Tumgik
#titriyor işte ne yapalım
otuzsekizinciparalel · 2 months
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
13 notes · View notes
Text
Tumblr media
Taş
Güçlü ve sorumluluk sahibi bir adama nasıl söylenirse o da öyle söyledi bunu bana; kendisine teşekkür ettim. Ne bir endişe ne de üzüntü belirtisi göstermişti, ben de belli etmemeye çalıştım. Bu kadar basitti!
Ayrıca resmen üzülmek için haberin teyit edilmesini beklemem gerekiyordu henüz. Acaba bu durumda birazcık ağlanabilir mi diye düşündüm. Yok, ağlanmazdı herhalde; zira bir önder, kişisel davranışlar sergilemezdi. Bir şeyler hissetme hakkından mahrum bırakıldığından değil, kendisiyle ya da belki emrindeki askerlerle ilgili neler hissettiğini göstermemesi lazımdı.
- Aile dostlarımızdan biriymiş, durumunun ciddi olduğunu haber vermek için aramışlar, ama ben o gün çıkmıştım.
- Ciddi derken, ölecek miymiş?
- Evet.
- Bir şey olursa bana kesin haber ver.
- Öğrenir öğrenmez söylerim ama pek umut yokmuş. Yani sanırım.
Haberi getiren ulak çoktan geri gitmişti, hâlâ kesin bir bilgi yoktu. Beklemekten başka bir yol kalmıyordu. Üzüntümü gösterip göstermemem gerektiğine resmi haberin gelmesiyle karar verecektim. Göstermemem gerektiği fikri daha yakın geliyordu.
Yağmurdan sonra sabah güneşi fena vuruyordu. Bunda garip bir şey yoktu; her gün yağmur yağıyor, sonra güneş çıkıyor ve bütün nemi sıkıştırıp dışarı atıyordu. Akşam üstü dere yine berraklaşacaktı, gerçi bu sefer dağlara pek yağmur düşmemişti. Her şey neredeyse normaldi.
- 20 Mayıs’ta yağmur durur, ekime kadar bir damla düşmez diyorlardı.
- Diyorlardı… Ama doğru olmayan o kadar çok şey de diyorlar ki. Doğa takvime uyarak mı ilerleyecekti?
Doğanın takvime uyup uymaması umurumda değildi. Genel anlamda hiçbir şey umurumda değildi denebilirdi. Ne bu mecburi hareketsizlik hali, ne de bu amaçsız aptal savaş. Tamam, amaçsız değildi. Ama o kadar durağan, o kadar belirsizdi ki imkânsız gözüküyordu. Sanki sürrealist bir cehenneme düşmüştük de bize düşen ebedi ceza, sıkılmaktı. Üstelik umurumdaydı da. Tabii ki umurumdaydı.
Bunu bir şekilde kırmanın yolunu bulmak gerek diye düşündüm. Düşünmesi kolaydı nasılsa; bin tane plan yapılabilirdi, hangisi daha cazip geliyorsa içlerinden en iyileri seçilir, iki üç tanesi bir taneye indirilir, basitleştirilir, sonra kâğıda dökülür ve sunulur. O noktada da her şey sona erdiği için baştan başlamak gerekirdi. Normalden daha zeki bir bürokrasiydi bu; kâğıtları arşivlemek yerine kaybediyorlardı çünkü. Benim adamlarım bunları sigara gibi tüttürdüklerini söylüyorlardı; içinde bir şey olduğu sürece her kâğıt parçası içilir çünkü. Bu bir avantaj sayılırdı aslında; hoşuma gitmeyen bir şey varsa bir sonraki planda değiştirebilirdim. Kimse farkına varmazdı. Bunu sonsuza kadar sürdürebilirmişim gibi geliyordu.
Bir şeyler tüttüresim gelmişti, pipomu çıkardım. Her zamanki gibi cebimdeydi. Ben pipomu kaybetmezdim askerler gibi. Pipomun yanımda olması benim için çok önemliydi. Yollar dumanlı olunca her türlü uzaklık aşılabilir; hatta diyebilirim ki insan kendi planlarına inanabilir, zaferi sanki düş değilmişçesine düşleyebilir. Sadece uzakta duran, buharlı ve sisli bir gerçekliktir artık ki dumanlı yollarda sis her zaman olur. Pipodan çok iyi yol arkadaşı oluyor. Nasıl kaybediyorlar, anlamıyorum. Ne ahmaklar.
O kadar da ahmak değillerdi aslında; sadece hareket ediyor ve hareket etmekten yorgun düşüyorlardı. O zaman düşünmeye gerek kalmıyor, ama düşünmeyeceksek pipoyu ne yapalım? Fakat düşünmesek de düşleyebiliriz. Evet, düş kurulabilir ama düş uzaklarda kurulacaksa, gidilecek tek yolun dumanlı olduğu bir geleceğe ya da dönerken aynı patikayı kullanmayı şart kılacak kadar uzak bir geçmişe yönelikse bu düş, o zaman piponun önemi büyüktür. Ama yakınlardaki özlemler bedenin başka yerlerinde duyulur; ayakları güçlü, görüntüleri gençtir; onların dumana ihtiyacı yoktur. Askerler pipoları kaybediyordu, çünkü kendileri için vazgeçilmez değildi, oysa vazgeçilmez şeyler kaybedilmez.
Başka vazgeçilmezlerim de var mıydı? Şifon eşarbım. Eşarp başkaydı; o vermişti bana kolumdan yaralanırsam diye. Ne sevgi dolu bir kol askısı olurdu. Kafatasımı parçalayacak olsalar eşarbı kullanmak biraz zor olurdu tabii. Aslında onun çözümü de basitti; çenemi tutabilmek için kafama sarar, mezara da onunla girerdim sonra. Ölüme kadar sadık kalırdım. Beni bir tepenin üstünde assalar ya da kaçırsalar şifon eşarbım falan olmaz tabii. Ya otların arasında çürürüm ya da beni teşhir ederler; hatta belki o büyük korku anında yüzümde acı dolu, ümitsiz ve donuk bir bakışla Life dergisine bile çıkarım. Eh, insan korkuyor, inkâr edecek değilim.
Dumanla birlikte kendi eski yollarımdan geçtim ve korkularımın en mahrem köşelerine vardım. Biz Marksist-Leninistler her ne kadar ölümden alelade bir şey gibi bahsetsek de, hiç ürkütücü veya esrarengiz bir şey değilmiş, hatta bir hiçmiş gibi görsek de bu korkular hep ölümle bağlantılıdır. Nedir bu hiç peki? Hiç. Bundan daha basit ve inandırıcı bir açıklama mümkün değil. Hiçbir şey hiçbir şeydir; zihnini kapat, ört üstünü kara bir pelerinle; istersen uzak yıldızlarla dolu bir gökyüzü olsun; yine de bu hiçbir şey hiç olarak kalır, anlamı ufuktaki boşluktur.
İnsan kendi türü içinde, tarih içinde hayatta kalır; tarih ki tür içinde, o eylemlerde ve o hatıralarda yer alan esrarengiz bir yaşam şeklidir. Maceo’nun pala hikâyelerini okurken hiç mi sırtından soğuk terler boşanmadı? Hiçten sonraki yaşam budur işte. Çocuklar da öyle. Çocuklarımdan sonra ölmek istemezdim. Beni tanımıyorlar bile. Ben onlar için arada bir huzurlarını bozan, anneleriyle aralarına giren tuhaf bir bedenden ibaretim.
Oğlumu büyümüş, karımı ise saçlarına ak düşmüş halde ona çıkışırken hayal ettim: Baban böyle yapmazdı, şöyle etmezdi. Ben de kendi babamın oğlu olduğum için o anda içimde kocaman bir isyan duygusu hissettim. Ben bir baba olarak böyle yapar mıydım, öyle eder miydim, bunu oğul halimle bilemem; ama bu babalığımı her dakika yüzlerine vurdukları için rahatsız olurdum. Benim oğlum bir adam olmalıydı, başka bir şey değil; daha iyiymiş daha kötüymüş önemli değil, yeter ki adam olsundu. Babama tatlı sevgisi ve eşi görülmemiş tez canlılığı için teşekkür ediyordum. Ya anneme? Zavallı ihtiyar. Resmi iznim yoktu henüz; teyit edilmesini beklemem gerekiyordu. Duman yolculuğum böylece devam etti ta ki bir işe yaramamaktan zevk alan bir asker araya girene kadar.
- Bir şey kaybetmediniz mi?
- Hiçbir şey, dedim bunu da yine düşümle ilişkilendirerek.
- İyi düşünün.
Ceplerimi yokladım. Her şey yerindeydi.
- Hiçbir şey.
- Peki ya bu küçük taş? Anahtarlıkta görmüştüm.
- Ha siktir.
Bir anda o sert azarı ben yemiş oldum. Gerekli olan, hayati önem taşıyan hiçbir şey kaybedilmez. E peki insan kendisi gerekli değilse yaşamış sayılır mı? Bitkisel bir hayat yaşanır elbet, ahlaki bir varlık olarak yaşanmaz. Ben öyle düşünüyorum en azından.
Hatta sonra neler yaptığımı düşünüverdim hızlıca. Ben ceplerimi büyük bir dikkatle yoklarken dağ toprağından kahverengi olmuş dere, sırrını benden gizliyordu. Pipo, önce pipoya baktım; oradaydı. Kâğıtlar ya da eşarp olsa yüzer giderdi zaten. Astım spreyi tamam. Dolmakalemler de burada. Naylon kılıfları içindeki defterler de tamam. Kibrit kutusu, her şey yerli yerindeydi. Daldığım düşten çıktım.
Mücadeleye iki küçük hatıra götürmüştüm; biri karımın şifon eşarbı, diğeri annemin taşlı anahtarlığıydı. Çok ucuz bir şeydi anahtarlık. Taşı düşmüştü, cebime koydum.
Bu dere şimdi merhametli miydi, kinci mi? Yoksa yalnızca bir önder gibi mesafeli miydi? Ağlanmamasının sebebi ağlanmaması gerektiğinden mi yoksa ağlanamamasından mıdır? Savaşta bile unutma hakkı yok mudur insanın? İlla sert maço kılıklarına girmek şart mıdır?
Ne bileyim ben. Gerçekten bilmiyorum. Sadece annemin birden ortaya çıkmasına, başımı kucağına yaslamaya fiziksel bir ihtiyaç duyuyorum; öyle duru ve açık bir şefkatle “Yavrum benim,” desin. Yavaşça gezinen ellerini saçlarımda hissedeyim. Gözlerinden ve sesinden şefkat aksın, kurmalı bir oyuncak gibi kesik kesik okşasın beni; çünkü katı yürekli idareciler daha ileri gitmesine izin vermiyor olsun. Elleri titriyor, okşamaktan çok, yokluyor gibi elleri. Ama şefkati o ellerin dışına sızıyor, sarıyor etrafını. İnsan o anda öyle iyi hissediyor, öyle küçük ve öyle güçlü duyuyor ki kendisini. Ondan özür dilemenin gereği yoktur; o her şeyi anlar; “yavrum” deyişi duyulunca bunu anlarsınız zaten.
- Çok mu sert? Benim de kafamı epey iyi yapıyor; dün ayağa kalkacakken neredeyse düşüyordum. İyi kurutmuyorlar bence.
- Bok gibi. İnsan gibi kıyılmış bir şey getirsinler diye bekliyorum. Pipo da olsa, şöyle sakin sakin, lezzetli bir şey içme hakkı vardır insanın, değil mi ya?
Ernesto Che Guevara (Kongo görevindeyken, annesinin ölmek üzere olduğunu haber alması üzerine yazdığı öykü)
Kaynak: soL
15 notes · View notes
belkidebirharfimben · 5 years
Text
Kur’an Netflix’ten de bahsediyor
Hiç maraton izlediniz mi bilmem. İzlediyseniz muhakkak dikkatinizi çekmiştir. 'Tavşan atlet' denilen bir uygulama vardır. Yarışta, temponun düştüğü yerlerde, yarışçılar arasında yeralmayan, ama hazırlıkları itibariyle sanki onlardanmış gibi görünen birisi koşuya dahil olur. Bir süre diğer atletlerle birlikte koşar. Sonra uygun bir yerde terkeder. Zaten yarış üzerine bir iddiası da yoktur. Niye yapar bunu peki? el-Cevap: Çünkü yarışçıların tempolarını yüksek tutabilmek için bir motivasyona ihtiyaçları vardır. Eğer salt birbirlerine bakarlarsa beraberce yavaşlarlar.
Manipüle edilebilir bir yanımız var. Kabul etmemiz lazım. Tavşan atlet nasıl koşucuların tempolarını yükseltmelerine neden oluyorsa, başka 'nümune-i imtisaller' de, farklı alanlarda düşen tempoların yükseltilmesine sebep oluyorlar. Hatta nübüvvetin insanlık için bir ihtiyaç/gerek oluşu şu hikmete de bakıyor. Yani, ne zaman ki kullukta insanlığın temposu düşüyor, Cenab-ı Hak 'temposu yüksek bir güzeli' parkura sokuyor. Onun parkura girişiyle damarlara kan yürüyor. Evet. Yine, Aleyhissalatuvesselamın bir hadis-i şerifinde buyurduğu gibi, 'peygamberlerin varisleri' sayılan hakikatli âlimler/mürşidler de aynı fonksiyonu kendi zamanlarında icra ediyorlar. Cenab-ı Hak eksikliklerini göstermesin. Âmin.
Fakat meselenin iyiye bakan yönleri olduğu gibi kötüye bakan yanları da var. Kerametler varolduğu gibi istidraçlar da var. Melekler semaya yükseldikleri gibi şeytanlar da uçmaya çalışıyorlar. Hatta belki şöyle söylemeli: Her yol 'fenomeni'yle kararsızları balına/bataklığına çekmeye gayret ediyor. Hidayetin fenomenleriyle dolduramadığı yerleri dalalet fenomenleriyle işgal ediyor. Yani kainat/insan boşluk kabul etmiyor. Kimisi zikirde titriyor kimisi break dans yaparken.
‘Fenomen’ demekle mevzuu küçüksediğimi sanmayın muhterem kârilerim. Aksine önemsiyorum. Hatta Fussilet sûresinin 26. ayetinde buyrulan hakikatin bununla bir ilgisi olduğunu düşünüyorum. Hani kısa bir mealiyle buyruluyor: "Kâfirler: Bu Kur'an'ı dinlemeyin. Onun ikazlarını tesirsiz bırakmak için manasız şeylerle dikkatlerini dağıtın. Belki böylece üstün gelirsiniz, derler." Bazı mealler 'manasız şeyler'i 'gürültü yapın' veya 'yaygara koparın' şeklinde de veriyorlar. Her şekilde zikrettiğimiz hakikate işaret eden bir yanı var: Ehl-i küfrün değişmeyen bir yöntemi mü'min zihinleri kendi fenomenleri/meseleleri ile meşgul etmektir. Yani, evet, Kur'an'da Netflix'ten de bahsedilmektedir.
Bunu böyle yazdığım zaman bazıları tepki gösterdi. Fakat ben mevzuun tam da mürşidimin dediği gibi olduğunu düşünüyorum: "Bir kavle göre, Kitâb-ı Mübîn, Kur'ân'dan ibarettir. Yaş ve kuru herşey içinde bulunduğunu, şu âyet-i kerime beyan ediyor. Öyle mi? Evet, herşey içinde bulunur. Fakat herkes herşeyi içinde göremez. Zira muhtelif derecelerde bulunur. Bazan çekirdekleri, bazan nüveleri, bazan icmalleri, bazan düsturları, bazan alâmetleri, ya sarahaten, ya işareten, ya remzen, ya ibhâmen, ya ihtar tarzında bulunurlar."
Bence bu bulunma türlerinden birisi de 'kanunen'dir. ‘Çekirdek’ten kastedilen de budur. Yani: Kur'an-ı Hakîm, geçmişten geleceğe öyle olagelecek şeylerin bütün fertlerine, yalnız bir ferdine işaret etmekle işaret eder. Kanaatimce bu ayet-i kerimenin de bize söylediği kanun: Kâfirlerin mü'minleri veya mü'min adaylarını hakikatten alıkoymak için onları boş şeylerle meşgul edeceğidir. Böylesi her ne varsa kanunun kapsamına dahildir. Ayet-i celilede ona da bir işaret vardır.
Bir genç hayal edelim ki: Netflix'ten en az üç tane diziyi düzenli takip ediyor olsun. Haftasının ne kadarı dizilere ayrılıyor demektir? Eksik hesap yapmayalım. İş bu dizileri takip etmekle bitmiyor ki karilerim. Arkadaş sohbetleri var. Bir sonraki bölüm merakları var. İnternette diziyi takip eden fenomen grupları var. Bunların takipleri var. Komplo teorilerinin tartışıldığı videolar var. Önce olanları didik didik irdeleyen youtuberlar var. O dizinin oyuncularının sosyalmedya hesapları var. Orada paylaşılanlar var. Var, var, varoğlu var ve en nihayet kafasının büyük bir bölümü ister-istemez Netflix'in mülkiyetine geçmiş bir gençlik var. Ha, bunun suçlusu gençler mi sadece, değil. Bizim bıraktığımız boşluğun mağduru onlar.
Çocuk/genç olmanın getirisi fenomen arayışına düşmek. İlla bulunacak bir yerden bir fenomen. İlla karakterimizi bir parça da o biçimlendirecek. Bir parça da ‘o olma’ derdine düşülecek. Eh, hidayetin fenomenleri pek de nefislere tatlı gelmiyor artık, onlarla bunlara galip gelinemiyor. Ya ne olacak? Gençler teslim mi edilecek? Bence etmemenin bir yolu var. Bediüzzaman'ın Mesnevî-i Nuriye'de zikrettiği bir formülle bunu başarmak mümkün. Nedir o yol peki? Gençleri ‘ikincil niyetler’ sahibi yapmak. Ama önce mezkûr bahisten alıntı yapalım:
"Fıtrî olarak vicdanda şuur ile bizzat hissedilen vicdaniyatın esası, ikinci bir şuur ve niyet ile inkıtâ bulur. Nasıl ki amellerin hayatı niyet iledir. Onun gibi, niyet bir cihetle fıtrî ahvalin ölümüdür. Meselâ, tevâzua niyet onu ifsad eder; tekebbüre niyet onu izâle eder; feraha niyet onu uçurur; gam ve kedere niyet onu tahfif eder. Ve hâkezâ, kıyas et."
İşte, bence, çocuklara/gençlere "Bunları izlemeyin!" demekte bir fayda yok. Çünkü karşısına üretip koyabildiğimiz bir alternatif de yok. Yani ben izliyorsam, ki izliyorum, onlar da izliyorlar. Üstelik ben bu yaşımda izliyorsam onların izlemesi daha anlaşılır bir durum oluyor. O zaman ne yapmamız gerekir? Ben bunun o yapımları/fenomenleri yok saymak yerine irdelemekle mümkün olacağını düşünüyorum. Yani onları, her ne anlatıyor olurlarsa olsunlar, hakikatin malzemesine dönüştürebilmeliyiz. Gerekiyorsa da usûlünce alay edebilmeliyiz. Eğer beyne operasyon çektikleri kısımları farketmişsek şüphelendirmeliyiz. Ne kadar başarılı olduğumu bilemem ama bunu yapmaya çalıştığım birçok yazım oldu. Okur tepkileri bana bir parça doğru yolda olduğumu düşündürdü.
Bugün rapçileri tartışıyoruz mesela. Bugünün tavşan atletleri de onlar. Ama nasıl tartışıyoruz? Bence etkileri itibariyle bir parça ciddiye alınmayı hakediyorlar. Ancak bu kadar. Bundan ilerisinde onların aslında ne kadar ‘kof’ olduklarını ortaya koyabilmeliyiz. Bunu yaparken hakverilecek parçasına da hakvermeliyiz. Böyle bir kapı var. Fakat görmezden gelmeyi tercih ediyoruz. Görmezden gelmekse yarayı iyileştirmiyor. Büyütüyor. Gençlerle dünyalarımız arasındaki mesafe açılıyor.
Yazı çok uzadı. Bu yazılık toparlayayım. Özetle demek istediğimse şuydu: Günümüz gencine "Aleyna Tilki'yi dinleme, Reynmen'i görme, Norm Ender'i sallama!" falan demekle sonuç alınamıyor. Öyle birşey yapabilmeliyiz ki, bunları gördüğünde 'ikincil niyet' farkındalığı onları körükörüne bağlanmaktan, kapılmaktan, sağılmaktan korusun. Tevfik ise Allah'tandır. Yardımı her zaman Ondan dilemeliyiz. Hidayetini dileyene yollarını gösteren Odur.
5 notes · View notes
kisingunesi · 5 years
Text
Cumartesi günü.
sesini duyuyorum önce, iki üç dakika sonrasında yüzünü görecek olmanın heyecanı hala içimde. inanır mısın ayaklarım titriyor, uzun zaman sonra yaşıyorum bunları, insan garipsiyor. karşıdan geliyorsun. ellerimi nereye saklasam da titriyor oluşları görünmese diyorum. belli etmemek için mimiklerimi bile kullanmıyorum. nasıl oluyor, ben sana sarılmak istiyorum. o an, seni ilk gördüğüm anın on saniye sonrası ben sana deli gibi sarılmak istiyorum. biliyorsun dimi, bekliyordum. seni bekliyordum sanki ben orada yıllardır.tarif edemiyorum. tanımlayamıyorum, unutmuşum. yürüyorsun, yanımdasın. elini tutmak istiyorum. arada ellerine bakıyorum, şimdi tutsam ne olur diyorum.Ellerim buluşuyor ellerinle.benimle yürümek sana iyi geldi mi bilmiyorum. oturuyoruz işte her neyse. göğsün boş kalıyor, kafamı yasladım yaslayacağım. kendimi bu fikirden caydırmak için konuya konu açtırıyorum. içimde ki deli gibi cebelleşiyorum. gülüyorsun,sonra kafamı yasliyorum.Dolmuşu bekliyoruz öylece.Sonra aynı eve gireceğimiz zamanın heyecanı da var kendimde bir şeyleri tanıyamıyorum bak, bana ne yapıyorsun. saatler geçiyor. uykum geliyor, anlıyorsun. dudağından çıkan, omuzumda uyu cümlesi beni alıp nereye götürüyor bilmiyorum. omzunda başka bir alem var biliyorum. bir şeyler oluyor kızdırıyorsun beni, kendini affettirmek için uğraşıyor en sonunda beni öpüyorsun. heyecanımı nereye saklayacağımı bilmeden ben de seni öpüyorum. sonra yine yine ve yine öpüyorum. akşamın o karanlığında ben seni durmadan durmaksızın yorulmadan kimseye aldırmadan öpüyorum. sakallarını öpüyorum, çeneni öpüyorum. kendime inanamıyor, sana tutuluyorum.üşüyorum, daha sıkı tutuyorsun elimi iyice sarılıyorum sana. biraz gidiyor, sonrasında seni durdurup öpüyorum ellerinden bu bana iyi geliyor. seni akşamın o karanlığında ellerinden öpmek bana çok iyi geliyor. tekrar yapalım mı çocuk, ben seni tekrar akşamın o karanlığında öpeyim mi,ama sen hep böyle yanımda kal seni seveyim,beni sev öp özle kokla.Mahir için bizim için...
1 note · View note
unknownpoetz · 5 years
Text
4 yıl**
19 Aralık 2014. Lise son sınıfın ilk çeyreğinde bir cuma günü. Saatler 12.00′ı biraz geçmiş. Yani öğlen yemeği vakitleri. İki genç bir koridorun en sonundaki sınıfta. Yalnızlar. Erkek olanının üzerinde kırmızı siyah-kareli uzunca bir gömlek, siyah bir pantolon. Kızın üzerinde ise omuzlarından açıklıkları olan kırmızı bir kazak, siyah bir pantolon. Havanın bunca soğukluğuna rağmen sınıf alev almak üzere. Birazdan o sınıf bir aşkın başlangıcına şahitlik edecek. Öyle basit bir lise aşkına değil, o iki gencin hayatını değiştirecek kadar kuvvetli adımlar atan bir aşka. Erkek kendi sırasında oturuyor, kız da bir öndeki sıranın masasında. Birbirlerine bakıyorlar. Kız erkekten lafa girmesini bekliyor, erkek de bir türlü konuya gelemiyor. Aralarındaki elektrik, heyecan gözle görülür bir şekilde akıyor. Derken erkek ayağa kalkıyor. Kırmızı gömleğini pantolonunun içine sokuyor, kızın elini tutuyor. ‘’Eveet, şu konuşmayı yapalım artık’’ diyor. Kız nerdeyse bayılacak ama bu anı asla kaçıramaz! Erkek devam ediyor, ‘’Z. Seni seviyorum, seni uzun bir süre sevmek istiyorum. Zaten aramızdakiler artık çok bariz. Elimi tut. Bana evet de. Kışıma yorgan ol, çölüme yağmur ol, sevgilim ol...’’ İşte o saniye sarılıyor kalpleri birbirlerine, sınıfın duvarları heyecandan titriyor. Hayat dursa sesleri çıkmayacak çünkü geçirdikleri önceki 4 sene ilk defa böyle anlamlı bir hal alıyor. Tüm soru işaretleri siliniyor, eksik olan o parçalarını tamamlıyorlar, yan yana ama boşa geçmiş olan o zamanı telafi ediyorlar. Dört kocaman sene. O gün doğan çocuklar kreşe başladı. O gün yağıp ağaçları besleyen kar 4 kere bahar oldu geldi Ankara’ya. O günkü lise 1′ler mezuniyet kıyafeti bakmaya başladılar kendilerine... Bütün bu süre içinde bizim oğlan ve bizim kız mı ne yaptı? Ne yapmadılar ki?! Ne çok kahkaha, ne çok gözyaşı, ne çok aşk sarhoşluğu, ne çok saman alevi öfkeler... 
Bundan 4 koca sene önce birine kalbimi açtım. Birine ‘’evet’’ dedim. O an hayatımın değişmek üzere olduğunun farkındaydım. Çok heyecanlı, biraz korkmuş, azıcık da meraklıydım. Nasıl bir şey olacaktı acaba ‘’o’’nu kimseden gizlenmeden sevmek? Açık açık, elini tutarak yürümek yollarda? Acaba nasıl bir yolculuk olacaktı bizimkisi?... Bugün 4 koca sene sonra kafamı çevirip de o günkü biz’e, ben’e, bendeki düşüncelere bakıyor olmak.. Emek emek işlediğim aşkımın ne yollardan geçip yine de sapasağlam olduğunu görmek... Yolculuğumu ve yol arkadaşımı hala ilk günkü gibi seviyor olmak... Şükretsem az geliyor, ağlasam sonu gelmiyor, gülsem içim rahatlamıyor. Yolculuğumuzda dördüncü senemizi bitirdik. Ne dört seneydi ama! Dilimde bir bu kadar daha, en az bunun beş katı daha yolculuğumuz devam etsin diye ettiğim dualarım var. Bundan dört sene önce söylediğim o ‘’evet’’ kelimesi hayatımı pembeye boyadı benim. Baharı getirdi bıraktı kalbime. Mevsim bu ya, bazen yağmur yağdı, bazen fırtınalar esti, bazen kurudu ağaçlarım-yaprak döktü ama yine hepsinden sonra geldi baharım. Çok uzun bir süredir de, çok şükür ki kalbimin tek mevsimi bahar. 
Söylemesi ne acı ki, bu dört koca sene içinde belki de ancak bir buçuk sene kadar yan yana olabilmişizdir. Bizimki dört senedir devam eden ve Allahımızın da izniyle hakkımızla üstesinden gelebildiğimiz, en azından çabaladığımız bir sınav. Dualarıma olan güvenim dolayısıyla biliyorum ki, böyle günleri uzaktan değil de yan yana kutlayabileceğimiz zamanlar da sırada bizi bekliyorlar. Biliyorum ki yan yana olabileceğimiz zamanlar katlanarak artacak, biliyorum ki kavuşmalar, bir daha hiç ayrılmamalar yakındır. 
Tam dört senedir birinin kalbine ben ‘’evim’’ diyorum. Tam dört senedir öyle birinin kolları arasında olmayı istiyorum ki, kendi yatağım bile neşe vermiyor. Tam dört senedir kocaman seviyor ve seviliyorum. Allahım ağzımızın tadını kaçırmasın. Allahım bize bugünümüzü aratmasın. Allahım bize nice 4′ler nasip etsin. Kutlu olsun canım 19 Aralık! <3
2 notes · View notes
adulthikayeler · 6 years
Text
Bekaretimi İlk Sevgilime Verdim
Selam arkadaşlar. Ben Sena, 1.70 boyunda, dolgun ve çıkık kalçalı, yuvarlak göğüsleri olan, erkekleri kolayca etkileyebilen bir bayanım. Anlatacağım olay 16 yaşımda, Lisede okurken gerçekleşti. Okulumuzda oldukça yakışıklı erkekler vardı. Ama benim en çok ilgilendiğim, benlede en çok ilgilenen ve sonralarda bana ilgisini açıkca söyleyen Murat bir başkaydı. Murat 1.92 boyunda, omuzları geniş, spor yaptığı için kaslı bir vücudu olan, dudak ısırtacak derecede yakışıklı bir erkekti. Onunla tanışalı 2 ay olmuştu ve bizim aramızda hoş bir muhabbet oluşmuştu. Beni sınıftan alır, birlikte bahçeye çıkardık. Birlikte sigara içerdik.
Bir haftasonu arkadaşlarla buluşacaktık ve Muratta gelecekti. Birlikte bir kafeye gittik sohbet muhabbet derken yanıma sokuldu ve elini omzuma attı. Bende hafifçe kendimi ona doğru bastırdım. Bir süre öyle oturduk. Sonra yavaşça elimi tuttu ve kulağıma “Sevgilim olur musun prenses?” diye fısıldadı. O anda dünyalar benim olmuştu. Ben de onun kulağına uzandım ve sessizce, “Evet!” dedim. Artık bahçede, koridorda, kantinde hep el eleydik. İlişkimizin 8. ayında ilk defa öpüşmüştük. Ama ne öpüşme!
Yine parkın tenha olduğu bir saatte yan yana oturuyor, birbirimiz öpüyor, okşuyor, bir yandanda sohbet ediyorduk. Sonra Murat beni nazikçe belimden tutarak kucağına oturttu. Siki tam olarak amımın altındaydı ve taş gibiydi. Hissedebiliyordum. Sonra yavaşça işaret parmağıyla çenemi yukarı ittirip yüzümü yüzünün hizasına getirdi. Kulak mememi öptü ve “Seni istiyorum prenses!” diye fısıldadı. Sonra yavaşça dudaklarını dudaklarıma değdirdi. Benim karşılık verdiğimi gönce nazikçe dudaklarımı öpmeye başladı. Ben de onu öpüyordum. Bir eli belimde, bir eli ise kalçamdaydı. Nazikçe okşuyordu. Benimse bir elim göğsünde, diğer elimse saçlarındaydı. Dudaklarımı emiyor, dilini atğzıma sokuyor, beni delirtiyordu. Dillerimiz resmen birbirini sömürüyordu. Nefes nefese kalmıştık. Başımı omzuna yaslamış nefesimin düzene girmesini bekliyordum. Murat ise bana iltifatlar ediyor, saçlarımı okşuyordu.
Aradan bir hafta geçmişti Murat beni evlerine çağırdı. Aileme, bir kız arkadaşımda kalacağımı söyleyerek, adeta uçarak Murat’ın evine gittim. Yaz mevsiminde olduğumuz için altıma mini şort, üstüme askılı üzerime 1 beden büyük gelen bir tişört giymiştim. İçime kırmızı bir tanga giymiştim, sütyen takmamıştım. Hafif makyaj yapmış, kırmızı bi ruj sürmüştüm. Saçlarımı açık bırakmıştım. Ayağıma da Vanslarımı giydiğimde tam bir afet olmuştum. Hemen Murat’a gittim. Güzel bir yemek hazırlamış masayı kurmuş, iki tane mumyakmıştı. Çok romantik bir ambiyanstı. Hemen yanıma geldi ve sarıldı. Çok hoş bir parfüm sıkmıştı. Kokusu beni benden alıyordu. Sonra yavaşça beni kalçalarımdan tutarak kaldırdı ve şehvetle öpmeye başladım. Bense kendimi kaybetmiş deli gibi inliyordum ve sırtını okşuyordum. Sonra yavaşça kucağından indirdi beni ve “Hadi yemek yiyelim!” dedi. Güle eğlene yemeklerimizi yedik, birazda içtik.
DVD’ye bir romantik komedi türünde film koydu, izlemeye başladık. Kafasını göğüslerime yaslamıştı, bense saçlarını okşuyordum. Sonra bacaklarımı okşamaya başladı. Bu beni çıldırtıyordu. Aniden bana doğru döndü ve ben de mecburen kanepeye uzandım. Şimdi tamamen üstümdeydi. Vücudunun her hattını hissedebiliyordum. Sonra dudaklarıma yapıştı. Sanki hayatı buna bağlıymışcasına emiyordu. Elleri kalçalarımda doğruldu ve beni kucaklayıp yatak odasına götürdü. Beni yavaşça yatağa bıraktı ve tekrar üstüme çıktı. Dudaklarımı tekrar sömürmeye başladı. O kadar çok zevk alıyordum ki, adeta uçuyordum. O kaslı ve mükemmel vücudun altında sadece kıvranabiliyordum.
Askılı tişörtümü çıkardı ve hiç zaman kaybetmeden göğüslerime yumuldu. Bense o zamana kadar hiç tatmadığım bir zevki tadıyordum. Göğüs uçlarımı emiyor, ısırıyor, zaman zaman tamamını ağzına almaya çalışıyor, alt yuvarlağını ısırıyor, beni adeta uçuruyordu. Sonra şortumla birlikte tangamı da indirdi. Hemen amıma yumuldu. Amımın ıslak olmasına aldırış etmeden çılgınca yalıyordu. Bense başını amıma bastırıp, delice inleyebiliyordum sadece. Dilini amımın içine sokuyor, klitorisimle oynuyordu. Ve ben kasıla kasıla, çığlıklarla orgazm oldum. Murat ise orgazm olmama aldırış etmeden halen daha amımı yalıyordu. Çok geçmeden tekrar orgazm oldum. Kafasını amımdan kaldırdığında yüzünde tutkuyla karışık çok tatlı bir gülümse vardı. Hemen kalktım udaklarına yapıştım…
Dudaklarımız ayrıldığı gibi onun boynunu, göğsünü yalaya yalaya aşağıya indim. Pantolonunun fermuarını indirdim, sonra da boxerını. Ve işte beni göklere uçuran Murat’ın yarağı gözlerimin önündeydi. Bileğimden daha kalın, uzun, oldukça heybetli ve damarlıydı. Kafası pespembeydi. Ellerini kalçlarıma attı ve “Şimdi sıra sende prenses!” dedi. Daha önce hiç sakso çekmemiştim, ama porno filmlerde çok izlemiştim. Murat’ın yarağının kafası anca ağzıma sığıyordu. Bir elimle taşaklarıyla oynuyordum, diğer elimle yarağına 31 çektiriyodum. Hemde yarağını deli gibi emiyordum. Ben emdikçe zaten dev gibi olan yarağı dahada büyüyordu. Emdikçe sıvıları geliyordu, çok tatlıydılar. Hepsini emiyordum.
Sonunda, “Yeterli!” dedi ve beni omuzlarımdan iterek yatağa yatırdı. Kulak memelerimi emmeye başladı, o sıradada göğüslerimi okşuyordu. Sonra boynuma doğru indi. Ben artık dayanamıyordum. Amım yanıyordu. “Sik beni aşkım, sik beni Murat. Erkeğim!” diye inliyordum. Üzerime uzandı, “Bakire misin sevgilim?” diye sordu. “Evet, ama bekaretimi sen al istiyorum, senin kadının olmak istiyorum!” dedim. Yavaşça kalktı, odadan çıktı. Geldiğinde elinde peçeteler vardı, “Bunlara ihtiyacımız olacak!” dedi ve gülümsedi. Aman Tanrım o kadar seksiydi ki!
Üzerime çıktı, bacaklarımı ayırdı ve yarağını amıma hizaladı. Yavaşça sokmaya başladı. Başı girdiğinde sanki dünyam başıma yıkılmıştı. O kadar canım yanıyordu ki, o an attığım çığlık hala kulaklarımda. Bir süre öyle bekledi. O sırada kulak memelerimi emiyor, göğüslerimi okşuyordu. “Zor kısmı bitti birtanem, kafası girdi. Artık sen de zevk alıcaksın!” diye fısıldıyordu. Sonra yavaşça dahada girmeye başladı. Tanrım o nasıl bir acıydı, sanki içimi yarıyordu. Sonunda tamamı içimdeydi ve içimi tamamen doldurmuştu. Rahim duvarımı zorluyordu. Eğildi ve göğüslerimi emmeye başladı. Sonra uzanıp peçeteleri aldı ve yavaşça sikini çıkardı. O an amımdan bir miktar kan aktı.
Sonra yavaşça tekrar soktu. Hareketlerinde beni incitmemeye, bilhassa zevk almama çok önem veriyordu. Hızlanmaya başladığında artık acının yerini zevk almıştı. Müthiş zevk alıyordum. Sonra pozisyon değiştirdik ve Murat bacaklarımı göğsüne alıp amıma kökledi. İlk seferki gibi yavaş davranmıyodu. Sanki bir tren pistonu gibi gidip geliyordu. Ve benim vücudumu bir titreme sardı. Orgazm olmuştum. Zangır zangır titriyor, durmadan kasılıyordum. Muratsa durmak bilmiyordu. En az yarım saat beni o pozisyonda sikti. Kaç defa orgazm olduğumu hatırlamıyorum bile.
Sonra o sırtüstü yattı ve benim üstüne çıkmamı istedi. Hemen çıktım. Yarağı kalın olduğu için kolayca alamıyordum. Resmen amımın duvarları yırtılıyordu. Yavaş yavaş oturup kalkarak yarısını aldım. O damarlı sert yarak beni kendimden geçirmişti. Birden tamamen oturdum üstüne ve derin bir, “Ohhhh!” çektim. Muratsa uzunca nefesini verdi. Benim hareket etmeye başladığımda Muratta boş durmuyor göğüslerimi yoğuruyordu. Aman Tanrım! Göğüslerimi okşamasının etkisiyle sarsıla sarsıla orgazm oldum ve üzerine bıraktım kendimi. O ise durur mu? Alttan pompalamaya başladı, beni yine zevkin doruklarına çıkarıyordu. Hem pompalıyor, hem benle öpüşüyor, hemde vücudumu okşuyordu. “Mükemmelsin! Harikasın!” gibi şeyler söylüyordu.
Sonra beni yan yatırdı ve öyle sikmeye başladı. Tanrım, en az bir buçuk saattir sikişiyorduk ve ben orgazmlarımın sayısını unutmuştum. Oysaki Muratta ne bir kasılma, ne bir duraksama. Kaşık pozisyonunda da yarım saate yakın sikiştik. Artık dermanım kalmamıştı. Bacak kaslarım kasılmaktan yorulmuştu. Son orgazmımı olduktan sonra ona, “Aşkım ne olur artık boşal. İnan çok yoruldum, bayılacağım!” dedim. O ise, “Peki kadınım!” dedi ve misyoner olduk. Hızla gidip gelmeye başladı. Yarağı o kadar şişmiş ve uzamıştı ki, resmen kolum kadar olmuştu. Bense o anda bunları düşünemiyor, sadece içimdeki sert yarağın zevkini çıkarıyordum. Beş-altı dakika daha gidip geldikten sonra ben son orgazmımı olurken, o da amımdan çıktı ve göğüslerime ve birazda göbeğime fışkırdı. Ama ne fışkırma! Dölleri en az yarım çay bardağını doldururdu. Sonra yanıma yığıldı.
Bir süre nefesimizin düzene girmesini bekledik. Sonra bana doğru döndü ve dudaklarımdan öptü. “Harikasın birtanem. Keşke seni daha önce sikseydim!” dedi ve dudaklarıma küçük bir öpücük kondurdu. Yatak benim am sularım ve tükürüklerle dolmuştu. Çarşafsa kaymıştı. Bu kadar çılgınca sikiştiğimizin farkında değildim. Beni kucağına aldı ve “Hadi banyo yapalım!” dedi. Beni kollarında banyoya gçtürdü. Önce o beni yıkadı, sonra ben onu yıkadım. Sonrasında çarşafları değiştirdik ve çırılçıplak birbirimize sarılarak uyuduk. Uyuduğumuzda zaten saat 05:30 idi.
Sabah kalktığımda yanım boştu. Şortumu ve askılımı giydim. Bir baktım ki sevgilim bana kahvaltı hazırlıyor. Gelde böyle bir sevgiliyi sevme! Murat ile halen daha devam eden güzel bir ilişkimiz var. O şu anda Anadolu Üniversitesi’nde okuyor. Ve bir aksilik olmazsa, seneye ben de onun okuduğu bölüme gideceğim.
63 notes · View notes