Tumgik
#hocası daha da sıkıcı
sadhadia · 10 months
Text
Bu dersin sıkıcılığı cidden çekilmez
1 note · View note
tanrininarmagani · 3 months
Text
Gelen yoğun istek üzerine(19 not)bugün okulda olanları yazıyorum:Okulum battığı için çoğu hoca istifa etti ve bununla birlikte edebiyat öğretmenimizde okuldan cumartesi günü çat diye ayrılmıştı.Bugün yeni bir edebiyat hocası okulumuza geldi,çok tatlı bir kadın ama nedense robot gibi ağır ağır konuşuyor dersi daha da sıkıcı hâle getiriyor.Zaten edebiyat oldum olası uykumu getirir.Okulumuz bir eğitim kurumu,bilenleriniz vardır TED.Türk Eğitim Derneği.Her sene yazın bütün tedlerden öğrenciler için bir Uludağ Yaz kampı düzenlenir.Başvuru yapılır ve eğer seçilirsen kampa gitme hakkı kazanırsın.Bugün de bu yaz kampının detaylarını anlatmak için bir konferans düzenlendi.Bizde sınıfça salondaki koltuklara oturduk.O da bir sıra arka çaprazıma oturdu.Ben konferans başlamadan lavaboya gittim ve geldiğimde resmen kalbim yerinden çıkacak kadar hızlı atmaya başladı.O tam arkamdaki sırada benim koltuğumun arkasının 2 sağ koltuğundaydı.Benim arkamda onun ikizi bir koltuk sağında en yakın arkadaşı ve bir koltuk daha sağında o vardı.heycandan ne yapacağımı şaşırdım.Salona üst kapıdan girdiğim için büyük merdivenleri iniyordum.Onu gördüğüm an dengemi kaybettim ve ayağım kaydı.Sırt üstü yere düştüğüm gibi dönüp bana baktı,herkes gibi.Refleks olarak güldüğüm için herkes güldü ve o ayağa kalkıp yanıma geldi.Kafamı kaldırınca onun dünya yakışıklısı esmer yüzünü gördüm.Kolumdan tutup beni kaldırdı.Kalbimin nasıl hızlı ve sesli attığını tüm salon duyabilirdi.Bana"canın çok acıdı mı?"dedi.Bende"yok,hayır çok sert düşmedim teşekkür ederim."dedim ve yüzümün daha fazla kızarmasını istemediğim için koltuğuma geçtim.Ortaokuldan beri aynı okuldayız ama bu kadar yakın olduğumuz tek sene bu sene.Zaten daha öncelerinde arkadaş bile değildik.Bu senenin başında sürekli beni izlerken yakalıyordum onu.29 Ekim günü Cumhuriyet balosunda beni vals için dansa kaldırdı.O gün gerçekten tanışmış olduk.Yüzündeki benlerin yerini ezberlediğim bu çocuk benim için değerli bir hazine gibi.
28 notes · View notes
doriangray1789 · 7 months
Text
Alice in harikalar diyarında ki gerçek hikayesi
alice in wonderland... kanımca yazılmış en güzel masaldır. ama bunun yanısıra hakkında çoğumuzun bilmediği güzel detayları da barındırır. bu detaylar bilindiğinde zaten kusursuz olan bu masal daha da güzelleşiyor.
masala ismini veren "alice" gerçek bir karakterdir ve gerçek ismi alice liddel'dir
alice'in babası university of oxford'da matematik bölümü başkanı ve masalın yazarı lewis carroll'da aynı bölümde matematik hocası. bu arada lewis carroll bir mahlas. yazarın gerçek ismi "charles dodgson" henry liddel (alice in babası) ile lewis carroll aynı zamanda çok iyi iki arkadaş.
bir başka ilginç detay ise alice ve lewis'in aynı sinir hastalığından muzdarip olmaları
hastalığın adı "todd syndrome". bu hastalığa sahip bir insan sık sık halüsinasyon görmekte, bunun yanında da objeleri olduğundan çok daha büyük ya da çok daha küçük algılamakta.
hikaye, lewis tarafından alice ve kardeşlerine ilk defa 1862'de nehirde yaptıkları bir tekne gezisinde spontane anlatılmış. alice ve tüm aile hikayeden o kadar hoşlanmışlar ki bu gezi sonrasında her bir araya geldiklerinde lewis carroll'dan hikayeyi tekrar anlatmasını istemişler. chester kedisi ve kötü kalpli kupa kraliçesi aslında orijinal anlatımda yok. fakat lewis carroll hikaye sıkıcı olmasın diye her anlattığında içine yeni karakterler eklemiş.
1864 senesinde bir noel akşamı aile yine ısrarla aynı hikayeyi anlatmasını isteyince lewis caroll aynı hikayeyi ilk defa bugünkü haliyle anlatmış. eve döndüğünde ise kendisi de anlattığı hikayenin zenginliğinden etkilenmiş olsa gerek, hikayeyi yazıya dökmüş.
masala ilk olarak "alice in elf land" ismini veren lewis yazdığı hikayeyi beş kopya yapmış ve dördünü alice ve ailesine hediye etmiş (birini de kendisine saklamış). fakat alice masalın ismini beğenmemiş ve "alice in wonderland" olmasını istediğini söyleyince lewis carroll onu kırmamış ve masalın ismini değiştirmiş.
masal aslında 368 sayfalık mükemmel bir macera romanı
kötü karakter belli, iyi karakter apaçık ortada, mesaj kaygısı gütmeden sadece eğlenmek amacıyla okunsun diye kaleme alındığını, lewis'in kendi günlüğünde yazanlardan anlıyoruz.
kitap ilk defa 1865 senesinde basılıyor ve bir anda zamanının en çok satan kitabı haline geliyor.
kraliçe victoria'nın da eline geçen kitap onun tarafındanda çok beğeniliyor. (hatta bir efsaneye göre uzun bir süre devamlı yanında taşıyıp beraberinde ki hizmetlilere sesli okutuyormuş.) fakat efsane olmayan gayet gerçek bir detay daha var. o da kraliçe'nin lewis carroll la tanışmak istemesi. ingilizceyi bu denli güzel kullanan biriyle bir an önce tanışabilmek için şehrin en ileri gelen sanatçıları, edebiyatçıları, bilim insanlarını davet edeceği bir balo düzenlemiş. elbette bir davetiyede lewis'e ulaşmış. tuhaf olan ise lewis carroll'ın (kendi günlüklerinden anladığımız kadarıyla) kraliçeyi hiç sevmemesi. fakat emir büyük yerden. katılmış davete. hem de alice ve alice'in anne-babasıyla birlikte.
davetin ortalarında bir yerde kraliçe lewis carroll un yanına yaklaşmış ve ona "kitabınızdan çok etkilendim, eğer sizin için de bir mahsuru yoksa bir sonra ki kitabınızı bana adamanızı istiyorum"demiş. dedik ya emir demiri keser. "seve seve kraliçem, bu benim için çok büyük bir onur olur" diye cevap vermiş lewis carroll. zaman geçmiş lewis carroll yeni kitabını yazmış ve kitabın ilk sayfasına "majesteleri kraliçe victoria'a adanmıştır" diyede bir not ekletmiş.
yukarıda da belirtmiştim, lewis carroll bir mathematic profesörü ve alice in wonderland'den sonra yazdığı ilk kitap bir matematik kitabı, ismi ise "an elementary treatise on determinants, with their application to simultaneous linear equations and algebraic equations"... kraliçenin bu densizliğe karşı verdiği tavır bilinmese de çok mutlu olmadığı tahmin edilebilir bir durum.
bu arada lewis carroll'n çektiği birçok alice, ve alice ile kardeşlerinin olduğu fotoğraf günümüze kadar ulaşabilmiş.
bu resimde alice en sağda, ortada "ina" solda ise "edith"
Tumblr media
bu resimde de, alice'in kendisi
Tumblr media
11 notes · View notes
kaplumbaablog · 4 years
Text
Oğuzcan Önverden bir deneme:  Pandemi Kaybolan İklimler
Tumblr media
Karantina günlerim başlamadan önce bi’ dua ettim:
Nolur Allah’ım, beni tekrardan İklimler izleyecek, okutacak ve yazacak noktaya getirme!
Çünkü bunun ne anlama geldiğini herkes az çok anlayabilir. Aşk ve ilişkiler üzerine fenomenoloji yapmak, aşk acısı çekmek kimsenin bir pandemi esnasında isteyeceği şeyler değildir. Ben artık aşk üzerine yazmak değil evlenmek istiyorum. Alsem ‘‘20’li yaşlar çok zor’’ demişti, ben de hayatın ilk 70 yılı çok zor sonra kolaylaşıyor diye okumuştum. 27 yaşını çıkaramamak, yirmilik dişleri çıkaramamaktan daha çok koyuyor insana…
NBC’ın İklimler isimli filmini her platformda, her kendini sinefil hisseden insana karşı savundum. Kimse beğenmiyor. Twitter’da, Mourois’in İklimler romanından bu filmin ilham aldığını iddia ederek viral bir reklam çalışması dahi yaptım. Yüzlerce insana filmi zorla izlettim fyi.
İKLİMLER: Âşık olduğunuz insanı sevdiğiniz insana çevirmenin imkansızlığı.
"benim iklimim değildi burası. kendi kendimden nefret ediyor, kendimi sıkıcı buluyor, gösterişçi buluyor, sessizliğimi kötülüyor ve gittikçe içime kapanıyordum" (Mourois, Climates).
Yazının henüz girişinde Fransız yazar Andre Mourois'nın 1928 yılında yazdığı ‘İklimler’ romanından yapılan alıntı bir tesadüf değil. Nuri Bilge Ceylan’ın İklimler filmine ruhunu veren kaynak olarak gördüğüm bu kitap, filmin sadece isim babası da değil. Film ile kitap arasında tavırsal olarak da bir benzerlik var. İki sanat eseri de sevgi, aşk, ayrılık, ikili ilişkiler gibi temalara sahip. Bu temalara bakışlarında gizli bir suç ortaklığı, adı konmamış bir anlaşma var.
Bu yazıda Nuri Bilge Ceylan’ın 2006 yapımı ‘İklimler’ filminin farklı disiplinlerle birlikte değerlendirmesi yapılacaktır. En azından amaç budur. Böyle bir değerlendirme pandemi gibi bir ortamda ne kadar anlamlıdır muamma. Bu daha çok yazarın savunma mekanizmasıdır. Bunun da okuyucu için pek bir önemi yoktur.
Nuri Bilge Ceylan’ın film öncesinde etkilediğinde ve ilham aldığını düşündüğüm bir diğer kaynak, Anton Çehov’un ‘Aşk hakkında’ adlı aşk öyküsüdür. Bu da başka bir pandemi döneminin konusu olsun. Yazının sonunda ise 2020 yılında film karakterleri İsa ve Bahar’ın yaşamları, ilişkileri nasıl olurdu? sorusuna beyhude bi’ cevap aranacaktır.
Filmin adı ‘İklimler’ ama ‘Mevsimler’ mi demeliyiz acaba? Film, bir yaz günü Efes harabelerinde başlıyor. Sonra sırayla sonbahar  ve kış aylarında geçen hikayeyi izliyoruz. Mevsimlerdeki bahar boşluğunu ise baş karakterimiz Bahar kapatıyor. Bahar, tam da ismiyle uyumlu biçimde gelgitler yaşayan, duygusal olarak dalgalı bir kadın. Bunu filmde bazı sahnelerdeki uzun yakın çekimlerle anlayabiliyoruz. Saniyeler içinde farklı duyguları yaşayabiliyor. Diğer karakterimiz İsa ise ismiyle uyumsuz biçimde beceriksiz, kudretsiz bir adam. Filmin başında ve sonunda beceriksizliğini, filmin ortalarında ise kudretsizliğini görüyoruz. Filmin başında ayağı kayıp düşüyor, filmin son sahnelerinde de karlar içindeyken yine ayağı takılıyor. İsa bir sanat tarihi hocası ve doktora tezini bir türlü bitiremiyor, bir şeyleri sonlandıracak kudretten yoksun. Bir şeyleri berbat etmeye ise fazlasıyla teşne.
‘Benim iklimim değildi burası.’ (Mourois, İklimler).
Tam da Bahar’ın edebileceği bir laf. Onun iklimi İsa değil kesinlikle, ama yine de seviyor ne yapsın işte. Seveceğimiz insanları seçemiyoruz.  Aşk değil, kişilerin hayatı, hatta bazen de sadece aralarındaki rolleri değişir. Çok seven az seven olur, avcı av olur, av ise avcı olup çıkar. Aşkın insanın "başına gelen" bir olay olduğunu kabul etmeliyiz. Bu olayı bir mantığa oturtmak yanlış. "Neden onu seviyorum?" veya "Neden artık beni sevmiyorsun?" gibi soruları sormak gereksiz.
Aşık olmak için yaratılmış, hayatın ta kendisi olan ve kafese konulamayacak kadar güzel Bahar ile asillikten vazgeçmek gibi bir asillik yapabilen, ama her şeyin de farkında olan, oyunun kurallarını bilen ancak oynamak istemeyen İsa’nın hikayeleri ile Nuri Bilge Ceylan; aşkın aslında paranoyanın, kıskançlığın, temel çelişkilerin, kısa süreli büyük mutluluklarla uzun süreli genel bir huzursuzluk halinin toplamı olduğunu özetlemiştir. Bu özetin aynısını 100 yıl önce (Andre Mourois – İklimler) romanıyla yapmıştı. Andre Mourois’in romanında paranoya ve kıskançlık duyguları zamanın ruhuna da bağlı olarak daha belirgin. İklimler romanındaki Odile karakteri İsa’yı, Philppe ise Bahar’ı andırıyor.
Filmde Bahar’ın aldatıldığını ve bunu bir türlü atlatamadığını görüyoruz. Ayrılık konuşmasında İsa, Bahar’ın, Serap (İsa’nın exi) olayını çok abarttığını söylüyor. Yani aldatmış. Bahar ise elbette büyütecek bu olayı. Bunu bile anlamayan bir kör İsa. Körlüğü (olanları görememe anlamında) ve miyobu (geleceği görememe anlamında) o kadar ilerlemiş ki bu görememek durumu, motosiklet sahnesinde somut olarak da Bahar vesilesiyle somut şekilde baş gösteriyor. Elleriyle İsa’nın gözlerini kapatarak motosikletin kaza yapmasına neden oluyor. Oysa Bahar kendini ya da İsa’yı öldürmek değil, İsa’ya körlüğünü göstermek istiyordu. Ölmek ya da öldürmek istese yapacak kudrete sahipti.
Roman olan ‘İklimler’, insanın ancak kendisine mutsuzluk getirme ihtimaline sahip bir bünyeye tutulabileceğini ancak başka iklimlerde ise zaten yaşayamayacağını güzelce açıklamıştır.
‘İklimler’ olan filmde ise, Bahar kendisine asla mutluluk getirme ihtimali olmayan İsa’ya tutuluyor. Yaşça ondan büyük, anlayışsız, kaba, bencil bir insan İsa.  Bahar genç, güzel, ince ruhlu biri. İsa sıcağı sever, Bahar soğuğu sever mesela. İsa şehir hayatını sever, Bahar ise uzakları, küçük yerleri.
Bu zıtlık birlikteyken ayrı, ayrıyken birlikte olmaya itiyor bu ikiliyi. Aşık olduğunuz insanı sevdiğiniz insana çevirmek imkansız. Aşık olduğunuz insan için onun sevdiği insan olmak ise bir  zavallılık.  Yeter ki onursuz olmasın aşk mı diyeceğiz? İlişkilerde hataların büyük bir kısmına en başta verilen yanlış karar neden oluyor. Hayatta ilkelerle hareket etmek gerek, ampirik veriyle sadece başımıza gelen tecrübelerle hareket, insanı yanlışa sürükler. İnsanlar ilişkilerine kontrolsüz, sadece o anki bir ‘kapılma’ diyebileceğimiz duygularla başlıyor. Sonra kavga edip, birbirini üzüp duruyorlar. Bahar gibi bir kadının İsa gibi bir adamla ne işi olur? İsa’nın yaptığı onursuz hareketlere neden seyirci kalsın? Aşık olunandaki eksikle, aşıktaki eksik aynıdır. İkisi de kendisini adlandıramaz. İsa ile Bahar zaten doğru düzgün konuşamıyorlardı bile.
Film, sanat tarihi akademisyeni ve sinik bir yaşamı olan İsa ile artık aralarındaki ilişkilerin bitmeye yüz tuttuğu sevgilisi Bahar'la ayrılmasıyla sonuçlanacak tatille açılır. Sonrasında İsa, İstanbul'a döner. Bahar ise dizi çekimi için Ağrı'ya gider. Bahar filmin final sahnesine kadar filmde görünmez. İsa ise arada birlikte olduğu eski sevgilisi Serap'la görüşür. Bahar’ı Serap ile aldattığını ayrılık konuşmasından sezeriz. Kaderin cilvesidir ki; Serap'tan Bahar'ın Ağrı'da dizi çekimden olduğunu öğrenir. İsa hayalini kurduğu sıcak denizlere inme planını iptal ederek Ağrı'ya gider. Bahar ile arasını düzeltmek ister. Sevginin bir kez yitti mi bir daha asla geri gelmeyeceğini henüz bilmemektedir. Öğrenmesi uzun sürmez. Bahar’ı birlikte İstanbul’a dönmeye ikna etse de son anda vazgeçer, kudretsizliği amansız bir hastalık gibi yine baş gösterir.
Nuri Bilge Ceylan’ın Anton Çehov’u severek okuduğunu ve filmlerinde onun hikayelerinden bazen sahneler, bazen diyaloglar kullandığı bilinen bir gerçek. Yönetmenin röportajlarından bunu net olarak öğreniyoruz. Nuri Bilge Ceylan, bir aşk hikayesini filme almaya karar verdiyse, o çok sevdiği yazar Çehov’un aşk üzerine görüşlerini anlattığı ‘Aşk hakkında’ hikayesini de okumuştur diye düşünüyorum.
Hikayede aşkı tanımı şöyle yapılıyor:
‘‘Onunla aşk hakkında konuşmaya başladık.
Alehin “Aşk nasıl doğar?” dedi. “Pelagea niye kendi gibi ruhsal ve fiziksel niteliklere sahip birini değil de, Nikanor gibi bir domuza aşık olur? Hepimiz ona –domuz- diyorduk. Aşık olmanın sonuçlarının kişisel mutlulukla ilgisi gibi soruların  hiçbirinin cevabı bilinmiyor; herkes hoşuna giden cevabı söylüyor; bugüne kadar aşkla ilgili olarak su götürmez sadece tek bir gerçek kabul edildi: Aşk büyük bir gizdir. Aşk hakkında söylenen tüm öbür sözler, yazılar bir sonuca varmamıştır, cevapsız sorular olarak kalmıştır. Bir duruma uygun olan cevap, düzinelercesine uymamaktadır, bence en iyisi durumu genellemeden, doktorların dediği gibi, her vakayı kişisel olarak incelemeliyiz’’ (Çehov, About Love).
Bu alıntıda söylendiği gibi aşk büyük bir gizdir. Filmde de bu gizi görebiliyoruz, Bahar’ın İsa’nın oyunlarına kanmasının mantıklı bir açıklaması yok. Onun değiştiğini düşünmesi için yeterli delili bile yokken tüm hayatını bir kenara atıp İstanbul’a dönmeyi, her şeye yeniden başlamayı düşünebiliyor. İsa’nın Ağrı'ya gitmesinin sebebi de belli. Her ne kadar Bahar'dan ayrılmak istese de, Bahar'ın onu hayatından çıkarabilmiş olmasını, yeni bir işe girmiş, uzaklara gidebiliyor olmasını kabullenemiyor. Kendi beceremiyor çünkü bir türlü. İstiyor ki; Bahar da yataklara düşsün, onun aşkından harap olsun. Sıcak denizlere tatile gidemiyor mesela, eski sevgilisi Serap’ta aradığını bulamıyor. Ne aradığını da bilmiyor gerçi. Kendi egosuna bir saldırı olarak görüyor Bahar’ın hayatına bu kadar kolay devam etmesini. Kibrini yenmek için Bahar’ı kandırıp geri dönmeye ikna etmesi gerekiyor.
İsa’nın bir gram bile değişmediğini taksi şoförü gence hiç tutmayacağı fotoğrafını yollarım sözünü vermesinden anlıyoruz. Biz seyirci olarak anlıyoruz ama Bahar ne yazık ki anlayamıyor. Ve neşeyle uyandığı, hatta uçabildiğini gördüğü rüyasından kabusa geçiş yapıyor.
Filmin sonunda Ağrı'ya lapa lapa kar yağarken, İsa’nın uçağı seti bölüyor.
2020 yılında film karakterleri İsa ve Bahar’ın yaşamları, ilişkileri nasıl olurdu?
Severek ayrılanları bekleyen büyük bir üzüntü vardır. Bu ömür boyu geçmez.
2020 yılında artık Tinder’a dönüşmüş Instagram hesaplarında her ilişkiyi bekleyen bir tehlike vardır: nazar.
Bunun biraz Jung’cu sound ettiğinin farkındayım ama bu kabul etmemiz gereken bir gerçek: Nazar değer. Orospu çocukları ve sürtükler DM kutusunda bekliyor ve mutlu, birbirine yakışan bir çifte nazar değdirecek kadar şeytani gözlere sahipler. İsa ve Bahar’ın hikayesi 2006’da yaşanabilecek bir şeydi, dünyanın sonundayız artık.
2 notes · View notes
umuttosunlar · 5 years
Text
Mükemmelliğe Değil, İlerlemeye Odaklanın.
Tumblr media
Bu gün ve bu yaşta, işleri hızlıca büyütme eğilimindeyiz. Kilo vermeden tutun da, internet hızına, en son e-posta veya metninize verdiğiniz yanıtlara kadar her şey anında memnuniyetle ilgilidir. Bu, insanların para kazanmak ve başarılı olmak için en kısa zamanda zirvede olma eğilimi gösterdiği kariyer alanını da kapsar.
Doğrusu, sizi bir gecede başarılı kılacak tek bir gizli formül yok. Bununla birlikte, kariyerinizde başarıya giden yolculuğunuzun düzenlenmesine yardımcı olabilecek bazı proaktif önlemler bulunmaktadır. Daha hızlı başarılı olmak için aşağıdaki ipuçlarına göz atalım:
1. Somut hedefler belirleyin.
Daha başarılı olmak için önce kariyeriniz için bir yol haritasına ihtiyacınız var. Sonuçta, aklınızda bir son nokta yoksa kısayolları alamazsınız. Başarı tanımı herkes için farklıdır, bu nedenle kişisel hedeflerinize açıklık getirmek önemlidir. Kariyerinizde neler elde etmek istiyorsunuz? Yapabildiğiniz kadar spesifik olun, çünkü yalnızca onlara yönelik uygulanabilir adımlar oluşturabileceğiniz somut hedefler tanımlamanız gerekir.
Büyük ve uzun vadeli hedefler kariyeriniz için bir çerçeve oluşturmanıza yardımcı olur. Büyük hedefler göz önünde bulundurularak, ulaşılabilir kilometre taşları olarak hareket eden mini hedefler oluşturabilirsiniz. Çıtayı yüksek ayarlayarak, sıkı çalışmak için her zaman bir motivasyon kaynağınız olur, bu da başarılı olmanıza yardımcı olur.
2. Bir rutin oluşturun ve ona bağlı kalın.
Çoğu başarılı insan bunu zaten biliyor. Tekrarlamanın büyük bir faydası var. Rutinler ilerlemenizi sağlar ve büyümenizi sürdürmenize yardımcı olur. Birincisi, rutini izlerseniz, zaman içindeki ilerlemenizi izlemek çok daha kolay olur. Bir rutin kariyerinizi oldukça hızlı bir şekilde ilerletebilecek iyi alışkanlıklar oluşturmanıza yardımcı olur.
Örneğin, rutininizin her gece akşam yemeğinden sonra bir saat boyunca kariyer hedeflerinizle ilgili yayınları okumak olduğunu belirleyin. Belirli etkinlikler için belirli zamanları bir kenara bırakırsanız, bir süre sonra kas hafızası gibi olur. Olumlu rutinler uygulandığında, sonuçları hızlı bir şekilde görmeye başlarsınız.
3. Bir danışman bulun.
Pek çok başarılı insanın ortak bir yanı var; hepsinin akıl hocaları var. Akıl hocası, sizinle aynı kariyer yolunda olan ama daha ileride olan kişidir. Bir deneyim yerinden, seçtiğiniz kariyer yolunda ilgili bilgi ve rehberlik sunabilirler.
Ayrıca potansiyel tuzaklardan nasıl kaçınılacağı ve kariyerinizin sonraki adımlarına nasıl yaklaşabileceğiniz gibi konularda size rehberlik edebilirler. Bir mentor genellikle kariyerinizi ilerletmenize yardımcı olabilecek diğer kişilerle ağ kurmayı da kolaylaştırabilir. Bir mentöre sahip olmak size birçok yönden yarar sağlayabilir ve başarı elde etmenize kesinlikle daha hızlı yardımcı olabilir.
4. Rutini düzene sok.
Hayatınızı kolaylaştıracağınızı ve sizi daha az başarılı olmanızı engelleyen barikatları kaldırabileceğinizi söylesem? Olumlu rutinler kariyerinizde daha hızlı ilerlemenize yardımcı olabilir. Ancak kötü alışkanlıklar ve zaman kaybına neden olan rutinler bunun tam tersi bir etkiye sahiptirler. Öyleyse, kötü alışkanlıkları gidermek için rutininizi nasıl düzenlersiniz?
İlk olarak, zamanınızı alan ve kariyerinizi ilerletmeye yardımcı olmayan her şeyi düşünün. Biliyorsunuz, birkaç dakikada bir Twitter'ı kontrol etmek ya da çalışırken İnstagram'a göz atmak gibi şeyler. Bu zaman süngerlerini belirledikten sonra, onları yok etmek veya en azından kontrol altında tutmak için çok çalışın. Dikkat dağıtıcı şeyleri ortadan kaldırmak disiplin gerektiriyor. Ancak daha fazla odaklanabilirseniz, bu sizi kariyer yönünden daha hızlı bir şekilde nereye gitmek istediğinize götürecektir.
5. Hayır demeyi öğrenin.
Yazar Herbert Bayard Swope, “Size başarı için kesin bir formül veremem, ama size başarısızlık için bir formül verebilirim; Herkesi her zaman memnun etmeye çalışın” demiş
“Evet” demek kolaydır ve memnuniyet vericidir. Ama çok fazla evet derseniz bu rahatız edici olabilir. Devamlı evet diyen biriyseniz, muhtemelen çok fazla proje ve taahhüt üstlenmeyi kabul edersiniz. Ya da bir şeyleri kolayca kabul eden ve daha sonra son dakikada yapan bir insansınız. Her iki durumda da, bu eğilimler size kariyer gelişimi açısından bir iyilik yapmaz.
Hayır demek zor olabilir, ancak uzun vadede genellikle daha iyidir sonuçlar ortaya çıkartır. Bütünlük gösterir ve kendinizi kariyerinizi ilerletmeyen şeylerle zaman kaybetmekten bulamazsınız.
6. Para konusunda akıllı olun.
Daha hızlı başarılı olmak istiyorsanız, para tasarrufu konusunda akıllı olmalısınız. Kendinize katı bir şey yapın ve tasarruf hesabınızı kesinlikle ihmal etmeyin. Evet, bu can sıkıcı olabilir ama şimdi küçük bir kısıtlama çok uzak olmayan bir gelecekte başarıya katkıda bulunabilir. Başarılı insanlar genellikle bu tip yaşarlar. Bu cimri olmak değildir, ancak para kazanmanın bazen para gerektirdiğini ve hazırlıklı olmak istediklerini bildikleri için tecrübe sahibidirler.
Para tasarrufu konusunda akıllı olduğunuzda, zaman içinde büyüyebilirsiniz. Bir yatırım yapmak veya bir iş girişimi başlatmak söz konusu olduğunda, hızlı hareket etmeye ve tasarruf hesabını bozmadan yapmaya hazır olacaksınız.
7. Hatalarından ders al.
Başarısızlık, başarıya lezzetini veren çeşnidir. Başarılı olmak istiyorsanız, bu yanlış adımların altında ezilmenize veya sizi parçalamasına izin veremezsiniz. Onları dünyanın sonu olarak görmek yerine, onları bir fırsat olarak görebiliyor musunuz? Sonuçta, başarısızlıklar bizim en büyük öğretmenlerimiz olabilir. Bugün başarısızlık gibi hissettiren bir durum aslında gelecekte daha büyük bir başarısızlıktan kaçınmanıza yardımcı olacak bir ders vermiş olabilir.
Mükemmelliğe değil ilerlemeye odaklanın. Hatalarından ders alabilirsen, daha güçlü ve daha anlayışlı olursun, bu da çok daha hızlı başarılı olmana yardımcı olabilir.
1 note · View note
kadintanikligi · 3 years
Text
Üçüncü Yol
Denize, en önemlisi de güneş batımına bakan o eve daha taşınmadıkları dönemlerde, Ermeni kilisesinin yanından giren bitişik apartmanlı sokaktaki eski evlerine gidip-geldiğimiz dönemlerde başlamıştı çoktan hayaller. Sona zaten özeldi, verili ölçülerin dışındaki sevimli ailesiyle beraber, ama biz de özeldik. Öyle bilirdik. Özelliğimizi damgalardı bize göre liseye gitmek üzere her sabah bindiğimiz vapurda, üst güvertede donarak izlediğimiz Ayasofyanın dimdik görüntüsü, soğuktan titrerken içtiğimiz, avucumuzu ısıtan çay, acaip bir yeşile bürünmüş denizle buluşan yağmurlu günlerin gri göğü ve bazen avaz avaz, bazen mırıltıyla söylediğimiz şarkılar. Bizi özel yapan neydi acaba? Lisedeki diğerlerinden farklı muhabbet etmeyi sevdiğimiz için mi özel olmak saplantısına takılıp kalmıştık, popüler olmadığımız için mi, popülerliğin tanımını sevmeden kendi tanımlarımızı dayattığımız için mi? Bengü ve Aysel’in tiyatroyla uğraşması mı? Hasan ve diğerlerinin “acaip şeyler” okuması mı? Gitarla söylenen şarkılarla ısınmış partilerin en derinleşen muhabbet kısmında klasik müziğin büyüsüne herkesi birden kaptırmaya çalışan Metin ve Ender’in, hırsla, parmakları ağrıyıncaya kadar en zor barok ve çağdaş parçalarla birbiriyle delice atışmaları mı? Kızların ve özellikle de Sona’nın hakim olduğu her konuşmanın gelip-dayandığı bitmez-tükenmez duygu yoğunluğu mu? Sonuçta özeldik hepimiz bize göre. Önceleri yolda ve okulda edilen muhabbetlerin, siste kalkamayan vapurları bahane edip karşıya geçmekten çark ederek sığındığımız gözlemecide ve Moda’nın arka sokaklarındaki o evde derinleşmesi, yoğunlaşmasıyla başlayan “özel olma durumu”, daha sonraları, lise bitip de herkes değişik üniversitelere, kimisi de bir yere giremeyip başladıkları geçici işlere –turizm büroları, fuar standları ve araştırma şirketlerinde yapılmayı bekleyen anketler sağolsun!- dağılınca, denize ve günbatımına bakan o yeni evde küçülen ama iyice yoğunlaşan bir grupla beraber doruk noktasına erişmişti.
Özel olmak, aslında kimseleri beğenmeyen ukala bir ruh durumuna denk düşüyordu dışarıdan bakılınca. Hiçbir şeyin çizildiği şeklini beğenmemek demekti: yok, bize göre değildi. Biz, anne ve babalarımızın modelledikleri doğruların ötesine giderken, yaşıtlarımızın çizdikleri “düzgün hayat” yollarını da beğenmiyorduk. Biz, en özel şeyleri yaşayacaktık, o gün nasıl yaşıyorsak, karlı bir gecede bir evde mahpus, bulduğumuz kanyak ve kahveyle ısınarak... “Yıkılmak üzere olan siyaset duvarların”dan henüz yıkılmamış olanlarının tozlarından bile etkilenmekten korktuğumuz halde, bir “depolitize” kuşağın açlığı ve saflığıyla, dışarıdan gelen fırtınanın sesini bastırarak uzun uzun “siyaset” tartışılan, sonra nasılsa konunun aşka geldiği ve gizli bir şekilde havaya yayılmış aşk ile sabahlandığı bir gecede neyi nasıl yaşıyorsak, öyle yaşayacaktık. Dünyanın saçma dengeleri gözeterek bize dayattıkları dışarda kalacaktı hep. O geceki gibi, bize verili olan herşeyi sorgulayacaktık, en ucuna gitmeye çalışacaktık, kendimize bir dünya kurmanın tek yoluydu bu, var olanını beğenmediğimize göre!
Kısa keseceğim. Bizim kuşaktan, 80 kuşağından olanlar bilir bizim gibilerin çoğuna ne olduğunu. Asla sisteme girmemeye yeminli ve biraz saf gençler olarak, sistemin en başarılı sömürü mekanizmalarında ucuza çalışıp, eski sol kuşakların yeni işadamı temsilcilerine kendimizi iyice sömürttükten sonra, canımız sıkılmaya başlamış, yavaş yavaş düşünür olmuştuk başımıza gelenleri. İyi-kötü yaşayıp giderken, yavaş yavaş en önemli amacımızın kendimizi daha az sömürtmek, dolayısıyla daha az vakit işyerinde kalarak, daha fazla para kazanmak, daha iyi evlerde yaşamak, daha kaliteli yerlerde gezmek olmaya başladığının hem farkındaydık, hem de bu durumu savunur olmuştuk. İçimizden birkaçımızın üniversitede akademik kariyeri seçmesi de bir çıkış sayılamazdı sistemden, üniversitelerin hali mağlumken... Bunu söyleyip, bir çıkışsızlık söyleminin içinden  yolumuza devam ediyorduk bütün meşruluğumuzla. Arada çöken bunalımlarımız ise, artık sadece kızlardan oluşan çekirdek grubumuzla  birinin evinde içilen gecelerde, önce eskisi kadar derinleşemeyen konuşmalarımızla  üstesinden gelinen, sonraysa zaplanan bir televizyonun oluşturduğu tuhaf manyetik alana kitlenen birer buluttu. Sevgililerimizle birşeyler kurmaya çalışıyor, bu evliliğe benzer şeylerin adını koymaktan kaçınıyor, annelerimizi umarsızca tekrar ediyorduk.
Derken, yıllar sonra, iki yıldır birlikte olduğum adamla bitmez-tükenmez kavgalarımdan birini etmiş, evini kapıyı vurarak terk etmiş, arabamla kendimi boğucu-güneşli-cumartesi-kalabalığı İstanbul’unun sıkışık caddelerine anlamsızlık ve duygusuzluk içinde vurmuşken, telefonum çaldı ve Sona,  o itiraz kabul etmez otoriter-gergin-enerjik sesiyle “Derhal Kadıköy evlendirme dairesine gel! Metin evleniyor! Ben de şimdi haber aldım” dedi. Metin evleniyor???? Metin evlenebilir mi? Metin’in evlenmesi neye benzer? Vapurlar ve sis, ve Kadıköy’ün sisli sokakları, karlı bir gecede mahsur kaldığımız Sonaların evinde ısınmak için içilen kanyak, Moda’nın buz tutmuş sokaklarında düşe-kalka ilerlerken sabaha karşı, abilerin ve ablaların kulaktan dolma öğrenilen maceralarını taklit ederek polisten kaçma oyunu oynamamız, beyaz karları aydınlatan polis arabalarının mavi-dönen ışıklarını gördüğümüzde çalılara, apartman aralarına gülerek saklanırken gerçek bir tehlikenin varlığı yanılgısına kapılmamız,  ve bunun aslında bir yanılgı olmadığını, gerçek bir tehlikeyle kuşatıldığımızı ancak Metin’in sabaha karşı bize attığı tiradla iliklerimizde duyumsamamız. Metin ve onun “buradan çıkış, bu içine kıstırıldığımız yerden, ancak üçüncü yol seçimlerimizle mümkün olacaktır, üçüncü yolların dışına çıkamayız” diye sabaha kadar attığı nutuk...Metin’in okumak için tıp seçmesi, sonra Küba’ya gitme hayalleri, sonra sınır tanımayan doktorlara katılmak istemesi, Metin’in üçüncü yolları seçtiği avuntusunu, onu görmeden, aldığımız havadislerle hep taşımamız. Sevgili Metin evleniyor, öyle mi?
Nikah dairesine koşturarak girip tanıdık birilerini aradım. Kızlar köşedeydiler, biraz ilerde ise Bengü ve eşi Mehmet, daha beride ışıltılı gözleriyle bir zamanların haydut sürüsü Ömer ve diğer “erkekler” toplanmışlardı. Herkes birbirinin üstüne atlıyor, bir-iki dakika ışıltılı gözlerle birbirini süzdükten sonra, her uzun zamandır görüşmemiş eski dostun yaptığı şeyi yaparak, karşısındakiyle ilgilendiğini belirten o sıkıcı ve anlamsız-sıradan soruyu soruyordu çaresiz: “Ee? N’apıyorsun sen şimdi?” Bengü ile Mehmet sorulardan kaçınıp, cevap vermek gerektiğinde geçiştiriyorlar, Aysel utancını komikliğe dönüştüren bir meydan okumayla ört-pas ederek “bir özel şirkette muhasebeciyim abi!” diye haykırıyor ve hepimizi güldürüyor,  Ömer Esin’e “ulan o kıl Fransızlardan kurtulmuşken nasıl gider de bir Fransızla evlenirsin? Ömrümüz onlarla geçti be!” diye çıkışıp Fransız lisesi anılarından devşirdiği matematik hocası taklidiyle Esin’in eşi arasında müstehcen paralellikler kurmaya soyunuyor,  ve hepsi bir olup bir anda birbirine “niye görüşmüyoruz biz abi?” sorularıyla düğümleniyordu. Kartvizit alışverişini öneren ise, her zamanki gibi iğnelerini şakalarının içine yediren ve onlardan bir kara espri anlayışı devşiren Aysel olmuştu. Kartviziti olmayanlar eski günlere üzücü ve inandırıcılığını yitirmiş göndermeler yaparak diğerleriyle dalga geçiyorlardı “Hah, bir bu eksikti, bir de kartvizitiniz de mi var?” Anons duyuldu ve içeri girdik. İmzalar atıldı, nikah memuru söylevini verdi ve devlet dairelerinin o acıklı soğukluğu ve insansızlığına uygun bir biçimde, hiç yokmuş gibi, hiç orada olmamış gibi, salonu yeniden eldeğmemişliğine bırakıp onbeş dakika içinde dağıldık.
“Hemmen kuyruğa girelim! Salağın burada olduğumuzdan haberi yok!” – “Ne? O bizi davet etmedi mi?” –“Yok, ne gezer? Ben Ömer’den öğrendim, demiş ki acil evleniyorum, gördüklerine haber ver, Ömer aradı beni”
Gelin ve damatı,  onların anne-babalarını tebrik etmek için birdenbire oluşuveren  kuyruğa girdik. O esnada Esin sevgiyle Metin’e bakıyor, “Metin yaa!” diyordu. Metin yakasına takılan kırmızı kurdeleli altınların arasında kaybolmuştu. Metin gerçekten kaybolmuştu, Metin’i yok ediyorlardı, birinin bu gidişata bir dur demesi gerekti. Metin’i yanındaki güzel, içten gülüşlü ve sevgi dolu bakışlı kız yok etmiyordu, Metin yok oluyordu yalnızca, niye, anlamamıştım. Sona homurdanıyor, Ömer “Abi, bilseydik biz de kırmızı kurdeleli bir altın alırdık Metin’ime! Üstünde orak-çekiçle” diyerek kahkahalarla kendinden geçiyor, Esin uzaktan destek olmak isteyen duygulu gözleriyle dostça Metin’e bakıyor, ben de dikmiş gözümü, bizi kuyruktakilerin arasından seçeceği anı bekliyordum heyecanla. Bir anda gördü. Önce inanamadı. Sonra sevinçle çığlık atan çizgi-film kahramanları gibi ağzını kocaman açıp, dilini dışarı sarkıttı. Sona hemen “Kızı sevmedim” diye bildirdi. Ben ona “sen kızı değil, durumu sevmedin. Kız içten gülüyor” dedim. Sona “içten gülse de sevmedim” dedi. Esin çıkıştı “Ne bekliyordunuz? Hepimiz evleniyoruz, değil mi?” Sona ona da ters ters baktı ve “evet, öyle yapıyoruz” dedi. Esin gergince sustu. “Ona yapacağımı bilirim” dedim içimden, “Buna hakkı yoktu. Altınları niye taktırıyorsun Metin?” Altınlara ve onlara bağlı kırmızı kurdelelere fena halde kafamı takmıştım. Altınlar çoğalıp Metin’in göğsünü ve boynunu kuşattıkça, ben onun boğazlandığını düşünmeye başlamıştım. Üçüncü yolu seçen birine bunu yapmaya kimsenin hakkı yoktu!
Sıra geldi ve istediğimi yaptım. Kulağına eğildim sarılırken ve “Sen hani Küba’ya gidecektin?” dedim. O ise gözlerinin içi mutlulukla parlayarak “fikir değiştirdim!” dedi.
Dışarı çıktık. Esin “ne dedi?” dedi bana. “Fikir değiştirmiş” dedim gülümseyerek. Sona “Ee? Şimdi ne yapıyoruz?” dedi konuşmayı kesip-atan bir ifadeyle, kızgın. Ömer yanımıza gelmiş “abi birşeyler yapalım!” diyordu coşkuyla. “Metin fikir değiştirmiş, dedi Esin, ben başımla onayladım. Ömer “değiştirmiş tabii! Hadi abi, yemeğe gidelim! Birşeyler içeriz!” dedi.
Kadıköy’ün sahiline dizili eski meyhanelere doğru yollandık. Sonra yolda dağıldık. Birşeyler oldu, vazgeçildi, Ömer’in bütün ısrarları havaya çöken isteksiz bir hayal kırıklığı içinde susturuldu. Görüşme sözü verdik birbirimize. Sonra ayrıldık.
Yolda dalgın dalgın yolumuza devam ederken, ben, Esin ve Sona, “Haydi bana gelin” dedi Sona, “Güneş batıyordur şimdi, onu izler, şey içeriz” dedi.  “Kanyak mı?” dedim.  Bana ters ters “Evde şarap var” dedi. Güneş batıyordu eve geldiğimizde. “Görüşürüz, değil mi insanlarla?” dedim. İkisi birden “Görüşürüz tabii” dediler. Sonra sessizleştik. “Aslında Metin mutluydu” dedi Esin. “İyi oldu, iyi, kız da sevgi dolu görünüyor” dedim. Cevap gelmedi. Sessizlik dayanılmazdı. “Şarabın ardından bakınca hala güzel görünüyor güneş batışı, bakın” dedim. Cevap gelmedi. Sessizlik uzun süreceğe benziyordu. “Siz ne zaman evleniyorsunuz?” diye sordu sonunda bana Esin güneşe bakarak. “Ne evliliği, yine kavga ettik” dedim. Sonra sustuk.
0 notes
garipbirmihman · 3 years
Photo
Tumblr media Tumblr media
Bundan yaklaşık olarak 1,5 sene önce mezun olduğum zaman kpss çalışmaya başlayacağımı çevremdeki insanlara söylediğimde çoğu kişi “ne yapacaksın kpss’yi zaten atanman zor gir bir işe çalış hem daha çok para kazanırsın, kendi ofisini aç” gibi gibi pek çok olumsuz düşünce ile önüme set örmeye çalışmıştı. Muhtemelen onların gözünde olumsuz bir görüş de değildi aslında bu. O zamanlar söylediğim tek bir şey vardı. “Hastanede çalışmak istiyorum.” Bu cümle dışında kimseye başka bir şey söylemiyordum. Üzerinden 1 sene geçti bunların. Araya pandemi girdi, sınav oldu bitti. Ki benim için gerçekten yorucu bir süreçti. Sınav ertelenmişti. 8-9 ay çalışma planı yaptığım sınav 2 ay daha ertelenmişti ve 2 ay daha çalışmam gerekiyordu. Çok çalıştım mı. Hayır çok çalışmadım. Ama 11 ay boyunca her gün çalıştım. Bomboş geçen günümün bile gecesi en az yarım saat çalışıp uyudum. Üniversiteyi bitirmiş biri için oturup coğrafya çalışmak, lise matematik sorusu çözmek gerçekten can sıkıcı oluyormuş. Her gün Allahım neden alan sınavımız yok diye serzenişte bulunduğumu biliyorum, her gün. Her neyse. Sınav bitti sonuçlar açıklandı. Her şey istediğim gibiydi, çok şükür. Tohumunu ekip her gün suladığım bitki çiçek açmıştı sanki o gün. -daha atanmadım bu arada büyük bir sürpriz olmazsa 2. sağlık atamasına diye ümit ediyorum-
Asıl anlatmak istediğim şey aslında neden atanmaya kafayı taktığım. Diyetisyen olduğumu söylemiştim daha önce. O zaman üniversite 3. sınıftayız. Enteral ve Parenteral Beslenme diye bir dersimiz var. Kısaca içeriğinden bahsedecek olursam gastrointestinal sisteminin bir kısmı ya da tamamı çalışmayan hastaların, yoğun bakım hastalarının, kilo kaybı beklenen onkoloji hastalarının, malnütrisyonu ola hastaların beslenmesini düzenlemeyi öğrendiğimiz, genellikle yardımcı beslenme ürünleri hesaplamalar yaptığımız, TPN’lerin içeriklerini hazırladığımız bir dersti. Dersin hocası o kadar komplike hastalıkları önümüze koyardı ki. Gerçekten hangi ürünü vermem gerekiyor, hangi yöntemle hangi dozda vermem gerekiyor çok kez kalakaldığımı hatırlıyorum. En sevdiğim dersti ama. Sonra staja başladım. Ankara’da bir eğitim araştırma hastanesi deyip detay veremiyorum birazdan sonra söyleyeceklerim için. Bir hastaneden ve sorumlu diyetisyenlerimden bu kadar nefret ettiğimi gerçekten bilmiyorum. Sabah 9-10 arası hastaneye gelir kahvaltılarını yaparlardı. Sonra akşama kadar çay-kahve-sohbet. Yapılacak şeyleri ilk hafta stajyerlere öğretip kendileri hiçbir şey yapmazlardı. Hatta ilk sorumlu diyetisyen stajımın ilk günü beni diyet polikliniğinde bir başıma bırakıp gitmişti. Arkadaşlarım iyi bilir benim hep söylediğim bir şey vardır devlet dairelerinde iyi insanların olması şarttır. 
Yine aynı hastanede Larinks kanseri sonrası gırtlağının bir kısmı alınmış bir hasta vardı. Asla unutmayacağım bir insan sanırım. Ses telleri hasar gördüğü için konuşamıyordu, peçetelere yazardı söylemek istediklerini. Enteral ürün ile besliyorduk. Sürekli aç kaldığından bahsediyordu. Dosyasında yazan kadar ürün gittiği için bunun enteral ürünle beslendiği için tokluk oluşmamasına bağlı olduğunu düşünüyordum başta. 1-2 gün sonra dedim ki artık ben bi tekrar hesaplamasını yapayım bari ger.ekten bir sorun mu var diye. Hesaplamayı yaptım. Gerçekten adam alması gereken kalorinin çok daha azı ile besleniyor. Gittim bunu sorumlu diyetisyenime söyledim. “Aaa biz onun dozunu artırmamış mıyız yaa” dedi bana. Benim yaptığım hesaplara göre daha sonra yeterli ürün gitmeye başladı. Araya haftasonu girdi. Pazartesi gün başka servise geçmiştim aslında ama öğle arası o hastaya uğradım. Peçeteye “artık doyuyorum hemşireler daha çok kutu getiriyor” yazdı. O hastanede işe yaradığımı hissettiğim en güçlü andı o. Sonra staj yerimi değiştirdim zaten. Yeni hastane çok mu iyiydi hayır ama o kadar kötü değildi en azından. 
Şimdilerde enteral-parenteral beslenme üzerine çalışıyorum hep. Çalışmaya başladığımda o bölümde çalışacağımın garantisi yok aslında. Ama hadi hep birlikte “İnşallah Nütrisyon timinde çalışırsın Kübracığım” enerjisi yayalım. 
0 notes
muhimseyler · 7 years
Text
Kaltaklar kulübü
Yeşim Salkım ve Seren Serengil Türkiye’nin en sıkıcı kadınından ‘Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük orospusu’nu nasıl yarattı? 
Gülben Ergen’in koca çalmalar tarihçesi üzerinden yürüyen tartışma o kadar iştahlı uzuyor ki, etrafındaki herkesi girdap gibi içine çekiyor. Konu medyanın kirli çamaşırlarından, yatak odalarına, terapist koltuklarına, mahkemelere, paparazzi arşivlerine, eski pornolara, aşk mektuplarına, kalantor heriflerin kriminal şeceresine uzandı.
Seren Serengil, yıllar sonra yeniden (`o benim çantamı taşırdı` yıllarından sonra) Yeşim Salkım’ın verdiği gazla, ‘Daha fazla koca çalmasına izin vermeyeceğiz!’ neferine dönüştü. Sentetik suratı kıpırtısız: ‘Susmuyorum, ifşa ediyorum!’ 
#Kocamadokunma diye bir şey bile oldu. Gerçek. Şaka değil.
Hanımlar, hadi bakalım metresleri ifşa edin, yuvan yıkan sürtükleri teker teker buralarda yolalım. ‘Evli erkekler gülsün diye’ (aile emojili)
Tumblr media
(Sero kötü ruhlu hemcinslerimizin kökünü kazımaya çağırıyor)
Gülben Ergen, bu kadar sıkıcı, bu derece hırs bezeli bir social climber olmasaydı büyük bir bitch ikonuna dönüşebilirdi.
Ama o uyduruktan kampanyalar, `içimdeki bitmeyen insan sevgisi`,  ‘İyi akşamlar arkadaşlar, emeğinize, yüreğinize sağlık sevgili medya emekçileri’, filan derken gemi kaçtı.
Şimdi ahlak zangoçluğunda aynı ipi tutan taraflar birbirlerine giydiriyor. 
Yuvaları yıkan, çocukları perişan eden, sonra ‘tereyağından kıl çeker gibi’ bu işin içinden sıyrılan kaltakları linç edip huzura ereceğiz.
Uğruna bırak bu alengirli işlere girmeyi, popomuzu sağdan sola devirmeyeceğimiz Erhan Çelikler, Hakan Uzanlar, Tolga Düğlesler filan zavallı kandırılan şapşikler gibi kıytırık candid fotolarıyla kadınların yanında kıldan mürekkep yayılıyorlar.
Ebru Şallı bir yanda, Murat Boz-Eser ikilisinin kırdığı cevizler öte yanda, gündüz kuşağındaki magazin programlarında yüce aile, kutsal monogami savaşçılığının en coşkun tezahürleri dönüyor.
#Kocamadokunma muhbirciliği Gülben Ergen meselesinden çıktı. Ama onun kalbini kırdığı, uyuz ettiği kadınları aştı. Erkeklerin de en pipi ve dolayısıyla söz sahibi olduğu bir arenaya dönüştü. Çünkü bu düzenin tıkır tıkır işlemesinden en bi keyif alan onlar. 
İzzet Çapa’nın ÇapaMagTV’deki ‘Beraber ve Solo Serzenişler’ programında Erol Köse, Yeşim Salkım’ın Hakan Uzan’ı aldattığını (iddia ettiği) spor hocası sevgilisini nasıl tehdit ettiğini anlatıyor:
Adama gitmiş demiş ki, ‘Şimdi pılını pırtını topla ve Türkiye’yi terk et, çünkü Hakan elini kana bulayacak!’
Çünkü Hakan ‘140 kilo, high-tech (?!) ve çok güçlü’ bir adammış. Böylesine bir erkek, gücüne yönelik tehditi kabul edemezmiş. Kıtır kıtır keser yani spor hocasını.
Gariban sevgili de hemen arazi olmuş, o iş bitmiş. Yeşim Salkım’ın ne hissettiği kimsenin umurunda değil tabii bu arada. Sonuçta kocası tarafından da ‘Seni öldürürüm, gömerim, üzerine helikopter pisti yaparım’ diye tehdit ediliyor.
Bu durumda kaltaklık yapmaya mecali kalmamış olabilir.
Oysa Gülben Ergen’e bir açık çek yazılmış gibi görünüyor. Tüm aldatma, ‘koca çalma’ hikayelerinden sıyrılan, büyük gazetelerin koruduğu, haberini yapan muhabirlerin sihirli bir şekilde piyasadan yok olduğu, yılın annesi bilmemne seçilip duran bir kadından bahsediyoruz.
Kaltaklık özgürlüğü varsa, herkes için var. Yeşim Salkım ve o kamptakiler buna uyuz olmakta haklı.
Yalnız onlar da aynı Ergen’in riyakarlığını hatırlatan çiğ bir sahtekarlık içindeler.
Tüm öfkelerini, ‘örf, adet, geleneksel aile yapısı, Türkiye Cumhuriyeti, günah/sevap’ ilişkisine sığınarak cinsiyet yobazlığı yaparak ortaya döküyorlar.
Gülben Ergen ne yaparsa yapsın hala çok sıkıcı. Onun üzerinden dönen bu ahlak fanatikliği ise mide bulandırıcı.
Kendi bedenine, cinsel özgürlüğüne, duygularına, bağımsızlığına, poposuna, memesine, düşüncelerine, sütyen kopçasına, iradesine sahip çıkamayan kadınların yoldan çıkma lüksü yok. 
Gülben Ergen de bu kadar gürültüye rağmen hala yoldan çıkmış filan değil. Hala bir takım erkeklerin iktidarının arkasına yaslanıp kendi zayıflıklarından robotik bir ideal kadın yaratma peşinde. Zaten bu yüzden bunca macera yaşanıyor. Bir takım muktedir adamlar dönemsel amaçlara hizmet ediyor. Birinden ötekine geçerken de böyle ‘olay olay şok şok’ sarsıntısı yaşanıyor.
Erkeklerin kurduğu düzen, asssla sorgulanmıyor. Sevgililere, kocalara, ‘erkeğim, hikmetim, ağam, ağacım, direğim’ filan gibi fallik methiyelerle yürüyorlar.
Sonra ‘terliğimi getirsin’ diyen Alişan’ı hafiften gömer gibi yapıp, özgür kızı oynamaya çalışıyorlar. 
Geçen gün ‘Duymayan Kalmasın’da Murat Boz’un instagramdan bir kıza gülücük atmasını eleştirdi Sero. Aslı Enver gibi kaliteli bir kızla beraberken, bununla ne işi var diye. (Kızın donuyla yüzüstü yattığı fotoğraf ekranda dönüyor)
Çünkü donunla sere serpe uzandığını ilan edersen, kocamadokunma diye saçını başını yolarlar. Şeyma Subaşı ‘zengin adamı kaptı’ diye, gıybet sofralarında ne orospuluğu kalır ne fahişeliği. 
Yeşim Salkım yıllardır söylüyormuş: ‘kadın kadının kurdudur’ diye. Erkeklerin kurallarına ucundan bile çomak sokmaya cesaretiniz yoksa anca böyle kurtlaşırsınız. En değerli varlığınız bir adamın varlığı, iktidarı, servetiyse, onu kaybettiğinizde ‘Ben bitttiiiiim’ olacaksanız, her kadına tırnak çıkarmak mübah olur.
Şimdi kocişkolatalarınıza sıkı sıkı tutunun. Kameranın zoom’unu açın, bar, pavyon sinsi gibi gezin, yakalayın o yuva yıkan hemcinslerinizi.
Kaltaklar kulübünü çatır çatır başlarına yıkacaksınız. Güveniyorum size.
2 notes · View notes
donattan-blog · 5 years
Text
Masum
Tumblr media
Yazıma başlarken dizinin jeneriğini açtım. Yazarken içimde sakinleştiremediğim bir heyecan var. Bunun nedeni diziyi bitirir bitirmez yazmaya başlamam değil. Diziyi bitirince hemen yazmak istedim ama önce heyecanımın dinmesi için biraz beklemem gerekti, yani birkaç hafta kadar. İnkar edemem, hakkında düşündükçe, yazmaya çalıştıkça o kalp çırpıntısını, o heyecanı yeniden hissediyorum. Belki biraz abartıyorum diyorsunuz ama olsun abartacağım. Çünkü yerli dizilerimizin geldiği durum ortadayken, ekranlar iki buçuk saatlik zaman kayıpları, senaryo katledilişleri ve saçmalıklarla doluyken abartmamak elde mi?
Yeni yılın henüz başıydı sanırım, sosyal medyada gezerken Masum dizisiyle ilgili bir şeyler gördüm. “Türkiye'nin ilk büyük bütçeli internet dizisi!” Başta keyfim yerine gelse de çok sürmedi zira böyle kaliteli bir dizi çıkacağına hiç mi hiç inanmıyorum tabii ki. İnternette mi yayınlanacak, nasıl olur diye düşünürken açtım fragmanı hemen. "Bir baba evladı için neler yapar biliyor musun sen?" diyen Haluk Bilginer'in sesi. Ve ona cevap olarak Ali Atay’ın "Her şeyi" cümlesi. Yok daha neler canım diyorum. Büyük bütçenin çoğu nereye gitmiş anlaşıldı. Tam bir oyuncular şöleni! İsimlerini yeri geldikçe yazacağım, sabredin. Gergin bir müzik çalıyor arkadan ve birbirinden muhteşem oyuncuların yüzleri beliriyor.
Fragmanın heyecanı bitmemişken derhal Google amcadan bilgileri almaya başlıyorum. "Suç, drama, polisiye" konusu çıkıyor karşıma. Altın Portakal ödüllü bir yönetmen Seren Yüce ile tanışmış oluyorum. Berkun Oya'nın "Bayrak" adlı bir oyundan esinlenerek yazılmış. Bölüm sürelerinin ortalama altmış dakika olması da muhteşem. Bundan sonra tek yapabileceğim fragman çıkarsa onu izlemek ve diziyi sabırsızlıkla beklemek. Sekiz bölüm olacak dizi haftada iki bölüm yayınlanarak bitecek.
Diziyi henüz izlememişlere tavsiye vermek istiyorum. Diziyi hemen oturup bitirmeyin çünkü pişman olursunuz. Kötü olduğundan değil bilakis; tadını çıkara çıkara, böyle sindire sindire izlemenizi istediğimden. Ben yayınlandıkça ikişer bölüm izledim. En tadında olan bu sanırım. İzlerken diziyi durdurmaktan da çekinmeyin. Yönetmen aralara ipuçları yerleştirmiş. Fırsatınız olursa ve tekrardan oynanırsa "Bayrak" oyununu izlemek de harika olur. Oyunu izledikten sonra dizi sıkıcı olur diye düşünmeyin sakın. Senarist oyunu izleyenler için de diziye farklılıklar katmış. Mesela: Bayrak oyununda pek isim geçmiyormuş. Baba, anne, abi, polis gibi sıfatlar kullanılmış fakat dizide bu çok zor olacağından isimler var.
Masum izlemeyi tercih ettiğimiz o meşhur yabancı dizilerin tadını veriyor. Daha önce söylediğim gibi süresi de gayet makul. Bakışmalı saçmalıklar hiç yok. Bölüm sayısı az, rahatça izlemeye olanak veriyor. Filmin kurgusu da zekanıza hakaret etmiyor tersine çalışmasını sağlıyor. Birazcık karışık bir kurgusu olsa da bence izleyicisini içine çeken bir dozda. İnternette yayınlanmasının avantajı ise sansür yok! Hala mı ikna olmadınız? Jenerik müziği Selda Bağcan'dan! Diziyi izlemek için vereceğiniz paranın hakkını sonuna kadar alacaksınız. Ödediğiniz para o deneyime kesinlikle değer sakın bu nedenle izlememezlik etmeyin. Imdb'den 9,4 puan almayı da başarmış üstelik.
Diziyi henüz izlemediyseniz, umarım sizi ikna edebilmişimdir. Hemen diziyi izlemeye gidin ve yazının kalanını okumayın. Uyarmam gerekiyor ki bol bol spoiler gelecek. Sonra bana kızmayın, diziyi izledikten sonra da ilk işiniz tabi ki bu yazıyı okumak olsun. Son uyarım: Buradan sonra SPOİLER olacak!
Masum'u kısaca özetlemek istiyorum önce. Emekli bir polisimiz var dizide: Cevdet komiser. Emekliliğinden sonra eşiyle birlikte sakin bir yere taşınmış. Ailenin iki çocuğu var. İkisi de evlilik geçirmişler. Abi ve kardeşin eşi trafik kazasında hayatlarını kaybetmiş. Kardeş eşinin ölümünden sonra babasının ve annesinin yanına taşınmış. Psikolojik rahatsızlıkları var ve alkolik. Ve bir polisimiz var: Yusuf. Ailesi darmadağın olmuş, bir kızı var. Bir gün amirinden bir dosya geliyor. Dosya bahsettiğimiz abi ve kardeşin eşinin ölümü hakkında şüpheler olduğu yönünde. Yusuf eski meslek hocası olan Cevdet'in yanına gidiyor ve olayı yavaştan çözmeye çalışıyor. Durum trafik kazası değil tabii ortada cinayet var. Ama bunu aydınlatmak kolay değil. Zira hiçbir şey göründüğü gibi değil. Olayı sürpriz bir sonla çözmesine rağmen finalde bir kez daha şok oluyoruz. Nasıl mı, izleyin görün.
Masum'un ilk bölümleri yayınlanınca arkadaşımla tek seferde izledik. Jenerik etkilediği kadar geriyor aynı zamanda. Girişinden itibaren hemen sizi bağlıyor. Polisiye olunca başlarda silahların konuştuğu, bolca karakolda geçen bir dizi düşünmeyin. Karakolda geçen sayılı sahne var. Önce pür dikkat diziyi anlamaya çalışıyorsunuz. İlk iki bölüm de çok şahane açılış bölümleri olmuş. Sizi sıkmadan diziye adapte ediyor. Yusuf'un dinlenme amacıyla gittiğini düşünürken, Tarık ile karşılaşması hiç de tesadüf değilmiş. Tarık'ın hayal gördüğünü müzik sayesinde anında anlayıveriyoruz.
Her bölümün sonunda can alıcı sahne olacağını anlıyoruz artık. Cevdet ve Yusuf'un kozlarını bir anda dökmesini açıkçası hiç beklemiyordum. Burada dizimizin bizi kanser etmeden hızlıca açılacağını anlıyoruz. Dizimiz bir süre sonra flashback'lere başlıyor. Burada kurgu karışmıyor değil. Ama oyuncularımızın saç ve sakalları geri ve ileri tarihleri anlamamıza yetiyor. Emel'e hepimiz üzülüyoruz. Düşünsenize evleniyorsunuz ve eşiniz ağır psikolojik hastaymış ve zor da olsa ailesine söylediğinizde annesi sizi suçlayarak gece vakti dışarıdan mı yemek söylüyorsunuz, yemek yapmıyor musun gibi itamlar ile sizi suçluyor. Babası da çok basite alıyor olayı!
Dizi Yusuf komiserin etrafında dönecek zannederken başka bir hal almaya başlıyor. Olaylar Cevdet komiserin ailesi etrafında gelişiyor. Serkan Keskin'i ben İsmail abi olarak tanırdım. Taner olarak gördüğüm zaman çok şaşırdım. Dizide her şey karışmaya başlarken bir de şekerci psikopatımız Selim ekleniyor. Amacı ne anlamıyoruz ama Taner'in onu gömdüğünden emin oluyoruz. Olaylar gelişirken her şeyden bir haber masum Tarık da komutanıyla uğraşıyor. Okan Yalabık'ın oyunculuğu muhteşem! Bizi Tarık'ın zihninin derinlerine sokmayı başarıyor. Emel de aynı şekilde bize kendini anlatmaya çalışıyor. Tabii onu anlamaya çalışsak da, aldatmasını kabul edemiyoruz.
Her hafta diziyi beklemeye başladım yayınlandıkça hemen izliyorum. Ah o Haluk Bilginer'in tiradları ah! O anlatırken görsel bir şeye ihtiyaç duymuyorsun, zaten her şey kafanda canlanıyor. Güzelce ayarını veriyor her seferinde. Nur Sürer'e de değinmeden edemeyeceğim. Her sahnesini hayranlıkla izledim. Dizide oyunculuk hakkında bir sıralama yapacak olursam kendisini en üst sıraya koyarım. Ailenin neden oğullarını koruduklarını, motivasyonlarını tamamıyla anlıyoruz kendisinden.
Sanırım bu kısımları fazla uzattım, hızlıca toparlamaya çalışacağım. Hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmadığını görmeye başlıyoruz demiştim evvelce. İlkin Emel'in masaya çarpmasıyla hemen ölmesiyle, Selim'in benzer şekilde duvara çarpıp hemen ölmesi bizi tatmin etmiyor. Zaten sonrasında da 'o şekilde' ölmedikleri ortaya çıkıyor. Katilimizin net motivasyonunu anlamasak da (katili söylemeyeceğim) Yusuf komiser olayları çözmesiyle kalıyor.
Adeta şok etkisi yaratan Tarık'ın finali (Tarık'ın finali diyeceğim çünkü bence dizide iki final var.) bizi ekran karşısında donduruyor. Beni ümitlendiren Cevdet komiser'in ölmemiş olmasıdır bu arada, umarım ikinci sezonu ve Cevdet komiserimizi görürüz.
Şimdi gelelim ikinci finalimize, Selahattin amirin göründüğü gibi olmaması! Yusuf komiserin beyninde flashback'ler yaşanırken anlıyoruz ki dizide bu olayın azar azar veriliyor, ama tabi ki de yeterli değil. Dizi biterken ikinci sezonu sabırsızlıkla bekliyoruz. Ayrıca dizinin jenerik sahnesinin son bölümünün giriş sahnesi olması da ayrı bir hava katıyor.
Oyunculuklardan bahsedelim, Haluk Bilginer'in oyunculuğuna aşık oluyoruz çünkü izleyiciyi ses tonu ve duruşuyla etkilemesi dışında Cevdet komiserin neyi neden yaptığını sorgulatmıyor bize. Aynı zamanda Nur Sürer bize anneliğin nasıl bir duygu olduğunu verirken, hafif huysuzlukları, konudan bağımsız sözleriyle diziye hoş bir duygu katıyor. Ali Atay da zaman zaman Mecnun etkileri hissetsem de bende o rolle yer edinmesiyle bağdaşlaştırdığım oluyor. Serkan Keskin! Biz onu dünyalar tatlısı İsmail abi olarak bilsek de Taner rolüyle tamamen farklı bir rolün üstesinden gelmiş. Okan Yalabık bizi Tarık'ın psikolojisine tamamen sokmayı başarıyor ve oyunculuk dersi veriyor. Emel'in psikolojisini anlayabildiğimiz gibi, Selim'in ruh halini de bir o kadar anlamıyoruz çünkü rolleri bunu gerektiriyor. Tülin Özen ve Bartu Küçükçağlayan bu rollari hakkıyla yerine getiriyor. Oyunculukların bu derece muhteşem olacağını zaten tahmin ediyorduk, herkes rolünün hakkını vermiş.
Dizinin internette yayınlanmasının birçok faydasını gördük. Rahatça küfür etmeleri samimiyet katsa da zaman zaman bunu abarttıkları olmuş. Hafta hafta yetiştirmek zorunlulukları olmadığından rahatça kurgu yapılmış. Örneğin geçmişte Serkan Keskin hep sakallı. Geçmiş sahneler çekildikten sonra rahatça diğer sahneler çekilmiş. Müzik kurgusunun biraz hatalı olduğunu düşünüyorum çünkü müzikler ile neler olabileceğini az çok tahmin edebiliyorsun. Ayrıca bu dizinin kırdığı çok güzel bir klişe var. Normalde başroller yakışıklıdır güzeldir, mükemmel erkek ve kadınlardır. Tabii ki böyle olmak zorunda değil! Başrol neden göbekli olmasın, kel olmasın? Bu örnekler hiç yok demiyorum fakat diziler izlensin diye oyuncuların sahte mükemmelliğinden hepimiz yorulmadık mı?
Masum'u fazlasıyla övdüm ve eleştirilecek yerleri olsa da bunu elimden geldiğince az yapmaya çalıştım. Zira bu tarz yapıtların desteklenmesi gerektiğini düşünüyorum. Yerli dizilerin ne hale geldiği ortada. İki buçuk saatlik tamamen zaman kayıpları. Ben zaten izlemiyorum demek kaçış yolu olmamalı. Ben neden mükemmel oyuncularımızın harcandığı dizileri izleyeyim ki? Sadece ve sadece kar amaçlı diziler olsun, reyting uğruna güzel olan diziler harcansın ki? Bu tarz diziler yeterli desteği ve izleyiciyi arkasına alsın ki bu gibi örnekler çoğalsın.
Dizi, film dediğin bir çok insanın emeğidir, iyi ve ya kötü olması ortada emek olmadığını göstermez. Bu sebeple güzel olanları destekleyelim ki kötüler doğal yollarla azalsın yerini güzel yapıtlara bıraksın.
O yüzden korsandan kaçınarak bu emeğin karşılığını vererek izleyelim. BluTV'nin açtığı bu yol sayesinde belki de birçok başyapıt izleyeceğiz. Bunun gibi birçok 'kaliteli' dizi ve filmin olmasını ümit ederekten yazımı bitiriyorum. Masum hakkında düşüncelerimi yazmaya çalıştım, umarım beğenmişsinizdir. Başka dizi yorumlarında görüşmek üzere!
0 notes
umuttosunlar · 5 years
Text
Kişisel Hedeflerinize Açıklık Getirin!
Tumblr media
Günümüzde işlerimizi hızlıca bitirme eğilimindeyiz. Kilo kaybından, internet hızına, en son e-postaya verdiğiniz yanıtlara kadar her şey anında memnuniyetle ilgilidir. Bu, insanların para kazanmak ve başarılı olmak için en kısa zamanda başarılı olma eğilimi gösterdiği kariyer alanını da kapsar. 
Doğrusu, sizi bir gecede başarılı kılacak tek bir gizli yol yoktur. Bununla birlikte, kariyerinizde başarıya giden yolculuğunuza yardımcı olacak bazı proaktif önlemler bulunmaktadır. Daha hızlı başarıya ulaşmak için bazı ipuçlarına birlikte göz atalım. 
Daha hızlı başarılı olmak için öncelikle kariyeriniz için bir yol haritasına ihtiyacınız var. Sonuçta, aklınızda bir son nokta yoksa kısayolları alamazsınız. Başarı tanımı herkes için farklıdır, bu nedenle kişisel hedeflerinize açıklık getirmek önemlidir. Kariyerinizde neler elde etmek istiyorsunuz? Yapabildiğiniz kadar spesifik olun, çünkü yalnızca onlara yönelik uygulanabilir adımlar oluşturabileceğiniz somut hedefler tanımlayın. 
Büyük, uzun vadeli hedefler kariyeriniz için bir çerçeve oluşturmanıza yardımcı olur. Hedefler göz önünde bulundurularak, ulaşılabilir kilometre taşları olarak hareket eden mini hedefler oluşturabilirsiniz. Çıtayı yüksek ayarlayarak, sıkı çalışmak için her zaman çok çalışmak bir motivasyon kaynağınız olur. Bu da başarı yolunda önemli bir adımdır.
Çoğu başarılı insan, bir rutin oluşturup, ona bağlı kalmanın ne anlama geldiğini biliyor. Bunu sık sık tekrarlamanın büyük faydası var. Rutinler ilerlemenizi sağlar ve büyümenizi sürdürmenize yardımcı olurlar. Rutini izlerseniz, zaman içindeki ilerlemenizi izlemek çok daha kolay olur. Unutmayın, bir rutin oluşturmak, kariyerinizi oldukça hızlı bir şekilde ilerletebilecek iyi alışkanlıklar edinmenize yardımcı olur. 
Örneğin, rutininizin her gece akşam yemeğinden sonra bir saat boyunca kariyer planlamanızla ilgili yayınları okumak olduğunu düşünün. Belirli aktiviteler için belirli zamanları bir kenara bırakırsanız, bir süre sonra kas hafızası gibi olacaktır. Olumlu rutinler uygulandığında, sonuçlarını hızlı bir şekilde görmeye başlarsınız.  
Pek çok başarılı insanın ortak yanlarından biri de, bir akıl hocalarının olmalarıdır. Akıl hocası, sizinle aynı kariyer yolunda olan ama sizden daha ileride olan kişidir. Bir deneyim havuzundan, seçtiğiniz kariyer yoluyla ilgili bilgi ve deneyim sunabilirler.  
Ayrıca potansiyel tuzaklardan nasıl kaçılacağını ve kariyerinizin sonraki adımlarına nasıl yaklaşabileceğiniz gibi konularda size rehberlik edebilirler. Bir mentor genellikle kariyerinizi ilerletmenize yardımcı olabilecek, sizinle başkaları arasında ağ kurmayı kolaylaştırabilir. Bir mentora sahip olmak size birçok yönden yarar sağlayabilir.
Hayatınızı kolaylaştıracağınızı ve sizi daha az yıpratarak başarılı olmanızı engelleyen barikatları kaldırabileceğini söylesem? Olumlu rutinler, kariyerinizde daha hızlı ilerlemenize yardımcı olabilir. Ancak kötü alışkanlıklar ve zaman kaybına neden olan rutinler bunun tersi bir etki yaratabilir. Öyleyse, kötü alışkanlıkları gidermek için rutininizi nasıl düzenlersiniz?
İlk olarak, zamanınızı alan ve kariyerinizi ilerletmeye yardımcı olmayan her şeyi düşünün. Biliyorsunuz, birkaç dakikada bir twiter'ı kontrol etmek ya da çalışırken, alışveriş sitelerine göz atmak gibi. Bu zaman alıcıları belirledikten sonra, onları yok etmek veya en azından kontrol altında tutmak için ortaya ciddi iradenizi koyun. Dikkat dağıtıcı şeyleri ortadan kaldırmak disiplin gerektiriyor. Bunu yerine yapmanız gerekenlere odaklanmanız, sizi kariyer olarak daha hızlı bir şekilde nereye gitmek istediğiniz yola çıkartacaktır. 
Yazar Herbert Bayard Swope'in bilinen bir görüşü var; “Size başarı için kesin bir formül veremem, ama size başarısızlık için bir formül verebilirim: Herkesi her zaman memnun etmeye çalışın”.
Evet demek kolaydır ve memnuniyet vericidir. Ama çok fazla evet derseniz bu sizi bir süre sonra mutsuz edebilir. Evet diyen biriyseniz, muhtemelen çok fazla proje ve taahhüt üstlenmeyi kabul edersiniz. Ya da bir şeyleri kolayca kabul eden ve daha sonra son dakikada yan çizen bir insansınız. Her iki durumda da, bu eğilimler size kariyer gelişimi için yararlı olmaz. Hayır demek zor olabilir, ancak uzun vadede genellikle daha iyidir. Bütünlük gösterir ve kendinizi kariyerinizi ilerletmeyen şeylere zaman harcamak için bulmazsınız.
Daha hızlı başarılı olmak istiyorsanız, para tasarrufu konusunda akıllı olmanız gerekir. Kendinize katı bir şey yapın ve tasarruf hesabınızdaki paranın bir kısmını unutun. Evet, bu sıkıcı olabilir, ama şimdi küçük bir kısıtlama çok uzak olmayan bir gelecekte başarıya katkıda bulunabilir. Bu cimri olmak değildir, ancak para kazanmanın bazen para gerektirdiğini ve hazırlıklı olmak gerektiğini bilmek zorundasın.
Para tasarrufu konusunda akıllı olduğunuzda, bir güvenlik ağı ile zaman içinde büyüyebileceksiniz. Bir yatırım yapmak ya da bir iş girişimi başlatmak söz konusu olduğunda, hızlı hareket etmeye ve banka kredilerini kullanmadan yapmaya hazır olacaksınız.
Başarılı olmak istiyorsanız, bu yanlış adımların ezilmesine veya sizi parçalamasına izin veremezsiniz. Onları dünyanın sonu olarak görmek yerine, onları bir fırsat olarak görebiliyor musunuz? Sonuçta, başarısızlıklar bizim en büyük öğretmenlerimiz olabilir. Sonuçta, bugün başarısızlık gibi hissettiren aslında gelecekte daha büyük bir başarısızlıktan kaçınmanıza yardımcı olacak bir ders olabilir.
Mükemmelliğe değil ilerlemeye odaklanın. Hatalarından ders alabilirsen, daha güçlü ve daha anlayışlı olursun, bu da daha başarılı olmana yardım eder. Bunun için yerinden kalk ve harekete geç!
0 notes