Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ını bitirdim bugün. Karşılıklı helal ettik haklarımızı birbirimize. Bitirdiğimde vedalaştığım diğer kitaplar gibi hüzünlü bir şekilde vedalaştık. Usulca ve incitmeden raftaki yerine koydum onu. Kitabın içi hatıralarla doluydu… Hatıraların içi arayışlarla… Arayışların içi kayboluşlarla… Kayboluşların içi hiçliklerle… Yaralarla, yalnızlıklarla… Proustvari uzun cümleler, postmodern anlatımlar, daldan dala, konudan konuya zıplayıp duran paragraflar, tarihi ve düşsel bir ziyafet sunuyor… Zor ve yorucu bir kitap… Ama bir o kadar da büyüleyiciydi. İnsanın başı dönüyor. Galip, Rüya ve Celal; kitabın sonunda üçü bir olup sözcüklerin ve anlamların uçurumuna atlıyorlar aynı anda. Sadece biri kurtuluyor, Galip. Aslında kurtulmuyor. Boynuna yılan gibi dolanıyor ıssızlığın kolyesi. Yüzlerinden dökülen anı parçacıklarını topluyorum yerden ve onları kanayan belleklere sargı bezi yapıyorum. Sonra kendime dönüyorum, kendime dönüyorum, kendim olamayan kendime. Tıpkı kitap boyunca yanıp yanıp sönen ve hiçbir yere varamayan “bir insanın kendi olabilmesinin mümkün olup olamayacağı” sorgusunun okunaksız kalması gibi. Bütün o okunaksızlığı bir tek şey ışıklandırıyor: Hatırlayış. İnsanın hayatındaki en görünür gerçekliktir hatırlayış. İnsanın kendi olup olamayacağı bilinmez ama hatırlayışın kaçınılmazlığındaki hüzün kesindir.
Oradayım Zeyno, hatırlayışın dipsiz kuyusunda. Hafızam hüzünlü yüzler ülkesi. Uçsuz bucaksız papatyalar vadisindeki kokuların ve polenlerin dansı. Şiir olmaya çalışan sarı bulutların gölgesi. Kuşlar, böcekler, ağaçların uğultusu, yaprakların hışırtısı. Çizgiler, atlar, yılanlar… Hareket halindeki her şeyin sesini duyuyorum. İstasyonların, terminallerin, otobüslerin ve trenlerin yaralarını duyuyorum. Otlara uzandım, toprağın kımıldanışını hissettim. Betonların çatlayışını. Camların kırılışını. Suların çığlığını. İç içe sokulup da birbiriyle konuşamayan dev binaların öfkesini.
Bütün o rafa kaldırdığım kitapların seslerini duyuyorum içimde. Etrafımda dolaşan düşünceler hem çılgın kanatlarla hem de ağır yüklerle dolu. Sana koşuyorum, üstümden fotoğraflar dökülüyor, ömrüm dökülüyor üstümden. Koşmak imgeleşiyor. Çünkü varmanın sanatı da benimle birlikte geliyor. Tam sana vardığımda işgal edilmiş bir kent oluyorsun. Islanmış bir kent… Çamur içinde kalıyorum. Çamur içinde kalıyorum. Sen bütün zamanların en güzel işgal edilmiş kentisin Zeyno. Turuncu ve mor caddelere sıkıştırılmış evler, nefes alamayan duvarlar, sevmeyi ve gülümsemeyi unutmuş insanlar doldurmuş bu kenti.
Seni almaya gelmiştim buradan Zeyno. Seni almaya hakkım vardı diplerde dolaştığımdan dolayı. Zulme karşı işçi direnişlerinde sınadım kendimi sana yakışabilmek için. Pankartlar taşıdım, “Kahrolsun faşizm” diye bağırdım. Güçlü imgeler biriktirdim kötülüğün fabrikasını havaya uçurmak için. Susmayanların tarafında yürüdüm, bazen tekmelerle, bazen resmi kurşunlarla, bazen de gözaltında onurlu bir gazeteci olarak öldürüldüm. Ben herkesin ölüsüyüm Zeyno. Herkesin kırılışıyım.
Seni yine bulamadım umutla çıktığım bir yolculuğun daha sonunda. İşgaller arasında geçtim, kaya gibi sertleşmiş mutsuzlukların içine girdim, kadınların ezildiği zamanlarda ağladım ve yalnızlıktan yapılan ücra adamların yüzlerinde konakladım. Gözbebeğimi riske atma pahasına milyonlarca kitabın içinde dolaştım, yine de bulamadım seni. Kim bilir hangi yüzyılda hasar almış bir gülümsemeyi onarıyorsundur şimdi. Yırtıklarını dikiyorsundur “insan” kavramının. Yıkıntılar arasında kalmış ülkelerin üzerine yıldız tozlarını serpiyorsundur. Sen bütün zamanların en güzel kaybedenisin Zeyno.
Bulamadım seni ve yine kurtulamadım üzerime yapışan bu külrengi duygudan. Sokak aralarına, köşe başlarına, kaldırımlara ipuçları ve kokular bırakarak ayrılıyorum. Yolun düşüp de rastlarsın diye. Kendime dönüyorum, kendim olmayı başarıp başaramadığımı bilmediğim, asla bilemeyeceğim kendime. Az sonra zamanını şaşırmış acemi bir kış mevsimi gelip geçecek buradan, onun kanatlarına takılıp gideceğim yeni bir roman yazmaya doğru. Adı “Buz Çölü” olan bir roman.
Dinlediklerim, okuduklarım, yaşadıklarımdan aklıma şu geldi;
Aşk her şeyi yavaş ve kesin yapmaktır.
Yavaş ve kesinlik ile. Bu böyle. İman ve sevgide şüphe hissedildiği anda kızıl kıyamet.
“Lâ raybe fi’ha!”
Bir ihtimâl görülmeyi gururumuzdan değil hak etmediğimizden hakaret sayarım.
Çünkü bilenler bilir; evet ile hayır arasına “Belki” girerse nasıl bir felâket çağrılır.. Belki de olabilirdik deniyorsa; kesinlikle olunamaz. Eksik parçalarımızı tamamlayacak kişi bu ikilem de bırakmaz, tabiatı ve fıtratı itibariyle kilidin anahtarı misali kapınızı açmaktan kaçınmayacaktır. Maymuncuklu ve maymun iştahlı çilingirlerden Rabbe sığınırız. Kendime bunu hatırlatmakta fayda görüyorum, vakti vardıysa aşkın onu beklemeliydi mısrası gereği beklediğimize değecekse beklenen yâr bu minvalde olmalı, ‘şöyle yapsaydım son kez şunu deseydim, şuraya davet buraya hasret etseydim’.. dememek lazım. Bazen edebiyata boğulup yumuşayan esrik kalbe şunu hatırlatayım. “Senin kıymetini bilecek olan bırakın bir harften, sebepsiz de bulur. Sebepsiz yaşam ve ilişki sürer mi? elbet hayır, bir hayr bir incelik ve anlayış görmeden merak etmeden elbette sadece sen olduğun için geldim demek eksik kalıyor. Varmaya çalıştığım husu şu;
Seni bulmaya belkisiz ve kesin gönlü olana, onlarca şiir yazmana ne hacet.. bir harften bir kelimeden çıkarır anlamı seni yine bulur.
Şimdi o kimdir? Nerededir? N’apıyor? Bilemem, ama Nazım’dan ve Ahmed Arif’ten bozarak şunu ekliyorum:
“Seni beklemek güzel şey, çılgın ve hüzünlü şey
Dünyanın en şair ağustosunun gün batımlarında yanyana şiir yazmak, gözlerine dalmak gibi bir şey,
Zaten bu hayatta, hangimizin sokakları sonsuz mutluluğa açılıyor ki!
Kimsenin umrunda değilizdir bazen ya da biz öyle olduğunu düşünürüz... Bazen sırf bize neşe versin diye, gözlerimizde yaşlarla çılgın hikâyeler uydururuz içimizde ve bunu çok sık yaparız kendi benliğimize. Ama her şey sessizleştiğinde geride büyük bir hüzünden başka hiçbir şeyin kalmadığını da görürüz... Hüzünlü şarkılar beğenir, hüzünlü şarkılar dinler ve hüzünlü şarkılar söyleriz... Biliyor musun? İnsan hüzünlüyken günler uzuyormuş...
Mutluluk yankıları artık çok uzaktadır bir noktada ve çok uzaklarda kalmıştır mutluluk kokuları. Aslına bakarsak, mutluluğun kendisi çok uzaktadır. Biliyorum. Bu yüzden "mutluluk" denilince aklımıza çok az şey gelir. Hakkında, benzer birkaç kelime, bir kaç satır cümle biliyoruz o kadar... Biliyor musun? İnsan mutluyken günler kısalıyormuş...
İki yol vardır. Ya her şey değişir ya da her şey aynı kalır; ya herkes değişir ya da herkes aynı kalır... Artık hayal kurmayı ve gülmeyi bilmeyen insanlar çokça fazla aramızda. Neşenin özgürce aktığı hiçbir yer kalmadı neredeyse. Kahkahaları küçülmüş insanların, bir zamanlar koparılan heyecan fırtınalarındansa eser yok. Yalnızca kaçırdıkları bir hayat için, kanayan gülüşleriyle, acılar çalıp, hayata sitem okuyorlar o kadar... Bazen mutluluğun hüküm sürdüğü hiçbir yer kalmamış gibi geliyor...
Mutlulukdan geri kaldığından bahseden birçok insan tanıyorum. Benim de mutluluk konusunda çokça deneyim eksikliğim var. Bu yüzden benim için büyük, hayat için küçük bir şey. Ama hayatta birbirleriyle mutlu olduklarını zanneden insanlar da tanıyorum. Mutsuzken bile mutluymuş gibi davranan insanlar tanıyorum. Mutluluk için endişe eden insanlar tanıyorum...
...ve ben; düşüncelerimde dolaşan bitmeyen bir hüzün varken, mutluluğun insafına kaldım. Biliyorum. Bir yerlerde mutluluk bizi izliyor. Tıpkı hayalet gibi...
...ve ben; nerede olduğunu bilmeden, bu hayaletin varlığına inanıyorum. Kim bir kez bile bu hayaletin getirdiği darbelere maruz kalmadı ki! Ben böyle bir hayaletin getireceği darbelerden korkmuyorum ve payıma düşecek darbelerden, tamamen sersemlemeye hazırım...
Kim olduğunuza ve neye inandığınıza daima sadık olun. Uykusuz geceler geçirdik, güzel bir gülümsemeyle, çokça mavi görmek için. Sevincimizin ve hayalimizin bir parçası hep bunun içindi. Yıllar süren uzun bir yokluğun ardından bu gece her şey yeniden başlasın...
Mutluluğu istiyorsan, umutsuzluklarını gizlemekten vazgeç ve onu yakaladığında unutma... Hiçbir mutluluk, sonsuza dek sürmez... Korku salmadan, endişelenmeden ve umursamadan sadece mutluluğu yaşa ve başka hiçbir şeyi düşünme, umudunu koru. Çünkü umudunu koruyamayan herkes başarısız oldu hayatta ve mutsuz öldü...
"Tüm hayatım..." dedi... "...gündüz yapayalnız, gece yapayalnız..." Ey hayat, başkalarının da umut etmesi için insanlardan aldığın sevinci geri ver ve hüzün dolu günlerini sonlandır...
“Sevginin yalnızca bir duygu olmadığını, bilgi de gerektirdiğini kendimden biliyorum. Sevgi-savurganlığım yüzünden habire su vererek çürüttüğüm kaktüsler hâlâ aklımda. Bir dostum, ‘iyi ki akvaryumda balık beslemiyorsun' demişti..” diyor Tomris Uyar…
Öyle değil miydi aslında? Kendimizi belki de daha iyi hissetmek için veya sırf içimiz rahatlasın, herhangi bir ukde kalmaması adına sarfettiğimiz sevgimiz, karşımızdaki o narin bedene nasıl dokunuyordu ki acaba? Onu sevgimizle boğuyor, nefes alamaz duruma getiriyor olmaktan çok korkuyordum. Hiç kimse bencil olmamalıydı ama hiçkimse hiçbir histe de bencil olmamalıydı. Sadece seviyorum diye karşımdaki insana bir nevi baskı yaratarak beni sevmesini veya o sevgiyi daha çok nasıl gösterebilirim diye o saf ve narin hissi nasıl değiştirebilirdim ki?
Karşımda narin bedeniyle bir kuğu gibi salınan, hüzünlü gözleriyle en saf hislerle gözlerime bakan böyle bir güzelliğe sevgimle dahi olsun hiçbir şekilde kıyamazdım. Ona dokunurken bir bir kelebeğin kanatlarına dokunacakmış gibi bir korkuyla titrerken, ona sarıldığımda o yaseminlerin kıskanacağı kokusuna bedenimin kokusu karışacağı için çekinirken, içinde, ruhunda “ben”den kaynaklanabilecek hiçbir baskı yada sıkıntıya tahammül dahi edemezdim.
İşte bu yüzden belki de, onun karşısında en saf halimle ve en saf hislerimle çıkabildim.
Bilirdim ki, ona dokunabilmek ve onun yüzünde tebessüme neden olabilecek tek şey, her şeyin en saf halinde gizliydi.
Sevginin en saf hali, aşkın, acının, kıskançlığın, huzurun, mutluluğun, tebessümün…
Mesela Onun dudakları o kadar yumuşaktı ki…
Her bir nefes sıcacık, her kelime şefkatli, her tebessüm neşe dolu, her öpücük hayat doluydu.
İşte sevmenin sadece kendi başına yeterli olmadığını, sevilme duygusu olmadan her insanın kendi akvaryumu içerisinde hapsolmaya mahkum olduğunu, onun sıcacık ama sevgi dolu kollarının arasında hissettim, duyumsadım.
Onunla birlikteyken, her bir hissi, her bir duyguyu, her bir olayı, hatta en çılgın hayallerin bile eğlenceli ve olabilir olduğuna inanarak özenle ve hiçbir sahteliğin değmeyeceği bir güzellikte birlikte tanımladık ve hissettik.
İşte belki de bu yüzdendir ki, tüm benliğimizden sıyrılıp sadece biz olabildik birbirimize.
İki tane yan yana duran fanusun içinde yaşamaktansa, tek bir fanusu paylaştık tüm sadeliğimizle.
Hiç dalga geçtiniz mi? Keyifle yüz çizgilerinizle, onlar ki yaşanmışlıkların güzellikleri.
Gün içinde kahvenizi bir müziğin eşliğinde içerken, tango müziği mesela; o güzel ritim doyumsuz bir tad bıraktı mı ruhunuzda,
kahve tadı damağınızda bırakırken.
Yürüyüşe çıktığınızda bir parka, yol boyu dizilen ağaçlara dikkatli baktınız mı?
Ve mevsim sonbaharsa havanın hafif serinliği, ağaçların renkleri, görsel bir tablo gibi yerdeki renkli yapraklar, hafif yağmur çisilemesi, çiçeklerdeki çiğ taneleri.
Hiç kendinize papatyadan taç yaptınız mı? Taçların en güzelini hakediyorsunuz,
bunu en güzel kır çiçekleri bilir.
Yorgun bedeninizi koca bir çam ağacının gölgesinde dinlendirdiniz mi?
Akşam sahilde oturup soğuk bir bira açıp
hafif mayhoş kafayla içinizden geldiği gibi etrafa pek önemsemeden
kahkahalar attınız mı? Veya naralar.
Hanımefendilik bir kenara o çocuk tarafınızla biraz çılgın, biraz delice hiç şımardınız mı?
Ve gece yasladınız mı? Hüzünlü gönlünüzü yakamozun düşlerine.
O çok istediğiniz kırmızı elbiseyi aldınız mı? Almalısınız.
İnanın hayatta o kadar güzel şeyler var ki saymakla bitmez, hüzünlenmek de güzel.
Yalnızlığın sancısı olmasın, yalnızken bile insan özel. Her an değerlidir bırakın sizi
inciten yaralayan duyguları. Acılarınızı da alın koyun bir köşeye öyle valiz gibi taşımayın içinizde...
Bu çılgın, vahşi dünyada tamamen, tamamen benim için anlamı olan birinin olduğuna dair küçük, çocukça bir umudum var, en sonunda toplantımızda rahatlayarak yıldızlar bile iç çekecek. Ve eğer bana aşık olacaksan, önceden bilmen gereken bazı şeyler var, ben sık sık ağlarım. Bir film sırasında, radyoda hüzünlü bir şarkı ya da normal bir Pazar sabahı. Artık canımı acıtmıyor olsa bile, beni inciten şeylerden bahsederken bile ağlayacağım. Terk edilmekten korkuyorum ve yeterince iyi olamamaktan korkuyorum. Bana defalarca beni sevdiğini söyleyebilirsin ama yine de beni terk etmenden korkacağım. Kendini suçlama. En kötüsünü beklemek zorundayım çünkü her zaman daha kötüsünü yaşıyorum.
Ve eğer sana aşık olacaksam, tenindeki her çatlağa ve gözlerindeki her bir ışık çileğine bayılacağım. Adımı söylerken ağzının kıvrılma şekline aşık olacağım. Sana asla boyun eğmeyeceğim ve seni tüm kalbimle seveceğim ve bir gün ayrılmaya karar verirsen yine de seni çokça düşüneceğim. Senin iyi kalpli insan olduğunu hala hatırlayacağım.
Türk Edebiyatının gelmiş geçmiş en iyi 100 yapıtını sizin için derledik..
ACABA SİZ KAÇ TANESİNİ OKUDUNUZ?
1. İnce Memed, Yaşar Kemal
2. Tutunamayanlar, Oğuz Atay
3. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, A. Hamdi Tanpınar
4. Huzur, A. Hamdi Tanpınar
5. Kara Kitap, Orhan Pamuk
6. Bereketli Topraklar Üzerinde, Orhan Kemal
7. Aylak Adam, Yusuf Atılgan
8. Aşk-ı Memnu, Halit Ziya Uşaklıgil
9. Benim Adım Kırmızı, Orhan Pamuk
10. Puslu Kıtalar Atlası, İhsan Oktay Anar
11. Sevgili Arsız Ölüm, Latife Tekin
12. Yaban, Yakup Kadri Karaosmanoğlu
13. Bir Düğün Gecesi, Adalet Ağaoğlu
14. Tehlikeli Oyunlar, Oğuz Atay
15. Ölmeye Yatmak, Adalet Ağaoğlu
16. Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali
17. Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay
18. Çalıkuşu, Reşat Nuri Güntekin
19. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Peyami Safa
20. Devlet Ana, Kemal Tahir
21. Bir Gün Tek Başına, Vedat Türkali
22. Hakkari’de Bir Mevsim, Ferit Edgü
23. Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali
24. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Sevgi Soysal
25. Mai ve Siyah, Halid Ziya Uşaklıgil
26. Kıskanmak, Nahid Sırrı Örik
27. Cevdet Bey ve Oğulları, Orhan Pamuk
28. Eylül, Mehmet Rauf
29. Gece, Bilge Karasu
30. Fahim Bey ve Biz, Abdülhak Şinasi Hisar
31. 47’liler, Füruzan
32. Gölgesizler, Hasan Ali Toptaş
33. Demirciler Çarşısı Cinayeti, Yaşar Kemal
34. Yorgun Savaşçı, Kemal Tahir
35. Murtaza, Orhan Kemal
36. Yer Demir Gök Bakır, Yaşar Kemal
37. Tuhaf Bir Kadın, Leyla Erbil
38. Ağır Roman, Metin Kaçan
39. Orta Direk – Yaşar Kemal,
40. Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana – Yaşar Kemal
41. çimizdeki Şeytan – Sabahattin Ali
42. Yalnızız – Peyami Safa
43. Bin Hüzünlü Haz – Hasan Ali Toptaş,
44. Son Adım – Ayhan Geçgin,
45. Yılanların Öcü – Fakir Baykurt
46. Her Gece Bodrum – Selim İleri
47. Sinekli Bakkal – Halide Edib Adıvar
48. Sultan Hamid Düşerken – Nahid Sırrı Örik
49. Serenad – Zülfü Livaneli
50. Tol – Murat Uyurkulak
51. Ayaşlı ve Kiracıları – Memduh Şevket Esendal
52. Müşâhedat – Ahmet Midhat Efendi
53. Kinyas ile Kayra – Hakan Günday
54. Berci Kristin Çöp Masalları – Latife Tekin
55. Denizin Çağırışı – Kemal Bilbaşar
56. Kırık Hayatlar – Halit Ziya Uşaklıgil
57. Kurt Kanunu – Kemal Tahir
58. Medarı Maişet Motoru – Sait Faik Abasıyanık,
59. Odalarda – Erdal Öz
60. Yeşil Gece – Reşat Nuri Güntekin
61. Bir Solgun Adam – Selçuk Baran
62. Kurtlar Sofrası – Attilâ İlhan
63. Bir Deliler Evinin Yalan Yanlış Anlatılan Kısa Tarihi – Ayfer Tunç
64. Buzul Çağının Virüsü – Vüs’at O. Bener, 1984
65. Esir Şehrin İnsanları – Kemal Tahir
66. Gurbet Kuşları – Orhan Kemal
67. İstanbul Hatırası – Ahmet Ümit
68. Mel’un – Selim İleri
69. Rahmet Yolları Kesti – Kemal Tahir
70. Bir Kadının Penceresinden – Oktay Rifat
77. Kayıp Aranıyor – Sait Faik Abasıyanık
78. Kiralık Konak – Yakup Kadri Karaosmanoğlu
79. Eski Hastalık – Reşat Nuri Güntekin
80. Mutluluk – Zülfü Livaneli
81. Şimdiki Çocuklar Harika – Aziz Nesin, 1967
82. Boğazkesen – Nedim Gürsel
83. Karartma Geceleri – Rıfat Ilgaz
84. Matmazel Noraliya’nın Koltuğu – Peyami Safa
85. Sahnenin Dışındakiler – Ahmet Hamdi Tanpınar
86. Yaralısın – Erdal Öz
87. Yeşilçam Dedikleri Türkiye – Vedat Türkali
88. Ankara – Yakup Kadri Karaosmanoğlu
89. Araba Sevdası – Recaizade Mahmut Ekrem
90. Ateş Gecesi – Reşat Nuri Güntekin
91. Çılgın Gibi – Suat Derviş
92. Göçmüş Kediler Bahçesi – Bilge Karasu, 1979
93. Handan – Halide Edib Adıvar
94. Mahur Beste – Ahmet Hamdi Tanpınar
95. Şu Çılgın Türkler – Turgut Özakman
96. Tütün Zamanı – Necati Cumalı
97. Veda – Ayşe Kulin
98. Viski – Çetin Altan, 1975
99. Yalan – Tahsin Yücel
100. Zübük - Aziz Nesin
Adam “Slow dancing in a burning room” eşliğinde bir temmuz sabahının 5.00’inde yüreğinde denizlerin durulmasının sakinliği içinde huzurlu; bu geniş bir tabanı kaplayan mavi vazgeçiş halinin ise tekrar başına açacağı-tekrardan hayta gönlünü bir nehre,bir dağa bir çiçeğe kaptırma ihtimalinde- çılgın, yıpratıcı olaylar ihtimalinin getirdiği endişe ile bu satırları yazıyordu.
Aklından Turgut Uyar dizeleri geldi,
büyük kentleri düşünse de rahatlasa
işte her şey nasıl haince karıştırılmış
kirli çamaşırlarla sabunlar ayrı semtlerde
saatin sonunda meydan
suyun sonu ilerde
böyle yaşamak zordur elbet anlıyorum
çılgın ve hüzünlü
çünkü bakışları yazda geçmiş bir geceyi andırıyor
yaşanmış mı temmuzda mı belli değil
-çılgın ya da hüzünlü-
Çılgındı, ve idi, veyaydı, hüzünlüydü ya da bir buruk vedaydı? Hislerini tanımlamaktan o da çok yorulmuş olmalıydı artık. Sadece biraz dinlenmek istiyordu.
çünkü yaşamak gibiydi yaptığı
anasız bir tay gibi coşkun ve hüzünlü
akşamın dinginliğini otluyordu o zaman
her sabah denize çıkar, bir elma yerdi
hüznünü ve çılgınlığını elmanın
gözünü yumsan ağzında duyarsın
-ellerine bakma artık
çünkü kar yağıyor
çılgın hüzünlü-
büyük kentleri düşünse de rahatlasa
işte her şey nasıl haince karıştırılmış
kirli çamaşırlarla sabunlar ayrı semtlerde
saatin sonunda meydan
suyun sonu ilerde
böyle yaşamak zordur elbet anlıyorum
çılgın ve hüzünlü
çünkü bakışları yazda geçmiş bir geceyi andırıyor
yaşanmış mı temmuzda mı belli değil
çılgın ya da hüzünlü
şimdi dolaşıyor aramızda
kıpkırmızı bir duygu olarak
doğudan batıya bir güz halinde
çılgın ve hüzünlü
biraz dağ yollarını öğrenmesi gerekir sanırım
kahırçeker mekkari katırları gibi
onlar ki hiçbir şeyleri yok
korkunca çılgın sevince hüzünlü
-kar dindi
gerçekten dindi
ellerine bakabilirsin artık-
Hiç dalga geçtiniz mi? Keyifle yüz çizgilerinizle, onlar ki yaşanmışlıkların güzellikleri.
Gün içinde kahvenizi bir müziğin eşliğinde içerken, tango müziği mesela; o güzel ritim doyumsuz bir tad bıraktı mı ruhunuzda,
kahve tadı damağınızda bırakırken.
Yürüyüşe çıktığınızda bir parka, yol boyu dizilen ağaçlara dikkatli baktınız mı?
Ve mevsim sonbaharsa havanın hafif serinliği, ağaçların renkleri, görsel bir tablo gibi yerdeki renkli yapraklar, hafif yağmur çisilemesi, çiçeklerdeki çiğ taneleri.
Hiç kendinize papatyadan taç yaptınız mı? Taçların en güzelini hakediyorsunuz,
bunu en güzel kır çiçekleri bilir.
Yorgun bedeninizi koca bir çam ağacının gölgesinde dinlendirdiniz mi?
Akşam sahilde oturup soğuk bir bira açıp
hafif mayhoş kafayla içinizden geldiği gibi etrafa pek önemsemeden
kahkahalar attınız mı? Veya naralar.
Hanımefendilik bir kenara o çocuk tarafınızla biraz çılgın, biraz delice hiç şımardınız mı?
Ve gece yasladınız mı? Hüzünlü gönlünüzü yakamozun düşlerine.
O çok istediğiniz kırmızı elbiseyi aldınız mı? Almalısınız.
İnanın hayatta o kadar güzel şeyler var ki saymakla bitmez, hüzünlenmek de güzel.
Yalnızlığın sancısı olmasın, yalnızken bile insan özel. Her an değerlidir bırakın sizi
inciten yaralayan duyguları. Acılarınızı da alın koyun bir köşeye öyle valiz gibi taşımayın içinizde...