Dosta yapılacak en büyük yardım ilk merhalede düşmanın himayesinden, rejiminden, ideolojisinden sıyrılmaktır kardeşim! Tıpkı Osman b. Maz'ûn gibi...
Dönem asr-ı saadet dönemidir? Gittikçe çoğalan müşerref gruba Osman b. Maz'ûn da dahil olur artık. Müslüman olur yani.
Yalnız, Velid b. Muğire'nin himayesindeki Osman'ın içi rahat değildir pek tabi.
Kendisi selamettedir bu doğru. Ancak kardeşleri "Allah tektir" dediği için bedel ödemektedir o sıralar. Kimisi çöldeki kızgın kumun üzerinde öder bedelini, kimi de iki farklı istikamete salınan develerin üzerinde.
Hal böyleyken ilk iş düşmanın himayesinden çıkmaktır der Osman b. Maz'ûn yaptığı iç muhasebesinde.
Doğruca Velid'e gider bu kararını açıklamak için:
"Bundan böyle senin değil, Allah'ın himayesinde kalmak istiyorum." der bütün hissiyatıyla. Ve ardından ekler "Gel mescide gidelim ve kararı da bütün herkese açıkla."
Müslümanca bir düşüncenin, mümince bir tefekkürün dış dünyaya yansıttığı bu davranışı Osman b. Maz'ûn-nun.
Osman b. Maz'ûn'un o günün Velidlerine söylediğini sen de piyasa simsarı Yahudi beslemelerine söyle yalnızca Allah'a tevekkül ettiğini. Faizle ilişkini keserek, boykot mallarını boykot ederek, düşmana bütün vucuhatıyla muhalefet ederek.
bu arada 🫠 bu emojiyi iki anlamda kullanan insanlar görüyorum. bir mutluluktan ölüyo eriyo bitiyo anlamında. iki mutluluğu eriyor anlamında azalıyo yani. hani direkten kumun üzerine çakılan ama kumda gülümseyerek yüzmeye çalışan bi çocuk vardı ya o tam olarak :D mahvoluyosun ama gülmeye de devam ediyosun. ben ikinci anlamını kullanıyorum gerçeği nedir acaba
Kalbim, acılarında merhemsiz gecelerin gecelikli uykusundan yine acıyla uyanıyor.
O, kaderin bana çok gördüğü...
Öncem de sonram da yoktu.
Başka dalların yeşeren en çetin mutluluğu o...
Beni ne yapsın?
Kaderim Tanrım; ağlasam da değişmiyor.
Kaç gözyaşı birikti bu aşka...
Tavanarasında genç kızlık hayallerim çöp...
İzinsiz çağırıyor sabahlar beni; nasıl uyansam
Nasıl uyusam ne şekilde çareyi bulmaya çalışsam onun yokluğuna çarpıyorum...
Yokluğu... Bir dolu yalnızlığın dibine vuran kıyı hadisesi... Kaplumbağalar gelmişler kıyıya, karettalar... Arıyorlar onlar da benim gibi, mutluluğu. Kumun içinde değil, hiç gelmeyende kaldı diyemiyorum onlara. Daha çok küçükler.
Dayanamaz kalpleri... Benim dayanıyor mu sanki
Acıyor Tanrım, bu gecelerde çok acıyor...
Bu yara her gün kanıyor. Uysal bir sessizliğin köhne dedikodularında yolu mutluluğa çıkmayan bir karaçalıyım ben.
Acıyor, Tanrım... Nefes, imtihan deryasında kendini kara saplı umutların hasta geleceğine sahip çıkmakla tehdit ediyor.
Sevdim. Şu duvarların, aramıza örülür şiddetini kalbimle bastırıp kendi kalbimde yok olacak kadar. Yeniden açsınlar, bir by-pass gerekir bu aşka. Açıp baksınlar, ilim deryasında; bende çok muymuş beni tüketecek kadar? Ama onu kalbimden çıkarmasınlar. Yokluğunun düğmesi yanlış iliklenip de beni varlığına götürür belki.
Kader, kapının yolunu gözlemekten vazgeçer; kapıyı açar bize.
En elde edilmemiş şiirdin sen. Kuşluk vakti yazılanlardan… Bıkkın bir rahibin, bir sabah, yorgun bir vezirin akşamın alacakaranlığında muhtemelen yazacağı… Masadan doymadan kalkmış gibi okunmalı… güzelsin…
Uzaktan zor seçilebilir bir harf… Hayır hayır! Şimdi anlıyorum… Gizli bir rakam, Kabala’dan… kumun üzerine çizilen… Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz… ama güzelsin…
Dansederken göğüsleri sallanan kadınlardan, karadelikleri saatlerce uçuşup duranlardan, sessiz sitemleri kargaşada bile belli olanlardan tırsma öyle kolay kolay… Öyleyse bu bir nasihat… çünkü güzelsin…
Onlar bitecekler: Çizgi roman gibi kolayca, tatile çıkarken boşanan yağmur gibi apansız, menemen pişirmek gibi aceleyle… hâlâ güzelsin…
İskemle hasır ve ayaklarında yatay, ayaklarını dizlerini böğrüne çekmeye razı olarak basabileceğin yatay tahta çubuklar… Rahatına düşkün keyiften uzak Osmanlı “effendi”sinin (ephendi?) garip kahvehane illeti bu iskemleler… Otur o illete gerçekten, çekinmeden, sereserpe… orada güzelsin…
Yılgın geçilir sokaklardan, kuş gibi değil, işportacı kertenkeleler gibi de değil… Ağır aksak, akşam dörtten sonra yaz günü… Akşam mı? O kayıtsızdır… Bildiği gibi değişir, geçer, gider… güzelsin…
Kes kulakları, geçir bir sicime… Ama kaybetme… Başka ne göstereceksin savaşa dair? Kara delikler işitmiş bu öyküyü… Islanarak… Ama güzeller…
Kalp kalbe karşı… Bir arkadaşın evinde… Çiçekmiş… Hemen uzmanı geçindim. Ah! O güneş ister. Ah! Bol su asla olmaz. Oysa hiç anlamam çiçekten… Devetabanını pazı sanabilirim… Neden yaptım bunu? Çiçeğin adı sardı beni… Çünkü güzelsin…
Sözlerine delik kulağım… Özürlere sağır… Kör bir kuyu olacağım… Sen ise, güzelsin…
Güzel sözcüğünü senden başkasına lâyık göremem… Ama bir önceki cümlede görmüş olabilirim… Aldırma, güzelsin…
Mikroskop mucidi Leeuwenkoek dostu ressam Vermeer’e “su böyle işte ve başka türlü değil” demiş… Bir öpüş damlasında milyarlarca gözle görülmez yaratık… Ressamın tarafını tutuyorum… Çünkü, güzelsin…
Birkaç tel beyaz… Bizi gazlamaz… Sakınmazsın görüntünü, biliyorum… Çünkü güzelsin…
Mikroskopun mucidi Leeuvvenhoek, aynı günde doğdukları, hep komşuluk yaşadıkları dostu ressam Vermeer’e bir su damlası gösterip, “su işte böyle ve değil başka türlü” demiş… Bir öpüş damlasında kanyuvarları… Mucidin tarafım tutsam da… Sen güzelsin…
Teleskopla bulamadım… Mikroskopla bulacağım… Ayın yüzeyinin de bir dokusu var elbet… Gözenekler, sivilceler… Onlarla çok güzelsin…
Neo-liberalizm, ruhçuluk, tarikat, entellektüel, ordu, çok-insansız şirketler, öykü yazarları, kestaneyi çizdirenler, uzaktan bakanlar, Şemdinliler, tavşan falcıları, kurban sömürgenleri, onmaz kuşkuculuk, araba tamircileri, taksitle alın tutkumu, hadi… Kazık ve pazarlık… Ama son kumarım sensin… Sen, güzelsin…
Sen, güzelsin… Kuraldışı… Bastıbacak… Minicik… Ama sen, güzelsin…
Görünen o ki 17 haziran 2014 günü canım çok sıkılmış gelir vergisi dersinde. Ahahahqhah.
Ama yani idari yargı aslında zevkli. Zevkli de işte vergi iğrenç değil mi ya? Kabul edelim yani. Sıkıcı bir dal değil mi sayın defter?
Şey demişim sabrım büyümese de büyüdüm. Ay çen büyüdün mü 25 yıllık sercocum. Vah vah. Sen bi de 3 sene sonraki büyümeyi gör. Bir silivride gökyüzüne bak. Bak da gör büyümek neymiş.
Yine ismet özel. Yine bal çaldık ağzımıza elhamdülillah. Defteri yırtmak için çıkartan oğluma teşekkürlerimi iletirim.
O serco artık yok çünkü. Öldü o. Değişip gelişmedi. Öldü. Cenazesini kıldık bir sabah atakum ömürevleri iskelede. Herkes ordaydı. En çok da haşin karadeniz dalgaları. Kayan kumun altına sakladılar o serconun meftasını.
Elhamdülillah.
Sonrası yeni serco. Uff. Çok ciks. Harika bir oğlan lan bu yeni olgun serco. Bak bak. Derste şiirler falan okumuyor. Şiir rafı çok tozlanmış misal. Nemden biraz yapışmış zarifoğlu. Açıp ikinci aynayı okusa eski serco gibi hüngür hüngür ağlayamaz. Dudağını ısırır. Bir de okkalı bir küfür. Oh mis.
O eski sercoyu özlemedim hiç ne yalan diyeyim. O zaman o akademi sınıfında ders dinlerken şimdiki serco olmayı tercih ederdim.
Ben mesleğime geri döneceğim. Mezarda da olsa geri döneceğim. Bu bir onur meselesi. Gurur değil, onur meselesi.
Bugün 12 Aralık, neşe falan dolan bir gün değil. Mesafelerin kapanamayacağı yolcukluklara çıkıyor içim. Feridun Düzağaç’ın dediği gibi: “İçimden şehirler geçiyor, her durakta duruyor, inmiyorsun. Seni en sıcak ben öperdim kim bilir ama sen bilmiyorsun.”
Ankara’ya dair bilmediğim o kadar şey var ki. Belki de sadece Ankara’ya dair değildir. Ben aklına ilk geleni söyleyen insanları tebrik ediyorum zira ben aklıma ilk geleni yapıyorum. Mesela şehir planlaması dediğiniz olay şudur :
İnsanların ve doğal çevrenin yararına yapılan düzenlemeler.
Bizim oralarda parklar gündüz çocuklar oynasın, akşam genç aşıklar buluşup konuşsun ve vedalaşmanın tadı damağında kalsın diye vardır. Ankara’da parklar sivil polislerin fuhuş yapılmasın diye durduğu yerler. Ne olur insanlar vedalaşırken bir çınar ağacının altında öpüşseler?
Denizin, kumun ve güneşin tadına varmamış insanlarla yolum kesişecek diye ödüm koparken gri havaların ve kasvetin içinde kaldım. Tek tesellim memleketimin burası olmaması. Ankara’ya nefret kustuğuma göre şimdi kendimden devam edebilirim.
Benim heveslerim pamuk ipliğine bağlıdır. Bir kez koparılınca bir daha asla düzen tutmaz. Sesim ve dudaklarım kurur. İklim de başka bir seçenek bırakmıyor gerçi. Her masada varmışım imajım sizi yanıltmasın. Bazı masalarda o kadar yokum ki sofradaki su kadar eksik hissediliyorum. Rüyaların devamını görmek için yatılan uykular her zaman işe yaramaz ya işte tam olarak öyle.
Otobüs saatlerine bakmadan durağa geçerim, üşürüm, burnum kızarır ama her defasında o masadan o saatlere bakılmadan kalkılacak. Şansımız varsa otobüs geç gelir birlikte üşür ve sarılırız. Şansımız yoksa sıcacık yatakta bile buz keseriz. Hem de farklı yastıklarda.
Bu yazıyı neden yazıyorum bilmiyorum. Sanırım bugün biraz fazla sabah.
En elde edilmemiş şiirdin sen. Kuşluk vakti yazılanlardan... Bıkkın bir rahibin, bir sabah, yorgun bir vezirin akşamın alacakaranlığında muhtemelen yazacağı... Masadan doymadan kalkmış gibi okunmalı... güzelsin...
Uzaktan zor seçilebilir bir harf... Hayır hayır! Şimdi anlıyorum... Gizli bir rakam, Kabala'dan... kumun üzerine çizilen... Çöldeyiz ve başka bir yerde değiliz... ama güzelsin...
Dansederken göğüsleri sallanan kadınlardan, karadelikleri saatlerce uçuşup duranlardan, sessiz sitemleri kargaşada bile belli olanlardan tırsma öyle kolay kolay... Öyleyse bu bir nasihat... çünkü güzelsin...
Onlar bitecekler: Çizgi roman gibi kolayca, tatile çıkarken boşanan yağmur gibi apansız, menemen pişirmek gibi aceleyle... hâlâ güzelsin...
İskemle hasır ve ayaklarında yatay, ayaklarını dizlerini böğrüne çekmeye razı olarak basabileceğin yatay tahta çubuklar... Rahatına düşkün keyiften uzak Osmanlı "effendi"sinin (ephendi?) garip kahvehane illeti bu iskemleler... Otur o illete gerçekten, çekinmeden, sereserpe... orada güzelsin...
Yılgın geçilir sokaklardan, kuş gibi değil, işportacı kertenkeleler gibi de değil... Ağır aksak, akşam dörtten sonra yaz günü... Akşam mı? O kayıtsızdır... Bildiği gibi değişir, geçer, gider... güzelsin...
Kes kulakları, geçir bir sicime... Ama kaybetme... Başka ne göstereceksin savaşa dair? Kara delikler işitmiş bu öyküyü... Islanarak... Ama güzeller...
Kalp kalbe karşı... Bir arkadaşın evinde... Çiçekmiş... Hemen uzmanı geçindim. Ah! O güneş ister. Ah! Bol su asla olmaz. Oysa hiç anlamam çiçekten... Devetabanını pazı sanabilirim... Neden yaptım bunu? Çiçeğin adı sardı beni... Çünkü güzelsin...
Sözlerine delik kulağım... Özürlere sağır... Kör bir kuyu olacağım... Sen ise, güzelsin...
Güzel sözcüğünü senden başkasına lâyık göremem... Ama bir önceki cümlede görmüş olabilirim... Aldırma, güzelsin...
Mikroskop mucidi Leeuwenkoek dostu ressam Vermeer'e "su böyle işte ve başka türlü değil" demiş... Bir öpüş damlasında milyarlarca gözle görülmez yaratık... Ressamın tarafını tutuyorum... Çünkü, güzelsin...
Birkaç tel beyaz... Bizi gazlamaz... Sakınmazsın görüntünü, biliyorum... Çünkü güzelsin...
Mikroskopun mucidi Leeuvvenhoek, aynı günde doğdukları, hep komşuluk yaşadıkları dostu ressam Vermeer'e bir su damlası gösterip, "su işte böyle ve değil başka türlü" demiş... Bir öpüş damlasında kanyuvarları... Mucidin tarafım tutsam da... Sen güzelsin...
Teleskopla bulamadım... Mikroskopla bulacağım... Ayın yüzeyinin de bir dokusu var elbet... Gözenekler, sivilceler... Onlarla çok güzelsin...
Neo-liberalizm, ruhçuluk, tarikat, entellektüel, ordu, çok-insansız şirketler, öykü yazarları, kestaneyi çizdirenler, uzaktan bakanlar, Şemdinliler, tavşan falcıları, kurban sömürgenleri, onmaz kuşkuculuk, araba tamircileri, taksitle alın tutkumu, hadi... Kazık ve pazarlık... Ama son kumarım sensin... Sen, güzelsin...
Sen, güzelsin... Kuraldışı... Bastıbacak... Minicik... Ama sen, güzelsin...