Tumgik
#insan hüzünlü bir arıyor.
turkudostu61 · 2 years
Text
Tumblr media
0 notes
mesutbahtiyarolacak · 2 years
Text
Tumblr media
“ bu metin de deneme amaçlıdır. Çok hata ve düzeltilmesi gereken yerler vardır. Dikkate alınmamasını dilerim. “
Bir baykuş masalı-2
Baykuşun hikayesini anlatmıştı bana içimdeki yalnızlığım. Kendi etrafında, can sıkıntısından daireler çizerken, elleriyle de içimdeki en gizli yerlere dokunuyordu. En gizli sevdama, acılarıma, anılarıma. Sanki elindeki o son kor ateşini koyacak bir yer arıyor ama bir türlü karar veremiyordu.
Önce mırıldanarak, sonra bir şarkı sözü gibi ahenk içerisinde anlatmaya devam etti.
Baykuş, dalından hiç havalanmadan çırpmıştı kanatlarını. Aşkını izlemek, ona bakmanın bile kendini hayatta tutmaya yettiğini bilerek kaldı olduğu yerde. İçindeki o son kor parçasını havalandırıyordu kanatlarıyla belki, belki de o son hüzün parçasını tekrar yaşamaya çalışıyordu. İnsan bedenindeki yaşadığı o son duyguyu içinde yaşamaya çalışıyordu aslında.
İçindeki düşünceleri o kadar yoğundu ki, yaşamadığı şeyleri de yaşar gibi oluyor, belki de insan bedenindeki yaşadığı acıları tekrar tekrar yaşamaya çalışıyordu.
“ Kırık bir cam parçasına bakarken de kesiliyorum..." cümlesini okumuştu biryerde. Kırık bir cam parçasına bakarken de kanıyordu içindeki tüm eski yara izleri, düşünceleri. Bundan olmalıydı ki, uçmayı bile unutmuş, unutmasa bile uçmamayı yeğlemişti.
Sevdası, aşkı, prensesi bir perde arkasında bir görünüp bir kayboluyordu ara ara. Yetiyordu baykuşa bu belki ama kendi kurduğu hayalleri, kendi cümlelerini koyacak bir yer de bulamıyordu. Sevdasında gördüğü hüznün kaynağı değildi ama insan bedeninde onu son gören oydu. Ondan sonrasında kaybolmuştu baykuş ama hiçbiryere girmemişti de.
İşte orada bulanıklaşıyordu su. Hayal, gerçek, duygu, his herşey birbirine karışıyor, geceleri sessizce bekleyen baykuşun bedeni bu karmaşada darmadağın oluyordu. Kanatlarında yaratılıştan gelen sessizlikten olsa gerek ne düşünceleri, ne de hisleri duyuluyordu. Ve zaman herşeyi soğutuyordu. Yine herzaman olduğu gibi.
İçerideki o yalnızlığın soğuğu ile sönmeye yüz tutan son kor parçasını beslemek için olur olmaz acılara bile başvuruluyordu sonunda. Ya o ateş beslenecekti ya da baykuş bir daha hiç görünmeyecekti.
Bir gün baykuş, gün ağardığı vakit bir ses duyar gibi olmuştu veya göründüğünü sanmıştı da çırpmıştı kanatlarını, duyulsun diye belki, belki de konuşmuştu kendince. Prensesi sana değildi sözlerim diyerek uzaklaşmıştı, kala kalmıştı baykuş öylece. Yine olduğu yerde.
Esaslı sözleri olan prenses farkındaydı belki baykuşun ama onun hikayesini çoktan unutmuştu. Etrafına ördüğü duvar ile öyle meşgul, etrafındaki insanlarla öyle ilgiliydi ki, baykuşun varlığı ona eski bir dosttan başka birşey çağrıştırmıyordu belki.
O yüzden olsa gerek, haklı olarak o kurduğu duvarları yıkmaya çalışıyor, bazen kendi sevdasının peşinde koşuyor, koşuyor ancak duvarların ağırlığından olsa gerek bir kenara yığılıp kalıyordu.
Baykuş öylece izledi herşeyi, her olup biteni olduğu gibi. Ne birşey ekledi, ne birşey çıkardı. Yalnız başına geldiği dünyadan yine yalnız başına yorumladı. Kimse görmedi sonra onu.
Kimileri uçtuğunu gördüğünü söylese de geceleri, bir yol bulduğunu, uçmayı bıraktığını, insan bedenine saklanıp sendeleyerek yürüdüğü bile söylendi.
Kimileri yaralarından tanırken onu, kimileri içindeki kelimeleri bir kenara bırakırken farkına vardı.
Kimileri bir çakıltaşı ile konuşurken, onu öpüp saklarken cebine, kimi de bir sokak lambasının altında sigarasını yudumlarken gördü.
Bir cümlenin içine saklandı bazen, bazen de bir çift hüzünlü göze.
Ama kimse kim olduğunu bilmedi.
Bazen kendi bile unuttu.
Bazen de o ağaca dönüp bekledi.
Bir masal oldu dolandı dillere.
Yalnızlar bildi onu, bilgeler anladı.
Ve sustu içimdeki yalnızlığımda. Mırıldandı bişeyler de bana söylemedi.
Bir şiir gibi geldi bana ya da bir şarkı.
Sözleri değil de melodisi kaldı aklımda.
Çaldım gecenin en karanlık yerine doğru,
Çalamadığım bir garip ıslıkla.
21 notes · View notes
cebrailozsan · 2 years
Text
Sahildeki Bank
İnsana aslında çok şey düşündürür bir bank. Hele ki bankın konumu da güzelse, insan hangi hayalâleminde olduğunu bile karıştırır bazen. Denizin hemen kenarında olmasa da dalgaların sesinin hissedilebildiği, renginin ton ton seçilebildiği ve biraz ağaç gölgesinde kalmış bir banksa hele bu insanın en büyük dostu dahi olabilir bir anda.
En güzel mısraların dilden dökülebileceği, kalpten sayfalara akacak en anlamlı ve hisli cümlelerin bir araya getirileceği eşsiz anların arka fonu olur adeta bu manzara. İnsanı daha da derin düşüncelere sevk eder. Sevenin sevgisini, özleyenin özlemini, düşünenin düşüncesini, huzur arayanın huzurunu genişletir. Bir şeyler karalamak isteyene kalemini aratır. Hislerin azalmadan, eksilmeden, kaybolmadan iki satır arasına nakledilmesini kolaylaştırır. Bir bakmışsınız mısralar, satırlar derken içinizdekiler sayfaları aşmış adeta kıyıya vuran masmavi dalgalar gibi kâğıtlara dalgalanıyor, ulaşacak bir kıyı arıyor…
Hele bir de güneş ufka yaklaşmışsa bu manzarada hayal penceresi bir miktar daha genişler. Ya mutluluğa ya hüzne belki de özleme… Ama ne yöne olursa olsun insanın kalbinden genişler. Güneşin batışıyla daha da neşelenir mısralar, sayfalar. Belki hüzünlü, belki hasret kokan kelimeler düşüyordur kalemin ucundan kâğıdın üzerine ama bu güzelliklerle buluştuğu için neşelidir o anlar. Sevginin eşsiz tarifi yapılır mısralara adeta eşsiz olan bu sade bankın manzarasıyla.
Biraz da gözlerini kapatıp düşünmek ister insan bu manzarada. Gözlerini kapatıp, denizden gelen hafif esintinin yüzünü ve saçlarını okşamasını bekler. Sevgilinin narin dokunuşlarını hisseder ten her esişte. Dalgaların kıyıya vuruşunda yârin sesini duyar kulaklar. Aynı anda zihin hepsini harmanlar ve en güzel anları bir film sahnesi gibi sergiler hayal dünyasında. Sahneyi başa sarar tekrar izlersin. Sonra bir kez daha ve bir kez daha. Bu defalarca tekrarlanır. Çünkü bıkmazsın, yaşamanın tadını hayaliyle tatmışsındır o anda. Bırakmak istemez, kopamazsın o dünyadan.
Böyle geçer vakit. Sadece bir tahta parçası gibi görünen o bank adeta senin dünyan olur. İçinden çıkmak istemediğin evin, hayallerine baktığın kocaman bir penceren olur. Aynı hisleri yaşamak için tekrar tekrar uğrarsın. Durmadan ararsın yine aynı heyecanı. Çünkü en uzaktakini bile yakınına getirir. Dilinden dökemediklerini senin yerine söyler. Sevdiklerini seninle beraber sever ve en önemlisi seni senden eder.
Bank deyip geçme, deniz işte diyerek bakma. Gör görmen gerekenleri, hisset hissetmek istediklerini. Yaz gönlünden geçenleri, söyle yutkunmadan her istediğini. En azından o bankdinler, okur. En azından o manzara eşlik eder bıkmadan, usanmadan, başkaları gibi yapmadan…
0 notes
Tumblr media Tumblr media
sevgili günlük,
bugün bir defterimin arasında buldum şu sayfayı. makalemi okuyup sunmak üzere hazırlanmam gerekirken kendimi eski notlar arasında dolaşırken kaybettim. 27/09/2020. Eylül geçtiğimiz yılda da benim için hüzünlü bir ay imiş. fakat insan o zaman ki hüznüne özenir mi? özenebilirmiş. hüzün müymüş be o diyebilirmiş.
bugün Cesur'u aradım, o kadar çok ihtiyacım varmış ki ona uzun uzun anlatmaya. aslında temel taşlarımı Cesur'a anlatabilmem tam 4 yılın sonunda gerçekleşti. ondan önce kimseye anlatabileceğimi düşünmemiştim, sonrasında da kimseye anlatmadım. bugün hafif uykulu sesiyle dinledi, ne eksik ne fazla, sonra o anlattı, ne eksik ne fazla. daha da konuşmak istiyordum kendisiyle fakat işler izin vermedi.
sevgili günlük, bugün içimden dualar ettim. "Allah'ım eğer haddi aşmak olacaksa, eğer yanlış konuşacaksam sen durdur." fakat hep böyleydi sevgili günlük, aklım erdiğinden beri ben ailemi korumak için hep tek başıma konuşabileceğim anları beklerdim. annemler yokken konuştum, hak etmedik dedim. bu kolay bir cümle değil sevgili günlük, üstümde haklar üstüne söz söyleyebileceğim bir had taşıyor muydum? hep çok düşündüm, bu hak meselesini kendi penceremden mi inceledim sadece, çok düşündüm. kalbimdeki insanları önceledim mi çok düşündüm. aklıma gelen her yolu düşündüm sevgili günlük. yine de dedim ki "Allah'ım haksızsam sustur, razı olacağın bir iş değilse sustur." sevgili günlük, bana Allah'ın rızasını gözetmemi öğretmeyen bu insanların kalbini bazen yıllarca kendi şerrimden Allah'ın rızası için korudum. sonra kalabalık bir masada tekrar çapraz oturduk. ve düşündüm yine haddime değilken, bu insanlar için neden bu kadar uğraşmamızı istiyorsun Rabbim? neden bu insanlar kalbimizi bu kadar kırarken onlarla sadece kandan ibaret bağlarımızı kesmek kötü bir şey? sevgili günlük ben neden bu insanlara nasıl akraba olunması gerektiğini öğretmeliyim, onların bana çoktan doğrusunu göstermiş olması gerekirken?
sevgili günlük, benim yerim hep kavganın göbeğiymiş.
sevgili günlük, biri demiş ki "Belki de kendini herkesten üstün görüyordur." bu cümleyi duyar duymaz insanların birbirlerini anlamaya ne denli uzak olduğunu bir kez daha anımsadım. çünkü uyumsuzum, eksiğim, kusurluyum biliyorum ve biliyorum doğru yaptığım tek bir şey varsa bunların normal olduğuna inanmak ve o içini bir türlü doldurmayı başaramadığım küçüklüğüme karşı merhamet duymaya çalışmak. üzgünüm, kendinizi kendinize merhamet duyacak kadar sevemiyorsanız sadece üzgünüm.
sevgili günlük, köyün en becerikli amcasını dinledim, onu dinlememden çok hoşlandığını biliyor ve onu dinlemeyi seviyorum. yine de bu zamana kadar ona çok dert anlattığım olmamıştır. dedi ki "Biz artık bir aileyiz, bunu biliyorsun değil mi?" sonra usulca yaklaştı ve ekledi "Evde çorba var, yemek var, çibörek var, peşlokum var. Haydi gidelim." ya dedim bu kadar zor olamaz, insanların birbirine şu gözle bakması, şu eli uzatması bu kadar zor olmamalı.
sevgili günlük, aslında ne arıyor olduğumu durup etrafımdaki insanlara baktığımda anladım. hayatıma bile isteye dahil etmiş olduğum iyi ki de Allah'ın bunu nasip ettiği tüm dostlarımın, yakınlarımın kalbinde ne gördüğümü bir daha hatırladım. fazlasını istemeye korkuyorum. çünkü sevgili günlük, her şey çok güzeldi ve biz çok mutluyduk. sonra bazı sıkıntıları bertaraf edelim, daha mutlu olalım istedik. daha çok sıkıntıya düştük.
sevgili günlük, mutluluğun dahası olamaz. mutlusundur ya da değilsindir ve bütün mesele bu.
13 notes · View notes
vashak · 3 years
Text
Max Lobo’nun Anıları
“Max Lobo’nun Anıları”yla ilgili diğer hayranların yazdıklarından öğrendiğim kadarını daha önce derlemiştim. Banana Fish’in mangası bittikten birkaç yıl sonra çıkan bu 4 kitaplık seri Akira Endou imzasını taşıyor. Yani bu kitapların yazarı Banana Fish’in yazarı değil. Bunu tekrar belirtmiş olayım. Dolayısıyla bu kitapların içeriğini canon (esas hikayenin bir parçası) kabul edip etmemek size kalmış.
Bu kitaplardan birinde Max’ın yıllar önce ölmüş olan Ash’e yazdığı bir mektup var anladığım kadarıyla. Twitter’dan @enta_jinnai ve @nakimooshi, sağ olsunlar bu mektubu İngilizce’ye çevirmişler. Ben de istek üzerine Türkçe’ye çevirdim.
Açıkçası bu yaptığım çeviriden pek memnun değilim. Çevirinin çevirisi olduğu için zaten biraz güvensizce çevirdim. Japonca metnin görüp çevirimi kontrol etmeyi çok isterdim. İlerde elime geçerse bunu yapıp gerekirse bu çeviriyi güncelleyeceğim. Ama gördüğüm kadarıyla daha önceden postaladığım özetteki ana fikirlerle çelişen bir şey yok.
Buyrun…
Ash, huzur içinde bu dünyadan göçüp gittin. Kimse fark etmeden aramızdan ayrıldın. Şimdi Boston dolaylarında bir mezarlıkta annenin yanı başında yatıyorsun. Griffin, Banana Fish’in etkisiyle o hale¹ geldikten sonra onu bulup geri getiren sen olduğun için annenle ilgili meseleyi muhtemelen biliyordun².
Annen seni doğurduğunda hem zihnen hem de bedenen çok yıpranmıştı. Uyuşturucu, cinsel özgürlük hareketi ve topluluk halinde göçebe bir hayat sürmek onu tüketmişti. En sonunda annenin Boston’da yaşayan anne babası onu yanlarına aldılar³, ancak bundan kısa bir süre sonra annen hayata veda etti. Öldüğünde daha reşit bile değilmiş. O zamanlar onun gibi çok insan vardı⁴, diyecek olursan… Ne diyeyim, haklı olursun.
Bence bu kadar uzun süre insanlık dışı koşullarda yaşayabilmen adeta vahşi bir hayvanın doğasına sahip olman sayesinde mümkün oldu. Ama sen vahşi bir hayvandan ibaretsin, demek istemiyorum. Gözlerimin önünde endamının vahşi bir güzelliğin vücut bulmuş halinden nasıl korkutucu bir hale büründüğünü hatırlıyorum.
Aslına bakarsan etrafındaki herkesin seninle ilgili düşünceleri birbirinin aynı hale geldi. Hepimizin ayrı ayrı güçlü kişilikleri olmasına rağmen sizlerin gözünde Ibe, Charlie ve ben birer “moruk”tuk⁵. Sen aramızdan ayrılalı on yıldan fazla olmasına rağmen benim gördüğüm kadarıyla arkadaş çevrenin sana duyduğu güven ve takdir duygusu yayılmaya devam etti. Oğlum Michael da bu yeni nesle dahil oldu. Onunla görüştüğümde sahip olduğu yeteneklerin kendini göstermeye başladığını, onun da bu yeteneklerini yaratıcılıkla kullandığını görüyorum.
Sing Soo-Ling’e seninle ilgili anıların tümünü bir yerde toplamak istediğimden bahsetmiştim. Bunun üzerine bu fikri destekleyen birçok mesaj aldım. İnsanlar bana yanlarında olmadığım bu süre zarfında olanları anlatmaya başladı. Bu anı defterini onlar sayesinde tamamlayabildim. Kalem tutmayalı uzun zaman olmuştu.
Arkadaşların senin izinden giderek kütüphaneyi kullanmaya başladılar. Bilgisayar kullanmayı da zaten senden öğrenmişlerdi. Böylece şu an hepsi bu çağın bayrak taşıyanları oldular. Cain büyük emek sarf edip avukat oldu. O bücür Sing şu an 1.90 boyunda bir dev. Bir yandan üniversiteye devam ediyor, diğer yandan da Chinatown’da kendi işi var; bir ticaret şirketi işletiyor. Yut-Lung, Hong Kong’da birçok şirketin başında ve işleri giderek büyüyor. Onun bilmece gibi karakteriyle ilgili anlamadığım çok şey var ama ilginç bir kişilik olsa gerek.
Eiji… Onun o çocuksu hali tamamen kayboldu. Hüzünle doldu taştı, adeta inzivaya çekilmişçesine durgun ve sessiz bir insan olup çıktı. İki yıl hiç antrenman yapmadığı için sırıkla atlamaya tekrar başlayamadı. Ama sonra greencard aldı ve şimdi New York’ta yaşıyor. Şu an çok saygın bir fotoğrafçı. Bu kitaptaki fotoğrafların hepsi onun. “Eiji Okumura” imzasını taşıyan fotoğrafların hüzünlü, nostaljik ve kendine has bir duygu barındırdığı söylenir. Ama ben o duygunun ne olduğunu biliyorum. O duygunun kaynağında sen varsın, Ash. Eiji hala senin bir gün çıkagelmeni bekliyor. Gözleri sonsuza dek seni arıyor olacak.
Ekipten bazıları sivil toplumda çalışıyor, bazıları dünyanın dört bir yanında bağlantılarını güçlendiriyor, bazıları ise uzay araştırmaları yapıyor. Çoğu hala yakın arkadaş. Hatta adeta bir aile gibiler. Gelecekte ne yapacaklarını görmeyi iple çekiyorum ve hepsinin uzun bir hayat yaşamasını diliyorum⁶. Onlar için hayatın merkezinde hala Ash Lynx var. Hala sen varsın.
Ha, beni mi soruyorsun?
Oğlum Michael’dan ayrı kaldığım zamanı telafi etmek için zamanımı onu yetiştirmeye adadım. Jessica’nın çalıştığı zamanlarda da onun yerine Michael’a ben baktım. Okul Aile Birliği başkanı bile oldum. Şimdi Michael liseye gidiyor. Artık benimle takılmaktansa Eiji’nin sergi hazırlıklarında görev almak daha çok ilgisini çekiyor. Onun için ben de yeni bir şeylere başlamayı düşünüyorum. Aslında bir süredir çevremdeki insanlar yaptığım gönüllü işlerden dolayı bir sonraki seçimlerde belediye başkan adayı olmamı söylüyor. Sanki siyasetçilerden nefret etmezmişim gibi! Ama sorunları olan bir toplumun üyesiysen, çözebileceğin sorunları görmezden gelemezsin. Toplumun sana ihtiyacı varsa, senin de gereğini yapman gerekmez mi? Sence?
Neyse, tekrar genç olamayacak bir “moruk” olarak herkesin senin benliğini yaşattığını izlemeye devam etmek istiyorum. Sen hep bana yaşlı bir adammışım gibi davranırdın. Onun için baba oğul gibi olmamız kaçınılmazdı herhalde. Halbuki ben daha gençtim. Dışardan bu kadar ukala bir oğlumun olması zoruma gidiyormuş gibi yapsam da aslında içten içe hoşuma gidiyordu ve seninle gurur duyuyordum.
Doğru duydun. Hep seninle övünmek istedim.
Notlar:
¹ “Sakat” demek istemedim. “Engelli” de kulağıma hoş geldi. Max, Griffin’in Banana Fish’in etkisiyle ne hale geldiğini gören ilk kişi neticede.
² Burada ne kastediliyor, asla anlamış değilim. Annen de madde kullanımının etkisiyle en az Griffin kadar kötü durumdaydı mı demek istiyor acaba?
³ Kendi çocukları olduğu için velayeti zaten onlardadır diye varsaydım. Burada “custody” daha mecazi anlamda kullanılmış sanki. Kol kanat germek gibi.
⁴ Banana Fish’in mangası 1985-87 yılları arasında geçiyor. 1985 yılında 17 yaşında olan Ash, 12 Ağustos 1968 doğumlu. Yani burada bahsedilen “o zamanlar” hippi hareketinin yaygın olduğu yıllar.
⁵ “Old man” için Japonca’da “ossan” dendiğini düşünüyorum. Türkçe’de günlük hayatta ‘moruk’ kelimesini kullanan var mı? Sadece tercümelerde kullanıldığını düşündüğüm bir kelime bu.
⁶ Max burada henüz kendinden bahsetmeye başlamadı. Japonca’da özneler birbirine karışabiliyor, onun burada Max’ın hala Ash’in çetesindekileri kastettiğini düşünüyorum ama emin değilim tabii. Bu şekilde çevirmek bana daha mantıklı geldi sadece.
19 notes · View notes
maidurak · 3 years
Text
Deniz Feneri
Fenerin cılız ışığına bakan mürettebatın kardeşleri umutlarını kaybediyordu. Her an ışığın izini kaybedeceklerine olan kaygıları suratlarına sinmişti. Fırtınanın yoğun şiddeti atılan ağın kontrolünü kaybetmelerine neden oluyordu. Kaptan şef sakindi. Çok fazla fırtınalı deniz görmüş gibi bir havası vardı. Gözü pür dikkat fenerin ışına bakıyordu. Mürettebatın ağ ile olan mücadelesine aldırmıyor, ne de olsa başaracaklarını biliyordu. O fenere inanıyordu. Işığı ne kadar cılız olursa olsun bir kez yandı mı karanlıkları delip geçerdi. Boğun eğmezdi.
‘Direnin kardeşlerim.’ diye bağırdı halatın ucunu kavrayan bir mürettebat. Dağınık kardeşlerini hizaya sokmaya çalışırken yeni üyelerin kaygılı suratlarına tebessümle karşılık verdi.
‘İçinizde yeni olanlar var. Toyluğunuzu bugün burada bırakacak fırsata sahipsiniz. Fırtınalı denizler sizlere tecrübe verir. Eğer ona direnecek cesaretiniz varsa!’
Sözleri ıslık gibi rüzgarın içinde çalmıştı. Kardeşler var güçleriyle ağa asıldı. Onu derin sulardan yukarı çekmeye çalışıyorlardı. Yeni olanların kol kasları acıyordu ama buna rağmen çekiyorlardı ağı. Geminin orta yerindeki deliğin etrafına dizilmiş 10 kadar kardeş fırtınanın kuvvetine direniyordu.
‘Buraya gelene kadar ne badireler atlattınız. Bu sizi yıldırmasın!’ diye bağırdı kardeşlerine.
Sözleri onlara cesaret veriyordu. Umutlarını tazeliyor, soğuk yağan yağmurda kalplerine ateş oluyordu. Kardeşler çekti, çekti, durmadan yorgunluk nedir bilmeden çektiler ağı. Ne geleceğini bilmeden, sadece inanıyorlardı. Fenerin ışığının sönmeyeceğine inanıyorlardı.
Ucu göründüğünde neşe yayıldı mürettebata. Şef kaptan gür sesiyle bağırdı.
‘Fenere yaklaşıyoruz. Çekin evlatlarım, çekin!’
Mürettebat son bir gayretle ağı sonunda geminin içine çekmeyi başardılar. İçerisinde ne tür bir gizem taşıdığını bilemiyorlardı. Şef kaptan gözünü göğe çevirdi. Fırtına sonunda dinmişti. Sakin sularda yollarından emin parlayan fenere yol alıyorlardı. Ağın içindeki saklı gizem onlar için sadece sabırla beklemeyi gerektiriyordu. Limana vardıklarında onları şifacı bir grup karşıladı. Gemi demir attığında içeri ilk giren bu gruptan bir kadın oldu.
‘Ağa bugün ne takıldı?’
Sessiz beklentiyi kaptan şef bozdu. Yerinden o ana kadar hareket etmeyen adam, ağa dolanmış yosunla kaplı büyük yığının içinde kıpırdanan şeyi kurtarmaya koyuldu.
‘Yardım et bana evlat.’ dedi mürettebatına. Çocuk sorgusuz şefine yardıma koyuldu. Çok geçmeden ağdan kurtardıkları yosun kaplı şeyin bir insan olduğunu gördüler.
‘İnsanmış!’ diye bağırdı kıyıya şifacı. Şaşkın bakışlarla neler olup bittiğini anlamaya çalışan çıplak adamı bir battaniye ile sarıp sarmalayan mürettebat şifacının onu kıyıya çıkarmasına yardım etti. Limanın tahta iskelesinde yürürken ayaklarının altındaki ışıl ışıl parlayan denizi gören adamın gözlerinin içi parladı. Kafasını kaldırdığında gördüğü devasa fenerin ışığının yansıması tüm denizi kaplıyordu.
‘Ben cennette miyim?’ diye sordu yanındaki kadına.
‘Kendi yarattığın bir cennettesin!’ diye karşılık verdi kadın ona.
Sessiz bir şekilde yürüdüler iskele boyunca. Sonunda fenerin yanındaki eve giden yola çıktıklarında kadının yanında ona eşlik eden mürettebat selam vererek gemiye geri döndü. Kadın minnettar bir ifadeyle kaptana baktı. Adam asaletinden hiçbir şey kaybetmemiş duruşuyla başıyla selam verdi. Şifacılar deniz feneri evine yollanırken gemi yeni serüvenler için sulara açıldı.
Kapıyı açan yaşlı kadın tatlı bir tebessümle şifacıları ve şok içindeki insanı içeri aldı. Adam ne olduğunu hala anlayamıyordu. Yeni doğmuş bir bebek gibi çırılçıplak bir halde deniz feneri evinde tanımadığı insanların samimiyetine sadece sessizce karşılık veriyordu.
Sıcak şöminenin önüne oturttular onu. Eline tutuşturdukları ahşap bardağın içinde sıcak çikolatanın kokusu burnunu ısıtmaya yetmişti hemencecik. Tadını hissetmek için bir yudum aldı. O anda tüm üşümesi bitivermişti.
‘Ben neredeyim?’ diye sordu.
‘En son ne hatırlıyorsun?’ diye bir soru geldi. Soruyu kimin sorduğunu anlayamamıştı adam.  Öylece yüzüne gülen insanlara baktı, sadece tebessüm edebildi.
‘Ben… şey… hatırlamıyorum.’
Gerçektende hatırlamak çok zordu onun için. Sanki bildiği beyni artık yerini başka bir beyne bırakmıştı ve o henüz bu beyni kullanmayı bilmiyordu. Nasıl düşüneceğini, nasıl hatırlayacağını bilmiyordu.
‘Kendini çok zorlama, sıcak çikolatanı iç. O sana hatırlaman için gerekli enerjiyi verecektir.’
Ses yaşlı kadından geliyordu ama kadın ağzını hiç oynatmıyordu. Bir yaşlı kadına göre genç bir sesti bu. Adam onun anne şevkatini içinde hissedebiliyordu. Bu çok güçlü bir duyguydu. Çikolatasını içmeye devam etti. Şömineden yayılan altın rengindeki alevlerin dansına takıldı gözleri. Sanki alevleri gerçekten dans ediyorlardı. Sadece odayı aydınlatan ışık buydu ama buna rağmen oda çok aydınlıktı. O sırada başka bir odanın kapısı açıldı. Elinde birkaç parça kıyafet ile şifacı kadın belirdi.
‘Bunlar senin artık!’ dedi.
Bitirdiği sıcak çikolatasının bardağını yaşlı kadına veren insan, şifacı kadındaki elbiseleri alarak giyinmeye başladı. Çok garipti ki utanmıyordu. Bu insanların yanında çıplaklığı onu endişelendirmiyordu. Aileden öte bir bağları vardı, bundan çok emindi ama hatırlamıyordu.
‘Endişelenme.’ dedi yaşlı kadın.  ‘Hatırlamak zaman alır ama sonunda herkes hatırlar.’
Kıyafetlerini giydikten sonra şöminenin karşısına oturdu yine. Alevlerin dansını izlemeye koyuldu. Odağını odaya yayılan altın sarısı renge kaydırdı. Hatırla, dedi kendine içinden… Hatırla… Tek gördüğü alevlerdi sadece. Biraz zorlanıyordu. Ancak bir türlü gelmiyordu istediği kayıtlar belleğinden.
‘Kendini zorlama, sadece sal kendini ve bırak alevler sana göstersin.’ dedi yaşlı kadın.
O da öyle yaptı. Kendini alevlerin büyüsüne bıraktı. Dansa kaptırdı. Altın ışığın içindeki o sıcak dansa kapıldı. Dans oldu. İşte o an görüntüler belirdi.
‘Ogry!’ dedi şaşkınlıkla. ‘O iyi mi?’
‘Mürettebat onu arıyor.’ dedi şifacıların arasında o ana kadar suskun duran adam.
‘Sadece ikiniz mi kurtuldunuz?’ diye sordu yaşlı kadın.
‘Ohario başaramadı. Oktavius’un kederi onun zinciri oldu.’ dedi. ‘Sadece Ogry ve ben…’
‘Ogry ile en son nerede ayrıldınız?’ diye sordu yine aynı adam.
‘O benim enerjimi yeniden bütün hale getirebilmem için bekliyordu. Benden önce o varabilirdi ancak fedakarlıkta bulundu. Karanlık bizi sınıra kadar bırakmadı. Sınırdan geçtiğimizde onun sesini duydum.
‘İyi olacaksın Yukio.’ dedi bana. Sonra bilincimi kaybettim.’ dedi insan.
‘Sınırı geçtiyse çok uzakta olamaz. Şefe haber veriyorum.’ dedi adam ve odayı terk etti.
Yukio alevlere bakıyordu hala. Gördüğü Ogry’nin yüzüydü. Onun başarmış olmasını her şeyden çok istiyordu. Ohario zaten başaramamıştı. Kuzeninin hüzünlü kayboluşunun içinde o da kendisini kaybetmişti. Farklı şeyler seçmiş olmalarını diliyordu ancak olan olmuştu. Seçilen seçilmiş ve hikaye bitmişti.
‘Ohario için üzülme, artık kendine odaklan Yukio. Sen elinden geleni yaptın. ‘ dedi şifacı kadın.
‘Gerçekten yaptım mı? Elimden gelen en iyi şey kendi enerjimi koruyabilmek için bir cep evren yaratmaktı. O şehirdeki alevler içindeki insan çocuğuna kişileşen enerjimin peşinden gelen karanlık o evreni de içine aldı. Az kalsın alevi sönüyordu. Onunla yeniden birleşmem çok uzun sürdü. Eğer daha önceden bunu yapsaydım belki de Ogry şuan burada olacaktı. Belki Ohario bile…’
İçinde üzüntü vardı Yukio’nun. Yaşanan anılar geldikçe üzüntüsü daha da artıyordu. Şifacı kadın yanına geldi. Kadının enerjisi ona hayat veriyordu. Coşkuyu hissedebiliyordu Yukio. Ona sarılmak istedi ancak bunu yapmadı. Kadın bunu hisseder hissetmez Yukio’ya sarıldı.
‘İçinden ağlamak geliyorsa ağla, bu seni rahatlatır.’ dedi. Yukio bu şevkat dolu kolların arasında saldı kendisini. Göz yaşları nehir olup aktı taş zeminin üzerine.
3 notes · View notes
Text
Tumblr media
⭐⭐⭐⭐⭐
Allah, gözlerin kötü niyetli bakışını ve kalplerin sakladıklarını bilir."
🌺 Mü'min /19.
Câhiliye insanı taş kesilmiş putlardan sonra, kalplerinde sakladıklarını bilen bir Rab ile karşılaştıklarında ne hissetmişlerdir? Onlar putun önünde ikramını sunar, dua eder, arkasını döner ve her türlü kötülüğe devam ederdi. İlâh edindiği put ile bu kadar sınırlı bir birlikteliği vardı.
Peki, ahir zaman insanının "Allah" algısının taş kesilmiş putlardan farkı kaldı mı?
Soralım, gözdeki kötü bakışı, kalpte saklananı bilen bir Rabbe iman etmiş gibi mi davranıyoruz? .Yada her daim Allah'ın murakabesin de olan kalbimize kefil miyiz?.
Bu sorunun cevabını hayatımıza bakarak analiz ederken,boyumuzun ölçüsünü Kuran'a arz ederek alabiliriz...
Yusuf Has Hacib'in de dediği gibi: “İnsan, kalbini eline alıp utanmadan dolaşabilmelidir.” Gözlerin göremediği eksiklerimizle savaşalım, bi kendimize bakalım, bi içimize dönelim. Demirden zırh da giysek içimizde ki zayıflık hep sırıtacak.Kalbi zayıf olanlardır; görüntüsüyle, kıyafetiyle yahut sahip olduğu eşyalarla öne çıkmak isteyenler.. Biz mağarada sukûnet bulan, dâimâ kalbi işaret eden bir Zata(Aleyhisselam) biat ettik. Yoruldun ve başını yaslayacak bir yer mi arıyor gözlerin?
O vakit kalbine dön.
Hiraya dön.
Kalbine yansısın hakikatlerin nuru. Ve silsin, bunca inandığın gölgelerin,
doğru sandığın yalanların ve kalabalıkların kirini pasını.
Evvela kalbine,
ba'dehû kalbinle Rabbine..🥀
.
kalbimin satırlarına hüzünlü harflerle not düştüğüm duamı da bırakayım gecenize. "Sen, imanını hakkıyla gösteremeyen ham yüreklerin de Rabbisin. Kalbimize dokun.
İmanımızı her halimizle ispat edebilelim. Yalancı çıkmasın kalbimiz, meleklerin çektiği fotoğraflarda.
Huzurlu geceler....🌺
________________°🌺💞🌸°_________________
🎀
11 notes · View notes
modestane · 4 years
Text
Kanadı kırık
Tumblr media
Derya Alabora’nın, dekorasyon dergilerinin pahalı tasarım objeleri için sık kullandığı tabirle ifade etmek gerekirse, zamansız ve hatta mekânsız bir oyunculuğu var. Enerjisini, karizmasını, ait olduğu dönemi ve ekolü oynadığı karakterin kalıbına bir şekilde sığdırıyor, taşanlar göze batmıyor. Hatta karakteri giydiğini iddia etmek bile saçma belki; daha ziyade o karaktere Derya Alaboralığın nasıl bir şey olduğunu yaşatıyor. Bunun ne kadar ters köşe, ne kadar tuhaf, ama ne kadar olağanüstü bir seyir yarattığını anlatamam. Bu yüzden Masumiyet’te Alabora’nın canlandırdığı pavyon şarkıcısı Uğur’a değil de, kenar mahalleden bir pavyon şarkıcısının Derya Alaboralık denemesine tanıklık ediyoruz adeta. Derya veya Uğur: Bu kadının Konya gibi yerde sütyensiz gezişindeki dik başlılığa, karşısındakinin aşk ilanına cevaben bacak arasını avuçlayarak “Al ulan!” diye cevap verişindeki erkeksi horozlanmaya, Haluk Bilginer’in Bekir’iyle aralarında süregiden Hacivat-Karagöz didişmelerindeki yüksek volümlü çıldırışlarına, cılız ampul ışığında aydınlanan paslı karyolaların üstünde ve karılarını bile beceremeyen adamların altında yaşadığı yıpratıcı hayata rağmen manikürlü, parlak kırmızı tırnaklarıyla sinyalini verdiği kendine özenine ve kendine güvenine hayran oluyor insan. 
Şunu baştan söylemeli: Uğur-Bekir ilişkisinin anlaşılmaz bir tutkudan doğmuş imkânsız bir aşk hikayesi olduğu iddiasına dair ciddi şüphelerim var. Bu tip teslimiyetlerin aşk diye nitelendirilmesini hep bir parça kolaycı bulmuşumdur. Kendiyle ne yapacağını bilemeyen bir adamın, iradesinden etkilendiği bir karakterin eteğine sığınmasına ne kadar aşk denebilir? 
Masumiyet’te Haluk Bilginer’in canlandırdığı ellilerindeki Bekir, hikayenin ilk chapter’ı sayılacak Kader’de tasvir edildiği kadarıyla güçlü bir babanın basiretsiz, akmayan-kokmayan, pısırık, genç oğlu. Askerliği arkada bırakmasına, kendine ait (babası tarafından hediye edilmiş) bir işi olmasına rağmen yaşıtlarının aksine, sıradaki aşamaya, evlenmeye, belki bu sayede kavuşacağı düzenli cinsel hayata veya tohumlarını saçma ihtiyacına, kucağına bir evlat almaya dair en ufak hevesi olmayan bir karakter. Tembellikten, uyuşukluktan ötürü dükkânında sattığı kanepelerde veya ofisinde uyuyakalacak, akşamları annesinin kurduğu sofralarda tek kelime etmeden usluca yemek yiyip sokaktan tıpkı bir çocuğu top oynamaya çağırır gibi ona seslenen arkadaşlarıyla kahveye okey oynamaya çıkacak ve bu gidişatı kırmak için parmak bile oynatmayacak kadar pasif bir kişilik. Kapısı açık da olsa kafesinden uçmaya korkan bir kuş. Derken Uğur bir gün dükkânına (ve hayatına) giriyor. Belki çocuğun çaresizliğini izleyip eğlenmek için, belki de sadece seyirciye ihtiyaç duyduğu için yarım ağız Bekir’le flört ettiği o ilk gün dükkânda bir zarf içinde bazı fotoğraflar unutuyor. Sonradan bu fotoğraflara yatak odasında gizlice bakan Bekir, içlerinde genç kadının onlarca güzel stüdyo pozu varken en yorgun ve makyajsızını seçip çalıyor. Bu pozu neden seçtiği, Bekir’in kişiliği bakımından önemli bir detay bence:  Fotoğrafta Uğur, sonradan şehir şehir peşinden gideceği, yanında oturan sevgilisi Zagor’a aşık, biraz da hüzünlü gözlerle bakıyor. Fotoğraftan Zagor’u yırtıp atan Bekir’in o andan sonra durağan hayatına az da olsa bir hareket, bir ivme geldiğini görüyoruz. Artık Bekir’in bir amacı var: Uğur’un baktığı Zagor’un yerinde olmak. Hoş, bu konuda bir gün Uğur gelip de fırsatın büyüğünü vermedikçe hiçbir şey yapmıyor Bekir. Zagor hapislere düşünce ve Uğur bizzat ayağına gelip para için metresi olmayı teklif edince Bekir işi gücü ve hatta ailesinin zoruyla yeni evlendiği karısını bırakıp Uğur’un (ve dolayısıyla, Zagor’un) peşinden gidiyor. Bunu bir aşk değil, karşılıklı bir çıkar ilişkisi olarak yorumlamak en doğrusu bence; çünkü başından sonuna yirmi küsür yıl boyu ikisi arasında bir defa bile teklif konusu olan metreslik ya da herhangi bir yakınlaşma gerçekleşmiyor. Ama zaten Bekir’in aradığı da bu değil; Bekir sadece yürüyecek bir yol, içine girecek başka bir kafes arıyor ve Uğur’un izinde yürümek VEYA Uğur’un serüvenine şahitlik/seyircilik ederek ikinci elden bir tutkuyu yaşamak üzere onun kafesine girmek de bir yol. Nihayetinde herkes lider doğmuyor ama yeterince istikrar gösterilirse en niteliksizimiz bile iyi bir team player olabilir.
Masumiyet’teki Bekir’in son günlerine dönmemiz gerekirse: 
Herhangi bir seçim yapacak kadar irade gösteremediği hayatına tutkusuyla yön vermiş, kendi hayalleri ve hedefleri olan bir kadının peşinden giden Bekir, salınacağını öğrenince hapishanede kalmak için dilekçe yazacak kadar gariban bir adam (Güven Kıraç’ın Yusuf’u) hayatlarına sessizce giriverdiğinde, ciddi ve karmaşık görevini güvenilir birine devretmenin huzuruyla intihar ediyor. Bu intiharın sebebi, belli ki karşılanmamış romantik ve cinsel ihtiyaçların ötesinde, sırayı savmanın verdiği rahatlıktan. Çünkü bu düzende üç kişi, kalabalık sayılıyor. Müebbet hapis yatan sevgiliisinin yokluğunda Uğur’a göz kulak olacak, kayıtsız şartsız güveneceği, bazen tutulmuş boynunu cinsel bir anlam yüklemeden ovacak, bazen sadece kalıbını kullanarak Uğur’un başına bir şeyler gelmesini engelleyecek tek bir kişiye ihtiyacı var ve bu rol için Yusuf, o feminen, sessiz, kimsesiz adam henüz aşınmamış ahlak anlayışıyla, baskı yapmadan yeterince sahiplenişi ve sınırsız şefkatiyle çok daha uygun. Bunu Uğur ve Bekir aynı anda fark etmiş olmalılar ki sözleşmiş gibi küçük sorumluluklar/sırlar verip güvenilirliğini test ederek onu halkaya katmaya hazırlanıyorlar. Bekir intihar ettikten sonra, Yusuf neredeyse ışık hızıyla Bekir’in kendini vurduğu odada, yatağına yerleşiyor ve gariban imajının ayrılmaz parçası olan hantal kazağını çıkarıp ağır abi tarzı boğazlı kazağın üstüne ceket çekerek daha erkeksi bir telden çalmaya başlıyor. Yusuf’un saygı sınırlarını aşmadan ilan ettiği aşkına (“Aşık oldum abla, görmüyor musun?”) karşılık Uğur ona haddini ve yerini bildirdikten sonra, kafesten uçmaya çalışsa da er geç yine Uğur’a ve kalın/hantal kazağına dönüyor. Çünkü Yusuf da yolda olmayı başka bir yere varmaya, sınırları bilindik kafesin verdiği güveni özgürlüğe tercih ediyor. 
Peki Uğur? 
Ürkek kuşları kafesinde ağırlayan, onları bir yandan yaralayıp diğer yandan iyileştiren, kendine bağımlı kıldıkça özgürleştiren Uğur, yola çıkma amacını, ne uğruna savaştığını çoktan unutmuş, bu garibanların ona hatırlattığı tozlu bir arzunun gölgesinde soluklanıp güç toplayan ve adamların yüzlerinde yansımasını gördüğü kadarıyla aşkı hatırlayıp yola devam edebilen bir meczuptur o artık. 
6 notes · View notes
yorgunb1radam · 4 years
Note
Peki o zaman kitaplar ne işe yarar?
Seni hayata hazırlar. Emniyet kemeri misali.. Aradaki fark şu: Ateşin acı veren bir şey olduğunu okuyabilirsin. Ama ateşin nasıl bir acı verdiğini ateşe dokunmadan bilemezsin. Bu yüzden o kadar kitapta aşkın acı veren, hüzünlü bir şey olduğu yazarken, çoğu insan aşkı arıyor genç yaşlarında ^^
1 note · View note
wozwaldllik · 6 years
Text
Aziz Nesin hüzünlü bir 10 Kasım gününde, içini kemiren soruların cevaplarını Mustafa Kemal Atatürk’te arıyor.
Fikirlerimi Ve Hislerimi Anlamanız Yeterli
-Atam seni göremiyorum artık, seni göremiyoruz… dedim.
-Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir. Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu kâfidir.
-Anlıyoruz Atam, ama anladıklarımızı söyleyemiyoruz.
-Bir şeyi vicdanen yaptığımıza, sözlerimizin iyi olduğuna kani isek onu olduğu gibi açık, vazıh, tereddüte ve müphemliğe yer vermeyecek şekilde söylemeliyiz.
  Öğretmenler Saygın ve Müreffeh Olmalı
-Sizin programınız neydi?
-Milletin önceliğine bakarak ulaşım ve eğitime ağırlık verdik. Demiryolları inşa ettik. Yurttaşlarımızın özgürleşebilmesi için okullar kurduk.
-Bugün halkımız öğrenmeye ve bilimsel eğitime pek ilgi duymuyor Atam.
-Çok ayıp. İnsan olanın cehaletten utanması lazımdır. Bu millet utanmak için yaratılmış bir millet değildir. Hataları tashih edeceğiz. Bu hataların tashih olunmasında bütün vatandaşların katılımını isterim.
-Okullarımızın hali pek iyi değil. Eğitim sistemi bir türlü oturtulamadı. Öğretmenler ise her türlü sıkıntı içinde bunalıyorlar.
-Okullarda öğretme vazifesi güvenilir ellere teslimi şarttır. Öğretmenlik hem bir meslek hem bir idealdir. Çocuklarımızın; bilgili ve saygıdeğer öğretmenler tarafından yetiştirilmesini temin için öğretmenlik diğer yüksek meslekler gibi ilerlemeye ve refah teminine müsait bir meslek haline konulmalıdır.
  Eğitimde Zengin-Fakir Ayrımı Olmamalı
-Eğitim sistemimiz nasıl olmalıdır?
-Eğitim siyasetinin temeli evvela mevcut cehli ortadan kaldırmaktır. Fakir halkın bilgiye ulaşma, iyi eğitim görme hususunda zengin kesimden bir farkı olmamalıdır.
Tumblr media
Tek İhtiyacımız Çalışkan Olmak
 -Atam, Türkiye’mizin çağdaş, ileri uluslar seviyesine yükselmesi için en çok neye muhtacız?
-Denilebilir ki, hiçbir şeye muhtaç değiliz. Yalnız bir tek şeye çok ihtiyacımız vardır; Çalışkan olmak!... En büyük, en mühim içtimai derdimiz maalesef tembellik illetidir. O halde ilk işimiz bu illeti esaslı surette tedavi etmektir. Milleti çalışkan yapmaktır. Servet ve onun tabii neticeleri olan refah ve mutluluk, yalnız ve ancak çalışanların hakkıdır…
98 notes · View notes
seymakeyfoglu · 5 years
Text
karmançormanolmuşgöğsüm
Son günlerde ben de eski bir plak gibi ne çok çevirdim kalbimi tersine. Dinledim. Tekrar tekrar eski ezgileri içimde dinledim. Okudum sonra. Döktüm eski defterlerimi. Çıkardım kadife mendillere sardığım kurutulmuş karanfilleri. Zırhlarıma baktım sonra. Ama parlatmadım bu defa. Hani bazen ister ya insan tüm çıplaklığıyla sermek yenilgilerini ortalığa, tüm hayal kırıklıklarını anlatmak, ağlamak günlerce. Hani bazen ellerini açmak istersin uzatırsın tutsun biri diye... ne acizlik ama, ne keder. 
Ve doğruymuş, ölmek bazen rezilce korkuluymuş, insan bir akşamüstü ansızın yorulurmuş. Bir akşamüstü ceplerindeki nefesler bitebilirmiş. 
Kimi zaman insan ne çok arıyor bir başka insan. Kaçtığın, zırhlandığın insanları umutsuzca yanında arıyor. Kapılarını camlarını açıyor. Bekliyor, bekliyor, bekliyor. Gelmeyince bu da yetmiyor, kapı kapı geziyor. Ve evet bu da doğruymuş; hangi kapıyı çalsa insan arkasında yalnızlığın hınzır uğultusunu duyarmış. 
Şairler, şairler... Hepsi bir olmuş sanki bana bilemişler kalemlerini. İnsan ruhuna batabilir mi hiç bir kalem? İnsan şiir bile saplayabilirmiş ruhuna. 
Geceler niçin böyle hüzünlü. En ince yerinde gecenin ben de kopuyorum üstünde beklediğim pamuktan iplikle birlikte. 
Bu eller, ayaklar, gözler ve kulaklar benim mi? Hiç sevilmemiş, hiç sevgi sözcüğü duymamışlar. Saçlarım düğüm düğüm olmuş, okşanmaya alışık değiller. 
Gecenin en ince yerindeyiz işte. Saat üç. Gecenin en ince ve en keskin yerindeyiz şimdi.
2 notes · View notes
osadecebiri · 7 years
Text
Keşke ve neden.
İnsanlara bakıyordum. Yürüyorlar, dolaşıyorlar, geziyorlar kısaca gelip gidiyorlardı. Merak ediyordum hayatları nasıl? Mutlu muydular? Hüzünlü mü? Kızgın mıydılar? Sevinçli mi? En çok merak ettiğimde ne kadar iyiydiler? Bir insan ne kadar iyi olabilir? Benim kadar mı iyiler, benden daha mı iyiler? Nasıllar? Kendimi başka bir insanda ararken korkmaya başlıyorum, onların yanında değişirim diye. Oysa ki değişim iyidir bazen. Kendimi anlatamamaktan çekiniyorum, onların beni anlamamasından endişe duyuyorum, beni sevebilirler mi? Ne kadar severler? Ne kadar hayatlarında tutabilirler? Öylece bakıyordum insanların yüzlerine. Ne kadar güzel illüzyon, ne kadar güzel maske. Beğendiğimiz insanın bedenine hayallerimizdeki kişiliği yüklüyorduk ve gerçek kişiliği ortaya çıktığında hayal kırıklığına uğrayıp buna 'aşk acısı' diyorduk. Aşk insanı aptallaştırıyor, fazladan sadakat ve değer göstermemize sebep oluyor. Fazladan inanmak, fazladan güvenmek ve fazladan sevmek bizi yoruyor. İnsanlar seviyorlar ve bazı insanlar o kadar seviyor ki sevgi değil sadece 'saygı' bekliyorlar. Saygı gösteremeyen ne kadar çok insan var. Ne kadar saygılı olabilir bir insan? Ne kadar anlayışlı davranabilir? İnsanlar neden sevmez? Neden anlamaz ve neden nefret eder? Neden o mükemmel yüzlerini çirkinleştirirler? Görselerdi, değiştirirler miydi o yüzlerini? Neden insanlar sadece farkında olamazlar? Zor olan ne? İmkansız mı? Bence değil.
İnsanlar mutluluğu arıyor sürekli, gündüz uyanmak istemezler ve gece de uyuyamazlar. Uyanmaya ve uyumaya mecbur kalırlar. İnsanlar birbirleriyle fazla konuşmazlar, yarım kalır bazı laflar. İnsanlar birbirlerinden çok şey beklerler. İstekleri yarım kalmış insanlar doludur dışarısı. İnsanlar değişirler, gelirler ve giderler. İnsanlar kaybolurlar kendilerinde ve bazen ise başkas��nda. Sadece bilemezler, daha fazla sevmelerinin gerektiğini, daha fazla dinlemenin önemini, daha fazla anlamanın saygı olduğunu. Keşke bilseler. Tesadüfen hayatına giren insanları bırakıp gitmeseler. Keşke sevseler, değişmeseler. Keşke insanlar küslüğün ve nefretin sadece yıktığını görebilseler. Keşke insanlar evetin hayırdan daha hayırlı olduğunu farkına varabilseler. Keşke inansalar biraz. Keşke insanlar biraz daha çabalasalar, iyi birisi olmak için. Keşke insanlar sorsalar 'Ben bu muyum?' diye. Keşke insanlar soğumasalar, hep sıcak kalsalar. Keşke insanlar kendilerini tanısalar. Keşke insanlar önce kendilerini affetseler. Belki de keşke dediklerimizdir 'mutluluk'.
Keşke dediklerimizdir bizi yoran, keşke olanlardır bizi yarım bırakan. Keşke dedirtenlerdir bizi onlardan ayıran. Keşke ve neden dediklerimizdir bizi hep arayışta bırakan...
17 Temmuz 2017
4 notes · View notes
iozgezici · 5 years
Text
Sevgili Gül - 10
Yıllar önce tanıdığım bir arkadaşımın ölüm haberi ulaştı az önce elime. Biliyor musun acımı sana yazarak azaltmaya çalışıyorum. Çok genç bir yaşında kaybettik onu, hem de çok genç... Daha yirmi sekiz yaşlarında hayat dolu bir insandı o...Gecenin bir vakti Anadolu kasabalarından birinde işimi tamamlamış, evime dönmek için, ana yolda otobüs bekliyordum. Kafam öylesine karışıktı ki; yanıma yaklaşan o genci fark etmemiştim bile. “Ateşiniz var mı?” diye sorduğunda fark ettim onu. Çakmağımı uzattım, teşekkür ederek aldı, yaktı sigarasını. Sonra gayet kibar, çakmağı bana uzattı. İşte o zaman gözlerim bileklerine takıldı, incecik bileklerindeki derin yara izlerine.. Bir an şaşırdım, belli ki bileklerini kesmişti, belli ki yaraları henüz tazeydi.. Bir müddet sessizce bekledik, konuşmadık. Hem konuşsam ne değişirdi ki, herkesin derdini kendime dert etme huyumdan vazgeçmeliydim. O gencin yaşamı onu ilgilendirirdi. Kim bilir neler yaşamıştı, ama yaşamından sorumlu olan kendisiydi ve benim onun adına birşeyler düşünmem ya da konuşmam garip düşerdi.Garip düşerdi düşmesine ama ben yine konuşmalıydım.. Hem böyle uzaklara buğulu buğulu bakan bir insan resmi, yaşam çerçevesinde biraz tuhaf duruyordu...Konuştum onunla sevgili gül; önce havadan sudan, sonra da kendimden, ne işle meşgul olduğumdan falan. Ama o bunlarla hiç ilgilenmedi. O susuyordu sevgili gül. Bakışları uzakta, kendisi hemen yanı başımda susup beni dinliyordu. Ben de otobüs biraz daha geç kalsın diye dua ediyordum. Merak etmiştim bu genç adamı, merakım yalnız o da değildi aslında. Ölümü arzulamış olan bu insan, ölümü arzulayan nice insandan biriydi ve bu saatte benimle aynı çizgi üzerinde duruyordu. Ölüm ve yaşam arasındaki o siyah beyaz fotoğrafta onun neler gördüğünü bilmek istiyordum sevgili gül.Kısa bir süre sonra ben de sustum sevgili gül. Ben de sustum ve hem genç adamın hem de gecenin sessizliğini dinlemeye koyuldum... Ben susunca, genç adam gecenin sessizliğine inat bir ıslık tutturdu kendine, hüzünlü bir ıslıktı bu.. Hüzünlü ve anlamlı. Sonra ağır adımlarla yanıma yaklaşıp, bir kilometre taşının üzerine oturdu. Bana usulca dönerek; “Bilmiyorum” dedi. “Bileğimdeki izleri gördünüz. Kim bilir aklınızdan neler geçiyordur. Ama umurumda bile değil aslında. Fakat sizi sevdim biliyor musunuz? Sizi neden sevdim bunu da bilmiyorum aslında... Oysa sevgiyi kaybedeli yıllar oldu. Evet yaşam kavgasında yenildiğimi düşündüm, evet yaşam çizgisini aşmayı düşündüm. Ama bu düşüncelerimden geriye yalnızca şu bileklerimde gördüğün izler kaldı.”Genç adamın konuşması beni umutlandırmıştı, fakat bana söyledikleri sanki konuyu bir an önce kapatmak içindi. Bir müddet daha sessiz kaldık genç adamla. Ardından genç adama dönerek; “Biliyor musun az önce söylediklerine inanmadım. Daha doğrusu o son söylediklerine. Çünkü gözlerindeki izler, bileklerindeki izler gibi gelip geçici değil. Çünkü bakışların buradan çok uzakta bir yerlerde.”Genç adam oturduğu yerden hızla ayağa fırladı. “Hayır, siz öyle olduğunu zannediyorsunuz. Hem ben bunları konuşmak istemiyorum.”Kendime güvendiğimi ifade eden bir ses tonuyla; “Siz bilirsiniz, ben sadece yaşamın bir ucundan tutmak, bütünü tamamlamak değildir diye düşünüyorum o kadar.” Sözlerimi henüz bitirmiştim ki; ileride ana yolun başında duyulan araba sesi ile oturduğum yerden kalktım, çantamı ve kitaplarımı kucağıma alıp; “İyi akşamlar delikanlı” dedim. “Sana yaşamında mutluluklar.”Ana yola doğru bir iki adım yaklaşmıştım ki, otobüs durdurmak için havaya kalkan elimi hızla indirip geri döndüm genç adamın yanına. Otobüs büyük bir hızla geçip gitti ana yoldan. Genç adam hayretle bana bakıyordu. “Biliyor musunuz!” dedi. “ Bu son otobüstü, artık bu gece şehre dönemezsin. Hem niye binmediniz o otobüse?”“Bilmiyorum. Neden otobüse binmediğimi ben de çok iyi bilmiyorum ama bir şeyi çok iyi biliyorum. Bu geçen yalnızca bir otobüstü, yarın tekrar buradan geçecek. Ama senin kaçıracağın ve ertesi gün binmek isteyeceğin bir yaşam otobüsün hiç kalmayacak. İşte bu yüzden ben sadece basit bir otobüsü kaçırdım ama senin yaşam otobüsünü kaçırmanı istemiyorum.”Genç adam benim söylediklerim karşısında oldukça şaşırmıştı. Boş boş baktı yüzüme. Sonra daha heyecanlı bir sesle; “ Kalacak bir yeriniz var mı?” diye sordu genç adam. Kalacak bir yerim yoktu ve üşümüştüm de...“Hayır arkadaşım, bu gece kalacak yerim yok, köye geri dönerim, belki orada kalacak bir yer ayarlayabilirim.”Genç adam; “İsterseniz benim evimde kalabilirsiniz, gerçi bizim virane küçüktür ama deniz manzaralıdır.” Genç adamın sözleri üzerine ikimizde hafiften güldük. O gece genç adam ilk kez gülümsüyordu. Hem de sıcacık gözlerle. Hemen kabul ettim genç adamın teklifini, birlikte onun evine gittik. Tek göz bir odaydı genç adamın evi, ev küçüktü ama özenle yerleştirilmişti. Odaya girer girmez ilk göze çarpan, yüzlerce kitabın itina ile sıralandığı bir kitaplıktı. Bir de köşedeki bilgisayar. Odaya girdikten sonra genç adam beni bir müddet yalnız bıraktı, tekrar içeriye geldiğinde elinde bir tepsi vardı. İçinde kuş sütü eksik olan bir yemek tepsisi. Oturup birlikte yedik yemeği. Bu genç adama şimdi kanım daha da kaynamıştı.Yemekten sonra oturup çaylarımızı yudumluyorduk ki, genç adamın pencerenin ardında, denize takılı gözlerini hissettim. “Adın ne?” diye sordum genç adama. “Cemil” dedi. “Bana burada şair Cemil derler. Aslında eskidendi o ya neyse, çoktandır şiir yazmıyorum. Peki ya sizin adınız nedir?” “Benim adım da Cemil” dedim. “Ne tesadüf!” dedi genç adam. “Biliyorum hâlâ beni merak ediyor musunuz?..” Evet der gibi salladım başımı.Cemil derin bir nefes aldıktan sonra sürdürdü konuşmasını: “Dedim ya adım Cemil, ailem bu kasabanın en köklü ailelerinden biriydi. Üniversiteyi bitirdikten sonra, ailemin yanına bu kasabaya döndüm. Kısa bir süre sonra da çok sevdiğim Eda'yla nişanlandım. Her şey çok güzeldi. Her akşam üzeri bu sahildeki eski iskeleye iner, birbirimize yazdığımız şiirleri okurduk Eda'yla. Ta ki o geceye kadar, ben o gün şehre inmiştim, geç kalınca da şehirde geçirdim geceyi.Ertesi gün kasabaya geri döndüğümde; sokakta, çarşıda kimi görsem benden hızla kaçıyordu, insanlar bakışlarını uzaklaştırıyorlardı benden. Gerçeği öğrenmem uzun sürmedi. Tüm ailemi ve nişanlımı bir yangında, evet bir yangında kaybetmiştim. Eda’nın bizde kaldığı o gece hepsi uykularında cayır cayır yanmıştı. Uzun bir süre inanmak istemedim, her gün sahile, o eski rıhtıma inip, Eda'nın gelmesini bekledim. Rüzgârın sesini onun sesi zannettim, martıların çığlığında onun sesini aradım. Ya annem, babam, kardeşim. Onları unuttum mu sanıyorsun. Tabi ki unutmadım. Her gece resimlerine bakıp, sabaha dek ağladığım günler çok uzak değil. İşte bu bileğimdeki yara izleri de öyle bir geceden hatıra bana. O gece sahile inmiş, eski günleri yad ediyordum. Bir ara iyice umutsuzluğa kapılmış olmalıyım ki; ani bir karar verdim. “Ben de onların yanında olmalıyım” diye düşündüm kendi kendime ve eve gelip bileklerimi kestim. Bir rastlantı sonucu, beni ziyarete gelen arkadaşım Osman bulmuş beni. Baygın, hastaneye yetiştirmişler. Birkaç gün yatıp çıktım hastaneden. Bir süre psikolojik tedavi gördüm. Ama beni en çok ne üzüyor biliyor musun? O yarı yıkık, kömür karası ev. O evin uzağında olmayı da denedim ama olmadı. Onsuz yapamadım. Bir şeyler çekti beni yine buralara… Gel sana o evi de göstereyim.”Cemille birlikte çıktık dışarıya. Az ileride ağaçlıklar arasında harabe bir bina vardı. O binanın önünde durduk. Cemil titreyen eliyle o binayı gösterdi bana; “Bütün umutlarımın, şairliğimin, gençliğimin yandığı, yıkıldığı ev burası... Hani geçmişi tek izi bileklerimdeki demiştim ya yalandı. Asıl iz karşımda duruyor. İşte bu yüzden bakışların uzaklarda.. Eda'yı arıyor gözlerim, annemi, babamı, kardeşimi. İşte bu yüzden buğulu gözlerim. “Keşke o gün şehre inmeseydim” diye geçiriyorum içimden, bu nedenle de her gece beni şehre götüren otobüsün o yoldan geçmesini beklerim. Beklerim ki otobüs bir gün beni şehrin dahada uzağına götürsün, Eda'ya götürsün, anneme, babama, kardeşime götürsün...” Cemil'in nefesleri sıklaştı, ağlamaya başlamıştı.Koluna girip, onu eve kadar götürdüm. Bir müddet sessizce oturduk. Birkaç saat sonra Cemil oturduğu pencere kenarından kalkarak yanıma geldi. Cebinden çıkardığı küçük bir kağıdı bana uzatarak; “Bak!” dedi. “Bu şiiri yeni yazdım, al oku, bu şiirde Eda var, bu şiirde Annem, babam, kardeşim var, bu şiirde ben varım. Ve bu şiiri yaşayan insanım.”Cemil'in bana uzattığı, yırtık ve toz kokulu kağıdı aldım. Belli ki Cemil bu şiiri sahilde, o adından çok sık bahsettiği eski rıhtımın başında yazmıştı..Şiiri bir solukta okudum sevgili gül. O şiirde; Cemil'i buldum, Cemil'in Eda'sını, umutlarını, yalnızlığını ve yaşama olan Ah'ını...Şiiri okuduktan sonra Cemil'e döndürdüm bakışlarımı. Cemil bir başka akşamın tadındaydı bu gece... Bir başka bakıyordu penceresinden denize... Sahil ve deniz bir adım ötede dururken, o çoktan denizin dibine vurmuştu bile kendini...“Susmak” Susmaz gerekmez diye düşündüm, akıtmak gerekti denizi biryerlere, akıtmak gerekti yaşamı sevgi pınarlarından. Ne de olsa tadılmalıydı acılar, tadılmalıydı sevgi. Güç olan acılar değildi aslında, güç olan insan olmaktı. Hem yaşam kavgasının içinde neler yoktu ki; Düş kuruyordu insanlar, düşleri ne kadar büyükse, o kadar küçüktü dünya onlar için. Ya düşleri küçük olanlar, onlar için kocaman bir dünya duruyordu karşılarında...Hem bir gölge oyunu değil miydi hayat, dünya sahnesine düşen gölgeler bazen küçük olurdu. Yüreğinin ışığı büyük olanların ise gölgesi büyük.. Düşündüklerimi O'na da anlattım. Sabahın ilk ışıkları kapı eşiğine düşene kadar konuştuk durduk. Bir söz verdi Cemil bana; gözlerini çekip alacaktı uzaklardan, içine gömüldüğü yalnızlığı, yaşayan bir insan için harcayacaktı. Hem Eda yaşasaydı o tatlı gülüşüyle, bunu isterdi Cemil'den. Yaşamalıydı Cemil, dolu dolu ve sevgiyle...Ayrılık vakti geldiğinde, ayaklarım ayrılmak istemedi bu küçük insanın dünyasından. Oysa kendi dünyam bekliyordu beni. Ben de tutup bir ucundan yaşamalıydım hayatı, hem kendim hem de beni seven insanlar için...Adresimi ve telefonumu bırakıp ayrıldım kasabadan. Daha sonraları Cemil'le sık sık mektuplaştık, hatta zaman zaman bir araya gelip uzun uzun konuştuk Cemille. Onun o güzel şiirlerini demli bir çayın damak tadında dinlemek ne güzeldi. Hem Cemil o denize bakan pencereden daha bir umutla bakıyordu dünyaya. Dünya büyüktü ve dünya herkese kendi acısı kadar da acımasız...Kasabadaki o yanmış evi de tamir ettirmiş ve oraya taşınmıştı Cemil. “Hatıraları yüreğimde taşımak, içimdeki kapıları üst üste kapatmak yormuştu beni. Şimdi daha iç içeyim gerçekle. Önceleri çığlık sesleri duyuyordum geceleri evde. Sonraları anladım ki çığlıklar benim içimden geliyor, anladım ki çığlıklar da tükeniyor bir gün. Alıştım bunlara, alıştım çünkü; bu eve gizlenen yanık kokusundan çok, ailemin kokusunu duymayı öğrendim. Her odada birer resmi var ailemin, onlar olmadan, onlarla yaşamak ne garip. Hem şimdi şiir de yazabiliyorum. Yine şair Cemil'e çıktı buralarda ismim” diyordu.Bir tek o otobüsün geçiş saatini kaçırmamıştı Cemil. “Şimdi o otobüsü yanlızca şehre uğurlamaya gidiyorum. Biliyorum ki, ben gibileri alıp götüren o otobüs, sen gibileri de umuda alıp götürdü buralardan. O yüzden kinim kalmadı otobüse.” diye yazmıştı bir mektubunda.Az önce aldığım mektubun satırlarında, yine o otobüs vardı sevgili gül. Bu kez Cemil'i alıp götürmekle kalmamış, ezip geçmişti sevgili gül. Sabah köylüler Cemil'in cesedini bulduklarında yüzünde tatlı bir tebessüm varmış.Cemil; o ilk tanıştığımız gece, dudaklarına yürüyen gülüşüyle canlandı karşımda.. Ne diyordu Cemil; “...Beklerim ki bu otobüs bir gün beni şehrin daha da uzağına götürsün, Eda'ya götürsün, anneme, babama, kardeşime ger götürsün.” O an anladım ki; Cemil o otobüsün götürebileceği en uzak yerde...Biliyorum sevgili gül; ağlamak yakışmaz. Ama biliyorum ki; izler biriktikçe, büyür ve çoğalır yüreklerde... Rahat uyu Cemil, bana bıraktığın izleri dost düştüm gönlüme...Hoşça kal sevgili gül, sevgiyle ulaş yarınlara...
0 notes
sizekitap · 6 years
Text
Şantiye Gürültüsü
Şantiye Gürültüsü Devrim E. Alkış İthaki Yayınları
Şantiye Gürültüsü, gündelik hayatın acemisi, uyumsuz ve hiçbir yerde dikiş tutturamayan yalnız bir adamın hüzünlü ve trajikomik anlatısı. Devrim E. Alkış, üçüncü sınıf lokantaların, ele yüze bulaşan zamparalıkların, birbirine karışan sarhoş şarkılarının, unutulamayan aşkların hikayesini anlatıyor.
Büyük laflar etmeyen ve buna rağmen her lafı başına dert açan, hayata geç başlamış, tutunamamış, şanssız biri en çok ne kadar kaybedebilir?
İnsanı tüketen hırslar, kıskançlıklar, iftiralar ve düşmanlıklardan korunmak için klasik müzik notalarına ya da kitapların harflerine saklanabilir mi? Kaybeden olmayı kabul ettiğinde bütün bunlardan kurtulabilir mi?
Alkış, bu ikinci kitabında şantiyeye dönen günlük hayatın içinde bu soruları sorarken insan sesini arıyor. Gürültü sokaklarda, gürültü kulaklarda, gürültü beynimizde patlıyor.   Kaybetmek bir karakter meselesidir, büyük kaybedelim.
Yazarı Sizekitap’da Ara Yazarı Twitter’da Ara Kitabı Twitter’da Ara Yazarı Facebook’ta Ara Kitabı Facebook’ta Ara
devamı burada => https://goo.gl/2Srg3o
0 notes
hipokmps · 7 years
Quote
Sevmeyeceksin beni…Biliyorum bu şehri bana dar edeceksin… Çünkü anladın; sevgimden tanıdın beni.O yanık, o hasta bakışımdan…Uçuruma atlar gibi sevdalanışımdan… Sevmek deyince, hemen ardından, ölüm, dememden anladın… Anladın ve kardeşini bir kabustan uyandırır gibi çırılçıplak gerçeğe uyandırdın beni; uyandırdın ve kaçtın… Çünkü sen de benim gibiydin; sen de benim gibi seni sevmeyeni sevdin hep.Sana acı çektireni…Seni aramayanı, telefonlarına çıkmayanı, çıkınca seninle bir küfür gibi konuşanı sevdin…Sen de benim gibi seni incitip üzeni sevdin hep. Bakışından hissettim bunu, kokundan, dokunuşundan… Beni sevmeyecektin biliyorum ama…Ama, öyle susamıştımki kendim gibi birini sevmeye…Öylesine muhtaçtımki gercekten incitilmeye, gercekten acı çekmeye, kendim gibi birini özlemeye öylesine muhtaçtım ki, seni tanır tanımaz çözüldüm… Sana da olmuştur…Öylesine susamışsındır ki sevilmeye, kendin gibi birini bulunca tutamaz kendini, herşeyi, belkide söylenmiycek her şeyi o an, garip bir telaşla söylersin… Hatta söylerken anlarsın, söylememen gereken şeyleri söylediğini hissedersin, battığını, giderek çıkmaza girdiğini…Ama yine de engelleyemezsin kendini tutamazsın. Aleyhinde olabilecek herşeyi söylersin…Üstelik bunu anladıkca daha da batırmak istersin kendini…Biraz daha zor duruma düşürmek… Daha da kaybetmek, daha da dibe batmak istersin…Sanki bile isteye kendi mutlulugunu kendi elinle bozmak istersin…Kendinden gizli bir öç alır gibi. Sanki hiç mutlu olmak istemiyormuş gibi…Sanki hiç sevilmek istemiyormuş gibi… Bir tür gurur muydu bu? Birgün nasılsa ve hiç olmadık bir anda alınıp kopartılmadan, kendi ellerimizle onu yok etmek, bizim gibilerin mutluluğuna tahammül edemeyen bu hayatta, bu hayatın zorba kurallarına bir tür başkaldırmak mıydı? Bir şizofren çocuk tanımıştım bir gün.Tam karşımda oturuyordu.gencecik, yakışıklı bir çocuktu.Şizofren olduğunu biliyordu.Biliyordu iyileşemiyeceğini…İki de bir, önce kolunu uzatıp, sonra avucunu açıyor; Mutluluk avuçlarımdaydı, yakalamıştım ama kaçtı diyor, kaçtı, derken avuçlarını boşluğa kapatıyordu… Hiç unutmuyorum, bu hareketi defalarca yapmıştı… Yine hiç unutmuyorum; burjuvalara özenen bir ailede büyüdüm ben.Görgü kitabı masanın üstünde dururdu hep. Annem o kitabı defalarca ezberletirdi bize.Yemeğe nasıl oturulacak..çorba nasıl içilir? Kaşık nerede, çatal nerede durmalı…Balık nasıl yenir? Peçete nasıl katlanır…Sinemada nasıl oturulur… Ben de eskiden senin gibi saftım.İnanırdım bu dünyada bile şölenler olacağına…Bu dünyada anne, baba, kardeşler, bir sofrada lekesiz bir mutluluk yaşayabilirler diye inanırdım…O kasvetli görgü kuralları kitabına rağmen inanırdım… Önce dilediğim gibi başlardı herşey.Herkes bir arada, sonsuz mutlu gibi…Sonra birden hiç beklenmedik bişey olur, biri ağlayarak odaya kaçardı…İçerden, arka odadan, ağlamaklı, sonsuz küskün sesler gelirdi; bıktım artık, bıktım, usandım hepinizden, gideceğim buralardan, yetti artık! … Ben de senin gibi saftım o zamanlar…Gidilecek neresi var dı ki derdim…İşte hep birlikteyiz…Alemi var mı bu mutluluğu bozmanın? … Sonraları çok sonraları anladım.Meğer biz, bizim aile, herkes, tesadüfen bir araya gelmişiz tesadüften de öte…Biz…bizim aile, herkes, aslında hiç istemeden, nedeni bilinmeyen bir zorunluluk sonucu bir araya gelmişiz… Aslında biz bir araya gelmemek için yaratılmışız. Hayatın en büyük yanlışıymış bizim bir arada olmamız! … Evet cok geç anladım… Bıraktım lekesiz mutlulukları; ben kavgasız, üzüntüsüz bir pazar sofrası özlerken, aslında herkes…annem, babam, kardeşim o evden uzaklara, hiç dönmemek üzere çok uzaklara gitmek istiyormuş… Dünyanın en mutsuz otogarı…Dünyanın en imkansız istasyonuydu bizim evimiz…Yıllarca uzaklara, cok uzaklara gitmek isteyip, bir türlü gidemeyenlerin sonsuz bekleme durağıydı bizim evimiz… İşte bu yüzden sevmek benim için bir tutsaklıktı, tuzaktı böylesi sevip bağlanmak.Uzaklara cok uzaklara gitmek isteyenleri engellemekti. Sevgi yüzünden bizim ailedeki hiç kimse istediği yere gidemiyordu…Birbirimize duyduğumuz sevgi, aynı zamanda bizi birbirimize düşman ediyordu… Hem biz, bizim aile…Güneşli bir günde ansızın başlayan sağanak yağmurlar gibiydik… Bu yüzden hep hırçın, hüzünlü, kırgındık… Bu yüzdendi, her şeyi, çok iyi gidiyor sanırken, içimizde yükselmesine bir türlü engel olamadığımız o felaket duygusu… Anlamıştım senin ailen de böyleydi… Üstelik öyle severlerdi ki sizi, birgün hiç olmadık bir anda, aslında istenmeyen çocuklar olduğunuzu söylerlerdi size! … Sana ya da kardeşine…Tesadüfen dünyaya geldiğinizi…Beklenmedik bir misafir olduğunuzu! …Aksi gibi, istikbaliniz için hiçbir şeyi esirgemediklerini söyledikten sonra söylerlerdi böyle sıradan şeyleri! … Sizin için…Senin için hiçbir fedakarlıktan kaçınmadıklarını söyledikten sonra… Senin de ailen benimki gibiydi…Güneşli bir günde ansızın başlayan sağanak yağmurlar gibiydi…Bu yüzden sen de benim gibi böyle hırçın, hüzünlü, kırgınsın her şeye… Yıllar önce tanıdığım o şizofren çocuk gibi; tam mutluluğu yakalamışken kaybetmiş gibisin hep… Ben beni istediğim gibi sevmemiş olan annemin hayaletini arıyorum imkansız kadınlarda… Sen, seni istediğin gibi sevmemiş olan babanın hayaletini arıyorsun imkansız erkeklerde… Biliyorum ne ben o kadını bulacağım ne de sen o erkeği bulacaksın… Ve ne acı ki, hep bizi sevmemiş olanları seveceğiz ikimizde…Ne acıki, hep bizi incitip üzenlere bağlanacağız…Telefonlarımıza çıkmayanlara… Çıksa bile küfür gibi konuşanlara sevdalanacağız… Bizden bir çift güzel laf esirgeyenleri özleyecegiz… Ölesiye, amansız seveceğiz onları… Biliyorum, bu yüzden odan böyle…Güncelerin ortalık yerde…Kitapların orada, burada…Anıların saçılmış ortalık yere…Her şeyin darmadağın… Biliyorum bu yüzden düzenden, adı düzen olan her şeyden nefret ediyorsun…Sen de benim gibi; toparlayıp da ne yapacağım, düzenli olunca ne olacak; sonunda bir gün biri gelip her şeyi, biriktirdiğim, düzenlediğim, üzerine özenle titrediğim her şeyi daha önce hep olduğu gibi hiç beklemediğim bir anda savurup, bozup gitmeyecek mi, diye düşünüyorsun… Biliyorum, sen benim için hiç bir zaman ulaşamayacağım annemin hayaletisin…Ailemdeki insanlar gibisin çok duygusal çok güçlü, çok yaralı… Onlar da senin gibi seninkiler gibiydi…Aklı başında, mazbut insan rolünü oynamaktan ve ertelenmiş düşleri yüzünden yorgun düşmüş, yarı çılgınlardı…Hepsi yanlış evde ve yanlış bir yerde yaşadıklarını söylerlerdi…Düşleri çok garipti…En kısa yolculuk bile onları yorduğu halde; okyanusları aşmayı ve başka kıtalara gitmeyi düşlerlerdi… Yine aradım seni, yoksun…bulsam, benimle küfür gibi konuşacaksın… Bir kere çözüldüm sana…Bir kere sana senin gibi olduğumu hissettirdim… Oysa baştan beri biliyordum; sen.seni sevmeyenleri seversin.Tıpkı benim gibi… Ama öyle özledim ki benim gibi birini sevmeyi…Öyle özledimki kendim gibi biri tarafından incitilmeyi, üzülmeyi… Yine aradım seni yoksun…Beni de birileri arıyor…Beni de kendi gibi birini sevmeyi özleyenler arıyor…Kendi gibi biri tarafından incitilmeyi, üzülmeyi özleyen birileri arıyor. Hiç cevap vermiyorum…BEN SENİ İSTİYORUM, SENİ ARIYORUM… Kayıtsızlığınla beni yok ediyorsun, geride sen kalıyorsun.Ama seni de biri yok ediyor… Aslında bu oyunda herkes birbirini yok ediyor… Ben birilerini, o birileri başkalarını.Sen beni…Seni bir başkası… Hem çok iyi biliyorum; beni sevsen bile hiç kapanmayacak bu yaram…Seni biri sevse de hiç kapanmayacak bu yaran… Hiç kapanmayacak! …Avuçların hep boşluğa kapanacak.Tıpkı o şizofren genç gibi…
0 notes