GİTME...
Gecenin karanlık kucağına bırakma beni!
Taş duvar her yer,
Bütün şehir yalın ayak,
Kimsesiz güvercinler,
Gitme!...
Kanatsız yaralı bir kuşum yokluğunda,
Nereye çarpsam yüzün,
Nereye dönsem sevda yüklü bu hüzün
Gitme!...
Sarı çocuklarını döker koynundan ağaçlar…
Mevsimler küser, yıldızlar üşür…
Gitme!…
Yalnız bir ardıç gölgesi olur yaralı kalbim
Güneşler söner, gölgeler büyür..
Zarif bir hüzün çöreklenir şehrin üstüne..
Gitme!...
Yüzümden sarkar külleri şehrin..
Bir yangın yeri olur Maraş'ta hüznüm..
“Susarak anlattım bütün gizliyi
Sakladım duygumu ben konuşarak”
Günün, sessizliğin ev sahipliğinde geçen geç saatlerinde, bırak sayfalarca susmayı veya konuşmayı iki kelimeyi yan yana getirip bir cümle inşasına girişme konusunda bile ilkokul terk beceriksizlikler yaşarım bazen. Bir deprem başlar ruhumun yedi kat derininde. Dilim tutulur ve göğsümün sol yanında kısa süreli sancılar meydana gelip damarlarımdaki kan akışı kesilir gibi olur. Fakat yine de en çok bu anları severim. Kalbimin sesi, bir müzik kutusunun tatlı melodilerine dönüşür ve gözlerim, karanlığın okyanusunda perdenin izin verdiği ölçüde pencere kenarından sızan sokak lambasının zayıf ışığının yardımıyla tavanda belli belirsiz şekiller görmeye başlar.
İşte tam da bu vakitlerde hayal dünyamın perdesi açılır renklerin kaçıştığı yokluk sahnesinde. Gözlerimi kapatır beynimin içinde süregiden savaşları, barışları, yenilgileri, galibiyetleri, ayrılıkları ve kavuşmaları izlerim. Kahramanlarım korkusuz, ejderhalarım merhametli, insanlarım becerikli ve şehirlerim şefkatlidir. Ne muazzam bir cümbüştür bu. Böyle geçer zaman. Bazen. Gece ve karanlık. Derin.
Keşke yanımda olsan da şahit olsan kafamın içindekilere. Ne çok isterdim sana susmayı satırlarca ve ardından yine sana konuşmayı sayfalarca. Ses tellerinden çıkan titreşimlerin, kafesinden kaçmayı başarıp mutluluğa kanat çırpan bir kuş gibi dudaklarından ayrılıp kulaklarıma varmasına ve kafamın içinde yeni masallar başlatmasına ne çok sevinirdim her defasında. Ceplerimde biriktirdiğim taze heyecanları bırakırdım avuçlarına ve bu sayede ellerinden taşıp parmaklarının arasından damla damla dökülen yaşamak arzusuna dikkat kesilirdim hevesle. Ne güzel.
“En iyi anlatış artık susmaktır
Anladım bunu ben seni bilince”
Zaman dedim, suyunun akış hızını ayarlayabileceğimiz, içinde milyarlarca galaksisiyle evreni ihtiva eden, lakin insanların genelde farkında olmadığı bir ırmak gibidir. Gözlerini başka yöne çevirdiğinde ve başka şeylere dikkat kesilip hızlı yaşamların peşine düştüğünde deli gibi akar. Günlerin ve yılların nasıl geçtiğini bilmezsin. Fakat duraksayıp onu seyretmeye başladığında öyle yavaşlar ki, ağır çekim film karesi gibi her ayrıntıyı gözlerinin önüne serer.
Beklemek işiyle meşgul olurken böyle bir ağır çekim hissi yaşıyorum. Muhteşem bir tabloya ilham kaynağı olacak kadar güzel renklere ev sahipliği yapan karşı bahçedeki yapraklar, dalından ayrılarak yeryüzüyle buluşmanın gönülsüzlüğüyle yer çekimine direnerek, düşüş mecburiyetini en iyi sabır ustasının bile dayanamayacağı kadar uzatıyor. Beyaz tül perdeyi ve yüksek binanın üst katındaki dairenin balkon demirine bağlanmış bez afişi hareketlendiren kışın habercisi kuvvetli rüzgar hafif yaz meltemine benzemeye başlıyor. Duvar saatindeki kırmızı renkli saniye kadranı, yorulmuş karıncalar gibi bir sonraki saniyeye tırmanıyor yavaşça ve evlerin üstünde havalanan serçeler uçmaya yetecek en az kanat çırpışının sınırlarını bulmak için rekor denemeleri yapıyor.
Sayısız kez, beklemek bunaltıcı bir kısır döngüyle kartopu aceleciliğinde büyüyüp taşınamayacak denli ağırlaşan yük gibi düşer omuzlarımın üstüne. Öylesi anlarda akreple yelkovan hızlansın ve bu delicesine dönen girdap beni zaman ırmağının içinde kaybetsin isterim. Göz kapaklarımı kapatıp derinlere daldığımda "eski bir yüzyıla uyanmak" çok sıkılınca yüzeye çıkıp bu anda var olmak isterim.
Gözlerimi kapattım şimdi. Kulaklığımdan gelen anlamadığım dildeki hüzünlü şarkıyı dinledim bir süre hiçbir şey yazmadan. Ben kımıldamadan böylece dururken zaman akıyor, insanın insana eziyeti devam ediyor, şehirlerarası yollarda araçlar süratle ilerliyor, dünya sonsuz boşlukta kendi etrafında dönmeye devam ediyor ve uzayın derinlerinde yıldızlar ölüyordu.
Kim bilir şimdi nerede ne yapıyorsun? Söylemekten imtina ettin fakat ben hep merak ettim gündelik hayatını. Bu mail dijital evrende yol alıp gözlerinle buluştuğunda iyi gelecek miyim sana, kelimelerimin kudreti yetecek mi acaba bir an olsun sevinmene? Ve okumayı bitirdiğinde düşüncelerin ne olacak. Sorular, belirsizliğin ve tedirginliğin içinde çoğalıp dururken ben yazmanı bekleyecek, bir kaç cümleyle geçiştireceğin cevabını bile hasretle bekleyeceğim .. Ve zaman yavaşlayıp durağanlaşacak yine.
Evet, ruhumun yorgunluğu geçsin diye yazıyorum sana. Evet, geçer gibi biraz acılarım. Fakat bedenim yoruldu şimdi. Uyumalıyım. Uykunun koynunda sessiz dehlizlerde yol almalı sabaha ulaşmalıyım yine.
Gün olağan koşturmalarla başlayacak, her şey her zaman olduğu gibi devam edecek ve ben, üstümde takım elbisem kalbimi ve içindeki büyük acıları gizlemenin telaşına kapılacağım.Ama neden olmasın, belki yağmurdan önce gelir sözlerin. Belki bir gün isimsiz bir tepede geniş düzlüğü seyrederken sana dokunurum. Yazmayı bırakıp konuşuruz. Neden olmasın.
Olur ya, dirilir bir gün ruhum, iyileşir kalbim ve ben kalkıp yürürüm tekrar.. Belki sen de.. Neden olmasın..