bölümü diyalektiğinin) görülmeyip, metalaşma süreçlerine salt ortaya çıkmış üründen/ortaya çıkmış sanayi ürününden (Y-1’den) bakma yanılsaması, aslında Smith ve Ricardo gibi burjuva ekonomistlerinde de sıkça görülen bir yanılsamadır. Dolayısıyla; aynı okulun devamı olan proletaryan iktisat kuramcılarının da benzer yanılsamaları bugünlere taşımasına da hiç şaşırmamak gerekir. Keza; salt ürün-meta değil, salt ürün-meta fetişizmi değil, daha da ileriye giderek para-ürün-değer-fetişizminden (finans oligarşisinden!) bu iki ekolde asla kurtulamamıştır. [2].
Yine proletaryalist iktisat teorisyenlerine göre; (klasik marksist terminoloji ile ifade etmek gerekirse) üretim araçlarının kullanıldığı bir üretim tarzı, yani “emeğin toplumsallaşmış formu” modern sanayinin ve sermayenin doğuşuna kadar ortaya çıkmamıştır. Keza; bu görüşte ısrar edenlere göre; üretim araçlarına ilişkin teknik gelişmenin nicel anlamda var olabilmesi için öncelikli olarak burjuva mülkiyet ilişkilerinin ortaya çıkması “emeğin toplumsallaşması” için bir ön koşuldur. Emeğin tüm tarihsel devinimi toplumsallaşma kavramı üzerine oturtan bu proletaryan-marksist yanılsama, toplumsallaşma kavramını bir tür sihirli değnek olarak kullanmaktadır. Halbuki ölçek farklılıklarına göre toplumsallaşma oranları da yine emek türlerinin toplumsallaşma/doğa üzerindeki tahakküm ve mukavemet oranlarına göre belirlenmelidir. Dolayısıyla; köleci-toplumsallaştırma, feodal-toplumsallaştırma, kapitalist-toplumsallaştırma ve hatta feodalizm içindeki ön-sanayi-toplumsallaştırması (ki bu nitelleşmekte olan nicel bir sanayi-toplumsallaştırması’dır) ve modern-sanayi-toplumsallaştırması şeklindeki toplumsallaştırma sistemlerinin alt ve üst evreleri kendi içinde eski ve yeni toplumsallaştırma biçimlerini de içermektedir. Başka bir deyişle, bu toplumsallaşma biçimleri farklı farklı toplumsallaşma kavramlarını, toplayıcı-emeğin-toplumsallaşmasını, av-emeğinin-toplumsallaşmasını, tarım-emeğinin-toplumsallaşmasını, sanayi-emeğinin-toplumsallaşmasını meydana getiren kavramlar, kategoriler ve ayraçlar tarafından tanımlanmak zorundadır. Dolayısıyla; “toplumsallaşmış emek” kategorisinin yalnızca burjuva mülkiyet ilişkilerine dayalı sanayi emeği ve sanayi ürünlerine/metalarına dayalı artık-değer sömürüsü ile başladığını iddia etmek, ne akla ne de mantığa uygun bir çıkarsamadır. Hatta bu önerme pek çok açıdan Marx ve Engels’in ortaya koymuş olduğu “ucu açık” teorik usavurmaların bile gerisinde bir yaklaşımdır. Keza; proletaryan-marksistlerin sandığının aksine sorunun kaynağı “şeylerin toplumsallaştırılıp toplumsallaştırılamamasın da” yatmamaktadır. Asıl sorun; hangi emek türünün hangi emek aracı vesilesiyle hangi ürün-meta türünü ne kadar ve ne oranda toplumsallaştırıp toplumsallaştıramadığıdır. Kuşkusuz bu toplumsallaştırma oranları açısından sanayi emeğinin kendisinden önce gelen emek türlerinin toplumsallaştırma oranlarına kıyasla açık ara önde olması da, sanayi emeğinin doğa üzerinde kurmuş olduğu hakimiyet seviyesi açısından düşünüldüğünde gayet doğaldır. Bu yüzden kapitalizm altında “emeğin toplumsallaşması” daha önceki toplum sistemlerinde gözlemlenen toplumsallaşma oran ve biçimlerine göre daha ileri bir toplumsallaşma iken, teknik emeğin toplumsallaşması ise sanayi emeğine göre çok daha ileri bir toplumsallaşma olarak tüm dünyada gözlemlenmektedir. Teknik emek araçlarının tüm dünyada her yaştan insan tarafından yaygın bir şekilde kullanım ve tüketim oranları bu gerçeğin en basit kanıtlarından biridir. Teknik emeğe kadar hiçbir emek türünün araçları bu derece yaygın bir biçimde toplumsallaşmamıştır. Örneğin, günümüz dünyasında bir bilgisayarın yapabildiği herşeyi yapabilen cep telefonlarını kullanan insan sayısı milyonları bulmaktadır. Kuşkusuz bu cihazların kullanım teknikleri de yine o araçları kullanan bireylerin teknik-emek bilgisine/hünerine bağlı olarak şekillenmektedir.
Nereden bakılırsa bakılsın, nereden dolaşırsa dolaşılsın; emek-türüne, emek-aracına, icatçı-kullanıcı bölümlenmesine bağlanmayan bir toplum ve sınıf biçimi tarif edilemez. Bu yüzden proletaryan-marksistlerin “toplumsallaşmış emek” tanımı ayakları yere basmayan, ne idüği belirsiz, şekilsiz ve ruhsuz bir tanımlama olarak kalmaya mahkumdur. Öyle ki; tarımda kullanılan traktörün bir sanayi emek aracı olduğunu göremeyen kimi proletaryan-marksistlerin, bu emek türü ve araç türü vesilesiyle hem tarım emeğinde hem de sanayi emeğinde yaşanan toplumsallaşma miktarlarını ve bu miktarların oluşumundaki icatçı-paylarını ve kullanıcı-paylarını görmesi de mümkün değildir. Örneğin, feodal toplumdaki C-4 / C-5 / C-6 aristokratlarının icat ettiği mekanik emek araçlarının tarım emeğini ne oranda toplumsallaştırdığını anlamamışken, proletaryan-marksistlerin sanayi emeği içinde tüketime giren C-7 / C-8 şeklindeki sanayileşmiş-tarım araçlarının emeği ne derece toplumsallaştırdığını anlaması da mümkün değildir. En basitinden; yalnızca tüm dünyada 1960 sonrası kırdan kente göç etmiş köylü kitlelerinin sanayi emeği içinde ne ölçüde “toplumsallaşmış bir emek” kesimine dönüştüğü incelendiğinde bile, bu toplumsallaşma türlerinin emek ve sınıf kesimleri üzerindeki sosyo-bilimsel etkileri de rahatlıkla görülebileceği gibi, D-4/C-7 proletaryası ile D-5/C-8 proletaryası arasındaki devasa farklarda aynı şekilde kolaylıkla görülebilir.
Proletaryanizm meseleye salt kullanıcı-emeğinden baktığı için; üretim ilişkilerini de, mülkiyet ilişkilerini de, belirleyen şeyin emek araçları karşısındaki icatçı ve kullanıcı bölümlenmesine bağlı olarak ortaya çıkan “toplumsallaşmış emek” oranları olduğunu da bir türlü kavrayamamaktadır. Proletaryanizm bu gerçekleri kavramaktan uzak olduğu gibi, bu gerçeklere karşıda her defasında elinden şekeri çalınmış çocuk misali ağlayıp zırlamaktan “olur mu böyle şey!” demekten de kendini alı koyamamaktadır. Hatta mızmız bir çocuk edasıyla olup bitene kızıp “ben oynamıyorum!” diyerek, her daim gerçeklerle yüzleşmekten kaçmanın geçici bir yolunu bulmaya çalışmakta, dini bütün bir mümin/müslüman gibi bu görüşlerin (Emekoloji’nin) Marksizm’de (kutsal kitapta!) yeri yok demeye getirmektedir. Teomarksistlerin bu hali kuşkusuz proletaryanizmin tükenmişlik sendromunun somut bir kanıtından başka da bir şey değildir.
İnsanlık icatçılığın ve kullanıcılığın toplumsal bir biçim alması ile oluşan doğa üzerindeki tahakküm türlerine olan bağımlılıklarından, sınıfsal emek araçlarına dayalı icatçı-kullanıcı/efendi-köle şeklindeki bölünmüşlükten kurtuldukça ve bu anlamda özgürleştikçe, nesnel ve öznel bilim-emek araçlarında erimiş yeni insani öz ile birlikte, doğasal tahakküm içinde gönüllü bir “esir” olmaya aday gözükmektedir. Emekolojik devinim kendi içsel devinimini tamamlar tamamlamaz; insan kendisini kuşatan emekolojinin dış kabuğunun deviniminin görünümü olan doğalojik devinim ile doğa arasında varolan ölüm kalım savaşımını da gerçek manada ortadan kaldırabilecektir. Keza; insan ortaya çıkışından itibaren doğa ile savaşım yürütüyor olsa da, bugüne kadar ki tüm emek biçimleri bilim emek içinde kristalize oldukça (eridikçe) ve “tek bir biçim” altında toplandıkça, insan yeni ve daha güçlü bir savaşım dönemine girecek, son savaşımına da hızla yaklaşacaktır. Dolayısıyla; insan dış-doğayı yoketmeden, kendi korunaklı gezegen araçlarını yaratarak, hem kendisinin doğa üzerindeki tahribatını hem de doğanın kendisi üzerindeki olumsuz etkilerini azami düzeye indirgeyerek, doğanın insanı, insanın doğayı yok etmesinin de önüne geçmiş olacaktır. Aksi taktirde; bizim için/sapiens için yıkım ve felaket kaçınılmaz bir hal alacaktır. Kaldı ki; tüm dünya emekçileri için kurtuluşa giden asıl yol sosyalizm ve komünizm mücadelesinden geçmektedir. Aksi takdirde; kapitalist barbarlığın, sömürgeciliğin ve emperyalist politikaların neden olduğu yıkım ve felaketler dünya üzerinde insan türüne ait bir gelecekte bırakmayacaktır. İnsanlığın topyekün kurtuluşu; emeğin emek üzerindeki tahakkümünün son bulması ve tüm insanlığın bilim emek araçları karşındaki eşitliğine dayalı sınıfsızlık ve sömürüsüzlük halinin gerçekleşmesine bağlıdır. Bu da ancak komünizm ile, yani toplumsal emek araçlarına dayalı toplumsal icatçılık sistemi ile mümkündür. Bunun dışındaki tüm kurtuluş önerileri, gerçeği yansıtmayan emekçileri aldatmaya yönelik safsatalardan başka da bir şey değildir.
Dipnotlar
[1] Ricardo ileriye sürdüğü kendi “emek-değer” teorisini çelişkili bulan ilk kişidir. Bu çelişkinin temelinde yatan şey de; tarihsel ve toplumsal zenginliğin miras miktarlarının nasıl hesaplanacağına ilişkin içine düşmüş olduğu çelişkidir. Ricardo’nun kendi değer teorisine şerh koymasının asıl nedeni de budur. Öte yandan; Marx, Ricardo’nun emek-değer teorisinde “emek-zaman” kavramının eksik olduğunu fark etmiş, bu yüzden de bireysel emek zaman yerine toplumsal emek zaman kavramını koyma yoluna gitmiştir. Böylelikle; Marx, Ricardo’nun eksik gördüğü tarihsel emeğin miras miktarını toplumsal emek zaman üzerinden tamamlayabileceği yanılsamasına düşmüştür. Marx’ın bu düşüncesi; tarihsel emeğin miras miktarlarının toplumsal kullanıcı emek zaman üzerinden süzülerek geldiği düşüncesinden kaynaklanmıştır. Lakin; bu çelişkinin çözümü noktasında emek-değer teorisini Marx’ta eksik bırakmıştır. Keza; Ricardo’nun aksine Marx tarihsel emeğin miras miktarlarını kabul dahi etmemiştir. Şayet varsa bir miras miktarı; Marx bunun toplumsal kullanıcı emek zaman üzerinden kristalize olduğu düşüncesini ileri sürmüştür. Tam da bu noktada; salt tarihsel emeğin miras miktarının toplumsal emek zaman üzerinden süzülmüş bir kısmının varolması, fakat salt bununla sınırlı kalmayan tarihsel icatçı emek zaman içerisinde de/güçlerinde de süzülmüş olan tarihsel emek miras miktarlarının da varolduğunu Emekoloji'ye kadar hiçkimse tam manası ile görememiştir. Lakin; kısmen de olsa Smith kendi teorisinde (Ulusların Zenginliği kitabında) bu noktaya dikkat çekmiştir. Dolayısıyla; ne Smith, ne Ricardo ne de Marx ne de diğer iktisat teorisyenlerinin aksine, tarihsel emeğin miras miktarlarının hem ana emek türleri üzerinden hem ana emek türlerine bağlı alt emek türleri üzerinden hem de bu miras miktarlarının nominal değerleri üzerinden hesaplanabileceğini ilk ileri süren görüş emekoloji olmuştur; bunun adı da emekolojik değer teorisidir. Nasıl ki; Pi sayısı 3.1 ise, ve ilk çıktığı dönemde soyut nominal bir değer olarak ortaya atılmışsa ve matematik bilimini nasıl geliştirmişse, tarihsel emeğin miras miktarlarının nominal değerler üzerinden geliştirebileceğini de ilk defa Emekoloji ortaya koymuştur.
[2] Para-ürün-meta-fetişizmi; bu iki iktisat ekolünün hem burjuvayan iktisatçılar hem de proletaryan iktisatçılar açısından onaylanması anlamına da gelmektedir. Finans oligarşisini ve onun dolaşımından gelen “artık para sermayesi”ni görmedikleri ve sermayeyi salt artık-değer-emek üzerinden değerlendirdikleri için, para-sermayenin mali devletsel sermayeye dönüşmesini de iki ekolde temel enstrüman olarak görme yanılgısından kurtulamamıştır. Dahası; Rusya’da ve Çin’de kamusal-mali-sermayenin yaratılması süreci, yani “sosyalizm” adı altında ticaret/para-meta-fetişizmine devam edilmesinin temel nedeni de budur. Başka bir deyişle, bu sistemler eleştirdikleri şeyin kendisine dönüşmekten; proletaryan-kapitalizme dönüşmekten de kurtulamamıştır. Asıl sorun; emek-değer yasasına özgü para-meta-fetişizminin aşılamamış olmasıdır. Dolayısıyla; proletaryan-efendiler kapitalizmi meta-fetişizmini eleştirirken aslında kendiside meta-fetişizmine saplanıp kalmıştır. Keza; sanayi emeğinin meta-fetişizminin yine sermayenin meta-fetişizmi ile aşılması da mümkün değildir. Kısacası; sanayi emeğinin aparatları ile sanayi emeğine karşı savaşılamaz. Bu durum; proletaryan-sosyalizm pratiğinden geriye kalan önemli bir deneyim olma özelliğine de sahiptir.
Konuyla bağlantılı yazılar:
Emek Türleri Kuramı ve İş Bölümünün Matematiği, 16.03.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/114149073992/emek-t%C3%BCrleri-kuram%C4%B1-ve-i%C5%9F-b%C3%B6l%C3%BCm%C3%BCn%C3%BCn-matemati%C4%9Fi
Emeğin Matematiği Üzerine, 25.08.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/127549812792/eme%C4%9Fin-matemati%C4%9Fi-%C3%BCzerine
Emeğin Yayılma Mekaniğinin Teorik Temelleri Üzerine, 21.10.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/131617949902/eme%C4%9Fin-yay%C4%B1lma-mekani%C4%9Finin-teorik-temelleri
Emek Grafiğinin Yazınsal ve Sembolik Yapısı Üzerine Notlar, 21.10.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/131616740407/emek-grafi%C4%9Finin-yaz%C4%B1nsal-ve-sembolik-yap%C4%B1s%C4%B1
Üretim-Değeri ve Tüketim-Değeri Tartışmaları Üzerine Notlar, 30.08.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/149690656702/%C3%BCretim-de%C4%9Feri-ve-t%C3%BCketim-de%C4%9Feri-tart%C4%B1%C5%9Fmalar%C4%B1
Toplum Biçimleri ile Tarihsel-Artık-Değer Türleri Üzerine, 28.10.2017
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/166880695882/toplum-bi%C3%A7imleri-ile-tarihsel-art%C4%B1k-de%C4%9Fer-t%C3%BCrleri
Emek Türlerinin Toplumsal-Kolektif Etkinliklerinin İş Bölümü Mekaniği Üzerine, 25.03.2018
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/172218875572/emek-t%C3%BCrlerinin-toplumsal-kolektif-etkinliklerinin
Meta-Ürün İlişkilerinde “Değer” Yansımalarının Manzumeleri, 26.05.2018
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/174271841557/meta-%C3%BCr%C3%BCn-ili%C5%9Fkilerinde-de%C4%9Fer-yans%C4%B1malar%C4%B1n%C4%B1n
Artık-Değer Üreten Proleterlerden Artık-değer Üreten Robotlara Geçişin Adımları Üzerine, 23.12.2018
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/181344640102/art%C4%B1k-de%C4%9Fer-%C3%BCreten-proleterlerden-art%C4%B1k-de%C4%9Fer
28.07.2019
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
panoptik · 6 years
Text
Burjuvazi-Demokrasi İş Birliği?
                Marx ve Engels eleştirel bir dille olsa da burjuvaziyi modern temsili devletin doğuşunun arkasındaki ana güç olarak tanımlamışlardır (Marx & Engels, s. 24). 
Öte yandan Moore ise diktatörlük ve demokrasinin toplumsal kökenlerini araştırdığı ünlü eserinde, zayıf bir burjuvazinin güçlü bir köylü sınıfı ile girdiği işbirliği Rusya ve Çin’deki gibi komünizme;  zayıf burjuvazi ile güçlü devlet kombinasyonun ise Almanya ve İtalya’da olduğu gibi faşizme yol açtığını dile getirmiştir. (Moore, 1989)  Her ne olursa olsun sanayi burjuvazisi “ulusçuluk” çerçevesinde tarımın ticarileşmesini desteklemiş böylece toprak soylularının ekonomik gücünü tahrip etmiştir.  
               Burjuvazinin tarihsel olarak nasıl ortaya çıktığını Werner Sombart’ın bu linkteki Burjuva isimli kitabından ayrıca ulaşabilirsiniz.
               Lipset gibi isimlerin konuya ilişkin araştırmalarınca, demokrasi ile ekonomik gelişmişlik arasında yakın bir ilişki bulunmuştur. Ancak yine de bu durum demokratikleşmenin tek unsuru olmadığı vurgulanmakta söz konusu süreçte ulusal mizacın, tarihsel ve kültürel birikimlerin, ulusal güçlerin ve liderlerin davranışlarının da etkili olduğu kabul edilmektedir (Bulut, 2003). Aynı zamanda bu yaklaşım özü gereği oldukça uç ve keskin hatta hatalı noktalara gidebilmektedir.  Demokratikliği yalnızca ekonomik kalkınma ile açıklamaya kalktığınızda Batı’lı devletleri diğerlerinin önüne koymuş ve diğerlerini hiçe saymış olunur. Bu yaklaşım Batı’yı bir norm haline getirmekte, demokrasinin en uç noktası gibi göstermektedir. Ancak durumun böyle olmadığı pek çok kez tarih sayfasında yerini almıştır. Nitekim tartışmaya uluslararası ilişkiler bakımından bakıldığında kendilerinin en güçlü demokrasilere sahip olduklarını ileri süren devletlerin çıkarları için diğer devletlerin demokrasilerine müdahaleleri gayet açıktır.
               Kapitalizm ile demokrasi arasındaki bağ yalnızca tarihsel değil aynı zamanda ilk bakışta mantıksaldır. Her iki yaklaşımda esasında serbest rekabet  ilkesi temelinde yükselmektedir.  Kapitalizmde bireyler çıkarlarını rekabet içinde maksimize ederken, demokrasi de farklı gruplar iktidarı ele geçirmek için serbestçe rekabet etmektedir. Dolayısıyla ikisi arasında ilk bakışta serbestlik bazında bir benzerlik vardır. Fakat böyle bir benzerliği kurabilmek için demokrasi ciddi şekilde kısıtlanmalıdır. Demokrasi özünde halkın her konuda karar vermesidir öte yandan hep bahsettiğimiz burjuva kapitalizmi şeklinde örgütlenen -özellikle neo liberal- hareket ise siyasetin ekonomiye etkisinden hiç hoşlanmaz. Dolayısıyla “demos”tan çekinmesinin ve sınırsız halk egemenliği düşüncesine sıcak yaklaşmamasının  temel nedenlerinden biri budur. Sözün özü ilk bakışta iki kavram arasında mantıki bir bağ var gibi gözükse de özünde bu işbirliği oldukça sıkıntılıdır.
Serinin sonraki kısmı bu sefer demokrasinin kapitalizm üzerindeki gizemleri üzerine olacak.
Serinin önceki yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Agora Demokrasisi ve Diktatörler Demokrasi ve Kapitalizm
Ana Kaynak: BULUT, N. (2003, Haziran). Kapitalizm-demokrasi ilişkisi,(demokrasinin ekonomik temelleri üzerine bir inceleme), AÜEHFD, C.VII, ss. 73-75
MARX, K. ve ENGELS, F. (1998). Komünist parti manifestosu. Ankara: Sol Yayınları
MOORE, B.  (1989). Diktatörlüğün ve demokrasinin toplumsal kökenleri. (Ş. Tekeli ve A. Şenel, Çev.) Ankara: V Yayınları ss.9-328
SOMBART, W. (2008).Burjuva, modern ekonomi dönemine ait insanın ahlâki ve entelektüel tarihine katkı.  (O. Adanır, Çev.) Ankara: Doğu Batı Yayınları
9 notes · View notes
hetesiya · 2 years
Text
iştirakî: Kamalizm
Kamalizm
İdeolojik Direniş
Liberalizmin derdi, zamanın tarih olarak daralmasına karşı direnç örmek, bu yolla zamana hüküm koymaktır. Direnişin silâhı, bir tür toplum tahayyülüdür.
Muhafazakârlığın derdi, mekânın toplum olarak daralmasına karşı direnç örmek ve mekâna hüküm koymaktır. Direnişin silâhı, bir tür tarih tasavvurudur.
Liberalizm ve muhafazakârlık, zamansal-mekânsal hareketliliğinde, kapitalizmin iki yönlü mücadelesinin somut ideolojik tezahürleridir. Liberallerdeki toplum, muhafazakârlardaki tarih kurgusu, tam, granit, bütünlüklü, kendinden menkul, kendinden mesul burjuva bireyin ideolojik karşılığıdır.
Bir ülkede komünist hareketin ve genelde solun tarihi liberallerin tekelinde ise ol komünist hareketin ve solun toplumsallaşması mümkün değildir. Muhafazakârlığın tespitlerine teslimiyet ise ilgili hareketi ve solu tarihsizleştirecektir.
Bu açıdan Mete Tunçay ve Fethi Tevetoğlu yan yana, kol koladır. Her ikisi de komünist hareketin bu topraklarda köksüz ve temelsiz olduğu savındadır. Dert bunu ispatlamak olunca, eldeki belgeler, bilgiler ve bilcümle materyal ilgili iddiaya göre tasarımlanacaktır.
İkilinin komünist hareketle ilgili çalışmaları hazırlarlarken daktilo tuşuna basış tarihleri aşağı yukarı aynıdır. Tevetoğlu devletin, Tunçay sol içi “devletlûlar”ın resmî kaynaklarından faydalanmıştır. Altmışlı yılların Türkiye’sindeki kapitalist seviyenin emri ile ikili, solun kökleri ve temelleri ile uğraşmıştır. Türkiye’deki kapitalist seyrin o günkü aşaması, liberalizme tarihi, muhafazakârlığa toplumu mazlum-sömürülen kitlelerden “çalma” talimatı vermiştir.
Bu noktada komünist hareket de masum değildir. O da altmışlarla birlikte kendisine dayatılan ölçü ve ölçeğe rıza göstermiştir. Daha doğrusu, rıza, uzun yılların zoru sonucu gerçekleşmiştir.
Otuzlarda Reşat Fuat Baraner, Şefik Hüsnü’ye, “artık bir TKP tarihi yazmanın vakti gelmedi mi?” diye sorar, Şefik Hüsnü ise, “o tarihten onlarca kez koptuk, birçok bağı sayısız kez inkâr ettik, şimdi bir tarih yazmak, o bağları yeniden kurmak anlamına gelecektir. Lüzum değil” diye cevaplar.
Tunçay ve Tevetoğlu, sol, komünist hareketin tarihi konusunda belli bir tekel oluşturmuşsa bu, sol örgütlerin ve onların ana rahmi olan TKP’nin günahıdır. Ama belli bir tarihsel olayın aktarımı Tunçay’da var diye o olayın tarihdışılığını iddia etmek de cehaletin düz yansıması olmalıdır.
Bu iki yazarın çalışmalarında bahsi geçen bir kişiyi, misal, Çerkes Ethem’i, kişisel manada yapıp ettikleri ve söyledikleri ile M. Kemal’le kıyaslamak, hâlâ burjuva aklın sınırlarında gezinmek demektir. Burjuva hukuk, bireyi her şeyden sorumlu tutuyorsa mahkemelerinde, burjuva akıl da her şeyi, sözleri ve eylemleri, kişilerle başlayıp biten, geçici öğeler olarak ele almak biçiminde cisimleşecektir.
Kamalizmin bir peygamber ya da hatta o günleri yaşamış bir sabetayistin (mühtedi olan Fatma Arığ nenesine neden namaz kılmadığını sorduğunda, “biz sadece Atatürk’e inanırız” cevabını alır.[1]) iddiası ile tanrı olarak resmedenler, bu perdeyi yırtan şu cümleleri hiç duymayacaklardır:
“Kemalist devrim, Türk ticaret burjuvazisinin, toprak ağalarının, tefecilerin, az miktardaki sanayi burjuvazisinin, bunların üst kesiminin bir devrimidir. Yani devrimin önderleri, Türk komprador büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. Devrimde, millî karakterdeki orta burjuvazi önder güç olarak değil, yedek güç olarak yer almıştır.”[2]
Bu açıdan Mete Tunçay’a yönelik kişisel-ideolojik alerjinin ötesine geçip, şu veya bu biçimde aktarılan tarihsel metinlerin nesnel bir zemine yerleştirilmesi zorunludur. O vakit, Tunçay’ın da satırlarda ya da satır aralarında yaptığı müdahaleler görülebilecektir. Fethullahçıların yayımlanmamış kitaba yönelik öfkesine benzer, yayımlanmış bir dizi tarih kitabını “yakmak” da aynı ölçüde yanlıştır.
Tarih-Toplum
Esasta “tarih ve toplum sınıflıdır” demek mesele değildir. Lenin, bu tespitin proletarya diktatörlüğüne doğru genişletilmesi gerekliliği üzerinden belli bir ayrım koyar. Zira Marx da toplumun sınıflı olduğu gerçeğinin kendi keşfi olmadığını söylemektedir.
Bir marksolog olarak Takahisa Oishi, The Unknown Marx isimli çalışmasında, Engels’in Anti-Dühring’de, bireysel mülkiyetle toplumsal mülkiyeti aynı kabul etmeyip toplumsal mülkiyetle ortak mülkiyeti denklediğini, Marx’ın ise Kapital'de ilk ikisini denkleyip, toplumsal mülkiyetin ortak mülkiyet olmadığını iddia ettiğini söyler.[3] Yazarın tespitine göre, Engels, Dühring’e karşı çıkarken, toplumsal olana gereğinden fazla önem atfetmiştir.
Ama aynı Engels’e “manifestoya neden sosyalist değil de komünist dediniz? Yazıldığı günlerde sosyalistler sayıca daha çoktu.” denildiğinde, o şu sözleri sarf eder:
“Ancak, yazıldığı dönemde, ona (Komünist Manifesto’ya), ‘Sosyalist Manifesto’ diyemezdik. 1847’de, sosyalist denilince, bir yanda çeşitli ütopyacı sistemlerin yandaşları [...] öte yanda, her türden yamacılıkla, sermayeyi ve kârı hiç bir tehlikeye sokmaksızın, her türlü toplumsal bozukluğu düzelteceği iddiasında olan muhtelif sosyal şarlatanlar, her iki durumda da işçi sınıfı hareketi dışında ve destek için daha çok ‘eğitilmiş’ sınıflara güvenen kimseler anlaşılıyordu. İşçi sınıfının hangi bölümü salt siyasal devrimlerin yetersizliğine inanmış ve toptan bir toplumsal değişmenin zorunluluğunu ilân etmişse, işte o bölüm, o sıra, kendisine komünist diyordu. [...] Böylece, 1847’de, sosyalizm, orta-sınıf hareketi, komünizm ise bir işçi sınıfı hareketiydi.”[4]
İlgili solculara yönelik Marx’ın sözü ise şu şekildedir:
“Sınıf savaşımının gelişmemiş oluşu kadar, kendi içinde bulundukları ortam da, bu türden sosyalistlerin kendilerini her türlü sınıf karşıtlığının çok üstünde görmelerine neden oluyor. Bunlar, toplumun her üyesinin, hatta en iyi durumda olanların bile, koşullarını iyileştirmek istiyorlar. Dolayısıyla bunlar, âdet üzere, sınıf ayrımı yapmaksızın toplumun bütününe, dahası egemen sınıfa sesleniyorlar. Zira bunların sistemini bir kez anladıktan sonra insanlar, bu sistemde muhtemel en iyi toplum durumuna ait muhtemel en iyi planın mevcut olduğunu nasıl olur da göremezler?”[5]
Marx ve Engels, kendilerini önceleyen ütopyacılara belli bir saygı duruşu ile yaklaşırlar ama onların her şeyi söze ve düşünceye boğan pratiklerini kıyasıya eleştirirler. Bu açıdan Marx ve Engels’in ilk dönem keskin bir burjuva liberalizminden çıkış içinde örgütledikleri teorik eylemlerini, gerisin geri, oradaki kavramlar dünyasına kapatmak haksızlık olacaktır.
Marx ve Engels’in yeni dönemin ideo-politik yönelimlerini eleştirmesi noktasında, ilgili dönemin kavramlarına başvurması kaçınılmazdır. Bu hesapla, liberalizmin toplum tahayyüllerini ve muhafazakâr pratiklerin tarih tasavvurlarını dikine kesen, saflaştıran bir teorik faaliyetten dem vurmak zarurîdir.
Dolayısıyla “sınıflı toplum totolojidir, toplum zaten sınıflıdır” demek icabeder. Sınıfsız gerçekliğin farklı bir kavrama işaret edeceği açıktır. Buradaki itiraz, toplum denilen “güzel” birlikteliğin sınıflarla bölünmüş olmasına itiraz edenlere ve bütün olarak toplumun koşullarını iyileştirmeye çalışanlara yöneliktir. Bunlar, toplumu ezelî-ebedî, mutlak bir öğe olarak ele alırlar ve sınıf denilen şeye burjuva efendilerin yanında, aynı minvalde itiraz ederler. Zira sınıf, toplumsal birlikteliğin ortak güzergâhındaki basit bir engelden ibarettir, onlara göre. Oysa toplumun sınıflardan müteşekkil olduğunu söylemek, toplumun parçalı niteliğine vurgu yapmak, toplumu eski huzurlu günlerine geri çevirme niyetine işaret etmez. Bu, bizi bir süre “huzuru bozmayın, bölücülük yapmayın” eleştirilerine teslimiyete götürecektir.
Marx’ta elindeki, ortak mülkiyetle toplumsal mülkiyet arasına sokulan kama, bir kavganın delilidir. Belli, özel kafalarda cereyan eden, kendine kapalı ve kendine has komünizm hayallerinin maddî zemini teorik planda sorgulanmış, bu elbette ki var olan teorik yaklaşımların eleştirisi ile gerçekleştirilmiştir.
Tarih ve toplumun teorik, ideolojik ve politik düzlemlerde burjuva önkabüllerle ele alınması, burjuva ufkunun aşılamadığı belli bir görünün koşullanmasını getirecektir. Mesele tam da burasıdır: zamana hüküm koymak derdiyle soyut bir toplum kurgusuna bordalayan liberallere ve mekâna hüküm koymak arzusuyla soyut bir tarih kurgusuna yapışan muhafazakârlara karşı bizleri şerbetleyecek olan, devrimci politik mücadelenin parçalama edimidir.
Öte yandan parçacılık, parçalama ediminin, bütüncülük bütünleştirme ediminin tortusunu asıl kabul eder ve bu edimleri boğar.
Marx’ta sınıfsız-sömürüsüz toplum tahayyülü yoktur, marksizm açısından teorik manada komünizm, hâlihazırda yaşanmış, mevcut bir olgudur. Komünizmin ideoloji dünyasında, kitlelerin ikna edilmesi noktasında kullanılması, komünizme işaret eden teorinin mutlaklığına halel getirmemektedir. Misal, otuzların başında makul bir sınıf kompozisyonunun teşkil edildiğinden dem vurup Sovyetler’de komünizme geçildiğini söyleyen Stalin’in kastettiği de bilimsel-teorik komünizm değil, işte bu politik-ideolojik manada ele alınmış bir komünizmdir. Sap saman karıştırıldığında, Hitler’e vuruyormuş gibi görünüp anti-komünist faaliyet yürüten liberallerin değirmenine su taşınmış olacaktır.
Marx’ın sınıfsız bir toplum için proletaryaya işaret etmesi ile Kamal’ın (“Yüce Önder”in ismini fazla Arapça bulduğu için 1935’te değiştirdiğini biliyoruz.) “sınıfsız-imtiyazsız ulus”unu denklemesi, en basit tabirle, akademik yavanlıktır.
Kamal, sınıfsız ulus yaratma derdinde değil, aksine o gün içinde yaşadığı ulusun sınıfsız olduğu iddiasındadır. Bu, sadece Türk olanın mutlu olacağını haykıran o şiarda da aksini bulur.
Marx ise “Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin ona uydurulmak zorunda olacağı bir ülküdür. Biz, bugünkü duruma son verecek gerçek harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, şu ânda varolan öncüllerinden doğarlar” der.
Dolayısıyla Marx’ın komünizm hedefi ile M. Kamal’ın “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış kitle” tespiti aynı şey değildir. Ayrıca M. Kamal için bu kitle bir hedef değil, fiiliyatta uygulanmak istenen politik bir proje. Yani Kamal, “biz sınıfsız ulus inşa edeceğiz” demiyor, “ettik” diyor. İkisi arasındaki fark gayet açık.
Kemalizme yönelik itirazımız burada: komünist hareket, kemalizmin iktidarına rağmen, onun mevcudiyeti ile uzlaşarak, ona öykünerek var olamaz.
Etimoloji: Sözcüklerin Teolojisi
“Ulus” ve “toplum” gibi sözcüklerin etimolojisinde insanın içini gıdıklayan manalar bulup çıkartmak, burjuva bir akıl oyunu olmalıdır. Bu, kralın ya da padişahın ruhunda tanrısallık olduğunu söylemek gibidir. Yazının bileşenleri olarak sözcüklerin ortak bir ruhaniyetle örülü olduğu iddiası, yazarın okuru kandırmasıdır.
Geçmişte bir belediye seçimleri öncesi Kürt hareketine cilvelenen bir solcu, “komün belediye demek, o hâlde bugün komünist siyaset belediyeleri ele geçirmektir” diyordu. Aynı hesapla, sözcüklerin ezelî-ebedî, ruhanî, esrarî manalarına hüküm koyan yazarçizer taifesi, bizlere kendi zokalarını yutturmak istiyorlar. Sözcükleri, çıktıkları gün kadar bakire kızlar gibi seyrediyorlar. Onlarla istedikleri oyunları oynuyorlar.
Buradan, kimi etimolojik hamlelerle, ulus ve toplumun ortak bir “sosyalist” ruha sahip olduğuna ve bunların somut karşılıklarının verili bütünlüklerine tabi olunması gerektiğine bizleri inandırmaya çalışıyorlar. Bu ikna gayreti, M. Kemal ile Marx’ı yan yana getirmeyi zorunlu kılıyor.
“İdea” sözcüğünün sağ yanına (l) harfi koyarak, bu yan yanalık sözsel karşılığını da bulmuş oluyor. Fikir ve ülkü eşleştiriliyor. Marx’ın bir “idea(l)” olarak sınıfsız toplumu öngörmesi ile M. Kemal’in “sınıfsız ulus”unu kardeş ilân ediyor ve “Her ikisi de bu hedefin varılması için düşünsel yapı değişikliği ve ekonomi-politik program öneriyorlar, hatta her ikisi de aynı şeyi anlıyorlar ‘ulus’ veya ‘toplum’ dendiğinde” deniliyor.
Sosyalizmi millî olana kapatma heveskârlığı içinde, marksizmin ve kemalizmin “düşünsel yapıyı değiştirme ve ekonomi-politik program önerme” noktasında ortaklaştığını iddia ediyorlar. Çünkü her iki kesimin ulus ve toplumun evvel-ahir manasını bildiği üzerinde duruluyor. Gelgelelim haberdar olmakla bilmek aynı şey değil. Sözsel olarak sınıftan haberdar olan M. Kemal’le, teorik ve pratik düzeylerde sınıfı bilen Marx arasında ayrım gözetilmeli.
Sınıfsal karşıtlıkların üzerinde, bir bulut misali, gezinmek, ayrım ve farkları lafzî düzeyde görüyor, onlardan salt haberdar oluyor. O karşıtlıkları yerde olup kanı ve teri ile yaşayanlar, aynı kan ve terle geriye dönüşsüz sınırlar çiziyorlar, ayrımları ve farkları edebiyat dışında, somut gerçeklikler olarak bedenlerine ve akıllarına kazıyorlar.
Akademinin huzurlu koridorlarında, misal, Hitler’in devleti ile Stalin’in devleti arasındaki ayrım, Eski Grek’ten bugüne dizgeleştirilen devlet teorisi içinde siliniyor. Basit birer malumata indirgeniyor.
Bu düzleşme işlemi sonucu, kimi akademisyenlerin, cifr ilmi ya da kabalistik kimi numeroloji oyunları ile millet kandırması kolay oluyor. Çeşitli rakamlara Kur’an’ın yontularak uydurulması gayreti, Kitap’ta İsrail’in kuruluş tarihinin batınî manada verildiği tespiti ile sonuca ulaşıyor. Aynı şekilde bazı aydınlar da ulus ve toplum sözcüklerindeki “sol” muhteviyatın itiraz kabul etmez olduğunu iddia ediyorlar. Marx’ı ve marksizmi kendi kamalist kurgusuna uyan biçimiyle okuyabiliyorlar.
Seyyid Kutub’un itirazıyla, cahiliye döneminin iman nizamına uydurulmuş bir İslam zuhur ediyor. Sözcüğün manası açısından Kutub’un “ümmilik” değil de “cehalet” üzerinde durması manidar. Zira ilki bilgisizlik, ikincisi bilgilenmeye ve öğrenmeye direnç gösterme anlamına geliyor.[6] Marx ve marksizme yönelik direnci de kamalizm bağlamında ele almak gerekiyor. Dert, marksizmi eski sosyalizme, eski sosyalizmi verili ideolojik iklime uydurmak. Kamalizmi ideolojik rüzgârlara karşı sağlamlaştırmak.
Cahiliye döneminde ağzında çiğnediği helvaya şekil yapıp ona tapanlardan söz edilir. Kamalizmi marksizmle ilişkilendirme derdinde olanlar da aynı işlemle, ulus ve toplumu, helva misali, etimolojik manada çiğnedikten sonra onlara tapıyorlar. Cahiliye, kavramların arasındaki ayrımların silindiği, her şeyin düzlendiği, çelişkili durumların ve olguların söylemsel düzeyde yan yana getirildiği, hiyerarşinin, disiplinin ve işbölümünün silikleştiği gerçekte cisimleşiyor.
“Aynı gemideyiz” edebiyatı, düşman icat ederek ve içerideki sınıfsal karşıtlıkları cebren ve hile ile örterek popülerleşiyor. Gemi, ümmet, toplum, ulus, hatta kimilerine göre de sınıf olabiliyor. O gemiye binenler, armatörün diliyle konuşmak zorunda. Müslüman’ı, Türkçüyü ve sosyalisti gemiye binmeye ikna etmesi gerek. İhanet edenlerin her yerde hain görmesi gibi, “aynı gemideyiz” edebiyatının kalemşorları da her yerde öfkeli dalgalar, köpekbalıkları ve kasırgalar görmeye kilitli.
Bu aydınlar, öte yandan, öngörülerde bulunarak, daha doğrusu devletin resmi projelerini önden pazarlamak niyetiyle, “mecliste iki parti olsun” diyorlar. Oysa Can Dündar’ın 12 Eylül belgeselinde yansıdığı biçimiyle, Kenan Evren de 12 Eylül arifesinde iki partili, Amerikan tipi bir demokrasiden dem vuruyor. Sonuçta Evren’le aynı gemiye binilince çözüm de aynı içerik ve biçimle takdim ediliyor. Kürt nedense bu kurguya oturmuyor. Kimi sosyalistlerin ve İslamcıların ağzında Kürt, demirden leblebi. Her kesim Kürt’e göre ittifak, ortaklaşma ve cephe projeleri üretiyor.
Bazı İslamcı çevreler Kürt hareketinde kemalizm buluyorlar, onu, Gülenî bir hamleyle, Ergenekon’a ve İsrail’e bağlıyorlar. Zalim milletle mazlum millet arasındaki ayrımı görmezden geliyorlar. Esasında zalimler, onların elinde ve dilinde, ilgili ayrımın, sınırın ortadan kalkması için çabalıyorlar. Tıpkı marksizmle kamalizm arasındaki ayrımı ikinci lehine ortadan kaldırmak isteyenler gibi.
Bölünme Histerisi-Mülkiyet
Bölünme histerisi ile mülkiyet arasında temelli bir ilişki kurmak gerekiyor. Liberaller, önsel bir mülk sahipliği ile rekabete odaklandıklarında, onları tamamlayan, muhafazakâr eleştiri ile yüzleşiyorlar. Rekabete hazır olmayan mülkün direnci, bu türden bir eleştiriyi su yüzüne çıkartıyor. Sağın genel olarak komünist ya da marksist gördüğü her yerde bölünme yaygarası koparmasının sebebi burada: bölünmenin fiilî olarak yaşandığı yerde kitleleri ürkütmek için bir komünist icat edilmesi vak’alarına rastlamak da mümkün. Soğuk Savaş ve Demokrat Parti dönemi, bunun kanıtı.
Sağın komünist harekete yönelik temel eleştirisi bu minvalde: “devlet, millet, aile vs. bölünecek. Bu komünistler toplumu bölüyorlar.” Zaten hâlihazırda bölünmüş olana ilişkin basit bir tasvir bile ideolojik saldırıya maruz kalınıyor. Ama burada kritik bir nokta mevcut: mülksüzlerin mülk sahibi olma dürtüleri, mülk sahiplerinin güncel çıkarları için istismar ediliyor. Mülk, devletle, aileyle ve milletle biyolojik, coğrafî ve iktisadî manada ilişkilendirilerek, muhafazaya alınıyor. Bu muhafaza için belli bir beden, ülke ve pazar tanımlanıyor.
Sağın ideolojik saldırısına karşı marksizmden ve komünizmden kısmen, yüzeysel manada haberdar olan solun verdiği cevap da aynı minvalde: o da kendi öznelliğinin tanınması ve kabul edilmesi derdiyle saldırıya karşılık veriyor: toplumu ve tarihi sınıflara bölen kendisi, kendi bilgisi. Sağ, eski bütünlük imgesini, simgesini ve bilgisini solun “yeni” bütünlük imge-simge-bilgisinin karşısına çıkartıyor. Devlet veya demokrasi, solun ağzında yeni, alternatif bütünlükler olarak dil buluyor.
Burada, somut mücadelelerin açtığı mevzilerle, eylemli düşünme ve oluşanın devrimciliğine bağlanma cüreti ve basireti noksan. Dinse mesele, en fazla Asr-ı Saadet, Emeviler ya da Osmanlı kadar bütünlenebiliriz, milletse mesele, en fazla otuzların Türkiye’si kadar, sınıfsa en fazla Fransız Devrimi ya da 1848 kadar birleşebiliriz. Geçmişten çıkartılan ölçü kendi ölçeğini de tespit ediyor. Bugün Türk politik Müslümanlar AKP’ye bölgede biçilen rolü yüceleştiren aklî işlemler yapmaktan başka bir gayret içinde değildirler. Bugün milliyetçiler, ellilerden itibaren Türk yurdundan, Türkistan’dan ve Turan’dan Anadolu’ya doğru daraltılmış MHP ölçeğine tabidirler. Bugün solcular, Latin Amerika ve Avrupa solculuğuna tavdırlar. AKP’ye “yürü ya kulum” diyen dünya efendilerinin kendilerini de iteklemesini bekliyorlar. Bunların, kendilerini koşullayan, var eden mülkiyet-rekabet ilişkilerini eleştiriye tabi tutması mümkün değil.
Din-Millet-Sınıf
Sağın “bölücülük” saldırısına karşı solda da benzer bir yanılgı zuhur ediyor: toplumu ve tarihi sınıflara ayrıştıranın sol olduğunu söyleyen sağa inat, aynı sol, bu vehme kapılarak, bölünmenin kendisi ile başladığını zannediyor. İşin başı ve sonu olma arzusundaki zanaatkâr solculuğu galebe çalıyor, bu solculuk, tarihsel ve toplumsal açıdan kendisini önceleyen sınıfsal çatışmayı kendi öznelliğine bağlıyor. O her durumda ve her olayda bu çatışmayı arıyor, bulacağından emin olarak. Bu emniyetli hâl, kibir ve küstahlık olarak yansıyor ümmete, millete, halka ve sınıfa.
Özneler arası didişme sonucu, sosyalist, dinlere ve milletlere ayrılmış gerçeğin karşısına, sınıflara ayrışmış bir tarih ve toplum çıkartıyor. İşlemi kendisinden başlattığı ölçüde, eskiden tarihi ve toplumu dinlere ve milletlere ayrıştıranlardan rol çalmaya başlıyor, onlarla ideolojik bir yarışın içine giriyor. Bu yarış, rekabet, önkabül edilmiş belli bir mülk sahipliğinin semeresi.
Burada alabildiğine basit, ikna edici, bir işleme başvuruluyor: devlet bağlamında düşünüldüğünde, meselenin dinle, ardından milletle tanımlanmış olması temel sorundur solcuya göre. Artık devir, devletin sınıfla tanımlanmasını emretmektedir. Ortadaki boş sandalyeye oturma oyununa benzeyen bu işlem, devlete asla dokunmaz. Liberal bir dokunmazlıktır bu. Efendilerin kölelerin saldırılarına karşı devleti hedef olarak küçültme stratejisi, liberallerde ses verir özetle.
Devletin dokunulmaz, mutlak ve sabit kılınması, dinin, milletin ve sınıfın dokunulmaz, mutlak ve sabit kılınması ile mümkündür. Verili devletlû ilişkilere müdahale eden, onları dönüştürmeye azmetmiş, yönetsel kurguyu yıkıma uğratacak her türden dinî, millî ve sınıfî çıkış, ezilmek zorundadır. Bu irade, devletin oluşum aşamasında mazlum-sömürülen kitlelerin içinden devşirdiği unsurların iradesidir. Onlar “ahlâk” der ayağa kalkarlar, “hukuk” derler otururlar. Artık ahlâk ve hukuk, egemenlerin, efendilerin ahlâkı ve hukukudur.
Artık marksistler, sosyalistler, “tarih ve toplum sınıflıdır” türküsünü söyleyip duran, kabul görmüş bir korodan ibarettirler. İslamcılar ve milliyetçilerin de kendi türküleri vardır. Genel hukuk içinde konum almış olmaktan memnundurlar. Huzurlarını bozma ihtimali olan her türden gelişimi, sıçramayı, kırılmayı ve yükselişi verili genel hukuka yedirmekle görevlidirler.
Bu anlamda mesele, bilindik, alışıldık, basmakalıp bir solcu olup, aynı kalarak, Müslümanlarla (Has Parti) ya da milliyetçilerle (İP-TKP) temas kurmak değildir. Mesele, huzur bozucu olmaktır. AKP yönetimi emri ile yıkılan Kur’an kursuna sahip çıkmak, orada polisle çatışan halkın içinde olmak, camiye giderken trafik kazası sonucu ölen Tekel işçisi için camiyi kışlaya çevirmek, Amerikan askeri dövdü diye partiden atılan ülkücüyü kucaklamak, ondaki öfkeyi diğer direniş ve saldırı alanları ile ilişkilendirmektir mesele. Mesele, örgütleyenin örgütlendiğini bilmektir.
Bunlara örgütlenmemek, bunları örgütleyememek, solun kamalizme, kamalizmin sola örgütlenen kısmı ile kurulan bağlarla ilgili bir meseledir. Bu bağlarla düşünerek, Müslüman’ı ve solcuyu ilişkilendirme gayreti mânâsızdır. İlişki için kullanılan ip, Kamal’ın ipidir. AKP sarsıntısı ile Müslüman kütle içindeki yarılmada, ilgili kütle içine yönelik sızma harekâtı kendi neferlerini çağırmaktadır. O neferlerin ağzındaki “tevhid” İslamî değil, devletlûdür. Tevhidî mücadele, devletin bekâsına bağlanmıştır. Tevhid, yani tek’lik, ülkenin nevi şahsına münhasır oluşuna dair kamalist tezin yansımasıdır.
Bir Mağlubiyet Momenti: 1920
Ülkenin doksan yıldır çözümsüz olan sorunları, ülkenin efendilerinin bu ülkedeki her türlü işleyişi, sosyalistlerin, Kürtlerin ve Müslümanların hilafına, onların kanı pahasına gerçekleştiriyor oluşu ile ilgilidir. Bu üç kesimden kan parasına razı olanlar çıkmış, kimileri genel hukuk içinde konumlanmayı kurtuluş olarak görmüşlerdir. Ama hakikat, sızacak bir yer her daim bulmaktadır.
Bu üç kesim içinde ortak sınıfsal hat, küçük burjuvalıktır. Ülkenin kuruluş momentinde yaşanan mağlubiyetler, başarıcı-pragmatist bir politikaya ve ideolojiye kurban edilmiştir. İlgili mağlubiyetleri tecrübe eden kitleler ve önderler, ya kurulan devletle ve milletle bir tür ilişkiye sokulmuş ya da öznelleştirilmiş, talileştirilip kenara atılmıştır.
Örneğin İBDA hareketi, kendi tarihini “Kurtuluş Savaşı”na destek veren bir tarikat şeyhinden başlatır, Müslüman Türk köylüsünü genel nizama bağlama pratiği olan Demokrat Parti döneminde ajanlık yapan Necip Fazıl ile geliştirir.[7] Oysa CHP’nin CHP olarak yapamayacağı işler DP’ye düşmüş, o da bölgeye ve Anadolu içlerine egemen ideolojiyi yedirecek hamleler yapmıştır. Burada ideoloji devlet, devlete bağlılık ve devletle yaşamaktır. Bu devletse, genel kanaatin aksine, gayrı Türk ve gayrı İslamîdir.
Tarihi parçalayıp, içindeki zamana vakıf olmak isteyen liberaller ile toplumu dağıtıp içindeki mekâna sahip olmak isteyen muhafazakârlar, solla ilişkili olarak aynı işlemleri yaparlar. Bir düşman, kötü, şeytan ya da deccal belirleyip onunla dövüşürler. Bunun soldaki karşılığı ise kimi zaman “burjuva” kimi zaman da “faşizm”dir.
Buna göre “ittihatçılık”, şeytanî ise her şey ona bağlanır. Mısır’da İslamcıların, İstanbul’da ittihatçıların belirli baskı dönemlerinde nefes alabilmek için mason localarına girmeleri, masonluk bilgisine doğru kapanan bir İslam ya da ittihatçılık değerlendirmesi ile ele alınır. Misal, Cübbeli Ahmet Hoca Muhammed Taha’yı mason bulur. Aynı minvalde Mete Tunçay da Mustafa Suphi’nin mason olduğunu her yerde dillendirir. Bu Adnan Hoca’vari mason karşıtlığı, döne dolaşa masonizme bağlanır.
İlgili eleştiri, Ermeni meselesinde Kafkaslardaki sınıfî, millî ve dinî çatışmalardan habersiz, Suphi’yi bir de “Ermeni düşmanı” ilân eder. Kürtlerin ayrılma hakkını tanıyan, plebisit önerisinde bulunan Suphi, “azınlık düşmanlığı” tespiti ile düzlenip, “Kürt düşmanı” da oluverir. Boynuna “azınlık düşmanıdır” yaftası asılan Suphi, eksiği gediği, zafiyeti, üstünlüğü, yanlışları olan bir komünist olarak değerlendirilmeksizin, idam edilir.
Suphi TKP’sinin millî ve dinî olanla iç içe yoğrularak biçimleniyor oluşu, tarihi inkâr eden liberallerin dilinde silinir. Bunlar, Suphi’nin Kafkaslarda bir ara kesitte, Türk-Müslüman kesimde “anti-emperyalist propagandanın mızrağı” olarak devreye sokulan Envercilerin kurduğu KP’yi ele geçirip, onu arındırdıktan sonra 10 Eylül’de başka bir içerik ve biçimle yeniden kurduğunu bilmezler.
Mondros sonrası Anadolu’ya geçip buralarda gizli direniş örgütleri kuran ittihatçıların Ekim Devrimi ile temasla dönüşmüş olmaları, bu kesimlerin gözünde pul değerindedir. Çünkü onlar, kızıl ya da yeşil, tüm ittihatçılara düşman olmakla övünürler. Bebeğin yıkand��ğı su dökülürken bebek de çöpe atılır.
Bu kesimler, üstte, yönetsel ilişkilerde, her milletin, her azınlığın alttaki öfkeye karşı birleşebileceğini bilmezler. Öncelikle Türk, Ermeni ve İran halklarına çağrı yaparak işe koyulan Bakû Kurultayı’nın önemli isimlerinden Suphi, bu ayrımı çok iyi bilmektedir.
Körlemesine ittihatçı düşmanlığı, Ankara’da, gizlide toplanan TKP kongresinde Taşnak militanlarının da hazır bulunduğunu görmez. Aynı körlük, meclisteki solcu Halk Zümresi’nin paşanın adayı hilafına içişleri bakanı seçtiği Nazım Bey’in tehditle görevden uzaklaştırıldığını görmeyen kamalistlerde de mevcuttur. Onlar, bizim görmemiz gerekenleri örtmek ve efendilerin görmemizi istediklerini gözlerimize sokmakla görevlidirler.
Paşa, ulvî çıkarlar adına Nazım Bey’in uzaklaştırılmasının zorunlu olduğunu söyler hatıratında ama meclisi cephedeki askerlerini çekmekle, mücadeleyi baltalamakla tehdit ettiğini söylemez. Batmaz ise bizi Mete Tunçay sopası sallayarak, bu karanlığı yarma gayretimizi hafife almaktadır. O, tarihsel gerçekleri talileştirip hor görme eğilimindedir. Teoriyi oyun olarak gördüğünden, “burası bizim oyun bahçemiz, siz gidin kendi bahçenizde (marksizmde) oynayın, kemalizm okuyacağınıza marksizm okuyun” demektedir. Oysa kavganın kestiği ve kavgayı kesen her yer bizim mücadele alanımızdır.
Aynı horgörü Tunçay’da da var. O da meclis binasında “miras haramdır” deyip bunu Kur’an’la gerekçelendiren ilk komünistleri önemsizleştirir. İttihatçı düşmanlığı o denli derine işler ki, düşman olunan şeyin, ittihatçılığın, iliklere, genlere, kana işlediği, vazgeçilmez, kurtulması imkânsız olduğu iddia edilir.
Solun genetiğinden bahsedilmesinin sebebi de burada. Bir kesim, solu korumak için milleti ve dini engel kabul ediyor, diğeri de aynı solu dışa açmak istiyor ama bunu kendi genetiğine bağladığı millet ve dinle yapmak istiyor.
Tunçay ve Tevetoğlu şahsında sola ve komünist harekete dayatılan sınırlar, kamalizmin sınırlarıdır. Komünist hareket, kamalizmin aydınlanma (sol) ve modernizm (sağ) bacağına farklı dönemlerde farklı biçimlerde yapışan, bu hâliyle büyümesi mümkün olmayan bir çocuk derekesinde tutulmaktadır. Oysa Türkistan’ı, Kafkaslar’ı, İran’ı ve Anadolu’yu kapsayan bir coğrafyada Müslüman Kızıl Ordu’su kurulması fikrinin tartışıldığı dönemde Mustafa Suphi, böylesi bir ordunun zarurî olduğunu savunan bir isimdir.[8] Ama o, Sovyetler’in anlaşma sonucu, Kafkaslara karşılık Anadolu’yu İngilizlere verdiği, İngiliz ordusunun geri çekildiği momentte tasfiye edilir. Tasfiye eden, Müslüman Kızıl Ordu’sunun huzur bozacağı stabilize edilmiş bölgedeki verili nizamdır. O nizamda Suphi’ye yer yoktur. Ordunun akıncı birliği daha ilk seferinde, Karadeniz’de ezilmiştir.
“Ey Şanlı Dolikosefal!”
Emine Uşaklıgil hatıratında bahsediyor: Temmuz 1932’de toplanan tarih kongresinde Şevket Aziz Kansu, Atatürk’e hitaben “ey şanlı dolikosefal” diyerek başlamış sözlerine. “Hatta o dönemde Atatürk’e bir de kafatası ölçme âleti hediye edilmiş. Atatürk’ün Çankaya sofrasının düzenli konuklarının kafatasları ölçülmüş bu âletlerle.”[9]
Hatıratlar önemli ipuçları veriyor. Şarkıcı Müzeyyen Senar, bir TV programında, Kamal ile ilgili anısını heyecanla anlatıyor. Bursa ziyaretinde Kamal, gece yarısı Senar’ı ve eşini evine çağırıyor. Sofraya eşlik etmesi istenilen Senar ve eşi, huzura çıkartılıyor. Kamal, Senar’ın beline kadar uzun saçlarını ve eşinin bıyıklarını sevmiyor, kesilmesi emrini veriyor.
“[...] Avrupamerkezci tarih anlayışını ve dil teorilerini sorguladı ve K. Marx’ın proletarya yaratacak kıvamda olan müdahaleleri alkışlayan bir övgüye hak kazanarak, sanayileşmeyi ve kapitalistleşerek yenileşmeyi yerine getirdi ve her ikisinin de ülküsü aynıydı: sömürünün olmadığı, tevhidî, sınıfsız, imtiyazsız bir ulus/toplum. Mesele bu kadar basit; çünkü her ikisi de mükemmel. Şimdi bu mükemmel döşenmiş yolda tevhidî tariki bulmak kalıyor bize.”[10]
Yaverinin anıları da güzel tespitler içeriyor. Gece yarısı kafatası ölçüm âleti ile kendisini kovalayan Kamal’dan kaçıyor, yakalanıyor, ölçüm sonrası Paşa, onun Türk olmadığını, “hayvan” olduğunu söylüyor.
Tevhidî yolumuz bu!
Sınıf sözcüğünü kullananların dillerini kesmek, sınıfı sözlükten çıkartmak, sınıfa işaret eden kurumları ezmek ama öte yandan da somutta, belli bir sınıfı beslemek. Sınıfla sözel düzeyde olumsuz açıdan ilişki kuran bu pratik, olumlu ilişki kuran solculara sıcak geliyor. Marx’ın tespitine atıfla, sınıfsal karşıtlıkları yukarıdan izleyenlere kamalizm, gerekli gıdayı ve ideolojik aygıtları veriyor. Başka bir yerde değilse de bu ülkede tepeden bakmak, kamalizm olarak cisimleşiyor.
O da tepeden bakmayı karakter edinmiş biri zira. Anti-emperyalist olduğunu söyleyenler, onun şu cümlelerine kulak tıkıyor: “Eğer İngilizler Anadolu’nun sorumluluğunu üstleneceklerse, emirlerinde çalışacak deneyimli Türk idarecilerinin işbirliğine ihtiyaç duyacaklar. Öğrenmek istediğim [...] bu kapsamda hizmet etmeyi teklif edebileceğim uygun makamdır.”[11] Bu sözler, 1918’in sonlarında bir İngiliz gazetesine söyleniyor. Aynı kişi, Komintern’in o günkü tespiti ile “batı Anadolu’da Yunan işgali sonrası rekabet ve mülkiyet imkânlarını yitiren batı Anadolu burjuvazisinin siyasî liderliğine soyunuyor.”[12] Mazlum ve sömürülen kesimlerin öfkesini boğma göreviyle bir devletin temellerini atıyor.
Veysel Batmaz, onun yüceliği altındaki payandalara fazla sırtını yaslıyor. Yazının bir yerinde “M. Kemal’in ulusal kurtuluş hareketlerinden birini ve ilk istiklâl (bağımsızlık) savaşını” başlattığını söylüyor, sonlara doğru ise “M. Kemal ise, bence hiç de ulusal bir kurtuluş hareketi yapmadı” diyor. Okuru her yönden ikna etme gayreti ile yüklü yazı, esasta genel resmî tarihi tekrar etmekle yetiniyor.
Bu noktada 1821’deki Grek bağımsızlık mücadelesi, Cezayirlilerin direnişleri vb. bir çırpıda unutuluyor. İttihat-Terakki döneminde millî mücadelenin ve milliyetçiliğin batıda Arnavutlar, Bulgarlar ve Rumlardan, doğuda Ermenilerden öğrenildiği görülmüyor. (Bugün bile bağımsızlık mücadelesi verenin arkasında Ermeni ve Rum görülmesinin sebebi burada.) Yani onlardan gerçek manada bir millîlik ve millî mücadele değil, bu millîliğin efendilerin dişlerinin kovuğuna uygun hâle getirilmesi öğreniliyor.
Ankara’daki komünistlerin ezilmesi ile ülkeye ve bölgeye Moskova’dan, dolayısıyla Moskova’daki Türkiye masasından bakanların tarihsel değerlendirmeleri, Lenin’i Kamal ile yoldaş kılıyor. O gün için pragmatik anlamı olan bu hamle, tarihüstü bir değere kavuşturuluyor. Batmaz gibi isimler, bu değere yücelik atfediyorlar ve tüm fikriyatını buradan kuruyorlar.
Sınıf karşıtlıklarına ve genelde tüm siyaset alanına tepeden bakmak isteyenler, kamalizmle uzlaşmak, ona kendisini uydurmak ve onunla birlikte yaşamak zorunda kalıyorlar. Felsefenin bulutların üzerinden yere indirilmesinden ve çizmelerinin çamura bulanmasından söz eden marksizme asker botu giydiriliyor. Marksizm, tüm bir kavga, mücadele seyrinden azade kılınıp, kitlesiz, sınıfsız, mevzisiz, rasyonel artıları itibariyle, devletin ya da demokrasinin hizmetine sunuluyor.
Seksenlerin başında Reagan ile başlayan eski marksist danışman besleme geleneği, bir Amerikan pratiği olarak Özal ile Türkiye’ye de sokuluyor. Marksizmden gayet haberdar özel kişiler, siyaset, iktisat ve sosyoloji gibi alanlarda cirit atıyorlar. Düşman, bizim silâhımızla bizi vurmaya çalışıyor. Bu özel kişiler, sola yönelik olarak günah çıkartırken de teorik laflar etmeyi ihmal etmiyorlar. Sosyalizm için kemalizmin ya da burjuva demokrasisinin şart olduğuna bizleri ikna etmeye çalışıyorlar. Tüm koşullar olgunlaşmadan devrimin ve sosyalizmin gerçekleşmeyeceği terennümleri ardından, gerçekçilik vaazları veriliyor ve verili gerçeğin diline ve fiiline biat edilmesini öneriyorlar. Batmaz, verili gerçeğin politik merkezi olan meclise çekidüzen verirken bizler de bu noktada Che’nin şu sözüne kulak kabartmamız gerekiyor:
“Devrim olgunlaştığı vakit yere düşen bir elma değildir. Onu düşürmeniz gerekir.”[13]
Eren Balkır
Dipnotlar
[1] Leyla Neyzi, “Remembering to Forget: Sabbateanism, National Identity, and Subjectivity in Turkey”, Comparative Studies in Society and History 44 içinde, s. 151.
[2] İbrahim Kaypakkaya, “Kemalizm Eleştirisi”, İştirakî.
[3] Takahisa Oishi, The Unknown Marx, Pluto Press-Londra, 2001, s. 156.
[4] Karl Marx-Frederick Engels, Manifesto of the Communist Party, International Publishers-New York, 1948, s. 5-6.
[5] A.g.e., s. 40.
[6] Sayed Khatab, Political Thought of Sayyid Qutb, Routledge-Londra&New York, 2006, s. 24.
[7] “İşin vakanüvislere ait yönü bir yana, bizi ilgilendiren husus, BÜYÜK DOĞU-İBDA üzerindeki tuğrayı basan ismin, yani ‘Büyük İrşad Kutbu’ Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, ‘Kurtuluş Savaşı’ diye yaftalandırılan Anadolu’daki mücadeleye destek vermesidir.” (Selim Gürselgil, “İslâmcı Mücadele ve İbda Hareketi”, Furkan)
[8] Stephen Blank, “Soviet Politics and the Iranian Revolution of 1919-1921”, Cahiers du monde russe et soviétique içinde. Cilt: 21 sayı: 2 Nisan-Haziran 1980. s. 183.
[9] “Ey Şanlı Dolikosefal”, Haksöz Haber.
[10] Bülent Gökay, Bolşevizm ile Emperyalizm Arasında Türkiye, Tarih Vakfı Yurt Yay., 1997, s. 60.
[11] Veysel Batmaz, “Etimolojik ve Sınıfsal Cevap”, Adil Medya.
[12] Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası (1920-1923), Hz.: Erden Akbulut ve Mete Tunçay, Sosyal Tarih Yayınları, 2007, s. 162-4.
[13] Boualam Rouissi mülâkatı, George Lavan tarafından hazırlanan Che Guevara Speaks isimli çalışma içinde.
0 notes
benimpencerelerim · 2 years
Text
OMRUMUN TEK GECESI
POPÜLER KÜLTÜRÜN ARKA PLANI
           İsmi “Ömrümün Tek Gecesi” olan filmin başlıca oyuncuları Ediz Hun, Filiz Akın, Kayhan Yıldızoğlu, (sanırım) Fatma Karanfil ve Kadir Savun’a benzettiğim (artık Kadir Savun olarak anacağım) bir oyuncuydu. Hangi yılda çekildiğini bilmediğim filmi izlemeye yarısından başlamıştım. Mekan ise kasaba ya da şehirlere yakın kırsal, ormanlık bir alandı. Kayhan Yıldızoğlu burjuva bir iş adamını, Ediz Hun küçük burjuva mühendisi, Filiz Akın, büyüklüğü belli olmayan toprakların sahibi bir toprak soylusunu, Fatma Karanfil bir köylü kızını ve Filiz Akın’ın iki kardeşinden biri olan Kadir Savun, Avrupa’da (sanırım Paris) hukuk doktorası yapmış / yapan bir insanı canlandırıyordu. Filmin, izleyemediğim kısmında Filiz Akın’ın öbür kardeşi olan hafifmeşrep kadın Ediz Hun ile kentte yaşadığı fırtınalı bir ilişki sonucunda ölmüştü. Büyük bir çoğunluğu köylülerden ve görece olarak az sayıda toprak soylusundan oluşan Cumhuriyet dönemi ve sonrası Türkiye’nin ithal ikamesine ve doğal kaynakların işlenmesine dayalı sanayi ile gelişirken ekonominin, sınıfların, ilişkilerin ve ideolojilerin dönüşmesinin öyküsü( Büyük bir olasılıkla film bu öyküyü anlatmak için çekilmedi ama o zamanın ekonomisi, sınıfları, ideolojisi ister istemez filmin karelerine sızmıştı)*. 
Kayhan Yıldızoğlu  Belçika’lı bir şirketle (doğal kaynakları çıkarıp işleyerek veya işlemeden satma amacıyla) anlaşma imzalamak üzere olan, ithalat ve ihracat işleriyle uğraşan, toprak soylularından aldılarıyla ihracat yapan ticaret burjuvazisinin prototipi) bir iş adamıdır. Filiz Akın’la (toprak soylusu) hem nişanlı hem de ortaktır.  Ediz Hun şehirli, küçük burjuva bir mühendistir. Kayhan Yıldızoğlu ve Filiz Akın’ın ortaklaşa sahip olduğu arazi üstünde maden aramak üzere köye gelir. (Yerli ve yabancı ortaklıklar doğal kaynakları işlemek / veya daha çok, gelişmiş ülkelere satmak için kurulmaktadır.). Ediz Hun’un kaldığı köy evinde kalan saf ve masum köylü kız (Fatma Karanfil) mühendise meftun olur. (Köylünün sınıf atlayarak küçük burjuva olma hayallerinin izdüşümüdür bu aşk, bir başka açıdan da bireyin olmak istediği kişiyle (ideal egosuyla) olan karmaşık, narsistik ilişkisi olarak bakılabilir bu olguya (çok şatafatlı oldu)).
Zamanla Filiz Akın ve Ediz Hun arasında duygusal bir ilişki gelişir. Toprak soylusundan (feodal ahlak, üstbenin hakim olduğu kişilik / sınıf), burjuvaya ( burjuva ahlakı, benin, tutkuların (içgüdülerin, hazların) hakim olduğu kişilik / sınıf) dönüşmekte olan Filiz Akın, Ediz Hun’a doğru yönelen duygularıyla (tutkular), nişanlısına olan bağlılık görevleri arasında kalır (trajik çatışma, filmin Filiz Akın ile Ediz Hun’un yakınlaştıkları bir karesinde Ediz Hun’un repliği her şeyi özetlemektedir aslında: “Arzularımızın yanında vazifelerimizin kudsiyetini de unutmamalıyız.”). Elbette üstyapıda ve kişiliklerde altyapı egemenliğini ilan edecektir. Toprak soylusu burjuva olacak, feodal ahlak, yerini burjuva ahlakına bırakacak, tutkular görevlerin hakkından gelecektir. Burjuvalığa doğru pupa yelken yol alan toprak soylusu (Filiz Akın) Kayhan Yıldızoğlu ile hem nişanı hem de ortaklığı bozacak ve Ediz Hun’la yeni ufuklara yelken açmak için iskele alabanda diyecektir. (Toprak soylusu, burjuvalaşırken, bir yandan kendisi eğitim görerek bir yandan da eğitimli küçük burjuvalarla haşır neşir olarak bilgiyle de içli dışlı olacaktır).
Filiz Akın (toprak soylusu) ve Ediz Hun (küçük burjuva) arasındaki ilişki (ortaklık) gelişirken (Toprak soylusu ürünlerini ticaret burjuvazisi aracılığıyla doğrudan dışarıya satmak yerine küçük burjuva ile ortaklık kurarak ürünlerini ya doğrudan işlenmemiş olarak kendisi satma ya da ürünleri işleyecek sanayiyi kurup işlenmiş olarak satma yoluna gidecektir.), Fatma Karanfil (köylü), arka planda, mahzun gözler ve buruk bir yüz ifadesiyle Ediz Hun’un (küçük burjuva olma hayalleri, kendisini yaşadığı yoksul hayattan kurtaracak küçük burjuva ile evlenme (işbirliği yapma) düşleri)  avuçlarının içinden kayıp gitmesini izleyecektir. O kaybedendir, yardımcı roller verilmiştir ona. Başrollerde Ediz Hun ve Filiz Akın vardır. Küçük burjuva ve toprak soylusu iktidarı ele geçirmektedir. İktidarsa kültüre damgasını vurduğu gibi kişilerin ses tonundan beden diline kadar her alana kıvrılıp sızarak baş köşede yerini almaktadır. Ediz Hun, Fatma Karanfil’e (köylüye) kah şefkatle, kah otoriter bir şekilde yaklaşır. Değil kadın, birey olarak bile yoktur köylü, o bakılmaya, korunmaya muhtaç bir çocuktur. Yaralandığında, yatağında yatarken, başucunda beklemek isteyen Filiz Akın’a saygıyla karışık duygulu bir ses tonuyla karşılık veren Ediz Hun, sandalyede başucunda uyuya kalan Fatma Karanfil’i azarlar. Onu, görmediğimiz, gözlerden uzak odasına (konumuna) gönderir. O hizmet etmeli, kendisine verilen görevleri yerine getirmeli ve ayak altında dolaşmamalıdır.
Filmin sonlarına doğru Filiz Akın’ın ağabeyi olan Kadir Savun (dış dünyayla (Batıyla) ilgili fırtınalı ilişkileri sonucunda batıyı kopya etmeye karar veren ve batının eğitimini kültürünü kısa yoldan elde etmeye çalışan siyasi iktidar, cumhuriyet elitleri ) yurda, köye döner (dikkatini içeriye çevirir) ve kardeşi Filiz Akın’la , Ediz Hun  arasında, diğer kız kardeşinin ölümü nedeniyle bozulan ilişkilerin düzeltilmesi için şefkatle karışık otoriter bir tavırla yol gösterir. Filiz Akın, muşamba kaplı eski bir ciple köyden ayrılmakta olan Ediz Hun’u, atının yardımıyla yakalar. Filmin sonunda, uzaktan, geniş bir düzlüğün  ucunda başlayan ormanın (doğal kaynaklar) önünde, kesilmiş ağaç kütüklerinin (doğal kaynaklara dayalı sanayi) arasında bir yanda cip (ithal teknoloji) ve Ediz Hun (küçük burjuva, bilgi), diğer yanda Filiz Akın (toprak soylusu, sermayedar) ve atı (toprağa bağlı sermaye) görünür.    
               *) Yazıyı yayınladıktan sonra, bu filmin, başta tahmin ettiğim gibi çala kalem yazılan bir senaryodan değil Esat Mahmut Karakurt’un bir eserinden uyarlanarak çekildiğini öğrendim. Bu durumda sözünü ettiğim kodların, eser ve dolayısıyla filmin içine bilinçli olarak yerleştirilmiş olma ihtimali de hayli yüksektir.
0 notes
eaktag-blog · 7 years
Text
Bir yanda Aydınlanma dönemi ve sanayi devrimini yaşayabildiği, doğu ve güneyi sömürmeyi becerebildiği, tarihsel birikimle davranan burjuvazisi asalak olmadığı için o ‘lüks araba’yı üretebilen insan ve diğer yanda, söz konusu deneyimlerin hemen tümünden yoksun olup o lüks arabayı ‘kullanan’ insan.
1 note · View note
guncelpdfindir-blog · 6 years
Text
Değişim Sürecinde Türkiye & Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Sosyo-Ekonomik Bir Değerlendirme
Değişim Sürecinde Türkiye & Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sosyo-Ekonomik Bir Değerlendirme Avrupa, imparatorlukların dağılmasıyla ulus devletlere dönüşür ve aydınlanmanın ardından sanayi kapitalizmine geçerken Osmanlı İmparatorluğu hep bir ümmet devleti olarak kaldı. Ne tam olarak aydınlanmaya girebildi ne de sanayi kapitalizminin getirdiği rüzgârı yakalayabildi.   Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla aydınlanma ve sanayileşme atılımı gibi kazanımlar çıktı ortaya. Ne var ki bunlar, toplumca bir çaba karşılığı elde edilmiş kazanımlardan çok, ilerici bir kadronun getirdiği düzenlemelerdi. O nedenle de toplum tarafından tam olarak sahiplenilmediler.   Son yüz yılda ülkemizde yaşanan sosyo-ekonomik evrim başlangıçta ileriye doğru olsa da sonradan çok daha karışık bir görünüm içine girdi. Bizde hiçbir zaman geniş bir sanayi burjuvazisi oluşamadı. Daha çok bir esnaf burjuvazisi oluştu. Hiçbir zaman kapitalizm, ahbap-çavuş kapitalizmini aşamadı. Türkiye bazen Batı’ya bazen Doğu’ya, bazen ileriye bazen geriye doğru kararsız bir denge içinde savrulup durdu.   Bu kitap Türkiye’nin Osmanlı’dan bu yana yaşadığı bu karışık ve kararsız değişimi değerlendirmeyi  amaçlıyor.
Değişim Sürecinde Türkiye & Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Sosyo-Ekonomik Bir Değerlendirme
0 notes
sizekitap · 6 years
Text
Değişim Sürecinde Türkiye
Değişim Sürecinde Türkiye Mahfi Eğilmez Remzi Kitabevi
Avrupa, imparatorlukların dağılmasıyla ulus devletlere dönüşür ve aydınlanmanın ardından sanayi kapitalizmine geçerken Osmanlı İmparatorluğu hep bir ümmet devleti olarak kaldı. Ne tam olarak aydınlanmaya girebildi ne de sanayi kapitalizminin getirdiği rüzgârı yakalayabildi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla aydınlanma ve sanayileşme atılımı gibi kazanımlar çıktı ortaya. Ne var ki bunlar, toplumca bir çaba karşılığı elde edilmiş kazanımlardan çok, ilerici bir kadronun getirdiği düzenlemelerdi. O nedenle de toplum tarafından tam olarak sahiplenilmediler.
Son yüz yılda ülkemizde yaşanan sosyo-ekonomik evrim başlangıçta ileriye doğru olsa da sonradan çok daha karışık bir görünüm içine girdi. Bizde hiçbir zaman geniş bir sanayi burjuvazisi oluşamadı. Daha çok bir esnaf burjuvazisi oluştu. Hiçbir zaman kapitalizm, ahbap-çavuş kapitalizmini aşamadı. Türkiye bazen Batı’ya bazen Doğu’ya, bazen ileriye bazen geriye doğru kararsız bir denge içinde savrulup durdu.
Bu kitap Türkiye’nin Osmanlı’dan bu yana yaşadığı bu karışık ve kararsız değişimi değerlendirmeyi amaçlıyor.
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
devamı burada => https://is.gd/70Cb2P
0 notes
doriangray1789 · 2 years
Text
KAPİTOKRASİ - Sermaye Egemenliği
Batının gelişmiş ülkelerinde bazı iktisatçıların kullandığı ama iş çevrelerinin kasıtlı olarak kullanmaktan çekindiği ve halk kitlelerinin öğrenmesinin istenmediği bir kavram olan KAPİTOKRASİ, sermaye egemenliği anlamına gelmektedir. (Demokrasi kavramı nasıl Eski Yunan ve Roma'dan geldiği biçimi ile Demos-Cratos kavramlarının birleşimi olarak halk egemenliği anlamına geliyorsa, Kapitokrasi kavramı da gene Roma döneminden gelen Capitos-Cratos kavramlarının birleşimi olarak "sermaye egemenliği" anlamına gelmektedir….) İdealist politikada ve görünüşte demokrasi kavramı yürürlüktedir ama gerçekte, yani reel politikada geçerli olan Kapitokrasi’dir Çok partili” dönemle başlarsak (1946), Türkiye’deki önemli siyasal süreçlerin ve iktidarların sınıf dinamikleriyle ilişkilendirilmesi ne ölçüde mümkündür? “Sınıf dinamikleri” kavramını geniş anlamıyla kullanıyorum. Bu anlamıyla “sınıf dinamikleri”, temel sınıflar arasındaki mücadelenin yanı sıra belirli bir sınıfın, örneğin sermaye sınıfının kendi içindeki gelişmeleri ve buna eşlik eden “mücadeleleri” de anlatır.
Böyle bakıldığında, elimizde geçerli denebilecek bir şema bulunmaktadır. Demokrat Parti’nin doğuş ve yükselişinin temelinde, 1930-40’larda palazlanıp kendine yer arayan ticaret ve tarım burjuvazisi vardır. DP’den sonra, 60’lı yıllarda metropol (özellikle İstanbul) temelli sanayi burjuvazisinin ağırlığını arttırdığını görürüz. 12 Mart (1971) sonrası düzenlemeler, özellikle tekelci büyük sermaye lehinedir. 24 Ocak kararları (1980) ve ANAP ise, ihracat sektörünü özellikle kollayarak Türkiye ekonomisini ve sermayeyi dışarıya açmıştır.    Yukarıda özetlenen süreçlerin hepsinde sermaye sınıfının belirli kesimleri, diğer kesimlere karşı göreli avantaj elde etmeye çalışmıştır. sermayenin tümünün toplumsal egemenliği, kendi gerçekliğini aşırı kırarak siyasal mücadele düzlemine yansıtır. O zaman düşünelim: Çıkışı, alternatifi görünmeyen bir model; sermayenin toplumsal egemenliğinin metropoller ötesinde, ülke ölçeğinde daha belirginleşmesi (yatay boyut); aynı egemenliğin yerel yönetimler, tarikatlar, cemaatler aracılığıyla toplumsal dokuya daha fazla nüfuz etmesi (dikey boyut) ve bu “maddi” temelin üzerinde aşırı ideolojik yüklenme…
Ne anlama geliyor, hangi eğilimlere işaret ediyor?
Birincisi, topyekûn bir gericileşme, tutuculaşma, dışa açılırken içe kapanma, saldırganlaşma ve ideolojik/kültürel lümpenleşmedir. Bugünkü gidişat da bu yöndedir. Kırılma” nedir?
En basit anlatımıyla şudur: Günümüzde bir bütün olarak sermaye sınıfının içinde, bugünkünden farklı bir birikim modelini zorlayabilecek, bu anlamda bütünlüklü bir alternatif sunabilecek, üstelik bu konumunu siyasal plana yansıtıp geniş yığınlardan destek bulabilecek, sistem içinde tanımlanabilir-teşhis edilebilir bir kesim yoktur. Özellikle IMF-Dünya Bankası patentli “reformlar”, sermaye sınıfının bütününe kimi kapıları açarken aynı zamanda onu belirli bir mecraya da zorlamıştır. Öyle ki, ufak tefek rötuşlar dışında, sermayenin belirli bir kesimi-alternatif birikim modeli-kitle desteği sacayağının başka bir zeminde yeniden kurulması artık mümkün görünmemektedir.
0 notes
serhatnigiz · 5 years
Text
Çin Pratiği Bağlamında Maocu Teoriye Genel Bir Bakış
Tumblr media
“Yoksul köylülerin önderliği mutlaka gereklidir. Yoksul köylüler olmadan devrim olmaz, onların rolünü inkar etmek, devrimi inkar etmek demektir.”
“Devrimci dönem içinde, karşı-devrimci güçleri tamamen devirebilmemiz ve Çin’deki hem karşı-devrimci, hem de emperyalist güçleri tamamen devirebilmemiz, devrimin zafere ulaşmasından sonra ise, üretimi hızla yeniden inşa edip geliştirebilmemiz, yabancı emperyalizmle baş edebilmemiz, Çin’i bir tarım ülkesi olmaktan çıkarıp giderek bir sanayi ülkesine dönüşebilmemiz için ve Çin’i büyük bir sosyalist devlet haline getirebilmemiz için partimiz aynı zamanda şehir küçük burjuvazisi ve milli burjuvazinin bizimle işbirliği yapabilecek mümkün olduğu kadar çok temsilcisi, aydını ve siyasi grubu ile de birleşilmesi gerekir.”
“Gerici sınıfların üyelerinin bu şekilde yeniden biçimlendirilmesi, ancak komünist partisinin önderliğinde demokratik halk diktatörlüğü tarafından başarılabilir. Bu gerçekleştirildiği zaman Çin’in başlıca sömürücü sınıfları, toprak ağası sınıfı ve bürokratik burjuvazi (tekelci kapitalist sınıf) tamamen tasfiye edilmiş olacaktır. Geriye milli burjuvazi kalıyor; bugünkü aşamada bunların bir çoğuyla uygun eğitim çalışmaları yapabiliriz. Sosyalizmi gerçekleştirme, yani özel girişimi devletleştirme zamanı geldiğinde, bu sınıfı eğitme ve yeniden biçimlendirme çalışmasını bir adım ileri götüreceğiz.”
“Şimdi iki ittifakımız var; biri köylülerle, diğeri milli burjuvaziyle. Her ikisi de bizim için vazgeçilmezdir.”
“Çin’de iki ittifak vardır; biri, işçi sınıfının köylülerle ittifakı, diğeri ise işçi sınıfının kapitalistlerle, profesörlerle, yüksek teknik personelle, bizim safımıza geçen Guomindang generalleriyle, dini önderlerle, demokratik partilerle ve parti bağı olmayan demokratlarla ittifakıdır. Her iki ittifak da gereklidir ve sürdürülmelidir.”
“Ekim Devrimi burjuvaziyi devirdi; bu, dünya tarihinde eşi görülmemiş bir olaydı. Bütün ülkelerin burjuvazisi bu devrime kara çalmak için veryansın ediyor, onun hakkında tek bir iyi şey söylemiyordu. Rusya’daki burjuvazi karşı-devrimci bir sınıftı; o sırada devlet kapitalizmini reddediyor işi yavaşlatma ve sabotaj eylemleri örgütlüyor ve silaha sarılıyordu. Rusya proletaryası için burjuvazinin işini bitirmekten başka çare yoktu. Bu başka ülkelerin burjuvazisini kızdırdı, ve onların saldırgan bir dil kullanmasına yol açtı. Çin’de ise biz milli burjuvazimize nisbeten daha yumuşak davrandık; onlar kendilerini biraz daha rahat hissediyor ve siyasetimizde bazı iyi şeylerin olduğuna inanıyorlar.”
“Ancak, milli burjuvazi, emperyalizme karşı, birleşik cepheye katıldığı taktirde, işçi sınıfı ve milli burjuvazi ortak çıkarlara sahip olacaklardır. Burjuva demokratik devrim döneminde halk cumhuriyeti emperyalist ve feodal mülkiyet dışındaki özel mülkiyeti kamulaştırmayacak ve milli burjuvazinin sanayi ve ticaret işletmelerine el koymak şöyle dursun, onların gelişmesini teşvik edecektir... Demokratik devrim aşamasında emek ile sermaye arasındaki mücadelenin bir sınırı vardır. Halk Cumhuriyetinin iş kanunları işçilerin çıkarlarını koruyacak, ancak milli burjuvazinin kar etmesini ve sanayi, ticaret işletmelerini geliştirmesini de önlemeyecektir.”
“Yeni demokratik devlet sisteminde, emek ve sermayenin çıkarlarını düzenleme siyaseti benimsenecektir. Bu siyaset, devlet sektörü ile özel sektörün, emekle sermayenin, sanayi üretimini geliştirmek üzerine beraberce çalışmaları için, bir yandan işçilerin çıkarlarını koruyacak... öte yandan da gereğince idare edilen devlet işletmelerinin, özel işletmelerin ve kooperatif işletmelerin kanunla tespit edilmiş karlarını güvence altına alacaktır.”
“Feodal sistemin yokedilmesi ve tarım ürünlerinin geliştirilmesi, sanayi üretiminin gelişmesinin ve bir tarım ülkesinin bir sanayi ülkesine dönüşmesinin temellerini atacaktır. Bu, yeni demokratik devrimin nihai hedefidir.”
Mao Zedung [1].
Maoizm’in genel teorik çerçevesine yönelik bugüne kadar pek çok eleştiri yapılmış olsa da; Maoizm'e yönelik yapılabilecek en temel eleştiri “Proleter ezilme algısından sosyalizm çıkıyor da, neden ezilen köylü algısından bir sosyalizm çıkmıyor?” önermesi olmalıdır. Keza; Maoist devrim stratejisine ve taktiklerine damgasını vuran asıl şey, bu taktik ve strateji gereğince köylülüğün “temel güç” (yani devrimin ve sosyalizmin toplumsal kaldıracı) olmasına karşın, ne hikmetse “demokratik halk devrimi” ekseninde ideolojik önderliğin ise proletarya bırakılmış olmasıdır. Şayet köylülük feodalizmi ve kapitalizmi yıkmak ve sosyalizmi kurmak için temel güç ise (ki burjuvazi tarihsel olarak köylülüğü kendisine yedekleyerek bunu gerçekleştirmişti), neden ideolojik önderlik köylülüğe değil de, hala proletaryaya devredilmektedir. Maoizm’in temel “teorik açmazlarından” biri de budur. Çünkü Maoizm bir nevi tarihsel olarak proletaryanizm’in köylülük içinde ki uzantısı olarak gelişmiştir. Ve doğal olarak Maoizm’in ideolojik besin kaynağı da yine içinde çıktığı Marksizm ve Leninizm olmuştur. Dolayısıyla; Maocu teori de ideolojik önderliğin köylülük yerine proletaryaya verilmesinin asıl nedeni de budur. Haliyle; nesnel-emeksel zeminlerini köylülüğe dayandıran Maoizm, ideolojik/öznel-emeksel zeminlerini ise bu sebepden dolayı sanayi proletaryasına dayandırmıştır.
Maoist devrim stratejisi ve taktiği “kendi içinde tutarsız” bir taktik ve stratejidir. Peki neden? Zira; Maoizm’in mantıksal sinsilesine ters bir biçimde, şayet proletaryadan sosyalizm çıkabiliyorsa, köylülerden de sosyalizm “pekala” çıkabilir. Proletaryanın ideolojik önderliği altında sosyalist devrimin merkezine köylü kitlelerini koymak klasik proletaryan-ML’ye ters düşüyor gibi gözükse de; aslında Maoizm farkında olmaksızın proletaryaya “eski tabirle” dışardan yalnızca burjuva icatçı-bilinç taşıyarak Çin pratiği dolayımıyla sosyalizme ulaşılamayacağını nesnel olarak gördüğü için, tıpkı feodalizmden kapitalizme (D-3’den D-4’e/C-6’dan C-7’ye) geçiş sürecinde olduğu gibi, zayıf Çin burjuvazisinin tarihsel misyonunu proletaryaya vererek, köylü kitlelerine ve burjuvazinin “sol” kanadına yaslanarak (Mao’nun “milli burjuvazi”yi de kapsayan “çoklu sınıf ittifakı” sayesinde) feodalizmin tasfiyesine yönelmiş olan bir geçiş-ideolojisi olma özelliğine de sahiptir.
Tıpkı feodalizmden kapitalizme geçişte feodalizmi köylülük yıkarken, kapitalizmi ise burjuvazi kurarken, tarım emeğinden sanayi emeğine geçişle birlikte, eski emek biçiminin toplumsal kullanıcı-sınıfı olan köylülüğü kendisine yedekleyen burjuvazinin misyonunu bu defa Çin pratiğinde Mao ve Maoizm proletaryaya “ideolojik önderlik” rolü vererek ve dahası feodalizmi yıkacak güç olarak da köylülüğü “temel güç” haline getirerek çözme yoluna gitmiştir. Elbette ki bu durum; Çinli Maoistlerin (klasik proletaryan ML teorisinden “bağımsız” olarak) ülke pratiği içinde geliştirdikleri bir durum olup, bu ülkedeki sınıflar mücadelesinin bu şekilde ki seyride asıl olarak Çin’deki D-3/burjuvazisinin (tıpkı Çarlık Rusyası’ndaki gibi) zayıflığından (Çin burjuvazisinin burjuva devrime önderlik edebilecek güç ve yetkinlikte olmamasından) kaynaklanmıştır.
Rus Bolşevik Devriminin “tek sınıflı” hattına kıyasla; Çin Devrimi’nin “çok sınıflı” hattı da asıl olarak D-3/Çin burjuvazinin güçsüzlüğünden/iktidarsızlığından beslenmiştir. Dahası; Maoist çoklu sınıf yapısı sayesinde Çin 1950-60 sonrası glokal-kapitalist restorasyon sürecine pek çok ülkeye kıyasla daha hızlı bir biçimde adapte olabilmiş ve bugün burjuva ideologları tarafından bile 20. Yüzyılın “Yükselen Süper Gücü” olarak görülmeye başlanmıştır. Aslında Rus ve Çin devrimi “üç aşağı beş yukarı” iktisadi emek verileri açısından bakıldığında birbirine çok yakın iken, Ruslar/Bolşevikler proletaryayı “tekçi” merkez alıp köylülüğü yedek güç haline getiren bir devrim algısı ile sürece yaklaşırken, Maoistler ise tam tersine proletaryaya ideolojik önderlik verip köylülüğü temel alan bir “çokçu” devrim momenti ile sürece yaklaşmışlardır. Başka bir deyişle, Çin Devrimi nesnel çokçu zeminin (örneğin, “Dörtlü Sınıf İttifakı”nın) üzerinde yükselirken, Rus Devrimi ise tekçi zemin (proletaryanın hegemonyasında işçi-köylü diktatörlüğü) üzerinden devrim problemini çözmeye çalışmıştır.
Maoizm’in “köylü sosyalizmi” algısı; ML’nin proletarya (kitle üretimine dayalı sanayi işçileri) merkezli sosyalizm algısından ilk bakışta bir “geriye düşüş” gibi gözükse de, Avrupamerkezli burjuva yaklaşımlardan dolayı merkezi Batı sanılan ama gerçekte merkezi Doğu olan Feodalizmin yine Doğu’daki (ve elbette Çin’deki) tasfiyesi (muhtemel devrimci bir süreç) o günün koşullarına göre köylülüğün “onayını” almadan da gerçekleştirilemezdi. Başka bir deyişle, eski emek biçiminin (tarım emeğinin) ana kullanıcı sınıfı olan köylülüğün, yeni emek biçiminin (sanayi emeğinin) ister ana kullanıcı proleter sınıf, ister ana icatçı burjuva sınıf biçiminde olsun, bu sınıflarla bir ittifak oluşturmaksızın bir tarihsel sistem olarak feodalizmi (tarım pazarlarını) tasfiye edebilmesi de mümkün değildi.
Uzun lafın kısası; o günün Çin pratiğinde köylülüğe dayanmayan bir hareketin ne “ulusal kurtuluş mücadelesi”ne, ne de “toplumsal devrime” önderlik etmesi de mümkün olamazdı. Kısacası; kapitalist gelişmenin kendisine “kendinden bir stratejik müdahale” olarak Maoist strateji, tarihsel olarak ele alındığında “başarılı bir strateji” olma özelliğine de sahiptir. Lakin; bu strateji sosyalist bir strateji olmayıp özü itibariyle burjuva demokratik bir stratejiden başka da bir şey değildir. Keza; Rusya’da son tahlilde kendi nesnel-emeksel şartları gereği burjuva demokratik bir stratejiden (daha doğrusu proletaryan-kapitalizmden) ileriye de gidememiştir. Gerçekte feodalizmin tasfiyesi ve sanayi kapitalizminin inşasına odaklanmış olan bu stratejinin merkez-çevre konumlanış içinde yer alan Rusya’da ve merkez-karşıtı konumlanışta yer alan Çin’de gerçekleşmiş olması elbette ki bir raslantı da değildir. Aksine bu durum sanayi emeğinin merkezden merkez-çevreye, merkez-çevreden merkez-karşıtına doğru hareketinin kaçınılmaz bir sonucudur.
Aslında Çin Devrimi Bolşeviklerin önderliğinde gerçekleşen Ekim Devrimi’nin merkez-karşıtı konumlanıştaki bir başka versiyonudur. Bu yüzden Çin Devrimine ve Mao’ya haddinden fazla “yüklenmekte” abesle iştigaldir. Diğer bir deyişle, hem Rusya’da hem de Çin’de “sosyalizm” ya da “komünizm” adına yaşananlar gerçekte sanayi emeğinin merkezden merkez-çevreye ve merkez-karşıtına doğru yayılım hareketi neticesinde meydana gelen anti-feodal sanayi-devrimleri’dir. Dahası; bu devrimler anti-feodal sanayi emeğinin kullanıcıları (proleterler) ile tarım emeğinin kullanıcıları (köylüler) arasındaki ittifaklara dayanan eşdeş öncü-devrim çeşitleridir.
Rusya’ya kıyasla Çin’de ki terk fark (genel nüfus kütlesine dağılım oranları açısından) köylülüğün rolünün bu ülkede daha da öne çıkmasıdır ki; bu da tarihsel bir zorunluluğun sonucudur. Rusya ile mukayese edildiğinde D3-burjuvazisi Çin’de daha da geri bir konumda olduğu (biçimsel olarak D-3 ama içerikte D-2 karakter taşıdığı) için, burjuvazinin tarihsel misyonunun yerine (ideolojik olarak) proletaryanın geçirilmek istenmesi ve dahası proletaryanın bu misyonu oynamakta ki eksiklikleri de fark edilerek köylülüğün “temel güç” haline getirilmek istenmesi de Maoist teori açısında hiçte raslantı değildir. Keza; bu “raslantı” daha çok proletaryalist karakterin hakim olduğu 1925-27 Çin Devrimi yenilgilerinin de bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla; Mao’nun ve Maoculuğun bu yenilgiler sonrasında tarih sahnesine çıkmış olması da yine olağan bir durumdur.
Yaşananlar biri biri üzerine geçerek ilerleyen emek türlerinin eş zamanlı ve birleşik diyalektik hareketinin bir sonucu olarak; tarım emeğine karşı gerçekleşen anti-feodal bir sanayi emeği devrimi olma özelliğine sahiptir. Bu açıdan Maoizm’in D-3 ön-görünümlü karakteri, gerçekte minoktokratik sanayizasyona geçiş hazırlığı yapan Çin burjuvazisinin D-4’e geçiş-ideolojisi olma özelliğini de içinde barındırmıştır. Bu geçiş ideolojisinin (Maoculuğun) kendi emek-doğası itibariyle “anti-feodal” ve “anti-sömürgeci” bir algı oluşturması da, yine Çin burjuvazisinin ve sanayi emek güçlerinin tarihsel gelişme dinamikleri ile yakından bağlantılıdır.
Bütün bu nedenlerden dolayıdır ki Mao; hem içte (parti aygıtlarında) kremlin çizgisi ile boğuşurken (ki bu dönemde Mao’nun ÇKP’si Moskova tarafından milliyetçi burjuva partisi Guomindang’la birleşmeye zorlanıyordu), diğer yandan da burjuva güçlerle çarpışarak ve köylülüğün desteğini kazanarak Rusya’daki “proleter-köylü diktatörlüğü”nden farklı olarak bir “köylü-proleter diktatörlüğü” kurmaya yönelmiştir. Öte yandan; Japon işgalinin ülke sattında neden olduğu zulüm ve yıkım Maocuların ülkenin “ulusal kurtuluşçu” (burjuva-milliyetçi) güçlerinin önüne geçebilmesi (kısmen “sağ” politik boşluğu doldurabilmeleri) içinde uygun bir “ulusal savunmacı zemin”de sağlamıştır. Ve yine bu dönemde Mao burjuvazinin zaten zayıf olan önderlik misyonunu daha da gerileterek, “milli burjuvazinin” sol damarı ile sağ damarı arasındaki ideolojik ve iktisadi ayrılıklardan da (kendi deyimiyle “baş/ana çelişkiler”den de) yararlanarak iktidarı çoklu ittifaklar politikası yoluyla elde etmeyi başarmıştır.
Başka bir deyişle, Mao D-3 ile D-4 arasındaki çelişkilerden “sağ” ve “sol” burjuva damar tespiti ile burjuvazinin yekpare bütünlüğe ulaşmasını önleyici özel bir politika da (“düşmanımın düşmanı dostumdur” politikası da) gütmüştür. Kaldı ki; Mao Çin’e dışardan empoze edilen D-4 burjuva emperyalist politika ile D-3 burjuvazisinin içerden ulusal kalkınmacı politikasının birleşmesini önlemiş ve bunların aralarını taktiksel olarak açarak birbirleri ile düşmanlaştırmıştır. Mao’nun bu politikası klasik ML teori ve pratikler ile uyumlu olmasa da, emeğin nesnel gelişme dinamiklerinin ihtiyaçlarına uygun düşmüştür. Lakin; nesnel-emeksel gerçeklere yaslanan bu bakış açısı bütünsel bir yöntemsel yaklaşıma dayanmadığı gibi, aslında bu taktikler Mao’nun kendi öznel bakış açısının bir yansıması olarakta kalmıştır.
Kısacası Mao; klasik proletaryanizmin ötesinde, daha kapsamlı, geçiş zamana yayılan, güçlendikçe burjuvazinin “sol” kanadından başlayarak, orta burjuvaziye kadar uzanan eski sınıfları adım adım iktidardan uzaklaştıran, tasfiyeci bir politik hat izlemiştir. Lakin; Rusya’da ise tam tersine “fransız radikalizm”inde olduğu gibi, keskin bir şekilde (iktidara hiç taşınmadan) burjuvazi iktidardan tümüyle men edilmiştir. Bu da haliyle; Bolşevik Partisi’nin ve Sovyet Devleti’nin hızlı bir şekilde burjuva ideolojisi ve bürokrasisi tarafından tekrardan istila edilmiş olduğunu gören ve Çin’e özgü bir çok sistemsel sorunu da beraberinde yaşayan Mao’nun, iktidara burjuvaziyi kontrollü bir şekilde taşıyarak, proletarya ve sanayi emeği de güçlendikçe (ayakları yere basar hale geldikçe) burjuvazinin “sol” kanadından başlayarak, daha da orta ve alt kanatlarında tasfiyesinin önünü açan özel ve esnek bir geçiş politikası gütmesine de neden olmuştur. Mao bunun adına da “Proleter Kültür Devrimi” (PKD) politikası ismini vermiştir.
Mao’nun burjuvazinin “sağ” ve “sol” kanatları arasındaki çelişkilerden “ustaca” yararlabilmesinin temelinde; kendisinin özellikle diyalektiğin en önemli bileşenlerinden biri olduğunu düşündüğü “çelişki kavrayışı” vardır. Lakin; Mao’nun çelişki diyalektiği yine de eksik ve yanılsamalı bir diyalektik olarak da kalmaktan kurtulamamıştır. Keza; Mao “nitelleşmiş-nicel-çelişki” ile “nicelleşmiş-nitel-çelişkiyi” sürekli olarak birbirine karıştırmıştır. Başka bir deyişle, Maoculuk sanayi emeğine geçişin özel ve özgün bir politikası olan proletaryan ML’nin “köylülük sosuna bulanmış” bir rengi olarak kalmaktan da kurtulamamıştır. Bu açıdan Maoist hareket sanayi emeğinin ufkunu da aşmayı başaramamıştır.
Diğer taraftan, Mao’nun başında bulunduğu ÇKP çok uzun yıllar boyunca kendi içinde “ideolojik mücadeleden” kaynaklı olarak tasfiye ve yıkım süreçleri yaşamıştır. Keza; Mao’nun meşhur “çift çizgi” taktiği de bu sınıfsal ittifaklar politikasının bir ürünü olup, aynı şekilde sıkça tartışılmış olan baş-tali çelişki (birincil-ikincil kategori) tespitleri de, yine Çin devrimci pratiğinden beslenerek geliştirilmiş olan çoklu sınıf ittifakları politikasının “teorik” bir dışa vurumundan başka da bir şey değildir. Dahası; Mao sonrası Maocu akımlar içinde bolca tartışılan bu başlıklar pek çok proletaryan-maoist tarafından bile temel diyalektik kategoriler olarak değil, Çin’in o gün ki koşulları içinde şekillenmiş olan somut politik ihtiyaçların ve manevraların bir yansıması olarak ele alınmış ve eleştirilmiştir.
Dahası; Maoist Çin pratiğinden önce Batı emperyazliminin, örneğin Hindistan, Uzak Doğu vs. gibi yerlerde uygulamaya koyduğu kapitalist restorasyon politikaları çokta başarılı olamamıştır. Lakin; Maocu Çin Devrimi ile Doğu feodalizminden Batı kapitalizmine geçiş restorasyonu ancak Maoist bir ideolojik çerçeve ile kendi dokusunu tamamlayabilmiştir. Başka bir deyişle, feodalizmin merkezi olan Doğu feodalizminden Batı kapitalizme geçiş restorasyonu politikasına (kaldı ki merkez-çevresi Rus kapitalist restorasyonu (Leninizm, Stalinizm vs.) bile kabul görmezken) Doğu feodalizmi ile Batı kapitalizmini buluşturan bir Maoizm altında geçiş yapılabilmiştir. Nitekim; Uzak Doğu’daki kapitalist restorasyon Çin Devrimi ile ivme kazanmıştır. Bu açıdan Japon kapitalizmine kıyasla Çin kapitalist restorasyonu bölgede daha hakim olmuştur. Bugün bile Çin bu pozisyonunu devam ettirmektedir.
Aslında Çin Devrimi Uzak Asya’da feodalizmin tasfiyesi ve kapitalist restorasyon açısından “rol model” oluşturmuştur. Dahası; Maoizm Uzak Doğu’da başarılı olduğu kadar dünyanın hiçbir bölgesinde (Avrupa, Latin Amerika, afrika vs.) başarılı olamamıştır. İşte bunun asıl nedeni de; merkez-karşıtı Doğu feodalizminden merkez Batı kapitalizmine geçişi sağlayan öznel-maoist bölgesel-ideolojik hattın bugüne kadar görülmek istenmeyen “başarısı”dır.
Öte yandan, Mao kendi ittifaklar ve çift çizgi politikasını zamanla “Proleter Kültür Devrimi” (PKD) teorisi ile sistemleştirmeye çalışsa da, bu “sistemleştirme çalışması” bile Maoculuk akımında bile hayat bulamamıştır. Maocu grupların pek çoğu PKD’yı anlamadıklarından dolayı değil, görece taktiksel bir süreci formlaştırarak evrenselleştirme (yasa haline getirme) çabasının yanılsama yarattığı yönünde ciddi kuşkular oluşturmasından dolayı, Maocu akımların sık sık PKD’yı savunmaktan vazgeçtikleri de görülmüştür. Özellikle de merkez ve merkez-çevresi/altı ülkelerde bu durum Maoist akımlar arasında sıkça görülen bir vaziyet haline gelmiştir.
Gerçekte PKD tezi; Mao açısından o günün Çin koşullarında köylü yığınlarını “burjuva etkilerden kurtarıp” modern bir sanayi proletaryasının doğuşu için hazırlama taktiği idi. En azından Mao’nun öznel olarak bu yönde/sanayifikasyonalist bir niyeti ve gayreti de söz konusuydu. Öte yandan, Mao’nun Proleter Kültür Devrimi (PKD) sloganını Mao’nun bile ummadığı bir şekilde ciddiye alan bir milyona yakın emekçi, bu süreçte devletin ve partinin ilgasını ve toplumun kendi kendisini yönetmesini talep etmiştir. İşte bu aşamada; Mao trajik bir biçimde Halk Kurtuluş Ordusu’na duruma müdahale etmesi ve düzeni yeniden sağlaması tavsiyesinde bulunmuştur.
Mao’nun “kişisel karizmasını” kullanarak denetimsiz bir kitle hareketinin fitilini yakması, onun şahsi yönetim tarzı ile yığınların kendiliğinden gelişen kitlesel seferberliğinin çakışmasına (“bilgeliğin kaynağının kitleler olduğu” yönündeki popülist ve makyavelist yaklaşımının başarısızlıkla sonuçlanmasına) sebebiyet vermiştir. Kısacası; Mao kendi başlattığı “devrimi” yine bürokratik yoldan kendisi durdurmak zorunda kalarak kendi kendisinin “ayağına sıkmaktan” da kurtulamamamıştır. Lakin; kendiliğinden patlak veren bu kitle hareketi, o sıralar parti aygıtına hakim olan Liu Şao-Şi, Deng Siao-Ping ve taraftarlarının tasfiyesi ile de sonuçlanmıştır. Özellikle de Savunma Bakanı Lin Biao’nun ordunun denetimini elinde bulundurması, “kontrolden çıkan” Kültür Devrimi sürecinden Mao’nun parti ve devlet içindeki konumunu görece güçlendirerek çıkmasına da olanak sağlamıştır.
Tartışma götürmez ki; Maoizm’e dönük hiçbir eleştiri şu gerçeğin asla üzerinden atlayıp geçemez. Feodal Doğu’nun merkez-karşıtı konumlanışında yer alan Çin koşullarında gerçekleşecek olan bir devrim ancak ML’nin bu ülke şartlarına uyarlandığı bir “köylü devrimi” biçiminde gelişebilirdi. Yoksa Kremlin minoktokrasisi Çin’in kaderini burjuvalara terk etme yolunu çoktan seçmişti. Keza; Moskova’nın (“sosyalist anavatanın”) emperyalist dünya ile “barış içinde bir arada” yaşama isteği ile Çin Devriminin acil sorunları arasında da gözle görülür bir tezatlık bulunuyordu. “Tek ülkede sosyalizm” (minimal-proletaryan-kapitalizm) inşa etme Sovyet Rusya için elzem bir konu olarak kaldığı için, Mao’nunda belirttiği gibi diğer ülkeler ikincil/tali konuma itilmekten de kurtulamamıştır. Mao’nun Stalin’le düştüğü fikir ayrılıklarının ana nedenlerinden biri de budur. Dahası; Rusya için merkez-karşıtında Çin “ikilcil-çelişki” iken, Çin için merkez-çevrede Rusya’da “ikincil-çelişki” olarak kalmıştır. Dolayısıyla; pek çok Maocu tarafından hala Mao’ya ait bir “teorik keşif” olduğu sanılan “birincil ve ikincil çelişki yasası” diye bahsedilen kategoriler de, zaten eski Yunan Felsefesi’nden itibaren Marksizm’e kadar gelen tartışmaların bir devamıdır. Başka bir deyişle, “çelişki yasası” olarak bahsedilen şey aslında diyalektiğin en temel alt fonksiyonlarından yalnızca bir tanesidir.
Bugüne döndüğümüzde şunu belirtmek gerekir ki; Maocu çoklu sınıf ittifakı stratejisi pek çok ülkeye kıyasla nesnel olarak Çin’in teknik emek ve glokalizm sürecine daha erken girmesine yol açarak bu ülkenin bölgesel bir güç haline gelmesine de olanak sağlamıştır. Çin bile bugün ki konumunu “Maoculuğa” borçludur! Ve hatta bugünün Çin’i için glokal-sömürgeci bir güç tanımlaması yapmak hiçte abartılı bir yaklaşım olmayacaktır.
Çin’in Rusya’ya kıyasla proletaryan-kapitalist politikada daha “kıvrak” bir stratejiye ve taktiğe sahip olması da yine Maoculuğun bir mirasıdır. Bu yüzden “Stalinizm”den daha kıvrak olan proletaryan-kapitalist politikaları görece Mao’nun PKD tezine bağlamak yerinde olacaktır. Keza; Stalinist çizgide (en azından pratik uygulama da) “ulusal burjuvazinin sol kanadı” yok iken, Maoculukta “demokratik-burjuvaların” olması glokalizm yürüşünde Çin’in Rusya’ya kıyasla daha avantajlı bir konumda olmasını sağlamış ve bu ülkenin glokal kapitalist restorasyona adaptasyonunu da epeyce kolaylaştırmıştır. Dahası; Rusya’nın glokalizme geçiş süreci daha sancılı olmuşken, Çin’de ise bu süreç kısmen daha kontrollü ve esnek bir hatta ilerleyebilmiştir. Örneğin, Rus devlet yapısındaki minoktokratik-kapitalizmden gloktokratik-kapitalizme geçiş daha sancılı bir hal alıp yer yer bölgesel savaşlara sebebiyet verirken, Çin’de bu durum hiç görülmemiştir.
Çin’e kıyasla Rusya’daki “tek sınıf çizgisi” politikası glokalizme geçiş için gerekli olan kıvraklığı ve esnekliği sağlayamadığından dolayı, bu ülkede minimal yapıdan glokal yapıya geçiş zorlu bir yoldan olmuşken ve SSCB’nin 91’de parçalanması ile trajik bir biçimde sonuçlanmışken; Mao’nun temellerini attığı “çift çizgi stratejisi”ne dayalı proletaryan-kapitalist strateji ise, Çin burjuvazisi için glokal-kapitalizme daha esnek ve kıvrak bir geçişin zeminini de hazırlamıştır. Bu sayede Çin mevcut çoğrafi bütünlüğünü koruyarak ve kendi içindeki farklı etnik ve dini grupları “tek bir çatı” altında tutmayı başararak, gloktokratik-kapitalizme geçişte Sovyet Rusya’ya kıyasla daha kontrollü bir geçişi de sağlayabilmiştir. Ve bu sayede Çin günümüz dünyasında glokal-sömürgeci bir bölgesel güç olma yolunda ki ilerleyişini sürdürebilmiştir. Lakin; Çin'in bu ilerleyişinin protekya öncülüğünde gerçekleşecek bir devrim yoluyla kapitalist rotadan çıkarak sosyalist bir rotaya girmesi olasığı da bir başka devrimci seçenek olarak varlığını sürdürmeye devam etmektedir.
Özellikle günümüz Çin’i protekya ve teknik emeğin gelişim dinamikleri açısından önemli bir merkez konumuna gelmiştir. Çin’in iki büyük kıyı kenti devasa bir protekya ordusuna sahiptir. Bu protek ordusu Batı protekyası ile teknik açıdan bile “kapışabilecek” bir kapasitedir. Kaldı ki; bu sınıf Uzak Doğu’da ki mega protek kentlere de esin kaynağı olmaya devam etmektedir. Son olarak Hong Kong’da gözlemlenen kendiliğinden protek isyanlarının arkasında da yine Çin protekyası’nın etkisi vardır. Her ne kadar Çin’den dışarı fazla sızmasa da, Çin protekyası da dönem dönem ülke genelinde isyan ve protesto eylemlerine girişmektedir. Protekya; kapitalizmin tahribatlarına karşın Batı’da/merkezde ve merkez-çevre de olduğu gibi, Uzak Doğu’da da (merkez-karşıtında da) geleceğin ve sosyalizmin yükselen sınıfı olarak göz kamaştırmaya bugünde devam etmektedir.
Dipnot:
[1] Okuyucu haklı olarak “yazının hemen girişinde neden bu kadar çok alıntı var?” diye sorabilir. Bütün bu alıntılar yazının bütünselliği ile uygun bir şekilde seçildi. Zira; Mao’dan yaptığım alıntılar Çin pratiği içinde vuku bulan Maoculuk fenomeninin iç mantığının ve tarihsel seyrinin anlaşılmasını kolaylaştırmayı hedeflemektedir. Özellikle de; Maoist “çoklu sınıf ittifakı”nın bileşenlerini oluşturan, köylülük, proletarya ve “milli burjuvazi” arasındaki grif ilişkilerin, Mao başta olmak üzere Maoist bakış açısından nasıl göründüğü de bu sayede daha iyi anlaşılabilecektir.
Konuyla bağlantılı Yazılar:
Post-Maoizm Üzerine Kısa Notlar, 18.01.2017
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/156027088912/post-maoizm-%C3%BCzerine-k%C4%B1sa-notlar
Mao’nun “Çelişki Yasası” Üzerine Kısa Bir Değinme, 06.05.2017
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/160377451987/maonun-%C3%A7eli%C5%9Fki-yasas%C4%B1-%C3%BCzerine-k%C4%B1sa-bir-de%C4%9Finme
Tarım Emeğinin Çin Devrimi Şahsında Maoist Serüveni, 28.08.2018
http://serhatnigiz.tumblr.com/post/177475460252/tar%C4%B1m-eme%C4%9Finin-%C3%A7in-devrimi-%C5%9Fahs%C4%B1nda-maoist
28.06.2019
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
serhatnigiz · 5 years
Text
Müslümanlaşmış Kripto Rumlardan Göktengriciliğe Uzanan Türk Ulusal Kimliğinin Tarihsel Oluşum Evreleri Üzerine
Tumblr media
Emeğin tarihsel yayılım hareketi/devinimi açısından ele alındığında görülecektir ki; merkez ve merkez-karşıtı konumlanışlardan farklı olarak merkez-çevre konumlanışlar da feodal-soy-devletinden kapitalist-ulus-devlete geçiş süreçleri ilk önce oligarşik-yasama, sonrasında aristokratik-yürütme ve sonrasında da jülistokratik-yargı erklerinin/kastlarının oluşumu ile birlikte tarih sahnesine çıkmaktadır. Başka bir deyişle, merkez-çevre konumlanış içinde olan ülkelerde burjuva devlet cihazının inşası genel hatlarıyla bu üç evreden geçerek meydana gelmektedir.
19 Yüzyıl’ın sonlarına doğru Osmanlı “anayasal monarşisinin” temellerinin padişah/halife öncülüğünde atılması; ıslahat fermanı, tanzimat reformları ve buna benzer ön-burjuva reformist süreçler neticesinde oligarşik-yasama organının kuruluşu, ikinci olarak da 1908 İttihat Terakki/Jön Türk hareketi sonrasında kurulan aristokratik-yürütme erki ve son olarak da 1923’de jülistokratik-yargı/kast yapılanmasının, "Cumhuriyet’in ilanı’nıyla, yani cumhursuz Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte; merkez-çevre de yeni bir kapitalist rejimin kendi (emek güçleri oranında) “tarihsel döngüsünü” tamamlayarak ortaya çıkışı, bu üç aşamayı içermekte ve kapsamaktadır.
Bu nedenlerden dolayıdır ki; T.C. devleti doğusundan itibaren bu üç alanda, yani yasamada ki oligarşik, yürütmede ki aristokratik ve yargıda ki jülistokratik kast örgütleri tarafından şekillendirilen prusyatik tipte bir kapitalist devlet yapısı biçiminde gelişmek zorunda kalmıştır. Bu açıdan yeni rejimin kurucu ideolojisi olarak tarih sahnesine çıkmış olan Kemalizm’de (ya da bu ideolojiye ne isim vermek isterseniz!) resmi tarih yazımının iddia ettiğinin aksine en başından beri “anti-emperyalist” bir hareket (ve ideoloji) olmayıp, aksine başta İngiliz emperyalizmi olmak üzere dönemin büyük minimal-emperyalist güçlerinin ve Sovyet-proletaryan-kapitalizminin himayesinde kurulmuş olan bir yarı-tarım ve yarı-sanayi sömürgesi biçiminde ki tarihsel gelişimini bugüne kadar sürdürmüştür.
Osmanlı'dan T.C’ye kadar olan süreç bütünsel olarak değerlendirildiğinde görülecektir ki; T.C’nin devraldığı Osmanlı Devleti ve onun “çekirdeğini” oluşturan “Osmanlı beyliği” üç gücün karma bir bileşiminden oluşmaktaydı. Başka bir deyişle, “Ermeni-Rum-Müslüman ittifakı”na dayalı bu yapı (“söğüt toplantısı”ndan itibaren) liderlik konumunda olan Osman bey olsa da aslında bir ittifak politikasının eseriydi ve Osmanlı'nın hem o dönemde hem de daha sonra ki dönemlerde geniş bir coğrafyayı fethetmesi ve bu bölgelerdeki farklı halkları kendi tebaası haline getirmesini sağlayan da yine bu “üçlü ittifak” siyaseti olmuştur. Lakin bu durum; ne geçmişte ne de günümüzde hem resmi tarih yazımı hem de gayri resmi tarih yazımı tarafından görülmek istenmeyen bir olgudur.
Osmanlı’nın kuruluşunu belirleyen faktörlerden biri de; “Anadolu Birliği” projesinin kökeninde “Türklerin” Anadolu’ya hamicilik-koruma maksatlı gelmiş olması gerçeğidir. Keza; Pers işgaline karşı Malatya Kalesi’ni savunmak için Bizans (Doğu Roma İmparatorluğu) tarafından çağrılan Alpaslan ve birlikleri Malatya komutanlığına getirilmiştir. Alpaslan bu bölgedeki diğer Kürt beylikleri ile de uyum içerisinde çalışmıştır. Başka bir deyişle, hem Bizanslıların, hem Kürtlerin, hem Ermenilerin, hem Rumların “koruyucu gücü” olarak gelen Alpaslan Pers-İran saldırısını geri püskürterek bu halklar üzerindeki kendi hamicilik konumunu da güçlendirmeyi başarmıştır. Bu yüzden 10. Yüzyıl’dan itibaren Türklerin Anadolu çoğrafyasındaki algılanış biçimi korumacı-hamici bir anlayışa da tekabül etmiştir. 14 Yüzyıl’la gelindiğinde de yine bu korumacı-hamici algı sayesinde Osmanlı Devleti’ni kurmayı başarmışlar ve tabii ki bunu Rumların, Ermenilerin, Kürtlerin ve diğer halkların desteği ile gerçekleştirmişlerdir.
Diğer bir deyişle, Alpaslan’ın Malatya savunmasıyla Persleri püskürtmesi neticesinde, bu dönemden itibaren Türk algısı hamicilik-korumacılık ile eş değer anılmaya başlanmıştır. Bu durum Osmanlılara Rumlar, Ermeniler, Kürtler ve diğer halklar üzerinde etkin bir feodal-politika yapma olanağı da sağlamıştır. Dolayısıyla; hem geçmişte hem de günümüzde “kriptoculuğun” devşirmecilik olması, asıl olarak kriptoculuğun bu çoğrafyadaki hamicilik-korumacılık politikaları ile özdeş bir algıya sahip olmasından kaynaklanmaktadır.
Dikkatli bir şekilde incelenirse görülecektir ki; Osmanlı feodal devlet sistemi içinde kazaskerler ağırlıklı olarak “Ermeni dönmesi” iken, veziriazamlar ise ağırlıklı olarak “Rum dönmesi” idi, genel olarak siyasal iktidar ve yönetsel mekanizmalar ise "müslümanların" (Padişah, Halife vs.) elindeydi. Lakin; bu yapı Osmanlı'nın çöküş döneminde adım adım parçalanmaya başladı. 1915’de Ermenilerin tehcir edilmesi, İttihatçıları ve onların devamcısı Kemalistlerin İngiliz ve Batı desteği ile halifeliği ve padişahlığı lav etmesi ile birlikte, güç/iktidar zaman içinde “müslümanlaşmış rum” kökenli “kripto” unsurlara geçmeye başlamıştır.
Dahası; Osmanlı “derin devleti”nin asıl merkezi olan Rumeli ve onun yansıması olan Rumeli hamiciliği ile birleşen krito “Rum” çeteciliği, Ermeni etkisinin ve İngiliz himayesinde padişahın yollanmasına ve hilafetin lav edilmesine bağlı olarak, Anadolu hamiciliginin de zayıfladığı bir evrede yeni “Türk ulusal kimliğinin” yukardan aşağıya doğru devlet eliyle inşa edilmesine de öncülük etmiştir. Kuşkusuz İttihatçı/Kemalist kadrolar bu mirasın içinden çıkmış, en basitinden bir kripto Rum çetecisi olan Topal Osman vakasında da görüldüğü gibi, şayet “müslümanlaşmış rum” desteği olmaksızın da bu kadroların eski Osmanlı nizam-ül mülk'ünü (devlet düzenini) devralması da mümkün olamayacağı gibi, Orta Asya dinsel kimliği içinden çıkan Şaman Gök-Tengri-cilik imgesi vesilesiyle de bir şaman tanrısı olan Türklük kimliği üzerinden, yani bir dinden/inançtan etnisite-ırk ve burjuva ulus-devlet yaratma projesi içinde uygun tarihsel/nesnel koşullar da oluşmuştur.
Türklük ne bir ırk ne de bir etnisite'dir. Türk kavramı gök-tengri-cilik'ten gelir. Aslında Türk (Tıngrı/Tengri) Şaman inancına özgü bir doğa-tanrı'sıdır. Türk kavramının ulusçuluk ile eş anlamlı olarak ideolojik bir boyut kazanması büyük oranda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuyla başlamıştır. Onun öncesinde Osmanlı kendisi için asla Türk dememiştir. Hatta kendi tarihinde bugün ki modern anlamıyla Türklere değil ama o günün Türkmenlerine dahi ikinci sınıf insan gözüyle bakmış ve onları sürekli olarak aşalamıştır. Feodal bir devlet yapısından kapitalist bir devlet yapısına geçişte ulusal pazarın ve ulus devletin inşa edilmesi için gereken ideolojik çimento “sekülerleşmiş tengricilik heyyulası” olmuştur. Başka bir deyişle, dinden ırk-etnisite yaratılmaya çalışılmasının bir başka nedeni de "Türk burjuvazisi"nin kendisine olan güvensizliği ve zayıflığıdır. Ki pek çok başka ülkede de feodal dinsel kimliklerden ve inançlardan kapitalizm ile birlikte modern ulus inşasına geçiş yapılmıştır. [1].
Bizzat Mustafa Kemal (kendisine verdiği resmi isimle “Atatürk”) bu konuda antropolojik ve arkeolojik çalışmalar yaptırmış (Orta Asya ülkelerine bilimsel ekipler yollamış), Türklüğün bir ırk ya da etnisite olmadığını, Şaman inancının/tanrısının bir parçası olduğunu anlayınca da kendi ulusçuluk anlayışını daha çok "asimile edici kültürel milliyetçilik eksenine" oturtmaya çalışarak, "Ne Mutlu Türküm Diyene!" şoven şiarını öne çıkarma gereği duymuştur. Yani bugün ki Türkiye Türklüğünün (ve hatta “Anadolu İslamı”nın) dinsel çıkış noktası Orta Asya Tengriciliğine ve ritüellerine dayansa da, bu kimlik asıl olarak (kendi tarihsel özünden koparılarak) yeni rejimin ve teocu/postçu Kemalizm’lerin ideolojik ve politik ihtiyaçlarına göre şekillendirilmiştir. Örneğin, bugün bile minimalist-türk-ulusçuluğu ile glokalist-türk-ulusçuluğu arasındaki yarılma vesilesiyle ortaya çıkan kimlik bunalımının/bekaa sorunun temelinde de yine aynı kimlik karmaşası yatmaktadır.
Ne ilginçtir ki; Ankara’daki ilk meclis açılışını da Topal Osman ve Çetesi yapmıştır. Ulus’taki ilk meclis binasına gidilirse bu şahısların resimleri rahatlıkla görülebilir. Daha da gerilere gitmek gerekirse; İngilizler Çanakkale’de Alman komutası sayesinde geri püskürtülmüştür. Lakin; Almanların Fransız cephesi düşünce, Almanlar Osmanlı’dan geri çekilmek zorunda kalmışlardır. İşte o zaman “geçilmez!” denilen Çanakkale’den İngiliz gemileri geçerek Osmanlı Payitahtını işgal etmişlerdir. Artık Osmanlı bir İngiliz mandası olmuştur. Bu süreçte; İstanbul hükümeti aracılığı ile Ankara hükümeti kurulup “ılgaya-mülga” oluşturulmuştur. Yeni kurulan Ankara hükümetinin mebusları İstanbul hükümetinin bir kısım mebuslarıdır. Tabii ki bu meclis İngilizlerin onayı ile kurulmuştur. Resmi tarihin iddialarının askine; asıl kurtuluş savaşı Yunan işgal kuvvetlerine karşı Kuvayi-seyyare birlikleri tarafından verilmiştir. Örneğin, Doğu’da Karayılan-Şahin Bey ve birlikleri (kürtler, Araplar vs.) Fransızlara karşı, Batı’da Çerkes Ethem ve birlikleri (Efeler ve Yörükler) Yunanlılara karşı silahlı bir mukavemet/gerilla savaşı yürütmüşlerdir. Ne trajiktir ki; yine aynı isimler resmi tarih yazımı tarafından da "hain" ilan edilmişlerdir.
Öte yandan, Bolşevik kızıl birlikler Çarlık’tan geriye kalan beyaz askerleri ezip T.C’nin kuruluşuna yardım ettikleri gibi, T.C’yi tanıyan ile devlette Sovyetler Birliği olmuştur. Erzincan Uluç (İlyiç) kasabasının adı Atatürk tarafından Lenin’e ithaf edilerek verilmiştir. Lenin tarafından bu dönemde altın, silah ve para yardımı yapılmıştır. Özellikle de ağır silahlar Kuvayi-Milliye’ye teslim edilmiştir. Öte yandan, Karadeniz’de 1919-1923 aralığında gerçekleştirilen katliamlar (özellikle de Pontos Rum katliamı) Sovyet generallerinin raporlarına kadar yansımıştır. Bu raporlardan bazılarını yazan iki Sovyet generalinin heykeli bugün Taksim meydanı’nda bulunmaktadır. Aslında olup biten kabaca şudur; İngilizler ve Fransızlar işgal ettikleri tüm Osmanlı bakiyesi üzerinde yeni bir “Cumhuriyet”in kuruluşuna ön ayak olarak geri çekilmişlerdir. Dolayısıyla; resmi tarihte iddia edildiği gibi İngilizler yenilmemiş T.C’nin kuruluşunu sağlayıp geri çekilmişlerdir. Giderken de işi garantiye almak için padişahı/halifeyi esir alarak gemiye bindirip İngiltere’ye götürmüşlerdir. Bugün bile hanedan soyundan Osmanlı torunlarının bir çoğunun İngiliz vatandaşı olması da tesadüf değildir.
İstanbul’da kalan en son İngiliz gemisi 1941 yılında ülkeden ayrılmıştır. Yine kurtuluş savaşı sırasında Fransızlar onbinlerce silahı ve cephaneyi Kürt kuvayicilerine teslim etmiştir. İstanbul ve Marmara bölgesinde İngiliz işgaline karşı mukavemet eden TKP (Türkiye Komünist Partisi) dahil, diğer Rum ve Ermeni milliyetçi-devrimci gruplarından resmi tarih hiç bahsetmez. O dönem için Osmanlı bakiyesinde ve genel olarak Ortadoğu’da hangi taşın altı kaldırılsa İngilizler çıkar. Yine İngiliz Başbakan’ı Churchill ile Mustafa Kemal’in Kastamonu’da buluşmasından resmi tarihte hiç söz edilmez. İttihatçılar ne derece Alman yanlısı olsalar da, İttihatçılığın içinden çıkan Kemalistler de bir o kadar İngiliz yanlısı bir siyaset yürütmüşlerdir. Resmi tarih yazımında yok sayılan bir gerçek olarak; İttihatçılar ve Mustafa Kemal İngiliz Başbakan’ı Churchill ile birlikte Doğu, Batı ve Orta Karadeniz’i dolaşmıştır. Karadeniz’deki Pontos Rum katliamı da yine hamicilik politikası ile yetiştirilmiş “kripto-rumlar” tarafından gerçekleştirilmiştir. Topal Osman ve çetesi de kripto-rum çeteciliğinin bir uzantısıdır.
Ermeni katliamlarında da yine bu kripto Rum, Çerkez, Kürt vs. kimlikler ön plandadır. Dahası; kimilerine “çılgınca” gelecek olsa da; padişah/halife Ali Osman’ın İngiltere’ye götürülmesi neticesinde Osmanlı devlet geleneğinden devralma “vezirlik” ve “ulemalık” makamlarına denk düşen yarı-feodal ön-modern kurumlarda bu devşirme-kripto-rumlara kalmıştır. Bugün bile dikkatli bir şekilde araştırıldığında bu kripto-ailelerin devlet ve bürokrasi içindeki “torunları” görülebilir. Yalçın Küçük ve benzeri kimi yazarlar “sebatayistlik” ile uğraşacağına “kripto-rumlarla” uğraşsaydı belki bir arpa boyu yol alabilirlerdi. Keza; bu kriptolar resmi bir kurtuluş savaşı tarihi üreterek, İngilizlerin ve Rusların-sovyetlerin himayesinde bir “cumhuriyet” kurmuşlar ve bu sürecin sonunda ülke dönemin “en zeki politikacısı” konumunda olan Mustafa Kemal Paşa’ya teslim edilmiştir. Kısacası olup biten bundan ibarettir.
Bazılarına “abartılı” bir çıkarsama gibi gelse de, bugün Topal Osman’ın “torunları” (“Trabzon Cumhuriyeti”) hala “Türk derin devleti”nin başındadır. Keza; Türkiye’de asıl sorulması gereken soru şudur: “Devlet mi çeteleşmiştir? Yoksa çeteler mi devletleşmiştir?” Kuşkusuz bu sorunun Türkiye Cumhuriyeti’ndeki karşılığı/cevabı “çeteler devletleşmiştir!” olacaktır. Zira; Topal Osman ve çetesi de dahil olmak üzere “gayri nizami hukuk cemiyetlerinin”, müdafai hukuk cemiyetlerinin altına alınması, gerçekte tüm çeteleri birleştirme kararı olup; müdafai hukuk cemiyetlerinden kuvayi-milliye oluşturma adımları da çetelerin devletleşmesinin temellerinin atılması manasına gelmektedir. Elbette ki kendi özgünlüklerini ve tarihselliklerini gözardı etmeden söylemek gerekir ki, dünya üzerindeki tüm kapitalist devletler ister Batı’da olsun, ister Doğu’da olsun benzer şekillerde oluşmuştur. Batı’da da ister İngiliz, ister Fransız, ister Amerikan vs. ön-burjuva-çeteleri olsun, hepsi benzer yollardan geçerek devletleşmişlerdir. Hemen hemen bütün ülkelerde feodal yapının tasfiyesi ve sanayi emeğine dayalı kapitalist devletlerin ve ulusal pazarların inşası çatışmalı ve kanlı süreçlerden geçilerek tamamlanmıştır.
Ne tesadüf ki; (bu tespit kimi proletaryan-marksistleri kızdıracak olsa da!) Sovyetler Birliği’ninde de benzer bir şekilde proletaryan-efendici-devletleşme sürecinin tamamlandığı düşünülürse (Sovyetlere ilişkin bürokratik yozlaşma ve çürüme eleştirileri anımsayalım!), burjuva devlet teorisinin/felsefesinin doruk noktası olan Hegel’in yasama, yargı ve yürütme erklerine dayalı “üç bacaklı” devletiyle bağlantılı olarak, kapitalizmin kendisini bir devlet formuna dönüştürmek için çeteleşme/kastlaşma yoluna gittiğini de peşinen söylememiz gerekir. Dolayısıyla; sosyalist devletin kapitalist devlet gibi “çeteleşmemesi/kastlaşmaması” için en temel panzehir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde toplumsal/vatandaş denetim/ağı kurumundan başka da bir şey değildir. Aşağıdan yukarıya doğru yükselen bireysel ve toplumsal denetimin olmadığı bir yerde sosyalizmin yeşermesi de asla mümkün olmayacaktır.
Ayrıca; Topal Osman konusunda şu ekleri de yapmakta yarar vardır: kripto-hamici bir “rum” olan Topal Osman Ankara hükümetinin oluşumunda ve kurulmasında yer aldığı gibi, meclis muhafız alayının da komutanı idi. Bir emsal olarak Topal Osman neden önemlidir? Keza; Topal Osman bugün için devletleşmiş olan çetelerin ön proto-tipolojisi’dir. Bazılarına saçma gelecek olsa da; çetelerin devletleşmesi süreci Topal Osman’la başlamıştır. Dolayısıyla; Cumhuriyet’te bugüne kadar masa başında kurulmuş olan bürokratik bir yapı olarak kalmıştır. Bu yüzden de demokratik bir cumhuriyet bu topraklarda şimdiye kadar yeşerememiştir. Pontos rumlarını katleden devşirme kripto hamiciler devletleşmiş çete geleneğinin de temellerini atmışlardır. Hatta Kürtleri “gavurlara karşı savaş” adı altında Ermenilere karşı örgütleyenler de yine aynı kripto-hamiciler olmuştur. Lakin; bu gerçekler hiçbir zaman (sollar içinde bile) tam manasıyla tartışılamamıştır. Keza; konuların “ürkütücülüğü” (başımıza iş alırız/tepki çekeriz/taraftar kaybederiz düşüncesi!) bu türden konuların tartışılmasını da geçiktirmiştir.
Bu yaşananlar dönemin ruhu açısından aslında “doğal” bir durumdur da. Keza; feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde, feodal döneme özgü dinsel kimliklerin ve inançların ulusal pazar ve ulus devlet yaratma sürecine girmiş olan “Türk burjuvazi” tarafından modern ve seküler kimliklere dönüştürülmeye çalışılması, yalnızca T.C’ye değil, benzer kapitalistleşme süreçlerini yaşayan hemen hemen tüm toplumlarda da görülmüş olan bir “ideolojik kırılma” durumudur. Bu yüzden çok milletli, çok etnisiteli bir feodal imparatorluktan (resmi ideoloji gereği) tek uluslu bir yapıya geçişte “ulusal kimliğin” çimentosu olarak Şaman Tanrısı olan Türklüğün öne çıkarılması ve geri kalan tüm kimliklerin baskılanması da yine sanayi emeğinin monist (tekçi/birci) yapısının bir sonucudur. Başka bir deyişle, Osmanlı’dan devri miras alınan yapının tek bir potata eritilerek ortak bir “ulusal bilincin” inşa edilebileceğine ilişkin kanaat tarım emeğinden sanayi emeğine geçiş koşullarının tekleştirici/bircileştirici özelliklerini de taşımaktadır. Dolayısıyla; bu tekleştirici/bircileştirici hedefe (hristiyan toplulukları bu çoğrafyadan silerek homojen/kaynaşmış türk-müslüman bir ulus yaratma hedefine) ulaşılabilmesi içinde yüksek dozda katliamcılığa, ırkçılığa, şovenizme, ayrımcılığa vs. başvurulmuştur.
Bu nokta da Osmanlı millet sistemi içinde yer alan “Türk dışı” kimliklerin; örneğin Ermeni ve Rum kimliğinin (hristiyan toplulukların) ya da yeni Türk kimliğinin “bekası” için gerekli görülen “sünni-müslüman” kimliğinin dışında kalan Kızılbaş-Alevilik ve benzeri inanç gruplarının Cumnuriyet tarihi boyunca baskılandırılması, asimilasyona tabi tutulması ve aşağalanması da, yine bu sürecin bir parçası olmuştur. Lakin; böylesi bir hamicilik anlayışı kendi kökenlerindeki “müslümanlaşmış rumluk” izini silmek pahasına ya da bu geçmişi unutturmak pahasına, oluşturmaya çalıştığı Türk kimliğini dahi, “Türklüğe karşı Türklük”, “Müslümanlığa karşı Müslümanlık” vs. biçiminde kurguladığı içindir ki; oluşturulmak istenen yeni yapının (dar kalıbın) açmazlarından dolayı da ortaya patalojik bir kimlik bunalımı (“Beka sorunu”) çıkmıştır.
Bugün bile Türk kimliği etrafında şekillenmiş olan neredeyse tüm sol/sağ politik-ideolojik hareketlerin “bölünme ve parçalanma korkusuna” dayalı savunmacı bir refleks içinde olması da elbette ki bir raslantı değildir. Bu nedenlerden dolayıdır ki; aynı kesimler için Ermeniler, Rumlar, Kürtler, Aleviler vs. daima “potansiyel bir iç tehdit” (mahzemesi!) olarak algılana gelmiştir.
Günümüze kadar süre gelen bütün bu “Türklük”, “Kürtlük”, “Müslümanlık”, “Rumluk/Pontosçuluk”, “Kızılbaşlık-Alevilik”, vs. tartışmaları aslında bugünün tartışmaları olsa da, kökü itibariyle dünün çözüme erdirilememiş olan “demokratizm” sorunlarının devlet ve toplum yaşamındaki gerilimli fay hatları olmaya bugünde devam etmektedir. Ne yazık ki genel olarak sol cenahta da bütün bu tarih ağırlıklı olarak burjuva popülizmi ve Batı tipi moderniteye/ilerlemeci/aydınlanmacı düşünceye dayalı bir şekilde okunduğu içindir ki; aslında bu “sol” tarihçiliğin burjuva tarihçiliğinden içerik ve biçim açısından pekte bir farkı yoktur.
Son dönemde T.C’nin bir “reis-cumhuriyeti”ne geçiş yapmaya çalışması da hiçte tesadüf değildir. Keza; glokal-kapitalist-restorasyonun ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir tarzda gelişen “reis/şaman cumhuriyeti” bunun en somut kanıtıdır. “Türk tipi başkanlık” olarak cilalanan ve sözde toplumdan rıza(lık) alınarak (dayatmalı/plebisiten referandum/seçimler yoluyla) kurulmaya çalışılan bu sistem, tam da bu tarihsel mirasın bakiyesine uygun olarak gelişmektedir. Türk-reis-başkanlığı ya da Türk-reis-memur-sultası şeklinde gelişen bu sistem; “memur şaman tanrılarının yeryüzündeki krallığını” kurmaya çalışırcasına, Bay-ülgen’in elindeki Tuğ-ran asasını toplumun üzerinde sallayarak hegemonyanın/rızanın yeniden üretimini sağlamaya çalışmaktadır.
Gökteki baş(kan)-tıngrı-tengri-tanrı misali; glokalizmin asası olmaya soyunan bu memur-çetesi, yasamadaki oligarşik, yürütmedeki aristokratik ve yargıdaki jülistokratik kast yapılanmalarının bir devamı olarak, mevcut usul, koruma ve dokunulmazlık zırhlarının/yasalarının arkasına saklanmakta ve vatandaşın ister atanmış olsun ister seçilmiş olsun devlet memurlarını aşağıdan yukarıya doğru denetleme hakkını gasp etmeyi sürdürmektedir. Şayet cumhuriyet adı üzerinde; bir “cumhur-iyet” ise, yani (teori de) yetkiyi halktan aldığını iddia eden bir sistem ise, bu cumhuriyetin demokratik bir yapıya kavuşabilmesi ancak toplumsal bir denetim kurumunun inşası ile mümkün olacaktır.
Vatandaşın; seçme, seçilme, geri çağırma, hesap sorma ve denetleme hakkının olmadığı bir yerde ne bir cumhuriyetten ne de bir demokrasiden söz edilebilir. Bunların olmadığı yerde yalnızca çetelerin sözde “demokrasisi” ve “cumhuriyeti” vardır. Toplumsal denetim savunulmadan demokrat olunamayacağı gibi, vatandaş denetiminin olmadığı bir yerde memur-çetelerine ve onların bürokratik usul/yetki diktatörlüklerine karşı da mücadele edilemez.
Şayet her vatandaş/emekçi sınıflar bireysel ve toplumsal olarak memur-çetelerinin gücünün asıl kaynağı olan usul yasalarına ve kanunlarına karşı mücadele ederse; bu sayede çetelerin vatandaşı ezmek için kullandığı burjuva bürokratizmi gerileyeceği gibi, denetimin aşağıdan yukarıya doğru, özellikle de en alttan/muhtarlıklardan başlayarak en üstte/cumhur’un başına kadar uzanan eli, şimdilik kapitalizmin sınırları içinde de olsa vatandaşa/emekçi sınıflara doğrudan demokrasi ilişkilerine dayalı bir sisteme geçiş yapma yolunda önemli bir mevzi de kazandıracaktır.
Kuşkusuz bu mücadele tek başına sosyalizm mücadelesi anlamına gelmese de, yalnızca bu şekliyle bile denetim mücadelesi sosyalizme giden yolda yürütülmesi gereken demokrasi mücadelesinin de en ileri ve en radikal biçimi olma özelliğine sahiptir. Bu sebepledir ki; denetim mücadelesi tek başına sosyalizm mücadelesi olmasa da, bu mücadele sosyalizme giden yolda engel oluşturan taşların kısmi olarak temizlenmesi ve devrimci güçler için yolun açılması anlamına da gelmektedir.
Kapitalizme ve onun memur-çetelerine karşı mücadele de öz-denetim kurumları mücadelesi demokratizmin olmazsa olmaz mücadele biçimlerinden yalnızca biridir. Aksi takdirde; burjuva devletlerin hiçbir şekilde “demokratikleştirilemeyeceği” ön kabulunden hareketle (ki bu açıkcası metafizik bir önermedir!), sosyalist devletin çekirdeğini/zeminini oluşturacak olan toplumsal denetim fikrinin, yine kapitalizmin içinde gerçekleşecek olan bir dizi mücadeleler sonucunda maddi ve somut bir biçim alacağı gerçeği de göz ardı edilmiş olacaktır.
Bu yüzden emekçi sınıfların demokratik alanda yürütecekleri her türden mücadelenin merkezinde yer alması gereken asıl perspektif toplumsal denetim hareketinin her yönüyle örgütlenmesi meselesidir de. Böylesi bir bakış açısı emekçi kitleler arasında yaygınlaşmadığı müddetçe, sosyalizm mücadelesi de dahil olmak üzere diğer mücadele alanlarında ilerleme kaydedilebilmesi de mümkün olmayacaktır.
Dipnot
[1] Feodal dönemde kralın/padişahın tebası olan halk, kapitalist dönemde “ulus” mertebesine yükseltilmiştir. Lakin; geçmişte (feodal/teolojik din devletinde) padişah/kral tanrının yeryüzündeki vekili iken, modern dönemde seçimle gelen burjuva “kral/padişah” bu defa ulusun vekili-hamisi haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, ulus/emekçi sınıflar seçimle (temsiliyetçi-faşizm ile) gelen “padişahın/kralın” tebaasıdır. Gerçekte ise, tanrı, ulus, seçim vb. gibi kavramlar her daim burjuvazinin ve yönetici sınıfların elinde kullanışlı birer ideolojik hegemonya aracı olarak kalmıştır.
25.05.2019
Serhat Nigiz
2 notes · View notes
serhatnigiz · 5 years
Text
Fransa’daki Sarı Yelekliler Hareketine Dair Tespitler
Tumblr media
Hem dünya hem Türkiye solları Fransa’da başlayan Sarı Yelekliler hareketine dair çok şey söyledi ve yazdı. En basitinden bu konuya ilişkin olarak şimdiye kadar sayısı binleri bulan makale ve değerlendirme yayınlandı. Lakin; bütün bu değerlendirmelerin ve makalelerin ortak noktası ise, neredeyse hepsinin yoğun bir kafa karışıklığı ve çelişki barındırıyor olmasıdır. Solun istisnasız hemen hemen tüm kesimlerinin üzerinde uzlaştığı nokta ise, ekonomik yoksullaşmaya tepki gösteren Sarı Yelekliler hareketinin gerçekte yoksulluk-karşıtı bir hareket olduğu fikridir. Ancak bu tespiti yapan dünya ve Türkiye sollarının Fransız emekçi sınıflarını yoksulluğa sürükleyen nedenler üzerinde yeterince durduğu da söylenemez; aksine hareketin kendiliğindenci ve heterojen yapısına ilişkin yapılan çeşitli yorumlar vesilesiyle bu sollar bilerek ya da bilmeyerek de olsa hareketin yönelimlerini ve gerçek taleplerini manipüle eden bir tutum takınmaktan da kurtulamamaktadır.
Dünya ve Türkiye sollarının kafa karışıklığına dayalı yorumlarının tersine, hareketin içinde yer alan emekçi kesimler bu yorumlardan olumsuz etkilenmek bir yana, aksine kendi öz sorunları temelinde örgütlenme yönündeki iradelerini arttırdıkları gibi, mücadelenin uzun soluklu olması için gereken acil tedbirlerin alınmasından tutunda, her şart altında direnme ve kazanım elde etme yolunda da önemli miktarda deneyim biriktirdiler. Emekçilerin talepleri için girdikleri bu yolda geri adım atmayışları onların gelecek için sağlam temellere dayalı bir ortak sınıf refleksi geliştirmelerini de olanaklı kıldı. Başka bir deyişle, hareket halinde bilinçlenen bütün bu emekçi kesimler, bilinçlendikçe de hareketin genel ve özel ilkelerini yine bu hareket içinde inşa etmeyi başardılar.
Ortaya çıkan ortak sınıf refleksi yalnızca Fransız emekçileri açısından değil, tüm dünya emekçileri açısından da ortak bir “anti-kapitalist duygu refleksinin” mayalanmakta olduğuna işaret etmektedir. Kuşkusuz bu ortak sınıf refleksinin gelişmesinde Fransız emekçi sınıflarının tarihsel mücadele birikimi, örgütlenme yeteneği ve bilinç düzeyi vb. gibi faktörler de etkili olmuş olsa da, Sarı Yelekliler hareketi Fransız sınıf mücadelesi tarihinin eşine az raslanan bir örneği olduğu için, onu kendisinden önceki mücadeleler ile değil de, kendine has yeni bir emek-sınıf refleksi olarak okumak daha gerçekçi ve yerinde bir tespit olacaktır.
İster sağ görüşlü olsun, ister sol görüşlü olsun her renkten ve milletten Fransız emekçilerinin ortak bir sınıf refleksi geliştirmesini sağlayan asıl etken kapitalizmden kaynaklı yoksulluk ve sefalet koşullarının bütün bu kesimler için artık katlanılamaz ve kabul edilemez bir noktaya gelmiş olmasıdır. Başka bir deyişle, her görüşten emekçi gerçek sorunlarının kaynağının ne olduğunun az ya da çok bilincinde olarak, artık bu sorunların ertelenemeyecek yaşamsal sorunlar olduğunun bilincine varmış bir durumdadır. Bu da göstermektedir ki; bütün bu emekçi kesimler kapitalizmden kaynaklı sorunları kendi bulundukları sınıfsal noktadan ve kendi bakış açılarının özgünlüğü içinde kavrayarak mücadeleye katılma gereksinimi duymaktadır.
Böylesi bir mücadelenin ideolojik ve politik açılardan homojen bir niteliği olamayacağı gibi, tek tek bireyler açısından da, geniş emekçi sınıflar açısından da, meselenin özü kapitalizmin neden olduğu toplumsal felaketin ve tehlikenin artık gizlenemeyecek kadar büyük bir sorun olmasıdır. Emekçi kesimlerde bu sürece karşı direnme isteğini ve azmini yaratan da asıl olarak bu ortak sınıf refleksi duygusudur ki; bu duygu sanıldığı gibi soyut bir düzlemde değil, askine tüm biçimleriyle bu gidişata dur deme isteğinden ve refleksinden kaynaklanmaktadır. Bu bilinç bugün nispeten “örgütlü bir biçimde” Fransız emekçileri arasında güçlendiği gibi, aynı şekilde başka ülkelerdeki emekçiler açısından da nüvelenme sürecinde olan bir ön-bilinç türüdür. Kuşkusuz komünistlere düşen asıl görev de; bu ön-bilincin daha da güçlenmesi ve devrimci bir bilince dönüşmesi için gerekli olan her türden bilimsel, ideolojik, politik ve örgütsel görevlerin yerine getirilmesidir.
Sarı Yelekliler hareketi başlagıçta yaş ortalaması açısından “yaşlı” bir hareket olsa da, hareketin direnme ve mücadele etme kapasitesi arttıkça, hareket daha da “gençleşerek” büyüme ve katlanma eğilimi içerisine girmiştir. Başka bir deyişle, hareket kendisine olan güvenini arttırdıkça “eski” ve “yeni” kuşaklar arasındaki etkileşim alanları daralarak, bu daralmaya bağlı olarak yeni bir genişleme dalgası da beraberinde ortaya çıkmıştır. Toplumun en yoksul kesimlerinden öğrenci-gençliğe kadar uzanan bu genişleme dalgası kendisini zamanla hareketin daha da gençleşmesi/kitleselleşmesi biçiminde ortaya koymuştur. Eski ile yeni arasındaki geçişkenlikte ki bu artış; kuşaklar arası deneyim ve tecrübe aktarımının, direnme ve kazanma isteğinin vs. kendisini yoğun bir biçimde ortaya koyabilmesini olanaklı hale getirmiştir.
Kuşkusuz mücadeleye dahil olan kitlelerin mücadele etme isteğini tetikleyen asıl etken; salt artan vergiler ve sosyal kesintiler değil, daha da yoksul bir gelecek kaygısının neden olduğu şiddetli ve patlamaya hazır öfkedir. Özellikle son yıllarda daha da aktif bir biçimde uygulamaya konulan neogloktokratik kapitalist uygulamalar “orta emekçi tabakaların” öfkesini arttırmakla kalmamış, orta tabakaların ortak talepler etrafında bir araya gelmesine de neden olmuştur. Diğer bir deyişle, “orta direğin” yoksullaşması bu kesimi diğer alt sınıflara daha da yakınlaşmak zorunda bırakmıştır.
Sarı Yelekliler hareketi göstermiştir ki; başta Macron olmak üzere, Fransız burjuva elitleri ulus-ötesi tekellerin figüranından başka da bir şey değildir. Fransız emekçilerinin hem ileri unsurları hem de ezici çoğunluğu hayatlarını belirleyen asıl kararların ulus-ötesi kapitalist kuruluşlar tarafından belirlenen ekonomik ve sosyal politikalar aracılığıyla şekillendirildiğinin az ya da çok farkındadır. Kuşkusuz bu durumun ideolojik dışavurumu her zaman kendisini bilinçli bir anti-kapitalizm ve sosyalist ideoloji biçiminde ortaya koyamasa da, kendiliğinden de olsa Sarı Yelekliler hareketi en başından itibaren ister romantik ister duygusal temelde olsun her şekilde anti-kapitalist ve sosyalizan bir tepkimenin ifadesi olmuştur.
Elbette ki glokal-kapitalist restorasyon süreçlerine bağlı olarak uygulamaya konan ekonomik ve sosyal kemer sıkma ve “reform paketleri” neticesinde gerçekleşen emekçi sınıf tepkimeleri sadece Fransa’ya özgü bir durum olmadığı gibi, farklı ölçeklerde ve büyüklükler de olması itibariyle, diğer AB üyesi ülkelerin egemen sınıflarının da “canını sıkan” bir durum olmaya devam etmektedir. Başka bir deyişle, Avrupa burjuvazisi ile yoksul Avrupalı emekçi sınıfların karşı karşı gelmesi yeni bir durum olmadığı gibi, Fransa özeline ait bir durum da değildir. Tersine bu durum/eğilim tüm hızıyla diğer Avrupa ülkelerini de içine alan daha genel ve büyük bir krizinde habercisi olma özelliğine sahiptir. Keza; Fransa’daki eylemleri takiben diğer AB üyesi ülkelerde de aynı büyüklükte olmasa da, benzeri “Sarı Yelekliler” eylemlerinin olması hiçte raslantısal bir durum olmadığı gibi, birikmiş bütün bu anti-kapitalist öfkenin kendisini farklı ülkelerde açığa çıkarması da çok doğal bir durumdur.
Dahası; Portekiz, İspanya, Yunanistan, Polonya, Romanya, Bulgaristan, Ukrayna vs. gibi ülkelerde yoksulluğa karşı gerçekleşen kitle hareketlerinin de gösterdiği gibi, bütün bu anti-kapitalist hareketler yalnızca merkezin merkez-altında değil, merkezin merkez-çevresinde de hızla yayılmaktadır. Kuşkusuz merkezden merkez-çevreye ve merkez-karşıtına doğru bu yayılım hareketi; asıl olarak ulusal sanayi pazarlarından bölgesel teknik pazarlara geçiş sürecinin neden olduğu ekonomik ve sosyal kaosa karşı emekçi kitlelerin geliştirdiği her türden kendiliğinden ve bilinçli tepkinin de bir yansımasıdır. Lakin; bu sürecin gereklerini kavrayabilecek yetkinlikte bir komünist önderliğin olmadığı koşullar altında, ne yazık ki bütün bu hareketler her türden burjuva manipülasyona da açık bir hale gelmektedir.
Kuşkusuz Sarı Yelekliler ve dünya genelindeki benzer sosyal hareketler kapitalist sistemdeki glokal biçim değişikliğinin bir neticesidir. Özellikle de dünya çapında gerçekleşen glokalizasyon sürecinin AB ayağı açısından düşünüldüğünde; AB bölgesel burjuva pazarının dağıtılarak yerine Avrupa emeğinin sosyalist bölgesel ve birleşik denetim devletlerinin kurulması için gereken şartları da olgunlaştıran asıl etken, glokal-sermayenin kendi emek tarzında yaşadığı köklü teknik/teknolojik dönüşümdür. Öte yandan, kendiliğinden bir biçimde de olsa, son yıllarda cereyan eden hemen hemen tüm toplumsal mücadelelere protek emekçilerin önderlik etmesi de, asıl olarak bu yeni emek-sınıf refleksinin bir sonucudur. Sınıf mücadelelerinin asıl seyri uzunca bir süredir protek bir “kendiliğinden öncülük” minvalinde gerçekleşmektedir.
Ne teocu sol akımlar ne de postçu sol akımlar; bütün bu olayların gelişimini analiz edebilecek bir perspektife sahip bir durumda değildir. Keza; en başta (tarım, sanayi, teknik vs.) metalar dünyasında gerçekleşen değişime neden olan emek tekniklerindeki (örneğin, emek araçlarındaki) değişime ve emek tekniklerindeki değişime bağlı olarak gerçekleşen yeni emek tarzının doğurduğu yeni sınıf mücadelesi biçimlerine yabancı olan bu sollar, bu mücadelelerin yeni değer yasaları oluşturduğunu (misal tüketim-değer yasasının belirleyici olduğunu) ve oluşan bu yeni koşullarında sınıf çatışmasının yeni biçimlerini ortaya çıkardığını görmekten uzaktır. Bu uzaklık herşeyden önce solun bu kesimlerinin ya ideolojik tutuculuğundan kaynaklanmakta ya da ideolojik “yenilenme” adı altında her türden burjuva ve postmodern görüşe teslim olma biçiminde kendisini göstermektedir.
Örneğin, teocu akımlar ideolojik ve bilimsel dönüşüm noktasında (“geleneği korumak” adı altında) katı bir dogmatizmin arkasına saklanarak varlık yokluk mücadelesi vermeye çalışırken, postçu akımlar ise ağırlıklı olarak özellikle Batı dünyasından “teori ihracı” adını verebileceğimiz bir “alıntı-çalıntı-sosyalizmi” ile günü kurtarmaya çalışmaktadır. Lakin; ister postçu-sollar olsun, ister teocu-sollar olsun, iki kanatta Sarı Yelekliler örneğinde de görüldüğü gibi, meselenin özüne inememekte, bu yüzden de kendi kafa karışıklığının bir sonucu olarak dahil olmaya çalıştıkları hareketlerde bile bölücü ve manipüle edici bir kendiliğindenci hat izlemektedir. Örneğin, Türkiye’de gerçekleşen Gezi isyanında solların oynadığı genel rolde bu hattın dışına çıkamamıştır. Bu şekliyle Gezi hareketi “profesyonel kitlelerin”, “amatör devrimcilere” verdiği iyi bir ders olarak tarihe geçmiştir.
Tekno-rant ve tekno-kar temelinde hareket eden ulus-ötesi tekellerin tüketim pazarlarına dayalı yeni tip sömürgeciliğinin daha da yoğunlaşması neticesinde, artan yoksulluk ve sefalet koşullarına karşı, kendiliğinden bir biçimde de olsa başını protek emekçilerin çektiği ve diğer (proletarya, ara tabakalar vs.) emekçi sınıflarında bu sürece dahil olduğu isyan ve ayaklanma dalgası; burjuva ideologlarının iddia ettiğinin aksine sınıflar kavgasının azalmak ya da yok olmak bir yana daha da şiddetlenerek arttığını göstermektedir. Bu ayaklanma ve isyan dalgası aynı zamanda; kapitalist barbarlığın emeği hem kendisine (kendi doğasına) hem de doğaya (doğanın doğasına) dönük yabancılaştırıcı etkisine karşı geliştirdiği bir tepkime olma özelliğine de sahiptir. Keza; emek güçlerinin bugün gelmiş olduğu seviye; kapitalizmin emeğe vurduğu rant ve kar prangalarının ötesinde bir emek uygarlığının kurulabilmesi için muazzam olanaklar sunmakta, bu da emeğin hem kendi kendisine hem de doğaya “kontrollü geri dönüş” isteğini (ve haliyle kendi potansiyellerini keşfetme isteğini) arttırmaktadır. Tam manasıyla bilimsel bir perspektif temelinde şekillenmiyor olsa da, çeşitli türde ekososyalist hareketlerdeki artışta yine bu tepkimenin bir sonucudur. Bu ekososyalist hareketlere ekoemekolojik bir bakış açısı temelinde yol göstermesi gerekenler ise kuşkusuz protekya devrimcilerinden başkası da değildir. Fransız deneyimi protekyanın ekodevrimci politikalarının önemini bir kez daha göstermiştir.
Glokal-kapitalist sömürü ilişkilerindeki artış kaçınılmaz olarak emek cephesinde karşıt bir tepki uyandırmaya ve emek güçlerini (çelişkili bir biçimde de olsa) birleştirmeye devam etmektedir. Bu açıdan en ileri glokal geçiş biçimlerinden biri olarak AB içerisindeki ara sınıfların bölgesel pazarlara ve teknik emeğe dayalı çözülme ve yeniden yapılanma süreci de hızla derinleşmektedir. Özellikle de sanayi emeğinin ve pazarlarının tüketime girdiği, glokal bölgesel pazarların ve teknik ürünlere dayalı yeni emek ilişkilerinin üretime girdiği bu evre de, orta katmanların proleterleşememe noktasında ve protekleşme yönündeki zorunlu eğilimi, her geçen gün proleterleri daha da fazla basit somut emeğin “yedek gücü” haline getirirken, soyut nitelikli emeğe dayalı protekleşme çabası içinde olan bu katmanlar açısında ise süreç daha da keskin sınıf kavgalarını beraberinde getirmektedir. Başka bir deyişle, ara katmanların proleterleşememe ve protekleşme arasındaki gerilime bağlı olarak yaşadığı sınıfsal kriz ve daralma/genişleme eğrileri sanayi emeğinden teknik emeğe geçiş sürecinindeki emekçilerin karşı karşı kaldığı en temel problemlerden biri olmaya bugünde devam etmektedir.
Fransa’da patlak veren Sarı Yelekliler hareketi; gerçekte emperyalizm olgusunda yaşanan bir dizi nitelik değişikliğine bağlı olarak vücut bulan isyan dalgasının da bir devamıdır. Keza; teknik sömürgeciliğe ve teknoburg aristokrasisine dayalı bölgesel tüketim pazarlarına geçişle birlikte, emek sınıflarının yaşam ve tüketim koşulları da köklü bir biçimde değişime maruz kalmış bulunmaktadır. Bu değişim özü itibariyle; tekno-rant ve tekno-kar sömürüsüne dayalı yeni tip bir kapitalist emek tarzının da habercisi olması vesilesiyle, emekçi sınıfların bugününü ve geleceğini daha da katlanılmaz bir hale getirmektedir. Bu sebepden dolayıdır ki; emek tarzındaki bu yeni nicel “hybritleşme” neticesinde, emek cephesinin mağduriyetleri her geçen gün daha da artarken, diğer yandan da toplam toplumsal faydanın aleyhine, tekno-tekellerin ve teknobaronların dünya nimetlerinden kopardığı sömürü-payı her geçen gün artmakta ve bu da kaçınılmaz bir biçimde anti-kapitalist kendiliğinden isyanları da tetiklemektedir. [1].
Protek-komünistlerin yeni koşullar karşısındaki tutumunun da yeni özellikler kazanmış bir niteliğe bürünmesi gerçeğinden hareketle; yürünecek yol olarak ne bir yandan minoktokratik-burjuvazinin içe kapanmacı ve ulusalcı savrulmaları ile uzlaşan, ne de bugünü geçmişin yol ve yöntemleri ile açıklamaya kalkışan teocu/postçu “proletaryalist” akımlar ile uzlaşan, bir çizginin şimdinin hakim komünist çizgisi haline gelmesi için savaşım yürütmek, işte asıl sergilenmesi gereken protek-devrimci tutum da bu olmalıdır.
Bu yüzden protek-devrimcilerin asıl görevi; emek türü ve emek araçlarındaki değişime bağlı olarak meydana gelen yeni emek tekniklerinin neden olduğu teknik emek tarzıyla birlikte ortaya çıkan protekyanın emek etkinliğinin örgütlenmesi ve bu örgütlülüğe protek-sınıf bilincinin “aşılanması” olmak zorundadır. Aksi takdirde; bu sürecin doğru bir biçimde kavranamaması halinde, tıpkı Sarı Yelekliler hareketi karşısında kimi solların içine düştüğü “burun kıvırma” poziyonundan öteye de geçilemeyeceği gibi, bu ahmakça tutum, bu ahmakça tutumu sergilemekte olanları da burjuva çöplüğüne düşmekten kurtaramayacaktır. Kaldı ki; bu burun kıvırma halleri bahsi geçen solları burjuvazinin yan kolu olmaya, dahası “komünist” hareket içindeki burjuva-sol unsurlar olmaya kadar da itmektedir. Örneğin, Fransız Komünist Partisi (PCF) bu gerçeğin en tipik örneklerinden biridir. Keza: adındaki komünist ifadesi dışında komünizmle hiçbir bağı kalmamış olan bu parti, herşeyden önce minoktokratik kapitalizmin çekirdeğini oluşturan ulusal iç pazar politikalarının desteklenmesi anlamında, her geçen gün daha da fazla Le Pen’ci sağ kanat bir çizgiye doğru savrulmaktadır. [2].
Fransa’da sadece Macron hükümeti değil, Macron’dan önce gelen hükümetlerinde asıl işlevi ve fonksiyonu; ulus-ötesi tekellerin bölgesel pazar ihtiyacına dayalı bir glokal-kapitalist restorasyon sürecinin emekçi sınıflar aleyhine tesis edilmesiydi. Bütün bu hükümetler glokalizasyon sürecinin “sivil toplum” ayağı gibi gözükse de, bu siyasi yapıların tümü gerçekte neogloktokratik ulus-ötesi sermaye aristokrasisinin ve bir avuç ekonomik-siyasi elitin kuklasından (program uygulayıcısından) başka da bir şey değildir.
Neredeyse bütün burjuva devlet aygıtları (yasama, yargı ve yürütme organları da buna dahil) istisnasız bir biçimde minoktokratik yapının neogloktokratik yapı lehine tasfiye edilmesi hedefi doğrultusunda emekçi kitlelerin ikna edilmesi, ikna edilemiyorlarsa da zor ve baskı yoluyla kontrol altına alınmaları yönünde hareket etmektedir. Bu şekliyle glokal-devlet minimal-devletten farklı olarak; daha çok “dış tehlikelere” karşı değil, kapitalizmin güvenilirliğini ve meşruiyetini tehtid eden “iç tehlikelere” odaklanmış bir durumdadır. Bu yüzden tüm glokal devlet ve hükümet yapıları kendilerine ne kadar “demokratik” isimler verirlerse versinler; gerçekte hepsi birer iç savaş aygıtı biçiminde örgütlenmektedir. Özellikle de demokrasi konusundaki ilizyonları deşifre eden bu tespiti uzunca bir süredir çeşitli vesileler ile dile getiren protek-devrimcilerin yaşanan deneyimler göz önüne alındığında ne kadar haklı olduğu bugün daha iyi anlaşılabilir.
Macron gibi burjuva politikacılarının ulus-ötesi tekellerin önünü açacak olan neogloktokratik politikalara hız vermek istemesi ve bunu yapabilmek pahasına da emekçi sınfları daha da sefil ve insanlık dışı yaşam koşullarına mahkum etmekte bir beis görmemesi, Macron ve onun gibi politikacıların temsil ettiği sınıf karekterinin ayrılmaz bir parçasıdır. Keza; glokalizasyon döneminin hükümet biçimleri muhtevaları açısından, tüm siyasal ve sivil alanı her şeyden önce ulus-ötesi emperyalizmin iç rekabetine ve çıkarına göre düzenleme amacı gütmektedir. Doğal olarak bu yeni tip “düzenleme” de; yeni tip bir emek-sınıf hareketinin nesnel temellerini ortaya çıkartmakta, dünün dar ulusal pazar ekonomilerinin üzerinde yükselen geleneksel örgütlenme şekilleri ve biçimleri de bu süreçten payına düşeni almaktadır. Bunun en güncel örneklerinden biride sendikaların içine düşmüş olduğu sürekli sendikal-kriz olgusudur.
Geçmişte milyonlarca üyesi olan sendikalar her geçen gün daha da fazla zayıflamakta ve geldikleri konum itibariyle emekçilere güven vermeyen örgütler haline dönüşmektedir. Dahası; glokalizasyon sürecinin derinleşmesiyle birlikte sendikalar emeğin düzenle olan bağlarını sağlamlaştırma işlevini gören ve yöneten-yönetilen ikileminde yönetilenin yöneten karşısındaki “bağımlılığını” arttıran bir yapıya doğru evrilmektedir. Kuşkusuz bu durum; protekyanın kendiliğinden de olsa “bağımsız” ve “anarşik” tavrı karşısında şaşkınlık yaşayan sendikalizmin artan krizinin dolaylı ve doğrudan bir sonucudur da. Sendikal aristokrasilerin korku içinde kendi varlık zeminlerinin yok oluşunu izlemeye mecbur kalması; onları daha da gerici kurumlar haline getirmektedir. Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketi de; yine aynı bağlamda sendikalizmin çürümüşlüğünün bir kez daha tam ve net olarak tavan yaptığı bir örnek olarak karşımıza çıkmaktadır. Fransız sendikalarının ve bürokrasilerinin Sarı Yelekliler hareketi karşısındaki şaşkınlığı ve çaresizliği görülmeye değerdir.
Kaldı ki; klasik-proletaryan-sendikalizm glokalizasyon ve teknik emeğin gelişimine uyum sağlayamadığı için hızla gerici özellikler kazanmaktadır. Sendikalar bu halleriyle düzene, düzen de onlara “mecbur” bir hale gelmektedir. Bu nedenle; özellikle Çartist hareketinden bu yana sendikal geleneğin güçlü olduğu Batı Avrupa ülkelerinde sendikalar “özel işçi simsarlığı” şirketleri gibi bir işlev de görmektedir. Gelinen noktada kapitalizme karşı sendikaların niteliksel bir fonksiyonu da kalmamıştır. Gerçekte emek hareketi ile hiçbir bağı kalmamış bu yapıların korunmasını savunmaktansa, bunların dağılması ve hatta yıkılması protek-devrimci güçler açısından hiçte olumsuz bir sonuç olmayacaktır. Keza; ulusalcı bir akım olarak sendikalizmin toplumsal bir çözüm aracı olma özelliği glokalizm ile birlikte artık söz konusu değildir. Dahası; kendisini “sınıf sendikacılığı” biçiminde ortaya koyan kimi proletaryan solların sol-sendikal programları da tümden hükmünü kaybetmiştir. Zira; sanayi emek araçları karşısındaki “kulllanıcı-sınıf” pozisyonundaki/proletaryada ki iktisadi ve sosyal zayıflama da bu görüşleri boşa çıkartmaktadır.
Yıllardır proletaryaya bitmek bilmeyen “genel grev” ve “genel direniş” çağrıları vesilesiyle, iktidar çatışmalarına bağlı yönetme ve yönetilme krizlerinin ortaya çıkacağına ilişkin proletaryan “umut politikaları” da, daima başarısız olmaktan ve hayal kırıklığı yaratmaktan başka da bir sonuç vermemiştir. Başka bir deyişle, “sınıf-sendikacılığı” adı altında ortaya çıkan bütün bu eğilimler sistemin kendisini yeniden revize etmesinden başka bir netice doğurmamaktadır. Bu yüzden çağımızda proletaryalist-sendikalizm (her proletaryalist hareket gibi) kapitalizmin değirmenine su taşıdığı gibi, sendikalizm alanında bu krizi aşacak bir tarzda; aşağıdan yukarıya doğru yükselen bir toplumsal denetim demokratizmi ve bürokratizmi yaratma mücadelesi temelinde yeni tip bir “protek-denetim-sendikalizmi”nin yaratılıp yaratılamayacağı ise, sınıflar mücadelesinin her düzeyde ki gelişim seyriyle belirlenecektir. [3].
Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketinin en başından itibaren; Macron kendi sınıfının bir temsilcisi olarak öncelikle tekno-tekellerden yana bir tavır sergilemiştir. Keza; Macron bugüne kadar ekonomiyi tekno-kartellerin ulus-ötesi emperyalist rekabetine göre düzenleme yönünde glokal bir mali politikayı kararlı bir biçimde sürdürmeye çalıştı. Bu düzenlemeler salt Fransız ekonomisi temelinde değil, AB ekonomisinin Fransız ayağına ilişkin glokal düzenlemelerdir de. Bu süreçte; vergilendirmelerin ana yükünün çalışan sınıflara, küçük ölçekli esnaf-sanaatkar ve tüketicilere yüklenmesi, Macron vari politikaların ana omurgasını oluşturmuştur. Minimal kapitalist devletten kalma geçmişin “sosyal devlet” politikaları da yine bu dönemde adım adım tasfiye edilmeye çalışılmıştır. Ve yine bu dönemde Fransız toplumuna tam manasıyla kaotik ve militarist bir devlet modeli dayatılmıştır. Fırsatların zenginler lehine yoksullar aleyhine işlediği bu sistemin asıl dayanak noktasını da; gokal tekellerin ulus-ötesi pazar hakimiyetine dayalı yeni tip teknik-sömürgecilik belirlemektedir. Zira; Macron’un haleflerine benzer bir şekilde, iktidarı boyunca glokal restarosyan sürecinin Fransa’daki (merkezin merkez altındaki/çevresindeki) “geçikme durumunu” hızlandırmaya çalışan bir çizgi izlemesi hiçte raslantı değildir.
Macron’un bütün bu glokal siyasetine karşın, Fransız emekçi sınıflarının yaşamsal sorunları kasıtlı olarak görmezden gelinmekteydi. Dahası; Açlıktan intihar eden anneler, işşizlik yüzünden bunalıma giren babalar, adaletin zenginlerden yana olması, adi suçlardaki artış, biçimsel ulusalcı söylemlerin yükselişi, sahte-çevreci ve liberal politikalara kayış, ırkçı ve yabancı düşmanı politikalar güden sağ popülist partilerin kısmi yükselişi vb. gibi pek çok olgu son yıllarda Fransız toplumsal yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmeye başlamıştı. Kuşkusuz bu durum karşısında kitleler arasında “eskiye duyulan özlem”, ahlaki ve kültürel öfke, edilgenleşmeye/atomize olmaya duyulan tepki vs. bütün bu psikotoplumsal etkenler bir araya gelerek ve yeni bir kitle hareketinin psişik tohumlarını atarak Sarı Yelekliler hareketinin çıkışını da olanaklı hale getirmiştir.
Bugün ki biçimiyle Sarı Yelekliler hareketinin iktidarı alabilecek ne bir programı ne de silahlı bir gücü var. Keza; kendiliğinden gelişen bir hareket olarak Sarı Yeleklilerin gidebilecekleri “en son sınır”, yalnızca güçlü bir ayaklanma dinamiği ve mevcut iktidarı baskı altına almaktan ibarettir. Bu noktada Sarı Yeleklilerin asıl sorunu sistem içi de olsa kendi taleplerini karşı tarafa nasıl kabul ettirecekleridir. Diğer AB üyesi ülkelerin emekçilerinin aktif desteği olmaksızın Fransız emekçilerinin bunu tek başına başarabilmesi mümkün değildir. Aksi takdirde; Sarı Yelekliler hareketi Fransa’ya sıkışarak ve salt kendi öznel güçlerine dayanmak zorunda kalarak adım adım sönümlenmekten de kurtulmayacaktır. Hareketin bu yönünü ve zayıflığını kavrayan devrimci güçlerin asıl vazifesi de; Avrupalı emekçiler arasında bölgesel bir birleşmenin imkanları için yol göstermek ve yardımcı olmaktır. Hiçbir devrimcinin; böylesi bir harekete burun kıvırmaya ve uzaktan izleyici kalmaya hakkı yoktur. Son çözümleme de; Fransa’daki hareketin başarı şansı glokal bölgesel pazar olgusuna karşı bölgesel sınıf mücadelesi perspektifinin başarılı olmasına bağlıdır.
Genellikle solların kendiliğinden gelişen hareketler karşısında önyargılı ve çekimser bir tutum sergilemesi; aynı solların bütün bu hareketlerin/kitlelerin gerisinde kalması gibi doğrusal bir sonuçta üretmektedir. Bu gerici tutum “hareketin ruhunu” kavramaktan uzak olduğu gibi, harekete yön vermek yerine, kendi örgüt ve bayrak propagandasını yapmak şeklinde bir sekterizmi de beraberinde getirmektedir. Emekçi sınıfların güncel taleplerine odaklanmaksızın, bunun yerine kendi dar örgüt reklamının peşinde koşan bu türden sollar, bilerek ya da bilmeyerek olsun hareketin kitle tabanını manipüle edici bir etkiye de neden olmaktadır. Oysa ki; kapitalizme karşı bilinçli bir tutum içinde olan her devrimci örgütün öncelikli görevi kendiliğinden başlayan bir harekete ve onun taleplerine (kitle kuyrukçuluğuna düşmeksizin) sahip çıkmak ve o talepleri daha ileri talepler ile taçlandırmak olmalıdır. Bu açıdan Fransız deneyimi öğretici bir deneyim olma özelliğini de korumaktadır.
Dünyanın neresinde olursa olsun her hangi bir kitle hareketinin “öfke ve kafa karışıklığına dayalı” olduğu için eleştirilerek desteklenmemesi saçma olduğu kadar çelişkili bir tutumdur da. Keza; sınıflı bir toplumda, sınıfsal çelişkilere bağlı olarak halkın öfkesi de, kafa karışıklığı da asla homojen bir niteliğe sahip olamaz. Bunun aksini iddia edenler bilimsel komünist teoriden nasibini almamış olan ham kafalardır. Bir halk hareketi ancak mücadele içinde kendi öfkesini ve kafa karışıklığını aşarak bilinçli bir hedef birliği ve ortak sınıf tavrı geliştirebilir. Ancak hareket ve mücadele içindeki bir halk kendi eylemini zamanla bilinçli devrimci bir eyleme dönüştürebilir. Asıl olarak bu gerçeği inkar edenler her açıdan kendi öfkelerini kontrol etmekten aciz kafası karışık budalalardır.
Bir diğer saçmalıkta; Sarı Yelekliler hareketinin “tüketimden mahrum olan kitlelerin hareketi” olarak lanse edilmesidir. Keza; bu ekonomist açıklama şekli her yönüyle tutarsız olduğu gibi, bu argüman kapitalist toplumun genişletilmiş ölçekte yeniden-tüketim-toplumu olduğu gerçeğini (güncel değer-yasalarını) yadsıyan bir bakış açısıdır da. Bu yaklaşımın ciddiye alınabilecek hiçbir mantıksal temeli de yoktur. Kaldı ki; tüketim-değerine endeksli bir kapitalist yaşam tarzına mahkum edilen bir toplumun gelirinin giderinden azda olsa göreli olarak fazla olması gerekir. Aksine; bu durum söz konusu bile değilken, Fransız yoksullarının ve emekçilerinin isyanını sadece tüketimden mahrum olmaya bağlamak ahmakça bir bakış açısı değildir de nedir? Sarı Yelekliler hareketi asıl olarak her geçen gün daha da fazla yoksullaşan emekçi kitlelerin doğrudan demokrasisine dayalı bir hareketidir. Sarı Yeleklilerin asıl temelini oluşturanlar yoksul sınıflardır. Başka bir deyişle, kapitalist ücret ve gelir politikası hiyerarşisi içinde en altta kalanlar. Kısacası; bu hareket “altta kalanın canı çıksın” politikalarına duyulan yaygın kızgınlığın ve nefretin bir ifadesidir.
Sarı Yelekliler hareketinin “çıkış noktasının” hatalı ve kusurlu olduğunu iddia eden kimi sollara ne demeli? Bu görüşü savunan çok bilmiş “felsefe profesörleri” kapitalizme ve yoksulluğa karşı mücadele eden bir halk hareketinin dinamiklerinden daha çok, kendi zihinlerinde üretikleri soyut metafizik kategorileri tartışıyor gibiler! Teolojik mükemmelliyetçiliğin ve sekter doğruculuğun pespaye örneklerinden biri daha. Acaba sarı yelekliler hareketi nasıl başlasaydı da, bu “doğrucular” için doğrulanabilir bir hareket olarak kabul görseydi. Neresinden tutulsa aptalca bir yaklaşım. Her halde bu sollar sarı yeleklilerden doğrudan bir sosyalist devrim bekliyor olsa gerek. Bir halk hareketi başlarken bunu ne önceden kimseye haber verir, ne de başlarken kimseden izin alır. O hareket sadece “başlar”. Ve bir hareket başladıktan sonra bu hareketin gidişatına göre çeşitli doğruluk ve yanlışlık varyantları da ortaya çıkabilir. Lakin; bu durum bir hareketi çıkış noktası itibariyle “yanlış bir hareket” olarak tanımlamak için yeterli bir durum da değildir. Zaman-mekan-koşul ilişkilerinden ve diyalektiğinden bağımsız bir “doğruluk” ve “yanlışlık” tanımlaması yapılmayacağı gibi, emeğin o an ki tarihsel kesitinden ve ansal duruşundan ayrıksı ve yalıtık bir sınıfsal yanlışlık ve doğruluk tespiti de yapılamaz.
Emekçi sınıfların “başlangıç noktaları” her zaman değişkenlik gösterir. Böylesi durumlar hazır formüller ve reçeteler şeklinde de ortaya konamaz. Hatta Fransa’da olduğu gibi; kimi bölgelerde “sağ ideolojilere” sahip bireyler ve gruplarda bu hareketlere öncülük edebilir. O zaman bu duruma “yanlış” mı demek gerekir? Sağ görüşlü bir emekçi en az sol görüşlü bir emekçi kadar yoksulluğa ve kapitalist politikalara karşı olabilir. Önemli olan; sınıf mücadelesinde hangi inançtan, hangi milletten, hangi ideolojiden olursa olsun taleplerin emekçilerin bütününü kapsayıp kapsamadığıdır. Söz konusu olan sınıfın genel çıkarları ise, o doğrultuda bir hareket ve talepler manzumesi varsa, emeğin genel çıkarlarına aykırı davranan her türden sağ anlayışı mahkum etmek, ancak hareketin içinde aktif olarak mücadele etmekle mümkün olabilir. Bu durum sınıf mücadelesinin her şart altında savunulması gereken temel prensiplerinden biridir. Kaldı ki; bütün bu ilkeler kendiliğindenci hareketlerin önünde olması, bu hareketlere perspektif sunması ve yol açması gereken devrimci güçler açısından da temel bir çalışma tarzı ve kuralı olmak zorundadır.
Sarı Yelekliler hareketini yeterince “anti-kapitalist”, “anti-faşist”, “anti-cinsiyetçi”, “ekolojist” bulmayan çok bilmiş liberal-sollara ne demeli? Bu beylik laflar hareketin uzağından yakınından bile geçmiyor. Sarı Yelekliler hareketi herşeyden önce kapitalizm karşısındaki toplumsal duruşu itibariyle anti-kapitalist bir harekettir. Bu hareket doğumundan bugüne kadar gelen süreçte pek çok pratik anti-kapitalizm adımı da atmıştır. Örneğin, kapitalist tekellerin kar akışını kesme, devlet kuruluşlarının (özellikle de maliye alanında) işleyişini durdurma vs. bütün bunlar anti-kapitalizm değil midir? Dahası; anti-kapitalist olan bir hareketin “doğasında” aynı zamanda “anti-faşist”, “anti-cinsiyetçi”, “ekolojist” öğelerde bulmak zor olmasa gerek. Her büyük kitle hareketinde olduğu gibi Sarı Yelekliler içinde ırkçılar, yabancı düşmanlığını savunanlar vs. bulunabilir; lakin bu özel durum hiçbir zaman genel durumun ana belirleyicisi de/kapsayanı da olamaz. Ve bu özel olumsuz etkenler bile; mücadele büyüdükçe ve devrimcileştikçe genelin içinde erimek ve çekinik konuma gelmekten de kurtulamaz.
Peki solların bir kısmının Sarı Yeleklilerin “Fransız faşistlerine hareket alanı sağladığı” şeklindeki görüşlerine ne demeli? Bu görüş abzürt olduğu kadar gerçeği de hiçbir şekilde yansıtmamaktadır. Sarı yelekliler hareketinin pek çok benzer kitle hareketi gibi heterojen bir yapıya sahip olduğu doğrudur. Lakin; bu yapı sanılanın aksine faşist bir örgütlenmenin güçlenmesi için uygun bir faşizan-sosyal-siyasal-zemin olma özelliğine de sahip değildir. Keza; Sarı Yeleklilerin talepleri en başından beri ortak ve homojen bir eksende devam etmektedir. Bırakalım faşist grupları sol gruplar bile hiçbir şekilde kendi taleplerini bu harekete tepeden aşağıya doğru dayatabilecek bir zemine, politik güce ve etkiye sahip değildir. Hele ki; giderek taleplerin daha da nitelikli bir hale gelmesi ile birlikte (örneğin, Anayasanın ve yasaların halk tarafından yapılması talebinde olduğu gibi), faşistlerin örgütlenme olanakları adım adım daha da gerilemektedir. Fransız toplumunu oluşturan farklı milliyetlerden ve dinlerden emekçiler toplumun en dip kesimlerinde yaşayan yoksullardan meydana gelmektedir. Fransa’daki ırkçı ve yabancı düşmanı eğilimlerin nesnel tabanını oluşturan “beyaz fransızlar” diye tabir edilen orta burjuva gelir grubunun hareket içindeki belirleyiciliği sanılanın aksine azalma eğilimi göstermektedir. Kısacası; Sarı Yelekliler hareketinin faşistlere mevzi kazandırdığı iddiası bütünüyle zırvalıktan ibarettir.
Sarı Yelekliler hareketini yeterince politik bulmayan ve hatta bu hareket için “apolitik” tanımlaması yapan sollara ne demeli? Bu nasıl bir apolitiklikse, yoksuluğa ve kendiliğinden bile olsa kapitalizme karşı mücadele eden bu “apolitikliği” devrimcilerin “başlarına taç yapması” gerekmez mi? Daha iyi koşullarda yaşama talebi etrafında ortak bir sınıf bilinci geliştirebilmiş olan bir halk hareketinin taleplerinin neresi apolitiktir? Başka bir deyişle, şayet Sarı Yelekliler kalkıp “biz devrim istiyoruz!” diye haykırsalar, bu onları daha politik mi yapacak? Devrim hedefine ulaşmak için emekçi halkın taleplerini sahiplenmeyen ve bu talepleri daha üst bir boyuta taşımak için mücadele etmeyenler asıl apolitiklerdir. Sarı Yelekliler hareketinin apolitik bir hareket olduğunu iddia eden ukalalar su katılmamış oportünistlerden başka da bir şey değildir. Bunları söyleyenlerin asıl amacı; hareketi amacından saptırmak ve karşı-devrimin basit birer burjuva manipülasyon aracı olmaktır. Sözde “apolitiklik eleştirisi” altında kirli ve puslu bir hava yaratmak isteyenler hareketin yakıcılığı ve canlılığı karşısında silinip gitmeye mahkumdur.
Egemen Fransız çevrelerinin ve sözcülerinin ağzına sakış yaptığı bir başka söylemde; Sarı Yeleklilerin “yıkıcı bir guruh” olduğu argümanıdır. Özellikle Macron tarafından burjuva basın eliyle yaratılmak istenen bu imaj hareketin toplumsal meşruiyetini yok etmeye dönük bir hakim sınıf stratejisidir. Polisle yaşanan çatışmalar, kapitalizmi simgeleyen kimi kurumların camlarının kırılması vb. gibi bir çok olay bahane edilerek verilmek istenen bilinçaltı mesaj, hareketi sabote etmeye dönük devlet aklının bir izdüşümüdür. Öte yandan, hareketi zayıflatmak için uygulamaya konan provakatör-polislerin kitle hareketinin içine sızarak çatışmaları “alevlendirmek” ve göstericiler ile kolluk kuvvetleri arasındaki tansiyonu yükseltmek için sahneye koyduğu girişimler de, yine bu stratejinin yalnızca küçük parçalarıdır. Sosyal medya gazeteciliği sayesinde deşifre edilebilen pek çok polis, Sarı Yeleklilere yüklenmek istenen “yıkıcılar” imajının oyuncuları olarak dönem dönem sahneye sürülmeye çalışılmaktadır. Bütün bunlar devletin Sarı Yeleklilere mal etmeye çalıştığı “yıkıcı topluluk” suçlamasını meşrulaştırmak için yapılmaktadır. Bu yüzden devrimci deşifrasyon faaliyetleri karşı-ideolojik-hegemonya üretimi açısından da can alıcı bir öneme sahiptir.
Kaldı ki; egemenlerin bakış açısından radikal bir kopuş olarak, Sarı Yelekliler yıkıcı olsa ne olur? Meşru bir emekçi halk hareketinin her gün polis tarafından gaz bombasıyla, copla, şiddet ve taciz ile durdurulmaya çalışıldığı bir ortamda, polis baskısına karşı kitlelerin kendisini şiddetsiz ya da şiddet yoluyla savunma hakkı yok sayılamaz. Kitleleri çileden çıkaran bu uygulamalar karşısında insanların pasif kalmasını beklemek düpedüz saçmalıktır. Şayet emekçiler şiddet uyguluyorsa, bu yine kendilerine karşı uygulanan şiddetin bir dışavurumudur. Emekçiler yakmadan ve yıkmadan mevcut iktidara kendi seslerini duyuramıyorsa ve egemenlerin anladığı tek dil buysa, Sarı Yelekliler çatışmaya mecbur bırakılıyorsa, meşru temelde gerçekleşen her eylem özünde yararlı bir eylem biçimidir de. Şayet emekçilerin canlarına kast ediliyorsa; bankalar, tekel magazaları, lüks araçlar vs. bütün bunlar halkın meşru taleplerinden asla daha değerli olamaz. [4].
Ne tuhaftır ki; bu “yıkıcılık” söylemlerine, sözüm ona kendisine “marksist” ve “komünist” diyen çevrelerde eşlik ediyor. Peki ne pahasına? Lafta hareketin geniş kitlelerde uyandırdığı sempatinin kaybedilmemesi/“teori kastırma” pahasına! Peki bu doğru bir önerme mi? Kuşkusuz tamamen yanlış bir önerme. Sınıf mücadelesinin içinde yıkıcılık (dahası; şiddet, öfke, nefret, kızgınlık vs.) olmadan yaşandığı nerede görüşmüştür. Burjuva devletler en rezil yöntemler ile emekçileri baskı altında tutmaya çalışırken, her türden ideolojik hegemonya aracı ile onların zihinlerini manipüle etmeye çalışırken, onları birer tüketici-köleye çevirmeye çalışırken, yasalar bahane gösterilerek insanlar haksız yere tutuklanırken ve hapishaneye atılırken, adaletten sadece zenginler yararlanabilirken; burada asıl mesele kitlelerin harekete olan sempatisinin azalması ya da artması değil, aksine sorun bu hareketin sistem içi olup olmadığı meselesidir. Sistemden kopma dinamikleri gösteren bir hareket olarak Sarı Yelekliler hareketi sistem dışı olma yolunda ilerleyen bir harekettir. Bu da onu her açıdan meşru kılan yegane özelliktir.
Yeni nesil protek-komünistler herşeyden önce kapitalizmin glokalizm ile birlikte değişen, gelişen ve dönüşen yanlarını daha iyi kavramak zorundadır. Keza; kapitalizmin ulus-ötesi bölgesel pazar olgusuna ve tüketim-değer yasasına bağdaşık bir biçimde ortaya çıkan bütün bu olgular, bugün glokal-kapitalizmin derinleşmesi ile birlikte eskimiş ve günün ihtiyaçlarına cevap veremeyen eski taktik ve stratejilerin yerine, yeni emek hareketinin gereksinimlerine uygun düşen stratejik ve taktik seçenekleri de beraberinde getirmektedir.
En başta protekya ve onun temel sınıf müttefiki konumunda olan protekya da dahil olmak üzere, kapitalizmin yoksullaştırdığı kitlelelerin sanayiburgların ve teknoburgların egemenliğine karı dişe diş bir sınıf mücadelesini göze alması gerekmektedir. Cenin halindeli devrimci önderlik ve öncülük iddiası da ancak kendisini sınıf savaşımının teorik, bilimsel, politik ve örgütsel zeminlerinde ortaya çıkarabilir ve geliştirebilir. Emekçi sınıflar nerede mücadele ediyorsa orada olmak ve bu mücadeleleri büyütmek öncülük ve önderlik krizinin aşılmasının biricik ve yegane yolu olmaya devam etmektedir.
Dipnotlar
[1] Örneğin, Kurucusunun 54 yaşındaki Bezos Bloomberg olduğu Amazon, Bill Gates'in Microsoft'unu geride bırakarak borsadaki en değerli (797 milyar dolar) şirket oldu. Milyarderler listesine göre Bloomberg tahmini olarak 137 milyar dolarlık bir servete sahip. Burada tek bir teknoburgun kişisel servetinden bahsediyoruz. Ulus-ötesi bölgesel ve uluslararası bir teknik/teknolojik tekel olan Amazon'un dünya toplam tekno-karının kayda değer bir bölümünü oluşturduğu kesin. Başka bir deyişle, günümüzde eski tip sanayi sömürgeciliği ve emperyalizmi hızla yerini tekno-sömürgeciliğe ve tekno-emperyalizme bırakma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir.
[2] Minoktokratik-kapitalizmden neogloktokratik-kapitalizme geçiş sürecinin Fransa’daki etkilerine bağlı olarak ortaya çıkan Sarı Yelekliler hareketini “küçük burjuva reformizmi” olarak tanımlamak; kendiliğinden bir biçimde de olsa tüm dünyada emekçilerinin kapitalist devletleri aşağıdan yukarıya doğru denetleme yönündeki isyan ve taleplerine burun kıvırmaktan öteye bir anlam da taşımamaktadır. Emekçi kitlelerin denetim-demokrasisi mücadelesini bu şekilde yorumlama hatasına düşen kimi proletaryalist hareketlerin, demokrasi mücadelesi vermeden sosyalizm mücadelesinin kazanılmayacağını anlaması da mümkün değildir. Kendi bindiği dalı kesen Nasrettin Hoca misali; bu türden değerlendirmeler karikatürize değerlendirmeler olmaktan da kurtulamamaktadır. Sarı Yelekliler hareketinin “küçük burjuva reformizmi” olarak algılanan talepleri, özellikle son 20-30 yıldır kapitalist devletlerin temel açmazı haline gelen toplumsal denetim eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Kapitalist devletler görece kendilerini güvende hissettikleri minimal dönemde, kısmi bir “sosyal refah devleti” görüntüsü vermeye çalışmışlardır. Lakin; glokal kapitalist restorasyonun derinleşmesi ile birlikte bu durumun geçici ve konjektürel bir durum olduğu daha iyi anlaşılmıştır. Egemen burjuva güçler ulus açısından bürokratik aygıtları kullanarak kendileri için bir “demokrasi” inşa ederken, bir yandan bu hedefe ulaşmak içinde aristokratik-yasamadan, jüristokratik-yargından ve oligarşik-yürütmeden (ve devletin diğer büyük ve küçük birimlerinden) faydalanmışlardır. Başka bir deyişle, kapitalist devletler bu üç temel kurumdan ve devlet-bürokrasilerinden muntazam bir biçimde yararlanma yoluna gitmişlerdir. Kapitalist devletler emekçi sınıfların devletin yönetimi noktasındaki hak ve hukuk taleplerini yine bürokrasi yoluyla yok etmeye çalışmışlardır. Hal böyle olunca; yasamanın, yargının ve yürütmenin dokunulmazlık-usul-koruma vs. yasaları ile beslenen “prusyatik” bir bürokrasi yaratılırken, aynı zamanda emekçi kitlelerin bu kurumlara nüfus etmesinin önü de kesilerek, bu kurumlar vatandaşlar için ulaşılmaz bir hale getirilmiştir. Somut durum böyle olunca; bu “üç saç ayaklı” devlet modelinin dokunulmazlık-usul-koruma yasalarının kaldırılması (bürokratik zırhların kaldırılması) ve tepeden inme/yönetsel komuta zincirine karşı aşağıdan denetimle kuşatma hareketi olmaksızın emekçi sınıfların demokrasi (sınıf) mücadelesini kazanabilmesi de mümkün değildir. Kuşkusuz çevreden merkezi kuşatma hareketinin en önemli mücadele alanı ise, tam da bürokratik alanın kendisi olmaya devam etmektedir. Egemen güçler bürokasiyi kullanarak demokrasiyi ezerken, kitlelerde bürokrasi yolunu zorlayarak hakim sınıfların dokunulmazlık-usul-koruma yasalarını kısmaya çalışırken, emekçilerin bunu demokratik bir denetim programı olmaksızın gerçekleştirebilmesi de mümkün değildir. Sosyalizm mücadelesine yönelmiş demokrasi mücadelesinin gelişkinliği tam da bu beceriye bağlıdır. Dolayısıyla; son yıllarda tüm dünyada gerçekleşen kitle hareketlerinin ve isyan-modellerinin altında yatan ana etkende işte tam da bu denetsel görevlerdir. Sarı Yelekliler hareketinin talepleri de bu denetsel işlev ve sorumlulukların kitlesel bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, 1917’de Bolşevikler “Bütün İktidar Sovyetlere!” sloganını atmadan çok önce, zaten kitleler sokaklardaydı. Dolayısıyla; hali hazırda kitleler ayaklanma halindeydi. Yine Çin’de de benzer bir durum vardı. Ülke işgal, açlık ve sefalet vs. gibi problemlerle uğraşırken, kitleler yine sokaktaydı ve Çin genelinde bir ayaklanma durumu vardı. Öncülük ve önderlik iddiası taşıyan devrimci güçlerin temel görevlerinden biri de; kitlelerin devlet yapılanmalarından daha fazla hesap sorabileceği demokratik mekanizmaların önünü açmaktır. Kaldı ki; Fransız emekçilerinin mücadelesi özü itibariyle demokrasi mücadelesinin kitleler açısından denetsel-kurumsal bir mücadele olarak algılanmaya başlandığının da bir göstergesidir. Bu durum komünistler açısından; kısmen sosyalist görevlerin bir yükümlülüğü iken, diğer yandan da demokratik görevlerin bütünselliği içinde ele alınması gereken bir husustur. Dün Gezi’de bugün Sarı Yelekliler hareketinde kitlelerin denetim taleplerine (örneğin, halkın Anayasayı ve yasaları yapma talebine) burun kıvırmak, demokratik görevlere burun kıvırmakla eş değer olduğu gibi, bu doğrultuda sosyalist görevlere de (Protekya hegemonyasında protekya-proletarya ittifakına da) burun kıvırmaktır. Dolayısıyla; bugünden yarına yapılması gereken bir “eylem planı” olarak; kitleler için denetim haklarını öne alan bir demokrasi bayrağı açmak ve bu bayrağın altında bütün emekçi kesimleri (bu listeye küçük meta-üreticilerinin ve mülk sahiplerininde eklenmesi gerekir) birleştirmek için mücadele etmek gerekir. Bu savaşım kazanılmadan; yani toplumsal denetim mücadelesinde emekçi kitlelerin etkin desteği kazanılmaksızın, teknik emeğin kendi kaderini tayin hakkı olarak sosyalist bir dünyanın kurulabilmesi de mümkün değildir. “Keskin sirke küpüne zarar” misali; glokal-kapitalizm ve protekya ile birlikte gelişen kitle hareketlerini “küçük burjuca reformizmi” kıvamında eleştirmeyi radikalizm sananların bugüne kadar kitlelerin denetimsel taleplerine zerre kadar katkı yaptığı da görülmemiştir. Kısacası; bu sözde “radikallerin” yeni nesil emek ve kitle hareketlerine en küçük bir yararının olduğu da ne görülmüş ne de işitilmiştir. Bu gerçekte malumun ilanından başka da bir şey değildir.
[3] “Protek-sendikalizm” kuşku yok ki; herşeyden önce doğrudan demokrasi ile çalışan bir denetim-kurumuna bağlanmalıdır. Keza; protek-sendikalizm de dahil olmak üzere, protekya ve teknik emek güçleri heryerde tabandan denetim kurumlarını inşa etmelidir. Aynı şekilde; devrimci parti de bu denetim kurumlarından ayrı düşünülemez. Şayet bir partide tabandan denetim yoksa, o partinin devrimci bir politik hat gütmesi de mümkün değildir. Tabanı tarafından denetlenmeyen bir parti; kendi tabanının değil, olsa olsa bir avuç yöneticinin iki dudağının arasından çıkacak sözlere göre hareket eden bir kast yapılanmasından başka da bir şey değildir. Toplumsal denetim; tüm sistemi, sendikaları, partileri, kadınları, gençliği tüm yaşamı sarıp sarmalamak, doğrudan demokrasinin mümkün olan en ileri biçimlerini toplumsal yaşamda egemen kılmak zorundadır. İster komünist yapıda, ister sosyalist yapıda, ister demokratik yapıda, bunların hiçbirinde denetim yoksa, orada ne demokrasi, ne sosyalizm, ne de komünizm vardır. Asıl mesele denetimin ta kendisidir. Emekçiler ismi “protek-sendika” da olsa, bu sendikayı denetime tabi tutmazlarsa, ne kendilerini ne de bu kurumu değiştiremezler. Tüm devlet kurumları emekçilerin ve vatandaşın denetimine açılmak zorundadır. Lakin; kendisine gelince denetletmek istemeyen ama başkasına gelince denetlemekte (aslında yönetmekte!) istekli kapitalist-zihniyet, gerçekte var olan sistemin ve statükonun sürdürülmesi isteğinin dışa vurumundan başka da bir şey değildir.
[4] Burjuva toplumlarında şiddetin en yozlaşmış biçimlerinden biri polis şiddetlidir. Sözde "en demokratik" ülkelerde bile polis egemen sınıfların ezilen sınıflar üzerindeki baskı ve zor aygıtıdır. İnsanlık tarihinde "ön-devletin" doğuşunun av emeğinin ve araçlarının icadı ile başlamış olması da rastlantı değildir. Keza; köleci, feodal, kapitalist vs. sınıflı toplumlarda devlet hangi biçim altında olursa olsun asıl olarak "silahlanmış insan toplulukları"na dayanmaktadır. Dünün köleleri zincire vuran efendileri ile bugün emekçi halka karşı her türlü modern ve teknolojik bastırma tekniklerini kullanan tekelci burjuvalar aynı "soydan" gelmektedir. Günümüzde baskı ve zorbalığın görece "sivilleşmiş" olması, bütün bu uygulamaların var olan sömürü/alt-üst ilişkilerini sürdürmek için yapıldığı gerçeğini değiştirmemektedir.
20.01.2019
Serhat Nigiz
1 note · View note
serhatnigiz · 4 years
Text
Enternasyonal Program Krizi Üzerine Değinmeler
Tumblr media
Proletaryan-Marksist teoride “demokratik devrim-sosyalist devrim” ayrımı bilinen bir ayrımdır. Bu teoriye göre; modern toplumlarda demokratik devrim burjuvazinin, sosyalist devrim ise proletaryanın damgasını taşır. Burjuvazi demokratik devrimle feodal tarım toplumunu tasfiye eder ve modern sanayi üzerine kurulu çağdaş bir burjuva toplumunun önünü açar. Bu devrim eski düzeni yıkar; fakat yerine tıpkı eskisi gibi sınıflı bir toplum düzenini (kapitalizmi) koyar. Sosyalist devrim ise; burjuva devriminin yarattığı modern sınıflı toplumdan sınıfsız topluma (komünizme) geçişi sağlayacak olan bir devrimdir. Bu devrim burjuva devrimlerinden farklı olarak Marksist öncü partinin rehberlik ettiği proletaryanın önderliği altında gerçekleşecektir. Kabaca söylersek; klasik proletaryan-marksist teorinin genel hatları bunlardan ibarettir.
20.yüzyıl’da bu “klasik şemanın” dışına çıkan pek çok devrim yaşandı. Bir çok ülkede bir yandan “burjuvazisiz burjuva devrimleri” olarak tanımlanabilecek devrimler yaşanırken (Örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nin sanayisiz-burjuvazi ile kuruluş süreci), diğer yandan da Rusya’da (niceliksel olarak) toplumun çok küçük bir azınlığını oluşturan proletaryanın köylülüğe Bolşevizm kanalıyla önderlik ettiği bir “proleter devrim” gerçekleşti. Yine bir çok ülkede yoksul köylülerin toprak ve özgürlük için verdiği mücadeleler (örneğin Çin) devrim stratejisinde köylülüğün rolünü yeniden tartışmaya açtı. Dahası; pek çok sömürge ve yarı-sömürge ülkede yaşanan ulusal kurtuluş mücadeleleri (bu dönemde dünyanın nerdeyse 3/1’i hala sömürgeci ya da yarı-sömürgeci yönetimler tarafından idare edilmekteydi) devrim stratejisinin ne olması gerektiği konusunda uluslararası Marksist hareket içinde yeni tartışmaları alevlendirdi. Kimi proletaryan-marksistlere göre bu yeni durumun temelinde kapitalizme özgü “eşitsiz ve bileşik gelişim” yasası yatmaktaydı. Keza; dünyanın çeşitli yerlerindeki proleter ve köylü hareketlerinin ana karakteri kapitalizmin dünya ölçeğindeki eşitsiz ve bileşik gelişimi tarafından belirlenmekteydi. Peki gerçekte Marksistlerin düşündüğü biçimiyle “eşitsiz ve bileşik gelişim yasası” diye bir yasa var mıydı? Konuyu daha da açmakta ve boyutlandırmakta fayda var.
Menşevik yaklaşım
Bazı proletaryan-marksistlere göre, ileri derecede sanayileşmiş, proletaryanın toplumun çoğunluğunu oluşturduğu ve burjuva demokrasine sahip ülke devrimleriyle, sanayisi gelişmemiş, proletaryanın toplumun azınlığını oluşturduğu ve geniş bir köylü kitlesine sahip ülke devrimleri niteliksel olarak farklı olmak zorundaydı; sosyalist devrim ancak ileri derecede sanayileşmiş ve burjuva demokrasine sahip ülkelerde gerçekleşebilirdi. Bu tespitten hareketle şu sonuca ulaşıldı: sanayisi ve burjuva demokrasisi “yeterince gelişmemiş” geri ülkelerin proleterleri burjuva devrimi aşamasında siyasi iktidar için mücadele etmemeliydi. Bunun yerine proletarya kapitalizmin gelişmesi adına burjuvaziye iktidar olma fırsatı vermeli ve bu sayede kendi “sosyalist devrim”ini hazırlayacak olan ekonomik ve sosyal koşulları yaratmalıydı. Bu evrimsel-sosyalizm anlayışının temsilciliğini özellikle de Rusya özelinde menşevikler yapmaktaydı.
Örneğin, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi (RSDİP) içindeki iki ana eğilimden bir olan Menşevizm bu aşamalı devrim stratejisinin en önemli siyasi temsilcisi konumundaydı. Menşevizm’e göre Rusya’da devrim bir burjuva devrimi olacaktı, yani devrimin doğal sonucu olarak iktidar burjuvaziye teslim edilecek ve burjuva parlamentarizminin koşulları yaratılacaktı. Menşeviklerin beklentisine aksine, Rusya’da devrime önderlik edecek kadar güçlü bir D-3/ulusal burjuvazisi (sanayi emeğinin nitel dönüşüm biçimi/sınıfı) var olmadığı gibi, gerçekte devrimci bir burjuva demokrasisi de yoktu! Ayrıca; Menşevikler sosyalist devrimi Batı Avrupa’dan başlatıyor ve sosyalizme ancak (kapitalizmin ileri biçimi olarak) İngiltere’nin, Fransa’nın izinden gidilerek ulaşılabileceğini savunuyorlardı. Özellikle de Menşevik lider Martov bu görüşlerin asıl sözcülüğünü yapıyordu. Ancak 1917 Sovyet Devrimi bütün bu Menşevik teorileri alt üst etti. Aslında Menşevik teorinin özü yine Marx ve Engels’in “gelişmiş ülke devrimlerine dayalı sosyalist devrim stratejisi” tespitlerine dayanmaktaydı. Başka bir deyişle, Menşevik strateji gerçekte “ortodoks marksist” bir stratejinin de devamıydı. Zira klasik proletaryan-marksizmden “proletaryan-leninist bir kopuş” gerçekleşene kadar; Menşeviklerin konumu tıpkı Kautsky’in konumu gibi Marksizm’in “en ortodoks” yorumu olma özelliğine sahipti. Dolayısıyla; hem Kautsky hem de Menşevikler şahsında vuku bulan bu eğilim Marx ve Engels’in kimi konjektürel görüşlerinin doğmatik bir biçimde de olsa (emeğin belirli bir tarihsel seviyesine ve derekesine sabitlenerek) savunulmasından başka da bir anlama gelmiyordu.
“Sürekli Devrim” Troçki’nin marksist teoriye bir katkısı mı?
1905’te Rusya’da gerçekleşen devrim sorunun somut tarihsel koşullar içersinde tartışılmasına olanak sağladı. Troçkist tarih yazımına göre; ilk defa Troçki Rusya’da proletaryanın iktidarı ele geçirme potansiyelinin burjuvaziye kıyasla daha fazla olduğunu ve 1905’teki devrim deneyimin bu görüşün kanıtlanması olduğunu savunmuştu. Yine troçkistlere göre Troçki; böylece o güne kadar uluslararası Marksist harekete egemen olan aşamalı devrim anlayışının karşısına sürekli devrim anlayışını koymuştu. Kaba hatlarıyla genel Troçkist anlatı bu şekildedir.
Troçki’ye göre, Rusya’da burjuva devrimi için harekete geçen proletarya kaçınılmaz olarak iktidar problemiyle karşı karşıya kalmıştı. Troçki problemin tek gerçekçi çözümünün proletaryanın iktidarı ele geçirmesinden geçtiğini düşünüyordu. Ona göre, sosyalist devrim sorunu asla tek bir ülkenin sorunu değildi. Rusya’da ortaya çıkacak olan bir işçi iktidarının geleceği ancak Avrupa’da patlak verecek bir proleter devrim ile garanti altına alınabilirdi. Troçki söyle diyordu: “Rus işçi sınıfı, Avrupa proletaryasının doğrudan devlet desteği olmaksızın iktidarda kalamaz ve geçici egemenliğini sürekli bir sosyalist diktatörlüğe dönüştüremez.” [1].
Troçkistler; Troçki’nin Marksist düşünceye yaptığı en önemli katkılardan bir tanesinin, “eşitsiz ve bileşik gelişim yasası”na dayanarak geliştirdiği sürekli devrim teorisi olduğunu iddia ederler. Bu teoriye göre, geri ülkeler, geri kalmışlıklarını, ileri ülkelerin daha önce geçmiş olduğu aşamalardan geçerek değil, bu aşamaların iç içe geçmesi ya da “atlanması” ile aşabilirlerdi. Böylece, geri kalmışlığa özgü özelliklerle, ileri düzeyde gelişmişlik aşamasının özellikleri bir araya geliyordu. Troçki söyle diyordu: “Kapitalist ekonomi evrensel bir nitelik kazandıkça geri öğelerle kapitalizmin en modern öğelerinin iç içe geçtiği geri ülkelerin gelişimi özel bir nitelik kazanır.” [2]. Bu süreç, daha çok Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’daki gelişmiş kapitalist çekirdeğin dışındaki ülkelere özgü bir süreç olarak ortaya çıkmaktaydı. Bunun pratik-politik sonucu, ileri sanayinin sömürgeci ya da yarı-sömürgeci bir biçimde belirli bir ülkeye sokulmuş olmasından dolayı, bundan etkilenen geri kalmış ülke proletaryasının ülke burjuvazisinden daha devrimci olduğu tezi idi. Burjuvazi, burjuva devrimini gerçekleştiremeyeceği ya da bundan korktuğu için, bu görev kaçınılmaz olarak proletaryanın omuzlarına yükleniyordu. Rus Marksist hareketi içinde, bu argümanı yüksek sesle dile getiren kişi Troçki idi. Kuşkusuz bu argümanı teorik düzeyde en çok ifade eden Troçki olsa da, bu düşüncenin stratejik düzeyde politik hale getirilmesi ise, D-3 burjuvazisinin zayıflığını gören Lenin tarafından gerçekleştirilmiş, Lenin burjuva demokratik devrime önderlik edemeyen liberal burjuvaziye de nesnel olarak önderlik ederek ve tarihsel olarak bir nevi “burjuvazinin rolünü çalarak” iktidarı partisi ve kendisini destekleyen emekçi kitleler ile birlikte almayı başarmıştır. Bu açıdan Lenin’in taktik üstünlüğü öznel müdahalenin göreli sınırları açısından devrimin yönünü belirleyen etkenlerden biri de olmuştur.
Rusya’da Sürekli Devrim: Sonuçlar ve Olasılıklar kitabının 1919’da Moskova’da yapılan yeni baskısına yazdığı önsöz de Troçki söyle diyordu: “Devrim’in iç güçleri ve olasılıklarının değerlendirilmesinde, bu satırların yazarı o dönemde Rus işçi hareketindeki bu iki ana akıma da bağlı değildi. O sırada aldığı tavır şöyle özetlenebilir: dolaysız görevleri bakımından bir burjuva devrimi olarak başlayan devrim, kısa bir süre içinde güçlü sınıf çatışmalarına yol açacak ve ancak, iktidarı ezilen kitlelerin başında durabilecek tek sınıfa, yani proletaryaya devretmekle en son zafere ulaşabilecektir. Proletarya ise, bir kez iktidara geçtikten sonra sadece kendini bir burjuva demokratik programla sınırlamak istemekle kalmayacak, bunu yapmak elinden de gelmeyecektir. Ancak ve ancak Rus Devrimi’nin Avrupa proleter devrimine dönüşmesi halinde Devrimi sonuna kadar götürebilecektir. O zaman, Devrim’in ulusal sınırlılıklarıyla birlikte burjuva demokratik programı da aşılacak ve Rus işçi sınıfının geçici politik egemenliği uzun süreli bir sosyalist diktatörlüğe dönüşecektir. Ama Avrupa’nın hareketsiz kalması halinde, burjuva karşı devrimi Rusya’da emekçi kitlelerin hükümetine boyun eğmeyecek ve ülkeyi gerilere fırlatacaktır. Hem de bir demokratik işçi ve köylü hükümetinden çok gerilere. Bu yüzden, bir kez iktidarı kazandıktan sonra, burjuva demokrasisinin sınırları içinde kalamaz proletarya. Sürekli devrim taktiklerini benimsemek zorundadır, yani Sosyal Demokrasinin asgari ve azami programları arasındaki engelleri kırmak, giderek daha radikalleşen toplumsal reformlara gitmek ve Batı Avrupa’daki devrimden hemen ve doğrudan destek aramak zorundadır. İşte bu tavır, ilk olarak 1904-1906’da yazılmış olan bu çalışmada geliştirilmiş ve öne sürülmüştür.” [3].
Başka bir deyişle, zayıf D-3 burjuvazisinin tarihsel misyonunu da kapsayarak demokratik devrimin taşıyıcı gücü haline gelen Bolşevizm; o noktada kalmamış, burjuvazinin feodalizm karşısındaki zorunlu konumunun tamamlayıcısı olarak sanayi emeğinin iktidarını kurma ve feodalizmi tasfiye ederek ulusal bir sanayi pazarının ve ulusal bir temsiliyetçi-devletin inşa edilmesi yolunda da katalizör işlevi görmüştür. Diğer bir deyişle, sanılanın aksine Bolşevizm tarihsel ve toplumsal olarak sosyalizmin inşası görevi ile değil, zorunlu olarak D-3 burjuvazisinin zayıflığını giderme ve yerine D-4 minimal-kapitalist-yapının kurulması gibi sorunlar ile boğuşmuştur. Lenin, Troçki vs. bütün bu teorik “cambazlıkların” ve “hokkabazlıkların” asıl nedeni de budur. Marx ve Engels’in öngöremediği bu sorunlar doğal olarak her ülke devriminin kendi özgün koşulları içinde o ülke devrimcilerinin ürettiği teorik ve pratik çözüm yolları ile giderilmeye çalışılmış; lakin sanayi emeğinin tarım emeği karşısındaki üstünlüğünün taçlanmaya başladığı bir çağda gelişen her türden “marksist strateji” bilerek ya bilmeyerek de olsa kapitalizmin gelişimine hizmet etmiştir. Bu da bu dönemin devrimcilerinin bir hatası olmadığı gibi, bu durum tarihsel ve toplumsal emek yasalarının ve verili emek seviyesinin/derekesinin zorunlu bir sonucudur. Dolayısıyla; öznelci-proletaryalist devrim yapma ve sosyalizm kurma girişimlerinin her defasında emeğin yasalarına takılarak baltayı taşa vurması da raslantı değildir. Haliyle; dünya devrimi beklentisi de yine aynı şekilde emeğin nesnel yasalarına takılan öznelci bir girişim olarak kalmaktan da kurtulamamıştır.
Bu noktada 2. Enternasyonel ekolu, daha doğrusu Bernstein ve Kautsky çizgisi, diğer bir deyişle ön-avrupa-komünizmi ile Rusya gibi nispi olarak geri kalmış feodal ülkelerde ki devrimci hareketler arasında her daim bir ideolojik ayrışım meydana gelmiştir. Keza; “ileri ülke devrimcileri” ile feodalizmin son dönemlerini yaşayan merkez-çevre ve merkez-karşıtı ülke devrimcileri arasında da bir kamplaşma olmuştur. Dolayısıyla; Bernstein ve Kautsky ekolu sanayi emeğinin iktisadi teşekküllerinin ve kapitalizmin tesis edildiği ileri ülkelerde sosyalist devrimin olabileceğini; lakin geri ülkelerde ise proletaryanın iktidardan uzak durması (örneğin, Menşevizm taktiği, sol SD’ler vs.) gerektiğini öğütlerken, tam tersine Bolşevizm ise feodal ve geri ülkelerde bir avuçta olsa, D-2 proletaryası da olsa, proletarya partisi ile, iktisadi koşullar yeterince oluşmamış olsa da (burjuva demokratik görevleri de devralarak) sosyalist devrime yürünebileceğini savunmuştur. Aslında 2. Enternasyonal Markizm’i öznel emeğin rolünü yadsırken, 3. Enternasyonal Marksizm’i ise nesnel emeğin rolünü yadsıma hatasına düşmüştür. Haliyle; örneğin nesnelci proletaryalist devrim yapma ve sosyalizm kurma girişimlerinin Almanya (Spartakistler) örneğinde olduğu gibi emeğin öznel yasalarına takılarak baltayı taşa vurması da ve Alman devrimcilerinin bunun bedelini canlarıyla ödemeleri de yine raslantı değildir.
Troçki Marx’tan ne aldı?
Marx sürekli devrim ifadesini, ilk defa 1850’de toplanan Komünistler Birliği’nin Genel Konsey’inde kullandı. Marx şöyle diyordu: “Ama işçiler kendi nihai zaferlerine en büyük katkıyı kendileri yapmak zorundadırlar: kendi sınıf çıkarlarını öğrenmekle, kendi bağımsız politik tavırlarını hiç gecikmeksizin benimsemekle, demokratik küçük burjuvazinin ikiyüzlü cümlelerine kanmaktan kaçınarak proletaryanın bağımsız olarak örgütlenmiş partisinin gerekliliğinden bir an bile kuşku duymamakla. Savaş naraları şu olmalıdır: Sürekli Devrim!”. Önce Marx’ın açıkladığı sürekli devrim yaklaşımını, Troçki 1904- 1906’da hapishanede yeniden formüle etmiş, Rusya’ya uyarlamış ve daha sonra 1928’de İstanbul, Büyükada’da (Prinkipo) daha ayrıntılı olarak üzerinde çalışmıştır.
Troçki, sosyalizme geçişi, birbiriyle bağlantılı ve birbirine bağlı toplumsal, politik ve ekonomik kabarmalar dizisi olarak ele almaktadır. Bu kabarmalar, değişik düzeylerde ve farklı üretim tarzları (feodalizm, kapitalizm) içinde gelişiyor ve farklı tarihsel koşullar altında cereyan ediyordu. Bu durum, anti-feodal burjuva evreyi, anti-kapitalist sosyalist evreyle iç içe geçirir. “Birleşik ve eşitsiz gelişme” bu süreç içinde coğrafi sınırları ve insanların belirlediği sınırları aşıyor, ulusal evreden geçerek, dünya çapında bir sınıfsız ve devletsiz toplumun kurulmasına yönelik uluslararası evreye ulaşıyordu. Marx’ta olduğu gibi Troçki’de de, proleter devrim ulusal bir temelde başlamak zorunda olsa da (hatta işçi diktatörlüğü bir dönem için yalıtılmışlığa mahkum olsa da), bu kaçınılmaz olarak oyunun sadece birinci perdesiydi. İkinci perde uluslararası arenanın başka bir bölgesinde oynanacaktı. Troçki şöyle diyordu: “sosyalist devrim ulusal arenada başlar, uluslararası arenada gelişir, dünya arenasında tamamlanır. Böylece sosyalist devrim, kelimenin daha yeni ve daha geniş anlamında da sürekli bir devrim haline gelir: sosyalist devrim, ancak yeni toplumun gezegenimizin tüm yüzeyinde en son zafere ulaşmasıyla tamamlanacaktır.”.
Gerçekte Sürekli devrim teorisi; Troçki’nin Marx’tan devralarak geliştirdiği bir devrim teorisinin devamıdır. Dolayısıyla; Troçkistlerin iddia ettiği gibi bu teori Troçki’nin Marksizm’e yapmış olduğu özgün bir katkı değil, olsa olsa Marx’ın izinden giden Troçki’nin varolan bir teoriyi kısmen “azgelişmiş köylü Rusya”ya uyarlamasıdır ki; bu da asıl olarak Troçki’nin kendi iç mantığına göre feodal ve kapitalist evrelerin (nasıl olacaksa!) hızla atlanması ve sosyalizmin inşasına öznel yoldan geçilmesi hedefidir. Nesnel emek yasalarını yadsıyan ve salt toplumsal kullanıcı-proleter emeğe yaslanmış köylü kitleleri ile sosyalizm değil, olsa olsa proleter-efendiler-kapitalizmi kurulabileceği gerçeği bu teorinin pratik emek gerçekliğini hiçte doğru bir şekilde analiz edemediğinin somut bir kanıtıdır.
Dahası; Troçki’nin sürekli devrim teorisi Marx’ın sürekli devrim anlayışında olduğu gibi dünya ölçeğinde bir tür “aşamasızlığı” öngörmekteydi. Troçki’ye göre bir ekonomik sistem (Kapitalizm) tarihsel açıdan bir ulusal sistem olarak değil, bir dünya sistemi olarak görülmeliydi. Yerleşim yeri, nüfus, ulaşım kaynakları ve çevre ülkelerin baskısı gibi bölgesel etmenler her ülkede farklı gelişme hızlarına yol açmakla birlikte, dünya pazarının yasaları ulusal ekonomik gelişmelerin hepsinin üstündeydi. Troçki söyle diyordu: “Üretim tarzıyla ve ticaretiyle bütün ülkeleri birbirine bağlayan kapitalizm, tüm dünyayı tek bir ekonomik ve politik organizma haline getirmiştir.” [4]. Bu durum da Sovyet Devrimi’nin zaferinin sürekliliği, başka ülkelerdeki, özellikle de Batı Avrupa’daki devrimlere bağlıydı; dolayısıyla koşullar ne olursa olsun başka ülkelerdeki proleter devrimler desteklenmeliydi. Troçki’nin bu çıkarması kısmen hatalıydı. Keza; Troçki’nin iddia ettiği gibi onun yaşadığı dönemde kapitalizm global-kapitalist bir evreye (tek bir dünya pazarına) ulaşmamıştı. D-4 döneminde yaşamış olan Troçki’nin göremediği asıl şey; kapitalizmin bu dönemde global bir yapıya doğru değil, minimal bir yapıya doğru evrimleştiğidir. Keza; minimal sanayi devletlerinin kuruluş döneminde asıl belirleyici olan tek tek ulusal pazarların kendi arasındaki rekabet iken, yine bu dönemde kapitalizm ne kadar “uluslararası bir sistem” de olsa, asıl olarak kapitalist devletler arasındaki rekabet ise yine ulusal ölçekte gerçekleşmekte, bu ulusçu ve ulusal-tekelci gelişme dinamiği de 1. ve 2. inci dünya savaşlarını tetiklemekteydi. Ve yine bu paylaşım savaşları tek bir dünya pazarı için değil, tek tek emperyalist sanayi tekelleri tarafından desteklenen tek tek ulusal-devletler arasında gerçekleşen minimal pazar kavgalarından başka da bir şey değildi. Keza; sanayi kapitalizmi ve tekelleri gelişebilmek için global-feodalizme saldırmak zorundaydı. Bu dönemde kapitalizm (emeğin sanayi-emek formu) işgaller, ilhaklar vs. yoluyla merkez-çevre ve merkez-karşıtına doğru “ihraç” ediliyordu. Tıpkı “meta ihracı” gibi yine kapitalizm ve onun sanayi-sermayesi biçimindeki formu dışsal olarak savaşlar, iç savaşlar, darbeler vs. yoluyla ihraç edilmekteydi. Hindistan’daki İngiliz varlığı, Almanların Güney Afrika’daki varlığı, Fransızların Kuzey Afrika’daki varlığı, Ortadoğu’daki Fransız, Alman ve İngiliz varlığı vs. bütün bunlar sistem ihracı ve ithali olma özelliğine sahipti. Buradaki nihai amaç ise minimal sanayi-pazarlarının ve devletlerinin inşasından başka da bir şey değildi.
Daha doğrusu; hem Ortodoks Marksizm’de olmayan biçimiyle ve Troçki’nin de göremediği gibi, eski tarihsel sistemin içinde çıkan yeni nicel sistemin önce minimal, sonrasında glokal ve en sonunda da global bir yapıya dönüştüğü gerçeği (temel bir emek yasası) ne Troçki tarafından ne de aynı dönemde yaşamış Marksistler tarafından görülememiştir. Biri biri üzerine geçerek ilerleyen bu emek koordinatları kendi içsel ilerleyişleri açısından bu dönemde global-kapitalist bir yapı olarak değil, asıl olarak minimal-ulusçu-tekelci bir yapı olarak gelişmiş, hiçbir şekilde de global bir dünya pazarına da dönüşememiştir. Başka bir deyişle, Troçki’nin D-4 kapitalizminin “tüm dünyayı tek bir ekonomik ve politik organizma” haline getirdiği tezi nesnel-iktisadi temeli olmayan ve dönemin minoktokratik-ulusçu-tekelci yapısını kavramaktan uzak ultra-sol öznelci bir bakış açısı olmaktan öteye de geçememiştir. Dahası; Troçki’nin yaklaşımı bir çoçuğun belirli aşamaları geçmeden büyümesini isteyen bir öznelci volantarizm içermektedir. Dolayısıyla; bir metanın, ki bu meta D-2, D-3, D-4 metası (para-metası/sermayesi) olabilir; bu şekliyle herhangi bir sanayi-metasının tüm dünyada dolaşmasına “dünya pazarı” adını vermek doğru bir bakış açısı da değildir. Keza; bir toplumsal sistem ancak küresel düzeyde kurulduğu zaman global hale gelebilir. Lakin; Troçki’nin yaşadığı dönemde dünya hala feodal iken, kapitalizmin ileri düzeyde geliştiği ülke sayısı ise bir avuçtu. Bu yüzden minimal-kapitalist-emperyalist sistem dendiğinde global-feodalizm içinde bir avuç nicel-kapitalist sistemden bahsedilmektedir. Tıpkı kendisinden öncekiler gibi Troçki’de de nicel sistem ve nitel sistem ayrışımı bulunmamaktadır. Gerçekte ise Troçki’ye gelene kadar proletaryanist harekette böylesi bir ayrıştırmaya da gidilmemiştir. Dahası; bu ayrışmanın kökeninde yatan şey ise “öncü-devrim ve öncü-sistem” ve “tarihsel-devrim ve tarihsel-sistem” kategorilerinin doğru bir şekilde ortaya konulamamış olmasıdır.
Troçki’nin bu görüşleri pratikte “tek ülkede sosyalizm” ve “dünya devrimi” tartışmalarında da görüldüğü gibi, hiçte Bolşeviklerin umduğu şekilde Avrupa devrimlerinin gerçekleşmesi biçiminde değil, Rusya’nın kendi geri iktisadi ve sosyal yapısı nedeniyle, hızla feodalizmin tasfiyesi ve yerine sanayi emeğinin iktidarının kurulmasına dayalı bir despotik stratejinin hakim olması ile sonuçlanmıştır. Başka bir deyişle, burjuva-ulusçuluğu karşısında konumlanmış proletaryan-ulusçuluğun sanayileşme ve ulusal bir sanayi pazarı yaratma yönündeki hamlesi yine tek tek Bolşevik liderlerin öznel tercihi olmaktan çok, dönemin hakim emek yasalarının doğal bir sonucudur da. Emeğin öznel yanına yaslanan ve politik strateji açısından “sosyalizmin zaferini” Avrupa Devrimlerine bağlayan genel Bolşevik perpektif doğmamış çoçuğa global-kapitalist-don biçerek aslında nesnel temeli olmayan bir stratejinin takipçiliğini yapmaktan da kurtulamamıştır.
Lenin ve Nisan Tezleri
Aynı yıllarda bu tartışmaya katılan Lenin, “Rus Devriminde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği” adlı çalışmasında, Menşevikler ile Troçki’nin görüşleri arasında görece bir “orta yol” bulmaya çalışacaktı. Lenin’e göre Rusya’yı bekleyen burjuva devriminde işçi sınıfı burjuvazinin yedek gücü rolünü üstlenmemeliydi. Lenin’e göre işçi sınıfının temel görevi, yoksul köylülük ile birlikte “işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğünü” kurmaktı ki, bu yalnızca proleter bir devrimin koşullarının olgunlaşmasını sağlayacak yeni bir tarihsel dönemin başlangıcından başka da bir şey değildi. Aslında bu noktada Lenin; geçmişte feodalizmi yıkarak burjuvaziyi iktidara taşıyan köylü kitlelerinin gücünü bildiği için ve zayıf D-3 Rus burjuvazisinin devrime önderlik etme yeteneğinin olmadığını da gördüğü için, tıpkı diğer burjuva devrimlerinde olduğu gibi köylülüğe önderlik edecek olan “proletaryanın” devrime de önderlik edeceğini fark etmiş, bunu da “işçi ve köylü diktatörlüğü” olarak formülleştirme yoluna gitmiştir. Bu sayede Lenin’e göre; feodal evre ile kapitalist evre iç içe geçerek, proleterya bir yandan köylülüğe önderlik ederken bir yanda da köylü kitlelerini proleterleştirecektir. Bu strateji dönemin sanayi emek güçlerinin tarım emek güçleri karşısındaki çekinik konumlanışına da uygun düşmekteydi. Zira; proletaryanın toplumsal kullanıcı bilincine eklemlenmiş bir köylülük asıl olarak ulusal bir sanayi pazarının ve minokratik-temsili bir devlet yapısının kurulması için gerekli olan nesnel zemini de sağlamaktaydı. Başka bir deyişle, Lenin’in “işçi ve köylü diktatörlüğü” formülasyonu asıl olarak Rusya’nın ihtiyaç duyduğu anti-feodal minimal-kapitalist-devrimin de teorik bakış açısını yansıtmaktaydı; ne kadar Lenin bu düşünce ile yola çıkmamış ve meseleye bu temelde bakmamış olsa da, gerçekte olan tam da buydu! Haliyle; proletaryanizmin kendinde hareketi emek hareketinin kendinde nesnel doğası gereği zayıf D-3 burjuvazisini ekarte eden “proletarya” öncülüğünde feodalizmin tasfiyesi stratejisine yine kendinde bir biçimde de olsa dahil olmaktan kurtulamamıştır. Dolayısıyla; Lenin sanayi emeğinin öznel yanına bulaşmadan sosyalizme gitme politikası gütse de, farkında olmadan sanayi emeğinin nesnel yanı onu ve Bolşevikleri geriye doğru çekmiştir. Lenin’in “Nisan Tezleri” bu çelişkinin teorik olarak en belirgin şekilde ortaya konulmuş halini vermektedir.
Lenin, D-3 burjuvazisinin devrimi sonuna kadar götüremeyeceğini ve bunu başarabilecek tek devrimci öznel sınıfın “Marksist parti önderliğindeki işçi sınıfı” olduğunu tespit etmiş olmasına karşın, 1917 Nisan’ına kadar İki Taktik’deki “işçi sınıfı ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü” formülasyonunda ısrar etmiştir. Lenin ancak Nisan Tezleri’nde bu formülasyonu biçimsel olarak terk etmiştir. Troçki söyle diyordu: “Bolşevizmin perspektifi tam değildi: mücadelenin genel yönünü doğru olarak gösteriyor ama aşamalarını yanlış karakterize ediyordu. Bolşevizmin perspektifinin yetersizliği 1905’te ortaya çıkmadıysa, bu, yalnızca devrimin daha ileri gelişimler göstermemesindendi. Ama 1917 başında Lenin, partinin eski kadrolarına karşı doğrudan bir mücadele içinde, perspektifi değiştirmeye zorlandı.” [5].
Aslında Troçki’nin iddia ettiği gibi ya da algıladığı biçimiyle Lenin’de bir görüş değişikliği yoktur. Dahası; bu noktada Lenin’le Troçki arasında da iddia edildiği gibi büyük bir farklılıkta yoktur. Sonuçta ayrıntıları ve ifade şekillerindeki farklılıkları bir kenara koyarsak hem Lenin’in “işçi köylü diktatörlüğü” hem de Troçki’nin “sürekli devrimi” özünde aynı mantığın, yani tarım emek güçlerini geriden takip eden sanayi emek güçlerinin feodalizmi aşma ve kapitalizmin inşası noktasında zayıf D-3 burjuvazisinin konumunda dolayı o dönem için en ileri kesim olan toplumsal proleter-kullanıcı bilince yedeklenmiş köylülük ile “sosyalizm kurma”, daha doğrusu minimal-kapitalist-devrimi tamamlama, yani Rus burjuvazisinin başaramadığını başarma perspektifidir! Kısacası; Troçki olsun, Lenin olsun, dönemin Bolşevik liderlerinin stratejisi hiçte sanıldığı gibi burjuva stratejisinden, kapitalist stratejiden bağımsız da değildir. Dolayısıyla; sosyalizmin nesnel temelinin, daha doğrusu teknik emeğin ve protekyanın varolmadığı koşullar da “sosyalist stratejinin” kapitalist stratejiden kopamamış olması elbette ki kaçınılmaz bir durumdur. Haliyle ortaya çıkan temsili-sovyetik-devlet yapılanmasının da, yönetim ve idare şeklininde, yine tek tek Bolşevik liderlerin öznel girişimlerinden bağımsız olarak, sanayi emeğinin toplumsal kullanıcı bilincine tekabül eden bir biçimde (yukardan aşağıya doğru bürokratik ve merkeziyetçi bir tarzda) şekillenmesi de yine sanayi emeğinin somut ve nesnel ihtiyaçlarından kaynaklanmıştır.
Sonuç olarak; sanayi emeğinin iktidarının kurulumunun “sosyalizm” ile özleştirilmesi de yine aynı kapitalist stratejiden kopulamadığının bir başka kanıtıdır. Keza; Lenin, Troçki ve diğer Bolşevik liderler emeğin tarihsel sınırlarından isteselerde “kopamayacakları” için, emeğin nesnel şartlarına göre politika yapmak zorundaydılar. Ve hatta; Lenin’in “bilinç taşıma” üzerine kurulu “parti öğretisi” proletaryanın nesnel olarak zayıflığından kaynaklı olarak öznel-partinin/irade faktörünün öne çıkması fikrine dayanıyordu. Bu yönelim o dönem için son dörece özel ve yaratıcı bir özellik olsa da, lakin günümüze geldiğimizde kapitalizmin gelişmesi ve tüm dünyaya yayılması ile birlikte öznel partinin önde olma rolü git gide zayıflamıştır. Özellikle de 1950-60 sonrası gözlemlenen toplumsal ve sınıfsal hareketlerde belirgin bir şekilde parti önderliklerinin rolünün zayıflaması da aynı sürecin bir devamıdır. Dolayısıyla; parti teorisi Lenin’in Marksizm’e yaptığı en önemli katkılardan biri olsa da, bu teorinin güncel emek yasalarına göre yeniden ele alınması da başka bir yazının konusudur.
Kısacası; Lenin’in 1917 Nisan’ında kaleme aldığı “Nisan Tezleri”nde ilk defa Troçki’nin 1904-1906’dan itibaren savunduğu görüşleri kabul ettiği iddiası içi boş bir iddiadır. Olup biten yalnızca mevcut anti-feodal minimal-kapitalist-devrim stratejisinin Troçki ve Lenin özelinde ki iki farklı sunumudur. Bu sunumların biçim yönünden farklı olması, iç mantıkları ve muhtevaları açısında “özdeş” olmadıkları anlamına da gelmez. Hem “leninist” hem de “troçkist” tarih yazımının bütün bu kafa bulandırıcı yorumlarının arka planında yatan asıl gerçek; o an ki tarihsel emeğin zorunlu nesnel gerçekliğinin öznel olarak bilinç seviyesine çıkarılamamasıdır ki, bu öznel-volantarist yorumlama biçimi gerçekte nesnel-determinal emek yasalarının keyfi bir biçimde soyutlanmasından ve bütün bu soyutlamalara bağlı olarak onlarca ve yüzlerce farklı yoruma dayalı yapay ve gereksiz bölünmeler üretilmesidir. Örneğin, ot biter gibi biten sayısız “Troçkist Dördüncü enternasyonaller” bu bölünmüşlüğün traji-komik ve kronik-kangıren haline dönüşmüş biçimleridir. Başka bir deyişle, Troçkist gruplar arasında parti ve “enternasyonal” enflasyonunundan ve rekabetinden geçilmemektedir! Kısacası; salt Troçkizme mal edilemeyecek olan sosyalist-dispiratörlük proletaryan-solda yaygın olarak görülen bir hastalık olmaya devam etmektedir.
Halbuki dikkatli bir biçimde ele alındığında; Rus Devriminin genel yönelimi noktasında Lenin ve Troçki arasında büyük bir farklılık olmadığı, her ikisininde global-feodalizm karşısında minimal-kapitalist bir devrim stratejisi ve perspektifi savunduğu görülebilir. Dahası; Troçki’nin “sürekli devrimi” biçim yönünden ne kadar global-sosyalist-devrime bir atıf içerse de, gerçekte onun da yaklaşımı içerik açısından “gerikalmış köylü Rusya”da feodal ve kapitalist evreleri “aşamasız” olarak atlamaya ve sanayi emeğinin toplumsal kullanıcı-proleter bilince dayalı bir iktidar kurmaya (“işçi sınıfı hegemonyasına” vs.) dayanmaktadır. Bu noktada Lenin’i farklı kılan ise feodalizmin yıkıcı gücü olan köylülüğün “sosyalizmin kurucu gücü olan proletaryaya” nasıl eklemleneceği sorusudur ki, Troçki’ye kıyasla taktik açıdan daha üstün olan Lenin’in köylülüğün devrimci potansiyelinden yararlanma isteği (ki bunu sağlayan şey Lenin’in idam edilen abisinden kalan Narodnik geleneğinin kısmen mirasıdır) onun 1917’e kadar gelen süreçte ki en belirgin politik yönelimlerinden biri olmuştur. Bu açıdan kimilerinin iddia ettiği gibi Troçki’nin köylülüğe dönük bir “küçümsemesi” olmasa da, onun köylülük karşısındaki tutumu köylülüğün rolünü yeterince kavramaktan da uzaktır. Keza; Avrupa devrimlerinden gelecek olan “destek” zayıfladıkça Bolşevik iktidarının zayıflaması ve izole olması örneğinde de görüldüğü gibi, köylülüğün minoktokratik-devlet-bürokrasisi kanalı ile “sovyet devletini” sarıp sarmalaması ve “tek ülkede sosyalizme” karşı çıkan devrimci unsurları (Sol Muhalefeti) tasfiye yoluna gitmesi de elbette ki bir raslantı da değildir. Başka bir deyişle, proleter öznel emeğin hareketini daha fazla öne çıkaran Troçki, köylülüğün nesnel emek hareketinin “geri bir ülkede” oynadığı tutucu rolü yeterince görememiştir. Dolayısıyla; bir “köylü okyanusu” olan geri Rusya’da nesnel emeğin hareketi öznel proletaryalist hareketlerin gelişebilmesine de izin vermemiştir.
Aşamalı devrim stratejinin bazı sonuçları
“Aşamalı devrim” stratejisinin bazı sonuçları ilk olarak, 1925-27 yıllarında Çin’de yaşanan devrimci dönem vesilesiyle yeniden gündemine gelmiştir. Fakat bu tartışma, artık yepyeni tarihsel koşullar altında yapılmaktaydı. Bu tarihte Ekim Devrimi, “Dünya devrimi mi? Tek ülkede sosyalizm mi?” tartışmasına yol açan bir tarihsel dönemeç içinden geçmekteydi. Bu olgu, Bolşevik partisi içinde “uzlaşması mümkün olmayan” iki temel görüşün tarih sahnesine çıkmasına neden oldu: Stalin’in önderlik ettiği kanat, Ekim Devrimi’nin geleceğini Sovyetler Birliği’nin ulusal sınırları içinde sosyalizmin inşası ve muhafazası olarak ele alırken, Troçki’nin önderliğindeki Sol Muhalefet kanadı ise, Ekim Devrimi’nin geleceğini dünya devrimine bağlıyor ve tek ülkede sosyalizmin inşasının mümkün olmadığını savunuyordu. Kaba hatlarıyla söylersek; bu dönemin asıl tartışma odağı “Tek ülkede sosyalizm mi? Dünya devrimi mi?” meselesi olmuştur. Aslında bu tartışma 2. Enternasyonal ve 3. Enternasyonal tartışması, daha doğrusu Kautsky ve Lenin tartışmasının da bir devamıdır.
“Aşamalı devrim” ya da “sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde devrim” sorunu, 1925-27 yılları arasında Çin’de yaşanan devrimci dönem vesilesiyle yeniden tartışıldığında, “tek ülkede sosyalizm”in savunan stalin’e göre; işçi sınıfının sanayisi ve burjuva demokrasisi yeterince gelişmemiş sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde iktidarı alması olanaksızdı. Stalin’e göre bu tür ülkelerde işçi sınıfı sosyalist devrimi gerçekleştiremezdi. Tam tersine işçi sınıfı iktidarı ulusal burjuvaziden yoksul köylülüğe kadar uzanan geniş bir “çoklu sınıf bloğu” ile paylaşmak zorundaydı. Başka bir değişle, Mao’nun liderlik ettiği ÇKP’nin “Yeni Demokrasi” stratejisi yine özünde kısmen Stalin’in görüşlerine dayanmaktaydı. Ve hatta bu görüşler Menşevik ve Kautskyci görüşlere dayanmaktaydı. [8].
Mao “Yeni Demokrasi” stratejisini şu şekilde tarif ediyordu:
“Herkes bilir ki, sosyal sistem bakımından partimizin bugünkü programı vardır, geleceğe ait program vardır veya asgari ve azami programları vardır. Bugün için yeni demokrasi, gelecek için sosyalizm; bu ikisi aynı ideolojinin aydınlattığı organik bir bütünün parçalarıdır.” [9].
“Çin inkılabının bugünkü safhada karakteri nedir? Bu inkılap bir burjuva demokratik inkılap mıdır, yoksa bir proleter sosyalist inkılap mıdır? Besbelli ki, ilkidir, ikincisi değildir.” [10].
“Bu yeni demokratik inkılap, emperyalistlerin, işbirlikçi hainlerin ve gericilerin Çin’deki hakimiyetlerini devirmeyi, fakat anti-emperyalist ve anti-feodal mücadelelere katılan kapitalist sektörlerden hiçbirine zarar getirmemeyi gaye edindiği için sosyalist inkılaptan farklıdır.” [11].
Aslında Mao’nun asgari ve azami program anlayışı üzerine kurduğu devrim stratejisinin içeriği çok basitti; o, daha da gerilere gidersek tıpkı Martov ve Menşevikler gibi, Çin Devrimi’nin “demokratik aşama”yı tamamlanmadan, asla sosyalist devrim aşamasına geçemeyeceği görüşünü savunuyordu. Bu yüzden Mao ölümüne kadar hem Çin burjuvazisi hem de Çin dışı burjuvazi ile iyi geçimeye çalışmış; kendi “çoklu sınıf ittifakı” politikası gereğince özellikle de ülke içindeki feodalizmin tasfiyesi ve sanayinin inşası noktasında “dost emperyalist sermayeyi ve milli olan burjuvaziyi” ürkütmemeye de büyük bir özen göstermiştir. Kuşkusuz Mao’nun bu tutumunun arkasında yatan temel dinamik emeğin nesnel şartlarının sınırlılığıdır; bu durum Kautsky’den Lenin’e, Lenin’den Stalin’e kadar hepsi için geçerlidir. Dolayısıyla; Mao nesnel şartlardaki bu sınırlılığı gördüğü için öznel müdahale ile “sosyalizm” kurma yoluna gitmiştir. Bu yolda Mao’nun meşhur “proleter kültür devrimi” programıdır. Başka bir deyişle, Lenin’in “bilinç taşıma” görüşünden etkilenen Mao, bu nesnel geriliği, sanayi emeğinin insan doğasına sosyalist kültür taşıma stratejisi ile aşabileceği yanılsamasına düşmüştür. Tıpkı Lenin’in “işçi ve köylü diktatörlüğü” gibi Mao’da Asya’nın feodal koşullarında işçi ve köylülüğe, küçük-burjuva ve orta-burjuva kesimleri de eklemiştir. Bu programları belirleyen asıl şey emeğin öznel yanları değil, emeğin nesnel yanlarıdır. Emekoloji’ye kadar Marksizm’de böylesi bir ayrışım olmadığından kaynaklı olarak bu durum net bir biçimde ortaya konulamamıştır. Sollar arası “program kavgalarının” (aşamalı, sürekli, asgari, azami vs.) kökeni de yine bu noktalarda düğümlenmektedir.
Öte yandan, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın bitişi ile birlikte, bir çok sömürge ve yarı-sömürge ülkede ulusal kurtuluş hareketleri yükselişe geçecek, bu ülkelerin “komünistleri”, aşamalı devrim stratejisini kendi ülkelerinin özgün koşullarına uygulamaya çalışacaktı. Bu uygulama sürecindeki en temel teorik/programatik çıkmaz ise, bu mücadelelere hangi sınıfın öncülük edeceğiydi. Çin, Vietnam, Kore gibi, köylü hareketinin “devrimci bir potansiyel” taşıdığı, fakat ulusal burjuvazinin ise son derece cılız olduğu bu tip ülkelerde, “komünist partiler” pratikte aşamalı devrim stratejisine yeni bir siyasi çerçeve kazandırarak, devrimin öncülüğünü ulusal burjuvazinin değil, proletaryanın ideolojik öncülüğündeki köylülüğün üstlendiği bir iktidar stratejisini uygulamaya koydular. İşte Maoizm bunun en karakteristik örneğidir. Dolayısıyla; köylülüğü temel alan bu yeni siyasi-askeri stratejinin tarihe geçen en önemli örneği, Mao önderliğindeki “köylü partisi “ÇKP’nin 1946 yılında Çin’de gerçekleştirdiği minimal-kapitalist-ulusçu-devrimdir. Özellikle de feodalizmin merkezi konumundaki Asya ülkelerini etkilemiş olan Maoculuğun, -takipçilerinin aksi yönde ki tüm itirazlarına rağmen- özünde burjuvazi ile ittifakı esas alan bir devrim stratejisine sahip olduğu söylemek hiçte abartılı bir yaklaşım olmayacaktır. Örneğin Mao, 1946 öncesinde, “ulusal burjuvazinin” devrimdeki rolü üzerine şunları söylüyordu:
“Ulusal burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişki, sömüren ile sömürülen arasında bir çelişkidir ve bundan dolayı, uzlaşmaz karşıtlık, doğasında vardır. Ama Çin’deki somut koşullar içinde, bu uzlaşmaz sınıf karşıtlığı, gereği gibi ele alınırsa, uzlaşmaz karşıt olmayan bir hale getirilebilir ve barışçı bir yoldan çözülebilir.” [12].
“Burada proletaryanın vazifesi, milli burjuvazinin inkılapçı vasfına gereken önemi atfetmek ve bu sınıfla birlikte emperyalizme ve bürokratlara derebeyler sınıfına karşı tek cephe kurmaktır.” [13].
Öte yandan, Mao’nun stratejisi, Stalin’in “Halk Cephesi” politikasının, yani burjuvazi ile “tek cephe”de birleşmenin, Çin pratiğine uygulanmasından başka da bir şey değildir. Stalin ve Mao’ya göre, halk cephesi içinde yer alacak “devrimci” sınıflardan biri de “anti-emperyalist” ulusal burjuvaziydi. “Çoklu sınıf işbirliğine” dayalı bu strateji; Yunanistan’da ya da İspanya’da olduğu gibi devrimlerin yenilmesine ve komünistlerin burjuvazi tarafından katledilmesine neden olurken, öte yandan, Çin’de proletaryan-kapitalizmin inşasını kolaylaştırmıştır. Zira Çin’de kapitalist gelişmenin esas itici gücü, hiç kuşkusuz devrimin “müttefiki” olduğu düşünülen farklı burjuva kesimlerdi. Mao her defasında bu kesimler ile ittifak yolları aramış, onları “sosyalizme kazanmaya” çalışmıştır. Mao’nun milli burjuvaziyi “tek cephe” politikasına kazanma isteği sadece Mao’nun şahsi düşüncelerinden değil, Çin’in iktisadi ve sosyal geriliğinden de kaynaklanmaktaydı. Zira; Çin D-3 burjuvazisinin zayıflığı beraberinde D-2 feodalizminin tasifyesini geçiktirdikçe ve sanayinin inşasını yavaşlatıkça “devlet güdümünde” bir D-3 burjuvazisinin (“milli burjuvazinin”) yaratılması yine ülkenin gerikalmışlığından kaynaklanan nesnel bir politik yönelim olma özelliğine de sahipti. Zira; merkez-çevre konumlanışta olan Çin’de D-2 burjuvazisi güçlü iken, aynı anda Rusya ve Türkiye gibi merkez-çevre ülkelerde ise (1940’larda vs.) D-3 burjuvazisi güçlü idi. Ama aynı zamanda da merkez-kapitalist ülkelerde ise, yani Avrupa ülkelerinde ise D-4 burjuvazisi güçlüydü. Bu sınıfsal konumlanışlar, daha doğrusu hakim sınıflar bloğunun küresel haritası resmedilemediği için, merke-çevre ve merkez-karşıtı ülkelerde kendisine ne ad verirse versin iktidara gelen gücün o ülke burjuvazisi ile yaptığı açık ya da gizli ittifaklar sinsilesi de doğru bir biçimde anlaşılamamıştır. Dolayısıyla; bu ittifaklar sinsilesine bağlı olarak gelişen olayların hangilerinin nesnel-zorunluluklardan hangilerinin ise öznel-seçilerden kaynaklandığı da yeterince kavranamamıştır.
Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerde ise sorun daha da karmaşıktı. Buralardaki “komünist” partiler, sömürgeciliğe baş kaldıran, monarşileri yıkan, modernleşme hareketine öncülük yapan asker kökenli ulusalcı-devrimci kadrolar ile karşı karşıyaydı. Uzak Asya ülkelerinden farklı olarak bu ülkelerde devrimci bir potansiyel taşıyan köylü hareketleri yoktu; varsa da çok zayıftı. Bu durum karşısında, SBKP’nin önderlik ettiği uluslararası hareketin takipçisi olan “komünist” partiler, “aşamalı devrim” teorisinin farklı bir versiyonlarını kendi ülkelerine uygulama yoluna gittiler. Bu stratejiye göre; ulusalcı-devrimci radikal subaylar, ulusal kurtuluş mücadelesine ve burjuva devrimine önderlik etme potansiyeline sahipti. SBKP’nin açık ve gizli desteğine sahip bu komünist partilerin temel görevi, bu öncülüğü benimsemek ve bu güçlerle sağlam bir ittifak stratejisi geliştirmekti. Bu ulusalcı-devrimci radikal subaylar, artık “komünistler” için mücadele edilmesi gereken değil, desteklenecek ve ittifak yapılacak devrimci güçler haline gelmişti. Burada belirleyici olan, işçi sınıfının ve komünist partilerin bağımsız politikası değil, “uluslararası komünist harekete” önderlik eden en güçlü “komünist” partinin, yani SBKP’nin (minoktokratik Kremlin bürokrasisinin) uluslararası alandaki çıkarlarıydı. Kısacası; bu ülkelerdeki gelişmeler ilk bakışta algılandığı gibi bir “sosyalizm mücadelesinden” çok, o ülkelerdeki minoktokratik devlet yapılanmasının ve burjuvazinin gereksinim duyduğı ulusal bir iç pazarın “çoklu bir sınıf ittifakı” kapsamında “komünistlerinde” desteği ile kurulması süreci iken, “büyük abi” konumunda olan Sovyetler Birliği ise, bu süreçte diplomatik açıdan kendisine yeni müttefikler kazanmakta ve kendi nüfus sahasını daha da genişletme fırsatı yakalamaktaydı. Örneğin Suriye’de Esad olsun, Mısır’da Nasır olsun (bu listeye Libya’da Kaddafi’de eklenebilir) vb. örneklerde de görüldüğü gibi “Sovyet dostu” bu ulusalcı-burjuva liderler/Baasçılık aynı dönemde “Arap sosyalizmi”nin Ortadoğu’daki temsilcileri olarakta sunulmaktaydı. İktidarı askeri darbe yoluyla ele geçiren bu ulusalcı-devrimci-subaylar; pek çok ülkede solların kendi ülkelerindeki “anti-emperyalist milli askeri güçlere” bel bağlamasına neden olmuş, bu durum haliyle kimi solların yukardan aşağıya doğru devlet eliyle “askeri sosyalizm” kurma girşimlerine de ilham kaynağı olmuştur.
Sonuç olarak; program sorunları ve enternasyonaller arası bölümlenmeler temel üç teze dayanmaktaydı:
1). Bernstein ve Kautsky ekolunun savunduğu çizgi kısaca kapitalizmin tüm biçimleri yaşandıktan sonra sosyalist bir devrimin olabileceği öngörüsüne dayandığı için, 1. Dünya Savaşı’ndaki teslimiyet örneğinde olduğu gibi, bu süreç aşılmadan burjuvaziye teslim olma politikası gütmüşlerdi. Buradaki temel şey; emeğin nesnel şartlarına bakarak, onun ön kabulüne dayanarak, savaşma ve direnme çizgisi yerine, teslimiyet bayrağını çekme çizgisi idi. Menşevikler de bu akıma dahildir. Bu merkezci-kapitalizm algısına dayanan bir akımdır.
2). Maoculuk; Berstein ve Kautsky ekolünün savunduğu çizginin aynı gerekçeleri ile, yani nesnel şartların olgunlaşmadığı gerçeği karşısında burjuvazi ile ittifak halinde olunabileceği, iktidarın burjuvaziyle paylaşılabileceği şeklindeki, proleter kültür devrimi ihracı ile sosyalizme geçilebileceğini savunan yeni demokrasi programını gütmüştür. Bu da merkez-karşıtı kapitalizm algısına dayanan bir akımdır.
3). Bolşevizm-Lenin’izm ise; merkez ve merkez-karşıtı kapitalizm akımlarının ara bir formudur. Yani merkez-çevrede cereyan eden kapitalizme daha sert bir şekilde geçiş yapılmıştır. İşçi ve köylü diktatörlüğü olarak formüle edilen siyasal biçim gereğince burjuvazi ile hiçbir şekilde iktidarı paylaşma ya da onunla uzlaşma zemini yoktur. Lakin; bu öznel yönelim emeğin nesnel şartları karşısında yenik düşmüş, Stalin nesnel şartları, Troçki ise öznel şartları öne çıkaran bir politikaya yönelmiştir.
Kısacası; bu akımların hiçbiri, ister 2. Enternasyonal, ister 3. Enternasyonal, ister asgari, ister azami, ister aşamalı, ister sürekli olsun vs. bu programlar gerçekte sosyalizme ulaşma noktasında başarılı olamamıştır. Bu akımların tek bir başarısı vardır ki; o da kapitalist devletin “sosyalleşmesidir”. Başka bir deyişle, kapitalist devlet formuna “sosyal devlet” formu eklenmiştir. İş garantisi, sağlık hizmetleri, eğitim hakkı vb. gibi uygulamaların kapitalist devletlere doğru genişlemesinin temel nedeni 2. Enternasyonal ile başlayan, Bolşevizm ve Maoculuk ile devam eden “sosyalist” politikalardır. Dolayısıyla; burjuvazi de bu proletaryalist politikaları taklit etme yoluna gitmek zorunda kalmıştır. Başka bir deyişle, proletaryan-marksizm’in geride bıraktığı “en büyük miras” ehlileştirilmiş bir kapitalizm iken, günümüzde ise glokal-kapitalizm ile birlikte bu da sürdürülebilir bir politika olmaktan çıkmış, burjuvazinin ilk tasfiye ettiği devlet nosyonu da sosyal-devlet özelliği olmuştur. Emeklilik yaşının yükseltilmesi, devlet yardımlarının kesilmesi, eğitim, sağlık, ulaşım hizmetlerindeki ticarileşme, işsizlik, göçmen ve mülteci karşıtlığı vb. gibi uygulamalar kapitalizmin derinleşen glokal krizinin sonuçlarıdır.
Proletaryanın kapitalizm karşısında devrimci-yıkıcı rolü olsa da, tıpkı feodalizmdeki köylülüğün devrimci-yıkıcı rolü gibi, onunda misyonu salt kapitalizm ile sınırlıdır. Keza; hiçbir zaman proletarya yeni toplumu (sosyalizmi) kuramaz. Proletarya kapitalist toplumun ana kullanıcı-sınıfı olarak yalnızca onu yıkma rolüne haizdir; lakin yeni toplumu kurma rolü yoktur. Bu görev yeni emeğin sınıf hareketi olan protekyaya aittir. Aynı köleci sistemden feodal sisteme geçişte aristokrasinin, feodal sistemden kapitalist sisteme geçişte burjuvazinin rolünde olduğu gibi, kapitalizmden sosyalizme geçişin öncü-kurucu sınıfı da protekya’dır.
Bugüne kadar sap ile saman ancak bu kadar karıştırılabilirdi! Keza; emekoloji tarih sahnesine çıkmış olmasaydı bu bilimsel düğümde asla çözülemeyecekti. Emekolojistler Marx ve Engels’den devraldıkları komünist bilimi geliştirme ve ilerletme vazifesine, Marx ve Engels öncesindekiler ve sonrasındakiler de dahil olmak üzere, hiç kimsenin katkısını yadsımadan, bir bütün olarak emeğin bilimsel bir biçime bürünmesine katkı yapmışlardır. Ve artık devrimci hareketin gündeminde tarihte bölümlendiği gibi ayrımlar kalmadığı gibi, gerçekte tek bir ayrım vardır; o da emek türlerinin birleşik diyalektik hareketinin bilimsel ve politik programının inşasıdır. Enternayonal program sorununun çözümü ise bu inşa sürecinin ilerleyişine bağlıdır.
Dipnotlar:
[1] Lev Troçki, Rusya’da Sürekli Devrim: Sonuçlar ve Olasılıklar, Kardelen Yayınları, s.92
[2] Lev Troçki, Ekim Dersleri, Yazın Yayınları, s.10
[3] a.g.e, s.11
[4] a.g.e, s.95
[5] a.g.e, s.137
[8] Can Öykü, Boğazlanan Devrim: 1925 – 27 Çin Devrimi, 12 Ekim 2009
[9] Mao Tse-Tung, Yeni Demokrasi, Sosyal Yayınları, s.36
[10] Mao Tse-Tung, Yeni Demokrasi, Sosyal Yayınları, s.99
[11] Mao Tse-Tung, Yeni Demokrasi, Sosyal Yayınları, s.101
[12] Mao Çetung, Teori Ve Pratik, Sol Yayınları, s.66
[13] Mao Tse-Tung, Yeni Demokrasi, Sosyal Yayınları, s.18
Konuyla bağlantılı yazılar:
Emek Türleri Kuramı ve İş Bölümünün Matematiği, 16.03.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/114149073992/emek-t%C3%BCrleri-kuram%C4%B1-ve-i%C5%9F-b%C3%B6l%C3%BCm%C3%BCn%C3%BCn-matemati%C4%9Fi
Emek Grafiğinin Yazınsal ve Sembolik Yapısı Üzerine Notlar, 21.10.2015
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/131616740407/emek-grafi%C4%9Finin-yaz%C4%B1nsal-ve-sembolik-yap%C4%B1s%C4%B1
“Deli Eden Sık Sorular” Üzerine, 29.04.2016
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/143581279167/deli-eden-s%C4%B1k-sorular-%C3%BCzerine
Post-Maoizm Üzerine Kısa Notlar, 18.01.2017
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/156027088912/post-maoizm-%C3%BCzerine-k%C4%B1sa-notlar
Proletaryan Solun Türkiye Tarihindeki Belli Başlı Uğrakları, 22.11.2017
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/167750394147/proletaryan-solun-t%C3%BCrkiye-tarihindeki-belli-ba%C5%9Fl%C4%B1
Tarım Emeğinin Çin Devrimi Şahsında Maoist Serüveni, 28.08.2018
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/177475460252/tar%C4%B1m-eme%C4%9Finin-%C3%A7in-devrimi-%C5%9Fahs%C4%B1nda-maoist
Çin Pratiği Bağlamında Maocu Teoriye Genel Bir Bakış, 28.06.2019
https://serhatnigiz.tumblr.com/post/185915042937/%C3%A7in-prati%C4%9Fi-ba%C4%9Flam%C4%B1nda-maocu-teoriye-genel-bir
29.12.2019
Serhat Nigiz
0 notes
serhatnigiz · 7 years
Text
Toplum Biçimleri ile Tarihsel-Artık-Değer Türleri Üzerine
Tumblr media
Birçok eserinde “yarar herşeyin temelidir” diyen İngiliz felsefeci ve ekonomist John Stuart Mill bu tespiti ile insan ve doğa arasındaki ilişkinin bir neticesi olan değerin kaynağının rant (fayda) olduğunu vurgulamak istemişti. Bu bakış açısını emekolojik açıdan ele alır ve emek-rant ilişkiselliğini bugüne kadar ortaya çıkmış olan tarihsel sistemlerin akışına uygularsak, ortaya şöylesi bir genel tablo (sıralama) çıkar:
A- İlkel komünal sistem: toplayıcı-emek-doğa-rant-değer (sınıfsız toplum)
B- Köleci sistem: avcı-emek-doğa-rant-değer (sınıflı toplum)
C- Feodal sistem: tarım-emek-doğa-rant-değer (sınıflı toplum)
D- Kapitalist sistem: sanayi-emek-doğa-rant-değer (sınıflı toplum)
E- Sosyalist sistem: teknik-emek-doğa-rant-değer (sınıflı toplum)
F- Komünist sistem: bilim-emek-doğa-rant-değer (sınıfsız toplum)
Şayet bütün bu tarihsel akışı teorik bir çerçevenin içine “sıkıştırmak” gerekirse, ortaya Marx’ın artık-değer teorisi ile ilgili olarak da şöylesi bir durum çıkmaktadır: Ödenmemiş-emek ve ödenmiş-emek arasındaki rant-değer fark (fayda) sınıflı köleci, feodal ve kapitalist sistemlerin hepsini tümel düzlemde ve belirlenimlilikte kapsarken; Marx’ın değer teorisi kapitalist sistemi ancak ödenmiş-emek ve ödenmemiş-emek arasındaki artık-değer fark (fayda) temelinde tikel belirlenimlilikte ve düzlemde kapsamaktadır. Sonuç olarak, Marx’ın kapitalist toplumun ekonomik hareket yasaları ile “sınırlı kalan” artık-değer teorisi, kapitalizm ve daha önceki sınıflı toplum biçimlerinin değer yasalarını bütünsel manada açıklayabilmek için eksik ve yetersiz bir yöntemdir.
Bugün asıl üzerinden kafa yorulması gereken şey; -Marx’ın teorik katkılarını (bilimsel-emeğini) yok saymayacak bir şekilde- artık-değer teorisinin tüm sınıflı toplum sistemlerinin değer yasalarını açıklayacak bir biçimde yeniden nasıl genelleştirilip, soyutlanabileceğidir. Son tahlilde, rant yoksa fayda, fayda yoksa artık, artık yoksa değer yoktur. Başka bir deyişle, değer yokluğundan kastedilen şey; artık ansal ise ve bırakıt değilse, değer yoktur ama fayda vardır. Bırakıt olmayan ��ey fayda olsa da artık değildir. Örneğin, ilkel komünal dönemde bir insan ağaçtan kopardığı meyveyi yiyip karnını doyuruyorsa, bu (toplayıcı-doğa-rant) bir ansal faydadır; yalnız bırakıt ve artık değildir. Lakin aynı insan doyduktan sonra ikinci bir elmayı yarına veya beş saat sonrasına bırakıyorsa/saklıyorsa (toplayıcı-artık-doğa-rant), bu ise bırakıt artık-değerdir. Başka bir örnek daha vermek gerekirse; köleci sistemde bir insan avladığı bir tavşanı çiğ ya da pişirerek karnını doyuruyorsa, bu ansal bir faydadır; yani av-doğa-rant’dır. Lakin Karnını doyurduktan sonra başka bir tavşan avlayıp bunu akşama ya da yarına bırakıyorsa, bu da av-artık-doğa-rant’dır. Bütün bu süreçler tümel ve tikel düzlemlerde yeniden soyutlanarak artık-değer konusunda tarihsel bir teorik çerçeve olarak ortaya konulabilir.
Artık-değerin yalnızca kapitalizme özgü bir durum olduğu tezi proletaryan-Marksizm içinde görülen en yaygın yanılsamalarından biridir. Halbuki Marx ve Engels haklı olarak sermayenin tarihsel gelişimini ve artık-değer kuramını (bu tespit teorik bir yapıya dönüşmemiş olsa da) köleci sisteme kadar götürmüştü. Ancak yanıldıkları temel nokta; burjuvazinin ön biçimi olarak yalnızca serbest rekabetçi ticaret burjuvazisi (nicel-D3-burjuvazisi) üzerinde yoğunlaşmış olmalarıydı. Onlara göre, burjuvaziye (sanayiburglara) giden süreçte köleci sistemin alt evresinde para-sermaye ile başlayan serüven (ilkel av sermayesinin oluşumu) kapitalist döneme gelindiğinde ücretli köleye (proletere) dönüşerek artık-değerin tarihsel anlamını ortaya çıkarmıştı.
İşte Marx ve Engels’in asıl yanılgısı da burada başlamaktaydı: örneğin, köleci sistemde ticaret yapan para-sermaye sahibi köle sahipleri bu edindikleri köleci ticari sermayeyi köle pazarları ve av ürünü pazarların da kullanmıştı. Zira köleci pazara endeksli av ürünleri mübadelesi ve köle mücadelesi ile oluşan köleci/ticaret sermayesi; feodal pazar ve tarım ürünlerinin mücadelesine endeksli feodal/ticaret sermayesi; kapitalist pazara ve sanayi ürün-meta mübadelesine endeksli kapitalist/ticaret sermayesi; gerçekte bütün bunlar ödenmemiş/gasp edilmiş emeğin (artık-değerin toplumsal sistemlere göre farklı tarihsel-türlerinin) köleci, feodal ve kapitalist sistemlerin ortak-tümel bir özelliği olduğunu göstermektedir.
Gerçekte sermayenin tüm biçimleri toplumsal olarak ödenmemiş-emekten beslenmektedir. Nasıl ki antik sistemde köle emeğinin efendi tarafından sömürüsünden kaynaklı bir ödenmemiş-emek varsa, feodal sistemde de köylü emeğinin aristokrat tarafından sömürüsünden kaynaklı bir ödenmemiş-emek vardı; aynı şekilde kapitalist sistemde de proleter emeğinin burjuva tarafından sömürüsünden kaynak bir ödenememiş-emek vardı. Ödenmemiş-emeğin olduğu her yerde artık-değer sömürüsünden kaynaklı olarak servet/para/sermaye birikimi daima var olmuştur. Bu ister kendisini köleci servet/para/sermaye, ister feodal servet/para/sermaye, ister kapitalist servet/para/sermaye biçiminde ortaya koysun; hepsinin ortak-tümel noktası artık-değer sömürüsü ve bu sömürü türlerinin ve ilişkilerinin tarihsel gelişimidir.
Köleci, feodal, kapitalist, şimdiye kadar ki tüm sınıflı toplum biçimleri belirli bir emek-türü ve sömürü-türü tarafından şekillendirilmiştir. Av emek türü köle emeğinin sömürüsü, tarım emek türü köylü emeğinin sömürüsü, sanayi emek türü proleter emeğinin sömürüsü üzerinde yükselmiş olup, sınıflı toplum yapıları da emeğin bu sömürülme türlerine göre yeni görüngüler kazanmıştır. Öte yandan, emek türlerinin doğa (doğalojik-nesneler) ve alet türleri (emekolojik-nesneler) karşısındaki konumlanışına bağlı olarak, toplumun icatçı (yöneten/sömüren) ve kullanıcı (yönetilen/sömürülen) şeklinde sınıfsal olarak bölünmesi de artık-değer sömürüsüne dayalı toplum biçimlerinin (öznel-emeksel/üst-yapısal ve nesnel-emeksel/alt-yapısal alanlarda) kurumsallaşmasını sağlayan bir başka önemli etken olmuştur.
Meseleye daha önceki toplumsal ve tarihsel sistemleri de kapsayan bütünsel bir emek kuramı temelinde yaklaşılmadığı müddetçe, artık-değerin sadece kapitalizme ve sanayi emeğine ait “özel bir yasa” olarak yorumlanması da kaçınılmaz bir hale gelmektedir. Bu nedenledir ki “Emek sömürüsünün olduğu her yerde artık-değer sömürüsü yoktur.” diyenlerin en büyük açmazlarından biri de bu noktada düğümlenmektedir. Ödenmemiş-emeğin ve artık-değerin tarihine bütünsel bir emek kuramı temelinde bakılmadıkça, ne emeğin tarihi ne de insanın tarihi tam manası ile anlaşılamaz. Bu yüzdendir ki tüm insanlık tarihi emek-türlerinin ve bu türlere bağlı olarak ortaya çıkan sömürü-türlerinin biri biri üzerine geçen biçimlerinin ortak-tümel tarihi olma özelliğine de sahiptir.
Klasik İngiliz Ekonomi Politiği’nin en büyük hastalıklarından biri kapitalizmin genelleşmiş meta ekonomisine indirgenmesidir. Ne yazık ki aynı ekolun “eleştirmeni” olarak ünlenmiş olan Marx’ta bu hastalıktan tam manası ile kurtulabilmiş değildi. Marx sonrası proletaryan-Marksizm üzerine yapılmış hangi iktisadi çalışmaya bakarsanız bakın (bir kaç istisna dışında) mutlaka meta ekonomisinin ve buna bağlı pazar ilişkilerinin analizini temel alan bir bakış açısının hakim olduğunu görebilirsiniz. Peki, gerçekte meta nedir? En basit tanımı ile meta; pazar değeri olan ve mübadele özelliği kazanmış emek ürünlerine verilen en genel addır. İster köleci av-pazar-ürün, ister feodal tarım-pazar-ürün, ister kapitalist sanayi-pazar-ürün olsun, tüm ürünler pazar ilişkilerinden dolayı zorunlu olarak mübadele değerlerine sahiptir. Bu yüzden sanayi emeğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmış olan kapitalizmi genelleşmiş meta ekonomisine indirgemeye çalışmak büyük bir yanılgıdır. Hiç kuşkusuz burada farkında olmaksızın “genelleştiği” varsayılan “metalar dünyası” sanayi pazarlarının zorunlu bir sonucu olan sanayi-metalarından başka da bir şey değildir. Başka bir deyişle, global feodalizme hakim olan tarım-metaları karşısındaki minimal sanayi-metalarının ve pazarlarının üretim fetişizmi genelleşmiş meta ekonomisi fetişizmine neden olmaktadır!
Köleci sistemdeki av emeği ürün-metası, feodal sistemdeki tarım emeği ürün-metası, kapitalist sistemdeki sanayi emeği ürün-metası, bütün bu ürünlerin-metaların asıl kaynağı ise emek türlerine bağlı artık-değer türleridir. Emek türlerine göre biçim alan ürün/meta türleri arasındaki artık-değer farklarını/oranlarını yaratan “öz” ise, emeğin nesnel ve özel hareketinden kaynaklı olarak ortaya çıkan farklı alet türleri ve icatçı/kullanıcı üretim, dolaşım ve tüketim teknikleridir. Nasıl ki bir tarım emeği (aleti) ürün-biçimi kendisinden önce gelen av emeği (aleti) ürün-biçiminden üstün ise, sanayi emeği (aleti) ürün-biçimi de kendisinden önce gelen tarım emeği (aleti) ürün-biçiminden üstün olmak zorundadır. Aynı zamanda feodal pazarlardaki tarım-ürünleri köleci pazarlardaki av-ürünlerinden üstün iken, kapitalist pazarlardaki sanayi-ürünleri de feodal pazarlardaki tarım-ürünlerinden (emek-verim-kalite yoğunlukları açısından da) üstün olmak zorundadır. Av emek-ürünleri ile rekabete giren tarım emek-ürünleri, tarım emek-ürünleri ile rekabete giren sanayi emek-ürünleri ve bunların bütünsel ve tarihsel meta-hareketi/iradesi, farklı emek/alet türlerinin ve ürün/meta/pazar türlerinin biri birinin üzerine geçen biçimlerinin tarihini meydana getirmektedir. Her emek-üretim tarzı kendi ürün, meta ve pazar biçimini ortaya çıkarmaktadır ve her koşulda bu ürünlere, metalara ve pazarlara biçimini veren ise emek türlerinin birleşik-çatışkı diyalektiğidir.
Köleci sistemde emeğin üretkenliğindeki gelişmenin amacı, kölenin kendi geçim araçları için çalışmak zorunda olduğu kısmı kısaltmaktır ki, böylece kölenin efendi için karşılıksız olarak çalışacağı ödenmemiş-emek (köleci-sermaye) kısmı uzatılabilsin. Feodal sistemde emeğin üretkenliğindeki gelişmenin amacı, köylünün kendi geçim araçları için çalışmak zorunda olduğu kısmı kısaltmaktır ki, böylece köylünün efendi için karşılıksız olarak çalışacağı ödenmemiş-emek (feodal-sermaye) kısmı uzatılabilsin. Kapitalist sistemde emeğin üretkenliğindeki gelişmenin amacı, işçinin kendi geçim araçları için çalışmak zorunda olduğu kısmı kısaltmaktır ki, böylece proleterin efendi için karşılıksız olarak çalışacağı ödenmemiş-emek (kapitalist-sermaye) kısmı uzatılabilsin. Marx’ın Kapital’de belirttiği gibi, “...emek gücünün yeniden üretimi için gereken emek-zamanı kısaltan herşey artık emeğin alanını genişletir.” Buradan da anlaşılabileceği gibi, ister köleci, ister feodal, ister kapitalist olsun, bütün bu sistemlerde efendiler-sınıfını (köle sahiplerini, aristokratları, burjuvaları vs.) ilgilendiren asıl şey ödenmemiş (artık) emeğin (değerin) ne şekilde gasp edileceği sorunsalıdır.
Emekçinin geçim araçları için çalışmak zorunda olduğu emek-zamanın kısaltılması yoluyla karşılıksız olarak gasp edilen ödenmemiş-emek (sermaye) kısmı, yani artık-değer sömürüsü, köleci, feodal, kapitalist toplum biçimlerinin ortak-tümel bir özelliğidir. Bu yüzdendir ki artık-değeri yalnızca sanayi emeğinin bir sonucu olan kapitalizm, burjuvazi ve proletarya ilişkisine özgü bir sömürü biçimi olarak görmek abesle iştigaldir. Bu öznel idealist bakış açısı; bugün de “emek gücünü sermayeye satan her özgür ve ücretli çalışanı” proleter (sanayi işçisi) olarak algılamaya devam etmektedir. Emek türü ve alet türü karşısındaki konumlanıştan bağımsız olarak yapılan her türden (nesnesi olmayan öznel) sınıfsal soyutlamalar; emeğin her biçimini sanayi emeğinin içinindeki bir alt-görüngü ve alt-tabaka olarak ele almakta, sanayi emeğinin alet türleri dışında kalan yeni emek türünün alet biçimlerini de eski emek türünün ve alet biçiminin içine yerleştirmekte ve burjuvazi dışında kalan tüm emekçi sınıfları “proletarya” kavramının içine sokmaya/sıkıştırmaya çalışmaktadır.
Bu durum her türlü kavramın birbirinin içine geçirilerek karıştırılmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak, bu da kafa karışıklığından başka da bir şey oluşturmamaktadır. Örnek vermek gerekirse; istisnasız bütün sınıflar emekçidir. Lakin icatçı-sınıflar emekçi de olsa sömürücü sınıftır. Bu da istisnasız bir olgudur. Başka bir deyişle, emekçi olan içatcı-sınıflar zorunlu olarak sömürücüdür. Tersinden söyleyecek olursak; kullanıcı sınıflar emekçi de olsa sömürülen sınıftır. Keza istisnasız tüm kullanıcı sınıflar sömürülen sınıftır. Lakin icatçı olup da ya da kullanıcı olup da, sömürücü olup da ya da sömürülen olup da, farklı icatçı ve kullanıcı konumlanışlarda olan emekçi sınıflarda mevcuttur. Örnek verecek olursak; burjuvazi sanayi emek araçlarının icatçı sınıfıdır. Aristokratlar ise tarım emek araçlarının icatçı sınıfıdır. Lakin her ikisi de birbirinden farklıdır; ve dahası aristokratlar burjuvazinin güçlü olmadığı dönemlerde (örneğin, nicel-D1 döneminde) burjuvaziyi sömürmüşken, burjuvazi güçlenmeye başlayınca bu defa da minimal-burjuvazi (nitel-D4-sanayiburgları) aristokratik sermayeye el koyarak feodalizmi tasfiye etmiştir. Benzer bir durum proletarya içinde geçerlidir. Keza köylü sınıfının güçlü olduğu dönemde proletarya sömürülen sınıfın (köylülüğün) sömürüleni iken, proletaryanın güçlendiği dönemde ise proletarya bu defa köylülüğü sömürerek tasviye etmiştir. Emile Zola “Germinal” isimli romanında proletaryanın köylülülük karşısındaki bu durumunu tasvir etmiştir.
Bu öznel idealizmi besleyen nedenlerden biri de; Marx’ın proletarya tanımını yaparken bunu sanayi emeği ve aletleri karşısındaki sınıfsal konumlanış ile değil, kapitalist “üretim ilişkilerini” baz alan ücretli emek alıcılığı ve satıcılığı üzerinden yapmış olmasıdır. Bu da kaçınılmaz olarak (günümüz proletaryan-Marksistleri açısından) kapitalist toplumdaki yeni nicel emek görüngülerinin eski nitel emek görüngülerinin basit bir eklentisi gibi algılanmasına, yeni emeğe içkin olan sapkın ve ayrıksı görüngülerin (örneğin, nitel gelişmiş sanayi emeğinin (D5) içindeki nicel gelişmiş teknik emeğin (E2) varlığının) eski emek biçiminden soyutlanamamasına ve ayrıştırılamamasına neden olmaktadır. [1]. Halbuki yalnızca insanlık tarihinin başından beri ortaya çıkmış olan emek araçlarının (ilk organik-emek-aracı olan insan elinden başlanarak) dizgisel sıralaması incelense, kapitalist sistemde elektiriksel sanayi aletlerinden her geçen gün daha da farklılaşan teknik-elektronik emek araçlarının, gerçekte eski nitel emek biçiminin içinden çıkan yeni nicel emek biçiminin somut, sapkın ve ayrıksı görüngüleri olduğu kolaylıkla anlaşılabilir. Bu durum aynı zamanda; yeni bir emek biçiminin, teknik-elektronik emeğin yeni sınıf ilişkilerinin, protekyanın, tüketim-değeri ve tekno-kar yasalarının da açık bir kanıtı olarak dışavurumudur.
Glokal kapitalist dönemde sanayi-kar oranlarından daha büyük olan tekno-kar oranları beraberinde daha yoğun bir tekno-sömürü oranı da ortaya çıkartmaktadır. Bu durum kaçınılmaz olarak proletaryanın sanayi sömürüsüne kıyasla protekyanın teknik sömürüsünün daha da yoğunlaşmasına neden olmaktadır ki, şayet proletaryanın sömürü-karı olan sanayi-kar oranı ile ücret oranının reel farkını, protekyanın sömürü-karı olan tekno-kar oranı ile ücret oranının reel farkı ile karşılaştırırsak; sanayi-kardan kat ve kat (yüz bin kat) daha büyük bir tekno-karın mevcut olduğunu görebiliriz. Şu anda E2’i protekyasının zayıf olduğu bir dönemde hem sanayiburglar hem de proletarya protekyanın tekno-artık-değerinden nemalanmaktadır.
Daha da açıklayıcı olması açısından bir örnek vermek gerekirse; varsayalım ki bir D5/E2-buzdolabının ana gövdesi, elektrik-motoru vs. 150 ytl ye mal olurken, bu buzdolabının teknik-elektronik aksamları da 200 ytl ye mal olmakta iken, 150 ytl in içinde 50 ytl lik sanayi-kar varken, 200 ytl nin içinde ise 150 ytl lik tekno-kar vardır. Başka bir deyişle, bu buzdolabında sanayi-kar 50 ytl iken; 150/50=3 yani 2/1 oranını verirken, tekno-kar ise; 200/150=50 yani 1/3 oranını vermektedir. Sonuç olarak, buzdolabındaki sanayi-kar (50 ytl) 2/1 şeklindeyken, tekno-kar ise (150 ytl) 1/3 şeklindedir. Bu noktada nominal ücret orantılaması da yapmak gerekirse; maliyetler ile birlikte 100 ytl alan proleter x 20 insan, maliyetlerle birlikte 50 ytl alan protek x 5 insana denk düşmektedir. Diğer bir deyişle, 100x20=2000 ytl ederken, 50x5=250 ytl etmektedir. D5/E2 buzdolabının nominal (ortalama) fabrika çıkış değerinin-fiyatının 500 ytl olduğunu varsayarsak ve bunun sömürü oranlamasını yaparsak; misal protek 3000 ytl maaş alıyor olsa da, o 4 kat daha fazla sömürü-değeri yaratıyorken, proleter ise bunun yarım katı %50 sömürü oranı yaratmaktadır. Şayet Proleter 2000 ytl maaş almış olsaydı da bu sömürü oranı değişmeyecektir.
Bu durumda şu soruyu sormak gerekiyor: Proleter mi? Yoksa protek mi? Daha çok sömürülüyor? Proleterin sanayi emeğinin sömürüsünden elde edilen sanayi-karla kıyaslandığı zaman protekin teknik emeğinin sömürüsünden elde edilen tekno-kar elbette ki çok daha büyüktür. Keza sanayi-kar ile tekno-kar arasındaki nominal kar marjı 1/8’dir. Başka bir deyişle, bir proleterin sanayi-kar katkısı 1 iken, bir protekin tekno-kar katkısı 8’dir. Lakin bir proleterin aldığı maaş ile bir protekin aldığı maaş arasında 2 ya da 3 kat fark vardır. Salt buna bakarak protekyayı en çok sömürülen emek sınıfı olarak görmekten kaçınanlar tarihsel bir hata yapmaktadır. Yalnızca bu somut gerçekler bile, yeni emek biçimini ve sınıfını, yani protekyanın nesnel varlığını kabul etmek istemeyen bağnazlara verilebilecek en güzel cevap olma özelliğine sahiptir.
Dipnot:
[1] Genel olarak kabul edilen bilimsel yöntem; “yadsıma”, “yadsımanın-yadsıması”, “ayrıştırılma” ve “yeniden kapsama” olarak görülmektedir. Bu bağlamda toplumsal sınıfların emek araçları ile kurduğu ilişkiyi ayrıştırmaksızın icatçı ve kullanıcı sınıfsal kompozisyonlar ortaya çıkarılamayacağı gibi, emek araçlarının emek türleri ile olan ilişkisi de ortaya çıkarılamaz. Bir emek türünden diğer bir emek türüne geçiş süreci her emek türünün kendi içinde aldığı “nicel”, “nitelleşmiş-nicel”, “nitel”, “nicelleşmiş-nitel” formların ayrıştırılması ile anlaşılabilir. Hangi emek türünün hangi emek türünün içinde çıktığı ve hangi nicel biçimin hangi nitel yeni emek biçimine yöneldiğini belirleyen şey; ancak emek türlerinin iş bölümü mekaniği ile anlaşılabilir ki bu da bilimsel metodolojinin yeniden yapılandırılması ihtiyacını, başka bir deyişle Emekoloji’nin ortaya çıkmasını/doğumunu zorunlu hale getirmiştir. Bugün her hangi bir insan elektrik devresini bilmeden elektronik devreyi öğrenemez. Ve hatta bir elektrik devresini bilmek için buharlı sistemi, dahası geriye gidip mekanik tarım emeğini bilmek gerekir. Bugün her hangi bir insan Emekoloji’yi tam manası ile anlamadan emeğin biri biri üzerine geçen biçimlerinin tarihi olan insanlık tarihini de anlayamaz.
Serhat Nigiz
28.10.2017
2 notes · View notes