Tumgik
#ikiyüzlü batı
derdiderun · 6 months
Text
Tumblr media
Batıdan beslenir her türlü terör. Batı ve medyası her zaman olaylara tek taraflı siyonist bir çizgide tavır sergiledi...
22 notes · View notes
delitay · 2 months
Text
Deniz kaplumbağalarını kurtarıyorlar
“İnsansı hayvan” dedikleri insanları öldürüyorlar...
Çelişkiler dünyası...
İkiyüzlülerin dünyası...
10 notes · View notes
doriangray1789 · 7 months
Text
AB ile yollarımızı ayıralım… peki ayıralım… AB nedir ?  zaten kimse bilmiyor…bizi kendimizden eden, dedelerimizin mezar taşlarını okumaktan bizi men eden birlikten ayrılmış gibi görünür… ahlaksız dinsiz topluluk hem de gavur demi… gabur diyenlerin yüzükleri de İngiliz kraliyet  arması taşır bu başka bir konu … AB İLE YOLLARIMIZIN AYRILMASINA DA EN FAZLA AB SEVİNİR İNANIN BUNA EN FAZLA DA AB MUTLU OLUR HAA …  peki sonra yönümüz ne olur bunu ekonomi politik olarak geniş düşünün…son 10 yıllık siyasete ve ekonomik programa bakarsak,Körfez olacak gibi Swap sevap tır gibi - körfezin yönünde batı ama bu da ayrı bir konu.. AB bir vizyondur, itibardır ( bizim anladığımız bildiğimiz şekilde ki “itibar” değil… bilimde teknolojide vs vs neredesin ?) dünya ki vizyonundur…  mesele girip girmemek de değildir önemli olan ülke ve vatandaşın refahında gelinecek o seviyedir…yoksa AB yi, tüm o ikiyüzlü politikacılarını,emperyal amaçlarını vs yazar dururum…(ABD yi NATO yu da öyle) … benim meselem siyasal, sosyal, teknolojik, sağlık, ekonomi, hukuk, eğitim, öğretim vs va akla gelecek her alanda o seviyeyi yakalamak hatta mümkünse geçmek… yoksa bana ne… ne AB ne NATO hiç birini de sevmem haa… geniş düşün, sözlerimi çekiştirme, başka yere gitmez.. zihniyeti değiştirmek lazım, içerde başka dışarda başka konuşmamak lazım, ciğer kedi hikayesinde yer almamak lazım bunları söyledikten sonra fotoğraf vermek için çabalamamak, yatırım için bağırmamak lazım 
5 notes · View notes
dipnotski · 2 months
Text
Douglas Murray – Batı’nın Savaşı (2024)
‘Batı’nın Savaşı’, düşüncelerin muazzam bir savaş alanında yankı bulduğu, fikirlerin gök gürültüsü gibi yankılandığı kültür meydanının içine doğru bir yolculuk. Bu zihinsel arenada, değişim rüzgârlarının şiddetle estiği bir manzara içinde Douglas Murray, bizi elimizden tutup paradokslar ve tutarsızlıklarla dolu bir peyzajın içinden geçirir. İyi niyetli pek çok insanın ikiyüzlü ve tutarsız Batı…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
ozel-buro · 3 months
Text
TARİH /// Soner Yalçın : İkiyüzlü tarihçilik. Ya da Batı cehaleti
Soner Yalçın : İkiyüzlü tarihçilik… Ya da Batı cehaleti sonery 23 Ocak 2024 Arnold J. Toynbee (1889- 1975) dünyanın en çok okunan, tercüme edilen İngiliz tarihçi… Birinci Dünya Savaşı’nda istihbarat dairesinin propaganda bürosunda çalıştı. Yayınlar çıkardı. Örneğin: “Blue Book”(Mavi Kitap) adlı eserde Türkiye’yi hayli karaladı. Ki yalan olduğunu sonra itiraf etti. Hatta 1920’ler başında…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
serhatnigiz · 6 months
Text
Filistin-İsrail Anlaşmazlığının Tarihsel Kökleri ve Çözüme Dair Değinmeler
Tumblr media
El-Fetih hareketinin devamı olan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) 1960’lı yıllardan itibaren Arafat öncülüğünde glokal-ulusçu politikalar izlediğinden dolayı Filistin halkı içinde görece daha geniş bir kitle tabanına sahip idi. Bu sayede FKÖ sadece Filistinli Müslüman Araplar arasında değil, Hristiyan Filistinliler ve demokrat Yahudiler arasında da kayda değer bir güce ve desteğe ulaşmıştı. Lakin Arafat ve FKÖ hareketinin Ürdün ve Lübnan’da yaptığı hatalar (FKÖ ile bağlantılı radikal grupların aşırılıkları) ve Filistin mücadelesinin uluslararası arenadaki tecrübesizliğine de bağlı olarak İsrail ile yürütülen “barış görüşmelerinin” çıkmaza girmesi hem FKÖ hareketinin hem de Arafat’ın gözden düşmesi sonucunu doğurdu. Dolayısıyla, Arafat ve FKÖ’nün zayıflaması Filistin hareketi içindeki sol ve laik unsurların zayıflamasını da beraberinde getirdi. Bu süreçte Radikal sağ unsurların bu geniş birliği ortadan kaldırmaya dönük politikaları da maalesef başarılı oldu. Hal böyle olunca; glokal Filistin siyasetinden minimal bir Filistin siyasetine geri vites değişimi yaşandı. Bu da Filistin halkı üzerindeki İsrail terörünün ve şiddetinin artışına olanak sağladı.
Mısır’da ortaya çıkan Müslüman Kardeşler hareketinin bir devamı olan Hamas (İslami Direniş Hareketi) ise FKÖ’ye kıyasla daha minimal-ulusçu politika izleyerek Filistin siyasetindeki yerini aldı. Lakin minimal-ulusçu çizgi glokal-emperyalizm çağında geçer akçe olmadığından dolayı Hamas’ın stratejisi daha çok din eksenli bir politika olarak kaldı. İsrail’de bu eskimiş ve donuk politikayı bahane ederek her fırsatta Filistinlilere karşı şiddet ve terör politikasını yoğunlaştırdı. Hamas’ın bu tavırları Hamas’ın da öznel iradesinden bağımsız olarak en çokta İsrail devletine yaradı. Her iki tarafta süreci çift yönlü olarak manipüle ederek kendi politik hedeflerine ulaşmaya çalıştı. Bu politika sayesinde Hamas Gazze’de kendi krallığını ilan ederken, bu sayede İsrail’de Filistin hareketini kendi içinde “laikler” ve “İslamcılar” olarak ideolojik temelde bölme fırsatını yakaladı. Bu süreç bugün ki Batı Şeria/FKÖ ve Gazze/Hamas bölünmüşlüğünü de beraberinde getirdi. Kuşkusuz bu bölünmüşlük halinin oluşmasında Filistin davasına yabancılaşan ve zamanla kendi içine çöküp dışa kapalı bir kast örgütüne dönüşen FKÖ’nün yanlış politikalarının da etkisi büyük oldu.
Dahası; Hamas’ın politikasına din ekseninden baksak bile, Hamas’ın politikasının İslamcı olduğunu söyleyebilmekte mümkün değildir. Zira aynı İsrail’in politikası Yahudi politikası olmadığı gibi, Hamas’ın politikası da İslami bir politika değildir. Hamas din ekseninde bir politika yürütüyor gibi gözükse de, Hamas İsrail karşısında uluslararası aktörlere ve dengelere göre bölgesel temelli pragmatist bir politika yürütmektedir. Örneğin, Şii İran ile Sünni Hamas ittifakı İslami bir politika olmadığı gibi, ne Hamas’ın ne de İran’ın (desteğini alan Lübnan Hizbullah’ın da) politikası tutarlı bir anti-emperyalist politika olma özelliğine de sahip değildir. En basitinden İran’ın ABD ve Batı karşısındaki ikiyüzlü tutumu (kapalı kapılar arkasında yapılan pazarlıklar gibi), Hamas’ın Arap ülkelerindeki (Suudi Arabistan, Katar gibi) baskıcı rejimler ile kurduğu yararcı-parasal ilişkiler, mevcut politikaların İslami olmadığının en açık kanıtıdır. Bu noktada Hamas'ın değerlendirilmesine ilişkin İslamcı çevreler arasında bile homojen bir fikir birliği bulunmamaktadır. Benzer şekilde, sol ve laik kesimler arasında da Hamas’ın Filistin sorununda işgal ettiği yeri anlamaya çalışmaktan çok; bir tarafın "anti-emperyalizm" adına Hamas’ı sürekli övdüğü bir tarafın ise "şeriatçılığa" karşı çıkmak adına Hamas’a sürekli sövdüğü bir garip tablo da ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Dinler tarihine vakıf olan herkesin bildiği gibi Hz. İbrahim peygamber hem Hristiyanlık tarafından hem de İslamiyet tarafından sevilen bir peygamber olmuştur. Lakin İbrahim peygamberin 330 dönümlük alanı kapsayan ve kutsal kabul edilen mabedi Hristiyanlar tarafından yakılıp yıkıldıktan sonra Yahudiler bu topraklardan kovulmuştur. Bugün nasıl Filistinliler topraklarını terk etmeye zorlanıyorsa, o günde Yahudiler topraklarını terk etmeye zorlanmıştır. Daha sonrasında bu defa da Hilafet-i İslam (sahte Emevi ve Abbasi islamcılığı) sancağı altında Müslümanlar bu yeri Hristiyanlardan zorla alıp İbrahim’in mabedinin üzerine Mescid-i Aksa’yı inşa etmişlerdir. O günden beri bu topraklar üzerinde din ve etnik köken bahane edilerek yapılan savaşlar hiç bitmemiştir. Sahte Yahudiler ve sahte İslamcılar (sahte Hristiyanlar çaktırmadan bu işin içinden sıyrılmıştır) arasında süre giden savaşlar modern burjuva çağda bile bu tarihsel sorunun biçim değiştirerek devam etmekte olduğunu göstermektedir.
Hz. İbrahim’in 330 dönümlük alanı kapsayan mabedinin olduğu bölge kesinlikle Yahudilerinde hassasiyeti dikkate alınarak “dinsel özerk bölge” olarak ilan edilmelidir. Dahası, bu özerk bölgenin yönetimi ne tek başına Yahudilere ne tek başına Hristiyanlara ne de tek başına İslamcılara bırakılmamalıdır. Bu bölgeye dair özerk bir üst yönetim belirlenmelidir. Bu gerçekleşmediği sürece sahte İslamcılıktan, sahte Hristiyanlıktan, sahte Yahudilikten kaynaklı fanatik yaklaşımlar ve “burası size değil, bize ait!” kavgaları halklar arasına düşmanlık tohumları ekmeye çalışan emperyalist politikalara hizmet etmeye devam edecektir.
Her şeyden önce dinsel özerk bölgeler kültürel varlıklar olarak görülmelidir. Sadece İbrahim mabedinin olduğu bölgede değil, İslamiyet için kutsal kabul edilen Mekke şehri de aynı şekilde özerk bölge olarak ilan edilmelidir. Suudi Arabistan’ı keyfi şekilde yöneten Suud Ailesi’nin Mekke şehrini Müslüman kitleler üzerinde dinsel bir sömürü nesnesi olarak kullanmasına da son verilmelidir. Dinler arasındaki kültürel özerk bölgelerin ayrıca dünya genelinde de bir üst yapısının (konsesyumunun) oluşması ve bu üst yapı içinde de tüm dinlerin eşit oy hakkına sahip temsilcilerinin (tavsiye kurulunun) olması gerekir. O zaman sadece Filistin-İsrail çatışmasının çözümü noktasında değil, örneğin Rus Ortodoks kilisesi ve Ukrayna Ortodoks kilisesi çarpışmasında olduğu gibi, pek çok dinsel-kültürel kaynaklı savaşlar, cinayetler ve şiddet sorunları ortadan kaldırılabilecektir.
Dinler açısından kutsal kabul edilen yerlerin inanç ve ibadet özgürlüğü bakımında özerk bölgeler şeklinde yönetilmesi dinsel özgürlüklerin güvence altına alınabilmesinin de yegane çözümüdür. Kaldı ki, pek çok itilafın ve anlaşmazlığın olduğu bu tip bölgelerde dinsel denetimin sağlanabilmesinin yolu ancak özerk denetimist politikaların güdülmesiyle mümkündür.
Aynı şekilde Yahudiliği istismar eden İsrail devleti ve yerleşimciler işgal ettikleri Filistin topraklarından derhal çıkmalıdır. Filistinliler de Yahudilerin kutsal kabul ettiği 330 dönümlük İbrahim mabedinin özerk bölge statüsünü tanımalıdır. Bu da ancak işgal edilen toprakların Filistinlilere geri iadesi ile mümkün olabilir. Bütün dinler birbirine saygı duymadığı sürece hiçbir din kendi özerkliğini ve özgün haklarını savunamaz. Bu her zaman geçerli olan bir ilkedir.
Din istismarına dayalı sahte yahudilik politikaları da sahte islamiyetçilik politikaları da derhal terk edilmelidir. Zira dini kullanan temsiliyetist barbarlık ve şiddet politikalarının ancak bu şekilde önüne geçilebilir. Bu din bezirganlığı politikalarına karşı halkların birleşik denetimist mücadelesi verilmelidir. İnanç özgürlüğü olmadan düşünce özgürlüğü, düşünce özgürlüğü olmadan da temsiliyetist barbarlığa ve şiddete karşı denetimist özgürlükte savunulamaz. En önemlisi de dinde temsiliyetizm ortadan kaldırılmalıdır. Din insanın kendi inancı ile inandığı şey arasındaki doğrudan bağdır ve bu bağın oluşumunda aracıya da gerek yoktur.
Filistin sorununun çözümü ne sahte islamcılık ile ne de sahte yahudilik ile mümkün değildir. Filistin sorununun çözümü denetimist kültürel özerk bölge politikaları ile mümkündür. Dinsel inanç sorunları ancak kültürel özerk bölge politikaları temelinde çözüme kavuşabilir. Yoksa dinden iktisadi, sosyal ve siyasi nüfus sağlama ve güç devşirme politikalarından çözüm üretilemez. Bu yüzden bugün Hamas örgütünün yaptıkları da İsrail devletinin yaptıkları da bir çözüm üretmediği gibi, şiddetin ve ölümlerin dozajı her defasında daha artarak katlanmaktadır. Zira bu şiddet dönem dönem alevlenir, dönem dönem sönümlenir, mesele kronik kanayan bir yara olarak kalır. Filistin sorunu da gerçekte böyle bir sorundur.
Ne minimal-ulusçuluk bir çözümdür ne de glokal-ulusçuluk bir çözümdür. Filistin sorununun çözümü denetimist politikalar ile mümkündür. Denetimist politikalar gereğince özerk kültürel bölge talebi hem İsrail devletinin Filistin halkı üzerinde uyguladığı kitlesel soykırım politikalarına son verilebilmesi hem de Yahudiliği her fırsatta istismar eden İsrail devletine dur denilebilmesi içinde gereklidir. Aksi takdirde, çözümsüzlüğü bir çözümmüş gibi dayatan İsrail devletinin Yahudi dinini (“Vadedilmiş Topraklar” söylemi üzerinden) istismar ederek Filistinlilere yaptığı zulüm ve işkencenin önüne geçilebilmesi, en önemlisi de hem İsrail’de hem de diğer ülkelerde yaşayan Yahudilerin Filistin halkına yapılan haksızlıklara vicdani ve ahlaki nedenlerden dolayı ses çıkarabilmesi, ancak iki halkın özerk kültürel bölge politikalarını esas alan birliğinin yaratılması ile gerçekleştirilebilir.
Kaldı ki, İsrail güçlü Filistin zayıf ise, iki tarafında güç dengesi eşit olmadığına göre, Filistin’in tek yumruğu karşısında İsrail 100 tane yumruk atıyorsa, bu eşitsizlik karşısında güçsüz olandan yana tavır almak hem ahlaki hem de insani bir görevdir.
Temsiliyetist bezirganlık, emperyalist işgal ve ilhak politikaları hedef alınmadığı sürece, “medeniyet çatışması” adı altında pazarlanan “din savaşları” söylemi, kim tarafından yapılırsa yapılsın halkların bilincini bulandırmaya dönük bir aldatmacadan başka da bir şey değildir. Bu ırkçı ve kutuplaştırıcı politikaya cepheden karşı çıkmak gerekir.
Filistin halkı ve İsrail halkı arasında aşılması imkansız gibi gözüken “düşmanlık duvarları” asla aşılmaz değildir. İki halkta birbirine karşı kendi kültürel ve dini özerkliklerini koruyarak isterlerse tek devlet isterlerse de iki devlet şeklinde yaşamanın yolunu tüm emperyalist ve faşist müdahalelere rağmen er ya da geç bulacaktır. Bu sürece ne sahte Yahudiliği dayatan İsrail devleti, ne sahte İslamiyet’i dayatan Hamas gibi örgütler, ne de ABD ve Batılı müttefikleri engel olabilir. Emperyalist politikalar bu bölgede mutlaka yenilecektir!
Bugün olmasa bile gelecekte İsrail ve Filistin halkı bir arada barış içinde yaşamanın denetimist yolunu mutlaka bulacaktır, bulmak zorundadır. Tüm özgürlükler gibi Filistin ve İsrail halkının özgürlüğü de, birilerinin halklara biçmek istediği kanlı rollerden değil, tarihsel zorunluluklardan doğacaktır. Orta Doğu’da ve dünyada emperyalizmin yenilmesi ve halklar arası barışın sağlanması bu denetimist yolun inşa edilebilmesine bağlıdır. Zira temsiliyetizmin yolu emperyalist bezirganlığın ve dinsel-etnik savaşların kapitalist yoludur. Ve bu kirli yoldan bugüne kadar insanlığın ve emekçilerin lehine hiçbir kazanım elde edilemediği de acı tecrübeler ile kanıtlanmış bir gerçektir.
11.11.2023
Serhat Nigiz       
0 notes
muslumannotdefteri · 8 months
Text
Aliya İzzetbegoviç’ten Müslüman Gençlere
Cesur olun ve korkaklardan uzak durun!
Bilin ki, İslam korkakların değil, cesur ve atılgan Müslümanların omuzlarında yükselecektir. Korkaklar, az ya da çok Allah’a ibadet eden, bayramları kutlayan, dinin belli bazı adet ve sembollerini yerine getiren, fakat korku sebebiyle değerleri için savaşmaktan kaçan, ticarette son derece soğukkanlı olarak aldatan, vicdan azabı duymadan başkalarının sırtından geçinen, bin sene yaşayacakmış gibi hayatlarını ve makamlarını korkuyla koruyan, kendilerinden güçlü olanlara esirmişçesine yalakalık yapan kimselerdir. Bu tip insanların en belirgin özellikleri korkaklıktır. Hayatları için korku, malları için korku, makam ve mevkileri için korku. Bütün çabaları bir güç sahibinin veya iktidarın desteğini kazanmaktır. Bunca korkuyla yaşamalarına rağmen onların hayatında tek bir korku eksiktir. O da Allah korkusu. Onlar hep bu ruhla ve böylesine belirsiz ve ikiyüzlü bir atmosferde kendi nesillerini büyütürler.
Güç sizi değiştirmesin!
Eğer bir gün güç ve iktidar sahibi olursanız hal ve hareketlerinize dikkat edin. Kibirli olmayın, kendini beğenmişlik etmeyin. Size ait olmayan şeyleri almayın, güçsüzlere yardım edin ve ahlak kurallarına uyun. Unutmayın ki sonsuz iktidar yoktur. Her iktidar geçicidir ve herkes, er veya geç, önce milletin ve nihayet Allah`ın önünde hesap verecektir.
Ahlakınızı kaybetmeyin!
Dünya üzerindeki her kuvvet, sağlam bir ahlakla başlar. Her mağlubiyet de ahlaki çöküşle başlar. Her ne yapılmak isteniyorsa, bu önce insanların ruhlarında gerçekleştirilmelidir. Bu da ahlakla mümkündür. Din ahlaktır. Onu hayata geçirmek ise terbiyedir.
İntikamı değil Adaleti arayın!
Hiç kimse intikam peşinde koşmamalı, sadece adaleti aramalıdır. Çünkü intikam sonu olmayan kötülüklerin de kapısını açar. Geçmişi unutmayın ama onunla da yaşamayın! Sloganımız şudur: Kendinden olanı sev, ötekine saygı göster. Biz asla kin gütmeyeceğiz ama asla yapılanları unutmayacağız ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız düşmanlarımızın sözleri değil dostlarımızın sessizliği olacaktır.
Kur’an’ı yaşayın ve ölüme hazırlanın!
Unutmayın! Hayat inanan ve salih ameller işleyenler dışında hiç kimsenin kazanamadığı bir oyundur. Kur'an edebiyat değil, hayattır; dolayısıyla O'na bir düşünce tarzı değil, bir yaşama tarzı olarak bakılmalıdır. Kitaba uyun! Çünkü biz de zalimlerden olursak savaşmanın hiçbir anlamı kalmaz. Kitaba uyacağız. Bütün yücelik ve şükran Allah'a aittir ve insanların gerçek kalitesini ancak Allah tespit edebilir. Bilin ki, en kötü kombinasyon boş bir ruh ve dolu bir midedir. Hayvanlar ancak aç olduğu veya bir tehditle karşı karşıya bulunduğu zaman; insanlar ise, tok ve güçlü olduğu zaman tehlikelidir. Siz sürekli ölüme hazırlanın! Çünkü ölmeye hazır olan insanlar ölmeye hazır olmayan insanlara galip gelirler
Allah’a teslim olun ve ona tevekkül edin!
Bizim mücadelemizi insanî ve makul kılan, ona sükûn ve huzur damgasını vuran, her şeyin akıbetinin elimizde olmadığı kanaatidir. Bize ait olan, gayret etmek, uğraşmaktır; netice ise Allah’ın elindedir. Teslimiyet, hayatın çözülemezlik ve manasızlığından vakarlı tek çıkış yoludur.
Şunu hiç unutmayın! Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı; devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.
Bizim hedefimiz, Müslümanların İslamlaşması; Sloganımız ise, inanmak ve mücadele etmektir. (Aliya İzzetbegoviç)
1 note · View note
insanunity · 2 years
Text
BM Raporuna Göre Acımasız, Baskıcı ve İkiyüzlü İşgal #kafir #siyonist #Batı Şeria'daki İsrail #Filistin Uluslararası Hukuku İhlal Ediyor
BM Raporuna Göre Acımasız, Baskıcı ve İkiyüzlü İşgal #kafir #siyonist #Batı Şeria’daki İsrail #Filistin Uluslararası Hukuku İhlal Ediyor
[ Turkish ] : İsrail’in Acımasız, Baskıcı ve İkiyüzlü #kafir #siyonist #Batı Şeria’nın işgali, örgüte göre, gelecekteki #Filistin devletine ayrılan alanlarda #kafir #siyonist #İsrail kontrolünün kalmasını sağlamak için tasarlandı. #kafir #siyonist #israil tarafından ”kasten” öldürülen Filistin asıllı Amerikalı Gazeteci Shireen Abu Akleh’in cenaze töreninde #kafir #siyonist #israil ordusunun…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
hbedebiyatsanat · 2 years
Photo
Tumblr media Tumblr media Tumblr media
Savaş Koalisyonuna Karşı Sosyalistlerin Manifestosu
Rus hükümeti barış ve istikrar vaatlerine ihanet ederek ülkeyi savaşa ve ekonomik felakete sürükledi. Tarihteki herhangi bir savaş gibi, bu da hepimizi kutuplara ayırıyor: Savaştan yana ve savaşa karşı olanlar. Kremlin propagandası, bizi ulusun hükümetin arkasında toplandığına ve barış isteyenlerin acınası dönekler, Batı yanlısı liberaller ve düşmanın paralı askerleri olduğuna ikna etmeye çalışıyor. Bu savunulamaz bir yalandır. Bu kez Kremlin'deki ihtiyarlar azınlıkta.  Rusların büyük bölümü, hala Rus hükümetine inansalar bile bir kardeş savaşı istemiyorlar. Rusya'nın propagandacılarının çizdiği dünyanın gözleri önünde nasıl parçalandığını görmemek için ellerinden geldiğince gözlerini kapatıyorlar. Birçoğu hala bunun bir savaş, saldırgan bir savaş değil, Ukrayna halkını "kurtarmak" için tasarlanmış "özel bir operasyon" olmasını umuyor. Şehirlerin vahşice bombalanması ve bombardımanların arkada bıraktığı korkunç görüntüler çok geçmeden bu efsaneleri yerle bir edecek. Ve sonra Putin'in en sadık seçmenleri bile diyecekler ki, 'biz size bu haksız savaş için onay vermedik!'
Daha bugün, ülkenin dört bir yanında on milyonlarca insan, Putin yönetiminin eylemlerinden duydukları korku ve tiksintiyi dile getirdiler. Bunlar farklı inanışlara sahip insanlar. Propagandacıların iddia ettiği gibi çoğu liberal değil. Bunların arasında solcu, sosyalist veya komünist görüşlere sahip çok sayıda insan var. Ve elbette, bu insanlar – halkımızın çoğunluğu – gerçek vatanseverlerdir. Bize bu savaşa karşı çıkanların ikiyüzlü oldukları onların savaşa karşı değil, Batı'nın yanında durdukları söylendi. Bu bir yalan. ABD'nin ve emperyalist politikalarının hiçbir zaman destekçisi olmadık. Ukrayna birlikleri Donetsk ve Luhansk'ı bombaladığında sessiz kalmadık. Şimdi Kharkov, Kiev ve Odessa, Putin ve kamarilla'nın emriyle bombalanırken de susmayacağız. Savaşa karşı savaşmak için pek çok neden var. Biz sosyal adalet, eşitlik ve özgürlük savunucuları için bunların bazıları özellikle önemli. • Bu haksız bir işgaldir. Rus devletine yönelik, askerlerimizi öldürmeye ve ölmeye göndermeyi gerektirecek hiçbir tehdit yok. Kimseyi "özgürleştirmiyorlar". Herhangi bir halk hareketine yardım etmiyorlar. Rusya'yı sonsuza kadar kontrol altında tutmayı hayal eden bir avuç milyarderin emriyle barışçıl Ukrayna kasabalarını yerle bir eden düzenli bir ordudan başka bir şey değiller.
• Bu savaş, halklarımız için hesap edilemeyecek çapta felaketler üretiyor. Hem Ukraynalılar hem de Ruslar bunun bedelini kanlarıyla ödüyorlar. Ortalık yatıştıktan çok sonra da, yoksulluk, enflasyon ve işsizlik herkesi mağdur etmeye devam edecek. Faturayı ödeyenler oligarklar ve bürokratlar değil, yoksul öğretmenler, işçiler, emekliler ve işsizler. Birçoğumuzun çocuklarımızı beslemek için hiçbir çaresi olmayacak. • Bu savaş Ukrayna'yı bir moloz yığınına, Rusya'yı hapishaneye çevirecek. Muhalefet medyası zaten kapatıldı. İnsanlar broşürleri, kimseye bir zararı olmayan grevleri, hatta sosyal ağlardaki gönderileri paylaştığı için parmaklıklar ardına konuyor. Yakında Rusların tek seçeneği olacak: mahpusluk veya askerlik. Savaş, yaşayan kuşakların gördüğü hiçbir şeye benzemeyen diktatörlükler üretiyor.
• Bu savaş ülkemize yönelik tüm risk ve tehditleri kat kat artırıyor. Bir hafta önce Rusya'ya sempati duyan Ukraynalılar bile şimdi askerlerimizle savaşmak için milislere katılıyor. Putin saldırganlığıyla, Ukraynalı milliyetçilerin tüm suçlarını, ABD ve NATO şahinlerinin tüm entrikalarını geçersiz kıldı. Putin onlara sınırlarımız boyunca yeni füzeler ve askeri üsler yerleştirmenin gerekçelerini verdi.
• Son olarak, barış için savaşmak her Rus'un vatan görevidir. Sadece tarihin en kötü savaşının hatırasının bekçileri olduğumuz için değil, aynı zamanda bu savaş Rusya'nın bütünlüğünü ve varlığını tehdit ettiği için.
Putin kendi kaderini ülkemizin kaderiyle ilişkilendirmeye çalışıyor. Başarılı olursa, kaçınılmaz yenilgisi tüm ulusun yenilgisi olacaktır. O zaman gerçekten de savaş sonrası Almanya'nın kaderiyle yüzleşebiliriz: İşgal, toprak paylaşımı, toplu suçluluk kültü.
Bu felaketleri önlemenin tek bir yolu var. Biz kendimiz, Rusya'nın erkekleri ve kadınları, bu savaşı durdurmalıyız. Bu ülke bize ait, saraylarda ve yatlarda yaşayan bir avuç zavallı yaşlı adama değil. Ülkemizi geri almanın zamanı geldi. Savaş Rusya değil. Savaş Putin ve rejimidir. Bu yüzden biz Rus sosyalistleri ve komünistleri bu canice savaşa karşıyız. Rusya'yı kurtarmak için bunu durdurmak istiyoruz. Müdahaleye hayır! Diktatörlüğe hayır! Yoksulluğa hayır! (AEK)
2 notes · View notes
onderkaracay · 2 years
Text
Tumblr media
🗣️ Ekonomide Neler Oluyor?
Tüm olumsuzluklar bir arada yaşanmaya başladı.
Bunun bu hale geleceği 12 Eylül sonrası milli üretim ekonomisinden vazgeçmek, özelleştirme ile doğal kaynaklarımızın, üreten ve halka hizmet eden tüm kurumların kardan başka amacı olmayan sermayeye satılarak yurttaşlığın yerini müşteri olmanın almasıdır.
Ekonomide sonuçlar uzun yılların bir birikimi olarak ortaya çıkar.
Bir toplum bütün enerjisini üretmek ve adil paylaşım için harcamak yerine ideolojik bölünmelerin bataklığında slogan ve sembol demogojisi ile harcarsa olacağı çöküntü ve çürüyerek yok olmaktan başka bir sonuç üretmez.
Bizim adımıza bütçe yapma yetkisi verdiğimiz her zihniyet bize ait kaynakları bugüne bizim aleyhimize olan toplumu cahil bırakan diyanet ve toplumu soyan sermayeye aktaran bütçe yapmış olmalarıdır.
İşbirlikçi olan hiçbir zihniyete bütçe yapma yetkisi verilemez.
Bütçe halk yararına yapılmalıdır.
Halktan yetki alıp sermayenin çıkarına hizmet eden iktidarlar fiyatını iyi ayarladığı kendi kitlelerini satın aldığı müddetçe ve satılanlar satılmayanlardan fazla olduğu müddetçe aynı gemi demokrasisi denen çıkmaz herkes için bir kabusa dönüşür.
Ekonomide bugün hangi olumsuzluklar yaşanıyor;
✓ Yüksek enflasyon/hayat pahalılığı,
✓ Develüasyon/dışatınalma gücünün düşmesi, diğer bir ifadeyle milli paramızın diğer paralar karşısında sürekli değer kaybetmesi.
✓ Stagflasyon/yüksek enflasyonlu düşük büyümeli durgunluk,
✓ Resesyon/daralma ve küçülme ile tıkanma. Sıcak para ekonomisi borç para bile bulamaz noktaya gelmesi.
Her ayrı başlık için sayfalarca yazı yazmak mümkün.
Neden bu noktaya geldik ve buradan nasıl çıkarız? Bizim artık kafa yormamız gereken konu budur.
Çözüm için önce bir ilkemizin olması gerekir.
Toplumsal ilkemiz nedir?
Sömürge devam mı etsin? Yoksa sömürge son mu bulsun?
Bugüne kadar ülkemiz sömürge haline ülkeyi yöneten basiret yoksunu ilkesiz işbirlikçi iktidarlar ile bu noktaya geldi.
Ülkemizi yönetmeye talip zihniyetlere baktığımız zaman hepsi mevcut düzenin devamından yanalar.
Toplum kimi seçerse seçsin, oyun değişmeden oyuncu değiştirmek hiçbir sonucu değiştirmeyeceği gibi sömürge dört ayağının üstüne düşecek demektir.
12 Eylül 1980 darbesi öncesi alınan 24 Ocak kararlarının tersini uygulayarak halk yararına devrim yapmak çaredir.
Bunun adı da milli üretim ekonomisine geri dönmektir.
Bu ilkeye sahip ülke yönetmek isteyen tek bir zihniyet yoktur.
Milli üretim ekonomisi talebi halkın talebine dönüşmesi gerekir.
Halkın gazını almak, oyunu alana kadar yanında gözükerek göz boyama siyaseti, devletin imkanlarını seçimi kazanmak için kullanmak, medya ile sermaye ve işbirlikçi siyaset lehine halkı kandırmak devam ettiği müddetçe bizim bu haklı çabamız doğru olduğu halde yaşam bulması olanakzsız talepler olarak görülmeye bir müddet daha devam edecektir.
Acısı artan çoğaldıkça bizim fikrimiz kendiliğinden sahipleri ile buluşacak.
Çünkü sömürgenin sonu yok.
Batı ülkelerinde yaşayanların hayat standartlarının bizden yüksek olmasının sebebi kendimizi onların şirkelerine sömürge ettirmiş olmamızdır.
Batı ikiyüzlü bir işbirlikçi düzendir. Batı halkları bu sömürge sayesinde yüksek yaşam standartlarını yakaladığını bildiği halde savaşa, silaha, sömürüye hiçbir zaman karşı bir duruş ortaya koymamıştır.
Kurtuluş savaşı ile ilk kez dünyada emperyalizmin bu düzenine çomak Mustafa Kemal Atatürk ve Türk Milleti sokmuştur.
Çare yine Atatürk'ün devrim ve ilkelerini savunmak, yarım kalan devrimlerini tamamlamaktır.
Aksi takdirde bir Ortadoğu ülkesi olmaktan öte çok daha vahim bir sömürge düzeni kurmak için sinsi planlar içinde olan sermaye dişlerini ve niyetini bilemeye devam etmektedir.
Onlar çıkarına yetki faşizmi ile iktidar olmak için kolları sıvayan işbirlikçilerden korunmak, oyunlarına alet olmamak şimdilik iştahlarını kırmak adına büyük bir adım olacaktır.
[] Önder Karaçay []
3 notes · View notes
1-yolcu · 4 years
Text
Kısacası bugün gelinen noktada Batı güçlüdür, ama haklı değildir. Aslında hem suçlu, hem de güçlüdür.Çünkü Batı’da ahlâkın gücü değil, gücün ahlâkı hâkimdir.Zulmü, yıkıcılığı, şeytanîliği doğru ve güzel gösteren söylemler üretilir. Buna o kadar çok örnek vardır ki..Meselâ Batılı bir güç. bir ülkeyi işgal ederken orayı “özgürleştiriyoruz” der.Kadını metalaştırırken “kadının zincirlerini kırıyoruz” der. Allah’a itaati hor görür ama insanlara gazoz pazarlarken onlara “susuzluğuna itaat et” der.Meselâ Batılı ülkeler Insan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni yayınladıkları tarihte ABD’de zenciler ile beyazların aynı çeşmeden su içmesi bile yasaktır.Batı “demokrasi ve özgürlük” söylemlerini parlatırken Yahudilerin Filistinlileri, Sırpların Boşnakları, Suriye ve Irak’taki gibi zalim rejimlerin Müslümanları katletmesini teşvik eder.Evet, Batı’nın yıkıcı ve ikiyüzlü karakteri açık…Ama bu, Müslümanların sorumluluğunu azaltmıyor. Müslümanlar, Batı ile uğraştıkları kadar kendi eksikleri ile uğraşmıyor. Istisnalarımız hariç 200 yıldan beri böyle yapıyoruz.“Madem Batı bu şekilde güçlendi, o zaman biz de ne olursa olsun onun kadar güçlü olmalıyız.” mantığıyla hareket ediyoruz.Bu yanlış mantık bize belirli bir güç kazandırdı, ama bu arada ahlâkı kaybettik.
Savaş Ş. Barkçin
16 notes · View notes
derdiderun · 2 years
Text
Tumblr media
“Burası Masumların ve çocukların katledildiği Filistin. Ama katledilenler Müslüman ve ağlayan çocuklar da Avrupalı değil, saçları sarı ve gözleri mavi de değil."
#GazaUnderAttack
122 notes · View notes
kaanozer · 5 years
Text
Yaralarım Benden Önce de Vardı...
Metafiziği altetmek, demişti Heidegger, imkânsız! O, basit bir felsefi eğitim yöntemi değildir. Sanki birilerinin fikrini, kanaatini reddediyormuş gibi onu silip atamazsınız. Nietzsche'nin "hakikat sorunu" konusunda vurguladığı gibi, Dünya'nın Batısında yaşayan bir insan türü "metafizik" olmadan değil düşünmek, yaşayamaz bile. Bilginin "bir şeyleri bilmesi" modern metafizik varlıkbiliminin temelini atan Descartes'tan beri, Batı düşüncesinde neredeyse Varlığın tanımının ta kendisi haline geldi. Tanım ise kesinliktir. Freud, Heidegger ile paralel okunması gereken bir pasajında çağımızın çağrısını dışavurmuştu: Bana hakikati değil, kesinliği ver. Nereden geliyor bu garip emniyet tutkusu, güvenli kesinliğe bunca yakarış? Heidegger aşağıdaki satırları yazarken, bir anlamda onun felsefi damarlarından biri olan Ernst Jünger'in erken dönem eskatolojisinden pek uzakta değildir: "Varlık ilk hakikatinde olurken, istem olarak Varlık kırılmalı, dünya mahvolup gitmeye bırakılmalı, insanlar yalnızca emekleriyle başbaşa bırakılmalı. Ancak böyle bir çıkış sonunda Köken'in aniden bir yerlere oturması uzun bir zaman sürecek şekilde mümkün olacak... İşte bu olay daha şimdiden gerçekleşti. Bu olayın sonuçları dünya tarihinin bu yüzyılda başından geçen olaylardan başkası değildir." Bahsedilen "sonuçlar"ın Ernst Jünger'in doğumevi, yani Birinci ve İkinci Dünya Savaşları olduğu besbelli. Onu Heidegger'den ayıran tek belirti, iki savaş arasının adamı olmaktan çok, savaşın kendisinin adamı olmasıdır. Birinci savaşın romantik gazisi; ikinci savaşın kaçağı... Ve iki savaş arasında, tıpkı Heidegger gibi, bilim ve teknolojilere dair yazıp durması da türdeş kılmıyor Jünger'in eserini -ne Heidegger'le ne de kendisiyle. Sonuç olarak 1895'te orta sınıf bir kimyacının evinde başlayıp 102 yıl savaşlarla ve barışlarla, umutsuz-umutlu çıkış ve gerileyişlerle geçen bir yaşamdan bahsediyoruz. Jünger'in "dönemeçleri" (Kehre) kuşkusuz Heidegger'inkinden daha fazla sayıda ve daha belirgin: Orta sınıf evde baba otoritesi (ileride Thomas Mann'ın üslubundan sürekli şikayet edecektir), artı baskıcı katolik okulları, ikili bir kaçış istemini kaçınılmaz kılacaktır: Aşırı okumalar yoluyla kaçış ve "dışarıya", "başka bir yaşama" doğru. Birincisi yazar Jünger'i, ikincisi asker Jünger'i yaratacaktır. Aslında anti-semitizmden başka pek bir özelliği olmayan Wandervogel (Yitik Kuşlar) gençlik grubuna "belirsizce" katılışı hem aydınlık değildir hem de onu kesmez. Fransız Yabancı Lejyonuna yazılarak Afrika'ya gider, Kilimanjaro yollarında kaybolunca, ailesi tarafından Alman Dışişleri marifetiyle geri getirtilir. Neyse ki, Birinci Dünya Savaşı patlak verir de genç adam "burjuva" dünyasından bir kez daha uzaklaşmak fırsatını bulur -cephede çeşitli birliklere kumanda eder, defalarca yaralanır, savaşın sonunda Alman Ordusunun en yüksek Liyakat Nişanıyla onurlandırılır. Savaşın Jünger'in hayatında bir dönüm noktası olduğunu söylemek yetmez. İki savaş arasında yazdığı ilk eserlerin temaları, bir taraftan Jungkonservative (Genç-Muhafazakar) sağcı ideolojilere bağlanıyorsa, öte yandan derinden derine bir "savaş uygarlığının" portresini çizerler. Üstelik, yakın dostu, Die Totale Staat'ın (Topyekün Devlet) kuramcısı Carl Schmitt'ten bile daha derin bir eleştiriyi "burjuva romantizmi"nin dünyasına karşı yöneltecektir: Bu son savaş ülkeler arasında geçmedi -biri geçmekte olan, ikincisi gelmekte olan iki çağ ve iki yaşam tarzı arasında geçti. 19. yüzyıl burjuva ferahlığının, geleceğe yönelik orta sınıf düşleminin dünyası, bütün hatlarıyla ve kurumlarıyla geleceğin bu saldırısı altında tuzla buz olmaya gidiyorlar. Ve kazananı kaybedeni olmayacak bu savaşta geleceğin saldırısı global bir endüstriyel toplumdan gelmektedir -Der Arbeiter'da (İşçi) vurgulandığı gibi, barış zamanı emek örgütlenmesi, ağır demir-çelik ve metalurji endüstrilerinin gerektirdiği gibi, ordudaki askeri örgütlenmenin tıpkısı olmaya doğru gitmiyor mu? İşçi=asker eşitliği işte bu "gelecek dünya"dır. Anlıyoruz ki Nazilerle ilk flört yıllarındaki Jünger, henüz "ütopyasız"dır ve bu ateş, çelik, kan dünyasını belli belirsiz bir nihilizmle onaylamış görünmektedir. Yine de Max Weber gibi liberallerle, Sombart gibi "tutucu-devrimci" iktisatçıların özellikle Alman kulaklara hoş gelen bir çözümlemesi söz konusudur yalnızca: Ağır endüstriyel kurumlaşma otoriter devleti, hafif endüstriyel stratejiler ise Batılı, liberal ve demokratik devleti sırtlarında taşırlar. Diyebiliriz ki "faşist" Jünger, liberal öncülerinden daha samimidir bu formül konusunda: Madem böyle bir gelecek kaçınılmaz bir surette yeryüzünü egemenliği altına alacaktır, o zaman her düzeyde onunla anlaşmaya çabalamak gerekir: Makine bireyi saracak ise, birey de makinayla bütünleşecek ve ülkelerin çelik ve asfalt damarlarından akacaktır. Bu düşüncelerin eş-titreşime girdiği bir felsefe vardır: Spengler ile Stato totalitario öğretmeni Giovanni Gentile... Bir de siyasal grup vardır -sonradan Hitlercilere ters düşecek Ernst Niekisch'in "milliyetçi Bolşevikleri"... Kısaca söylemek gerekirse, Jünger'in de hatırı sayılır katkılarda bulunduğu kafa karışıklığı had safhadadır. Yine de Jünger'in kafa karışıklığı, Nazilerin yükseldiği dönem boyunca farklı türden, kendine özgüdür: Erken gençlik yıllarında başlattığı innere Emigration (içeriden göç), onu politik eylem alanına gönül ferahlığıyla dalma konusunda rahatsız etmeyi sürdürür. Çok geçmeden, onun iki ana formülünün, şu Neue Topografie (Yeni Topoğrafya) ile Die Totale Mobilmachung'un (Topyekün Seferberlik) üzerine atlayan Naziler ile örtük bir bozuşma sürecine girecektir. Formül oldukça politik ve tuhaftır: Her şey tamam da Goering gibi bir adamın Reichswehr'in başında işi nedir? Sorunun daha derin çatlaklardan kaynaklandığı zamanla belli olur. Jünger, Hitler savaşı çıkarana dek Nazilerden gizli uzaklaşmasını sürdürür. Savaş yılları bir nevi sürgündür -Fransa ile Almanya sınırında Kirchorst'da çakılır kalır. 1944 yılında ise, oğullarından ikisini de kaybeder -birini cephede, ötekini kendisinin de desteklediği anlaşılan Hitler suikastı sonucu, kurşuna dizilmiş olarak... Alman ordusu, Nazilerle süregiden iktidar mücadelesi içinde eski harb gazisine kol kanat germiştir. Ama savaş yılları bir kez daha Kehre'ye yol açar -artık çağdaş Alman edebiyatının en güçlü yazarı sahneye girmekte, büyük dönüşüm yepyeni bir "topoğrafya" üzerinde tamamlanmaktadır -Auf Der Marmorklippen (Mermer Yalıyar) kitabı 1939'da, herhalde büyük bir cesaret gösterisi olarak yayımlandığında artık ikinci bir Jünger ile karşı karşıyayız. İki kardeş, Akdeniz'de bir kayalık yalıda, sakin bir köye çekilirler. Tehditkar Ormanlı'nın saldırısı yaklaşmakta, kasabanın kenarlarını sarmakta, iç huzuru mahvetmektedir. Ve iki kardeş inanılmaz bir şey yaparlar: Başka bir sakin köye çekilirler! Kaçış çizgisinin böyle bir formülü hem eşsiz hem de tuhaftır. Formülleri en yalın halleriyle tesbit edilmeksizin Ernst Jünger okumak, biraz edebi-şiirsel hazdan öteye eserin gerçek anlamda kavranmasına götürmeyecektir. İçeriden göçün formülü şudur: Saldırı başgösterdiğinde bir adım geriye kaçacaksın... Benzeri bir formül, o dönemin jurnallerinde de başgösterir -savaş ve yıkım en çılgın dehşetiyle devam etmekte iken "sükunet"! Bu sükunet ise asla teslimiyet değildir: Her şey bittikten sonra savaşa sarfedilen onca ömrün ardında, alaycı, geride kalacak olan bazı şeylerle, doğayla, yollarla, tarlalarla çok gizli bir suçortaklığı vardır. İkinci bir formül ilkini tamamlamaya gelir: Nihilizm her türlü düşünceye oranla daha şanslıdır. Dünyanın akışının muazzam sürati, en hareketsiz parçacığı, bir tohum tanesini bile mutlak bir güce eriştirir. Artık en yumuşak en serttir... Böylece Ernst Jünger'in eserinde bazı formüllerin işbaşında olduklarını, yazınsal uzamın içinde çoğu zaman apansız ama son derece büyük bir keskinlikle sivrilmekte olduklarını söylemiş oluyoruz, Die Glasernen Bienen (Sırça Arılar) tedirginlik verici ölçüde "neşeli" birkaç formül sunmaktadır -özellikle etik ve ahlak konularında. Her zamanki gibi bir savaş gazisidir ve harb yıllarında ince beceriler gerektiren top mermisi sanayiinde istihdam edilmiş, savaş sonrasının "doğal" ortamında iş bulamamaktadır... Çeşitli işler arasında sözgelimi sigortacılığı deneyecektir. Savaş sonrası için en "olanaksız" iş! Hangi kapıyı çalsan eksik kol ve bacaklar... Nihayet Hearst benzeri ütopyacı bir zenginin malikâne-fabrikasında üst düzey sekreterlik gibi bir iş bulur -hafiften kaçık patronu dev metal endüstrilerinin korkunçluğundan uzakta, çok küçük robotçuklar yapımına tüm sermayesini vakfetmiştir: Cam arılar. Ve tıpkı Jünger gibi koleksiyon meraklısıdır: Savaş araçları, yitik organ parçaları ve savaş hekimliği malzemeleri -"kopartılmış kulakların, organların vahşi sergisi şok etmişti beni", diyor Jünger. Eski savaşların imgeleri arasında (ne İlyada'da ne de başka bir yerde) savaş kol bacak kaybetmelerle, sakatlıklarla ilgilenmez. Ancak hilkat garibesi devlere ya da demonlara yakıştırılır sakatlıklar: Tantalos, Prokrustes... Oysa günümüzden şu manzaraya bakın hele: Utangaç ve övüngen, ikiyüzlü savaş hekimliğinin hemen sarılıverdiği "neşter ahlakına" bakın. Ya da tren istasyonlarında toplanan sakat dilenciler ordusuna. Ve işte eserin ana formülü: Sakatlıkların kazalardan kaynaklandığını düşünmek "optik" bir yanılgıdan başka bir şey değildir... Dünya ve tarih henüz rüşeym halindeyken sakatlanmış bir ırk olduğumuzdan gelmektedir bunca kaza başımıza... Böyle bir "optik yanılgı" teması hem poetik hem de derinden felsefi-politik mesajlar taşımaktadır: Jünger gibi I. Dünya Savaşı'nda yaralanan ve ömür boyu bir yatağın yalnızlığına terkedilen Fransız şair Joe Bousquet'nin Stoacı formülüyle buluşması şaşırtıcı değildir -"yaralarım benden önce vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum..." İlerlemenin, "kayıp" ve "eksiklik" üzerine kurulmuş bir uygarlığın vazgeçemediği bir efsane olması kolayca anlaşılabiliyor. Muhafazakar Jünger artık bazı tedbirler önermek zorunda hisseder kendini -Kant'ın "ahlak doktrini"ne uygun yaşamaya çalışmak ne mene bir hayat getirir? Biraz ana-baba terbiyesi daha önemli değil mi? Böylece, devler dünyasına yönelen erken Jünger'in aksine, savaş sonrasının Jünger'i ısrarla "küçük şeylere", ufak ayrıntılara, minimalizme yönelecektir. Adorno'nun Minima Moralia'sında olduğu gibi, "efendiler kültü"nün, çağdaş tiranlıkların derin bir sosyal eleştirisidir bu.
Ernst Jünger'in Kehre'sinin mutlak olduğunu asla düşünmemek gerekir. Önce onaylayarak ortaya attığı temalar (sanayi-savaş, geçmiş-gelecek, nihilizm) geç dönem eserlerinde bir kez daha ortaya atılırlar: Bu kez derin ve minimal bir toplumsal eleştirinin yeğinliğiyle. Yazınsal saydamlık ve minimal etkilerin edebi kudreti bu eserin formüllerini gölgelememektedir. Ernst Jünger'in eseri bize şunu söyler: Dünya, Tarih ve Hayat, büyük harflerle başlasalar da hep küçük şeylerin gücüyle ayakta dururlar.
Ernst Jünger, Mermer Yalıyar, Çeviren: Ersel Kayaoğlu (İstanbul: Can Yayınları, 1996), 128 s.
Virgül 4, Ocak 1998, s. 42-43
3 notes · View notes
haberinzamani · 2 years
Text
Binali Yıldırım: Batı medeniyeti gibi ikiyüzlü siyaseti kabul etmiyoruz
Binali Yıldırım: Batı medeniyeti gibi ikiyüzlü siyaseti kabul etmiyoruz
AK Parti Genel Başkan Vekili Yıldırım, Etimesgut Belediyesi Türk Tarih Müzesi ve Parkı’nı ziyaret etti. Yıldırım’ı burada MHP Genel Başkan Yardımcısı Sadir Durmaz ve Etimesgut Belediye Başkanı Enver Demirel’in yanı dizi partililer karşıladı. Karşılama sırasında konuşan Yıldırım, “Kadınlarımızın önümüzdeki süreçte her alanda daha fazla yer alacağına hiçbir tereddüttüm yok. Son 20 yılda…
View On WordPress
0 notes
ilkhaberler · 2 years
Text
Binali Yıldırım: Batı medeniyeti gibi ikiyüzlü siyaseti kabul etmiyoruz!
Binali Yıldırım: Batı medeniyeti gibi ikiyüzlü siyaseti kabul etmiyoruz!
AK Parti Genel Başkan Vekili Yıldırım, Etimesgut Belediyesi Türk Tarih Müzesi ve Parkı’nı ziyaret etti. Yıldırım’ı burada MHP Genel Başkan Yardımcısı Sadir Durmaz ve Etimesgut Belediye Başkanı Enver Demirel’in yanı dizi partililer karşıladı. Karşılama sırasında konuşan Yıldırım, “Kadınlarımızın önümüzdeki süreçte her alanda daha fazla yer alacağına hiçbir tereddüttüm yok. Son 20 yılda…
View On WordPress
0 notes
katrekoleksiyoneri · 2 years
Text
ali bulaç röportajından: "Muhafazakâr aydınlarımız 18'inci yüzyıl akılcılığı ve 19'uncu yüzyıl pozitivizmiyle, Sünni paradigmanın iflas ettiğini söylüyorlar" İslami düşüncenin kriz içinde olduğu, modern(ist) ve postmodern(ist) düşünce karşısında cılız kaldığı ya da üretemediği vb argümanlar, İslamcı ve Müslüman simalar tarafından tartışılıyor. İlginçtir Batı'da ise; Immanuel Wallerstein, Jean Baudrillard, John Esposito hatta Jürgen Habermas gibi isimler ise Batı'nın tıkanıp, modernizmi sorgular oldukları böylesi bir dönemde, İslam'ın dünya sistemine ruh katabileceği veya imkânları konuşuluyor olmasını neyle izah etmek gerekir sizce?
Ali Bulaç: Önce bir yanlışı düzeltmek lazım. Kriz içinde olan İslam değil, Müslümanlardır. İslam'ın krizi dediğimiz zaman edebi bir cümle kullanmış oluyoruz, bunun ise bir gerçeklik değeri yok. Elbette İslam ile Müslümanlar arasındaki ilişki birbirlerinden büsbütün kopuk değildir. Bakış açısına göre İslam Müslümanların hem aynıdır hem gayrıdır; ama ne aynıdır ne de gayrıdır.
Batı'da sözünü ettiğiniz düşünce adamları, tecrübe etmekte oldukları beşeri bir havzanın içinden kendilerine ve dünyaya bakıyorlar. Almanların ünlü filozofunun Batı'nın dünyaya sekülerlikten ve sekülerliğin nihilizminden başka bir ihraç ürünü kalmadığını söylemesi önemli değil mi?
Keza yakınlarda vefat eden Wallerstein, liberal kapitalizmin nasıl bir "dünya sistemi" haline gelip derin ve ikiyüzlü, ahlaksız eşitsizliklerin sebebi olduğunu açıklıkla ortaya koymadı mı?
Bizim pozitivist Aydınlanmacılarımız gibi, dindar-muhafazakâr aydınlarımız da hala 18'inci yüzyıl akılcılığı ve 19'uncu yüzyıl pozitivizminden bakıp Sünni paradigmanın iflas ettiğini söylüyorlar.
Tabii ki Sünniliğin ve Şiiliğin çok sayıda sorunu var, temel varsayımlarıyla yeni bir dünya kurulamaz, bu da doğru; ama onların krizde olduğunu söyledikleri Sünnilik veya Şiilik'i bahane ederek kastettikleri İslam'dır.
Peki, ben bu geç kalmış dindar-muhafazakâr Aydınlanmacılara soruyorum:
a- Sizin referans aldığınız, idealiniz olan bugünkü modern ve postmodern dünyadan başka bir şey mi? Öyle ise eğer, yukarıda isimlerini saydığınız filozofların eleştirilerinin bir anlamı, değeri yok mu? Kertenkele deliğine girdiler diye biz de batılıların kertenkele deliğine mi girelim?
b- Sünni ve Şii doktrinleri eleştirmek hem hakkınız hem göreviniz ki ben de eleştiriyorum. Peki, eleştirirken hangi usulü kullanıyorsunuz? Neye göre eleştiriyorsunuz? Tarihte Müslümanların geliştirdiği düşünme usulü, fıkıh usulü bütün imkânlarını kullandı da, tükendi mi?
"Liberallerin, 'Batı haklar ve özgürlükleri formüle etti, paket halinde uygulayalım' yaklaşımları, tipik bir Kemalist konformizmdir"
Bu zatların eleştiri ve itirazları sadece zihinsel bir konformizmdir. 2000'lerde Türkiyeli liberallerle tartışırdık. Onlar derlerdi ki, "Haklar ve özgürlükler konusunda yeni araştırmalar yapmaya gerek yok. Batı yeterince araştırdı, düşündü ve formüle etti. Paket halinde alıp uygulayalım."
Bu tipik bir Kemalist konformizmdir. Oranın mutfağında pişti, sen servisi yap otur ye!
Eyvallah, Batı'nın geldiği nokta küçümsenemez, büyük ve değerli bir beşeri tecrübedir, bundan azami derecede istifade edeceğiz. Ama o mutfakta ya bazı yemeklerde likör ve domuz eti kullanılmışsa sen alıp yiyecek misin?
Senin hiç mi değerler sistemin, hassasiyetlerin, kırmızı çizgilerin yok? Hem Batı'dan olduğu gibi ithal ve iktibas ayıp değil mi? Sen hiç mi katkı yapamazsın?
Batı kendini acımasızca eleştiriyor, senin ithal ve iktibasların bu eleştirileri görmezlikten geliyor, mevcut bu durum maalesef gelinen noktanın çok gerisinde kalıyor.
Dikkat edin, İslamcılığın öldüğünü, Sünnilik ve Şiilik üzerinden aslında İslamiyet'i marjinalleştirmek, özelleştirmek ve izafileştirmek isteyenlerin, gidip kendilerine seçtikleri "yeni yerleri" laiklik, ulus devlet, Kemalizm veya iki buçuk milyar insanı canından bezdiren Sosyalizm-Marx süblimasyonudur./
0 notes