Tumgik
#Ünlü düşünürler
enfes-kanal · 3 months
Text
#enfeskanal 💖
Hazreti Mevlânâ.. Beğenilerle, yorumlarla kanalıma destek olun. Kalıcı tâkip lütfen 🙏💖 https://youtu.be/MSl8838wArU?feature=shared
youtube
1 note · View note
nevzatboyraz44 · 8 months
Text
Tumblr media
İĞNECİLER SINIFI..
Türkiye'nin en önemli liselerinden olan İstanbul Erkek Lisesi, 1925 yılında enteresan bir olaya sahne oldu.
Öğretmene şaka yapmak isteyen bir öğrenci tüm sınıfın kaderini değiştirdi.
İstanbul Lisesi’nin onuncu sınıf öğretmeni Salih Hoca ile öğrenciler arasında garip bir olay gerçekleşir.
İstanbul Lisesinin onuncu sınıfı öğretmen sandalyesine bir iğne yerleştiren öğrenciler, pusuya yatıp Salih Hoca ’nın iğnenin üstüne oturmasını izleyeceklerini düşünürler.
Öğretmen zili çalınca o sınıfta dersi bulunan Arapca öğretmeni (Salih Hoca) sınıfa giriyor.
Sandalyeye oturacağı zaman cübbesini iki eliyle düzeltirken eli bir iğneye değen Salih Hoca ise oturduğu yere bir iğnenin yerleştirildiğini hisseder, sandalyeye oturmaz ve Deftere imzasını attıktan sonra ;
...“Ben bu muameleye layık değildim, sizlere çok teessüf ederim” diyerek dershaneyi terk eder.
Meseleyi Müdür Besim beye bildiriyor ve istifasını veriyor.
Ondan sonra hızlıca araştırmaya geçen disiplin kurulu işin failini bir türlü bulamaz.
O sınıfın dersleri durdurulur ve araştırmalar devam eder.
Fakat hiçbir öğrenci itirafta bulunmaz.
Sonrasında 1925 yılının öğretmenler toplantısı düzenlendiği gün öğretmenler odasında çaylar içilirken odaya birden Müdür ile lisenin güvenliği içeri girer ve müjdeyi verir…
Muhterem hocamız Salih efendinin sandalyesine iğneyi koyan iğneci sınıfın tamamen ihracına karar verdik.
Çünkü failini ele vermiyorlar…”
Sonrasında ise sınıftaki 41 öğrenci İstanbul Erkek Lisesi ’nden Bursa Lisesi ’ne sürgüne gönderilir.
Olaydan seneler sonra ise Salih Hoca nin sandalyesine iğneyi koyan kişinin başka sınıftan olduğu anlaşılır.
Ama İğneciler olarak adlandırılan ve Bursa ’ya sürgüne gönderilen sınıf ise çoktan mezun olmuştur bile
1925 yılının 10’uncu sınıfı,yani “iğneciler” arasından kimler çıktı:
228 Sait Efendi:
Arkadaşları arasındaki lakabıyla H2O, yani sulu Sait. Ünlü hikayeci Sait Faik Abasıyanık.
697 Rahmi Efendi:
Ünlü hekim, politikacı, şair ve akıl hastalıkları uzmanı Dr. Rahmi Duman.
748 Saffet Efendi: Ünlü hukukçu Saffet Nezihi Bölükbaşı.
725 Feridun Efendi:
Ünlü gazeteci ve yazar Hikmet Feridun Es.
Sabri Efendi:
Türk politika ve diplomasi hayatının unutulmaz isimlerinden, eski Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil.
Sıtkı Efendi:
Demokrat parti döneminin ünlü bakanlarından Sıtkı Yırcalı.
Hikmet Feridun ES’in şu sözü çok meşhurdur.
“Biz 43 iğneci idik.
...Fakat sonradan o kadar çok kişi iğneci sınıftan olduğunu iftiharla iddia etti ki, hayret etmemek mümkün değil …”
"Koca sınıf Bursa’ya sürülüyor, veliler müdürün odasını basıp tehdit etmiyor.
Disiplin kurulunda ki hocalar tehdit edilmiyor.
Kalitenin tesadüf olmadığı, ahlaklı olmanın kişiye ve topluma ne kadar büyük bir etkisi olduğunu tekrardan anlamış olduk.”
......
NEEDLES CLASS..
Istanbul Boys' High School, one of the most important high schools in Turkey, witnessed an interesting event in 1925.
A student who wanted to play a prank on the teacher changed the fate of the entire class.
A strange incident occurs between the tenth grade teacher of Istanbul High School, Salih Hodja, and the students.
Tenth grade students of Istanbul High School placed a needle on the teacher's chair, thinking that they would lie in wait and watch Salih Hodja sit on the needle.
When the teacher rings the bell, the Arabic teacher (Salih Hodja) who has a lesson in that class enters the classroom.
Salih Hodja, whose hand touches a needle while adjusting his robe with both hands when he is going to sit on the chair, feels that a needle has been placed where he is sitting, he does not sit on the chair and after signing the Notebook;
...He leaves the classroom, saying, "I did not deserve this treatment, I feel sorry for you."
He reports the issue to Manager Besim and submits his resignation.
After that, the disciplinary board quickly started to investigate and could not find the perpetrator.
Lessons of that class are stopped and research continues.
But none of the students confess.
Later, on the day of the teachers' meeting in 1925, while drinking tea in the teachers' room, the principal and the high school security suddenly enter the room and give the good news...
We decided to completely expel the needle class, which put the needle on the chair of our esteemed teacher Salih Effendi.
Because they do not reveal the perpetrator..."
Afterwards, 41 students in the class are exiled from Istanbul Boys' High School to Bursa High School.
Years after the incident, it was understood that the person who put the needle on Salih Hodja's chair was from a different class.
But the class called İğneciler and exiled to Bursa has already graduated.
Who were the 10th class of 1925, that is, the "needlers"?
228 Sait Efendi:
His nickname among his friends is H2O, which means watery Sait. Famous storyteller Sait Faik Abasıyanık.
697 Rahmi Efendi:
Famous physician, politician, poet and mental illness specialist Dr. Rahmi Duman.
748 Saffet Efendi: Famous jurist Saffet Nezihi Bölükbaşı.
725 Feridun Efendi:
Famous journalist and writer Hikmet Feridun Es.
Sabri Efendi:
Former Minister of Foreign Affairs İhsan Sabri Çağlayangil, one of the unforgettable names of Turkish politics and diplomacy life.
Sıtkı Efendi:
Sıtkı Yırcalı, one of the famous ministers of the Democratic Party period.
This quote by Hikmet Feridun ES is very famous.
“We were 43 needlemakers.
...But later, so many people proudly claimed to be from the needle-making class that it is impossible not to be amazed..."
"The whole class is being exiled to Bursa, the parents do not raid the principal's office and threaten them.
The teachers on the disciplinary board are not threatened.
We realized once again that quality is not a coincidence and that being ethical has a great impact on individuals and society.”
Istanbul, Türkiye, 1925 🇹🇷
25 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
Georg Wilhelm Friedrich Hegel HEGEL SONRASI FELSEFE idealist diyalektik kuramının kurucusu filozof. varlığın, fikirlerden oluştuğunu, dış dünyanın fikirlerimizin sonucu olduğunu, varlığın çelişkiler barındırdığını ve çelişkilerin çarpışmasından değişimin sağlandığını söyler. soyuttan somuta giden bakış açısı içinde mistisizm barındırdığı için ve daha sonraları Marx ve Engels tarafından eleştirilerek materyalist diyalektiğin doğmasına sebep olmuştur. bu açıdan bakılarak 19. yy felsefesini en çok etkileyen filozof olduğu söylenir. Marksizm insanın manevi ve ahlaki açıdan özgürleşmesini, ekonomik ve toplumsal açıdan özgürleşmesine bağlar. İnsan bilincini ve kişiliğini belirleyen asıl şey içinde yaşadığı nesnel ve toplumsal gerçeklik ve ilişkileridir. İnsan pratik gerçekliği ve ahlaki edimleri ancak toplumsal pratik ve bu bağlamda öncelikle üretim güç ve ilişkileri dönüştürülerek iyileştirilebilir. Nietzsche her türden evrensel ahlak anlayışını eleştirir ve temel olarak iki tür ahlaktan söz eder; efendi ve köle ahlaklar. Güç istenci ve yaşamın onaylanması efendi ahlakının özünü oluşturur. Efendi ahlakında iyi olan, soylu olan anlamına gelir. Köle ahlakı ise daha çok toplumsal çoğunluğu oluşturan köle ruhlu insanların ahlakıdır. Köle ahlakında iyi olan toplumsal çoğunluğun, toplumsal sürünün yararına olandır. Köleler açık bir güç istenciyle yaşamın temel değerlerini açıkça onaylanmak yerine, sinsi ve ikiyüzlü bir eşitlik söylemiyle ortaya çıkarlar. Pozitivizm, analitik felsefe ve pragmatizm ise genel olarak bilimlerin ve özellikle de doğa bilimlerin gelişmesi, endüstriyel ve teknolojik devrimlerden etkilenmiş felsefe akımları olarak, insanın ahlaki gerçekliğine olgusal ve empirik gerçeklik temelinde yaklaşırlar. Bu felsefe akımları ahlakın, spekülatif ve metafizik kurgular çerçevesinde değil, olgusal gerçekliğine dayanan bir düşünüş ve analiz sonucunda anlaşılabileceğini savunurlar. Pragmatizm toplumsal pratik ve yararın ahlaki iyiliğin özü olduğunu ileri sürer. Alman idealizminin son büyük temsilcisi Hegel 1831’deki ölümüyle ardında büyük ve devasa bir miras bıraktı. Bu mirası sahiplenenler olduğu gibi eleştirenler de oldu. Hegel’i izleyenler, yani eleştirel bir tonda da olsa onun felsefi mirasını tümüyle reddetmeyen belli oranda kabul eden ya da tümüyle sahiplenen düşünürler genel olarak iki gruba ayrılır: sağ ve sol Hegelciler. Sağ Hegelciler genellikle Hegelci sistematiğin panteist ve materyalist yorumlarına karşı çıkan, Hegel’in felsefi görüşleriyle Hristiyan teolojisi arasındaki mesafeyi açmamaya çalışan düşünürlerdir. Önemli temsilcileri arasında K. Rosenkranz, J. E. Erdmann ve I. H. Fichte’nin (ünlü Alman İdealisti J. G. Fichte’nin oğlu) olduğu sağ kanat genel olarak muhafazakâr filozoflardı. Önemli temsilcileri arasında D. F. Strauss, L. Feuerbach, K. Marx ve F. Engels’in olduğu sol kanat Hegelciler ise Hegelci felsefenin daha materyalist, seküler ve ateist bir yorumuyla kendi felsefi görüşlerini temellendiriyorlardı.diyelim ve bitsin
Tumblr media
4 notes · View notes
ozgulturan · 3 months
Text
CEHALET MUTLULUK DEĞİLDİR
     
      İnsanların, kendi alanı dışındaki bilgileri, derinlemesine araştıran kişilerin akıl sağlığında problem görme eğilimleri vardır ve bir süre sonra bu kişilerle hiçbir konuda uzlaşamayacaklarını düşünürler. ‘’Öğrenirse değişir, başımıza iş çıkarır icat çıkarır. Bilgili olursa kontrol edemeyiz. Hâkimiyetimizi kaybederiz.’’ derler.
      Daha fazla bilgi edinmek ve daha derin araştırmalar yapmak kişilerin akli dengesini bozmaz. Tam tersi, kişileri daha duyarlı hassas ve bilge insanlar haline getirir. Bilge insanlar artık farklı bir seviyede olduklarından diğer insanlar tarafından anlaşılamazlar ve onlar tarafından bazen ‘’Delirdi.’’ şeklinde tanımlanabilirler.
     Bilgi edinmek insanları daha isyankâr, daha başına buyruk, söz dinlemez kişiler yapmaz. Aksine gereksiz konularda alınganlık yapmayan, daha ince düşünceli, daha duyarlı, daha çözüm odaklı kişiler haline getirir. İnsanlar zaten bu kişilere önyargılı oldukları için, bu kişilerin en ufak bir davranışlarında,  alınganlık gösterip kibirlendiklerini düşünürler. Bu, bilge insanın kibri değil, karşı tarafın önceden hazırlanılmış kompleksidir.
      Bilge insan, artık neyi bilmediğini daha iyi bildiği için, kendisini bilgili değil aksine daha cahil görme eğilimi vardır çünkü bilginin sınırlarını görmüştür. Bir konuyu anlatan binlerce kitap olduğunu ve o konu hakkında okuduğu 50 kitabın çok az bir sayı olarak kaldığını düşünüp kendini artık daha yetersiz görmeye başlamıştır. Bilge insanla işbirliği yapmak daha kolaydır çünkü  bilge kişi beyin kasını daha fazla kullandığı için, adaptasyon yeteneği daha fazla gelişmiştir. Her türlü şartlara daha kolay uyum sağlar hâle gelmiştir. İnsanlar sohbet etmek için bile, 10 yaş ile 40 yaş vizyonu aynı olan kişileri değil, bilge kişileri tercih ederler.
     Yeni bilgi öğrenmenin önemine inanmayan, öğrenen insanlara da boş işlerle uğraşıyor diyen kişi, okumuş veya bilge insanlara da saygı duymaz. Onları ‘’Okumuş ama adam olamamış.’’ diye tabir eder. Sonra çevresindeki kişilere mesaj gider ve onlar da okumamayı, öğrenmemeyi tercih ederler. Bu söz zaten bilgiye kültüre değer veren okumuş insanların sözü değildir. Eğer onların bahsettikleri kişi, okumuş adam olamamışsa, peki neden onlar her ikisini de olmayı tercih etmiyorlar? Bilgeliğin önemsizliğini vurgulayan bu insanlardan, daha sonra okumuş insanlar da etkilenmeye başlar. ‘’ Boşuna okuduk, kazandığım parayı falanca iş yapsam da kazanırdım.’’ diye düşünmeye başlarlar. Aynı parayı okumasalar da kazanırlardı evet ama bu bilinç düzeyini, okumadan kazanamazlardı.
   Okumuş insanın etik ve ahlaki değerleri azalmaz, aksine eğitim hayatı insan davranışlarını törpüler.
    Kitap okumak insana her alanda denge kurmayı öğretir. Hayatta her şeyin dengesi olmalıdır. Bilgelik hayatın her alanını dengede tutmayı bilmektir.
     Bilginin yarattığı değişim ne insanı ne de insanlığı geriye götürmez aksine ileri taşır.
     Az bilinen veya hiç bilinmeyen konular kuruntu yaratır. Takıntı hastalığına tutulan insanların çoğu takıntı yaptığı konuyu yeterince araştırırlarsa takıntılarının büyük bir kısmını yeneceklerdir. Bilen insan önlem alır. Herhangi bir konuda yaşanacak olası bir problemi engellemeye çalışır. Ünlü bir filozofun bununla paralel bir sözüyle tamamlamak istiyorum: ‘’Tanrısal koruma bilgelikle doğru orantılıdır.’’
0 notes
entelektia · 7 months
Text
Tao Felsefesi Nedir? Nerde Ortaya Çıkmıştır?
Tumblr media
Taoizm, doğal denge ve uyumun vurgulandığı bir Çin felsefesi ve dinidir. Tao Te Ching adlı eseriyle ünlü olan Laozi tarafından kuruldu. Temel prensipleri arasında "Tao" olarak adlandırılan evrensel bir kuvvetin varlığı, doğal akışa uyum sağlama, içsel huzur ve mütevazılık bulunur. Taoizm, yaşamın karmaşıklığını basitlik ve iç huzur arayışıyla ele alır. Ayrıca, yin ve yang gibi kavramları içerir ve insanların doğayla uyum içinde yaşamalarını teşvik eder. Tao Felsefesi Çıkış Noktası Taoizmin çıkış noktası, antik Çin'de M.Ö. 6. yüzyılda ve M.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan düşünürler Laozi ve Chuangzi'ye dayanır. Bu düşünürler, dönemin toplumsal, siyasi ve felsefi sorunlarına yanıtlar ararken Taoizmi oluşturdular. Tao Te Ching adlı metin, Laozi'nin öğretilerini içerir ve Taoizmin temel metni olarak kabul edilir. Bu metinde, Tao (Yol veya İlk İlke) kavramı ve doğal uyumun önemi vurgulanır. Taoizmin temel çıkış noktası, evrenin ve insanın doğal akışına uyum sağlama ve içsel huzuru bulma ihtiyacıdır. Bu düşünce sistemi, Çin'in o dönemdeki karmaşık toplumsal yapısı, siyasi sorunları ve savaşlarını aşma amacı taşıyordu. Bu nedenle Taoizm, sakinlik, mütevazılık, uyum ve dengenin önemini vurgular ve kişisel gelişim ve huzur arayışını teşvik eder. Lao Tzu Kimdir? Laozi (bazen Lao-Tzu olarak da yazılır), Taoizmin önemli bir figürüdür ve geleneksel olarak Tao Te Ching adlı metni yazan kişi olarak kabul edilir. Ancak Laozi'nin yaşamı ve kimliği hakkında kesin bilgilere sahip olunmamakla birlikte, tarihçiler ve araştırmacılar arasında farklı görüşler bulunmaktadır. Laozi'nin geleneksel olarak M.Ö. 6. yüzyılın sonlarına veya M.Ö. 4. yüzyılın başlarına tarihlendirildiği düşünülmektedir. Çin'de Laozi'nin bir filozof ve bilge olarak kabul edilir ve Tao Te Ching adlı eseri, Taoizmin temel metni olarak kabul edilir. Bu metin, Taoizmin ana fikirlerini ve öğretilerini içerir. Ancak Laozi'nin yaşamı ve kimliği hakkında birçok mit ve hikaye bulunur. Bazıları onun Konfüçyüs ile görüştüğünü ve tartıştığını iddia ederken, diğerleri onun bir saray memuru olduğunu ve hayatını geride bırakarak dağlara çekildiğini söyler. Laozi'nin yaşamı hakkında bilgi eksikliği, onun tarihsel gerçekliği konusundaki tartışmalara neden olur. Laozi, Taoizmin temel figürlerinden biri olarak kabul edilir, ancak yaşamı ve kimliği hakkında net bilgiler yoktur, ve onun tarihsel gerçekliği hala bir gizem oluşturur. Tao Din Midir? Taoculuk (Taoizm), hem bir felsefi sistem hem de bir din olarak kabul edilebilir, ancak bu kavramların Taoizm içindeki çeşitliliği yansıttığını unutmamak önemlidir. 1. Felsefi Yönü: Taoizm, birçok insan için bir yaşam felsefesi olarak işlev görür. Bu yaklaşıma göre, Taoizm, insanların doğal akışa uyum sağlama, içsel huzur ve dengeli bir yaşam sürme konularında rehberlik eden bir felsefe olarak kabul edilir. Tao Te Ching ve Chuangzi gibi eserler, bu felsefi yaklaşımı temsil eder. 2. Dini Yönü: Bazı insanlar için Taoizm, bir dindir. Çin'de ve diğer bölgelerde Taoist tapınakları ve ritüeller bulunur. Taoistler tanrılar, ruhlar ve ölülerin yaşam sonrası dünyası gibi dini inançlara sahip olabilirler. Ancak, Taoizmin dini yönü, geleneksel Çin dinlerinin karmaşıklığına ve yerel uygulamalara bağlı olarak büyük ölçüde farklılık gösterir. Taoizm, bazıları için bir yaşam felsefesi, bazıları içinse bir din olabilir. Taoizmin karmaşıklığı, hem felsefi hem de dini yönleri içerebileceği anlamına gelir, ve bu nedenle kişinin yorumuna ve uygulamasına bağlı olarak değişebilir. Taoizm Neyi Temsil Eder? Taoizm, birçok farklı yönüyle sembolize edilen bir Çin felsefesi ve dinidir. İşte Taoizmin temsil ettiği ana kavramlar: 1. Tao (Yol veya İlk İlke): Taoizm, evrenin temel ilkesi olan "Tao"ya odaklanır. Tao, evrenin bilinçsiz ve kendi kendine düzenleyen bir gücüdür. Tao, her şeyin kaynağı ve evrensel bir dengeyi temsil eder. 2. Doğal Uyum ve Dengesi: Taoizm, insanların doğal akışa uyum sağlamalarını ve dengede yaşamalarını teşvik eder. Bu, insanın iç huzurunu ve yaşamın karmaşıklığını basitlikle ele alma fikrini içerir. 3. Yin ve Yang: Taoizmde yin ve yang sembolleri önemlidir. Yin, karanlık, pasif, dişi ve soğuk özellikleri temsil ederken, yang ise aydınlık, aktif, eril ve sıcak özellikleri temsil eder. Bu iki zıt kavram, evrenin dengesini ifade eder. 4. Mütevazılık ve İçsel Huzur: Taoizm, mütevazılık ve içsel huzur arayışını vurgular. Kişisel gelişim ve dinginlik, Taoizmin önemli unsurlarıdır. 5. Doğanın Saygısı: Taoizm, doğanın önemini vurgular ve insanların doğayla uyum içinde yaşamalarını teşvik eder. Doğayla uyum, insanların kendi yaşamlarını daha iyi bir şekilde dengelemelerine yardımcı olur. Taoizm, bu ve diğer kavramlarla evrenin doğasını, insanın rolünü ve yaşamın anlamını ele alır. Her ne kadar farklı yorumları olsa da, Taoizm genellikle içsel huzur, doğal uyum ve denge arayışı ile özdeşleşir. Tao Taktiği Nedir? Tao tekniği, Taoizm ile ilişkilendirilen bir dizi uygulama ve disiplini ifade edebilir. Bu teknikler, kişisel gelişim, içsel huzur ve dengeyi teşvik etmeyi amaçlar. İşte Tao tekniği olarak kabul edilebilecek bazı önemli uygulamalar: 1. Tai Chi: Tai Chi, Taoist bir dövüş sanatı olarak başlamış olsa da, günümüzde fiziksel egzersiz, meditasyon ve enerji dengelemesi olarak daha yaygın olarak bilinir. Tai Chi uygulamaları, vücut ve zihin arasındaki dengeyi sağlamayı amaçlar. 2. Qi Gong: Qi Gong, bedenin içindeki yaşam enerjisi olarak kabul edilen "qi"yi (veya "chi"yi) hareketlendirmeyi hedefler. Bu uygulama, meditasyon, nefes çalışmaları ve fiziksel hareketler içerir. 3. Meditasyon: Taoist meditasyon, içsel huzurun ve zihinsel dinginliğin bulunmasını amaçlar. Meditasyon uygulamaları, Tao Te Ching'den alınan öğretilere dayanabilir. 4. I Ching: I Ching, Taoist bir divinasyon (geleceği kehanet etme) aracıdır. Rüya yorumlamadan geleceği tahmin etmeye yardımcı olan semboller içerir. 5. Doğayla Uyum: Taoist öğretilere göre, doğayla uyum içinde yaşamak önemlidir. Doğanın öğretilerini takip etmek, kişisel dengeyi ve huzuru sağlar. Tao tekniği, kişinin özgün hedeflerine ve ilgi alanlarına bağlı olarak farklılık gösterebilir. Ancak genel olarak, bu teknikler insanların içsel huzur, denge ve sağlık arayışına hizmet eder. En Bilineni Yin Yang Yin ve Yang, Taoizme dayalı bir kavramdır ve çok bilinen ve sembolize edilen bir fikirdir. Yin ve Yang, karşıtlık ve dengeyi ifade eden iki sembolik terimdir: 1. Yin: Yin, karanlık, pasif, dişi, soğuk, zayıf ve içe dönük özellikleri temsil eder. Aynı zamanda toprak, ay ve gece gibi unsurlarla ilişkilendirilir. 2. Yang: Yang ise aydınlık, aktif, eril, sıcak, güçlü ve dışa dönük özellikleri temsil eder. Gün, güneş ve ateş gibi unsurlarla ilişkilendirilir. Yin ve Yang sembolleri genellikle bir daire içinde bulunur ve birbirine sarılırlar. Bu sembol, karşıtlıklar arasındaki dengeyi ve birbirine bağımlılığı ifade eder. Taoizmde, evrenin ve yaşamın bu ikiliği içerdiği ve bu karşıtlıkların birbirini tamamladığı düşünülür. Yin ve Yang, denge ve uyumun sembolü olarak kabul edilir ve birçok farklı kültürde tanınır. Read the full article
0 notes
magazinenews · 1 year
Text
Tumblr media
EVREN (Kainat)
Evren (Kâinat), sonsuz uzayda bulunan tüm madde ve enerji biçimlerini içeren bütünün adıdır. Pozitif bilimler açısından evren, gök cisimlerini barındıran uzay ve tamamen boş olan karanlık uzayın toplamıdır. Dolayısıyla modern fizik açısından evren, varolduğunu bildiğimiz bütün atomik alemlerdir.
Evrenin oluşumuna dair günümüzde en çok kullanılan teori, Büyük Patlama teorisidir. Bu teoriye göre evren, sıfır hacimli ve çok yüksek bir enerji potansiyeline sahip, sıkışmış bir noktanın patlamasıyla oluştu. Evren meydana gelmeden önce evrenin yerinde ne olduğu ya da evrenin neyin içinde genişlediği sorularına bilimsel bir cevap bulunamamıştır, bununla birlikte evrenöncesi durum, evrendışı varoluş hakkında hipotezler öne sürülmüştür. Büyük Patlama sonucunda altı yöne dağılan gaz molekülleri uzun bir dönem boyunca birbirlerinden bağımsız hareket ettiler. Sürekli genişleyen evrenin her yerinde geçerli olan fizik kurallarından kütleçekimi kanunu vasıtasıyla bağımsız gazlar birleşerek galaksileri (gök adaları) oluşturdular. Aynı evrensel fizik kanunu neticesinde gökadalar da birbirlerine yaklaşarak devasa gruplar oluşturdu. Galaksiler içinde yıldızlar ve bazı yıldızların çevresinde sistemler oluştu. İçinde yaşadığımız Güneş Sistemi bunlardan birisidir. Keşfedebildiğimiz evrende 400 milyardan fazla galaksi ve 10.1018 yıldız olduğu tahmin edilmektedir.
Eski Türkler'de ve Çinliler'de gök çarkının/çarklarının döndüğü kabul edilmekte ve gök kubbenin en alttaki çemberini bir çift gök ejderinin çevirdiğine inanılmaktaydı. Ejder gök çarkını ve buna bağlı olarak da "yaşam çarkı"nı çevirmekteydi. Böylece Eski Türkler'de "ejder" de evren olarak adlandırılmıştır [kaynak belirtilmeli].
Kâinat sözcüğü Arapça kökenlidir. Arapça "olmak" anlamındaki kökünden gelir ve yaratılmışlar alemi demektir. Bununla kastedilen, Allah'ın kendisi hariç, yarattığı herşeydir, mevcûdattır. Bu bakımdan "kâinat" kelimesi, bilinen evrenin dışındaki varoluşları da kapsayan teolojik bir anlam taşır.Evren hâlen genişlemektedir. Gök cisimleri, genişleyen evren modelinde, birbirlerine olan uzaklıkları bakımından iki farklı davranış gösterirler. Şayet birden fazla gök cismi birbirlerinin kütleçekimine kapılırlarsa ya da hepsi birden ortak bir kütleçekiminin cazibesine kapılırlarsa, bu durumda aralarındaki mesafe birbirleriyle yahut da ortak çekimi altına girdikleri kütleyle birleşene kadar her an azalır. Birinci durumun etkili olmadığı diğer bütün durumlarda gök cisimleri birbirinden sürekli uzaklaşırlar. İki gök cismi arası uzaklık binyıllar önce x ışık yılı ise şu anda x+y ışık yılıdır (y>0). Açılıp kapanan evren teorisine göre evrenin itme gücü bitince çekme gücü başlayacak ve böylece büzüşecek, gök cisimleri çarpışarak kaynaşacak ve büyük bir patlamayla evren tekrar genişlemeye başlayacaktır.Eskiçağlarda birkaçı dışında bütün astronom ve düşünürler Dünya'nın evrenin merkezi olduğuna, Güneş, Ay ve yıldızların Dünya'nın çevresinde döndüğüne inanırlardı. Bu evren modeline göre, yıldızlar kristal bir kürenin iç yüzüne çakılmış gibi durağandı. Buna karşılık Güneş, Ay ve beş "gezegen yıldız" ( Merkür, Venüs, Mars, Jüpiter, Satürn) bu durağan yıldızların önünde hareket halindeydi. Bütün gökcisimleri, sanki bir makineyle çalıştırılıyormuşçasına, değişmez bir düzen içinde Dünya'nın çevresinde dolanırdı. Eski astronomlar gezegenlerin bu teorik hareketini, Güneş'in ve yıldızların dünya etrafındaki günlük dolanımını açıklayabilmek için karmaşık evren modelleri geliştirdiler.
Bu eski astronomlar içinde etkisi en uzun süreli olan İskenderiyeli Batlamyus'tur (Klaudios Ptolemaios). M.S. 2. yüzyılda yaşayan bu ünlü bilgin, bugün Almagest adıyla bilinen büyük yapıtında gökcisimlerinin karmaşık hareketini açıklayan evren kuramını ortaya attı ve Dünya'yı evrenin merkezi olarak kabul eden bu kuram yaklaşık 14 asır boyunca Ortaçağ Avrupası'nda tartışmasız benimsendi.
Uzayın uçsuz bucaksız ve karanlık boşluğunda; Güneş'e benzer yıldızlardan oluşmuş bir gökadanın ortasında yüzen günmerkezli Güneş Sistemi düşüncesinin yerleşmeye başlaması ancak 16., 17. ve 18. yüzyıllara rastlar. Mikolaj Kopernik, Galileo Galilei ve Johannes Kepler gibi büyük bilginler, Dünya'nın ve öbür gezegenlerin Güneş'in çevresindeki yörüngelerde dolandığını kanıtladılar. Sir Isaac Newton, bu gezegenleri Güneş'in çevresindeki yörüngelerinde tutan evrensel çekim ( kütleçekim ) kuvvetinin varlığını açıkladı. 18. yüzyılın sonlarında Sir William Herschel ve onu izleyenler de bütün Güneş Sistemi'ni içeren Samanyolu Gökadası'nı incelediler; bulutsu (nebula) adı verilen soluk ışıklı gaz ve toz bulutlarını araştırarak bunlardan çoğunun gerçekte Samanyolu'nun ötesindeki başka gökadalar olduğunu saptadılar.
19. yüzyılın ortalarına doğru astronomları; insanın dış gücünün çok ötesinde, tasarlanamayacak kadar engin bir evren düşüncesine götüren önemli gelişmeler oldu. Evrenin sınırsız boyutlarının ilk somut göstergesi, büyük Alman astronomi bilgin Friedrich Wilhelm Bessel'in ( 1784 - 1846 ) o güne kadar denenmemiş bir yönteme başvurarak 1838'de yaptığı bir uzaklık ölçümüdür. Bessel, ilk kez ıraklık açısından yararlanarak, Güneş ile yakınındaki Kuğu 61 yıldızı arasındaki uzaklığı kesin değerleriyle ölçtü ve inanılması güç bir sonuç buldu. Bu ölçüme göre Kuğu 61 ile Güneş arasındaki mesafe 97 trilyon kilometreden daha fazlaydı ( tam olarak 97.432.493.000.000 km ). Yakın bir yıldızın bile böylesine şaşırtıcı bir uzaklıkta olması, uzayda yapılacak ölçümlerde kilometre ve mil gibi geleneksel ölçü birimlerini kullanmanın ne kadar anlamsız olduğunu açıkça ortaya koymuştu. Bunun üzerine astronomlar, çok hızlı bir maddenin bu uzaklığı ne kadar zamanda alacağını belirtmenin çok daha kolay ve anlamlı bir ölçü birimi olacağına karar verdiler. Saniyede yaklaşık 300.000 km hızla hareket eden bir ışık ışını bir yılda yaklaşık 9.5 - 10 trilyon kilometre yol alır. Işık yılı, bugün astronominin temel uzunluk ölçüsü birimidir. Bu ölçü birimine göre Kuğu 61, Güneş'ten 10,3 ışık yılı uzaklıktadır. (Günümüzde yapılan daha duyarlı ölçümler bu uzaklığın 11,2 ışık yılı olduğunu ortaya koymuştur.) Güneş'e en yakın yıldız ise yanlızca 4,3 ışık yılı uzaklıktaki Proxima Centauri'dir ( Erboğa takımyıldızından bir yıldız).
1 note · View note
kamburhayat · 2 years
Text
Ders Hayatları 2
Doğan Cüceloğu ile Levent Üzümcü’nün (en çok sevdiğim ve saygı duyduğum insanlardan ikisi) sohbetleri bir yana, Türkçe’ye uygun bir şekilde konuşmaları,yani dilimizi düzgün bir şekilde kullanmaları; acele etmeden kendilerini ifade etmeleri, içtenlikle ve düşünerek konuşmaları da beni çok etkiledi. Bu, bende “Eğer dil bilgisini doğru bir şekilde öğrenirsem, sadece yazı üzerinde değil konuşmama da yansıtmaya çalışırsam daha iyi bir şekilde konuşabilir miyim ve kendimi daha iyi ifade edebilir miyim?” sorusunu doğurdu.-Bu baya uzun bir soru :) - Okuduğum kitaplarda ünlü düşünürler sürekli dil bilgisinin öneminden bahsediyor.( Bu ünlü düşünürlerin kim olduğunu şu an hatırlamıyorum, hatırladığımda eklerim.)
0 notes
psikologkonya · 2 years
Text
Konya İlişki Danışmanlığı
Ünlü düşünürler, aşkın konusunda birbirine oldukça zıt düşüncelere sahipler. Peki sizce hangisi haklı? Ünlü Düşünürlere Göre Aşkın Tarifi “Hayatın ağırlığını ve acısını tek bir sözcük unutturur bize: Aşk.” Sofokles “Aşk, insan türünü sürdürmek için bireye kurulmuş tuzaktan başka bir şey değildir.” Arthur Schopenhauer “Aşk, ciddi bir akıl hastalığıdır.” Platon “Aşkın olduğu yerde hiçbir…
View On WordPress
0 notes
schonheitdesmonats · 2 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Ben eccik birazcık Haldun Dormen hayranıyım. Kemeraltında çok karşılaşmışlığımız, selamlaşmamız var. Öyle ünlü münlü ayağına da değil. Zaten o adamın içtenliğine öyle salak salak ezilip büzülmeniz mümkün değil, inanılmaz samimi. Neyse. Mecidiyeköy’de sahnesi vardı. Gidelim dedik. Ben nasıl mutluyum. Tabi tam bakmamışız yönetmeniymiş oyunun. Yaşı itibari ile oyunda bulunması çok zor. Dışarda yürürken bile destek şart olabiliyordu son gördüğümde. O da kaç yıl öncesi..
Oyunu sevdik mi sevdik, ince ayarı vermiş bazı yerlerde. Çok şaşırdım nasıl kaldırmamışlar?! Güzel vakit geçirdik. Çokta yorulduk.
Yine ve yine her zaman ki gibi şımardım. Ordan oraya zıpzıp dolanıp durdum, serseri de ayak uydurdu. Biz birlikte çocuk gibi olabiliyoruz. Rezil mi olduk, ne derler ne düşünürler, şu hareketi yapsam soğur mu gibi kaygılarımız hiç olmadı. O yüzden de özgürce hareket edebiliyoruz. Dilerim siz de öyle insanları taşırsınız hayatınıza. Ciddi anlamda lüksmüş özgür olabilmek. Dilerim hayatınıza kısıt değil, renk katan insanlarla mutlu olursunuz.
Ben çok mutluyum arkadaşlar.
10 notes · View notes
selenofill · 3 years
Text
Tumblr media Tumblr media
Müjde Bilir – Sevgili Didem, ilk kitabın İnkılap 2000 Şiir Ödülü’nü almıştı ve “Grapon Kağıtları” adını taşıyordu. Kısa bir süre önce de ikinci şiir kitabın “Ah’lar Ağacı”  (Everest Yay.) yayımlandı. Kitaba adını veren uzun şiirde “(…) Ne diyecektin, ne söyleyecektin/Şairlerin şahı olsan,/bir AH’dan başka./Ah benim nergis kokulu cehaletim/Bana yılarca, bunca sözü boşa söylettin./AH!” diyorsun. Nasıl bir yolculuktur, seni, “ah!” sesine getiren?
Didem Madak- Grapon Kağıtları’ndaki şiirleri yazdığım dönemi izleyen üç seneye yakın bir dönemde iki şiir dışında hiç şiir yazmadım. Hiç o dönemdeki kadar çok ah demedim. Sürekli ah dediğim için uyarırlardı beni çevremdeki insanlar. Ah denmez derlerdi, af denir. O dönemde hep sıkıntıyı azalttığına inanılan hediyeler verildi bana. Akik taşlı yüzükler, muskalar falan. Sabrı öğütleyen bir kum saati bile hediye edilmişti. Herhalde şimdi de bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilemenin vakti geldi. Virginia Woolf’un Orlando’sunu çok severim. Orlando yıllarca göğsünde taşıdığı ve bir meşe ağacından esinlenerek yazdığı şiiriyle ünlü olur ve bir ödül kazanır. O zaman kitabını kendisine esin veren meşe ağacının altına gömmeye karar verir. Ve simgesel cenaze töreninde şöyle bir konuşma yapmayı planlar: ‘Bunu bir armağan olarak görüyorum diyecektir, toprağın bana verdiklerinin toprağa geri dönmesi olarak.’ Galiba ben de bütün birikmiş ahlarımı, söylediklerimi ve söyleyemediklerimi ‘Ah’lar Ağacı’nın altına gömdüm. Bu yüzden ‘Ah’lar Ağacı’ bir şiirden çok bir ağıt olabilirdi esasında. Kendi acısıyla dalga geçen ve gülerek acı çeken bir kadın ani bir manevrayla şiiri ele geçirdi ve en başta ‘iç ses’ diye söylenen ağlak kadınla, ‘Yıldırım Gürses’ diye cevap verip dalga geçti. Ve aptal aptal güldü bir de buna. Şimdi ‘Ah’lar Ağacı’nı nereye gömmeliyim diye düşünüyorum. Belki de ‘başsız ayaksız bir mezara.’ ‘Susmanın su kenarında’ bir yerlere…
Kitapta yer alan özgeçmişinde, “ruhunu ütüsüz ve buruşuk gezdirmeyi” sevdiğinden söz ediliyor. Hemen hemen bütün kadınlar ütü yapmaktan nefret eder, ama neredeyse hiçbir kadın ütüden kaçamamıştır. Şöyle de yazmışsın: “(…) Karnabahar kızartmıyordu asla/başroldeki kadınlar.” Bir kadın için ütüden kurtulmak -eğer başrol oyuncusu değilse- bu kadar kolay mı? Şiir yazıyor olmanın bu kurtuluşa katkısı nedir?
Sevgili Müjde sen de bilirsin, bazı kadınlar pasaklıdır. Bu tip kadınların kocaları işe, buruşuk gömlekler ve kopuk düğmelerle giderler. Herkes bu bahtsız kocalara acır. Sanki bir karışıklık olmuş gibidir, bir erkeğe ait olabilecek bir ruh, bir kadının vücudunda dünyaya gelmiştir. Sanki bazı meseleleri gizlemek konusunda, yüzyıllardır süren bir anlaşma var gibidir kadınlar arasında. Bu gizi, bilinmeyeni anlamaya çalışmak ve bunu dil aracılığıyla sorgulamak, daha ziyade erkeğe özgü bir çaba gibi görünür. Bazen de ölümcül sonuçlara sebep olabilir böyle bir çaba, bir kadın için. Sylvia Plath Üç Kadın’da şöyle der mesela: “Bu adamlara takıyorum ben/Nasıl da kıskanıyorlar düz olmayan her şeyi! Dünyayı/Kendileri gibi düz yapabilecek kıskanç tanrılar onlar.” Evet, sanırım hiçbir kadının ütüden kaçamamasına yarayan bir mekanizma işler durumda. Ben bundan başlangıçta çok bilinçsiz ve el yordamıyla kaçtım. Yazmak bu kaçışta bence çok önemli rol oynadı. Kafamın daha da karışmasına neden oldu. Bir dönem komik ve çocukça tercihler yaptım: Gerçi çabuk vazgeçtim bu karardan, ama benden önce yazmış kadınlara çok şey borçlu olduğumu düşünüyorum. Sanırım bu söyleşiyi bir erkekle yapıyor olsaydım bana böyle bir soru yöneltilmezdi. Çünkü özgeçmişimde yer alan bu bölüm, bıyık altından gülünüp geçilecek kadar basit görünürdü ona. Ama senden böyle bir soru bekliyordum. Teşekkür ederim.
Adını şu an hatırlayamadığım bir zenci kadın şair şöyle demiş: Erkekler özgür iradeyi efendi efendi tartıştılar, bizse çığlıklar atarak tartıştık onu.
Çoğu kadın kendileri için önceden planlanmış güvenli bir hayata sığınır. Bu hayatın sonu baştan bellidir. Bir kadın bunun dışında seçimler yapmaya kalkıştığında, fena halde zora sokmuş olur kendini. (Haklısın, başrol oyuncusu olabileceği maddi manevi imkânların içine doğmamışsa eğer.) Çoğunluğu kendini gizleyen, koruyan, gardını alan, ürkmüş insanların yaşadığı bu ülkede bir kadın olarak bana ait bir hayatım olsun diye gösterdiğim çabaya ve kendi serüvenime haksızlık edemem. Bu yüzden hayatımı samimiyet ve cesaretle anlatmak benim için önemli. Benim hâlâ hayatımla ve bir kadın oluşumla ilgili çözemediğim bazı meselelerim var, bu meselelerle samimiyet ve cesaretle boğuşuyorum hâlâ. Bütün bunlar yokmuş gibi davranıp, kitabi şiirler yazamam. Şiirlerim ütüsüz ve buruşuk gezdirdiğim ruhumun diyeti bence. Bu yüzden hepsi benden parçalarla dolu. Bu yüzden biraz ‘kadınsı’, durup dururken bağıran şiirler.
Şiir ütüden böylece kurtuldu madem, yaşlanmaktan da korkmayacak o halde! “(…) Çizgili olsun, buruşsun yüzü,/Şiirlerim için yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmayacağım” dediğini hatırlatmak istiyorum.
Niçin şiir yazmaya başladığımı düşündüğümde şunu fark ettim: O dönem şiir bana, herkesten ve her şeyden çok özgürlük vaat ediyordu. Yaşlanmak da benim için bir özgürlük vaadi aslında. Bu yüzden eteklerinin ucundan sarkan paçalı donlarına aldırmadan, örtmeden – gizlemeden dolmuşa binmeye çalışan, önüne gelen erkeğe yardım etmesi için elini uzatan yaşlı teyzelerin durumu bana çok büyüleyici gelmiştir hep. Yaşlı bir kadın hayatının bir dönemini kadın olarak geçirmiştir, ama artık tam bir kadın değildir. Yani bir kadın gibi kendini gizlemek, korumak zorunluluğu yoktur. Yaşlandığım vakit, şiirimin değişebileceğini düşünüyorum. Gecenin bir vakti kimsenin ilgisini çekmeden bir meyhaneye oturup, herkesin suratını inceleyebilirim o zaman. En fazla, bu buruşuk suratlı kadının niye kendilerini inceleyip durduğunu düşünürler. Sonra çok içip masada sızmama yakın, heyy kocakarı, derler bana, kapatıyoruz, hadi evine git. Genç bir kadın için tam bir yalnızlık mümkün olmuyor aslında. Eskiden cebimde bir falçata taşırdım mesela. Gecenin üçünde hiç korkmadan, arkamdaki ayak seslerini kollamadan, sokaklarda yalnız dolaşabilmek benim şiirime çok şey katabilir gibi geliyor. Yaşlanınca daha rahat ederim diye düşünüp, yaşlanma etkilerini geciktirici krem kullanmıyorum. Ne kendim ne de şiirim için. Ben sanırım yaşlanınca şu kabına sığamayan, çatlak ihtiyarlardan olacağım. Zaten şu an yazdığım şiirler beni, torunlarıma hayatımı anlatmak zahmetinden kurtaracak. O zaman haliyle gece ikiye kadar oturaklı, derin şiirler yazacağım, o saatten sonra da torunlarımla diskoya falan gideceğim. Herkesin ‘kaçık ihtiyar’ı ayıplamasını şiddetle istiyorum.
Sanki içini döküyorsun beyaz kağıtlara… Samimi hislerini itiraf ediyorsun… Kendinle, tanrıyla konuşmandan… Işıl’la, teyzenle ya da benimle paylaşmandan sanki pek farkı yok bunun. Kalemi eline aldığında -başka bir deyişle, yazının düşünsel süreci eyleme dönüştüğünde- neler oluyor peki? Bir çırpıda mı yazıyorsun şiirlerini? Sence samimiyet kurgulanamaz bir şey midir?
Bachmann, içten gelen herhangi bir zorlama olmaksızın, şiir yazabileceğine ilişkin bir kuşkuya kapıldığı vakit, şiir yazmayı bıraktığını söylemiş bir söyleşisinde. Bence şiirde samimiyet şairin içinden gelen bir zorlama ile ilgili. Önümüzde duran bir metnin şiir olup olmadığına karar vermek için nasıl bazı kesin ölçüler bulamıyorsak, bir şiirin samimi olup olmadığını anlayacak kesin ölçülerden söz etmemiz mümkün değil. Bunu ancak hissedebiliriz.
Benim açımdan en zor olanı yazmaya başlamak, bir şiir yazabileceğimi hissettiğimde çoğunlukla bir yığın kaçış yolu buluyorum, gezmeye gidiyorum, TV izliyorum. Yalnız değilsem kesinlikle yazamıyorum. Bu yüzden yalnız yaşamadığım dönemlerde şiirlerimi gece herkes uyuduktan sonra yazardım. Bazen yazma ihtiyacıyla kâğıdı kalemi elime alır, saatlerce yazarım. Ama bu yazılanlardan asla şiir çıkmaz. Bazen de bir mektup yazmaya başlar kısa bir süre sonra şiir yazarım. Yazmaya başladığımda ne yazacağım konusunda en ufak bir fikrim olmuyor çoğunlukla. Sadece yazmaya başlıyorum. Bir süre sonra benim ‘kalemin açılması’ dediğim bir durum ortaya çıkıyor, o zaman hiç zorlanmadan, kontrol etmeden yazıyorum. O zaman müthiş rahatlıyor ve hızlı yazıyorum. Bazen ağlıyorum. Genelde sayfalarca yazıyorum. Çoğunlukla sanki az sonra ölecekmişim gibi paniğe kapılıyorum yazarken. Sanki ölmeden önce itiraf etmem gereken bazı önemli meseleler varmış gibi hissediyorum. Bu yüzden sanki artık kaybedecek bir şeyim yokmuş gibi geliyor. Her şeyi söyleyebilirmişim gibi geliyor. O zaman her gün işe giderken karşılaştığım, boyozcunun yanında durup, boyoz yiyen insanları hayranlıkla seyreden o kara köpeği, puf böreği gibi tombik elleriyle kabak seçen ev hanımlarını, ucuzluktan alınmış bayramlıklarıyla kendilerinden pek memnun olan o bayram çocuklarını hatırlıyorum. O zaman onları sandığımdan çok sevdiğimi anlıyorum. Hepsi şiirime sızıyor o zaman. Hayat beni büyülüyor. Yazarken hayatı sandığımdan çok sevdiğimi, ona hayranlık duyduğumu anlıyorum. Aslında az sonra ölecek birinin gözleriyle dünyaya baktığımızda hayatın her yerinden şiirin fışkırdığını görürüz, önemli saydığımız çoğu şeyin önemini yitirdiğini görürüz. O zaman anlamsız bulduğumuz küçük gündelik hayatımızın aslında anlamlı olduğunu hissederiz. Ben sanırım böyle bir itkiyle yazdığım için biraz telâşlı yazıyorum. Doğaçlama bir şiir. Yazdıklarımı sonradan okuduğumda çoğunu yırtıyorum. Ben şiirde toptan eksiltme yöntemini takip ediyorum. Bazen cesaretimi toplayıp, eli yüzü düzgün bir kâğıda temize çekip, biraz düzeltiyor, kardeşime gösteriyorum. Ondan geçerse başkalarına da gösteriyorum. Kardeşim edebiyat öğretmeni en zoru ondan geçmek. Okuldaki öğrencileri ve ben bir kader birliği içindeyiz.
Samimiyet meselesi bence yanlış anlaşılıyor, insan ne kadar kendi hayatından söz ederse o kadar samimi sanılıyor. Edip Cansever, Stefan, Lusin, Cemile ve Seniha’nın hayatlarından muazzam şiirler kurdu, samimiydi. Sonuna kadar. Çünkü o bu hayatların şiirini yazma zorunluluğu duyuyordu. M. C. Anday çok sevdiğim ‘Güneşte’ kitabında samimiydi. Samimiyet şairin kendi deneyimine, düşünsel sürecine denk düşecek şiiri yazması demek bence. Şiirinin arkasında durabilmesi demek. Bazen özentili, güzel söz söyleme hevesiyle veya can sıkıntısıyla yazıldığı belli olan şiirler okuyorum. Şiire soruyorum o zaman: Hani ya senin şairin nerde? İyi şiir şairinin parmak izi gibidir. Tanırsınız hemen.
Şiire giden pek çok yol vardır. Önemli olan hangi yoldan gittiğimiz değil, şiire ulaşıp ulaşmadığımız. Birbirimizin tuttuğu yolu beğenmeyebiliriz, o zaman birbirimizi eleştiririz. Ama bazen bir öfke nöbeti esnasında yazıldığı izlenimini veren yazılar okuyorum. Üzülüyorum. Her türlü eleştirinin muhatabı olabilirim ama, öfkenin asla. Keşke feyz aldığımız üstatların bilgeliğinden de nasibimizi alsak.
Kaybolmaktan söz edelim mi biraz? “(…) Kapının arkasında yokum demiştim/Ve divanın altında da.” diyorsun. Ama biz, saklambaç oynamayı bütün çocuklar sever elbet, diyemiyoruz. “Bulamazsınız ki artık beni, hayatın ortasında.”diyerek öyle çabuk büyüyorsun ki “Bir kız çocuğunun hayalleri” şöyle dursun sanki hızla göçüp gidiyorsun: “(…) Vasiyetimdir/Dalgınlığınıza gelmek istiyorum/Ve kaybolmak o dalgınlıkta.” Sevgili kardeşim, yoksa kaybolduğun yerde mi saklı şiirinin sandığı? (…) kim dokunsa şiire/Eline bir kıymık saplanacak”mı hep?
Çocukken kuzenimle evcilik oynuyorduk. Dövme işini abartıp bebekleri yerden yere çalmaya başladık. Teyzem, ne yapıyorsunuz dedi, onların da canı var. Biz şaşırıp duraksadık. Onlar canlı değil ama, dedik. Evet ama demişti teyzem, siz onları canlı farz ediyordunuz döverken. Oyun oynarken hep böyle bir risk vardır, oyunun kuralları size bir sınır çizer. Saklambaç oynayan kimse, bulunmayı kabul ederek saklanır. Oysa kaybolmak bir oyun değildir. Bir ilgisizlik söz konusudur. Gaip arkasında ne olup bittiğini bilmez, nereye gider, ne yapar, onu neler bekler bilmez. Gaip nereye gideceğini bilemediğinden gitmeyi planlamadığı adreslere gider, görmeyi arzu etmediği bir yığın insan görür. İşte böyle rastgele gezdiği için (aradığının ne olduğunu bilmese bile) bulma şansı vardır. Neyi anlaması gerektiğini bilmese bile anlama şansı vardır. Kaybolmanın mütevazı bir cesaret gerektirdiğini düşünüyorum. Çünkü insan kaybolunca kendini bir daha hiç bulamayabilir. Böyle bir risk her zaman vardır. Çoğu insan gaip aslında, farkında değiller sadece. Paralarının içinde, rahatlıklarının içinde, okudukları kitaplarının ve bildiklerinin sarhoşluğu içinde çok gaip görüyorum. Ben sadece farkındayım kaybolduğumun. Bu yüzden her gün aynı soruyu soruyorum: “Baştan, baştan/bu ceza ne güne sürecek böyle?”
Ben çoğumuzun dünyaya biraz dalgın baktığını görüyorum. Hepimiz birbirimizin dalgınlığında kayboluyoruz. Sanırım tüm dünyayı işgal etti dalgınlık, şimdi de iktidarda. Bizler şanssız şairleriz aslında, hepimiz bu dalgınlıkta kaybolacağız. Bu çağdan bir Şeyh Galip çıkmayacak. Bize ‘çok alametler belirdi’ dışında bir şey söyletmeyecek bu çağ. Ben sadece açıkça görünen bu durumu kabulleniyor ve istiyorum.
“(…) Allahla samimi oldum/Geçen üç yıl boyunca.” demişsin. Doğal olarak şiirlerinde de hissedilen bu samimiyet seni nasıl etkiliyor? “Çoktandır öksüz olan dünya”ya ve insana bakışını nasıl belirliyor?
Dostoyevski sanırım Ecinniler’de şöyle bir laf etmiş: İnananlar her zaman inanmadıklarından, inanmayanlar da her zaman inandıklarından şüphe ederler. Sanırım Tanrı işte o şüphede saklıdır. Onun her yerde ve hiçbir yerde oluşu, onu nerede bulacağımızı bilmememiz bizim kendimize çarpmamıza sebep olur. O zaman ‘gök boş nereye bağlasam atımı’ deriz. Allah’la samimi oluşum öyle uhrevi sebeplere falan dayanmıyor, tam aksine çok basit bir sebebi var: Yaşama içgüdüm. 26 yaşıma kadar her istediğimi yaptım, bu neye mal olursa olsun. Sonra bir gün yolun sonuna geldiğimi hissettim.
Kendime dur demem gerekiyordu. İnsan ya ölerek ya da yaşamaya karar vererek kendini durdurabilir. Ben yaşamaya karar verdim. Bu yüzden Allah benim çaresizliğimdi, artık konuşabileceğim kimse kalmadığı için, konuştuğumdu. Hani adam uçurumdan düşerken bir dala zor zahmet tutunmuş ve dua etmeye başlamış: Kurtar beni Allahım, ne olur kurtar. Bakmış ses soluk çıkmıyor, bağırmış: Başka kimse yok mu? Yalnızlığının ucuna varan, Tanrı ile konuşmaya başlar ve orada başka kimse yoktur. İster istemez şiirlerimde de bu konuşmanın izleri var. Tasavvufun önerdiği iç yolculuğu, önemli bir olanak olarak görüyorum kendi açımdan. Tasavvuf insanı günahkâr, aciz bir kul konumundan uzaklaştırıyor.
Sanırım dervişliğin edebiyatını yeterince yaptık, artık onu yeni bir yorumla yaşadığımız çağa ve hayata katmamız lazım. Dervişlik havuz başında, âlemleri seyre dalmak anlamına gelmiyor yalnızca. Bence artık dervişlik, maçoluk yarışması yapılan bir masada, ‘ben kestiricem, zaten bir işe yaramıyor’ diyen bir adamın ‘iktidarsızlığında’ saklı. Himaye ve işbirliği kabul etmedikleri için boynu vurdurulan, derisi yüzülen dervişleri hatırlamakta saklı. Artık kapılanacak kapı kalmadı. Bizi çağıracak ses kalmadı, ‘çağrıldım, geldim’ diyemeyiz artık. Ahlayıp, oflayıp, ben diyerek kendimi herhangi birinden daha çok acı çekiyor sanışımla, ben dervişlikten ne kadar uzağım. Acımı sessizce çekeceğim bir yol bulursam, dervişlik işte orada saklı. Kırılan kalbimizin hesabını tutmaktan sıkılıp, kırdığımız kalplerin hesabını tutarsak, belki orada saklı. Fuzuli’nin söylediği gibi ‘iyi ile kötü sayma işi bitince mescid de birdir meyhane de.’ Belki dervişlik, bu sayma işini bitirmemde saklı.
“Ahlar ağacıyım, gibisi fazla./Başka bir şey istemem/Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,/Hesabımı tam vermekten başka.” (…)Vasiyetimdir:/Bin ahımın hakkı toprağa kalsın.” diyen sevgili şair, sanki son sözlerini söyleme çabası içindedir. Peki “ne diyecek”tir, “ne söyleyecek”tir bundan sonra?
Evet yaşlanmak benim için bir ütopya gibi. Yaşlanınca ‘kötü bir efendinin elinden kurtulmuş bir köle gibi olacağım.’ Minibüs edebiyatında meşhur bir laf var hani: Hızlı yaşa, genç öl, cesedin güzel olsun. Genç ölemediğim için hızlı yaşlanmaya başladım sanırım.
İnsan eğer bir sırdaşı varsa ve her şeyini paylaşıyorsa, onu çok sevmekle birlikte bu paylaşımın kendisi için tehlikeli olduğunu da düşünür. Neden her şeyimi anlatıyorum ona diye sorarsın kendine, anlatmamalıyım, bazen kendime bile söyleyemediklerimi ona niye söylüyorum. Ne diye kurcalayıp duruyor her şeyi, diye düşünürsün. Acı söyleyen dostlardan hızla uzaklaşıldığını çok gördüm. Eğer biriyle çok yakın ve içli dışlıysan ilişkin gitgide gerilir. Ne onla ne de onsuz durumu çıkar ortaya. Benim şiirle ilişkim buna benziyor biraz. Ben ona, bana bunca lafı boşa söyletiyorsun, diyorum. O da bana asıl konuşmasan kötü olurdu, diyor.
Bir münzevi olma yolunda biraz erken ve biraz hızlı ilerliyorum. Bu seçim değil, tamamen beceriksizlikten kaynaklanıyor. Gitgide daha çok susuyorum. Kitap okuyorum, sonra ebru teknesinin başına geçip ebru ile uğraşıyorum. Suyun üzerine resim çizmek beni rahatlatıyor. Bazen yemek yapıyorum. Bazen yatağımda bir taşa dönüştüğümü hissediyorum. Dünyanın bir yerlerinde benim ulaşamadığım bir hafiflik olduğunu düşünüyorum.
Susmam için bir bedel ödemem gerekseydi susardım. Ama gerekmez. Susmanın sağlayacağı rahatlığı çok özlüyorum, ama rahat batar bana biliyorum. Tam olarak susamıyorum. Bu yüzden mutlaka ‘Ah’lar Ağacı’nı gömeceğim bir yer bulacağım.
Bu kadar çok ah dediğim için okurdan af dilerim. Vesselam.
13 notes · View notes
serhatnigiz · 3 years
Text
Dini, Devleti ve Sınıfları Temsiliyetizm mi Ortaya Çıkardı?
Tumblr media
Tarih boyunca tartışılıp, içinden çıkılamamış ve tam manasıyla bir çözüm üretilememiş olan felsefi ve teorik problemlerden biri de devlet ve din ilişkisinin nasıl gerçekleşmiş olduğuna ilişkin olan problematiktir. Dolayısıyla; problemin ortaya çıkışı itibariyle devletin mi dini yarattığı, yoksa dinin mi devleti yarattığı sorunsalı üzerine felsefeciler, düşünürler vs. tarafından çok sayıda hipotez ve yaklaşım ortaya konulmuştur. Kimisi devletin dini ortaya çıkardığını iddia ederken, kimisi de dinin devleti ortaya çıkarttığını iddia etmiştir. Misal; Platon’un devlet tanımında “tanrının yeryüzündeki krallığı” ibaresi dinin devleti ortaya çıkarttığının iddiası idi. Lakin devletin (bir nevi “hegomanya aracı” olarak) dini yarattığını iddia edenler ise, genelde Antik çağdan itibaren başlayıp süre gelen çeşitli materyalist akımlar olmuştur.
Devletin ve dinin oluşumuna ilişkin görüşler çok eski Antik çağlara kadar uzanmakla birlikte, bu probleme yoğun bir biçimde kafa yorulmaya başlandığı modern dönemin bir köşe taşı olarak Klasik İngiliz Ekonomi Politiği (Smith, Ricardo vs.) ile başlayıp Marx ve Engels’e kadar uzanan bir süreçte ve genel sosyalist teorinin bütünlüğü içinde tasvir edildiği biçimiyle “sınıflar devleti yaratmıştır” tezinin öne çıktığı görülebilir. Dolayısıyla; devletin oluşumu bu çizgi paralelinde uzlaşmaz sınıf karşıtlıkların bir sonucu olarak ele alına gelmiştir. Marx ve Engels sonrası Leninci paradigama da bu görüşün takipçisi olmuş ve daha çok devletin egemen sınıfın bir “baskı aygıtı” olma niteliğine dair özel bir vurgu yapmıştır. Lenin’in Sovyet Devrimi’nin hemen öncesinde “Devlet ve Devrim” ismiyle kaleme aldığı ünlü broşür de bu vurgu sıkça yer almaktadır.
Öte yandan, devletin oluşumu noktasında sınıfsal yönü yok saymamakla birlikte; “kültürel kertenin göreli özerkliğini” öne çıkaran ve ağırlık merkezi olarak devletin sınıfları belirlediğinden ve var ettiğinden söz eden (Gramsci vs.) bir yaklaşım da zayıfta olsa kendisini ortaya koyabilmiştir. Bu yaklaşım ana akım haline gelememiş olsa da, devleti, sınıfları ve dini ele alış noktasında yapmış olduğu öncü tasvirler neticesinde, devletin; sınıfların ve dinin oluşumu noktasında oynamış olduğu belirgin rol ve modeller kısmen su yüzüne çıkartılabilmiştir. Nesnel-emek yapılarına kıyasla daha çok (ideoloji, kültür vs. gibi) öznel-emek yapılarını inceleyen bu akım daha sonraki dönemlerde de çeşitli post-Marksist akımlar tarafından temel bir kalkış noktası olarak ele alınmış olsa da, devlet ve din ilişkisinin oluşumu noktasında “sınıflar devleti (ve dolayısıyla dini) yaratır” tezinden çokta uzaklaşılmış değildir.
Marx Alman İdeolojisi’nde şöyle diyordu: “Din toplumsal bilinç şekli olarak toplumsal varlığın belirlediği tinsel insan etkinliğidir. Kendine ait bir tarihi yoktur ve ideoloji kavramı ile açıklandığı gibi, ayrıca ideoloji de yanlış bilinçtir.”. Marx dini toplumsal determinist ontolojinin özel volantarist epistemolojisi olarak ele almıştı. Marx erken dönem el yazmalarında Hegel felsefesinden feurbach ile kopuş sürecindeyken “mistik felsefeden gelen yabancılaşma kavramı” üzerine çalışmış, dinin manevi duygulardan daha çok toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkileri olan bağını, nihayetinde toplumsal üretim tarzının yapısı içerisinde oynadığı olumlu ve olumsuz role göre ele almış, soyut mistik dinsel yabancılaşmayı somut iktisadi yabancılaşma ilişkilerine doğru genişletmiştir.
Kısacası, Marx’ın dine dönük yaklaşımı toplumsal eşitsizlikler karşısında dinin hangi tarafta olup olmadığı ile bağlantılıydı. Dolayısıyla; Marx’ın din karşısındaki tavrı sekülerist ve elitist burjuva laikliğinin aksine, sömürülen sınıfların yanında ise dine karşı özel bir politika geliştirmiyor, din sömürüden yana tavır alıyorsa bu defa da sınıf mücadelesine öncelik veriyordu. Özetle; Marx dinsel yabancılaşmayı sınıfsal ve iktisadi yabancılaşma kategorisi içinde değerlendirmiş ve bu eksende “din karşıtı” olarak değil, dinin sömürü karşısındaki tutumuna göre kendi politik duruşunu belirlemeyi tercih etmiştir.
Marx sonrası Marksizm (Gramsci, Lukacs, Althusser, Adorno vs.) Marx’ın dinsel yabancılaşmayı iktisadi ve sınıfsal yabancılaşma içinde ele alması görüşünü kültürel kertenin göreli özerkliği içindeki yabancılaşma görüngülerine kadar çıkartmıştı. Örneğin, Gramsci’nin “kültür emperyalizmi” ya da Adorno’nun “kültür endüstrisi” gibi tespitleri ve bu olguların dinle olan kültürel bağının Marx ve Marksizm sonrası bu eksende ele alınması, başlangıçta mistik yabancılaşmanın (tanrı ve insan arası yabancılaşmanın) sınıfsal yabancılaşmaya doğru genişlemesi ve daha sonrasında ise üst yapı kurumu olarak kültürel yabancılaşmaya doğru evrilmesi, devletin göreli özerkliğinin özgül bir alanına da işaret etmekteydi. Kuşkusuz bu özel alan zor ve baskı dışında kültür üzerinden kurulan “ideolojik ikna araçlarına” da işaret etmekteydi.
Dolayısıyla; devlet ve sınıf ilişkilerinin tahlili noktasında genel tablo böyle bir çıkmaza girmiş iken, aynı türden bir çıkmaz da devlet ve din ilişkisinin analizi noktasında kendisini ortaya koymuştur. Keza, devletin, dinin ve sınıfların oluşumunun eş zamanlı ve birbirine paralel bir şekilde meydana gelişinin devlet, din ve sınıf türlerini belirleyen emek türleri ile olan doğrudan bağlantıları tespit edilip yerli yerine oturtulamadığı için, devlet-din ve devlet-sınıf vs. gibi ikiliklerde de neyin neye dair, neyin neye ait olduğuna ilişkin tutarlı ve bütünlük bir teorik çerçeve de ortaya konulamamıştır. Leninizm ile birlikte bu soruna kısmi katkılar yapılmış olsa da, kapsamlı bir devlet teorisinin oluşturulamayışı devlet sorunu ile temsiliyetizm arasında ki tarihsel bağların görülememesine neden olmuştur.
Kaldı ki; dinin salt bir inanç edimi olmadığı aksine dinin sosyal yaşamı ve sınıfları düzenleme ediminin de var olduğu olgusu ile bu sorunun çözümüne yaklaşırsak; işte o vakit pekala da dinin (dolayısıyla bir “kurum” olarak dinin) devleti ve sınıfları yarattığını da (Platon ve pek çok idealist gibi) söyleyebiliriz. Dahası; şayet din sadece inanç işidir; dolayısıyla toplumsal yaşamın örgütlenmesi noktasında da mesafe konulup ayrıştırılıp ele alınmalıdır şeklinde yorumlarsak ta bu seferde mevcut olgulara klasik laizim görüşüyle yaklaşmış oluruz ki; bu defa da rahatlıkla dini devlet yaratmıştır (materyalist) görüşüne doğru savruluruz. Böylelikle bu konuda da devlet-sınıf ilişkisinde olduğu gibi bir açmaza sürüklenmiş oluruz. (1)
Lakin her iki konuda ve problematik de görünmeyen bir başka etken vardır. Bu öyle bir etkendir ki; tarih boyunca emekolojik bakış açısı dışında kimse bu etkeni görememiştir. Bu etken temsiliyetizmdir.
Nasıl ki; emek araçları üzerindeki icatçı-emek-temsiliyetizmi emek araçları üzerinde özel mülkiyeti doğurup emek araçları karşısındaki kullanıcı-sınıf edilgenliği (köleler, köylüler, proleterler vs.) üzerinden sosyal bir sömürü düzeni yaratıp sınıfları var edebiliyorsa, nasıl ki emek araçları üzerindeki icatçı-temsiliyetizm emek türlerinin kurumsal-temsiliyetizmini var edip, köleci yürütme-devleti, feodal yargı-devleti, kapitalist yasama-devleti gibi temsiliyetist devlet ve toplum biçimlerini yaratabiliyorsa, nasıl ki kurumsal devlet temsiliyetizminin kutsanması devletin bir nevi din’leşmesine yol açıp, yönetici erkleri dokunulmazlık yasaları ile adeta memur ilahlarına dönüştürüp devlette temsiliyetizm yaratabiliyorsa, daha doğrusu devlette kutsanmış temsiliyetizm, yaratıcı ile nebiler aracılığıyla toplum ve insanlar arasında elitist dini şahsiyetler ve dinsel-temsiliyetizm yaratabiliyorsa, sonuçta devleti de, dini de, sınıfları da temsiliyetizm yaratmaktadır diyebiliriz. Dolayısıyla; temsiliyetizmin olduğu her yerde devletin, dinin ve sınıfların ortaya çıkması, tek tek insanların iradesinden bağımsız olarak, yine temsiliyetizmin kaçınılmaz bir sonucudur da diyebiliriz.
Böylelikle çıkmaza girmiş bu sorunun görülmeyen ve görülmek istenmeyen temel unsuru olan temsiliyetizme karşı toplumsal denetimizm yolunu önererek bu kördüğüm olmuş açmazı da çözmüş oluruz. Bu sayede yönetsel/din’sel/sınıfsal temsiliyetizme ve türlerine karşı nasıl ve ne şekilde mücadele edilebileceğinin de yolunu açmış oluruz.
Son çözümlemede; insan toplumunu ve toplumlarını ortaya çıkaran asıl şey emek ve emek türlerinin birleşik iş bölümü diyalektiğidir. Dolayısıyla; dinleri/din türlerini, devletleri/devlet türlerini, sınıfları/sınıf türlerini ortaya çıkaran şey yine bu emekolojik diyalektiktir ve temsiliyetizm ise bu uzun tarihsel sürecin asıl kültürel dokusunu oluşturur. Bir kıyas yapmak gerekirse; Marx ve Engels’le özdeşlemiş olan “tarih; sınıf ve sınıf savaşımlarının tarihidir” değerlendirmesi bile, Emekoloji’nin “tarih, emek ve emek türlerinin birleşik çatışkı diyalektiğinin tarihidir” tespitinin sadece alt bir türevi/alt bir tanımı olarak işlev görebilir. Aynı tarih tespiti gibi Marx, Engels ve Lenin’in devlete dair tespitleri de emekolojik devlet kuramının bir alt türevi/alt tanımı olabilirler. Kaldı ki; sınıflı toplumlarda gözlemlenen temsiliyetizmin rolü inkar edilirse ne dini ne devleti ne de sınıfları yerli yerine koyabiliriz. Keza sınıflı toplumların tarihi gerçekte temsiliyetizmin ve türlerinin tarihidir. Dolayısıyla; bu tarih aynı zamanda farklı temsiliyetizm türlerine bağlı olarak ortaya çıkan sosyal ve siyasal kurumların da tarihidir diyebiliriz.
Dahası; alt yapıyı oluşturan emek türlerinin birleşik çatışkı diyalektiği ile üst yapıyı oluşturan temsiliyetizm ve temsiliyetizm türlerinin birleşik çatışkı diyalektiği yok sayılarak her hangi bir tarih ve toplum tezi de ileri sürülemez. Kaldı ki; bu noktada Hegel “devlet ve devlet türlerinin savaşımına” ve “din ve din türlerinin savaşımına” dayalı bir tarih tezi ortaya koyarken farkında olmaksızın devletin, dinin ve sınıfın ötesinde başka bir şeyinde ön ipuçlarını vermişti. Öte yandan, Marx’ın mistik yabancılaşmadan iktisadi ve sınıfsal yabancılaşmaya doğru geliştirdiği tespitlerin kendisinde bile bir ön ipucu bulmak muhtemeldir. Bu muhtemellikten hareket ederek; Marx sonrası Marksistlerin Marx’ın ucunu açık bıraktığı ipin ucundan yakalayarak “kültürel kertenin göreli özerkliğinin yabancılaşmasına” kadar işi getirmeleri de son derece doğaldır. Lakin bu “doğallık” üst yapıda temsiliyetizm ve alt yapıda emek türlerine dayalı bir göreli özerklik şeklinde ele alınmadığı için; haliyle bu durum kültürel kertenin asıl dokusunu oluşturan dinsel-temsiliyetizmin, devlet-temsiliyetizminin ve sınıfsal-temsiliyetizmin yaratmış olduğu “yabancılaşmanın” da yeterince idrak edilememesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu eksik idrak hali sonuçları itibariyle temsiliyetizmin öneminin kavranamaması neticesini doğurmuştur.
Lakin iş bu noktada da bitmemektedir. Kültürel kertenin göreli özerkliği salt modern çağa özgü bir tespit olsa da, bu durumu yani tarihsel kökleri itibariyle dinin, devletin ve sınıfların oluşum süreçlerini ilkel döneme kadar götürmekte mümkündür. Göreli özerklik soyut bir kavram ve olgudan ziyade, gerçekte somut ve pratik bir olgudur. Dinsel temsiliyetizm, devletsel temsiliyetizm ve sınıfsal temsiliyetizm kendisini somut bir pratik de göstermek zorundadır. Devletin kutsanması ile birlikte din’leşmesi, dokunulmazlıklar ile birlikte memurun ilahlaşması, devletin yerine dini geçirdiği gibi, dinsel temsiliyetizmin sınıfsal temsiliyette de “ters yüz edilmiş bir görüngü” olarak ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Son çözümlemede din; devlet ve sınıf olgularını temsiliyetizmin gölgesi altında biçimlendirdiğimiz zaman, kültürel kertenin göreli özerkliğinin yabancılaşmasını da ilkel çağlara kadar götürebiliriz. Dolayısıyla; devletle din arasında kördüğüm olmuş ve buna sınıf sorunsalının da eklenmesi ile birlikte, sorunun daha da karmaşık ve paradoksal bir sorun haline gelmesi, temsiliyetizm analizi üzerinden son derece somut hale getirilip çözümlenebilir. Kuşkusuz bu çözümlemenin varacağı nokta ise tarihsel-temsiliyetist-yapının ancak toplumsal-denetimizm yoluyla adım adım sönümlendirilebileceği ve ortadan kaldırılabileceği gerçeğidir.
Dahası; yine devlet sorununda “devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı aygıtıdır.” tespiti bile devlet sorununda kayda değer bir önem arz etse de; yine de kendi başına devleti anlamak için yeterli değildir. Keza; devlet bir “baskı aygıtı” olmanın dışında aynı zamanda “emek türlerinin kurumsal süreçlerinin tarihsel baskı aygıtıdır” da. Dolayısıyla “baskı aygıtı” tanımının ana tanıma bağlı olarak kullanılabilecek olan alt bir tanım olarak değerlendirilmesi gerekir. Çünkü devletin salt kendi başına bir baskı aygıtına indirgenerek değerlendirilmesi temsiliyetizm ile hesaplaşmamayı da beraberinde getirdiği için “her toplum biçiminin bir emek biçimine”, “her emek biçiminin bir devlet biçimine”, bütün bu biçimlerinde yine emek ve emek türlerine bağlı temsiliyetist baskı biçimlerine tekabül ettiğini de gözden kaçırılmış olur. Dolayısıyla bu “gözden kaçırma” hali beraberinde her türden temsiliyetizm ile birlikte oluşan iktidar ve iktidar ilişkilerinin zorunlu bir sonucu olarak gelişen baskı biçimlerinin de sorgulanmasını gerektirir.
Örneğin, proletaryanist temsiliyetizmin kendisi bile tarihsel bürokratik temsiliyetizm biçiminin dışında olmadığından; her ne kadar “sosyalizm”, “komünizm” ve “sınıfsızlık” hedeflenmiş olsa da, son kertede pratik uygulamanın temsiliyetizmin bir biçimi olmasından dolayı, temsiliyetist tarihsel dokuyu aşarak sosyalizmin ya da komünizmin yolunu açmayı da başaramamıştır. Lenin devrimden sonra en büyük düşmanın bürokrasi olduğunu pek çok defa söylemiş ve yazmıştır. Ya biz ya bürokrasi kazanacak demiştir. Lakin Lenin’in bürokrasi diye tarif ettiği şey özünde temsiliyetizmdir. Lenin’in bu öncü tespiti uçu açık ve müphen kalmıştır. Keza kendisi de proletaryalist temsiliyetizm üzerinden düşünüyor ve ona dayanıyordu. Onun asıl çelişkisi de buydu.
Sonuç olarak; ister klasik manada proletaryanist-marksizm olsun ister post-marksizm biçimindeki akımlar olsun hiçbirinin temsiliyetizme ve temsiliyetist-devlet ve toplum biçimlerine karşı mücadele noktasında denetimizm temelinde bir kalkış noktası olmadığı için kapitalizm karşısında bocalamalarına ve geçmiş “reel sosyalizm” deneyimlerinin yaratmış olduğu yenilgi psikozunu aşamamış olmalarına da şaşırmamak gerekir. Bu durum karşısında ya teomarksolojik ardıl-izmin yapmış olduğu gibi kutsal proletaryanist-temsiliyetizme sarılmak şeklinde kendisini ortaya koyan memur-sekterizmi ya da Marksizm’in sözde yenilenmesi adına yapılan Avrupa merkezli teori ve pratik ithalatçılığına dayalı orta burjuva radikalizmi vs. hiçbiri temsiliyetizme dayanan kapitalist kurumsal varlığı aşabilecek sosyalist stratejileri ve taktikleri geliştirmekten ve toplumsal denetim programı etrafında kitleleri bir araya getirebilecek bir çizgiden açık ara uzak bir konumdadır.
Geleceğin sosyalist kitle mücadeleleri denetimist bir programı benimsemek zorundadır. Bugün kapitalizm varlığını sürdürebiliyorsa bunu temsiliyetizmin yarattığı kurumlara borçludur. Kitlelerin temsiliyetizm konusunun da aydınlatılması ve bilinçlendirilmesi; devletin, sınıfların ve en önemlisi de sözde dinsel-temsiliyetizm adı altında kitlelerin inançlarını sömürerek varlığını sürdüren memur-tanrılarının ve para-tanrılarının adım adım ortadan kalkması manasına da gelecektir.
Başlangıçta din ve tanrı görünmez ve mistik bir şeydi. İster totemik, ister paganist, ister semavi hangi din ve inanç için olursa olsun bu mistik ve görünmez tanrının görünür bir elçisi, yani temsilçisi vardı. Tüm dinler ve inançlar ister kitabı olsun ya da olmasın nebiler ve elçiler aracılığı ile gelişti. Bu temsilciler toplumsal ve sosyal hayatı belirleme de ve yönetsel ilişkileri düzenleme de önemli roller oynadılar. Başka bir deyişle, din adamlarının din memuriyetizmine dönüşmesi, din memuriyetizminin de devlet memuriyetizmine dönüşmesi sayesinde, din adamları da devlet adamlarına dönüşmüştür. Başlangıçta mistik ve görünmez olan tanrı artık temsilciler aracılığı ile görülebilmiş, temsilciler artık onun yerine geçmiş, memuriyetizm ve devlet tanrılaşmış, memur ilahları yaratılmıştır. Bu sayede toplumsal hayatta tanrı fikri somut memur tanrılarına, bu insan-tanrılar dokunulmazlık yasaları ile birlikte kendilerini koruma altına aldıkları somut bir yapıya dönüşebilmişlerdir. İşte bu somut gerçek: yani tarihsel bürokratik temsiliyetizmin kültürel dokusu anlaşılmadığı müddetçe insanlığın kapitalist/emperyalist barbarlığı karşı mücadele edebilmesi de söz konusu bile değildir.
Dahası; her kim ki inanç ve fikir özgürlüğünü savunuyorsa temsiliyetizme karşı çıkmalıdır. Dolayısıyla inanç ve fikir özgürlüğü ancak dinde ve devlette temsiliyetizmin reddine dayanır. Keza, devlet ve memur yalnızca insandır, asla tanrı değildir. Dolayısıyla insanın insanla olan ilişkisi ancak denetimist bir mücadele temelinde geliştirilebildiği ölçüde sosyalizm ve komünizm mücadelesi geliştirilebilir ve sınıfsız, sömürüsüz ve baskısız bir dünyaya ulaşılabilir!
Dipnot
(1) Temsiliyetizmden arındırılmış bir inanç edimi asla devletçi ve sınıfçı olamaz. Keza kurumsal devlet temsiliyetizminin kutsanmasının olmadığı yerde devletin bir nevi din’leşmesi, dahası yönetici erklerin dokunumazlık yasaları ile adeta memur tanrılarına dönüşmesi de mümkün olmaz. Dolayısıyla denetimist inanç edimi hem ahlaki hem de vicdani açıdan temsiliyetizme ve onun biçimleri olarak devlet ve sınıflara karşı olmak zorundadır. Dahası; devlette kutsanmış temsiliyetizme karşı çıkması gereken her inançlı mümin, yaratıcı ve nebileri kullanarak toplumda ve insanlar arasında elitist dini ve siyasi şahsiyetler yaratmaya çalışanlara ve onların sözde dinsel-temsiliyetizme karşı çıkmak zorundadır. Gerçek ve hakiki manada hem denetimist inanç edimi mücadelesi hem de denetimist laiklik edimi mücadelesi bunu gerektirir. Hatta daha somut örnek vermek gerekir ise; İslam inancına göre Allah’ın kendisinin kulunun namazına vs. ihtiyacı yoktur. İslam inanç sistemine göre kulun günde 5 vakit namaz kılması namazın temel ritüeli olan kulun “nefsinden ve vicdanından Allah’ın katında kendisini sorgulamasına” Allah’ın kendisini görmesini emretmesidir. Yani bir nevi; insanın gün içerisinde yapmış olduğu sosyal faaliyetlerin nefsi ve vicdani denetiminin Allah’ın katında gösterilmesi farz buyurulmuştur. Allah bu farzda kendisi ile kul arasında vicdani ve nefsi denetim faaliyetinin kendisini borç olarak koymuştur. Burada bahsini yaptığımız şekliyle bu borç; dinsel denetimist faaliyette başka bir kişi ya da kurumu aracı (temsilci) olarak koymamıştır. Dolayısıyla ne nebi olarak peygamber ne de kurum olarak diyanet Allah ile kul arasında aracı olamaz.
10.11.2021
Serhat Nigiz
4 notes · View notes
erenist · 3 years
Text
İstanbul Erkek Lisesi 
Türkiye'nin en eski liselerinden olan İstanbul erkek lisesi, 1925 yılında enteresan bir olaya sahne oldu. öğretmene şaka yapmak isteyen bir öğrenci tüm sınıfın kaderini değiştirdi. istanbul erkek lisesi'nin onuncu sınıfı öğretmeni sahil hoca’nın sandalyesine bir iğne yerleştiren öğrenciler, pusuya yatıp salih hoca'nın iğnenin üstüne oturmasını izleyeceklerini düşünürler.  öğretmen zili çalınca o sınıfta dersi bulunan arapca öğretmeni salih hoca sınıfa giriyor. sandalyeye oturacağı zaman cübbesini iki eliyle düzeltirken eli bir iğneye değen salih hoca ise oturduğu yere bir iğnenin yerleştirildiğini hisseder, sandalyeye oturmaz ve deftere imzasını attıktan sonra;  “ben bu muameleye layık değildim, sizlere çok teessüf ederim.” diyerek sınıfı terk eder. meseleyi müdür besim bey'e bildiriyor ve istifasını veriyor. ondan sonra hızlıca araştırmaya geçen disiplin kurulu işin failini bir türlü bulamaz. o sınıfın dersleri durdurulur ve araştırmalar devam eder. fakat hiçbir öğrenci itirafta bulunmaz. sonrasında 1925 yılının öğretmenler toplantısı düzenlendiği gün öğretmenler odasında çaylar içilirken odaya birden müdür ile lisenin güvenliği içeri girer ve müjdeyi verir;  “muhterem hocamız salih efendi'nin sandalyesine iğneyi koyan iğneci sınıfın tamamen ihracına karar verdik. çünkü failini ele vermiyorlar.” 
sonrasında ise sınıftaki 41 öğrenci istanbul erkek lisesi'nden bursa erkek lisesi'ne sürgüne gönderilir. olaydan seneler sonra ise salih hoca'nın sandalyesine iğneyi koyan kişinin başka sınıftan olduğu anlaşılır. ama "iğneciler" olarak adlandırılan ve bursa’ya sürgüne gönderilen sınıf ise çoktan mezun olmuştur bile. 
1925 yılının 10’uncu sınıfı, yani “iğneciler” arasından kimler çıktı: 
228 sait efendi: arkadaşları arasındaki lakabıyla h2o, yani sulu sait. ünlü hikayeci sait faik abasıyanık.
697 rahmi efendi: ünlü hekim, politikacı, şair ve akıl hastalıkları uzmanı dr. rahmi duman.
748 saffet efendi: ünlü hukukçu saffet nezihi bölükbaşı.
725 feridun efendi: ünlü gazeteci ve yazar hikmet feridun es.
sabri efendi: türk politika ve diplomasi hayatının unutulmaz isimlerinden, eski dışişleri bakanı ihsan sabri çağlayangil.
sıtkı efendi: demokrat parti döneminin ünlü bakanlarından sıtkı yırcalı.
hikmet feridun es'in şu sözü çok meşhurdur. “biz 43 iğneci idik. fakat sonradan o kadar çok kişi iğneci sınıftan olduğunu iftiharla iddia etti ki, hayret etmemek mümkün değil.”
7 notes · View notes
felsefebilim · 4 years
Text
Kant’ın Irkçılık Sorunu Hakkındaki Görüşleri
Tumblr media
Günümüzün üzerine en çok konuşulan konularından birisi de maalesef ırkçılık ve siyahi insanlara yapılanlar. Bu konunun felsefe tarihinde ele alan filozoflar birçok filozof da vardır. Hatta bu düşünürler, zamanın ırkçı eylemlerine de zemin oluşturmuştur. Hitler’in en saygı duyduğu ve fikirlerinden etkilendiği filozoflar arasından Hegel ve Kant’ın olduğunu biliriz. Bu yazımda bu filozoflardan Kant’ın beyaz-siyah ayrımı yaptığı ve siyahları ötekileştiren görüşlerine değineceğim. -kesinlike katılmadığım- 
Ünlü Alman filozof Kant, tinsel olarak aynı zamanda da kendi kişisel deneyimlerine paralel olarak beyaz insanların, siyahlardan daha üstün olduğuna inanırdı. Ona göre bu ayrım, ahlak felsefesine aykırı bir durum değildir çünkü ahlak felsefesi insanlar içindir, siyahiler ise insan-altı bir türdür. Kant’a göre homo-sapiens olan insanlar, akıllarını kullanabilen, teori üretebilen ve belirli yeteneklerle çevrilmiş, düşündüğünü sorgulayan varlıklardı ve insan-altı görülen siyahiler insana ait bir ırk olmadıkları için de onları hor görmek bir ırkçılık değildi... Yazıyı Kant’ın metinlerinden bir alıntıyla bitiriyorum.
Kant- Arı Usun Eleştirisi’nden alıntı:
‘‘Afrikalı Negroların doğal olarak ahmaklığın üzerine çıkan hiçbir duyguları yoktur. Bay Hume herkese bir Negronun yetenekli olduğunu gösterecek tek bir örnek vermeleri için meydan okur, ve ülkelerinden başka yerlere götürülen yüzbinlerce kara derili arasında birçoğunun, özgür bırakılmalarına karşın, gene de sanatta ya da bilimde ya da övgüye değer herhangi bir başka nitelikte büyük herhangi bir şey sunduklarının görülmediğini ileri sürer. Bu iki insan ırkı arasındaki ayrım öylesine özseldir ki, ansal yetenekler açısından da renk açısından olduğu denli büyük görünür.’’
43 notes · View notes
ibnulharezmi · 4 years
Photo
Tumblr media
İnsanların sadece makyaj yaparak ve giyinerek bu kadar değer görmesi çok aptalca. Neden bu kadar şekle önem veriyoruz? Düşünürler neden ünlü değil de makyaj yapan kızların ve daha garibi makyaj yapan erkeklerin bir sürü takipçisi var? Bunu gerçekten aklım almıyor. Süslenmek bu kadar değerli olmamalı. Güzellik yapaylıkla elde edilemeyecek kadar kıymetlidir. Dünya gerçekten kötü durumda. Zoruma giden nokta ise sosyal medyada bu şekilci insanların lafları düşünen ve yazan inanlardan daha fazla değer görmesi, kadın erkek ilişkilerinin bu kadar konuşulması ve değer görmesi. Gerçekten bu zoruma gidiyor. Nice düşünen üstad gölgede kalıyor bu şekilcilerin ardında. Galiba sosyal medyanın çokça acemisiyiz git gide bu oturacak ve düzelecek. Ben bu umudu taşımak istiyorum. (Sosyal medya) https://www.instagram.com/p/B_uxZlCJgwX/?igshid=6n25qk8km7z2
10 notes · View notes
akilfikirgezegeni · 4 years
Photo
Tumblr media
Kendini bilenlerde bugün
Ertan Yavuz
Diogenes (İ.Ö: 412-323)
Antik Yunan döneminde yaşamış başka bir ekolun kurucularından olan Sinoplu Diyojen ya da diğer adıyla savunduğu ekolu temsilen Kinikli Diyojen yaşamı boyunca medeniyeti ve getirdiklerini reddederek yaşamış ve bu uğurda bir çok insanın da tepkisini çekerek salaş bir hayat sürdüğü için köpekler gibi yaşar yakıştırmasının yapılmasına da neden olmuştu.
Diyojen çağdaşı ve büyük filozoflardan biri olan Aristo’nun da bir dönem öğrenciliğini de yapan Makedonya kralı büyük İskender’le karşılaşmaları sonucu kralın “senin gibi böylesi ünlü ve bilgili bir filozofun karşısında eğilirim, benden ne istersin?” sözüne karşılık, “Gölge etme başka ihsan istemem” diyecek kadar da cesur bir filozoftu; zira büyük İskender ondan daha büyük olan güneşini engellemişti. Bir dönem kalpazanlık yaptığı şikâyeti ile sürgün yiyerek, Sinop’tan Yunanistan’a giden Diyojen bu durumunu bilenler onunla dalga geçmeye başladıklarında; “Evet, bir zamanlar sizlere benzemem lazım gelmişti. Fakat şimdi, siz benim olduğum hale asla gelemezsiniz.” diye cevap vermişti. Çoğu zaman ölüleri gömdükleri bir fıçının içinde yaşamayı tercih eden Diyojen sahip olunan gereçlerin fazlalığına dikkat çekecek kadar sade yaşamış, hatta su içmek için kullandığı maşrapayı bile çeşmeden eliyle su içen bir çocuk gördüğü andan itibaren “Bu bile fazlaymış, bu küçük çocuk bile benim fazladan bir eşyam olduğunu öğretti” diyerek kırıp atmıştı. Günümüz tüketici toplumu düşünülecek olursa Diyojen ’in kendinden ve doğadan başka hiçbir şeye ihtiyacı olmayan insan yaratma modelinden alacağımız derslerin olduğu kuşkusuz. Elindeki fenerle güpegündüz sokaklarda “Bir adam arıyorum” diyerek gerçekte öyle bir adamın olmadığını ispatlamaya çalışması da bilgi ve anlayış yoksunu insanların fazlalığına dikkat çekmek istemesinden başka bir şey değildi. Yine bir gün yaşantısından ve bilgisinden etkilenen bir Atinalı Diyojen’e yaklaşıp “Söyler misin neden insanlar dilencilere yardım ederken filozoflara yardım etmezler?” diye sorar. Diyojen bir süre sessiz kalır ve sonra cevap verir, “ İnsanlar günün birinde kör veya topal kalacaklarını düşünürler. Ancak bir gün filozof olacakları akıllarına bile gelmez.” Bencilliğe dair ders niteliğinde bir cevap… Sokrates’in “Kendini bil(me)” yolcuğunu Diyojen “Kendine yet(me) olarak yapmış ve gerek kiniksel yaşantısı, gerekse öğretileriyle hayatımıza anlam katan insanlardan olmayı başarmıştır.
Sokrates (İÖ: 469-399)
Antik Yunan felsefesinin kurucularından olan Stoacı filozof Sokrates kendi el yazısı ile arkasında hiçbir şey bırakmadan kendi elleriyle sonuna giden (ki fikirlerinin insanları zehirlemesi korkusu ile idama mahkum edilmiştir) yolu yine kendisi çizmiştir. Onun en büyük amacı, inanılmış olan bir fikrin doğru sorular sorulduğun da hala eskisi gibi inanılmaya devam edilip edilmediği üzerineydi. Bu uğurda sabit bir fikrin ne kadar esneyebildiğini hatta değişebileceğini öğrencisi olan Platon’un onun fikirlerini kitaplaştırdığı eserlerde de sık sık görürüz. Yapmış olduğu konuşmaların bir kısmını o dönemin en önemli yerlerinden biri olan Delphi tapınağında, büyük bir kısmını da Atina’daki Agora da insanlarla iç içeyken yaptığını ve bu diyalogları gerçekleştirilirken kendini bir at sineğine benzettiğini de bilmekteyiz.
Tıpkı bir at sineği gibi “tatsız bir biçimde ısıran ama zarar vermeyen bir sinek” Sokrates’in öğretileri birçok konu hakkında olabilirdi; ahlak, politika, retorik, inanç… Ancak şunu da bilmekte yarar vardır diye düşünüyorum, Onun anlattıkları kendi bildikleri ya da deneyimlediklerinden daha çok başkalarının neye inandığı üzerine şekilleniyordu. Zira Sokrates geçmiş köhne ve batıl geleneklerle ziyadesiyle savaş halindeydi. En büyük savaşı da günümüzde de sık sık kullandığımız “Kendini bil(mek) ” üzerineydi. “Sorgulanmayan bir hayat yaşanmaya değer değildir…” “İlâhi bir delilik sıradan insani bir anlayıştan daha mükemmeldir” diyerek seçimini yapmış ve İÖ:399 yılında devletin resmi tanrılarını yok saydığı ve gençleri yoldan saptırdığı gerekçesiyle mahkum edilip yine aynı yıl idam edilmiştir. Sokrates’in son sözleri de diğerleri gibi ders niteliğindedir. Gardiyanın getirdiği zehiri içip yatağına uzanırken dostlarına döner ve; ”Artık gitmemizin zamanı geldi, ben ölmek için, sizlerse yaşamak için. Ancak aramızdan kimin daha iyi yola saptığını Tanrı’dan başkası bilemez. Sokrates’in gücü bilinçli bir kendine güvenden ve bu güven içerisinde hiçbir şey bilmemesinden geliyordu. İste şu değerli cümle de onu tanımak isteyenler için bir başlangıç niteliğindeydi. “Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğimdir.”
Aristoteles (I.Ö: 384-327)
İskender’in büyükbabası dönemin Makedonya kralı II. Amyntas’ın hekimi olan babası Nikomakhos’un oğlu olan Aristotales diğer bir adla Aristo, ilk gençlik yıllarında Platon’un öğrencisi olarak başladı felsefeye. Daha çok okumaya olan ilgisi dikkatini çekmişti Platon’un ve ona okuyucu adını takmıştı. Ancak bir takım fikir ayrılıkları yüzünden ayrılmak zorunda kalmıştı Akademia’dan. Özellikle retorik (hitabet) sanatı ile ilgili görüşleri Platon ile farklılık gösterecektir. Platon’un vefatından sonra Akademia’ ın başına geçen isimle de aralarının iyi olmaması sonucu belli bir süre sonra kendi okulunu kurar ve adına Lyceum adını verir. On üç yılı geçkin kurmuş olduğu bu okulda metafizikten siyasete, mantıktan ahlaka bir çok dersler verir. Aristo’nun günümüzde en bilindik eserlerinden biri etkili konuşma, ikna sanatı ve konuşmanın önemini anlattığı “Retorik” isimli kitabıdır. Hitabet sanatının bir çok yönünün incelendiği bu eser de Aristo retoriği üç ana bölümde incelemiştir. Ethos, Pathos ve Logos. Ethos’ta; kişinin karakter ve itibarının ön plandadır; konuşanın kim olduğu kadar dinleyicilerin sezgileri de önemlidir. Pathos; ne söylediğinle değil nasıl söylediğinle yani durumla değil duygularla ilgilidir. Logos ise; içeriğe önem vererek ne söylediğinin önemli olduğu hitabet biçimidir ve beyni önemser. Kısaca denebilir ki; Ethos kim olduğunla, Pathos nasıl olduğunla, Logos konunun ne olduğuyla ilgilidir. Bir dönem ünlü Makedon kralı büyük İskender’in de hocalığını yapmış olması onu Asya seferinde ölen kral yüzünden başlayan iç karışıklıkta Makedon taraftarlığına dönüştürür. Bu bağlamda kendini anlatamayacağını düşünen ve Sokrates gibi bir son akıbetine uğrama ihtimalinin olacağını bilen Aristo Atina’yı terk eder. Kendi deyişiyle “Atinalıları felsefeye karşı ikinci bir suç işlemekten kurtarır.”
Aristotales yaşadığı döneme damgasını vuran büyük bir filozoftu. Hala eserlerinden günümüzde de yararlanılması onun bilgisinin zamanları aştığı yönündedir. Etiksel bilgiye ve bilime verdiği önemi şu sözünden de anlayabiliriz. “Bilim iyi zamanlarda servet, kötü zamanlarda bir sığınak ve iyi bir yol göstericidir.”
Kaynakça:
1.    Platon. Sokrates’in Savunması
2.    Aristotales.Retorik
3.    https://tr.wikipedia.org/wiki/Diyojen
1 note · View note
eskiz-sude · 4 years
Text
Tumblr media
Evden çıkamadığımız şu günlerde bir hikaye yazayım dedim. Her bölümle ilgili çizim de yaptım. Şimdiden 10 bölüm oldu bile. Her gün bir bölüm atacağım. Umarım hoşunuza gider 😊
Tumblr media
Liseli Psikolog 1
Sıradan bir liseli kız
Bu yaşımda bu kadar acı çekmem normal mi? Sanki tüm dünya başıma yıkılmış gibi. Günlerdir o kadar çok ağlıyorum ki artık göz yaşlarım akmaz oldu. Ruh gibi dolanıyorum. Etrafında olanları algılayamıyorum. Dünyada hiç bir şeyin önemi kalmamış gibi, artık dünya yok olsa da olur gibi.
Tüm bunlar sadece hoşlandığım çocuk beni reddetti diye. Beni teselli etmeye çalışan arkadaşlarıma bunu söylediğimde 'ay bu muydu yani' diyorlar. Onları duyunca daha da sinirleniyorum. Ne demek bu muydu yaa ne demek. Benim onu ne kadar sevdiğimi bilmiyorlar. O benim her şeyim. O olmadan hiç bir şeyin anlamı yok... Bu şekilde devam edip gidiyor sıradan liseli kızımızın düşünceleri.
Tüm bunları dinlerken kusacakmış gibi hissediyorum. Aynı hikayeyi farklı ağızlardan binlerce kez dinledim. Hepsi de dünyadaki en büyük aşkın kendisine ait olduğunu söylüyordu. Tabi elde edemeyince de en büyük acıyı kendisi çekiyor zannediyordu.
Yaptığım işi seviyorum. Okuldan sonra iki sırayı birleştirip yalancıktan bir psikolog ofisi oluşturmayı ve insanların derdini dinlemeyi, onlara çözümler üretmeyi seviyorum. Hatta kendi okulumda ünlü bile sayılırım. Çünkü ikinci seansa kalmadan hepsinin dertlerini çözüyorum. Yetişkin olan psikologlar bile bunu başaramıyor. Belki de liselilerin derdi hep aynı olduğundandır. Hepsi aşk acısı çekiyor, başka dertleri yokmuş gibi... Onların bu halini görünce kendime biraz daha acıyorum.
Kendi düşüncelerimi dağıtmak için ona bir soru yöneltiyorum. Neden okulun rehberlik hocasına gitmeyip beni tercih ettin. Hem o ücret de almıyor. Bir an duruyor. Bunun konumuzla ne alakası var, ben burda derdimi anlatıyorum der gibi bakıyor ama beni ne kadar övdülerse, bir bildiği vardır diye düşünüp cevap veriyor.
Bir kere gittim ama şimdi meşgul olduğunu istersem randevu verebileceğini söyledi. İki hafta sonrası için randevu verdi. Ben iki haftaya kadar aşk acısını unuturum bile. Sonra oraya gidip tekrar hatırlamak istemiyorum. Hem giden arkadaşlarımdan duydum sadece konuşuyormuş. Daha konuyu anlamadan sanki her şeyi biliyormuş gibi beş dakikada halletmek için sizin yaşınızda böyle şeyler normal aşık olursunuz sonra unutursunuz boşver diyormuş. Tabi bunu iki hafta sonra söyleyince "Ben unuttum zaten geri zekalı, sen hatırlattın şimdi tekrar" demek istiyorsun ama öğretmen olduğu için bir şey dilemiyorsun. Ha bide şey var. Burda anlattığımız şeyleri diğer öğretmenlere anlatabilirler. Hiç güvenmiyorum o zaman benim hakkımda ne düşünürler. Öyle görünmesem de hocaların sevdiği bir talebeyim. Ya da aileme söyleyebilirler. Ah işte o zaman korkunç olur. dedi gözlerinde dehşet bir bakışla.
Peki dedim devam edebilirsin derdini anlatmaya.
Biraz durdu, başka şeylerden bahsedebildiği için rahatlamış görünüyordu. Biraz da şaşırdı kendine. O kadar da üzülmemişim der gibiydi hâlleri. Yaklaşık bir 10dk daha konuştu ama bu kez daha aklı başında gibiydi. İlk şoku atlatması önemliydi. Yavaştan benim sıram geliyordu.
.
Konuşması bitince; şimdi sana çok önemli bir soru soracağım diyorum. Dikkat kesiliyor. Sevdiğin o çocukla birlikte mi olmak istiyorsun yoksa onun sana yaşattığı bu acıdan mı kurtulmak istiyorsun?
Böyle bir soru beklemiyormuş gibi bir süre düşünüyor. Önceden onunla birlikte olursam herşey mükemmel olur diye düşünüyordum. Ama beni reddettikten sonra, şimdi onu affedemiyorum. Yine de onunla birlikte olmak istiyorum.
Emin mısın diye soruyorum
Eminim diyor.
Peki o zaman dediklerimi yaparsan seninle birlikte olacak diyorum.
Gerçekten mi? Diyerek gözleri parlıyor. Anlayamıyorum. Seni bu kadar üzen bir kişiyle birlikte olma isteğini anlayamıyorum. Tabi ona söylemiyorum bunu.
Çantamdan bir tel toka çıkarıyorum. Bunu hergün okula gelirken saçına tak diyorum. Sanki ona sihirli bir şey verilmişim gibi hayranlıkla tokaya bakıyor. Tamam diyor. Bir de hoşlandığım çocuk senin peşinden koşsa bile yüz vermeyeceksin. Şaşırıyor. Ama bu imkansız, o benim peşimden koşmaz diyor. Kendimden emin bir tavırla koşacak diyorum. Elindeki tokaya bakıyor.
Gidebilirirsin diyorum
Bu kadar mı diyor
Bu kadar diyorum. İnanmıyormuş gibi yüzüme bakıyor. Ve sınıftan çıkıyor.
O çıkınca İlmek sana güveniyorum. Diyorum. Yanımda bir gölge belirip kayboluyor.
İki gün sonra kız bana teşekkür etmeye geliyor. Kapıda hoşlandığı çocuğu görüyorum. İkisi de mutlu görünüyor. Cidden bu aşk olayını anlayamıyorum.
2 notes · View notes