Tumgik
kaptansaldivar · 4 years
Text
fefwf
3 notes · View notes
kaptansaldivar · 4 years
Text
Bitkilerde topping (tepe kesme) işlemi
Tumblr media
Blogumuzdaki tarım başlığının İlk yazısında tohumlarımızı ektik, sonrakinde ilk besinlerini verdik; eh şimdi havalar da düzeldiğine göre artık arkamıza yaslanıp bitkilerimizin büyümelerini izleyebiliriz! Öhm.. Ufak müdahalelerimiz olacak tabi. Birinci müdahalemizden başlayalım öyleyse. Fakat önce: İnsanlar! İç kulağımızdaki kemik labirentin 3 kısmından biri olan vestibülde, kabarcık ve kesecik adı verilen iki denge taşı bulunur. Nerenin aşağı nerenin yukarı olduğu bilgisi beynimize bu kısımlar sayesinde iletilir. 
Bitkilerin de köklerinin sonlarında, statoliths yani -yine- denge taşı adı verilen özel hücreler bulunur. Bu hücreleri bir kavanozun içine koyduğunuz çakıl taşları gibi düşünebilirsiniz; kavanozu çevirdikçe taşlar yerçekimi dolayısıyla dipte kalmaya devam edecektir. İşte bitkiler “aşağı”yı bu özel hücreler aracılığıyla bilirler.
*Uzayda ekilen tohumların köklerinin her yöne doğru çıktığı NASA GeneLab’de görevli Dr. Anna-Lisa Paul tarafından kanıtlanmıştır.
Fakat biz aynı zamanda bitkilerin güneşe doğru çekildiğini de biliyoruz (phototropism). Peki bu nasıl olur? 
Bitkilerdeki auxin adı verilen hormon, güneş ışığının geldiği yöne doğru bitkiyi yönlendirmekle görevlidir ve yalnızca bitkinin en tepe kısmında bulunur. Bu hormon, PIN adı verilen iletkenler aracılığıyla sürekli olarak kendisini bitkinin oluşan her yeni yaprak setine aktarır ve bitki bu sayede ışık kaynağına doğru uzamaya devam eder.   Bunca şeyi neden anlattım? Daha çok ürün almak için yapabileceğiniz kolay bir işlemden bahsetmek için!
Salatalık, nane, domates ve özellikle biber gibi bitkilerin en tepe kısımlarını -bitki belirli bir uzunluğa eriştiğinde- kesersek bitkinin ana gövdesi daha çok meyvenin oluşabileceği kalın dallara ayrılır (bu dallardan meyve üretmeyecek olanlar daha sonra temizlenir -bitkinin boşa enerji harcamasını önlemek için) fakat bunu daha sonra konuşacağız. 
Bu “bitkinin tepesinin kesilmesi” (topping) işleminin daha çok meyve vermekten başka faydaları neler?
Rüzgarlı bir balkonunuz varsa veya sıklıkla kuş misafirler ağırlıyorsanız, zayıf ve tek dallı bitkilerinizin gelişimlerini tamamlamadan bir kuşun ayağının altında ezilmesi veya rüzgardan dolayı kırılması olasıklar dahilindedir. Ayrıca bitki ne kadar yeni dal üretirse, o kadar güçlenecektir ve bu sayede hastalık veya başka bir sebepten ölmesi zorlaşacaktır. Ayrıca bu işlemi yalnızca bir kez değil, bitkiniz istediğiniz şekli alıncaya dek bir kaç kez yapabilirsiniz. Peki ne zaman yapabilirsiniz? Bitkinize yukarıdan baktığınızda karşılıklı yaprakların dönüşümlü olarak bir dikey bir yatay şekilde çıktığını göreceksiniz (arasına mesafe girmiş + işareti gibi). Bu şekildeki her bir karşılıklı yaprağa bir set diyoruz. Biberinizde beşinci set yaprağı gördüğünüzde - yaprakları uzamış bir haldeyken- hemen altından kesin. Biliyorum! Eliniz makası bırakmak isteyecek; ya bitkim ölürse! diye düşüneceksiniz; bitkinizin bir aydır bu hale gelmesini beklediğinizden en geniş yapraklı o beşinci seti kesmeye kıyamayacaksınız fakat: Kesin! Yok canım zorunda değilsiniz tabi ki. Fakar keserseniz en tepede bulunan auxin hormonu kendine yeni tepe aramaya gidecek; artık tek bir tepe noktası kalmadığı için de her bir yaprak setinin hemen üstünden karşılıklı ufak yeni dallar uzanmaya başlayacak. Domates ve salatalık gibi bitkilerle ilgili anlatmak istediğim daha çok detay var; bu işlemi de o yazılara dahil edeceğim.  Happy toppings!  
1 note · View note
kaptansaldivar · 4 years
Text
Nöronlar / Nöral ağlar
İki sıra halinde karşılıklı duran insanlar düşünelim. Alt sıramızda 3, üst sıramızda 6 insan olsun -her biri birer nöron aslında!-  Üst sıradaki insanlar henüz hiçbir şey bilmiyor. Alt sıramız da sıkıcı, tek bir bilgiye sahip insanlardan oluşuyor. 
Mesela alt sıranın başındaki adam yalnızca Gauguin resimlerini tanıyabiliyor, ikincisi Van Gogh’u ve üçüncüsü Monet’i -pek de sıkıcı değiller?- Şimdi, Gaugin’i tanıyabilen adamımız bilgisini aktarmak için üst sırada duran ilk 3 kişiyle arkadaş olsun; Van gogh’u tanıyan 2., 3. ve 4. insanla ve Monet’i tanıyan 3., 4. ve 5.’yle.
Üst sırada en başta duran adam ne öğrenebildi? Yalnızca Gaugin’i. İkincisi? Gaugin’i ve Van Gogh’u. Üçüncüsü? İşte o, aralarındaki en zeki insan haline geldi. O artık, izlenimci ressamları tanıyabiliyor. Bilgisayarlardaki modern yapılandırmalar da artık bu sistem üzerine kuruluyor: Her bilgiyi girdi haline getirmek yerine, o bilgileri birleştirip “öğrenen” nöral ağlarımız var. Bir gün, bilgisayara karşı oynadığınız herhangi bir oyunda kazanmanız mümkün olmayacak: Lise sıralarında oynadığımız asker oyununa çok benzeyen; Çinlilerin 3000 yıldır oynadığı GO’nun Dünya şampiyonları bile artık AlphaGo’nun karşısında mağlup oluyorlar.  
Bilgisayarlar sıralı işlemleri her zaman inanılmaz bir hızda yapabilmişlerdir (basit bir hesap makinesinin yaptığı çarpma işlemini düşünün). Fakat insanların sahip olduğu bilgiler birbirine bağlıdır ve paralel işlem yürütebilirler: Benzerlikler arasında ilişki kurarlar ve kendi “hatırlama” ağlarını yaratırlar.
Sevdiğimiz bir ressamın adını hatırlamaya çalıştığımızı hayal edelim: 
Neydi? Neydi o adamın adı yahu? -nöronlar aktive oluyor- Meyve resmederdi hani? Masada veya vazoda falan... Halil Paşa mıydı? Yok o değil... Bir kez buluştuğum bir kız vardı; o da onu çok severim demişti... -nöronlar ışıl ışıl- ah onun adını hatırlasam ressamı da hatırlayacağım sanki... Çok şeker kızdı da hani! Hah buldum! Şeker Ahmet Paşa!
(Aslına bakarsanız Alzheimer da budur: Bilgi bir anda tamamen kaybolmaz, bu hatırlama zincirini oluşturan nöronlar birer birer kaybolur ve bu yüzden bilgiye ulaşmak gittikçe zorlaşır. Bir Alzheimer hastasına direkt olarak “Cumhurbaşkanı kimdir?” diye sorarsanız bir yanıt alamayabilirsiniz; fakat konuya öncelikle Cumhurbaşkanının adını veya adının kısımlarını kullandığınız (er/doğan/recep); fakat kendisiyle ilişkisiz cümleler kurarak girerseniz takiben soracağınız “Cumhurbaşkanı kimdir?” sorusuna bir cevap almanız çok daha olasıdır)
Kokular, renkler, dinlediğimiz müzikler, anılarımız... Hepsi beynimizde birbirine bağlıdır. Bilgisayarlar henüz bizimki gibi karmaşık ve geniş bir ağ yaratmaya yakın bile değiller. Fakat insanların bu düşünme sisteminden esinlenerek kurulmuş olan nöral ağlardan beri bize, eskiye göre çok daha yakınlar.
1 note · View note
kaptansaldivar · 4 years
Video
youtube
Mrs. Saldivar'ın anime edilmiş İngilizce derslerine ulaşmak için lütfen bağlantıya tıklayın :)
Tüm soru ve önerilerinizi ekranın sol üst köşesinde yer alan menü barına tıkladığınızda açılacak olan sor/söyle seçeneğinden anonim olarak iletebilirsiniz. 
Teşekkürler!
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
2 notes · View notes
kaptansaldivar · 4 years
Text
Ortaya çıkış ve oluşum teorisi
Hayır hayır evrimden bahsetmeyeceğim. Bu, akıllı ve karmaşık sistemlerin -beyin, karaciğer veya karınca kolonisi gibi- nasıl oluştuklarıyla ilgili bir teori!
Fakat öncelikle teorinin ne olduğunu açıklığa kavuşturalım: Sizce teori “bir fikir işte yahu” mu demek yoksa “yüzlerce ve hatta belki binlerce kez denenmiş fakat aksi ispatlanamamış bilgi” mi? Bingo! İkincisi. Hayatımıza bunu unutmadan devam ediyoruz.  Diyelim ki arkadaşımızla Ekvator’da bir tatile çıkıyoruz ve Kenya Dağı’nın karlı tepelerine tırmanıp ortalama 1500 metre yüksekliklerde dolaşmaya başlıyoruz; çünkü bizim eğlence anlayışımız bu. Bir begonville veya portakal ağacıyla karşılaşabilir miyiz? Hayır. Bu yüksekliklerde kaktüs benzeri, geniş yapraklı kocaman gövdeli bir hayli ilginç ve akılda kalıcı bitkiler var. Bir başka gün, aynı mevsimde, ekvatorun diğer tarafında aynı enlemdeki And dağlarına tırmanıyoruz bu sefer. Aynı rakımda dolaşırken birden: Onlar da ne? Hey! Bunlar Kenya’daki bitkilerin aynısı değil mi? Çok heyecanlanıyoruz -çünkü biz böyle insanlarız- ve iki bitkinin arasında herhangi bir ilişki bulunup bulunmadığını öğrenmek adına arkadaşımızı hemen örnek alması için Kenya’ya geri gönderiyoruz (ikisi kıtalar ayrılmadan önce beraberlerdi belki? Ya da bizden daha eğlenceli biri gelip o bitkinin tohumlarından serpiştirmiştir bu koca dağın her bir yanına?)... Sonunda laboravutardayız -bir sürü test yapıyoruz- ve taksonomik açıdan ikisi arasında hiçbir ilişki bulamıyoruz! Peki bu iki bitkinin birbirine bu denli benzemesi için aralarında ilişki olması şart mı? İşte ortaya çıkış (emergence) teorisi bunu açıklıyor.
Canlıların belirli koşullarda var olabilmesinin ancak birkaç farklı yolu vardır.
Öncelikle:
1) Hiçbir canlının ilk formuna bakıp “bu hayatta kalacak” veya “bunun türü sona erecek” dememiz mümkün değildir. 2) Yaşadığımız hayatın koşulları değişkendir 3) Hem etrafımızdaki aynı tür canlılarla çiftleşmeye devam edip -aynı tür olmazsa doğurganlık kalmaz- hem de hızla değişen koşullara anında adapte olabilecek kadar farklı bireyler ortaya çıkarabilmek pek mümkün değildir. 
O zaman elimizde ne var; nasıl var oluyoruz? Şimdi, gözlerinizi kocaman açın, derin bir nefes alın ve önümüzdeki birkaç paragraf boyunca daldan dala atlamama lütfen sabredin... (Hey evrim teorisini de iki cümleyle anlatamazsınız, öyle değil mi?)
Hücreler arasında işlev açısından farklılık yaratacak kadar çok gen yoktur: Bu hücre bu gen sayesinde kan hücresi oluyor; bu hücre bu gen sayesinde damar oluşumunu sağlıyor; bu şunun sayesinde karaciğerde fonksiyonunu... Yeterli sayıda gen yok! Bunun yerine komut veren “oransal” genler var. Bu ne demek? Bir damara ait olan tüp şeklinde bir yapıyı ele alalım. Genin hücreye verdiği komut: Bu tüpü, uzunluğu genişliğinin 5 katı olacak kadar büyüt ve sonra bölün olacaktır. Tüp her bölündüğünde (Y şeklini düşünün) genişliği daralacak ve dolayısıyla uzunluk da kısalacak ve bu tek komut sayesinde, bir ağaç dalları gibi uzanan bir damar yapısı elde edilmiş olacak. -yalnızca basit bir kural- Garip fakat vücüdumuzdaki hiçbir hücre, bir kan damarına 5 hücreden daha fazla uzak değildir. Ve dolaşım sistemini oluşturan bu damarlar vücudumuzun %5′inden daha fazlasını oluşturmazlar. NE? Her şey nasıl “sığıyor” ki o zaman? Bu noktada oransal genlerin yanına bir de oransal geometri ekliyoruz. Bu şekiller, bir silindirin veya kübün aksine doğada görebileceğiniz şeyler değiller. Şekilleri tarif ederek yazıyı daha da uzatmamak adına linke tıklamanızı rica edeceğim: shorturl.at/ACNQV  İşte böyle bir yerleşim sayesinde karışık ve kalabalık bir yapı, neredeyse hiçbir yer kaplamadan “sığışabiliyor”. “Sığışabilmesi” için ortaya bu çıkıyor. Peki ya bu oransal genlerde ufak mutasyonlar gerçekleştiğinde ne olur? Mesela gen, uzunluğu genişliğinin 5 katı olacak demek yerine 4.9 katı kadar olacak derse? Kallmann sendromunu ele alalım: Kokuda ve cinsel organda ayrı ayrı iki soruna sebep olan iki mutasyon yoktur; olan şey tek bir oransal gen mutasyonudur. Genlerden çıkıp cipslere gelelim mi? Herhangi bir maddeyi ısıttığınızda ne olur? Genleşmeye başlar. Yuvarlak diske ısı verdiğinizi düşünün, yanlara doğru büyüyemeyeceği için ortası yükselir: Aynı bir cipsin kızardıktan sonra aldığı şekil gibi! Bunu ona yapmasını söyleyen bir gen yoktur; ısındığında böyle ol! Şeklinde kodlanmamıştır, ama bu koşullarda ortaya bu çıkar.
Peki ya zeka?
Kalabalık bir gruba elinizdeki elmanın ağırlığını sorun: Tüm sonuçların ortalaması doğruya en yakın olacaktır (wisdom of the crowd theory). Sorunuzu bir uzmana sormayın, sorunuzu konu hakkında yeterli bilgiye sahip insanlara sorun ve doğruyu cevaplarının ortalamalarından bulun. Peki bu basit kurallara dayalı oluşumları, koşullar sebebiyle “ortaya çıkma” halini ve topluluğun zekasına dayanan çözüm şeklini doğada bulabilir miyiz? Hem de her yerde! Topluluğun zekası: Ölü bir böceği taşıyan karıncaların hiçbiri yuvalarının tam olarak nerede olduğunu bilmez. Bunun yerine her birinin ve çevredeki diğer karıncaların kendi konumlarına göre yuvanın nerede olduğuna dair az veya çok bilgisi vardır ve böcek taşıyıcılar yol boyunca diğer karıncalardan edindikleri “yuva konum bilgisi” sayesinde yuvalarını bulurlar. Oluşum: Bir karıncayı alın masaya koyun; öylesine dolanmaktan başka hiçbir şey yapamaz. On tanesi? Hiç. Yüzü? Hiç. Fakat ortalama bin tanesini bir araya koyduğunuzda anlamlı ve bir amaca yönelik şekilde hareket etmeye başlarlar. Sayıları arttıkça, kendi başlarına hiçbir şey yapamayan bu karıncalar yalnızca kalabalıklaşmaları sayesinde akıllı bir yapı oluştururlar: Koloninin ısı seviyesini ayarlayabilirler veya mantar üretmeye başlayabilirler!
Basit kurallar: Karıncalar bir yemek kaynağıyla diğeri arasında giderken yol boyunca koku bırakırlar. Yol ne kadar kısaysa koku o kadar güçlü kalır. 7-8 farklı yemek kaynağının olduğu bir ortama karınca kolonisini bırakın. Daha sonra aynı ortama dağınık bir şekilde ikinci nesil karınca sürüsünü bırakın; her bir karınca kendi etrafındaki güçlü kokunun olduğu yerlere yönelir. Bu sayede kokunun güçlü olduğu kısa yollar daha uzun süre daha güçlü kokmaya devam eder ve karıncalar zaman geçtikçe bu yemek kaynakları arasındaki mesafeleri en efektif şekilde -en az yürüyerek- dolaşacakları yolu ortaya çıkarmış olurlar. Son 10 yıldır teknoloji şirketleri programlanmış sanal karıncalar sayesinde ülkeler arasındaki kablolama sistemlerini en efektif şekilde -düşük maliyetle- yerleştirebilecekleri yolları buluyorlar (swarm intelligence).
Fakat karıncalar bunu bilinçli yapmazlar: En efektif yolu bulmak gibi bir amaçları yoktur. “Yapı planı”nı bilen hiçbir karınca yoktur, ortada bir “yapı planı” da yoktur. Başlangıçta durup, “karınca topluluğu bunu yapmaya başlayacak” diyemezsiniz. Yalnızca daha uzun yol daha az koku anlamına gelir ve güçlü bir koku varsa karınca o yola katılıp kendi kokusunu ekler.
Topluluk zekası: Arılar zaman zaman yuva değiştirmek zorunda kalırlar. Bunun için tüm koloni oradan oraya topluca uçmak yerine yuva bulmak için farklı yollara ayrılırlar, karşılaştıkları zaman arılar, dans etmeye başlarlar: Kimin dansı en uzunsa daha çok besinin olduğu yuvayı o bulmuştur ve diğer arı ona katılıp bulduğu yuvaya gider. Daha sonra karşılaştığı her arıya bu bilgiyi aktarır (dans devam eder) ve koloni bu sayede en uzun dans edenin yuvasında (en iyi yuvada) toplanmış olur. 
Basit kurala dayalı kalabalık oluşum: Bilgisayarınızda şehir planladığınızı düşünün. Tüm yapıları tek tek yerleştirmenize gerek yoktur. Bir market koyun, etrafına evler yapılandırın. Yeterli kalabalığa ulaşınca bir kahve dükkanı oluşturun. Eğer orada bir kahve dükkanı varsa diğer kahve dükkanı yanına değil, uzağa açılmalıdır. Bu basit kahve dükkanı stratejisine dayalı verdiğiniz çek (attraction) ve ittir (repulsion) komutu sayesinde büyük ve düzenli bir şehir oluşturabilirsiniz. Petri kabına (bakteri üretme tabağı) dağınık nöronlar koyun, iki gün sonra baktığınızda gruplaşmış olduklarını görürsünüz: Bu da yukarıdaki basit “çek” ve “ittir” kuralına dayalıdır. Moleküller de mıktanıslar gibi artı ve eksi yüklenmişlerdir (çek ve ittir). 1950′de yapılan bir deneyde (miller urey deneyi) yeteri kadar organik molekülle bir “çorba” hazırlamışlar ve bu ortama elektirik vermişler. Sonuç? Amino asitler oluşmaya başlamış! Basit bir “mutfak” deneğiyle alın size yaşamın başlangıcı. Yani bir katalizöre gerek olmadığı ortaya çıkmış: Akıllı ve karmaşık yapılar için tek gereken “çek” ve “ittir” gibi oldukça basit birkaç kural. Korteks oluşurken, ilk nesil hücreler radyal gliyal hücrelerdir; karıncalarda ve arılarda olduğu gibi gidilecek ilk yolu onlar oluştururlar. Sonra oluşan nöronlar ise ikinci nesil “rastgele bırakılmış dolaşanlar” gibidir ve bunu yaparken öncesinde uzanmış olan gridyal hücreler boyunca gelişmeye başlarlar. Bunun sonucunda milyonlarca nöron karmaşık korteks yapısını oluşturur. (çek ve ittir)
Tüm bunlar insanların dünyasına nasıl uyarlanır? İnsanlar ve diğer türler arasındaki fark nedir? Nörolojik açıdan heyecan verici hiçbir fark yoktur. Mikroskopta incelediğiniz bir meyve sineğine ait nöronla insanınkini karşılaştırdığınızda ikisi neredeyse aynıdır ve tek bir nöronu inceleyerek kime ait olduğunu bilemezsiniz. Bir solucanın iyon kanalları ve sinir sistemindeki sinir ileticileriyle bizimki neredeyse aynıdır. Biz, farklı kimyasal iletkenler veya yeni özel hücreler sayesinde insan olmadık. Fakat bizde meyvesineğinin her bir nöronunun sahip olduğu nöronlardan milyonlarca var ve bu daha akıllı ve karmaşık sistemlerin “ortaya çıkış”ına sebep oluyor. 
Rus satranç ustası Kasparov 1996′da IBM’in yeni ürettiği Deep Blue satranç oyununda bilgisayarın karşısına oturuyor. İlk oyunda Kasparov bilgisayarı yeniyor fakat ikinci oyundan itibaren kaybetmeye başlıyor. Maçtan sonra arkadaşları Kasparov’a dert etmemesini; çünkü bilgisayarın yalnızca daha çok olasılık üretebildiğini söylüyor. Kasparov’u ise arkadaşlarına cevabı: “olasılıklar başlı başına sayı olabilir, fakat yeteri kadar olduklarında, nitelik kazanırlar”
1 karınca tek başına hiçbir şey yapamaz, 10000 tanesi işleyen ve üreten bir koloni kurar. Bizim de daha zeki nöronlarımız yoktur. Birkaç nöron meyve sineği kapasitesine ulaşırken milyonlarcası doğadaki diğer tüm oluşumlarda olduğu gibi yalnızca basit birkaç kurala dayanarak şiir, felsefe ve bilim üretebilen daha “zeki” oluşumların var olmasını sağlar. Bir şempanzeyle insanın, DNAlarının %98′ini paylaştıklarını duymuşsunuzdur. İnsan genomu projesi sayesinde 10 yıl kadar önce bilimadamları bu iki türün DNA sekansını çıkartmayı başardılar ve bu bilgiyi doğruladılar. Geriye kalan %2 neydi peki? Yarısı, maymunların daha iyi koku alabilmelerini sağlayan ve bizde deaktive olmuş koku hücreleriyle ilişkili ve kalanı da maymunların daha çok kıllı olmalarını ve 4 ayak üzerinde de ilerleyebilmelerini sağlayanlar genler ile hücrelerin bölünmeleri, enzimlerin zincirlenmesiyle ilgili farklı kodlamayı sağlayan genler -Peki ya beyin? İki beyin arasındaki farkı oluşturan ne? Hücrelerin kaç kez bölüneceğini söyleyen “oransal” genler.  Tüm bunlardan ortaya ne sonuç çıkıyor? 
1) İdeal insan, ideal sistem, ideal görünüm; ideal olan hiçbir şey yoktur. İdeallik tek başlarına özelliksiz ve hatta aptal olup biraraya geldiklerinde ortaya bir yapı çıkaranların var ettiği hayali bir olgudur.
2) Ne herhangi bir şeyi var edebilmek ne de herhangi bir konuda doğru olanı bulabilmek için uzmana gerek vardır; yapı planına ihtiyaç yoktur. Yapı planına ihtiyaç yoksa yapı planını oluşturacak birine de ihtiyaç yoktur.
2 notes · View notes
kaptansaldivar · 4 years
Link
Tüm soru ve önerilerinizi ekranın sol üst köşesinde yer alan menü barına tıkladığınızda açılacak olan sor/söyle seçeneğinden anonim olarak iletebilirsiniz. Teşekkürler!
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
1 note · View note
kaptansaldivar · 4 years
Text
Besinler!
*Tohumdan yetiştirdiğiniz saksı bitkileri için ilk üç hafta gübre kullanmayın. 
Eğer toprağınıza solucan gübresi karıştırmadıysanız 3. haftada işe, azot yoğunluğu olan besin takviyesi uygulayarak başlayabilirsiniz. Fakat satın alabileceğimiz ürünler bir yana, biz önce bitkilerimize gıda ve diğer evsel atıklardan faydalanarak besin sağlamanın yollarını ve hangi besinin neye faydalı olduğunu, detayına girmek için sabırsızlandığım bir sürü başka şey ile harmanlayıp konuşalım... 
Hayvanlar enerji ihtiyaçlarını besin tüketerek, bitkiler ise güneş ışığını klorofil aracılığıyla hapsederek karşılar. Fakat bu hapsedilen enerjinin öncelikle canlının faydalanabileceği bir hale dönüştürülmesi gerekir. Bu transferi sağlayan molekül adenozin trifosfattır (ATP) -ki kendisine ayrıca “doğanın enerji deposu” da denilir... Neden? 
Bitkilerin ürettiği ATP, detaya inmeyi lüzumsuz bulduğum aşağıdaki çizimde görüleceği üzere basit olarak fosfor, nitrojen ve riboz şekeri bileşiminden oluşur.
Tumblr media
Fosfor -yazının devamında kendisinden daha çok bahsedeceğim- yaşayan tüm canlıların tüketmesi gereken bir besindir.
Sebze yediğimizde bitkilerin içerdiği fosfor bize gerekli olan adenozin trifosfatın üretilmesini sağlar. Öldüğümüzde de bizim içerdiğimiz fosfor toprağa, bitkiler tarafından kullanılmak üzere geri dönmüş olur -kullandığımız gübreler hayvan kemiklerinden çıkarılan fosforu içerir.
*1997 Nobel Kimya ödülü ATP sentezi konusunda yaptıkları çalışmalardan dolayı Dr John Walker,  Dr Paul Boyer ve  Dr Jens Skou’a takdim edilmiştir. Ne diyorduk? Bitkiler klorofil aracılığıyla enerji ihtiyaçlarını karşılar ve hem ATP hem de klorofil üretimi için (yeşil yeşil bitkiler) nitrojene ihtiyaç duyarlar. Nitrojen, yani azot, bitkinin büyümesi ve fotosentez için gereklidir ve özellikle meyve yetiştiriciliğinde, meyvenin oluşmaya başlayacağı zaman yaklaştıkça azaltarak kullanılır (önce yaprak üretimini teşvik eden azot sonra meyveye yardımcı diğer besinler)... 
Peki solucan gübresi, suya karıştırıp kullanabileceğimiz sıvı nitrojen, veya ölü hayvan kemikleri (!!) dışında azotu başka nereden elde edebiliriz? Kedi veya köpeğinizin tararken biriken tüylerden veya demlediğiniz kahvenin posasından!
Tumblr media
Fosfora geri dönelim... Fosfor, yaşayan tüm hücrelerde bulunur. Genetik bilginin aktarımı ve enerji üretimi haricinde bitkinin erken kök, fidan ve tohum gelişimine katkısı vardır; hastalıklarla savaşmasına ve kış soğuklarına dayanmasına yardımcı olur. Eksikliği farkedilene kadar genellikle geç kalınmış olur. Peki kimyasal besinler harici fosforu nereden elde edebiliriz? Yediğiniz karidesten arta kalanlardan ve yakılmış salatalık kabuklarından. Azot ve fosfor dışında bitkiler için önemli olan 3. en önemli besin potasyumdur. Potasyum, fotosentez sırasında gözeneklerin kapanıp açılmasını ve ATP üretimi için gerekli enzimlerin aktivasyonunu tetikler, suyun köklerden gövdeye iletimini ve kuraklığa karşı dayanıklı olmasını sağlar. Sağlığıyla ilgili olarak bitkinin büyümesini, üremesini; şeklini, rengini, meyve ve sebzelerin tadını ve çokluğunu etkiler. Eksikliğinde yapraklarda kahverengileşme ve uçlarında kıvrılmalar görülür; damarlar sarılaşabilir ve yaprakların alt-yan kısımlarında mor noktalar görülebilir. Doğada muz kabuklarında, odun külünde ve yine kahve posasında bulunur. Balık besliyorsanız akvaryum suyunu da kullanabilirsiniz. 
Tumblr media
Kalsiyum, magnezyum ve sülfür, bitkinizin ihtiyacı olan; fakat diğer üçüne kıyasla daha az miktarlarına ihtiyacı olan besinlerdir. Kalsiyum, hücre duvarının oluşmasını ve bitkinin hastalıklara karşı direnç göstermesini sağlar; yumurta kabuğunda bolca bulunur.
Magnezyumun etkileri azotunkine ve sülfürünki de fosforunkine benzerlik gösterir. Magnezyum, fotosentez için şarttır ve topraktaki potasyum miktarı arttıkça azalır -denge şart! Bitkilerinizin yapraklarını İngiliz tuzu-su karışımıyla fısfıslarsanız (400gramı 13-14 liradır) hem magnezyum hem sülfür ihtiyaçlarını karşılamış olursunuz.  Bahçeli evler için bu besinleri kullanmanın en güzel yolu kompost hazırlamaktır fakat fidelerinizi saksıya taşımadan önce bu besinleri toz haline getirip torfunuzla karıştırmanız da etkili bir çözümdür. Akvaryum suyu ve muz kabuğu gibi ürünleri karıştırıp toprağınızı fısfıslamak için kullanabilirsiniz fakat organik besinleri kullanmanın ne yazık ki olumsuz yanları da vardır. Bitkinizin böceklenmesine veya sinek çekmesine sebep olabileceği gibi - Sinekleri uzak tutmak için portakal kabuklarıyla çay hazırlayın ve bu karışımı (soğuduğunda) bitkinizin toprağını fısfıslamak için kullanın- organik atıklarınızın çözülüp toprağa karışması da zaman alacağından ve verdiğiniz besinin miktarını bilemeyeceğiniz için bir takım besin eksikliklerine sebep olabilirsiniz. Bu ürünler yüzünden toprağınızın Ph derecesinin düşmesi veya artması da köklerin bu besinlerden faydalanmasını engelleyebilir. Benim tavsiyem, bu tür besinleri ek destek olarak kullanmanız ve bitkinizin erken dönemi için solucan gübresi gibi organik çözümlerden faydalanmanızdır. Daha sonraki dönemler için potasyum ve fosfor takviyesi sağlayacak karışımlar hazırlayabilirsiniz veya aşağıdaki gibi bitkinize vereceğiniz suya karıştıracağınız kimyasal ürünler satın alabilirsiniz.
Tumblr media
-reklam değiller-
Canna cure suyla karıştırılıp yapraklara sıkılıyor ve üzerlerinde oluşturduğu ince tabaka sayesinde bitkinizi pamuk biti vb böceklere ve diğer hastalıklara karşı koruyor. Cannazym de bitkinin ölü köklerinden kurtulması için üretilmiş bir karışım. Balkonda yetiştireceğiniz çoğu bitki için bu kadar alışveriş yapmanız gerekmeyeceğini özellikle belirtmek istiyorum -ben merakıma yenik düştüm ve 2 senedir şişelerin yarısını bile bitiremedim. Hatta aldığım ilk sene birçok bitkimi fazla besin vermekten dolayı öldürdüm... (İnsanın besledikçe besleyesi geliyor:))   Mutlu ekimler!
6 notes · View notes
kaptansaldivar · 4 years
Text
Matematik dehası mı dediniz?
Bir matematik dehası olmak hiç kolay olmadığı gibi, “öyle gözükmek” de pek kolay değil... Bugünkü yazının konusu olan bu basit numara için ezberlemeniz gereken ufak bir tablo var fakat 8 yaşında çarpım tablosunu yalayıp yutmuş bizler için bu da ne ki! Öhm. Öncelikle meseleyi anlatayım... Herhangi bir arkadaşınıza gidip hesap makinesini açmasını -buna ihtiyaçları olacak- sonra iki basamaklı bir sayının kübünü hesaplamalarını ( 243= 24.24.24)  ve çıkan sayıyı (13.824) size söylemelerini isteyeceksiniz. Bir kaç saniye düşünüyormuş gibi yaptıktan sonra da ‘ya ne sandın’ bakışı eşliğinde o iki basamaklı sayıyı söyleyeceksiniz... Nasıl mı? 13.824 sayısını ele alalım: 
Virgülden sonrasında yalnızca son basamağa odaklanıyoruz: 4
O zaman iki basamaklı sayımızın son rakamı 4 olacak.
Şimdi son 3 rakamı atıp, geri kalanına bakıyoruz: 13
İşte bu noktada İlk on rakamın kübünü AZ ÇOK bilmek durumundayız (sonuçlar arasındaki farklar büyük olduğundan birebir ezberlememize gerek yok) :
1.1.1: 1
2.2.2: 8
3.3.3: 27
4.4.4: 64
5.5.5: 125
6.6.6: 216 7.7.7: 343
8.8.8: 512
9.9.9: 729 10.10.10: 1000 Son 3 basamağı atınca geriye kalan sayımız neydi? 13 
13 neyin kübü olmaya yakın? 2′nin! E sayımızı bulduk: 24! (sayımız 20 olsaydı da 2 diyecektik, aradığımız şey alt sayıya olan yakınlığı)
Hatırlamamız gereken ufak bir nokta daha var (ki böylece arkadaşlarınız yaptığınız şeyi bir türlü anlayamayacak):
Hani kübünü duyduğumuz sayının son basamağına bakarak iki basamaklı sayımızın ikinci rakamını şak diye buluyorduk ya ( 13.824 = 243) eğer bu son rakam 7′yse iki basamaklı sayımızın sonu 3, 
3′se 7; 
2′yse 8,
8′se 2 (373.248= 723) olacak.
0 notes
kaptansaldivar · 4 years
Text
Möbius şeridi!
Sonsuzluk işaretinin ve geri dönüşüm sembolünün esin kaynağı, içinde ne varmış diye güvenlik amaçlı kontrol edilecek çantalarımızı koyduğumuz taşıyıcı bandın kendisi, eski zaman sihir gösterilerinin vazgeçilmez parçası, yaşam benim algıladığımdan farklı olabilir mi diye düşündüren gariplik ve DNA’yı neden kolaylıkla düzenleyemediğimiz sorusunun en basit görsel cevabı... 1958′de ismi koyulan bu her-an-şahit-olunabilir-mucize’yi kendiniz yaratmak için tek ihtiyacınız olan yeterli uzunlukta bir kağıt (A4 gayet yeterli), bir makas (ya da kağıdı düzgün katlayıp yırtma yeteneği) ve bir parça bant!
Tumblr media
Nasıl yapılır? İnce (4-5 cm) uzun (15-20 cm) kestiğimiz kağıt parçamızı düz bir şekilde tutuyoruz, sonra bir ucunu bir kez çeviriyoruz; çevirdiğimiz bu uçla diğer ucu birbirine çıkıntı yapmadan güzelce bantlıyoruz ve ta-tamm!  Yaptık da ne oldu? İyice anlamak için gelin önce, o diğer ucu kıvırmadan ikinci bir parça kağıdı kıvırıp bantlayalım: Düzgün bir çember şekli çıksın ortaya. Şimdi, eğer geriye başka kağıdımız kalmamış olsaydı ve sizden iki çember istiyor olsaydım ne yapardınız? Mevcut çemberinizi eninin ortasından düz bir şekilde kesmeye başlardınız ve önceki çemberinizden daha ince fakat birbirinin aynı yarıçapına sahip iki çember elde ederdiniz! Peki ya aynı şeyi möbius şeridi için -öhm- rica etseydim? -spoiler alert- Ben nerde yanlış yaptım? Diye düşünürdünüz. Çünkü ortadan kesmeye çalıştığınız bu garip şekil... Ah yapın ve görün!
İşte bu şekli kesmeden şöyle bir enine doğru gerip yandan bakarsanız, lisede oraya buraya çizdiğimiz sonsuzluk işaretini görürdünüz. Bu şekilden iki tanesini birbirine geçecek şekilde yaparsanız, bir DNA modeli elde edersiniz... Genetik hastalıkları incelerken, yanlış kodlanmış (G-C ve T-A yerine T-G mesela) genleri ayırıp düzeltmeye çalıştıklarında yaşanan sorunlardan biri budur: Kesilen zincir düzgün bir şekilde ayrılmaz... Yapın da görün yahu! -Hoş artık Crispr var (kendime not: Bundan da bir an önce bahsetmeliyim!) Peki ufak tefek bir hayvan olduğunuzu -bir karınca mesela!- düşünelim. Karınca dünyanızda bir möbius şeridinin herhangi bir yüzeyinin bir noktasından yürümeye başladınız (Elinize bir kalem alıp hayali karıncanızı yürütmeye başlayın...) Yürüdünüz, yürüdünüz (çizmeye devam edin)... O da ne? Başladığınız noktaya geri döndünüz fakat başladığınız noktaya geri dönmekle kalmadınız, kağıdın alt ve üst yüzeylerinin tamamını hiçbir derinlik hissi yaşamadan (Yahu ben “alt/üst yüzeye geçmedim ki?) dolaşmış oldunuz?! Bizler de bu evrenin bir karıncası olarak 5. bir boyutun (3:yükseklik, genişlik, derinlik  +1:zaman +1:??) farkında olmadan yaşıyor olabilir miyiz? 
Bonus: Aynı kağıdı bir değil iki kez kıvırıp bantlayın ve aynı şekilde kesin... :)  (Cevap eski zaman bir sihir gösterisinde bulunabilir. Meraklılar için: Afghan bands
0 notes
kaptansaldivar · 4 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Saksıda bitki yetiştirmek! Özellikle karantina günlerinde hiç fena fikir değil, değil mi?
İsterseniz tohum, isterseniz fide alarak başlayabileceğiniz bu muhteşem hobi bugüne kadar bir bitki sulamamış dahi olsanız kolaylıkla öğrenebileceğiniz bir uğraştır. Hazır mevsimi de gelmişken bugünkü yazı tohum nasıl ekilir, hangi bitkinin ekim zamanı nedir, toprak nasıl hazırlanır konuları hakkında olacak. Nisan-mayıs aylarında (hava bir türlü düzelmek bilmediği için nisan ayı ekimleri için geç kalmış sayılmazsınız) domates, biber, patlıcan, salatalık, kabak, kavun, nane, maydonoz, lahana, soğan ve ayçiçeği tohumlarını ekebilirsiniz. Sıcak ve güneş alan bir pencereniz varsa ve tohumun büyümesini beklemek için pek sabrınız yoksa - ya da saksı değişimi yaparken bitkinizi öldürmekten çekiniyorsanız - işe direkt fide alarak da başlayabilirsiniz. Fakat kargoların bu yoğun çalıştığı dönemde çoğu fidenin evinize ulaşmadan yaşama direncinin kırılması pek mümkün... Saksı yetiştiriciliğinin yer ekimine karşı hem avantajları hem de dezavantajları vardır. Bitkiniz yerini beğenmediğinde balkonda 4 döndürebileceğiniz gibi, doğru saksı boyu ve toprak seçimi yapmadığınızda, saksı değişiminde bitkinize fazla stres yaşattığınızda (evet, bitkiler de strese girer) veya fazla gübre verdiğinizde bitkinizi öldürmeniz kaçınılmazdır. Fakat bunlar öğrenilmesi ve uygulaması oldukça basit konular -hiç korkunuz olmasın! Yukarıda sıralanan bitkileri saksıda yetiştirmek için toprak hazırlama işi neredeyse aynıdır. İhtiyacınız olan temel şeyler: 
* Torf veya toprak: Seçim yapabileceğiniz çok fazla marka var. Benim bu yıl favorim -reklam değildir- Hepsiburada’dan temin ettiğim 50 lt’lik -40 lira- Oskaryum saksı toprağı oldu 
* Perlit: Toprağın sıkışıp kökleri öldürmesini engellemek için kullanılan, ısı ve nemi hapseden malzeme. 10 litresini 15-20 liraya alabilirsiniz.
* Solucan gübresi: Katı hali, hem yapısı sayesinde toprağın daha çok havalanmasını hem de zaman içerisinde sahip olduğu besinleri toprağa salarak bitkinizin ihtiyacı olan gübreyi sağlar. Böylelikle başka besinlere veya ev artıklarınızı kullanmanıza çok gerek kalmaz (yine de kullanmanızı tavsiye ederim -bu konuyla ilgili de bir yazı gelecek). Dilerseniz daha sonra sıvı formunu suyla karıştırıp bitkinizi bu karışımla sulamanız da mümkün. Bir yaz sezonu için 40-50 lira gübre harcamanız çoğu bitki için yeterli olacaktır. * Fide viyolleri veya ufak saksılar: Viyoller yerine 10 adedini 3-4 liraya alabileceğiniz yetiştirme saksıları kullanmanızı tavsiye ederim. Tohumdan yetiştirdiğiniz fideler sulamanıza da bağlı olarak çok hızlı kök üretirler ve bu kökler bitkiniz henüz değişmeye uygun olmadan önce viyollerden dışarı sakmaya başlayabilir -ki bu da kötü haberdir çünkü çoğu kök bitkinizi viyolden çıkarmaya çalışırken zarar görür.  * Şeffaf, plastik, kocaman bir saklama kabı: Nemli bir bölgede yaşıyorsanız buna ihtiyacınız olmayacaktır. Ya da saksılarınızı sıklıkla fısfıslama imkanınız varsa. Fakat tohumlar hızlıca yeşermek için neme ihtiyaç duyar. Ufak saksılarınızı böyle bir kabın içerisinde güneş alan bir pencerenin ya da yapay ışık kaynağının altında tutarsanız 20-25 güne varabilen çimlenme sürelerini 1 haftaya kadar düşürebilirsiniz.  Öyleyse nasıl başlıyoruz? Viyol veya yetiştirme saksısı farketmez: Çimlendirme için asıl önemli olan kısım nemdir. Kalın kabuklu tohumlarınızı (çoğu sarmaşık türü, limon, fasulye, mısır, ayçiçeği gibi) bir gece için suda veya ıslattığınız bir peçetenin içerisinde bir poşette bekletmenizi tavsiye ederim -domates, biber gibi tohumlar için bunu yapmayın, tohumunuzun çürümesine sebep olursunuz.  Toprağınızı petlitle karıştırıp, tohumuzun boyu kadar delik açın. Aynı saksıya bir kaç tohum birden ekecekseniz delikler birbirinden ikişer santimetre kadar aralıklı olsun -her bir tohum için farklı saksı kullanmak yerine 2-4 tohumu bir saksıya ekebilirsiniz. Böylelikle yeşermeyen tohumlar için -ki mutlaka yeşermeyenler olacaktır- boşuna vakit kaybetmemiş olursunuz. Tohumlarınızı bu boşluklara yerleştirdikten sonra üzerine gübrenizden -yine tohumunuzun boyu kadar- serpiştirin. Toprağa bastırmayın. Fısfıslayın veya damlalıkla sulayın (ilk hafta saksılarınızı günde 3-4 defa kontrol edin, toprak kuruysa fısfıslayın, düzenini zamanla öğrenmiş olursunuz) İşte bu kadar!
Doğru koşullarda tohumlarınızın çimlenme süreleri ortalama şöyle olacaktır:
Fasulyeler: 5-6 gün
Domates, salatalık, sarmaşık, ayçiçeği, kavun: 1 hafta - 10 gün
Biberler: 2 hafta
Mango, avokado: 2-3 hafta (yediğiniz meyvelerin tohumlarını ekebilirsiniz! Meyve vermesi için doğru aşılama vs derken 7-8 sene kadar beklemeniz gerekir -bu, limon için de böyle maalesef- ki hava koşulları uygun değilse minnak ağacınız bu sürede büyük ihtimalle ölecektir. Fakat yetiştirmek yine de keyiflidir) * Mango ve avokado yetiştirmek için izlenecek süreç biraz daha farklıdır. Öncelikle mango tohumunu çıkarmak biraz mide bulandıran bir işlemdir -benim için!- Yediğiniz mangonun açık renkli kabuğunu baştan sona özenle açıp içinden çıkan tuhaf kahverengi tohumun “göz” gibi olan kısmı yukarı gelecek şekilde toprağa yerleştirin (hafif yan bir şekilde de ekebilirsiniz) ve sulayın -toprak hep nemli kalmalı! Bir ucundan aşağı kök salacak ve yine aynı ucundan yukarı kısa kalın bir gövde çıkacaktır. 
Avokado yetiştirmek için tohumunu güzelce temizleyin ve yukarıdan aşağı inen çizgilerine denk getirmeden üç tane kürdanı tohuma 3 taranfan batırın -çok değil! Uzun bir bardağa veya ağzını kestiğiniz bir şişeye su doldurup tohumun şişko alt kısmı suda kalacak şekilde yerleştirin. Suyun hep tohumun yarı seviyesine kadar ulaştığından ve temiz olduğundan emin olun. Tohum zamanla o çizgilerden ayrılmaya başlayıp önce köklerini sonra gövdesini çıkaracaktır. Kökler gözünüze yeterli gözüktüğünde saksıya taşıyabilirsiniz. 
8 notes · View notes
kaptansaldivar · 4 years
Photo
Tumblr media
Öncelikle görselin kalitesizliği için özür diliyorum. AI dosyasının ekran görüntüsünü almak durumunda kaldım... --- Bugün ne konuşuyoruz? Gökleri!
Nereden başlıyoruz? En baştan! 
Neden? Ufak ömürleri olan ufak insanlar olarak nerelere gidebildiğimizi, neler yapabildiğimizi var olan her yönüyle kavrayabilmek; doğanın doyulmazlığının ve insanın elde ettiği başarıların keyfine varabilmek için!  Dünya üzerindeki tüm yaşam, aşağı yukarı 20 kilometre kalınlığında bir katmanda yer alır. Çok soğuk, çok sıcağa; çok neme ve çok kuruluğa dayanamayan biz nazlı insanlar içinse bu katmanın ancak 4′te 1′i yaşama elverişlidir. Katmanı alıp dünyanın etrafına eklersek, ticari uçuşların gerçekleştirildiği yüksekliğe erişmiş oluruz. Burası, yaşamamız için gerekli oksijen ve ısıyı içeren traposferin içerisindedir. 
Traposfer 10-16 kilometrelik yüksekliğe sahip bir alandır. Gökyüzüne bakarken bulutların yassılaşarak dağılmaya başladığını görüyorsanız, stratosferin başlangıcına bakıyorsunuz demektir.
Çoğu jet de dahil olmak üzere insansız; helyum, hidrojen veya metan gazı ile uçan meteoroloji balonları uçuşlarını stratosferin alt katmanlarında gerçekleştirirler: Su buharı daha az olduğu için bulut da neredeyse yoktur. Bulut yoksa tirbülans da yoktur. Hava oldukça soğuktur (-57 °C). Fakat hala ozon tabakasının altında yer aldıkları için Güneş’ten gelen zararlı ışınlara karşı koruma altındadırlar. Stratosferle mezosfer arasında, ozon tabakasının emiciliği sayesinde hava 4°C’ye kadar yükselir - ve sonra aniden - 90 °C’ye kadar düşer. 
Burası aynı zamanda meteoridlerin yanarak meteorlara/kayan yıldızlara dönüştüğü yerdir.
Astreoid: Güneşin etrafında dönen karbon veya metal kökenli gök cisimleri
Meteorid: Atmosfere henüz girmemiş, görece daha küçük gök cisimleri
Meteor/yıldız kayması: Meteoridlerin yandıktan sonraki ismi
Meteorit/göktaşı: Yeryüzüne düşen parçacıkların ismi
*
Ancak devam etmeden önce belirtmek de kesinlikle fayda var: Hissettiğimiz sıcaklıklar moleküler aktiviteye dayanır. Yeryüzünde moleküllerin birbirine çarpmadan hareket etmesi ne kadar imkansızsa, deniz seviyesinden yükseldikçe birbirleriyle “rastlaşmaları” da bir o kadar imkansızlaşır. Yani hava, bizim dünya üzerinde algıladığımız haliyle “sıcak” olmaz -Uzay araçlarımız için ne mutlu bir haber! Fakat ısılyuvar/termosfere gelindiğinde bu yalnız moleküllerin sıcaklığı 1500 °C’ye kadar yükselir.
Bu yüzden dikkatli olmak gerek: Atmosfere dik ve hızlı giren bir uzay aracı bu sıcak moleküllerle aniden çarpışırsa bir meteor gibi yanabilir. (Columbus uzay mekiği faciası, 2003)
Atmosferin uzay araçları için yarattığı avantaj ve dezavantajlar nelerdir?
Yanmaya da sebebiyet verebilen atmosferdeki moleküllerin yarattığı sürtünme ve dolayısıyla yavaşlatma etkisi olmadan yerçekimi, saatte yaklaşık 30000 km hızla dünyaya dönmekte olan bir uzay aracının çok daha hızlanmasına sebep olur; ya da bunu önlemek için çok fazla yakıt harcanmasına. Üstelik fazla yavaşlayan bir uzay mekiği, atmosfere giriş yapmak yerine suya fırlatılmış bir taş gibi sekip uzaya geri dönebilir. Bugün astronotlar, atmosferin üst katmanlarını fren olarak kullanıp, paraşüt yardımıyla alçalmaya devam ediyorlar.
Karman çizgisi nedir?
Uzayın hayali başlangıç çizgisidir! Ne önemi var? Diyelim ki uzaya bir uydu fırlatıyorsunuz, uydunuz 100 km sınırının altında, yabancı topraklar üzerinde, ordu müdahalesiyle karşı karşıya kalabilir mi? Evet. Henüz böyle bir problem yaşandı mı? Hayır; çünkü “Uzay” daha çok, havanın müdahalesinden çıkıp yörünge dinamiğiyle ilgilenmek zorunda olduğunuz bölgeler olarak tanımlanıyor.
Uzay istasyonları yörüngede kalmaya nasıl devam edebiliyor?
ISS 320-410 kilometre arası yüksekliklerde; Sputnik 1 ise 550 km üzerinde yer alırken bir zamanlar aya insan göndermek için kullanılması da düşünülmüş Gemini 11 bu zamana kadar en yüksek yörünge rekorunu  1,374.1 km ile elinde tutuyor ve yerçekiminin %90′ı bu uzay araçlarını etkilemeye devam ediyor - Bu yüzden aslında astronotlar da dahil olmak üzere “serbest düşüş” içerisindeler. 
Yeryüzünde hava, herhangi bir düşüşü, maddenin kütlesine göre etkileyecekken uzayda hava olmadığı için yerçekimi bir “vakum” etkisi yaratıyor. Fakat aynı zamanda, uzay istasyonları dünyanın yörünge hızıyla eşit hızda hareket etmeye devam ediyorlar, bu yüzden aşağı düşmek yerine dünyayla beraber dönmeye devam edebiliyorlar. ISS 1.892.705 litrelik yakıt deposunda, karıştırılıp yakıt olarak kullanılmak üzere süper-soğuk sıvı oksijen ve sıvı hidrojen bulunduruyor (Yakıt ikmali yapılmaya da devam ediliyor) Peki bu yakıt biterse/ikmal edilemezse ne olur?
1974′de NASA, 1983′e kadar yörüngesinde kalmaya devam edeceğini düşündüğü ilk uzay istasyonu Skylab’i “kendi haline” bıraktı. Fakat kalkışta büyük sorunlar ve parça kaybı yaşayan Skylab, 1970′lerde yaşanan güneş ışınımı patlamasının da etkisiyle atmosfere yaklaşıp Dünya’ya büyük parçalar düşürmeye başladı ve bu yüzden 1979 yılında Hint okyanusuna düşürülmek zorunda kaldı. Hesaplamalara göre, ISS’in yakıtı olmadan atmosferden girip dünyaya ulaşması 7 yıl kadar sürecek (Her dönüşünde biraz daha alçalmaya devam ederek). Yani hey! Ya bu sürede bir yolunu bulurlar ya da bir okyanusun dibini boylatırlar! 
2 notes · View notes
kaptansaldivar · 4 years
Text
Hmm çok güzelmiş...
Bir tablo, bakmasını bilmeyen tüm insanlara aynı şeyi düşündürür: Evindeki mobilyalarla uyumlu olup olmayacağını.
Peki bakmayı bilen biri için nedir bu tablolar güzel renklerinden başka? Resmedildiği döneme dair neler anlatabilirler mesela? Resmedilenin veya resmedenin maddi durumunu söyleyebilir mi bize yüzyıllar sonra? İnançlarındaki değişimin; ülkelerindeki geçmiş karışıklıkların izlerini taşıyabilirler mi renkleriyle yalnızca? Döneminin ticaret hayatı hakkında bilgi verebilir mi bir resim? Fotoğrafların yakalayamadığı gerçekleri gösterebilir mi bir ressam?
Haberlerden bihaber gazeteler olduğu gibi, gerilmiş bir bez üstüne dökülmüş boyalardan ibaret tablolar da var. Fakat bunlar, iki cümleden fazlasını yazmaya değmeyecek konular. Bugünkü yazı, bundan sonra bir tabloya baktığınızda gördüklerinizden bir takım çıkarımlar yapabilmenizi sağlayacak detaylar hakkında olacak.
Kıyafetler, renkler, objeler ve hayvanlar…
Sıklıkla resmedilen bazı objeleri tanımamız kolaydır: Bir dirgenin (çatalı andıran tarım aracı) şeytana ait olduğunu veya zeytin dalının barışı temsil ettiğini biliriz. Tahmin yürüterek anlamını çıkaracaklarımız da vardır: Narın -çarşıdan aldım bir ta…- bereketi; köpeğin sadakati; tırtılın yeniden doğuşu; elmanın günahı temsil ettiğini. Bir de, o kaynak kültürün içerisinde yetişmediğimiz veya günümüzde pek kullanılmadığı için haberimizin olamadığı sembolik ögeler var ki bu simgeleri tanımadığımız için onları fark etmemiz de zorlaşır: Güzel bir çiçeğin tabloyu doldurmak için iliştirildiğini ya da koyunların resme köy havası vermesi için resmedildiğini düşünebiliriz. Fakat bir sineğin çürümeyi ve israfı temsil ettiğini öğrendikten sonra üzerinde sinek uçan soylu adam tablosu gördüğümüzde, o adamın yozlaşmışlığının anlatıldığını söyleyebilir hale geliriz. O zaman kısa bir listeyle, özellikle Rönesans döneminde adeta ortak bir dil haline gelmiş sembolleri sıralayalım: Balık (ichthys), İncil’deki hikayelerde sıklıkla yer alan ve birinci yüzyılda Romalılar tarafından zulmedilen Hristiyanlar tarafından, gizli buluşma yerlerini işaretlemek için kullanılan bir semboldü. Bu yüzden, sanat tarihi açısından “Antik Yunan ve Antik Roma’ya dönüş” dönemi olarak kabul edilen Rönesans’da balık, İsa’yı temsil etmek için kullanılır. Balığın, ekmeğin ve şarabın bir arada resmedilmesi “Son Yemek”e; bir balıkçı teknesi de İsa’nın krallığına gönderme yapar. Balıklardan başlamışken… Sardalyalar şükranı, yunuslar merhameti, köpekbalıkları da -eh bu kolay olacak: Ölümü, temsil ederler. Karaya çıkalım: Meşe ağacı gücü; ısırılmış şeftali, “onur”unu yitirmiş kadını; incir tutkuyu, yoldan çıkmışlığı ve doğurganlığı; kirazlar ve çilekler cenneti, devekuşu yumurtaları ve kadınların boynuna asılı çanlar bekareti; palmiye yaprakları Hristiyanlar için azizleri, Müslümanlar için ise barışı; Kurtlar, ki sıklıkla azizlerle beraber resmedilirler, şefkat ve anlayışı; kuzu sürüsü, -Ayasofya’nın da girişinde görülen kuzular gibi- İsa’nın havarilerini; akbabalar açgözlülüğü, kediler “cadıca” işleri, kakımlar (sansargillerden) aristokrasiyi ve saltanatı anlatırlar. Saltanat ve aristokrasi güç ve paradan ayrı düşünülemez tabii… Bunları da sembolize edecek, resmedilenin gücünü gösterecek ögeler gerek: Altın, kırmızı ve mavi renkler zenginlik demektir. Diğerlerinin aksine bunlar, yalnızca zenginliği simgelemek için kullanılan birer renk değil, üretilmesi de bir hayli pahalı renklerdir. 1600′lü yıllardan önce Avrupa kırmızı rengi Osmanlı’dan ithal ederdi. Aylarca süren bir süreç sonucu tezek, zeytinyağı ve “kökboyagiller” familyasından bir bitkiyle elde edilen bu Türk kırmızısı oldukça popülerdi. Daha sonra İspanya’nın koşnillerden (kabuklu bit) tüm evlerin duvarlarını boyamaya yetecek kadar çok kırmızı ürettiklerini keşfeden krallar 1500lü yılların ortalarında böcek ticaretini başlattılar (yılda 22 bin kilodan fazla). Benzer şekilde mavi rengini oluşturacak pigmentler de ancak Afrika’dan ithal edilebiliyordu: Bu da mavi kullanılan her tablo için yüksek paralar ödenmesi demekti.
Fakat zenginliği ve ihtişamı anlatmanın tek yolu renkler değildir. Takılar, ve hatta takılardan daha pahalıya mal olan kıyafetler de resimler için büyük önem taşır: Kişiyi olduğundan iki kat daha şişman gösteren kabarık omuzlar, yürürken sallandıkça koku yayması için baharatlı karışımlarda bekletilen kolyeler, bugün baktığımızda içimizden gülmek gelen fakat ait olduğu günde her işini at sırtında yapan; dans eden; maskülen ve soylu erkeğin bacaklarının ne kadar güzel olduğunu vurgulamak için giydirilen külotlu çoraplar, kıyafetlerinin modası geçer de tablosunu duvardan indirirler endişesiyle zırhları içinde poz veren genç prensler… Hepsi bize resmin tarihi, resmedilen kişi ve tüm o yukarıda sayılanlar hakkında sayfaları dolduracak kadar çok bilgi verirler. -Dahası başka ayrıntılarla beraber yazılmak üzere, bir başka güne…
6 notes · View notes
kaptansaldivar · 4 years
Text
Haftanın günleri ve ışık sapması
Dünya üzerinde yaşayan bizler, Güneş sistemimizde yer alan diğer gezegenler, yörüngelerindeki doğal uydular ve o yörüngelere insanlar tarafından yerleştirilen yapay uydular, keşif araçları ve diğer gökcisimleriyle beraber güneşimizin etrafında hayal dahi edemeyeceğimiz hızlarda sürekli olarak dönüyoruz. 
Ve kendi gezegenimiz dünya da dahil olmak üzere tüm bu gök cisimleri hakkında kitaplar dolusu bilgiye sahibiz. 
Bu bilgiler sayesinde bugün, telefonlarımızdaki haritalardan hangi aylarda hangi mevsimleri yaşayacağımıza ve dünyadan yola çıkan bir uzay aracının bir başka gezegene hangi yoldan gideceğine kadar pek çok şeyi hesaplayabiliyoruz. 
Fakat bundan birkaç bin yıl önce insanlar geceleri gökyüzüne baktıklarında gördükleri yıldızların cennetten sızan ışık huzmeleri olduklarına ve gezegenlerin de melekler tarafından oradan oraya sürüklenen tanrılar olduklarına inanıyorlardı. 
Peki tüm bu bilgileri ne zaman ve nasıl edindik?
Zaman ilerledikçe Babilliler, daha sonra Antik Romalılar ve Antik Yunanlılar gökyüzüne daha çok ilgi duymaya başladılar ve gerçek sebeplerini anlasınlar ya da anlamasınlar yüzyıllar boyunca insanlar bu gök cisimlerinin hareketlerini takip etmeye devam ettiler.
Yunanlılar, yıldızları iki gruba ayırmışlardı: Sabitler ve geziciler dedikleri gezegenler. Antik Yunanlı bir matematikçi ve astronom olan Cladius Prolemy de dünyamızın tüm bu olan bitenin tam merkezinde sabit durduğunu söylüyordu.
İnsanlar, gözlemleyebildikleri bu 5 gezegene inandıkları tanrıların isimlerini verdiler: Jüpiter, adını Roman tanrılarının kralı Jüpiter’den; 
Mars, adını Romalı savaş tanrısı Mars’tan aldı; 
Merkür’e çok hızlı hareket ettiği için Tanrıların ulağı olan Merkür’ün ismi verildi, 
Saturn’e tarım tanrısının adı, 
Venüs’e ise aşk ve güzellik tanrısının ismi verildi. 
Henüz Neptün’den bihaber olan o dönemin insanları, ayı diğer gezegenlerle bir sayıyorlardı ve dünyamıza açıkça en yakını o olduğu için haftanın ilk gününe onun ismini verdiler: Moon’s day: Monday: Pazartesi
Haftanın diğer günleri için de doğru sandıkları yakınlık sıralaması geleneğini takip ettiler. Böylece: 
Salı, adını Zeus’un oğlu savaş tanrısı Tiw’den: Tiw’s day: Tuesday (Mars)
Çarşamba adını Anglo Saxon bilgelik tanrısı Woden’dan: Woden’s day: Wednesday (Merkür),
Perşembe adını yıldırımların ve fırtınaların tanrısı Thor’dan: Thor’s day: Thursday (Jupiter)
Cuma ise adını Woden’ın eşi Frigg’den aldı: Frigg’s day: Friday (Venüs)
Cumartesi, Saturn’s day: Saturday ve Pazar da Güneşin günü yani, Sun’s day: Sunday oldu,
ve gökyüzüne işlenmiş gibi gözüken bu parlak cisimlerde ilahi bir şey olmadığına ikna olmak, dahası dünyanın sandığımız kadar özel olmadığını kabul etmek insanlar için hiç kolay olmadı. 
O dönemde yaşayan diğerlerinin aksine Sisamlı Aristarcus, dünyanın merkezde sabit durmadığını keşfetmiş olsa da, kimse onu ciddeye almamıştı ta ki 1543’te Nikolas Kopernik adında 70 yaşlarında bir gökbilimci kilise baskısından kaçınmak için 15 yıldır saklı tuttuğu teorisini yayımlamaya karar verene dek.
Kopernik, merkezde sabit olanın güneş olduğunu ve diğer her şeyin güneşin etrafında yuvarlak bir yörüngede döndüğünü söyledi. Fikri kusursuz değildi; çünkü güneş kendi sistemindeki cisimler için merkezde olmasına karşın sabit değildir ve cisimlerin yörüngeleri de yuvarlak değil elipstir.
Fakat Kopernik’in oluşturduğu model gerçeğe hiç olmadığı kadar yakındı ve kendisi de saygı duyulan ve krallık tarafından desteklenen bir bilim insanıydı. Fakat “Kopernik, dostum, sen bir harikasın” demek yerine kitaplarını yasakladılar ve güneş merkezli model var olan tüm bilimsel gerçeklere rağmen reddedildi. Ta ki bir yüzyıl daha sonra bir başka bilimadamı çıkıp tekrar “Dünya hareket ediyor!” diyene kadar… Öyle mi acaba?
Evet, milattan önce 200′lü yıllarda Aristicus’un ortaya attığı bu fikir her ne kadar mantıklı ve tutarlı gözükse de 2000 yıl sonra hala aynı sebeple reddedilmekteydi: BİZ ÖZELDİK. Nasıl olur da Güneş bizim değil, diğer tüm cisimlerle beraber biz onun etrafında dönerdik? Bu, kabul edilemezdi. Bu yüzden kilise yetkilileri Galilo’ya bu Kopernikçi yaklaşımı bir an önce reddetmesini salık verdiler. Galilo reddetti ve kalan ömrünü evinde geçirmeye mahkum edildi. Güneş merkezli model ise ancak bundan 50 yıl sonra James Bradley adındaki bir bilim insanı ışık sapması adını verdiğimiz bir olguyu kanıt olarak sununcaya dek kabul edilmedi.
Asla unutmayın: Bilim, insanları dinlemez. Peki, nedir bu ışık sapması?
Elektrik düğmesine bastığımızda, ışığın odayı bir anda doldurduğunu sanırız. 
Fakat aslında ışık, ampulden çıkıp odanın tüm köşelerine ulaşana kadar hızla seyahat eder ve bizim arabalarımızın ve uçaklarımızın aksine kütlesi olmadığı için akılalmaz hızlarda seyahat edebilir. 
Öyle ki, bir ticari uçağın Dünya etrafında bir tam tur atması 52 saat, sesten hızlı giden bir süper sonik jetin ise 33 saat sürer. Işık ise bu işi 1 saniyede tam 7.5 kez yapabilir ve hızını hiçbir şey etkilemez!
Işığa ait bu özelliği Galileo’dan 67 yıl sonra gökbilimci Ole Roemer keşfetmiştir ve bizim gezegenimiz de dahil olmak üzere kendi ışığını üretmeyen tüm gökcisimleri Güneş’ten gelen ışığını yansıtırlar. Fakat gökteki bu cisimler bize o kadar uzaktadırlar ki yansıttıkları ışığın bize ulaşması ışığın o muazzam hızına rağmen bir hayli vakit alır.
Örneğin bize en yakın gök cismi olan Ay’dan yansıyan ışığın bize ulaşması 1 saniye, Venüs’ünki 2 dakika, Mars’ınki 3 dakika, Merkür’ün 4 dakika ve Güneşimizinki ise tam 8 dakika 20 saniye sürer! 
Güneş’ten sonra bize en yakın olan yıldızın adı Proxima Centauri’dir ve ışığının bize ulaşması tam 4 yıl sürer!
Yani, aslına bakarsanız, geceleri gökyüzüne baktığımızda, geçmişi görürüz. 
İşte Ole Roemer’dan 50 yıl sonra James Bradley ışığın bu özelliklerini düşünürken kendisine, yüzyılların kavgasını bitirecek olan şu muhteşem soruyu sormuştur:
“Hey, biz sabitsek ve o yıldız da şu yönde, bu hızla hareket ediyorsa, -çünkü... Hatırladınız mı? İnsanlar o veya bu sebeplerden gökcisimlerinin hareketlerini tarih boyunca hep takip etmişler ve kayıt altında tutmuşlardır- o yıldızın ışığını neden her zaman olması gerektiği yerde görmüyoruz?”
Cevap oldukça basitti:
O ışık bize gelene kadar biz çoktaan yer değiştirmiş oluyorduk!
Fakat bu, ışık hakkında bildiklerimiz sayesinde keşfettiğimiz ne ilk ne de son şey olacaktı. Dırırıım.
—— son ——
1 note · View note