Tumgik
#diktys
Text
10 notes · View notes
ay4hlive · 11 months
Text
BKD
BKD atau Beban Kerja Dosen adalah suatu sistem yang digunakan di beberapa negara, terutama di Indonesia, untuk mengukur dan mengelola beban kerja dosen dalam lingkungan perguruan tinggi. Sistem BKD digunakan untuk mengukur dan memperhitungkan besarnya beban kerja yang harus dijalankan oleh seorang dosen dalam satu semester atau satu tahun akademik. Tujuan utama dari BKD adalah untuk memastikan…
View On WordPress
0 notes
lampung7com · 2 years
Text
2 Kandidat Kuat Penerus Rektor Universitas Lampung Masih Wajah-wajah Lama
2 Kandidat Kuat Penerus Rektor Universitas Lampung Masih Wajah-wajah Lama
LAMPUNG7COM | Senat Universitas Lampung ( Unila ) mengadakan rapat dengan agenda penetapan calon rektor Unila periode 2023-2027, pengantaran tahapan pemilihan rektor (Pilrek), serta memikat tata tatanan pilrek periode 2023-2027. Rapat senat yang berlangsung di ruang sidang rektorat utama, Selasa, 6 Desember 2022 ini dipimpin Ketua Senat Unila Prof. Dr. La Zakaria, S.Si., M.Si., didampingi…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
korkutkalkan · 2 years
Text
Yunanistan, Kos Adası’na sözde soykırım anıtı dikti
Yunanistan, Kos Adası’na sözde soykırım anıtı dikti
Yunanistan’ın Ege Adaları ile Batı Trakya’da ABD işbirliği ile silahlandırmayı sürdürürken Türkiye ile yaşadığı gerginliği bu kez Muğla’nın Bodrum ilçesine 7 mil uzaklıktaki İstanköy (Kos) Adası’na sözde Pontus Helenizmi Soykırım Anıtı dikerek arttırdı. Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerginlik üst düzey yöneticileri arasında artarken anıtın açılışının dün düzenlenen tören ile yapılması…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
kadinbakisi · 2 years
Text
Merve Boluğur'un After Parti Kıyafeti
Merve Boluğur’un After Parti Kıyafeti
Ünlü oyuncu Merve Boluğur, bir süredir birlikte olduğu sevgilisi Dj Mert Aydın ile dün akşam evlendi. Çiftin düğünü Fuat Paşa Yalısı’nda gerçekleşti. Nikahı Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen kıydı. Aslı Hünel, Bülent Kuş, Çetin Yılmaz, Nurettin Doğan ve Murat İşgel şahit oldu. İkilinin ses getiren düğününde giyilen kıyafetler ilgiyle takip edildi. Merve Boluğur ilk olarak Tolga Çam imzalı…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
subliminaltecavuz · 1 month
Text
Tumblr media
Deniz dalgalı, şehir ise sessizdi. Bütün tüccarlar dükkanları çoktan kapatmış, dışarıda sadece hırsızlar, fahişeler ve evsizler kalmıştı. Şehir her ne kadar sessiz ve karanlık olsa da bu söylenenlerin dışında olan tek bir yer vardı. Şehrin hanı olan DAveram. DAveram'ın içi sesten geçilmiyordu ki sadece ses değildi problem. Herkes sarhoştu ve bu sarhoşlardan faydalanmak isteyen fahişeler ile hırsızlar da olay yerine yakınlardı. DAveram şehirdeki tek han ve tek eğlenilecek yerdi. Bu yüzden de herkesin ortak noktalarından biriydi. Hanın sahibi Etienne Delcroix illa ki handa olur ve her gün mütemadiyen çıkan kavgaları sakinleştirmek için hazır ol da beklerdi. Etienne Delcroix'in Kral Ephilianus Ravelin ile arası oldukça iyiydi ve bu da onu konumunda tutmaya yeterken, aynı zamanda elini güçlendiriyordu. Han sıradan bir günmüş gibi sarhoşların kavgalarına ve kusmalarına şahitlik ederken, kimileriyse mutluluktan içiyor ve resmen deliler gibi eğleniyorlardı. Sadece içerek de eğlenmiyorlardı, handa çalışan soytarı Sven Sibley'de handaki kimseleri eğlendirmek konusunda, özellikle de sarhoş kimseleri eğlendirmek konusunda son derece başarılıydı. Handa adım atılacak yer yoktu ve her masada bir kız dans ediyor, erkekler ceplerinde bulunan son birkaç bronzu da kızların göğüslerinin arasına atma yarışması yapıyorlardı. Kavga yok denecek kadar azalmıştı ve bu hem içeride kendi halinde eğlenen halk için hem de Etienne Delcroix için çok iyi bir haberdi. Saniyeler saniyeleri, dakikalar dakikaları ve saatler saatleri kovaladı. Bronzu bitenler handan yaka paça kovuluyor, parası bittiğini bilen kimseler ise kendi istekleriyle DAveram'ı terk ediyordu. Kısacası artık gecenin ilerleyen saatleriydi ve müdavim sayılacak zenginler kalmıştı handa. Hanın çalışanlarından biri olan Viola Velin masaları temizliyor, Sven Sibley ise insanları güldürmeye devam ediyordu. Birkaç dakika içinde hanın kapısı açıld�� ve içeri bir yabancı girdi. Üzerinde simsiyah bir pelerin vardı ve yüzü seçilemeyecek kadar az gözüküyordu. Yabancıyı ilk fark eden kişi Viola oldu ve ilk işi Etienne Delcroix'in yanına gitmek oldu.
"İçeriye giren adam da kim?"
Etienne baştan aşağı süzdü yabancıyı fakat yüzü seçilmiyordu.
"Gecesini güzelleştirmeye gelen herhangi biri." dedi fakat kendinden çok da emin değildi.
Viola omuz silkti. Yabancının hana eğlenmek veya bir şeyler içmek için gelmediğini düşünüyordu. Viola'ya göre yabancı buraya bir amaç için gelmişti. Zaten kıyafetlerinden ve davranışlarından bu kolaylıkla anlaşılıyordu. Viola bir kez daha döndü ve sildiği bira bardağını masaya koydu.
"Gidip konuşmaya ne dersin?" diye sordu fakat Etienne çok da oralı olmamıştı. Viola bu duruma sinirleniyor, aynı zamanda içini garip bir korku da kaplıyordu. Yabancı etrafını iyice kontrol ettikten sonra Etienne ve Viola'nın olduğu yere geldi.
"Bira," dedi fakat onlara bakmıyordu.
Viola gözlerini dikkatli bir şekilde Etienne çevirdi ve ne yapacağına baktı. Etienne sakince temiz bir bardağa bira koyup yabancıya uzattı. Yabancı arkasını dönüp birayla dolu bardağı kavradı ve tekrardan eğlenen insanlara döndü ve onları izlemeye devam etti.
"Birini arıyorum," dedi yabancı. Eğlenenleri izlemeye devam ediyor ve birasını yudumluyordu.
Etienne ilk olarak Viola'ya bir bakış attı, ardından tekrardan yabancıya dönerek, "Burada kimseyle ilgili bilgi veremiyoruz bayım," diye yanıtladı yabancıyı. "Kusura bakmayın."
Viola hemen gözlerini yabancıya dikti ve tepkilerini ölçmeyi denedi fakat yabancı ne bir tepki veriyordu ne de herhangi bir şey yapıyordu. Beş, on saniye kadar hiçbir şey demeden öylece eşrafı izlemeye devam etti. En sonunda buz gibi birasından bir yudum daha aldı.
"Irkınızdan birini arıyorum," dedi yabancı ve sesini bir nebze de olsa yükseltti. "Bir insan."
Etienne adamın söylediklerini pür dikkat dinliyor aynı zamanda Viola'yla birbirlerine bakıyorlardı. Artık sadece Viola'nın değil, Etienne'nin de içini huzursuzluk kaplamıştı. Yabancı ortamda oluşan sessizlikten sonra masaya doğru döndü ve birasını masanın üzerine koydu. Birkaç saniye kadar bekledikten sonra gözünü Etienne dikti. Etienne'nin derisi buz kesmişti.
"On dokuz yaşında ve kızıl saçları olan bir insan," dedi ve gözlerini hiçbir koşulda Etienne'den ayırmadan devam etti. "Windripcliff'te olduğunu duydum."
Etienne iyice ne cevap vereceğini şaşırmıştı. Viola bu durumu en hızlı şekilde fark etti ve sözü devraldı.
"Yüzlerce kıza ev sahipliği yapıyor şehrimiz," dedi ve bunları derken sakin kalmaya çalıştı. "Kral Ephilianus Ravelin son derece halkına düşkündür. Erkekler ve kadınları asla ama asla ayırmaz. Hem ayırsa da eminim ki kadınların hakları erkeklerden daha iyi olur."
Yabancı kafasını Viola'ya doğru çevirdi ama ona bakmak yerine boşluğa bakmayı seçti.
"Kralının düşünceleri ile ilgilenmiyorum," dedi yabancı ve bunları söylerken sesini bir nebze yükseltti. "Kızı arıyorum."
Viola terslenmesinin verdiği şaşkınlığı yaşarken arkadan gürültülü bir şekilde Sven Sibley sohbete dahil oldu.
"Şuradaki pembe elbiseli kısrağı gördün mü?" diye hanın arka sıralarında oturan kızı gösterdi Viola'ya. "Esprilerim karşısında sütü daha yeni sağılmış bir ineğin memeleri gibiydi memelerinin ucu."
Viola normal şartlarda bu esprilere güler eğlenirdi fakat gülümsemek yerine kafasını yabancıya geri çevirdi ve tam o sırada Sven ortamdaki soğukluğu hissetti. Hayatı boyunca hiç gülmeyen bir cüceyi bile güldürebilecek birisiydi Sven ve bu yeteneğe sahip olduğunun farkındaydı. Bu yüzden şansını denemek istedi ve gözlerini yabancının üzerine dikti.
"Çok şanslısın çünkü bu içkiyi her yerde içemezsin. Bu içki için annemi birkaç defa tokatlamışlığım bile var. Babamı dört tane kırma orospu çocuğu ile aldattığı için değil, Etienne'in içkisini alıp o orospu çocuklarına sattığı için!" diye sesini yükseltti Sven. "Her şeye rağmen anne, satsan da satılmıyor diye bir söz var ama bu benim için geçerli değil. Geçen hafta onu yaşlı bir ibneye kırk gümüş karşılığında satıp biraları tutacağımız yeni variller aldık. Babam zaten bir cadı tarafından büyülendi ya da iyice kafayı yedi. Annemi nedendir bilmem evde duran askılıklardan biri sanıyor."
Sven anlatmaya devam ederken yabancının suratı bir nebze bile gülmedi. Konunun düşündüğünden çok daha ciddi olduğunu o an iyice kavradı Sven fakat iş işten geçmişti.
Yabancı birasını tekrardan eline alıp Sven'e döndü, "On dokuz yaşında ve kızıl saçları olan bir insanı arıyorum," diye yineledi sorusunu. "Gördün mü?"
"Burası Windripcliff. Birçok genç kız var ve bazılarının saçları da kızıl."
"Saçları ateşte kavrulmuş gibi kızıl ve normal bir kızdan daha uzun boyda."
"İsmini bilmiyor musunuz?" diye araya girdi Etienne ve yabancıya pür dikkat bakmaya devam etti. "Normal şartlarda yardımcı olamayız ama istisna olabilir."
Yabancı elindeki biradan bir yudum daha aldı ve kafasını salladı aheste aheste.
"Ilgım," diye yanıt verdi Etienne'e. "Kızıl Cadı."
Sadece Etienne değil, sohbetteki herkes böyle bir ismi ilk kez duyuyor gibiydiler.
"Windripcliff'e özgü bir isim olduğunu sanmıyorum," dedi Viola. "Çevre şehirlerde de olduğunu sanmıyorum ama yine de bakmanızı öneririm. Kim bilir belki de bilen birileri karşınıza çıkar."
Yabancı kafasını salladıktan sonra birasını masaya geri bıraktı ve ayağa kalktı. Birkaç saniye boyunca üstünü temizledikten sonra cebinden tek bir gümüş çıkardı ve Viola'ya uzattı.
"Bira iki bronz," dedi Viola. "Bu fazla."
Yabancı, Viola'nın almadığı gümüşü masaya koydu ve, "Bugün gümüş, yarın çelik," dedi. Savaşı kastediyordu ve ortamdaki herkes bu iğnelemeyi anlamıştı. Viola cevap vermek istese de bir türlü kelimeler ağzından çıkmıyordu.
Sven'in ise kaşları çatıldı ve handa halen kendilerine yardımcı olabilecek kadar insan olduğu aklına geldi. En fazla ne olabilirdi ki?
"Burada bizi tehdit etmen için hiçbir sebep yok dostum," dedi ve vücudunu dikleştirdi. "Nerede olduğunun farkına var."
Yabancı duraksadı. Yavaşça yüzünü Sven'e doğru döndü ve baştan aşağı süzdü. Sven hala dik duruyor ve kendine güveniyordu fakat yabacının da kendine olan güveni bariz şekilde ortadaydı. Yabancı birkaç saniye kadar daha bakındıktan sonra Sven'e doğru bir adım daha attı ve o adımı atar atmaz yabancının kokusunu aldı Sven. Buram buram kokan bir nane vardı ve bu genelde elfler de oluyordu fakat ne bir elf kadar uzun ne de bir elf kadar teni sarıydı. Yabancı iyice Sven'e yaklaştı ve gözlerini gözlerine dikti. Ortalık karışabilirdi ve bu istenecek son şeylerden biriydi. Bu yüzden Etienne hızlı şekilde aralarına girdi.
"Lütfen yapmayın," dedi Etienne aceleyle. "Biranız bu seferlik bizden olsun beyim."
Yabancı üzerindeki pelerini düzeltti ve tam gitmeye hazırlanırken içeri bir kişi daha girdi. Sapsarı saçları ve kalçasına kadar uzanan yırtmacıyla bütün gözler kendisine dönmüştü. İçeri giren kişi Jeanne Magseric'ten başkası değildi.
"Fare kokusu alamayacağım bir içkin varsa çok iyi olur Etienne," dedi Jeanne. "İçtikten sonra kusmak istemiyorum."
"Biralarımız her zaman olduğu gibi tertemiz ve buz gibi Jeanne," diye cevap verdi Etienne ama aklı yabancıdaydı. "Hemen getiriyorum."
"Elfler yine bir şeyler karıştırıyorlar ama anlayamadım," dedi Jeanne ve etrafına bakındı. "Birkaç saat önce ormanı ateşe vermişler. Mecia ve Jocelyne büyü güçlerini kullanarak bile zor söndürmüşler yangını."
Yabancı Jeanne'nın dediklerine kulak misafiri oluyor ve pür dikkat dinliyordu fakat bunu Viola fark etmişti.
"Birini ya da birilerini arıyorlarmış galiba," dedi Sven ve Viola'ya bakındı. "Umarım çevremizde bir elf ajanı yoktur."
Viola iyice şüphelenmeye başlamıştı ve daha fazla dayanamayıp yabancıya doğru bir adım attı.
"Umarım bir elf değilsindir," diye fısıldadı. "Yoksa askerleri çağırmak zorunda kalırım."
Yabancı birkaç saniye kadar tepkisiz kaldığı bu yarım yamalak ithama karşılık olarak Viola'ya döndü.
"Elf değilim," dedi ve üstündeki pelerini çıkardı. Viola resmen olduğu yerde kalakalmıştı. "Kızın nerede olduğunu biliyor musunuz?" diye tekrardan sordu yabancı.
Viola'nın karşısında duran yabancı Vika'ydı. Elflerin insan generali! Jeanne tutuk bir şekilde ayağa kalktı ve Vika'ya baktı. Viola'nın ise resmen donakalmıştı.
"Askerler dışarıda fink atıyor," dedi ve geri geri adımlar attı. "Yanlış bir şey yaparsan buradan canlı çıkamazsın."
Bunu duyan Etienne ve Sven hızlıca arkalarını dönüp Vika'ya baktılar. Sven'in resmen nefesi kesilmişti çünkü demin diklendiği adam Cadı Avcısıydı.
"Askerleriniz buraya gelene kadar ölmüş olursunuz," dedi Vika. "Kızın Windripcliff'te olduğuna dair haberler aldık. Buradaysa ve yerini söylemiyorsanız kaderiniz çok uzun yazılmamış olacak."
"Söylediğin kızın kim olduğunu dahi bilmiyoruz. Söylediğin isim yurdumuzda kullanılan bir isim değil," diye cevap verdi Sven. İçinde korku ve bir o kadar da pişmanlık vardı. "Burada olsa emin ol bilirdik."
"Kız buraya gelecek olur ve haberimiz olmazsa sizin için geliriz," dedi ve gözlerini Etienne çevirdi. "Aileleriniz var ve onlarla ilgili her şeyi biliyoruz."
Sven ve Etienne buz kesmişçesine duruyor, Viola ve Jeanne ise korku dolu bakışlarla dinliyorlardı Vika'yı. Cadı avcısı pelerini tekrardan üzerine aldı ve kendinden emin bir şekilde handan yürüyerek çıkıp gitti. Vika'nın çıktığını görür görmez Viola ilk bulduğu sandalyeye oturdu ve derin derin nefesler almaya başladı.
"Bu adamı tanıyorum ama tam olarak kim bilmiyorum," dedi ve diğerlerine bakındı Jeanne. "Neden bir kız arıyor?"
"Elflerin insan generali," dedi Etienne donuk bir sesle. "Hain olan."
"Elf değil ki," diye araya girdi Jeanne. Kafasında oluşan soru işaretlerini herkes yüzünden okudu. "Elfler bir insanı nasıl general yaparlar?"
Etienne kafasını iki yana salladı ve derin bir nefes aldı ama sanki aldığı nefesler ona iyi gelmiyormuş gibi hissetti.
"Gadanfar kalesi kuşatmasında orada olan bir çocuk olduğunu söylüyorlar." dedi Etieene ve Jeanne'e döndü. "Kralın en büyük çocuğu Asgeies Ravelin'in ilk savaşıydı ve şehirde birçok elf olduğu söyleniyordu. Asgeies ise onları temizlemek için şehire gitti ve elfleri tek tek öldürdü ama orada yaşayan insanlar birlikte yaşadıkları elflere ihanet etmedi ve Asgeies Ravelin'e karşı savaştılar fakat başaramadılar. Asgeies Ravelin orada bulunan isyan etmiş veya etmemiş bütün insanları aynı elfler gibi yok etti ve bu insanların arasında Vika'nın ailesi de vardı. Anlatılanlara göre Vika yıkılmış bir evin içine girmiş ve orada hayatta kalmayı başarmış tek kişiydi. Tabi günler geçmiş ve elfler olay yerine gelmişlerdi ama Asgeies'in ordusu çoktan Windripcliff'e geri dönmüştü. Asgeis ve ordusu Windripcliff''te eğlenmeye devam ederken, elfler araziyi normal askerlere aratmak yerine büyücüleri kullanmışlar ve Salihn Wynmenor'un büyü güçleri sayesinde az daha susuzluktan ölecek olan Vika'yı bulup onu Selu Quessir'e götürmüşler. Ne ismini söyleyebiliyormuş ne de herhangi bir şey anlatabiliyormuş. Altı yaşında bir erkek olduğu ve elflerle iç içe yaşamaya alışık olduğu için onu bir elf gibi yetiştirmeye başlamışlar. İsmini nedendir bilinmez ama manası 'Erkek Cadı' olan Vika koymuşlar. Elfler Vika'yı bir asker olarak yetiştirmeye başlamışlar ama bu kadar iyi bir asker olacağını muhtemelen Selu Quessir'de bulunan en iyi büyücüler bile tahmin edememiştir. Henüz on yedi yaşındayken Valenvers savaşında elflere önderlik etmiş ve savaşı kazandırmıştı. Orada bulunan bütün erkekleri, kadınları, çocukları hatta ve hatta bebekleri bile yaktırdı. İnsanlara karşı büyük bir nefret duyuyordu ve bu nefret onun içindeki güçü her geçen gün büyütüyordu. Vika yirmi yaşına bastığı günden on üç gün sonra elf generali Arathorn Normaer öldü ve elflerin Yüksek Kralı Flandryn tarafından general ilan edildi. Birçok elf bu kararı büyük bir risk olarak gördü ve bu kararın değişmesini istedi ama aldıkları bu riskli karar onları resmen en alttan en yükseğe taşıdı. Kılıç tutmayı bile bilmeyen elfleri ölümcül birer savaşçıya çevirdi ve saygı kazanmaya başladı. Elfler generallerini iyice benimsemeye başladılar ve bu durumdan elf soyluları da oldukça memnundu ki bundan bir sene sonra elf köylerinde yaşayan bütün insanları toplamaya başladı. Topladığı insanları tek tek Selu Quessir'e getiriyor ve teker teker hepsini yakıyordu. Ne yaşlı ne de bebek dinliyordu. Elflere göre Vika; Tanrıların elflere olan büyük bir mucizesiydi. Vika ise bu tanrı anlatımlarına inanmıyor ve insanlardan intikam almaya devam ediyordu. Bir sonraki adresi Tivl Edhil oldu. Tivl Edhil'de yaşayan herkesi tek tek yakmış ve orada yaşayan elfleri de insanlarla yaşıyor diye kulaklarının sivri bölümlerini kestirip insanlara benzemelerini sağlamış. Hem elfler hem de insanlar için büyük bir boşluktu Tivl Edhil. Orada ölen kırk beş bebek o kadar çok ağlamışlar ki ateş bile buna dayanamayıp sönmüş ama ateş tekrardan yakılmış ve her şey kaldığı yerden devam etmiş. Anlatılanlar doğruysa yakılan bebeklerin çığlıkları halen daha Tivl Edhil'de duyabiliyormuş. Şimdiyse başka bir kız aradığını söylüyor ve muhtemelen insanlık için çok ama çok önemli biri o kız. Her ne olursa olsun kızı bulmamalı."
Etienne uzun uzun anlattıktan sonra, "Sonuç olarak bir cadı arıyor değil mi?" diye sordu Viola ama kimseye bir cevap şansı vermeden devam etti. "Belki de hiçbir zaman bulamaz ve mutlu mesut yaşamaya devam ederiz. Hem aradığı kız gerçek bir cadıysa ve onu öldürse bile kendisine musallat olacağını kesinlikle biliyordur. Binlerce sene sonra bile onu arayacak, bulacak ve intikamını alacaktır. Bir cadının musallat olduğu herhangi bir ruh olacak ve bundan asla kurtulamayacak. Bu yüzden onu öldürüp öldürmeme konusunda çok ama çok dikkatli düşünmesi gerektiğinin farkındadır. Şimdilik cadı avcısı o olabilir ama ileride cadının avı olacağından hiçbir şüphem yok."
249 notes · View notes
Text
Ders Verdiğim Öğrencinin Annesini Siktim! (Atakan 31 Y., İstanbul)
Merhaba seks hikayeleri ve fantazi düşkünü arkadaşlar. Ben Atakan. Üniversite mezunu, kamuda çalışan, ek gelir olması için Matematik dersleri veren, 1.80 cm boyunda, iri yapılı ve yakışıklı sayılabilecek biriyim. Öğrencilerimi internete verdiğim ilanlarla buluyorum. Genelde haftada 2-3 öğrenciye ders veriyorum.
Yine bir gün ilanda verdiğim telefon numaram arandı. Telefonu açtığımda karşımda cıvıl cıvıl enerji dolu bir sesle karşılaştım. Arayan bayanın adı Sibel idi. Oğlu için özel ders ile ilgili bilgi almak istediğini söyledi. Ben de şartlarımı telefonda anlattım. Velilerin bana güven duyması için ilk dersi ücretsiz veriyorum. Dersleri de öğrencilerin evinde veriyorum. Ders ücretini de söyledikten sonra ertesi gün akşam 18:00'de oturduğum semte yakın bir kafede buluşmak üzere sözleştik. Zaten semtime uzak yerlere ders vermek için gitmiyordum.
Ertesi gün sözleştiğimiz saatte kafeye gittim oturdum. Kafe biraz kalabalıktı. Beni tanımadığı için telefonla aradı ve kafeye telefonla konuşarak girdiği için giren kişinin Sibel olduğunu anladım. Anlar anlamaz da içimin yağları eridi resmen. Sibel kapalı bir bayandı, ama modern giyimliydi. Kafasındaki başörtüsü pembe renkteydi. Üzerinde siyah uzun kollu bir tişört ve ince bir hırka vardı. Altında da yine gül kurusu renkte dökümlü duran fakat vucut hatlarını belli eden uzun bir etek vardı. Boyu uzun sayılırdı. İnce belli ve alımlı biriydi.
Masaya kadar geldiğinde merhabalaştık ve yüzyüze tanışma fırsatını yakaladık. Kısa bir sohbetten sonra içeceklerimizi sipariş ettik. Sohbete kaldığımız yerden devam ettik. Gerçekten Sibel'den etkilenmiştim. Ben bayanlarla iletişim kurmakta iyiyimdir. Ama Sibel beni çok heyecanlandırmıştı. Sohbet ilerledikçe birbirimiz hakkında daha fazla bilgiye sahip olmaya başlamıştık. Ben kamuda çalıştığımı, yalnız yaşadığımı, 5 senedir İstanbul'da yaşadığımı anlattım. Sibel de doğma büyüme İstanbul'luymuş ve kocasını 8 sene önce kaybetmiş. Oğlu da 12 yaşındaymış. Ben oğlunun 12 yaşında olduğunu duyduğumda şaşırdım. Neden şaşırdığımı sordu bana. Ben de, "Herhalde 17 yaşında evlendin?" dedim. Gülümsedi ve kaç yaşında gösterdiğini sordu. "28-29 yaşında gösteriyorsun!" dedim. "Bilemedin!" dedi gülümseyerek.
Meğer Sibel 39 yaşındaymış. Bunu iltifat olsun diye söylememiştim. Gerçekten yaşını hiç göstermiyordu. Yaklaşık bir saat oturduk. İtiraf etmem gerekirse aramızda farklı bir çekim oluşmuştu. Bunu onun konuşmalarından cilveli tavırlarından anlamıştım. Hafta sonu ilk ders için sözleştik. Cumartesi öğlen 12:00'de evlerinde olacaktım. Açık adresini aldım ve kafeden ayrıldık. İkimiz de evlerimize döndük. Daha hafta sonuna iki gün vardı. Her boş anımda kafeden ayrılırken arkasından gördüğüm Sibel'in kalçaları gözümün önüne geliyordu. Gerçekten dolgun ve yuvarlaktı. 39 yaşındaki bir kadının bu kalçalara sahip olması inanılmazdı...
Hafta sonu gelip çattı. Hemen hazırlandım ve yarım saat erken Sibel'in evinde hazırdım. Kapıyı çaldım. Kapıyı Sibel açtı. Beni yarım saat erken beklemediği üzerindeki kıyafetten anlaşılmaktaydı. Başı evde takılan basit başörtüyle kapalıydı, fakat altında ince bir tayt üzerinde kısa kollu bir gömlek vardı. Erken gelmem sayesinde Sibel'in göğüs dekoltesini de görmüş oldum. Göğüsleri çok iri değildi, fakat gayet dikti. "Merhaba!" dedi gülümseyerek. Ben de, "Kusura bakma, erken geldim sanırım?" dedim. "Önemli değil!" dedi, beni içeri davet etti.
Evi gayet güzel ve genişti. Girişten sonra uzun bir koridoru vardı. Bana misafir odasının yerini gösterdi ve müsade istedi. Üzerini değiştireceğini anladım. Oturduğum koltuktan Sibel'in yürüdüğü koridor görünüyordu. İstemdışı da olsa arkasından baktım. Gördüğüm manzara müthişti. Kalçaları çok güzeldi. Ve dikkatimi çeken şey Sibel'in yavaş yavaş ve daha fazla kıvırarak yürümesi oldu. Acaba baktığımı hissediyor mu diye düşündüm. Bu ne demek oluyordu? Acaba Sibel de beni benim onu istediğim gibi istiyor muydu? Bu düşünceler içindeyken, odaya adının Mert olduğunu öğrendiğim oğlu girdi. Tanıştık. Biraz sohbet ettikten sonra Sibel içeri girdi. Üzerini değiştirmişti, ama sadece taytı çıkarmış, yerine siyah bir etek giymişti. Üzerindeki göğüs dekoltesi olan gömleğini değiştirmemişti. Bu durum beni daha da cesaretlendirmişti.
Salondaki yemek masasında çalışabileciğimizi söyledi. Mert'le birlikte oturduk ve çalışmaya başladık. Sibel bize çay getirmişti. Çayları masaya bırakırken resmen göğüslerini görebileyim diye daha fazla eğiliyordu. Benim kosantrasyonum bozulmuştu. Derse başlayalı yarım saat olmasına rağmen ben, "Ara verelim!" dedim. Sibel gülümsedi. Sanırım benim çadırı kurduğumu tahmin etmişti. Sibel resmen onu sikmem için gözlerimin içine yalvarır gibi bakıyordu. Yanımızda oğlu Mert olmasa hemen dudaklarına yapışabilirdim.
Masadan kalkıp koltuklara oturduk. Ben resmen buram buram terliyordum. Bir çaresi olmalıydı. O çare Sibel'den geldi. Mert'e seslendi ve mutfağa çağırdı. İki dakika sonra dış kapının açılıp kapanma sesi geldi. Ben ne olduğunu anlamaya çalışırken, Sibel'in sesi mutfaktan duyuldu, bana sesleniyordu. Heyecanla mutfağa gittim. Sibel mutfak tezgahının önünde birşeylerle uğraşıyordu. "Mert'i Kek yapmak için gerekli malzeleri alması için markete gönderdim!" dedi. O an yarağımda şimşekler çakmıştı. Kazık gibi olan yarağımın resmen zonkladığını hissediyordum. Ama ilk hareketin benden gelmesini beklediğini anlamıştım. Artık gözüm dönmüştü, gittim ve Sibel'e arkadan sarıldım. Yarağım kalçalarına değiyordu. Müthiş bir duyguydu.
Sibel birden döndü, dudaklarıma yapıştı ve "Seni kafede ilk gördüğümde sana kendimi siktirmeyi kafama koymuştum!" dedi. "Ben de senin kalçanı gördüğümde seni sikmeyi kafama koymuştum!" dedim. Gülümsedi, "İlk geldiğinde üzerimi değiştirmeye giderken kalçalarıma baktığını hissettim!" dedi. Bu sefer de ben gülmsedim, "Ne kadar zamanımız var?" diye sordum. Sibel marketin biraz uzak olduğunu, Mert'in eve gelmesinin 15 dakikayı bulacağını söyledi. Ben de hemen işe koyuldum, "Seninle uzun uzun daha sonra öpüşürüz. Şimdi içine girmek istiyorum!" dedim. Mutfak tezgahına Sibel'i oturttum ve eteğini sıyırdım. Birde ne göreyim: Sibel altına külot giymemişti. Ben deli gibi amına yumuldum. Öyle bir yalıyordum ve öyle bir emiyordum ki, çok geçmeden Sibel titreyerek orgazm oldu.
Hemen pantolonumu çıkardım ve sandalyeye oturdum. Sibel de dizlerinin üzerine çöktü, bacaklarımın arasına girdi ve kazık gibi olmuş yarağımı deli gibi yalamaya başladı. Yarağım çok uzun olmamasına rağmen kalındı. Bu durum Sibel'i daha da delirtiyordu. Kafası resmen ağzına zor sığıyordu. Ben hemen bırakmasını söyledim. Çünkü zamanımız az idi. Bu heyecan çok farklıydı. Sibel'i ayağa kaldırdım ve mutfak tezgahına dayadım. Bir bacağını da tezgahın üzerine çıkardım. Ben pantolonumu çıkarmıştım, ama gömleğim üzerimdeydi. Sibel'in de eteğini beline kadar sıyırmıştım. Götü kabak gibi karşımdaydı. Müthiş görünüyordu. Sibel'le yarı çıplak sikişecektik.
Ben yarağımın kafasını Sibel'in amının çevresinde gezdiriyordum. Sibel bana yalvarıyordu, "İçime gir aşkım, sikicim ol. Kaç senedir kimse sikmedi bu amı. Yarağa doyur amımı!" diye inliyordu. Ben de hem yarağımı amının çevresinde gezdiriyor, hem de, "Seni şimdi kısa süre sikeceğim, ama artık sikicin benim, seni çatır çatır her fırsatta sikeceğim!" diyordum. Bu konuşmalar ikimizi de daha da azdırıyordu. En sonunda ben de dayanamadım ve yarağımın kafasını amının girişine yerleştirdim ve bütün gücümle kökledim. Sibel uzun zamandır amını siktirmediği için resmen çığlık attı. Bu çığlık beni daha da azdırmıştı, sert sert amına pompalamaya başladım.
Yarağım kalın olduğu için önce biraz zorlandı, ama daha sonra alıştı ve zevk çığlıkları atmaya başladı. Sibel'i bu şekilde saatlerce sikebilirdim. Ama tahminim sadece 5 dakikamız kalmıştı. Bu yüzden giriş çıkışlarımı hızlandırdım. Ben pompaladıkça Sibel'in götündeki dalgalanma görülmeye değerdi. Pompaladıkça çıkan sesler beni daha da coşturmuştu. Artık dayanamayacaktım, ama Sibel benden önce sarsılarak orgazm oldu. Artık ben de son giriş çıkışlarımı yapıyordum. Boşalmadan önce yarağımı Sibel'in ıslak amından çıkardım ve Sibel'i döndürdüm. Yarağımı ağzına dayadım ve oluk oluk boşaldım. Sibel döllerimi o kadar rahat yuttu ki, şaşırmıştım gerçekten. Yarağımı da yalayarak dölden hiçbir iz bırakmamıştı.
Hemen pantolonumu giydim, gömleğimi düzelttim. Sibel de hemen eteğini düzeltti ve ağzını yıkamak için lavobaya gitti. Ben salona geçtim ve beklemeye başladım. Az sonra Mert marketten geldi. Anladım ki eğer biraz daha Sibel'i sikmeyi sürdürseydim Mert'e yakalanacaktık. Zamanlamamız müthişti. Mert aldığı malzemeleri mutfağa götürdü. Sibel de hemen pratik bir şekilde Kek yapmaya başladı. Biz de Kek hazır oluncaya kadar Mert'le ders çalışmaya devam ettik. Ben, "İlk ders bu fazla yormayalım Mert'i!" dedim. Sonra Kekle birlikte bir bardak çay daha içtim ve bir sonraki dersin gününe ve saatine karar verdikten sonra evden ayrıldım.
Bir sonraki dersi hafta içi verecektim. Mert okuldan döndükten sonra saat 17:00 dedik. Ama ben öğlen 12:00 gibi Sibel'de olacaktım, Mert gelinceye kadar doya doya sikişecektik. Bu plan gerçekten hoşuma gitmişti. Böylece Sibel'in o götünün tadına da doya doya bakabilecektim :)
[Atakan]
175 notes · View notes
murat-o41 · 1 month
Text
Evlenmeden bir gün önce kocamı boynuzladım(1)
Saat akşamın dokuzu olmuştu ve ben akşam yemeği için donattığım masada kocamı bekliyordum. Merak etmeye başlamıştım. Hiç böyle yapmazdı. Haber de vermemişti. Sonunda tam kalkıp öfkeyle masayı toplamaya karar vermiştim ki kapı açıldı. Ona bunun hesabını sormaya kararlıydım. Salonun ortasında durup içeriye girmesini bekledim.
Geldi. Kapıda durmuş bana bakıyordu. Garip bir ifade vardı bakışlarında, yüz ifadesinde, ne olduğunu çıkartamadığım… Kızgınlık, sevecenlik, sikecek gibi arzu dolu bakışlarla bakıyordu bana… Daha ben geç kalması konusunda kafamda kurduğum nutuğa başlamadan o konuştu, daha doğrusu emir verdi,
-“Soyun!”
Şaşırıp kaldım. Pek yapmazdı böyle şeyler… İlk bir kaç sene yeni evliliğin heyecanıyla geçtikten sonra rutine bağlanmıştı sevişmelerimiz… Akşam yemeği, televizyon, yatağa yatış, bir manimiz yoksa sıkı bir sevişme, sonra da uyku… Şimdiyse kravatını gevşettiği takım elbisesi üzerinde, kapıdan yeni girdiği halde, sikecek gibi bakıyordu bana…
-“Nasıl? Ne diyorsun sen? Bu saate kadar geç kal….”
Daha ben lafımı bitiremeden cümlemin ortasında iki adımda gelip sımsıkı kollarının arasına alıp dudaklarıma hoyratça yapıştı. Önündeki kabarıklığı kasıklarıma bastırıyor, pençeleriyle kalçalarımı kendine çekerek yoğuruyordu.
Üç gündür sevişmemiştik. Özlemiş olmalıydı sevişmeyi, ama bu her zamankinden farklıydı. O incitmekten korkan yumuşak okşamalar, öpüşler yoktu. Hayvan gibi saldırıyor, bıyıkları boynumda, omuzlarımda tahriş ederek, dişleyerek dolaşıyordu. O devam ettikçe benim de kanım kaynamaya başlamış, ben de aynı şekilde cevap vermeye başlamıştım. Üstümde ev hali bir askılı tişört, bir mini etek vardı sadece… Ne sütyen, ne külot…
Ellerini sütyensiz memelerime atıp tişörtün üstünden yoğurmaya başladığında kendimden geçip inlemeye başladım ağzının içinde… Meme uçlarım kabarmış, tişörtün üstünden delecek gibi görünüyorlardı zevk almaya başladığım her zamanki gibi… Durmuyordu elleri… Biraz memelerimi yoğuruyor, biraz sonra aşağıya inip eteğimin altına dalıyor, bacaklarımı mıncıklayarak ulaştığı ıslanmış amımı avuçluyor, delirtiyordu beni…
image Bir an durdu, omuzlarımdan tutup kendinden uzaklaştırdı beni… Nefes nefese iki kızışmış hayvan gibi baktık birbirimize… İnce tişörtümün yakalarından tutup bir cayırtıyla iki yana ayırdı, parçalayıp yere attı. İri memelerim inip kalkıyordu şimdi çırılçıplak, kabarmış uçlarıyla… Gözlerini dikti onlara… Sanki az önce deli gibi saldıran o değilmişçesine okşadı biraz, sonra sertçe avuçlayıp acıdan bağırttı beni…
-“Ahhh… Yavaşş…” diye inledim öfkeyle… Dişlerinin arasından,
-“Siktir…” diye tısladı. “Zevk aldığını biliyorum orospu…” dedi. “Senin istediğin bu… Orospu gibi sikilmek istiyorsun sen… Ben de seni öyle sikicem…”
Haklıydı. Memelerimden aldığım acı hissi duyduğum zevki arttırmış, zevkle kıvranmıştım elimde olmadan… Yine sert hareketlerle kolumdan tutup yemek masasının önüne götürdü beni… Omuzlarımdan bastırıp öne eğdi, masanın boş kalan kısmına doğru domalttı… Kalçalarımı dışarı doğru çıkarıp arzudan titreyerek bekledim.
Pantolonun fermuar sesini duydum arkamda… Az sonra da taş gibi olmuş sikini ıslak amıma sürtüyordu. Zevkle titredim. Fazla bekletmedi. O hoyrat hareketlerini sürdürerek girdi içime… Bir anda dipledi…
-“Ohhhh…” diye bir inilti koptu ağzımdan… “Ne yapıyorsun? Yavaş…” diyebildim.
image Bana aldırmadan kalçalarıma kasıklarını şaklata şaklata gidip gelmeye başladı arkamda… Amımın içinde sertliği sürtüne sürtüne girip çıkıyor, beni zevkten inletiyordu. Girip çıktıkça içimden fışkıran zevk suları bacaklarımdan akıyordu. Eliyle o suları aldığını duyumsadım. Islanmış parmakları şimdi arkamı, minik deliğimi okşuyordu.
Parmağının biri o ıslak inime girdiğinde inledim yine… Siki tüm kalınlığıyla amımda gidip gelirken, bir parmağı da arka deliğime girip çıkıyordu. Dizlerim titremeye başlamıştı. Tam inlemelerle, zevk feryatlarıyla yükselmeye başlamıştım ki amımdan çıkardı sikini…
Merakla başımı çevirip ne yaptığını görmeye çalıştım. Saçlarımdan tuttuğu gibi başımı öne çevirip masaya eğdi, alnım ekmek sepetine çarptı. Amımdan çıkardığı ıslak sikini minik deliğime bastırmaya başladı. Çırpındım,
-“Hayır… Bırak… Götüme girme… İstemiyorum… Sevmediğimi biliyorsun…”
Yanıt bile vermedi bana… Sikinin başı tokmak gibi zorluyordu arkamı… Evlendiğimizden beri bir kez yapmıştık, onda da yarım kalmıştı benim yüzümden, önden devam etmişti. Şimdiyse geri adım atacak gibi görünmüyor, sürekli zorluyordu göt deliğimi…
Sonunda üstümden uzanıp masanın üzerinden salata için koyduğum minik zeytinyağı şişesini aldı. Bir eli hala saçlarımı kavramış masaya bastırırken, diğer elindeki zeytinyağı şişesinden kalçama döktü. Kızışmış tenimde zeytinyağının soğukluğunu hissedip ürperdim.
Kalçamdan süzülüyordu yağlar, iki tepenin arasındaki vadiden aşağıya iniyordu. Şişeyi tekrar masaya bırakıp eliyle o akan yağları kalçama yaydı, minik deliğimi yağlı parmaklarıyla okşayarak bir güzel yağladı, kaygan parmaklarını içime saldı.
Yağlı kaygan parmakların bir biri, bir diğeri içime girip çıkıyordu. Büzüğümde kaygan parmaklarının teması beni yine zevkten delirtmeye başlamıştı. Deliğimin açıldığını, tepkimi ölçmek için hareketsiz kaldığı anlarda istekle açılıp kapandığını hissediyordum.
-“Hazırsın…” dedi boğuklaşan sesiyle… “Bekle, sikimi de yağlıyorum. Şimdi o güzel götünü sikicem senin…”
Sesimi çıkaramadım. Haklıydı. Hazırdım. Bekliyordum. Fazla bekletmedi, kaygan siki kapıma dayandı. İşaret parmağımı ısırıp heyecanla sikini bekledim. Zeytinyağının mucize etkisi kendini göstermiş, kaygan kaygan siki içime girmeye başlamıştı. Göt deliğimin gerildiğini, açıldığını, zorlandığını hissettim. Santim santim girdi içime… Dibine kadar soktu. Bekledi. Sonra gidip gelmeye başladı.
Acıyla, zevkle inliyordum sürekli… Ben inledikçe o da homurdanarak nasıl zevk aldığını gösteriyordu bana… Masa sallanıyor, kasıklarım masanın kenarına çarpıyordu. Sağ elimi amıma götürüp klitorisimi ovalamaya başladım. Kocam arkamda belimden tutmuş vurdurup duruyordu götüme… Çift taraflı zevk bitiriyordu beni…
Hızlandı iyice… Ben de artık dayanamaz hale gelmiştim. Son anda üstüme abanıp iki eliyle memelerimi avuçlayarak sikmeye başladı beni… Haykıra haykıra orgazm olmaya başladım. Benim çığlıklarımı duyunca kocam da içime boşalmaya, sıcak spermlerini attırmaya başladı.
image Yarım saat sonra duşumuzu almış, masadaki yemeklerden sadece bir iki lokma atıp şarap kadehleri elimizde yatakta uzanıyorduk. Başım göğsündeydi. Ara sıra kaldırıp bir yudum şarap alıyor, tekrar göğsüne yatıyordum.
-“Neyin var senin aşkım, bugün değişiktin, her zamanki gibi sevişmedin benimle… Serttin, yırtıcıydın…”
-“Memnun değil misin yoksa?” dedi.
-“Yoo… Tam aksine… Bayıldım… Zevkten öldürdün beni… Ama ben nedenini merak ettim.”
-“Bugün öğleden sonra eski arkadaşlarla karşılaştık, yemek yedik.”
-“Eee? Bu mu yani? Yemekte iki kadeh atınca azdın mı?”
-“Hayır… Söz eskilerden açıldı. Birbirimize yaptığımız zamparalıkları anlatmaya başladık. Bilirsin işte, her zamanki erkek geyikleri… Kemal vardı, çıktığı kızı anlattı, yaşadıklarını, neler yaptıklarını anlattı, ondan azdım…” Uzanıp dudaklarından öptüm,
-“Merak ettim, neymiş seni azdıran konuyu… Hadi bana da anlatsana… Neler yapmış?” Aklıma benim evlenmeden önce eski çıktığım çocuk gelmişti, onun da adı Kemal’di.
image -“Bu Kemal, mahalleden bir kızla çıkmaya başlamışlar. Baş örtülü falan ama bir hayli azgınmış kız… Gençlik işte, ikisinin de kanı kaynıyor. Parklarda öpüşmeler, elleşmeler, sevişmeler… İyice dumanları tütmeye başlamış.
Bir gün kızı alıp sinemaya götürmüş. Gündüz vakti, kimseler yok, en ön sırada birkaç kişi, aralarda bir iki delikanlı… Bizimkiler en arkaya geçmişler. Işıklar sönünce oynayan filme aldırmadan birbirlerini okşamaya, öpüşmeye başlamışlar. Kızın üstünde pardesü varmış, başında örtü… Zevk aldıkça kız yayılmış, Kemal gömleğinin düğmelerini açmış beline kadar… İçinde sütyen yok azgının… Onsekiz yaşında daha… Ellenmemiş, koklanmamış, dipdiri… Yoğurup durmuş, eğilip taş gibi iri memelerini emmiş, eme eme morartmış kızın memelerini…
Eteğin altından bacaklarını okşamış, yukarılara kadar çıkmış, külodun üstünden amını mıncıklamaya başlamış. Kız kıpır kıpır, canı istiyor, koltukta kıvranıp duruyor zevkten… Sessizce, derinden inliyor. Sonunda kalçalarını kıvıra kıvıra Kemal’e yardımcı olmuş, külodunu çıkartmış. Kemal de dayanamamış, koltuktan aşağıya kayıp kızın önüne kapanmış. Bacaklarını aralayıp amını yalamaya, klitorisini emmeye başlamış. Kızın elleri saçlarının arasında, ses çıkarmadan inliyor, saçlarını çekiştirip duruyormuş.
Meğer, bunlar arka sırada sessizce bir güzel sevişip dururken, ön sıradan biri bunları fark edip kalkmış, sessizce yanlarına kadar gelmiş. Kız başını arkaya yatırmış, amını yalayan dilin zevkine bırakmış kendini… Bir ara nasıl olduysa başını kaldırıp baktığında kendilerini seyreden adamı görmüş. Eli sikinde izliyor. Kızın baktığını görünce bir ön sıraya oturmuş, onun da filmle ilgisi yok, dönüp dönüp bakıyor.
Kemal’in o sırada adamdan haberi yok, am yalamaya devam ediyor. Kız bir yandan zevkten kıvranıyor, bir yandan rezalet çıkmasın diye adamın seyretmesine bir şey diyemiyor. Kemal’in avuçları kızın memelerinde bir yandan… O memelerini yoğurdukça adam çıplak memelerini, bacaklarını, her yerini görüyormuş.
image Sonunda Kemal yalamayı bırakıp doğrulmuş, koltuğa oturmuş. Sikini çıkarmış, baston gibi pantolonun önünde sıvazlayıp duruyor. Fısıltıyla yalvarmış kıza,
-“Ne olur sevgilim, dayanamıyorum. Bunu içine al…”
-“Bakire olduğumu biliyorsun Kemal…” demiş kız. “Ancak oynaşabiliriz, her zamanki gibi…”
-“O zaman arkadan ver. Dayanamıyorum artık… Sikmem lazım seni, anla beni… Sen de zevk alıyorsun işte, kabul et…” diye diye yumuşatmış kızı… Kız çekine çekine öndeki adama bakmış, film seyrediyor, onlarla ilgilenmiyor, razı olmuş,
-“Peki tamam…” demiş. “Ben de istiyorum, hem de çok istiyorum…”
Koltuğundan kalkmış. Eteğini, pardüsesinin eteğini kaldırmış. Kemal de kız kalkıp önüne dikilene kadar sikini bir güzel tükürükleyip ıslatmış. Kız yüzü perdeye, sırtı Kemal’e dönük, yavaş yavaş kucağına, taş gibi sikinin üstüne oturmuş. Dibine kadar girince bir süre beklemiş, canının acısı geçince hafif hafif oturup kalkmaya başlamış.
image Zevkten kapadığı gözlerini açınca bir de bakmış, ön sıradaki adam dönmüş, onu izliyor. Kemal’in arkadan sarılıp mıncıkladığı memeleri, kasılıp duran karnı, hafif uzamaya başlayan amının kılları bile meydanda, adamın görüş açısında.. Adam da gözleri parlaya parlaya bu güzel manzarayı seyrediyor, sikini çıkarmış o da okşuyor seyrederken…
Kız ne oluyor, önüne bak gibisinden işaret yapmış, adam da parmaklarını bitiştirip “çok güzel” işaretiyle cevap vermiş. Çekinmeden seyrediyormuş onları… Kemal kızın arkasında kalmış, zevkten kendinden geçmiş zaten, bir şey görecek hali yok. Kız sesini çıkarmaya kalksa kendisi yarı çıplak, yarağın üstüne oturmuş, inip kalkıyor. Hem rezalet çıkacak, hem Kemal kızıp olay çıkaracak.
Çaresiz devam etmek zorunda kalmış. Adam onların sikişmesni izlerken oturup kalkmaya devam etmiş. Kemal’in elleri kızın belinden tutmuş indirip kaldırırken adam da çaktırmadan elini uzatıp kızın memelerini okşuyormuş. Kız çaresiz bu davetsiz misafirin okşamalarına ses çıkaramayınca cüretini arttırmış adam…
Memelerini okşayan eller aşağılara inmiş, kasılıp duran karnını, kasıklarındaki tüyleri okşamış. Klitorisinin üstünde parmaklarını dolaştırmış. Kız kendinden geçiyormuş artık zevkten… Arka deliğinde Kemal’in taş gibi siki, önünde amını okşayan hiç tanımadığı bir yabancının zevkten kıvrandıran parmakları…
image O parmaklar klitorisini okşamayı bırakıp am dudaklarında dolaşmaya, içine girmeye çalışmaya başlayınca eliyle adamın elini tutup çekmiş, terslemiş. Başını iki yana sallayıp
-“Bakireyim aptal…” diye terslemiş fısıltıyla… Adam hafif doğrulup sikini göstermiş ona… O da taş gibiymiş, yirmi santimden fazla, upuzun bir şeymiş elindeki sik… Sinemanın loş film ışığında bembeyaz parlıyormuş.
59 notes · View notes
littlesparklight · 5 months
Text
Tumblr media
Rescue
I wanted to focus on the actual important moment that killing Medusa is the point of. None of those dumb arts of Perseus standing with Medusa's head over her corpse how would he have time for that, anyway??? he'd be running from her sisters!
So have Perseus with his mama and foster father Diktys, saving them after they've been driven into a shrine. And said foster father's brother Polydektes reduced to what he deserves. :)
Tumblr media
can't see that easily, but it's Hermes, Argus and cow!Io. I imagine the other side of the sword has Kronos castrating Uranus.
Tumblr media Tumblr media
Perseus' colouring comes from how he was conceived, so while he looks much like his mother in his features, his eyes and hair are golden-blond and bright amber with a metallic cast to them. And Medusa's design is based on a horned desert viper!
92 notes · View notes
no-463 · 9 months
Text
Psikolog eline aldığı kalem ve kağıdı Emma'ya uzattı.
"Bana çürümüş bir insanı çizer misin?"
Emma kafasını yana yatırıp gözlerini karşıdaki duvara dikti.
"Çizmeme gerek yok... Gölgem zaten duvara yansıyor."
172 notes · View notes
kaktus-tajam · 4 months
Text
Cara Terbaik Membalas Jasa Guru
Assalamualaikum warahmatullah wabarakatuh dr. Detty.. apa kabar dok? semoga dalam keadaan sehat dokter & keluarga🙏🏻
Terima kasih banyak inspirasi dokter selama ini, terutama percakapan dengan dokter di Melbourne saat 2019. Mungkin dokter lupa namun bagi saya sangat berkesan, sebagai murid yang saat itu sedang exchange namun berkesempatan berdialog bahkan jalan-jalan dengan dokter Detty.. belajar banyaak hal saat itu.
Saya hendak memberi kabar baik dokter, insyaAllah saya akan melanjutkan studi S2. Alhamdulillah saat ini sudah diterima di Harvard Medical School dengan beasiswa LPDP. Mohon doa restu dan nasehat dokter..
Setelah beberapa hari lalu mendapat letter of acceptance dari Harvard, aku mengabari beberapa guru dan dosen. Salah satu dosenku yang kuhubungi adalah dr. Detty Siti Nurdiati, MPH, PhD, SpOG(K).
Beberapa jam kemudian, ada pesan masuk.
Ternyata beliau sedang berada di tanah para Nabi, bumi yang diberkahi Allah. Tanah Syams: Palestina.
“MasyaAllah Tabarakallah. Saya merinding membacanya. Doa terbaik saya untuk dr. Habibah dari tanah para nabi yg diberkahi Allah, Palestina”
Beliau kemudian menambahkan:
Tumblr media
Aku yang jadi merinding.
Kilas balik ke 2019 ketika dirizqikan berjumpa beliau di Melbourne tanpa sengaja. Allah memang pembuat skenario terbaik. Saat jauh di negeri seberang justru bisa bertemu secara eksklusif, karena di kampus kami terpisah oleh kesibukan. Hanya dapat mengagumi Director of Cochrane Indonesia ini di kelas, saat lecture-lecture beliau.
"Dulu saya bela-belain menjadi asisten dosen untuk 3 departemen, demi menghidupi diri saat kuliah."
Sore itu, sambil menysuri St. Hilda Beach diiringi angin kencang, Allah mengajarkanku tentang kegigihan.
Kegigihan dr. Detty meniti pendidikan. Dengan latar belakang keluarga beliau yang kurang mampu, dokter Obgyn ini harus berjuang dengan beasiswa sejak bangku sekolah.. hingga S3.
Jadi asdos satu departemen aja berat, ini tiga. Batinku.
Setelah lulus menjadi dokter, beliau mendapat beasiswa dari Dikti untuk studi S2 di Swedia. Maka setelah menyelesaikan program wajib kerja 5 tahun sebagai obsgyn, beliau berangkat. Ternyata, setelah lulus.. beliau ditawarkan melanjutkan S3 oleh pemerintah Swedia.
Wah semangat sekali ya beliau sekolah terus.. MasyaAllah..
Awalnya beliau enggan karena harus meninggalkan anak-anak di Indonesia untuk periode waktu yang panjang. Namun berbekal ridha suami, beliau akhirnya mengambil tawaran tersebut.
Suami saya justru yang memotivasi saya. Kata suami saya: kesempatan tidak datang dua kali.
Alhamdulillah selama perkuliahan beliau diizinkan untuk pulang ke Indonesia dan menemui keluarga. Tidak hanya sekali, dua kali: 4x! dan itu semua dibiayai.
Beliau tersenyum sambil berkata,
Mungkin jarang yaa saat itu, ada seorang wanita, berjilbab pula, yang mau sekolah jauh-jauh (di tempat yang musim dinginnya -44 derajat Celsius).
Maka saya disekolahkan, tanpa harus ada tanggung jawab moral dan syarat mengabdi ke pemerintahan Swedia. Alhamdulillah.
Ternyata dengan niat yang baik, Allah mudahkan beliau mengikuti banyak courses di kota lain di Eropa (Geneva, London, dll.) secara cuma-cuma, selama studi S3 tersebut.
Kami terus mengobrol bahkan ketika di atas tram (kereta listrik di Melbourne). Aku sungkan dan canggung. Maklum, ini kali pertama aku belajar networking. Hehe. Apalagi dengan prestasi dr. Detty yang luar biasa. Minder sekali.
Namun.. beliau adalah dokter yang keibuan, rendah hati dan bersahaja. Terbukti dari hangatnya beliau menyimak cerita-cerita recehku tentang exchange hehe..
Wah, alhamdulillah ya dek masih muda sudah bisa dapat banyak pengalaman di luar negeri. Saya jadi ingat, pertama kali saya berangkat ke luar negeri. Saat itu saya kuliah semester 3. Saya diminta mewakili Indonesia untuk konferensi di Bangkok. Saat berangkat di bandara Adisucipto, saya diiringi seakan saya hendak berangkat haji.
dr. Detty tertawa mengenang ramainya keluarga dan dosen (dosen-dosen legendarisnya FK UGM) yang melepas kepergian beliau saat itu ke bandara. Memang di era tersebut, masih sedikit sekali orang Indonesia yang dapat berangkat ke luar negeri. Apalagi dengan ekonomi keluarganya saat itu.
Pertemuan itu membekas sekali. Aku terharu, juga tertampar. Ya Allah, banyak hal yang perlu kusyukuri. Banyak privilege yang Allah berikan padaku. Hari itu aku membatin, ingin mensyukuri nikmat ini dengan terus menuntut ilmu. Dengan terus mencari ladang amal yang bermanfaat untuk ummat. Hari itu terbersit di hati (dari Allah): semoga bisa bersekolah lagi, jika memang studi tinggi dapat meluaskan kebermanfaatan diriku.
Beliau satu dari sekian banyak guru-guru yang berjasa dalam hidupku.
Seorang kakak dulu mengingatkanku: jasa guru dan dosen tidak akan dapat terbayar,
Maka cara terbaik membalas jasanya adalah dengan mengamalkan ilmu yang diberikannya. Cara terbaik membalas jasanya adalah dengan mendoakannya. Doa agar Allah melipatgandakan kebaikan untuknya dan keluarganya.
Maka jika sekarang aku berdiri di titik ini, tidak lain dan bukan adalah akumulasi dari jasa banyak sekali manusia. Hanya Allah-lah yang dapat membalas kebaikan mereka, keikhlasan mereka.
Selamat terus bertumbuh, merely standing on the shoulders of giants.
-h.a.
Saya tidak pintar, namun saya dibiasakan dan dimudahkan mengamalkan satu amalan ketika saya belajar. Dari kecil, saya selalu belajar dalam keadaan berwudhu.
-dr. Detty Siti Nurdiati, MPH, PhD, SpOG(K)
Mohon doa untuk guru-guru kami..
44 notes · View notes
lampung7com · 2 years
Text
Lusmeilia Sosok Perempuan Calon Rektor Unila Resmi Mendaftarkan Diri, Bertepatan Dengan Hari Guru Nasional
Lusmeilia Sosok Perempuan Calon Rektor Unila Resmi Mendaftarkan Diri, Bertepatan Dengan Hari Guru Nasional
LAMPUNG7COM | Prof. Dr. Ir. Lusmeilia Afriani, D.E.A. adalah guru besar dari Fakultas Teknik, Universitas Lampung telah resmi mendaftarkan diri sebagai bakal calon rektor Universitas Lampung periode 2023-2027, Jum’at 25 November 2022 bertepatan dengan hari guru nasional. Prof. Lusmeilia menyampaikan alasan mendaftarkan diri sebagai calon rektor universitas lampung, yaitu seorang Wanita dapat…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
tylermileslockett · 3 months
Text
Tumblr media
Castaways (#2 in my Quest for the Gorgon head series)
After the miracualous conception, Danae gives birth to a demi-god son she names Perseus. King Akrisios, not believing the child to have been born of Zeus, and to punish her, places her and the child into a chest and casts them into the sea. the pair find safe passage to the shore of Seriphos. Here they are rescued upon the coast by a fisherman, Diktys, who raises Perseus. But Diktys brother is king Polydektes, who, becoming enamoured with Danae, seeks to remove the protective Perseus from his path of desire.
What I find fascinating about this plot point is it being an early example of the "child surviving sure death to fulfill destiny as the chosen one" archetype. From the Book of Exodus (600 B.C.) we have a similar structure of abandonment, rescue from water, and adoption by royalty. In Ancient Egypt, the Pharaoh ordered the slaughter of Israelite children, so Moses'  mother placed him within a basket, and cast him off into the Nile, to later be discovered and adopted by the Egyptian royal family. 
It also brings to mind another similar structure used by Sophocles in his famous tragedy "Oedipus Rex." (429.B.C.) Queen Jocasta, hearing a prophecy that her son will kill his father (her husband) gives the baby away to a shepherd to leave out exposed on a mountain side, but the shepherd saves the baby's life, thus allowing Odepis to live on to fulfill the prophecy. But that's a tale for another time.
Like this art? It will be in my illustrated book with over 130 other full page illustrations coming in June to kickstarter.  to get unseen free hi-hes art subscribe to my email newsletter
Follow my backerkit kickstarter notification page.
Thank you for supporting independent artists! 🤘❤️🏛😁
45 notes · View notes
bungoustraydogs-tr · 11 months
Text
Bungou Stray Dogs STORM BRINGER- [KOD: 03] Chuuya'nın İnsan Olarak Acı Çektiğini Görmek İstiyorum
Tumblr media
Wattpad Linki
Şair, göğün renginin kederin rengi olduğunu ne zaman söylemişti?
O gün Yokohama gökleri bulutsuz, kederli bir maviye bürünmüştü.
Geçen arabaların sesleri, trenlerin sesleri, şehirdeki kalabalığın sesleri… mavi gökyüzü, hepsini içine çekiyordu.
Chuuya-sama o mavi göğün ortasında kıpırdamadan oturuyordu.
Chuuya-sama Yokohama’daki en yüksek binanın yarısı kadar yukarıdaydı. Tırabzan ya da güvenlik halatı bulunmayan dengesiz bir binanın engebeli platformunda oturuyordu. Sıradan bir insan vücudunu birkaç santim öne eğseydi çoktan düşmüş olurdu.
Chuuya-sama’nın ifadesini yerde, onlarca metre aşağıdayken göremedik. Rüzgâr etrafında eserken kılını dahi kıpırdatmadan, şiddetle önündeki gökyüzüne öylece baktı.
Saatlerdir aynı pozisyondaydı. Figürüne baktım. Telefona cevap vermediği için iletişim kuramıyordum ve buradan, aşağıdan bağırsam dahi beni duyamazdı.
“Ne yapıyor?” Yanımda duran Shirase-san sordu.
“Konuşulmak istemediğini tahmin ediyorum.” Gözlerimi Chuuya-sama’dan çevirmeden cevap verdim.
Chuuya-sama’nın ‘Dedektif-san’ın öldürülmesi benim suçum’ diye düşündüğünü garanti edebilirdim.
Şehir karakolundaki olaydan sonra kanıtlarımızı yeniden gözden geçirdik. Verlaine, Dedektif Murase’ninkisiyle tıpatıp aynı mavi bir cep telefonuna sahipti. Altı yıldır kullanılan bir hard diski bulunan ve çalışır durumda olan eski model bir kapaklı telefon olduğunu öğrendim. Ancak telefonun kendi seri numarası altı ay önce üretilmiş yeni bir ürün olduğunu gösteriyordu. Dış boyası ustaca soyulmuş ve eski bir telefon görünümü vermek için muhtemelen zemin ya da çiviler kullanılarak üzerine çizikler eklenmişti.
Ancak arama geçmişi ve rehberin Dedektif Murase’nin kendisinin olduğunu onaylayabildim ve diğer dedektifler, Dedektif Murase’nin mavi telefonu uzun zamandır kullandığına sözlü tanıklık etmişti.
Kısaca birisi telefonları değiştirmişti. Değişim o kadar büyük bir ustalıkla yapılmıştı ki Dedektif Murase bile fark etmemişti.
Ama neden?
Ah, bir şey daha. Belli bir süre geçtikten sonra tüm dosyaların kendi kendine silinmesi için telefonun dahili sürücüsüne birisinin program kurduğuna dair izler vardı. Bu izlerden Verlaine’in büyük olasılıkla Dedektif Murase’nin iletişimde olduğu birisini dinlemek istediğini tahmin edebiliyorduk.
Bunun için telefonu değiştirmiş ve o kişinin Dedektif Murase’yi aramasını beklemişti. Telefon dinleme programı, dosyaların kendi kendine silinmesine sebep olduğuna göre duyması gerekeni duyduğunu söyleyebilirdik.
Ve yapması gerekeni yaptıktan sonra Dedektif-san öldürülmüştü.
Ölümü engellenebilirdi.
Kaçakçılardan satın aldığı telefona biraz daha odaklanabilseydik ya da Verlaine’in Shirase-san’ı direkt öldürmek yerine onunla sohbet ederek zaman geçirmeye çalışmasının ne kadar garip olduğunu fark edebilseydik… Belki Dedektif-san’ın ölümü engellenebilirdi.
Ancak geçmişte neler yapabileceğimizi düşünerek vaktimizi boşa harcamayı göze alamayız. Şu anda Verlaine sıradaki hedefine yaklaşıyor bu yüzden Dedektif-san’ın ardında bıraktığı ipuçlarını kullanarak Verlaine’i yakalamanın bir yolunu bulmalıyız.
“Of be, ciddi ciddi öleceğim sandım!” Shirase-san yüzünde endişeli bir ifadeyle zar zor konuştu. “Peşimden öyle bir canavarın geldiğine inanamıyorum. Gelecekte kral tahtını hedefleyen bir adamın yüzleşmek zorunda kaldığı zorluklar halkın zorluklarıyla kıyaslanamaz bile. Deli gibi.”
“Öyle…”
Söylediklerine rağmen tatmin olmuş gibiydi. İnsanların duygusal döngü dedikleri şey bu sanırım.
“Bu arada Shirase-san… neden hala buradasınız?”
“Huh? Belli değil mi! Sizin yüzünüzden canavarın teki gözünü bana dikti! Beni koruma görevinizi yerine getirsenize! Bu olaya ben de dahil oldum, artık beni bir kenara atamazsınız!”
Mantıklı bir çıkarımda bulunmaya çalıştım. “Ama Verlaine’in hedefi Dedektif-san’dı, Shirase-san değil.”
“İki hedefi daha yok mu? Ya sıradaki bensem?”
Sofizm dedikleri şey bu muydu? Ne olursa olsun, teori teoridir.
Kalan iki hedefi hala bilmediğimiz doğru. Shirase-san’ın dahil olup olmadığını kesin olarak söyleyemezdik ve aynı nedenle onu bir kenara atıp kendi haline bırakamazdık.
“O yüz ne öyle? Endişelenme! Koyundaki en zeki adam bendim bu yüzden ben yanındayken endişelenmeni gerektirecek hiçbir şey yok! Bir sonraki hedefi hemencecik bulacağız!”
Aritmetik birimim Shirase-san’ın zeki olmama olasılığını hesaplamaya başladı. Daha ziyade Shirase-san sahip olduğu azıcık akıl dışında işe yaramazın tekiydi ama kendimi durmaya zorladım. Bilmek istemiyordum.
Sonrasında arka planda ilerleyen sürecin tamamlandığına dair bildirim aldım.
“Hmm, oldukça ilginç.” Bilgi belleğimden sesi dinlerken ve videoyu izlerken kollarımı çaprazladım.
“Ne? Neye bakıyorsun?”
Shirase-san baktığım yöne doğru baktı ve bedenini hafifçe öne eğdi. Daha elverişli olduğu için bilgiler yalnızca kendi görsel işletimimin üstünde görüntüleniyordu yani doğal olarak benden başka kimse göremezdi.
“Dedektif-san’ın arama geçmişine.”
“Hm? Telefonun kayıtları silinmemiş miydi?”
“Evet ama bu kaydı, kayıtların aktarıldığı baz istasyonundan kurtarabildim. Bu konuşmanın kaydını da oradan aldım.”
Boğazımdaki mikrofon, analiz edilen sesi oynatmaya başladı.
Başta yalnızca kodlanmış ses dosyasının sıkıştırılmasından kaynaklanan cızırtılar duyuluyordu. Ancak ses, yavaş yavaş netleşti.
“Abi, benim.” Konuşan Dedektif Murase’ydi. Telefonda konuşurken nefes alış verişinin sesi kendi sesine karışıyordu. “Yerçekimi kontrolcüsü geldi. Aynı dediğin gibi oldu, abi. Bir tane daha varmış! Chuuya ile arasındaki ilişki nedir? Bu mesajı aldığında bana geri dön!”
Kayıt bitmeden önce seste kesinti oldu.
Shirase-san kafasını kaldırdı. “O neydi öyle?”
“Arama, Verlaine karakola girdikten kısa süre önce yapılmış. Dedektif Murase kargaşayla uğraşırken telesekreter bunları kaydetmiş. Telefon numarasını aramayı denedim ancak servis dışıydı.”
“Hmm.” Shirase-san’ın yüzü anlamadığını belli ediyordu. “Dedektif-san abisini aramış. N’olmuş yani?”
“Garip.” dedim. “Kayıtlar, Dedektif-san’ın ağabeyinin çoktan ölmüş olması gerektiğini gösteriyor.”
“Huh?”
“Şehir polisinin İç İşleri Biriminden Dedektif Murase’nin geçmişine bir baktım.” İç belleğimden bilgileri çıkarırken konuştum. “Belgelere göre abisi ordunun mühendislik laboratuvarında çalışmış sivil araştırmacıydı. Ama… 14 yıl önce Nisan ayında, araştırmasıyla ilgili yaşanan kaza sonucu ölmüş. Kardeşinin gerçek adı gizli tutuluyormuş hatta araştırma raporunda dahi yalnızca ‘N’ şeklinde yazılmış. Yüzünün resmi başka hiçbir yerde yok.”
“N, huh?”  Shirase-san şüpheyle kaşlarını çattı.
“Aile kayıtları Dedektif Murase’nin yalnızca tek kardeş olması gerektiğini gösteriyor. Garip. Bahsettiği kişiyi kardeş sayacak kadar yakın olduğu için mi ‘abi’ diyordu acaba?”
“Sanmıyorum.”
Aniden arkamızdan bir ses duyuldu.
“Of Chuuya, beni öyle korkutmasana!”
Chuuya-sama biz daha fark edemeden arkamıza inmişti.
Shirase-san’ın şikayetlerini görmezden gelerek konuşmaya devam etti. “Dedektif-san, abisinin orduya kendisinin güvenlik görevlisi olması için başvurttuğunu söylemişti. Savaş yaklaşık dokuz yıl önce sona erdi. Yani 14 yıl önce Nisan ayında abisi ölmemişti. Yaşadı. Yalnızca kayıtlar öldüğünü gösterdi.”
“Yani… o bilgiyi askeriye mi uydurdu?”
Chuuya-sama başını salladı. “Aynen. Kimliği tamamen silinmişti, değil mi? Kamu önünde açıkça ölen birisi, kimsenin aramayacağı bir hayalet. Ordu böyle birisini istiyordu.”
“Dediklerini doğru olsa bile… neden?”
“Buraya kadar anladın, biraz hayal gücünü kullan.” Chuuya-sama bize keskin bakışlarla baktı, sonra konuşmaya devam etti. “Dedektif-san’ın ağabeyi Arahabaki’yi araştırıyor olmalı.”
Şok olmuştum. Tüm işlemci protokol —**?%#!@ birkaç saniyeliğine durdu.
Arahabaki’yi yapan N miydi?
“Arahabaki dünyanın her yerinden ajanların çalmaya çalıştığı çok gizli bir devlet sırrıydı, değil mi? Konumları ve geçmişleri yabancılar tarafından öğrenilirse sorun çıkardı. N ölü ilan edildi ve geçmişi gizlendi… olası bir hikaye olmaz mı?”
Chuuya-sama konuşurken işlemcimi yeniden başlattım. “Arahabaki’nin neden olduğu patlamada tüm araştırmacıların ölmüş olması gerekiyor. N, o patlamadan kurtuldu mu?”
“Muhtemelen sağ kalan tek kişi o. Bu yüzden Verlaine peşine takıldı.” Chuuya-sama başını salladı. “Asıl adı bilinmiyor. İletişime geçilmesi mümkün değil. Yeri bilinmiyor. Yani onunla yüzleşebilmesinin tek yolu…”
“… kardeşi, Dedektif-san’ı kullanmaktı.” dedim.
Shirase-san aniden konuşmaya daldı.
“Hayır hayır, bekleyin. Sizce de biraz garip değil mi?”
Başımı çevirdim. “Garip olan nedir?”
“Yapma ya! Sizin yüzünüzden tehdit edildim! Yalvarsanız da bunu unutamam!” Shirase-san arsız bir ifade takınarak ellerini kalçasına dayadı. “’Verlaine Chuuya’nın Japonya’da kalacak bir sebebi olduğu sürece öldürmeye devam edecek.’ dememiş miydin! Korkudan geberiyordum! Eh, çok korkmamıştım gerçi… demek istediğim o değil yani!”
Kesin olarak emindik ki Verlaine’in amacı Chuuya-sama’yı bir yerlere götürmekti.
Gerçekten böyle olduğunu varsayarsak…
“Yani N… Chuuya-sama’nın kalmasına sebep olabilecek bir bilgiye mi sahip? Verlaine, Dedektif-san’ı bu yüzden öldürmüştü. Ve sıradaki N’in kendisi…”
Nedenleri bilinmiyor. Verlaine N adlı araştırmacıyı öldürmeyi önceliği yapmıştı. Burası kesindi.
Tüm bunlar doğruysa kaçınılmaz bir soruyla karşı karşıyaydık.
“Öyleyse… N tam olarak ne biliyor?”
Chuuya-sama omuzlarını silkti. “Kim bilir? Bulmanın tek yolu izini sürüp konuşturmak.”
“Hop hop, bekleyin bir dakika! Kendi başınıza karar vermeyin!” Shirase-san bağırdı. “Araştırmacıyı arıyorsanız Verlaine’i de arıyor oluyorsunuz, değil mi? Pardon ama o adamın yüzünü şeytan görsün! Beni güvenli bir yerlere götürüp korumanız gerekiyor!”
Chuuya-sama, yüksek sesle iç çekmeden önce Shirase-san’ın yaklaşık 10 saniye boyunca nöbet geçirmesini seyretti.
“Ne bakıyorsun?!”
“Yok bir şey. Sadece… dediklerini yapsak başımıza bela açarız.” Uzaklara baktı.
Shirase-san yine şikayet edecekmiş gibi ağzını açtığından olaylar daha da karışmadan söze girdim.
“Maalesef Shirase-san bir noktada haklı.” dedim. “N’i aramada Verlaine liderliğe geçti. Ayrıca kendisinin eskiden ajan olduğunu unutmamak lazım. Çoktan N’i bulup bıçaklayarak öldürdüyse şaşırmam. Şimdi aramaya başlayıp Verlaine’i yakalasak bile N’in cesedi üstünde hazır bizi bekliyor olması oldukça mümkün.”
“Hayır, aslında öyle değil.”
Ses, bilinmeyen yetişkin bir adamdan çıkmıştı. Etrafıma bakınsam da sesin sahibini göremedim.
Garip. Konuşanı bulmak için çevremde dönüp durdum.
“Neden etrafa bakınıyorsun? Tam buradayım.”
Yine o sesti. Nereden çıkıyordu?
“Hey, sen…” Shirase-san yüzünde garip bir ifadeyle bana bakıyordu. Sanki hayalet görmüş gibiydi.
Aniden anladım.
Konuşan kişi bendim.
“Ordunun veri tabanında pek çok iz bırakmışsın, birisini takip ediverdim.” Ağzım kıpırdıyordu ancak çıkan ses bilinmeyen bir adama aitti. “İkimiz de gizemli insanlarız. Umarım kabalığımı bağışlayabilirsin.”
Kendime hemen bir teşhis koydum. Anlaşılan o ki üçüncü bir kişi dahili feed’imi hacklemiş.
İğrenç!
Neyse ki sistemimi değiştiren herhangi bir kötü amaçlı yazılım ya da düşünmeden davranmama sebep olacak imha yazılımı yoktu. Ama oldukça rahatsız ediciydi. Hemen bağlantıyı kesmeliydim.
“Bekle, bağlantıyı kesme.” Yapacaklarımı tahmin etmiş olacak ki Chuuya-sama beni durdurmak için elini uzattı. Sonra bana dönüp sordu. “Kimsin sen?”
“Yardımınızı isteyen birisi.” Ağzım kendi kendine kıpırdıyordu. “Ve size yardım etmek isteyen birisi. Bana N dediğinize inanıyorum.”
“Demek N sensin. Ne güzel.” Chuuya-sama hafifçe güldü. “Yok yerden bizimle iletişime geçerek ne planlıyorsun? Kendini diğer insanlara göstermekten nefret edersin sanıyordum.”
“Sen de biliyorsun, durumlar değişti.” Bilinmeyen bir sesle aralıksız konuştum. Daha ne kadar dayanabilirdim bilmiyordum. “Bu gidişle dünyanın en yetenekli suikastçısı beni öldürecek. Sana anlatamadan önce gerçeği karanlığa gömmek istiyor. Mantıken konuşursam, sana her şeyi anlatırsam beni öldürmesi için bir sebebi kalmayacak.”
Konuşmaya devam ederse 10 saniye içerisinde dilimi kopartacağıma tam yemin ederken N içimi su serpen bir açıklama yaptı. “Burada konuşamayız. Gelip benimle buluşmanızı istiyorum. Adresimi bu genç robotun iç belleğine bırakacağım.”
Chuuya hemen sordu. “Bekle, seninle buluşmamızı mı istiyorsun? Tam olarak ne biliyorsun?”
“Her şeyi, Chuuya-kun. Hakkındaki her şeyi biliyorum.” Sakin bir tavırla konuşurken sesi soğuk çıkıyordu. “Seninle tanışmayı dört gözle bekliyorum.”
Böylece bağlantı kesildi.
Bulduğum rahatlıkla derin bir iç çekmek istedim. Ancak Chuuya-sama hissettiğim rahatlığı hissedememiş gibiydi.
 …
 Sürdüğüm araba hedefimize yakın bir yerde durmadan önce asfaltsız dağ yolunda tıkırdayarak sarsıldı.
Dağlık bir kırsaldaydık. Mikrofonumu edepsizce hackleyen küçük dostumuz, N adındaki adamın talimatlarına uyarak şehir dışındaki bir dağa doğru sürdük.
Geniş çalı meşeleri ve kayın ağaçları başımızın üstünde doğal bir çatı oluşturuyordu. Bugün erken saatlerde yağan yağmur nedeniyle bozuk yolların çukurlarında çamur birikintileri oluşmuştu. Çevrede kimsenin olduğuna dair tek bir işaret yoktu ama tarayıcım bizi izleyen onlarca küçük böcek tespit etmişti.
Yere düşen bir dutu aldım, parmaklarımla kuruladıktan sonra yedim. Lezzetliydi. Beni seyreden Chuuya-sama “İğrenç.” diyerek kendi kendine mırıldandı.
Yürürken Shirase-san arkamızdan seslendi.
“Bundan nefret ediyorum. Buna karşıyım. Eve gidelim hadi. Ortada hiçbir şey yok işte.”
Yüzümü dönmeden önce kim bilir kaç kez bu sözleri dinledim.
“Bacaklarım ağrıyor. Artık dayanamıyorum. Yürümek istemiyorum. Hey, İngiliz Robot Bey, beni sırtınızda taşır mısınız?”
Chuuya-sama ile birbirimizle bakıştık.
“Kendi başına geri dönmekte özgürsün, Shirase.” dedi Chuuya-sama, kışkırtırcasına.
“Geri mi döneyim? Yok daha neler! Beni koruma göreviniz var! Şimdi gitmem mümkün değil!”
Chuuya-sama başını kaşımadan önce yüzünde yorgun bir ifadeyle arkasına döndü. “Offf… yanımızda yük taşıyoruz resmen.”
“Huh? Bir dakika Chuuya, cidden bunu söylemeye hakkın olduğunu düşünüyor musun? Sen benim kim olduğumu sanıyorsun? Anıların ve kalacak yerin yokken sana yardım eden kurtarıcı ben değil miydim?” Bunları söylemeyi bitirir bitirmez Shirase-san ustalıkla kaşlarını kaldırıp indirdi.
Chuuya-sama’nın ifadesi birkaç kelimeyle tarif edilemezdi. ‘O kafanı çekiçle ezmek istiyorum ama yanımda çekicim yok ve seni döverek ellerimi kirletmek istemiyorum’ der gibi oldukça insancıl bir ifadeydi.
Oldukça hoş bir ifadeydi. Fotoğrafını çekip belleğimdeki ‘hobiler’ dosyasına kaydetmeye karar verdim.
Chuuya-sama derin biri iç çekti. “İyi, bizimle gelebilirsin ama o çeneni kapat.”
“Gördün mü? Chuuya ile ne zaman konuşsak hep ben kazanıyorum! Yani kral benim!”
Chuuya-sama’nın sessizce “Seni lime lime doğrayacağım.” diye mırıldandığını duydum. İllegal bir organizasyonun gururu, Chuuya-sama konusunda hayran olduğum bir şey varsa o da böyle bir şeyi söyleyip bahsettiği kişinin duymasına izin vermediğidir.
Biz böyle konuşup giderken sonunda hedefimize vardık.
“Burası.”
Hedefimiz bir kulübeydi.
Kulübe odundan yapılmıştı ve dağda yaşayan birisinin ihtiyacı olduğu avcılık ile çiftçilik malzemelerini bulunduruyordu. Ayrıca yalnızca adında kulübeydi. Rutubetten duvarlarının yarısı soyulmuştu, buradan bile içini görebiliyorduk. Yıllardır yağmurun ve rüzgarın yıprattığı kamış çatıdan geriye neredeyse hiçbir şey kalmamıştı. Kulübeyi ayakta tutan tahta, sanki Paleolitik Çağ'dan beri kullanılıyormuş gibi, çürümekten simsiyahtı ve her yerde böceklerin açtığı delikler vardı.
Kulübenin içinde bir tekerliği eksik bir el arabası, ağı yırtık bir bambu elek ve çuvalındaki yırtıklardan içindekileri etrafa saçan bir gübre torbası vardı.
“Bu ne be?” dedi Shirase-san hayal kırıklığı içinde. “Terk edilmiş burası!”
“Hayır, hata yok. Doğru yerdeyiz.”
Duvarda asılı duran baltalardan birini aldım. Çürüdüğü için sapı yarıda kırıldı. Kulübenin içini taramak için tarayıcımı kullandıktan sonra baltayı döşeme tahtalarındaki yarıklardan birine doğru salladım. Nasıl vurduğunu kontrol etmek için baltayı kendime doğru çekerken metallerin birbirine çarpma sesini duydum.
Altımızdaki zemin bir köşeden diğerine doğru dönmeye başladı.
“Ah!”
Zemin yalnızca dış duvarlar kalana kadar aşağı indi. Dağ yolu manzarası kayboldu ve yerini parmaklıklı siyah bir beton duvar aldı. Kulübenin zemini, bizi yer altı sığınağına götüren bir asansördü aslında.
Duvara yerleştirilmiş kırmızı ışıklar biz aşağı inerken asansör boşluğunu aydınlatıyordu. Kırmızı ışıklar yüzümüzün tek tarafını sabit bir hızla parlatıyordu.
“Vay.” dedi Shirase-san şaşırarak, yüzüne yavaş yavaş çocuksu bir gülümseme yerleşiyordu. “Artık maceraya başlayabiliriz.”
Anladım. Şu anda bir maceradaydık.
Maceralar klasik sinema filmleriydi. Macera sırasında herkesin kalbinin küt küt attığını duymuştum.
Zıpladım, yumruğumu havaya kaldırdım ve bağırdım. “Yahoo!”
Bu makinenin yavaş yavaş insanlığını kazandığını söylemek sanırım yalan olmaz.
Ben zıplarken yüzünde bıkkın bir ifadeyle Chuuya-sama beni seyrediyordu.
 …
 Asansörden indiğimizde çalışan büyük motorlar durdu.
Bizi, loş aydınlatılmış bir koridor karşıladı. İnsanların duvara çarpması engellenmek için duvarlara sarı siyah çizgili şeritler çizilmişti. Şeritleri takip ederek ileriye doğru, bizi çağıran dipsiz karanlığa dümdüz ilerledik.
Ayaklarımızın altından gelen sönük ışık yüzlerimizin altını aydınlatıyordu. Doğru yolda ilerlediğimizden emin olmak için ping sinyali gönderdim ve saniyeler sonra tesisin sisteminden sinyali geri aldım. Doğru yolda gidiyor gibiydik.
Sağa döndük, iki katlı ateşe dayanıklı duvarları geçtik ve geniş bir yer altı odasına vardık. Tenis kortu genişliğindeki odanın arkasına, önünde güvenlik tesisi bulunan bir bariyer kurulmuştu. Bariyerin hem önünde hem arkasında iki kişi vardı ve sırtında silah taşıyan askerlerden biri bize bakıyordu.
Bakışlarından hiçbir şey anlaşılmıyordu. İfadeleri, kişilikleri… sanki bunlara dair hiçbir şey taşımıyorlardı. Gözlerinde yansıyan tek şey, burada üç şüpheli insan olduğumuzdu.
“Durun.” Yakınımızdaki gardiyan robotik bir sesle emretti.
“Görüşmemiz var. Geçmemize izin verin.” Chuuya-sama silahın namlusu sanki kendisine doğrultulmamış gibi soğukkanlılıkla konuştu.
Gardiyan, arkasındaki başka bir gardiyana baktı ve ofisteki diğer bir gardiyan başını salladı. “Geçebilirsin. Ama burası önemli, çok gizli bir tesistir. Girmeden önce kişisel eşyalarınızı kontrol edeceğiz ve her birinizden kan örneği alacağız.”
“Kan testi mi?” Chuuya-sama kaşlarını kaldırdı. “Neden?”
“Bulunduğunuz tesisin neresi olduğunu dahi bilmiyor musunuz?” Gardiyan bizi aşağılarmış gibi iç çekti. “Zavallıcıklar.”
“Ne dedin?! Sen kim olduğumu-“
“Muhtemelen herkesin bildiği birisisindir. Bu yüzden çeneni kapalı tutsan iyi olur.”
Shirase-san iğneleyici bir cevap veremeden önce ağzını kapadım. Eşyalarımızı kontrol ettirip kan örneği aldırırdık, olur biterdi.
Gardiyan, Chuuya-sama’nın bileğine kutu şeklindeki kan testi kitini bastırdı. Kan örneği alındığında kutu ıslık sesiyle negatif hava basıncını serbest bıraktı. Chuuya-sama’nın ifadesi değişmemişti bile.
Gardiyan Shirase-san’ın bileğine de kan testi yaptı. “Ugh! Of, acıttı! Benimle uğraşma! Madem acıtacaktı söyleseydin ya!” Dramatik bir şekilde acıdan kıvranıyordu.
Kan testi sırası bendeydi.
İğne kırılmadan önce hava basıncının sesi duyuldu.
“…”
Gardiyanla göz göze geldik.
Kan testi kitini tutan iki gardiyan da ben de tek kelime etmedik.
Gardiyan, başka bir kiti bacağıma, boynuma, kalçama, kıyafetlerimin örtmediği akla gelebilecek her bir parçama sokmaya çalıştı. Ve hepsi kırıldı.
Tesis biraz daha gürültülü olmaya başlamıştı. “Bana bıçak getirin!” “Testeremiz var mı?!” çevremizdeki insan sayısı gitgide arttı. Gardiyanlar bir araya gelip kanımdan örnek almaya çalıştılar. Yaptıkları hiçbir şey işe yaramadı.
Sonunda seçenekleri tükendiğinde gardiyan bana yorgun bir ifadeyle baktı. Dik duruşumu korudum, yüzüm kanımdan örnek almalarını beklerkenki kadar ifadesizdi.
Ne yapacaklarını bilemez halde, sessizce durdular.
Civatalarım görünene kadar boynumu uzattım. Sonra yüzümü gardiyanlara doğru döndüm ve başımı yürürken ileri geri salladım. “Güvercinim ben.”
“Aaaaaaah!” Gardiyanlar geriye düştü.
“Dalga geçme şunlarla!” Chuuya-sama başımın ardına vurdu.
Söylemeye gerek yok, merkez üstlerinden onay aldıktan sonra kan testinden muaf tutuldum ve yoluma devam ettim.
 …
 Gardiyanlardan birisi bizi tesisin daha da derinliklerine götürdü.
Şaşırtıcıdır ki, tesisin içi pek bahsetmeye değer değildi. İki tarafında da numarasız 12 kapıdan beyaz bir koridordu sadece ve koridorun sonundaki köşeden dönüldüğünde yine iki tarafında da 12 kapı bulunan bir kapı vardı. İlerisi de aynı şekilde devam ediyordu. Gerçi beklenildik bir durumdu. Koridor, içeri sızan düşmanların aradıklarını bulmalarını zorlaştırmak için bu şekilde tasarlanmıştı. Silahlı çatışma çıktığında gözleri uzakta tutmak için pek çok köşe ve dönüş vardı.
Basitçe, burası gizli bir tesis olduğundan içeri sızan ajanlar bir şey çalsaydı karşılaşacağı sorunların başı sonu olmazdı.
Koridorun sonuna ulaştığımızda devam etmeden önce ancak terminaldaki gardiyan onayladığında açılan sağlam bir duvarla karşılaştık. Veri tarayıcımdan duvarın arkasında boşluk olduğunu çoktan biliyordum.
Odanın ardı araştırmacılar bölümü gibi görünüyordu. Oldukça ferahtı.
Birdenbire etrafta daha fazla insan koşuşturuyordu. Beyaz önlüklü araştırmacılar, koridorda bir ileri bir geri koşuşturuyordu. Kimi meslektaşlarıyla tartışıyor kimi yeni uyanmışçasına gözlerini ovuşturuyor, kimi de uykusuz üçüncü gecelerini yaşıyormuş gibi görünerek laboratuvar önlüklerine döktükleri kahveyi yıkamak için acele ediyorlardı.
Ordu, polis ve illegal teşkilatların ülkeden ülkeye değişen eşsiz karakterleri olsa da laboratuvarlar nedense her yerde aynıydı. Burası ile İngiltere arasında pek fark yoktu. Araştırmacıların çoğu laboratuvarlarında yaşarlardı bu yüzden neyi araştırıyor olurlarsa olsunlar ortam hep kaygısız kalırdı.
Biz önümüzdeki manzaraya dalıp gitmişken gardiyanlar silahların namlularıyla bizi öne ittirdiler.
“Öküzün trene baktığı gibi bakmayın. Davet edilen insanlar, burada neyin olup bittiğiyle ilgilenecek pozisyonda değillerdir.”
“Öyle mi? Hmm, ama baksak n’olur ki…” Shirase-san birkaç şikayetini dile getirdi.
Verileri dikkatlice topladım ve birkaç şeyi tespit ettim.
Burası ordunun Büyük Savaştan beri doğaüstü yetenekleri araştırmakta özelleşmiş bir araştırma birimi olmalı. Yanımızdan gelip geçenlerin konuşmalarını analiz ettikten sonra bu kadarı kesindi. Biraz daha bilgi edinmek istesem de gizli bir askeri tesiste olduğumuz belli oluyordu. Elektronik cihaz erişimine yönelik tüm cihazlarda, bilgisayar korsanlığıyla mücadeleye ve herhangi bir harici bağlantıya karşı tedbirler bulunuyordu. Onu hacklemek için hatırı sayılır bir zamana ihtiyacım olacaktı.
Ama şimdilik elde etiğim istihbarat yeterliydi. Konuşmadan önce biraz düşündüm.
“Düşünüyordum da, Chuuya-sama-“ Yürürken Chuuya-sama’ya yaklaşıp sesimi kısık tuttum. “…N-shi’nin neden hedef alındığını düşünüyordum. Acaba N-shi’nin insan olduğunuza dair bir kanıtı mı var?”
“Huh?” Chuuya-sama şaşırarak başını çevirdi. “O nerden çıktı?”
Birikmiş tahmini verilerin girişine bakarken konuşmaya devam ettim.
“İnsan mısınız yoksa yapay bir denklem dizisinden mi oluşuyorsunuz bilmiyoruz. Verlaine sizin programdan ibaret olduğunuzu söyledi ama somut bir kanıt sunmadı. Sadece tek bir iddiaya dayanarak bunun doğru olduğunu kabul ettik. Ya Verlaine yalan söylemişse? Durum buysa doğruyu bilenlerden kurtulmak istiyor olmalı. Sizin insan olduğunuz gerçeğini yani. Ne de olsa gerçeği bilseydiniz Verlaine’in peşinden gitmeniz için bir sebep kalmazdı. Bu yüzden Verlaine, N-shi’ye suikast düzenlemeyi seçti. Her şey yerli yerine oturmuyor mu?”
“Verlaine neden yalan söylesin ki?”
“Sizi ikna edemediği için.” Bundan emindim. “Nedense size ihtiyacı var, muhtemelen siz de onun gibi askeri bir laboratuvarda yetenek verilen bir yerçekimi kontrolcüsü olduğunuz için. Ama öylece ‘mafyayı bırakıp benimle gel’ deseydi onunla gitmezdiniz.”
“Yani... N, insan olduğuma dair bir kanıt taşıdığı için mi suikast hedefi oldu?”
“Evet.”
Chuuya-sama bunları duyduktan sonra biraz düşünüyor gibi oldu. Duvara baktı, alnını sonra burnunu kaşıdı ve kollarını çaprazladı. Sonra yüzünü elleri arasına alarak ifadesini sakladı.
Ağzından kaçan küçük, aralıklı nefeslerin sesini duydum.
Gülüyordu.
“Pft, hahaha… salak mısın?” Sesi kısık ve yorgun çıkıyordu. “Onca olaydan sonra şimdi de insan olduğumu mu söylüyorsun? Off, o kadar aptalım ki umutlanmaya başlıyorum…”
Ben de gülümsedim. Chuuya-sama’nın gülüşünü son görmemden beri uzun zaman geçmiş gibi hissediyordum.
“Neye bakıyorsun?” Chuuya-sama yüzünü saklamak istercesine omzunun üzerinden bana baktı. “O gülüş ne öyle? Haberin olsun, özellikle bir şey düşünüyor değilim.”
“Ben de bir şey düşünmüyorum.” Olağanüstü bir makineyim, bu yüzden soğukkanlılıkla yalan söyleyebilirdim.
“O zaman gözlerindeki o bakış ne!?”
“Gözlerim mi? Gözler dile gelen iletişim organları değildir.”
“Beraber o kadar vakit geçirdik, seni tanıyorum artık.” Chuuya-sama sinirlenmiş gibi bana kaşlarını çattı. "Bilerek böyle şeyler söylüyorsun, değil mi?"
Yakalandım mı?
Chuuya-sama aniden arkasını döndü, kendini gerinmeye zorladı ve hızlı adımlarla yürümeye başladı.
“Ne dersen de seni dinlemeyi bıraktım artık! Haa, herhalde bugünün işi kolay olacak!”
Chuuya-sama kendi kendine bağırarak konuşuyordu.
Hafif adımlarla ileriye yürüdü ve yüzümde ben fark edemeden bir gülümseme oluştu.
 …
 Sonraki durağımız bir kapının önüydü.
Gardiyan geliş amacını belirterek kapının yanındaki çağrı düğmesine bastı. Kapı otomatik açılırken birisi “Girin.” diye seslendi. O ses, o rezil ses, mikrofonumu hackleyen sesle aynıydı.
Kapının ardında geniş bir ofis bulunuyordu. Yeraltında olmamıza rağmen arka pencere, okyanusta kumlu bir sahili gösteren sentetik bir görüntü yansıtıyordu. Duvarın iki tarafında da yükselen, dünyanın her bir yanından özel kitaplarla dolu meşe kitaplıklar vardı. Odanın arka tarafına yerleştirilmiş antika masanın önünde adamın biri yayılmıştı.
Adam, büyük bir kutunun altında bir şeylerle uğraştığı için bedeninin yalnızca alt yarısı görülebiliyordu. Görebildiğimiz tek şey, tavana dikilmiş deri ayakkabılarının ucuydu.
“Kusura bakmayın, biraz bekler misiniz?” Ayakkabılarının arkasıyla konuştu. “Şu deneyin izolasyon tankını tamir etmem düşündüğümden daha fazla vakit aldı. Yeteneklerin verimini artırırken yapay değiştirilmiş bilinç durumu yaratması gereken bir küvet yapıyorum, ama… kritik ölçüm işlevi, küvetin magnezyum sülfat çözeltisine karışıyordu. Pozitron bozunması için gama ışını detektörünü daha doğru bir şeyle değiştirmeye çalışıyorum.”
“İnvazif olmayan bir önlem üzerinde kafa yormak yerine neden bir intravasküler aktivite belirteci uygulamayı denemiyorsunuz?” diye önerdim.
“Onu çoktan denedim.” Ayakkabıları neşeyle cevap verdi. “Öyle yaparsam deneğin içindeki potansiyel yetenek harekete geçmeye başlar. Senin aksine insan bedenleri mantıksızdır… Tamam, oldu şimdi.”
Ayakkabılar, daha doğrusu ayakkabıların sahibi, tabuta benzer kutunun altından sürünerek çıktı.
Ellerini temizlerken bize gülümsedi.
“Eh, konuşmaya başlayalım mı artık? Eminim ki soracak pek çok sorunuz vardır ve ben de cevaplamak için elimden geleni yapacağım. Burayı yolculuğunuzun son durağı olarak düşünün…”
O yüz… şüphesiz…
“Yüzün…” dedi Chuuya-sama şiddetle. “Aynı ona benziyorsun.”
Chuuya-sama ceketinin cebinden fotoğrafı çıkarırken adama baktı. Sahilde çekilmiş bir fotoğraftı. Beş yaşındaki Chuuya-sama, geleneksel çizgili kimono giyen genç bir adamın elini tutuyordu. Adam, muhtemelen batan güneşin kör edici ışığından dolayı eğlenerek gülümserken gözlerini kısmıştı.
“Arahabaki projesinden ben sorumluydum. N ismi bana ordu tarafından verildi, ismim Nakahara'nın ilk harfinden geliyor. Yani…”
Fotoğraftaki genç adam önümüzde duran araştırmacıyla aynıydı.
“Ben, senin babanım.”
 …
 Ekrandaki video altın bir parayı gösteriyordu.
Madeni paranın ön yüzüne tilki motifi işlenmişken arkasına ay işlenmişti. Güzel bir para olsa da nedense kederliydi.
Birisi parmakları arasındaki parayla oynuyordu. Genç gözükseler de ekrandaki kolun ardındaki her şey gizlenmişti bu yüzden yaşlarının tam olarak bilinmesi mümkün değildi.
Birisi şarkı söyler gibi konuşuyordu.
“Ne dileği ne de arzusu bulunan
Lekeli kedere,
Ölümün bitkin düşlerinde yer edinmiş
Lekeli kedere”
Şiir, merak uyandırıyordu. Sözler belirli bir kişiye hitap etmiyordu ve ayaklarınızın altındaki hiçliğe sonsuza dek düşecekmiş gibi bir hissiyatı vardı.                                                          
Bu dizelerle birlikte altın para garip bir ışık yaymaya başladı.
Ekran aniden değişti.
Ekranın ortasında, altın parayı tutan her kimse küçük gözüküyordu. Hala kim olduklarını çıkaramıyordum. Görebildiğim tek şey, büyük beton duvarlarla çevrili tuhaf derecede geniş odaydı.
Paradan yayılan ışık beyaz renkten tehlikeli bir kırmızıya dönüşerek tüm ekranı kapladı.
Görüntü yine değişti.
Sonraki video, geniş bir salona bakan gözlem odasını gösteriyordu. Gözlem odasının duvarlarından biri kalın, akrilik camdandı ve camın arkasında paranın yaydığı ışık görülebiliyordu.
“Deneğin derinliklerinden yeteneğin serbest bırakılması onaylanıyor. Prosedürler 8-0-6’dan 8-7-2’ye başlatılıyor.”
Masalarında hesaplamalar yapan yaklaşık on kadar araştırmacı vardı.
“Yeteneğin ışığındaki artış onaylandı. Gradyan artışı izin verilen değeri %320 aşıyor”
“Devam edin.”
Paradan yayılan ışık ekranda gitgide büyüdü. Parayı inceleyen araştırmacıların yüzünü hafifçe aydınlatıyordu.
Işık titreşmeye başladı. Renk, parlak kırmızıdan tüm ışığı yutan siyaha dönüştü.
“Gama ışını spektrometresinin alıcıları limitlerini aştı. Oda sıcaklığı artış gösteriyor.”
Odanın içindeki uzay değişmeye başladı. Zemin çat sesiyle aniden soyuldu, para zemini kendisine doğru çekiyordu. Zeminin parkeleri paraya çarpamadan yerçekimiyle ezildiler, toz gibi ortadan kaybolana kadar gittikçe ufaldılar.
Çok geçmeden manzara da bozuluma uğramaya başladı.
“Mekansal bozunma çıplak gözle gözlemlenebiliyor! 2 ila 10 ve 14 metre arası hasar gördü!”
“Deneğin hayati organları kritik durumda –hayır, durdular!”
Geniş salonun duvarları ve zemini soyulmuş, birbiri ardına ışığa doğru parçalanıyordu. Oda artık asıl şeklini yitirmişti.
“Deneyi durdurun! Acil durum su desteğini dökün!”
Bir anda boşluk kendi içine büzülüp kapandı. Oda, parayı tutan kişiye odaklanarak bozundu.
Ani bir çarpışma oldu. Araştırmacıları laboratuvardan ayıran akrilik cam, binlerce parçaya ayrılmadan önce şiddetle sarsıldı. Parçalar havada uçuştu.
Birisi çığlık attı.
Ve ekran karardı.
 …
 “Öncelikle yeteneklerin ne olduğunu düşünüyorsun?”
Yeraltındaki yolumuzda ilerlerken N-shi konuşmaya soru sorarak başladı.
Verlaine’in bulmamızı istemediği bilgi –bizim düşüncemize göre- N-shi bizi yer altı laboratuarına davet etti. Oraya doğru gidiyorduk.
“Açıkçası bizim gibi usta araştırmacıların bile yetenekler hakkında bildiği pek şey yoktur. Bu cömert araştırma tesisine sahipken bunu kabul etmekten utanıyorum gerçi.”
Merdivenlerden inerken konuşmasını dinledik. N-shi yolu gösterdi, Chuuya-sama peşinden gitti ve Shirase-san, Chuuya-sama’nın ardındaydı. Ben de en arkadaydım.
“Ama birkaç şey biliyoruz.” dedi N-shi sakin bir sesle. “Öncelikle bitkiler ya da maymunlar gibi insan olmayan yaşam formlarının yeteneği olamaz ve birisi doğuştan yalnızca tek bir yeteneğe sahip olabilir. Eğer yetenek kullanıcısı ölürse yetenekleri de esasen ortadan kaybolur. Tüm dünyayı yakıp kül etmeye yetecek enerjiyi ortaya çıkarabilecek tek bir yetenek yoktur. Yani yeteneklerin de bir sınırı var.”
“O kadarını ben de biliyorum.” Chuuya-sama, sanki N-shi'nin sözleri gereksizmiş gibi kayıtsızca konuştu.
“Bundan sonrası ilginçleşiyor.” N-shi gerçek niyetlerini saklayan muzip bir gülüşle devam etti. “Sınırlarının olduğunu söyledim ama ordu, o sınırı aşmanın bir yolu olup olmadığını bilmek istiyordu. Esas olarak evet, aşılabilir. Bu yollardan birisi de yetenek tekilliğidir.”
Oho.
Tekillikleri bilmelerinden etkilendim. Ayrıca ordunun araştırma birimi yalnızca teori olmadığını da biliyordu. Doğduğum yer olan İngiltere’de bile bu fenomeni bilen yalnızca birkaç özel araştırmacı vardı.
Bu ülke yeteneklerle ilgili araştırmalarında düşündüğümden daha hızlı ilerliyordu.
“Hükümette tekillikleri bilen yalnızca birkaç kişi var ama… Tekillik, normal bir yeteneği dış etmenlerle orijinalinden meta-yeteneğe değiştiren bir fenomendir.” N devam etti. “Ve tekillik sırasında yeteneğin sınırı olmaz. Her şey olabilir. Bu fenomen, yetenekler arasında hata olarak da anılabilir.”
Laboratuvarın en alt katına indik. Yeraltının derinliklerinde olduğumuzdan ayak seslerimiz dışında hiçbir sesi duyamıyorduk.
Bir kapının önünde durduk. N-shi kapıyı açmak için kalçasına asılı anahtarı kullandı.
“Hey, bizi nereye götürüyorsun? Ve neden konuşmayı uzatıyorsun?”
“Yakında anlayacaksın.” N-shi sırıttı. “Anlattıklarım varoluşunun özüyle bağlantılı, dikkatli dinle.”
Devam etti. “Neyse, tekillik basit bir olgu olsa da gerçekleşmesi için gereken süreç hiç de basit değil. Tekilliği açıklamanın en kolay yolu ‘zıt yeteneklerin çarpışması’dır. Başkalarını hatasız kandırma yeteneği, gerçeği hatasız görme yeteneğiyle karşılaştığında ne olur? Ya da geleceği görebilen iki kişi savaşırsa ne yaşanır? Çoğunda iki taraf da kazanmaz ama bazı nadir durumlarda yetenekler aslından bambaşka bir şeye evrilir. Bunlara zıt-tip tekillikler deriz.”
Shirase-san'ın homurdandığını görmek için kaçamak bakışlar attım. “Mmm, zıt-tip… Nngh…”
“Shirase-san, anlamanızın zor olduğunu bilsem de lütfen yürürken uykuya dalmayın.”
“Öyleyse, Chuuya-kun..” N-shi yanında duran Chuuya-sama ile konuşmaya devam etti. Shirase-san’a bakmadı bile. “Tekillik oluşturmak için en az iki yetenek gerektirdiğini söyledim ama aslında kendi başlarına da tekillik yaratabilen yetenek kullanıcıları var.”
“Ne?”
"Başkalarınınkisiyle değil de kendi yetenekleriyle mantıksal bir uyumsuzluğa girerek, tekilliğe neden olabilirler." Bunu söylerken, N-shi işaret parmağını döndürüyordu.
“Dünyada böyle yetenekler de var. Bunu ilk Alman bir araştırmacı keşfetti ve ‘kendisiyle zıtlığa düşen yetenek’ olarak nitelendirdi. Doğru… bir örnek vereyim. Temasla diğer yeteneklilerin yetenek gücünü arttıran birisi olduğunu varsayalım. Oldukça faydalı bir yetenek. Ama bu yeteneği başkalarında değil de kendisinde kullansaydı n’olurdu sence?”
“Kendi yeteneği güçlenmez miydi?”
“Aynen öyle. Yani diğer yetenekleri güçlendirme yeteneği güçlenirdi. Daha doğrusu yetenekleri güçlendirme yeteneği, yetenekleri güçlendirme yeteneği sayesinde güçlenirdi. Bu döngü sonsuza kadar devam eder ve yeteneği sonsuza kadar güçlendirir. Sonuç olarak enerjinin sonsuz döngüsü yeteneklerin doğal kanunlarını yıkar ve tekillik doğar. Enerji fazlalığı, kütlede değişikliğe ve yüksek yoğunluklu bir uzamsal bozulmaya neden olur. Yetenekli ise yerçekimi girdabına kapılır ve asla geri dönemeyeceği diğer tarafa gider.”
Demek öyle. Şimdi anladım. “Bize gösterdiğin kayıtlardaki deneyde parayı tutan yetenekliye bu olmuştu.”
“Evet. O yıkıcı yeteneği hayatında yalnızca tek bir kez etkinleştirebilirsin.”
“Hey, o uzamsal bozulma…?” Chuuya-sama’nın ifadesi katı ve sesi sert çıkıyordu.
“Daha konuşmamı bitirmedim.” N-shi araya girdi. “Kendisiyle zıtlığa düşen tekillikler yalnızca Japonya ya da Almanya değil, dünyanın herhangi bir yerinde yaşanabilir. Her birkaç on yılda bir yaşanıyorlar. Tekillikler, detayları kimse bilmese de antik çağdan bu yana ‘tanrıların’ ve ‘şeytanların’ işi olmuştur. Ne olursa olsun, yetenek kullanıcısı tekillik aktifleştiği sırada ölüyor.”
Almanya, Fransa ve İngiltere’nin savaş alanındaki trendlere uyum sağlamaya çalıştıkları sırada askeriyedeki araştırma birimleri kıyasıya rekabete girmişti. Japonya’yı Almanya’nın müttefiği olarak kabul edersek yetenekli silah araştırmasına yetecek teknolojileri olması şaşırtıcı değil.
“Çevresini içine çeken ve kendisini yok eden tehlikeli bir yetenek. Ve yalnızca tek kullanımlık. Bunu silah olarak kabul edemeyiz.” dedi N-shi gergin bir ifadeyle. “Ama sonuç olarak tekillik, teknik olarak sonsuz bir enerji kaynağı. Tekilliği daha kontrol edilebilir bir kaynaktan kullanmanın yolu var mıydı? Araştırmamızın başlangıç noktası bu oldu. Ve… silah olarak kullanılabilecek şey sonunda yapıldı. Fransa, yetenek araştırmaları söz konusu olduğunda lider ülkelerden birisidir.”
Fransa…
Ve Fransa Hükümetinin yetenekli ajanı, Suikast Kral.
Demek böyle olmuştu.
“Tekilliği silah olarak mı kullanacaksın? Nasıl?”
“Kalbi kullanarak.”
“Huh?”
“Kalbi. İnsan ruhunu.” N-shi bunu sanki bir şiir mısrası okuyormuş gibi sessizce söyledi. “Normalde böylesine büyük bir enerji kitlesini makineler taşıyabilir, değil mi? Ama az önce de dediğim gibi yetenekleri kullanabilen tek canlılar insanlardır. Bilimsel olmayan terimlerle konuşursak, bir yeteneğin ürettiği enerjiyi yalnızca insan ruhu kullanabilir. Bu yüzden Fransız bilim insanları kişilik yaratmak için bir denklem kullandı ve yeteneği, insan bedeninde ve ruhunda olduğuna kandırarak vücudu yetiştirdi. Dürüst olmak gerekirse bu fikri öne süren ilk araştırmacı biraz kafadan kontaktı. Ama deney, herkesi korkutacak kadar başarılıydı. Sonuç olarak yetenekli ajan Verlaine doğdu. Tekillikten doğmuş, yerçekimini iradesiyle kontrol edebilen kişilikli bir yetenekti. Birkaç yıl sonra gerekli araştırma materyallerini elde ettikten sonra Japonya da aynı yolla tekillikten doğan bir yetenekli yaratmayı denedi. Buna da…”
Ağır kapı sonunda açılmıştı. N-shi ilk Chuuya’nın girmesi için acele ettirdi.
En samimi bakışıyla konuştu. “Arahabaki Projesi adı verildi.”
Bu sözleri söyler söylemez kapı kapandı. Shirase-san ile birlikte kapının önünde bakakaldık.
Üç saniye geçmeden… durumu algıladım.
“Chuuya-sama!”
Kapıya vursam da kapı kurşun ve patlama geçirmezdi ve ne kadar çabalarsam çabalayım hareket etmiyordu. Yakında açılacak gibi de durmuyordu.
N-shi’nin sesi kapının yanındaki hoparlörden duyuldu.
“Bundan sonra yalnızca iki kişi ilerleyebilir.” Duygusuz, sert bir ses duyuldu. “Arahabaki Projesi devlet sırrı sayılabilir. Sadece bir kişinin buraya girmesi için izin aldım. Ve-”
Ne söyleyeceğini düşünüyormuş gibi durakladı ve devam etti.
“Bundan sonra göreceklerini muhtemelen yalnızken görmeli. Diğer insanların, özellikle arkadaşlarının göreceklerini görmelerini isteyeceğini sanmıyorum.”
Hemen ardından kapının diğer tarafında hareket etmeye başlayan bir kitlenin işaretleri gördüm. Tarayıcım sayesinde kapının ardında asansör olduğunu görebildim. Chuuya-sama ile N-shi aşağı inmek için asansöre biniyordu. Bu kadar ilerlememize rağmen hala aşağı katların olduğuna şaşırmıştım.
Asansörün kontrol sistemini hacklemeye çalışsam da işe yaramadı. Radyo dalgaları daha en başta karşıya ulaşamadığından girişimlerim de savuşturulmamıştı.
Sonra bir şey fark ettim. “Sessiz Oda” dedikleri şey buydu.
Çalışma ilkesi basitti. Oda, iletken demir gibi metal plakalarla çevrelendiğinde radyo dalgaları geri yansır ve metal plakaların içindeki manyetik alan atlatıldığından; içerisi manyetik alanların ulaşamadığı izole bir alan haline gelir. Cep telefonunu mikrodalgaya koyarsanız elektromanyetik dalgalar baz istasyonuna ulaşamaz. Aynı prensip burada da geçerliydi.
Bu görevin güvenlik olasılığı %7’ye düştü. İnsancıl terimlerle ifade edecek olursam “endişeli” hissediyordum.
N-shi tam olarak neyi amaçlıyordu?
 …
 Harekete geçen asansörün sesi yankılandı.
Chuuya’nın ifadesi arkadaşlarından ayrıldığı sırada dahi değişmemişti. Duvardaki saate bakıyormuş gibi N’ye gözlerini dikmişti ve ellerini ceplerine sokmuştu.
“Beni yenmek için bu kadarcık şeyin yeterli olduğunu düşünüyor musun cidden?” dedi kuru bir sesle.
“Seni yenmeye falan çalışmıyorum. Seni düşünüyordum o kadar.”
“Bundan sonra ne görürsem göreyim organizasyona rapor edeceğim.” Umursamıyormuş gibi konuştu Chuuya. “Devlet sırrıyla falan uğraşamam.”
“Ne istersen yapabilirsin.” N art niyetler taşıyan bir gülüş takındı. “Tabii canın konuşmak isterse.”
Asansör durmadan önce hafifçe vızıldadı. Kapı açıldı.
Kapının ardında küçük bir koridor vardı. Eski olması dışında tesistekilere benziyordu. Zeminlerin kenarlarında kum ve toz birikmişti. Koridorun arkasına giden yolda, üzerinde “İzolasyon” ve “Bilgi Bürosu/Belirlenmiş İzolasyon Departmanı Bakanlığından Gelen Talimatlar” gibi etiketler bulunan birkaç sayfa kağıdın bulunduğu başka bir kapı vardı. Kağıtlar iğrenç derecede eskiydi ve kenarları sarıya dönmüştü.
N, kapıya yapıştırılmış kağıtları tek tek yırttı.
Yan yan bakarken Chuuya konuştu. “Hey, konuş artık.” Sözleri N’e göre değersizdi.
N arkasına döndü.
“Konuş. Buraya kadar geldik, korkmuyorum. Ben insan değilim, değil mi?”
N Chuuya’nın sorusuna cevap vermedi, öylece Chuuya’ya baktı.
“Söylemesen de bu kadarını biliyorum.” Chuuya kaba bir tonda devam etti. “Ben Verlaine’i yaratan aynı tekillikle doğan, Arahabaki Projesi’nin ürünüyüm. Değil mi?”
N, çaresizce gülümsedi.
“Öyleysen n’olmuş? Önümüzde kanıt var. Görmekten korkuyor musun? Yalnızca hikayeyi dinledikten sonra eve mi gitmek istedin?”
Chuuya cevap vermedi, yalnızca N’ye baktı.
“Bundan sonra çekip gitsen de umurumda olmaz. Önemli olan tek şey Verlaine’in sana her şeyi anlattığımı düşünmesi, gerçekten de her şeyi bilmen değil.”
Chuuya N’ye bakarken kafasını toplamaya çalışıyordu. Sonunda ağzını açtığında, sesi kararlı çıkıyordu.
“Pianoman ve diğerleri gerçekte kim olduğumu bulmaya çalışırken öldüler.” Gözleri uzaktaki bir şeye dalıp giderken parlıyordu. Arkadaşlarının sırtları kendisine dönükken geçmişten bir hatıra… “Yolu göster. Sırf onlar için her şeyi öğrenme görevim var.”
Sesinde tereddüt yoktu. Yüzlerce yıl geçse dahi o sözleri geri alamazdı. Yüreğinin gücü, sesindeki duygudan anlaşılıyordu.
N gülümsedi ve cevap vermek yerine kapıyı açtı.
Kapının ardında sanki geniş bir fabrika vardı. Oda o kadar genişti ki arka duvarları gözükmüyordu bile. Zemin ve tavan arasında yayılan ara katman görevi gören geniş bir demir iskele vardı. Chuuya o orta katmanda duruyordu.
Demirler tıngırdadı.
Chuuya dizlerinin üstüne çöktü. Düştüğü esnada ayakta durmasına yardımcı olması için bir şekilde tırabzana tutundu.
“İyi misin?”
“Biliyorum…” Chuuya sorusunu görmezden gelerek soluk bir yüzle konuştu. “Burayı biliyorum.”
“Biliyorsun sanırım, huh.”
Chuuya’nın alnından terler akıyordu. Gözleri önündeki manzaraya saplanıp kalmıştı. N, Chuuya’ya duygusuz bir ifadeyle baktı ve sanki telefon rehberi okuyormuş gibi soğuk bir sesle konuştu.
“Burası ikinci laboratuvar. Şehirde bulunan ilk laboratuvardan örnek alınarak tasarlandı. Tıpatıp aynısı. Orijinali patlamada yok edildiğinden çocukluğundan kalan tek hatıra burası.”
Hayaletlerin sesleri zihninde yankılandı.
“Düşman saldırısı!”
“8‘den 15’e kadar kilitleyin!
Saldırı timi en iyi ekipmanlarımızla saldırıya hazır!
Fark edemeden ileriye doğru yürüyordu.
Aynıydı. Yıllardır aşina olduğu manzara tıpatıp aynıydı. Askerler ve araştırmacılar ileri geri yürüdüler. Silahlı bir asker Chuuya'nın yanına koştu.
İllüzyon görüyordu. Burada kimse yoktu.
Hafızalarında yaşanan bir olayı canlandırıyordu sadece.
“Kaç kişiler? Silahlılar mı?!”
“İki kişi! Ve silahlı olmamalarına rağmen hiç zarar görmemişler!”
Anılarındaki ses bağırdı. O günün hatırasıydı. O yerde gördüğü son şeydi.
Sonunda bir yere ulaştı.
“Sen buradaydın.”
Tumblr media
Tavana kadar uzanan siyah bir silindirdi ve çapı o kadar genişti ki üç yetişkin kollarını uzatırsa zar zor kaplayabilirdi. Yüzeyi cam gibi gözükse de siyah ve opaktı ve içerisi gözükmüyordu.
Ama Chuuya biliyordu. Bunun ne olduğunu gayet iyi biliyordu.
Chuuya çevresinde dönüp tesise baktı. Tanıdık bir manzaraydı. Bir zamanlar dünyanın bu manzaradan ibaret olduğunu sanırdı.
Mavimsi siyah karanlık… kendisini dış dünyadan koruyan –ayrı tutan beşik…
Aniden illüzyonundaki o beşik kırıldı. Chuuya’yı tutup çıkaran kişi beşiği kırmıştı.
Chuuya elin sahibini tanıdı.
Arthur Rimbaud.
Ve yanındaki, Paul Verlaine.
“Varlığın bir mucize, Chuuya-kun.” dedi N, melodik bir sesle. “Senin gibi bir fenomeni yeniden yaratamazdım.”
Bu sözlerle Chuuya gerçekliğe dönebildi. Tesisteki tek kişi N ve Chuuya’dı, silindir de kırılmamıştı.
Chuuya silindirin yüzeyine dokundu. Ne sıcak ne de soğuktu, çok iyi bildiği bir sıcaklıktaydı.
“…Ee?” Chuuya bir şekilde soğukkanlılığını geri kazanarak N’ye döndü. “Tesisteki sırrın ne-”
Aniden silindirin içinden güm sesi duyuldu.
Chuuya donup kaldı. Ellerinin dokunduğu camın hemen yanında kendi elleriyle aynı boyutta el izleri vardı. Yalnızca avucunu görebiliyordu. Geri kalan her şey mavimsi karanlıkta saklanmıştı.
Olayı hemen anladı. Dış duvarlar içerisi görülmesin diye siyah değildi. Cam saydamdı ancak maviye çalan siyah bir sıvıyla dolu olduğu için içindekiler görünmüyordu.
“Kim var orada?!” Chuuya, N’ye bağırdı.
N cevap vermedi. Soğuk gözlerle sakince Chuuya’ya baktı.
“Konuşsana! İçinde kim var dedim!?”
O elin boyutu…
Chuuya’nın elleriyle aynıydı.
“Acele etmeye gerek yok. Yakında göreceksin.”
N, ceketinin cebinden uzaktan kumanda panelini çıkardı ve düğmelerden birisini kapattı. Mavimsi siyah sıvı şırıltı sesiyle boşalırken baloncuklar oluştu.
Su seviyesi silindirin üst seviyesinden inmeye başladı. Chuuya bir adım geri çekilip boş gözlerle silindire baktı.
“Bu…”
Sıvının içindeki kişi… Chuuya’dı.
Gözleri kapalıydı. Deneylerde tipik olarak kullanılan plastik kıyafetler giyiyordu ama onun dışında bedeninde hiçbir şey yoktu. Acınası bir şekilde zayıf olduğu için Chuuya’dan biraz daha genç duruyordu. Silindirin dibine, her iki ayak bileğine de bağlı gümüşi beyaz prangalar vardı.
Uyuyor gibi gözükse de sanki her an kırılacakmış gibi ifadesi sıkıntılıydı.
“Tanıştırayım. Orijinal halin.”
Chuuya şok içinde bakakaldı.
“Kendisiyle zıtlığa düşen yeteneğin sahibi. San’in bölgesindeki bir kaplıca köyünde doğdu. Yeteneği dışında sıradan bir çocuktu. Yerçekimi tekilliğiyle ezilmesin diye özel ayarlanmış bir cihaz kullandım. Bu yüzden hala hayatta.”
Aniden, silindirin içindeki çocuk çırpınmaya başladı. Aralıksız öksürüyor ve nefes alamıyor gibi duruyordu.
Bükülüp kusmaya başladı, sanki iç organları dışına çıkıyordu. Ancak silindirin camı kalın olduğundan içeride neler yaşadığı tam duyulmuyordu.
“Hey… acı çekiyor. İyi mi?!”
“Muhtemelen değil.” dedi N, soğuk bir sesle. “Yaşam desteği için gerekli olan rahmin sulu solüsyonu boşaldı, ne de olsa.
“Ne?!”
Silindirin içindeki çocuk yerde kıvranırken bağırıp çağırıyor, durmaksızın cama vuruyordu. Ama söylediklerinin tek bir kelimesi duyulmuyordu.
“Ne yapıyorsun?! Yardım etsene!”
“Gerek yok. Görevini uzun zaman önce yerine getirdi. Seni doğurma görevini yani.”
Silindirin içindeki çocuk inanılmaz miktarda kan kusarak titredi.
Chuuya’nın ifadesi hemen değişti.
N’nin yakasını çekebildiği kadar sert çekti ve aşağı indirerek bağırarak konuşmaya başladı.
“Acele et de suyu geri koy!”
“Neden?” dedi N ifadesini değiştirmeden.
“Kapa çeneni! Suyu geri koy yoksa seni gebertirim!”
N omuzlarını silkti. “Tamam. Al.”
N, sıvıyı boşaltmak için kullandığı uzaktan kumanda panelini Chuuya'ya verdi. Chuuya, paneli elinden kaptı.
Kontrol panelinin üç siyah ve bir kırmızı düğmesi vardı. N’nin suyu boşalttığı düğmenin karşısındaki düğmeyi kapattı ama bir şey olmadı. Diğer düğmelere de tıkladı ama hiçbir şey olmamıştı.
O sırada çocuk acı çekmeye devam ediyordu. Bedeni titriyor ve kırmızımsı siyah sıvı ağzından akıyordu. Ciğerlerine kan dolduğundan nefes alamıyor ve yüzü morarıyordu.
Chuuya tedirginlikle düğmelere ardı ardına bastı. Bir süre sonra, güm sesini duyduktan sonra yüzünü cama çevirdi.
Silindir sanki boyun eğiyormuş gibi kendilerine doğru eğildi ve kabın üst kısmı açıldı. Kalan çözelti boşaldı ve çocuk sonunda yerde yuvarlandı.
Chuuya, çocuğun vücudunu tuttu.
“Hey, biraz daha dayan!”
Çocuk nefes alamıyordu. Chuuya’nın kollarında uzanırken göğsü inip kalkıyordu. Yüzü Chuuya’nınkisiyle aynıydı ama gözleri daha nazik ve çok çok daha kırılgandı.
Çocuk Chuuya’ya tutundu ve yavaşça ona baktı. Bir şey söylemek için ağzını açtı. Derin bir nefes aldı.
Ama bu kadardı.
Hayatı sona ermişti. Eli, gücünü kaybedip düştü ve gözleri perdelendi. Ciğerlerinde kalan hava bir iç çekişle dışarı verildi. Ve böylece her şey bitmişti.
Chuuya, çocuğun bedeninin çürüyüşünü izledi. Derisi parçalandı ve etleri eriyerek mavimsi siyah sıvıyla aynı renkteki sıvıya dönüştü. Durdurmak için yapabileceği hiçbir şey yoktu. Etleri bedeninden kayıp gitti, geriye kemikler kaldı.
Sonrasında geriye kalan tek şey çocuğun küçük iskeleti, giydiği plastik giysiler, ona bağlı transfüzyon tüpleri ile ölçüm kabloları ve son olarak ayaklarının altındaki mavi-siyah sıvıydı.
Chuuya iskeleti yere koydu ve yüzünü N’ye çevirdi.
“Sen…!”
Kıyafetlerini öfkeyle kavradı ama N’nin ifadesi biraz bile değişmedi.
“Baban olduğumu söylerken yalan söylemiyordum.” N, sanki kanji okuyormuş gibi düz bir sesle konuştu. “Bedenini ben tasarladım, Arahabaki’ye dayanabilesin diye genetiklerini düzelttim.”
Sonra akıl ermez bir şey yaşandı.
N Chuuya’nın yumruğunu kıyafetlerinden kolayca ayırdı.
“Ne…”
Chuuya N’yi, yumruklamaya çalışsa da yapamadı. Ayakta dahi duramıyordu. Dizleri titriyor ve bedenini ağır hissediyordu.
Güçlü olan N değildi, Chuuya zayıftı o kadar.
Chuuya bu hissi hatırlıyordu.
“O… o zamanki…”
Bir yıl önce uçurum kenarındaki mezarlıkta Shirase kendisini bıçakladığında da aynı hissetmişti. O sırada, Shirase ne demişti?
“Artık kıpırdamasan iyi edersin. Bıçağı fare zehriyle kapladım.”
“Uzuvların bir süreliğine uyuşacak ve istediğin gibi hareket edemeyeceksin.”
Shirase’nin sesinin hatırası kulaklarında yankılandı ve nedense abartılıymış gibi duyuluyordu.
Chuuya zemine dizleri üstüne düştü. İki eli de ağır hissediyordu.
Ama neden? Neden şimdi böyle hissediyordu?
“Seni ben tasarladım, seni en iyi ben tanıyorum. Bedeninin güçlü olduğu doğru ama zehirlere karşı normal bir insan kadar zayıfsın.”
“Zehir mi…?”
Chuuya geçmişi anımsadı. Kolay kolay zehirlenmezdi. Kendisini zehirlemek için bir saldırı girişimi olsaydı hemen fark ederdi.
Bekle-
Tesise girmeden hemen önce kişisel eşyalarını kontrol edip kan testi istemişlerdi.
Test kiti… iğne…
“İğne…!”
“Gerçeği anlatmak için seni buraya davet ettim. Gerçekleri söylersem Verlaine’in ellerinde ölmekten kurtulurum diye düşündüm.” dedi N, Chuuya ceketini kavradığında açtığı kırışıklıkları düzelterek. “Ama bu plana körü körüne güvenemezdim. Gerçeği basitçe anlatsam bile Verlaine’in pes edeceğinin garantisi yoktu. Bu yüzden daha güvenilir bir yöntem uygulamaya karar verdim.”
Chuuya ayağa kalkmaya çalıştı. Ayakları mavi-siyah sıvıda çırpında.
“Anlıyor musun? Eğer ölürsen Verlaine’in ülkede kalması için bir nedeni kalmaz.”
“Orospu çocuğu!”
Öfkeye kapılmıştı. Bedeninden çok duygularının gücüyle ayağa fırladı. Yumruğunu N'ye doğru fırlattı.
N, soğukkanlılıkla Chuuya’yı silahla vurdu.
Mermi Chuuya’yı alnından vurdu ve kafatasına çarparken parçalandı. Chuuya geriye yalpaladı ve alnından kanlar akarken yere düştü.
Kurşun kafatasından içeri girmemişti. Alnından aşağı kayarak yere düştü. Chuuya darbeyle birlikte merminin kendisine vurmasını engellemek için kalan gücüyle yerçekimi kontrolünü mermiyi durdurmaya odakladı.
N kayıtsız ifadeyle, düşen Chuuya’ya acımasızca daha çok ateş etti.
Tüm mermileri durduramazdı. Birkaç kurşun Chuuya'nın doğrudan koluna ve karnına isabet ederek et parçalarının ve kanın etrafa sıçramasına neden oldu.
Chuuya çığlık atmak için sesini dahi yükseltemedi.
“Muhtemelen iğrenç bir adam olduğumu düşünüyorsun ama bunu canıma değer verdiğim için yapmıyorum. Araştırmama devam etmek için yapıyorum. Yani vatanım için çabalıyorum da diyebilirsin.”
N, laboratuar önlüğünün cebinden bir tüp çıkarıp açtı. İçinde ufak bir şırınga vardı. Şırıngayı açtığı yaralardan birisine yerleştirdi.
“Bulunduğun organizasyon uğruna zalim olmak... kendin de seçkin bir organizasyondasın. Beni anlıyorsun, değil mi?”
“Göt… herif..”
Chuuya sızlandı, N’yi tutmak için elini kaldırdı. Ancak N’ye uzanamadı.
Eli yere düştü.
Sonra her şey karardı.
 …
 Hemen yanımda, Shirase-san aniden acı çekmeye başladı.
Yere düştü, boğazını tutarak kıvranmaya başladı.
“Shirase-san’ ne oldu?!”
Bunları söylerken çoktan tanı raporu yazmaya başlamıştım. Nabız ile kan basıncında düşüş ve terleme, kas seğirmesi ile nefes darlığı çekiyordu. Hepsi zehirlenmenin tipik belirtileriydi. Ancak havanın bileşenlerinde herhangi bir anormallik yoktu. Şimdiye kadarki çevre taramalarımı kontrol ettim fakat zehirli gaz belirtisi görülmüyordu.
Semptomlarını hafifletmek için ona antikolinerjik etkisi olan bir atropin iğnesi yaptım. Durumunu biraz izledikten ve semptomların yavaşladığını gördükten sonra ilacın dozunu artırdım. Aslında savaş alanında kullanılmak için yaratıldığım için biyolojik ve kimyasal silahlara karşı kullanabileceğim ilaç stoğum vardı. Bu seferki hayati tehlike oluşturmuyordu.
Shirase-san sakinleştikten sonra onu yere uzandırtıp odadan çıkmaya çalışsam da çıkamadım. Ne önümüzdeki ne de arkamızdaki kapı açılmıyordu. Bulunduğumuz oda elektromanyetik dalgaları geçirmediği için kontrol paneline bağlanamıyor ve dış dünyayla iletişime geçemiyordum.
Başlangıçtan beri odada kilitli kalmamız planlanmıştı. Görevin risk değeri %38’e yükseldi. Endişe verici bir orandı.
Bedenimi kapıya çarpmadan önce biraz düşündüm. Demir kapı yerinden kıpırdamıyordu. Odadaki demir masalardan birisini fırlattım ama ufak bir çizik bırakmaktan başka bir şey yapamadı.
Koridora benzeyen odada yalnızca masalar, sandalyeler ve içini süsleyen personel dolapları dışında bir şey yoktu ve dardı. Terminale bağlanabilseydim dışarısıyla iletişime geçebilirdim. Elektromanyetik alanı korumak için tavanlar ve kapılar da kaçmamızı zorlaştıran kalın demirden yapılmıştı.
Başka çaremiz kalmamıştı.
Belimin arka tarafını yokladım ve oradaki kapağı açtım. Aradığım parçayı bulup çıkardım. Sağ elimdeki orta ve işaret parmağımdan bileğime kadar olan boşluğu açıp aldığım parçayı yerleştirdim.
Takıp çıkarılabilir askeri bir el testeresiydi. Testere avucum büyüklüğünde, döner tipteydi. Genelde şüpheliyi kovalarken kilitli bir kapıyla karşılaşırsam kullanırdım.
Testereyi kapıdaki elektronik kilide bastırmadan önce döndürdüm. Kıvılcımlar takım elbiseme doğru uçarken tiz bir ses çıkardı.
Biraz zaman alacak gibi duruyordu ama acelemiz vardı. Araştırma tesisi tehlikeliydi. Bahse varırım amaçları Chuuya-sama’yı zehirlemekti ve Shirase-san da araya karışmıştı. Ve şimdi burada kapana kısılmıştık. Chuuya-sama tehlikedeydi.
Öldürülmüş olabilirdi.
Hatta daha kötüsü-
 …
 Oda boştu.
Masa, sandalye, ekran ya da süs eşyaları… hiçbir şey yoktu. Yükseltiyi gösteren bir ölçek duvara kazınmıştı. Okulların küçük yüzme havuzu büyüklüğünde olan oda aslında acil durumlarda deneylere atılan sulama suyunu depolamak için kullanılan bir su deposuydu.
Chuuya, odanın duvarında asılıydı. İki bileği de zincirlerle bağlanmış, yere düşmesini engelliyorlardı. Zincirler kalın dikenlerle kaplıydı ve bileklerine canavar dişleri gibi saplanmışlardı. İki ayağı da zar zor yere değiyordu.
Üst yarısındaki kıyafetleri çıkarılmış, kurşunların açtığı yaralar açıkta kalmıştı. Biri göğsüne, diğeri karnına olmak üzere en derin kurşun deliklerine iki kazık çakılmıştı.
Chuuya çığlık attı. Yanan etinin kokusu havaya yayıldı.
Elektrik akımı kazıklardan bedenine girdi ve bileklerindeki dikenli tellerden kaçtı. Bu sırada kasları, sinirleri ve iç organları parçalanıyordu. Hissettiği şiddetli acı, tüm vücudunu kıymaya çevirirken hiç doğmamış olmayı dilemesine yetiyordu.
“Seni geberteceğim.”
Asılı Chuuya, kendisini izleyen kameraya doğru hırıldadı.
Elektrik akımı bir kez daha geçti. Canavarınkisine benzeyen kısık bir bağırış ağzından kaçtı.
N, durumu deney gözlem odasından izliyordu.
Elektrik akımından gelen ışık gözlem odasına dahi ulaşsa da N gözlerini bile kırpmadı.
“10 mL midazolam verin.” Aşağıdaki sahneden gözlerini ayırmadan yanındaki astına emir verdi.
“Ama kalp atışları…” Genç araştırmacı endişeli bir sesle hayati değerleri kontrol etti.
“Bu kadarıyla ölmez. İlacı verin.”
Birbirinden farklı birkaç ekipman hareket etti. Chuuya’nın sırtına saplı dört tüpten birisinden berrak bir sıvı taşındı ve bedeninde kayboldu. Sanki iç organları parçalanıyormuş gibi ıstırap dolu bir çığlık atarken gözleri fal taşı gibi açıldı.
Yine de N irkilmedi bile. Yüzü ne sempati ne de gaddarlık taşıyordu. Bir numaraya bakıyormuş gibi Chuuya’yı seyrediyordu.
Deney gözlem odasında 20 sandalye, aletler ve araştırmacılar sıralanmıştı. Araştırmacıların hepsi ilerlemede sorun çıkmaması için değişiklikleri deney protokolüyle karşılaştırmakla meşguldü.
“Chuuya-kun, acıtıyor mu?” N yüzünü mikrofona yaklaştırdı ve Chuuya ile konuştu.
Chuuya uyuşmuştu ve cevap vermiyordu.
“Özür dilerim, keşke başka bir yolu olsaydı.” Sesinde pişmanlık taşımadan konuştu N. “Ama seni kurtaracaksak başka şansımız yok.”
Konuşurken, N sayısal değerleri doğrulamak için yanına baktı. Sonra devam etti.
“Biz nasıl isteklerine saygı duyuyorsak ‘Arahabaki’ de aynı şekilde saygı duyuyor. İradenizin Arahabaki’ye bağlı olduğunu söylemek daha doğru olur. İraden kesin olduğu için Arahabaki senden alınamaz. Bu ülkede, yeteneklerin nasıl çalıştığını bildiğimizi tanımlayan tek kontrollü tekilliksin.”
N’nin sesi mikrofonu kapattıktan sonra kesildi, astına döndü. “Midozalamın etkileri nasıl?”
“Belirtiler başladı. Kayda değer bir yanıt vermesi muhtemelen 2 dakika sürer.”
N başını salladı. “20 ml daha verin.” Emir verdi, yine mikrofona döndü.
“Chuuya-kun, şu anda kişiliğin Arahabaki’nin dizginlerini elinde tutuyor. Yani seni öldürürsek kontrol edilebilen oldukça değerli bir tekilliği kaybederiz. Bunun birlikte, eski kişiliğini yeniden yazarsak yeni kişiliğinle Arahabaki arasında çatışmaya sebep verebiliriz ve Arahabaki başka bir öfke patlamasına neden olabilir. Laboratuarın yeniden patlamasını istemeyiz.”
N, son kısmı kimse duyamasın diye kısık sesle söyledi ve şakasına burnunun ucuyla güldü. Ama yüzündeki sırıtışı anında sildi.
“İşte buradaymış.”
N, kontrol panelindeki bir düğmeyi çevirdi.
Tavana zincirlenmiş kazıklardan yaralara kuvvetli bir elektrik akımı geçti. Chuuya o kadar ıstıraplı bir acıyla sarsıldı ki sanki tüm vücudu parçalara ayrılıyormuş gibi hissetti. Chuuya, şiddetli acıya haykırdı. Bedenini yukarı bükerek acıdan kaçmaya çalışsa da yalnızca bileklerine saplı dikenli tellerin kollarını daha da kanatmasına neden oldu.
“Arahabaki’yi kendi rızanla bırakabilirsin. Çok düşünmeni gerektirecek bir şey değil. Tekerleme gibi birkaç kelimeye söylemen yeterli. Detonasyon mührünü sıfırlatan bir yetkilendirme kodu. Kodlamanın bir parçası olacak. Bu tekerlemeyi tekrar ettikten sonra yeni kişiliğin orijinalinkinin yerini alacak. Ve günlerdir sana musallat olan ile… yıllardır peşini bırakmayan karanlığın acısı dinecek”
Yıllardır peşini bırakmayan karanlık…
Bu sözleri duyduktan sonra tepkisiz Chuuya sonunda hayatta olduğuna dair işaretler gösterdi. Zayıf bir şekilde başını kaldırdı.
N, değişimi fark etmedi.
“Söylediğim kelimeleri tekrar et. Gayet basit bir cümle ve aklından da tekrar edebilirsin.”
N gözlerini kapattı ve tekdüze bir sesle yetkilendirme kodunu okudu. Basit bir dizeydi.
“-Ey, kara rezaletin bağışçıları. Beni bir daha uyandırmayın.”
“Ey kara rezaletin bağışçıları…”
Chuuya’nın dudakları neredeyse otomatik hareket ediyordu. Uyuşturucu etkisini göstermeye başlamıştı. Gözleri odağını kaybetmişti. O insancıl gözleri dudaklarının kıpırdadığından bihaberdi, boğazı söylediklerinden dolayı titriyordu.
N gülümsedi ve mırıldandı. ���Tamamdır.” Chuuya devam etti.
“Beni bir daha… bekle… kimim ben?”
Sözleri, acıyla kıvrandığı esnada kesildi.
Ağzından çıkanlar odada yankılandı ve moralleri bozdu.
Kaydı izlerken N hayal kırıklığıyla kaşlarını çattı. Videoya bakarken astına emretti. “Dozajı arttırın.”
“Ama-“
“Yap dedim!”
Kazıklardan yüksek akımlı elektrik geçti. Şekilsiz yıldırım, tüm kaslarını, sinirlerini ve iç organlarını parçalayarak şiddetle vücuduna girdi.
Chuuya acı içinde çığlık attı.
 …
 Döner testere kilidin eksenini kesti. Tiz, metalik ses durdu.
Çıkan ısı döner testeremin parçasını bir daha düzeltilemeyecek şekilde eritmişti bu yüzden testereyi tekrar kullanabileceğimden şüpheliydim. En iyisi burada bir kenara atmaktı.
Artık dışarı çıkabilirdik. Ancak baygın Shirase-san’ı öylece arkamda bırakamazdım. İnsanları korumaya programlanmış bir robottum. Şartlar ne olursa olsun, savunmasız bir insanı tehlikeli bir yerde bırakamazdım. Chuuya-sama’yı arama görevin olsa bile önce Shirase-san’ı güvenli bir yere götürmem gerekliydi.
Elimi, kapıyı açmak için kestiğim noktaya dayadım.
Ama gerek yokmuş.
Çünkü aniden kapıyla beraber geriye uçtum.
Zeminden yukarı, aşağı sonra yine yukarı yuvarlandım. Geriye doğru yuvarlanırken omuzlarımda yoğun bir baskı hissettim. Vurulmuştum, darbe de geri düşmeme neden olmuştu. Etrafımı algılamak için kullandığım sensörleri düşürerek önceliğimi kendimi savunmaya ayarladım.
Sensörlerim üç düşman algıladı, hepsi ağır silahlı askerlerdi. Askeriyenin tesisinde olduğumuzu düşünürsek bu kadar silahlı olmaları şaşırtıcı değildi. Kapı da büyük olasılıkla bombayla patlatılmıştı.
Vurulduğum yerin analizini yaptım. Dış zırhımda spiral çatlaklar vardı. Durum hiç iyi değildi. Kurşungeçirmez yeleği dahi delen mermiler kullanmışlar.
Sıradan insan savaşında, merminin insan bedeninde durarak daha fazla hasar vermesi amaçlandığı için biraz daha yumuşak başlıklı kurşunlar kullanılır. Ama düşmanım nüfuz gücü ve hızı daha kuvvetli başlıklar kullanmıştı yani benim mekanik bedenimi göz önüne alarak savaşmaya gelmişlerdi.
Durum hiç ama hiç iyi değildi.
Görüşüm netleştiğinde girişe baktım. Üç asker çoktan namlularını bana dikmişti.
Kaçınılmaz bir güçle üzerime kurşunlar yağdı.
 …
 Kalp atışlarının sesi son derece gürültülüydü.
Kulağının dibinde davul çalıyorlarmış gibi geliyordu. Nakahara Chuuya gözlerini sesin kaynağına çevirdi ama elbette, ortada kalp falan yoktu. O zaman kimin kalbiydi bu? Benim mi? İmkansız. Ben insan değilim. Kalp gibi bir lütuf bana yakışmaz.
Bir kez daha elektrik akımı geçti. Tüm vücudu istemsizce titredi. Sanki bedenindeki tüm sıvılar tek tek kaynıyor, kan damarları lime lime doğranıyordu. On altı yaşındaki bir çocuğun dayanabileceği acıyı çoktan aşmıştı. Neyse ki, ağlasa da çığırsa da kimsenin umurunda değildi. Bu yüzden ne zaman ıstırap çekse çığlık atıyordu. Boğazında yükselen kanın tadını alabiliyordu.
N’nin sesini son duyduğundan beri uzun zaman geçmişti. Bilim insanları, emeklerinin boşa gitmesinden nefret ederdi. Muhtemelen Chuuya kayda değer bir ses çıkarana kadar acının tadını kendisinin istediği kadar tadana kadar ayrılmıştı.
Yerçekimi kontrolü tamamen kaybolmasa da gücü zayıf düşmüştü. Belki bedenine saplı tüpler sürekli vücuduna zehir pompalıyordu. Uzuvları uyuşmuştu, zihni bulanıklaşmıştı. Gerçeklikte ya da aklında neler olup bittiğini söylemesi zordu. Zehrin yanında bir de uyuşturucu verilmişti. Suçluların itiraf etmesi için kullanılan ilaçlardan mıydı, belki de insanı deliliğe sürükleyen uyuşturucuydu?
Daha ne kadar dayanabilirdim?
Tabii ki istediğim kadar katlanabilirdim. Gerekirse sonsuza dek. Chuuya olduğum için katlanabilirdim.
Ama neden yapayım ki?
-Ben de hep böyle demiyor muyum, Chuuya?
Chuuya aniden kafasında tanıdık bir ses duydu. Bu dünyada en çok nefret ettiği kişinin sesiydi.
-Aynı benim gibi, senin de varlığın hataydı. Sahte bir hayata tutunmuşken bütün bunlara katlanmanın anlamı ne ki?
Ses kendisiyle dalga geçiyormuş gibi çıkıyordu.
“Kapa çeneni.”
Chuuya küfredermiş gibi konuştu. Sesin kafasında olduğunu biliyordu, uyuşturucunun neden olduğu işitsel bir halüsinasyondu sadece. Yanında kimse yoktu. Ama aklı yerinde değildi bu yüzden ses durdurulamazdı.
“Siktir git, Dazai.”
-En iyi bu klişe cevabı mı verebiliyorsun?
Ses kulağının dibindeydi. Chuuya kulaklarını kesmek istedi.  Hemen yanında, Dazai'nin gölgeli silueti titriyor, gözlerini oymak istemesine neden oluyordu.
-Sözlerime inanman için kanıtlar var, kendin de biliyorsun. Derinlerde bir yerde sen ve ben, ikimiz de aynıyız.
“Sus, sus, sus! Ben benim! Senin gibi pisliğin teki değilim!”
-Ona da söylediklerinin aynısı söyle o zaman.
Chuuya, yüreğine dokunan başka bir kısık sesi duyduğunda donakaldı.
-Ama bize ilk katıldığında dememiş miydik, kendini kandıramaya devam edemezsin diye?
Chuuya figürü gördü. Artık halüsinasyonların uyuşturucudan kaynaklandığından emindi.
“Pianoman…”
Alnında terler akarken Chuuya’nın sesi kupkuru çıkıyordu.
Pianoman, önündeki duvara dayanmış, kollarını birbirine geçirmiş halde Chuuya’ya sakince bakıyordu. Dükkanın arkasında dururken takındığı duruşun aynısı gözlerinin önündeydi. Chuuya’nın unutması mümkün değildi.
-Bize katılmana izin vermemizin sebebini söylemiştim. Mafyaya isyan çıkaracağını düşünmüştük. İntikam alevleriyle hiçliği ve her şeyi yok etmek istiyorsun gibi gözüküyordun. Şimdi bile, hala aynı haldesin.
Gölgeler çoğaldı, tedirgin Pianoman’in yanındaki duvarda göründüler. Albatros, Iceman, Lippmann, Doc…
Yüzlerinde birer gülüşle hepsi Chuuya’yla konuştu.
-Doğumunun kökeni yüzünden ölmüş olabiliriz ama seni suçlamıyoruz.
-Biz mafyayız, böyle şeylere hazırlıklıydık.
“Aptallar! Ne biçim neden o?! Ben…”
Pianoman ve diğerlerinin gülüşleri yüzlerinden silindi. Bir sonraki cümleyi direkt kulağının dibinden duydu.
-Öl o zaman.
Şaşıran Chuuya, hayaletimsi bir Shirase'nin solgun yüzüyle karşılaşmak için arkasına döndü.
-Hem mafyadaki arkadaşlarından hem de Koyundaki bizlerden ölümünle özür dile.
Ne olduğunu kavrayamadan etrafı Koyundaki kızlar ve erkeklerle çevrildi. İhanet ettiği ve birbirinden ayırdığı eski arkadaşlarıydı. Onlarca çocuğun gözleri soğukkanlılıkla kendisine bakıyordu.
-Hep demiyor muydun Chuuya, hayatta üstün olanların yerine getirmesi gereken sorumlulukları vardır. Yalan mı söylüyordun?
-Bizi korumayacak mıydın? Açlıktan ölürken biz seni korumamış mıydık?
Dur.
Chuuya kulaklarını kapatmaya çalıştı ama iki eli de bağlıydı.
-Hmph, bir de kendine kral diyorsun. Bak bize ne yaptın.
-Chuuya, sen…
“Kes sesini! Madem çok istiyordunuz siz kral olsaydınız ya! Tüm gücümü sizin için kullandım!” Chuuya artık dayanamıyormuş gibi bağırdı. “Gücü sikeyim! Bu gücüm olmasaydı hala beraber-”
Yine elektrik şoku verildi. Chuuya’nın beyninden ışık akımları geçti.
Aklının diğer bir kenarında, yaşanması imkansız bir manzarayı gördü.
Koyun henüz dağıtılmamıştı. Hala beraberlerdi. Chuuya aralarında önemli birisi değildi. Yeteneği yoktu. Ne güçlü, ne kral olan ne de ilgi odağında olan tamamen normal bir üyeydi. Diğerleriyle hoşça sohbet eden, Koyunun sıradan bir üyesiydi.
“Ben…”
Vizyon kayboldu, arkasında yara bere içinde kalmış kanlar içindeki Chuuya’yı bıraktı. Sonra sessizleşti.
Chuuya başını öne eğdiğinde, bir sonraki halüsinasyonun ayaklarına yansıdı.
“Arkadaşların ve sorumlu olduğun yoldaşların seni delirtiyor. Sence neden, küçük kardeşim?”
Chuuya yavaşça yüzünü kaldırdı. Karşındaki kişinin gelmesini bekliyor sayılırdı.
“Demek sıradaki sensin…”
“Doğru, olmam gerektiği gibi. Buraya kadar aynı yolu ben de yürüdüm, sorularını benim cevaplayacak olmam gayet doğal.” Halüsinasyon siyah şapkasını düzeltti.
“Sorum…” dedi Chuuya. “Söyle bana, hatam neydi? Nerede yanlış yaptım?”
Önündeki halüsinasyon, Verlaine, biraz kederli bir ifade takındı.
"Başından beri." Bu cevabı verirken Verlaine'in gözleri samimi ve yalandan arınmıştı. “En başından beri, doğumun bir hataydı. Aynı benim gibi."
Daha en başından varlığım hataydı.
Chuuya’nın yumruğu titredi. Böyle bir şeyin yaşanması haksızlık değil miydi? Onları affetmek zorunda mıydı?
“Hayır, yaptıkları affedilemez. Orası kesin. Gereken hükmü vermenin zamanı geldi.”
“Onlar…”
“Bu kadar katlandığın yeter.” Verlaine’in sesi nazik çıkıyordu. “Tüm sorumluluklarını yerine getirdin. Artık sıra onlarda. Onları sorumlu tut. Ancak bu sayede nihayet adaleti sağlayabiliriz.”
“Haha… onları sorumlu tutmak istiyorum.” Chuuya’nın kuru gülüşü direkt kendisine hitap ediyordu. “Onları parçalarına ayırmak istiyorum ama imkansız. Buradan çıkamam. Acı ve çaresizlik içinde öleceğim.”
“Ölmene izin vermem.”
Verlaine Chuuya’nın önüne yürüdü ve kazıkları çıkardı.
Chuuya taş kesilmişti.
Verlaine tüm kabloları çıkardı ve yerçekimiyle ezdi. Kollarının etrafındaki dikenli telleri ve sırtındaki tüpü de çıkardı.
“O araştırmacıyı öldüreceğim.” Verlaine Chuuya’yı tüm kısıtlamalarından kurtarıp yaralarını inceledikten sonra ayağa kalktı. “… öncesinde de planladığım gibi. Burada oturmakta serbestsin. Ama hayatındaki kargaşadan onları sorumlu tutmak istiyorsan…”
Verlaine elini Chuuya’ya uzattı.
“Benimle gel.”
Chuuya elini tutmadı, sanki garip bir şey görmüş gibi öylece bakakaldı.
“Neden…?”
“İlk tanıştığımızda da söylemiştim. Seni kurtarmak istiyorum.”
Bunları söylerken Verlaine gülümsedi. Bir ajanın ya da suikastçılar kralının gülüşü değildi. Genç bir adamın samimi gülüşüydü sadece.
“Öfkelen, Chuuya. Öfkelen, bu zalim dünyaya öfkelen. Seninle oynayan bilim insanlarına öfkelen. Bu öfken hayatını geri kazanmana yardımcı olacak. Hayatını geri alacak mısın Chuuya, yoksa numaralandırılmış deney faresi olarak yaşamaya devam mı edeceksin?”
Konuşmak istemiyorum.
Öfke kanında kaynayarak kaslarını ısıttı. Chuuya güçlükle Verlaine’in elini kavradı ve ayağa kalktı.
“Gidelim, kardeşim.” Verlaine, Chuuya’nın bedenini kaldırırken gülümsedi. “N’yi öldür ve ruhunu bu mantıksız dünyadan geri kazan.”
 …
 Üzerime kurşunlar yağıyordu.
Ön kolumdan darbeye dayanıklı kalkanımı çıkardım. Şemsiyeye benzer kalkanın yüzeyi ısı ve darbeye dayanıklı süper alaşımla kaplıydı ve saldırıların çoğunu savuşturabilirdi. Arahabaki’nin yüksek enerjisine dayanması için özellikle tasarlanmıştı.
Metal zarflı mermiler kalkanımın yüzeyine çarptı ve geri sıçradı. Mermilerin üçü kalkana saplandı, kinetik enerji yüzünden alaşımları soyuldu. Ancak kalkanımdaki hasar minimum düzeydeydi.
Kalkanım hala yükseliyorken askerlerin silahlarının üstüne iki kez zıpladım. Gardiyanın arkasındaki duvara iner inmez geriye sıçrayarak sırtına çarptım.
Sensörlerim kaburgalarının kırıldığını tespit etti. Biri gitti.
Askerin üstüne basarken uzun bacaklarımla diğer askere çelme takarak düşürttüm. Parmağımdaki iğneyi düşen askerin boynuna sapladım, uyuşturucu enjekte ettim. Böylece ikincisi gitti.
Fakat diğer ikisini etkisiz hale getirmem için gereken süre üçüncü askerin ateş etmeye hazırlanması için yeterliydi.
Üçüncü asker silahını bana doğrulttu. Ellerimin ikisi de yerde olduğu için bedenimin ağırlığı yüzünden kolumdaki kalkanı kaldıramadım. Alabileceğim önlemleri yüksek hızda taradım ancak hiçbiri zamanında yetişmiyordu.
Bir şey yapmama gerek kalmamıştı.
Asker, aniden yere yığıldı.
Bedeni elektrik çarpmasının patlayan sesiyle sarsıldı ve silahını düşürdü. Birkaç saniye süren ıstırap dolu seslerden sonra tüm gücünü kaybederek yere düştü.
Kılımı dahi kıpırdatmamıştım.
Askerin ardındaki koridordan kurtarıcım gözüktü.
Burada görmeyi beklediğim son insandı.
“Ne sıkıcı���” dedi, normalde isyanları dağıtmak için kullanılan şok tabancasını bırakarak. “İnsanlar, elektrik kullansam da ölüyor kullanmasam da. Bıktım artık.”
“Sen… Liman Mafyasındansın.”
Dazai Osamu.
Chuuya-sama’yı Liman Mafyasına sürükleyen çocuk.
“Tanıştığımıza memnum oldum Dedektif-san. Chuuya nerede?”
Chuuya-sama ile aynı yaşta olan çocuk sordu, şok tabancasını umursamazca bir kenara attı.
“Chuuya-sama…”
“Çoktan yakalandı mı? Yoksa onu kurtardığın sırada mı geldim?” Dazai-san hareketsiz askerin üzerinden atlayıp bana doğru yürüdü. “Öyle eğlenceli olmaz ki. O zaman Chuuya’nın işkence görmesini ve iki gözü iki çeşme ağlamasını kaçırırdım.”
“İşkence mi? Chuuya-sama’ya mı?”
Yakalanan Chuuya-sama işkence mi görüyordu? İhtimal vardı. Ama bu çocuk bunu nereden biliyordu? Neden buraya gelmişti?
Dazai-san’ın etkisizleştirme yeteneği Verlaine’e karşı yapacağımız savaşta kesinlikle koz sağlardı. Verlaine bu yüzden Dazai-san ile iletişime geçse bile belli ki çocuk yakalanmamıştı. O zaman neden buraya gelmişti?
“Neden buraya geldim mi diye soruyorsun? Anlatayım. Planın parçası olduğu için geldim. Ne planı diye soracaksın. Anlatayım. Her şey. Baştan sona her şey, Verlaine olayı başından beri avucumun içindeydi. Ne demek istiyorsun diye soracaksın.”
Dazai-san'ın sözlerini daha iyi anlamak için işlemcim bu bilgiyi analiz etmeyi birinci öncelik haline getirdi. Ancak Dazai-san'ın düşünme hızı çok daha hızlıydı. Ayak uydurmak için elimden gelen her şeyi yapıyordum.
“Anlatayım. Her şey, harfi harfine her şey, Verlaine’in hedeflerinden tut da Dedektif-san’dan Araştırmacı-san’a kadar, hepsi Verlaine’e verdiğim istihbarat sayesindeydi. Yani suikast planının protokolü ayrıca benim planımın protokolüydü. Şimdi de ‘Neden böyle bir şey yaptın?’ diye soracaksın.”
Dediği gibi, sıradaki sorum buydu. Anlattıklarına göre yüksek ihtimalle Verlaine ile iş birliği yapmıştı. Dedektif-san’ın ölümü, Chuuya-sama’nın tatsız durumu –hepsi Dazai-san’ın eli altından çıkmış olabilirdi. Yani ihanet söz konusuydu. Biraz sonra anlattıklarına bakarak bir kez daha savaşmaya devam edebilirdim.
Ama Dazai-san’ın son cevabı beklentilerimi aştı.
“En yüksek suikastçı hedefine ulaşmadan önce zaman kazanmak içindi. Son hedefi Liman Mafyası patronu, Mori Ougai. Mori-san aslında ilk öldürülen olacaktı ama istihbaratları değiştirerek onu listede sonuncu yaptım. Kazandığım zaman sayesinde ters suikastı neredeyse bitti. Ama son dokunuşları yapmamız gerek.”
Dazai gülümsedi ve ayağa kalkmama yardım etmek için elini uzattı. Her şeyi bir bilgenin gözüyle görmüş, sanki dünyanın hiçbir yerinde olmayan bir yere bakıyor gibiydi.
“Bu gidişle Chuuya, N’yi öldürecek ve bunu yaparsa artık insan olmayacak. Ama Chuuya’nın insan olarak acı çektiğini görmek istiyorum. Bu yüzden onu durduralım.”
 …
 Dünyanın sonunun getiren bir felaketin geldiğini işaret eder gibi, güvenlik alarmları yankılandı.
Kırmızı acil durum ışıkları yanarak tesisin manzarasını tamamen değiştirdi. Sanki canavarın karnının içindeydik.
Genel personele yönelik telsiz alarmları, tüm hatlarda art arda çalıyordu.
İzinsiz giriş. Tüm iç istihbarat personelleri belirlenen belgeleri imha etsin ve derhal tesisi tahliye etsin. Saldırı timi, en iyi ekipmanlarınızı kuşanın. Bu bir tatbikat değildir. Bu bir tatbikat değildir.
Personelin duyması için gürültülü alarmlar vermeye devam ettim.
Bayılmış Shirase-san'ı bir malzeme deposuna kilitledim, kapıyı kapattım ve elektronik kilide bastım.
“Kilidi, sürekli değişen bir şifreleme anahtarı kullanarak değiştirdim. Bir süre Shirase-san’ı güvende tutar.”
“İyi iş çıkardın. Sırada Chuuya var.”
Dazai-san, artık Shirase-san umurunda değilmiş gibi yürümeye başladı.
“Bekleyin lütfen, Dazai-san.” Arkasından seslendim. “Az önce Chuuya-sama’dan insan olarak bahsetmiştiniz. Chuuya-sama’nın insan olup olmadığını biliyor musunuz?”
Gerçeği bildiğine dair garip bir umut besliyordum. Herhangi bir dayanağım olmasa da içime doğmuştu. İnsanların makinelerin sezgileri olmadığını ya da makinelere aniden ilham gelmediğini düşünmeleri kibirli bir davranıştı. İnsanların yapabileceği her şeyi ben de yapabilirdim.
“Bilmem.”
Dazai-san tereddüt etmeden konuştu. Ancak gözleri bir şeyi düşünür gibi hafifçe kısılmıştı. “N de Verlaine de Chuuya’nın insan olmadığını söyledi. Ben bu fikre katılmadığım için bu defteri, ‘Rimbaud’un Notları’nı okudum. Tüm olayın bu defter yüzünden başladığını da söyleyebilirsin.”
Dazai bunu söylerken cebinden eski, deri ciltli bir defter çıkardı.
Rimbaud’un notları!
Hemen tuttuğu defteri analiz ettim. Gerçek miydi? Olabilirdi.
Rimbaud’un notları, artık hayatta olmayan yetenekli casus Rimbaud’un gizlice yazdığı bir tür günlüktü. Dünya Savaşında yaptığı görevlerle ilgili istihbaratlar içerdiğinden devlet sırrıydı ama var olduğu dedikoduları dolaşsa da keşfiyle ilgili hiçbir bilgi bulunmuyordu.
“Nasıl bulabildin?”
“İstediğin gibi öğrenmeye çalışabilirsin ancak ne olursa olsun sana yalnızca yalan söyleyeceğim. Ne de olsa ben yalancının tekiyim.”
Dazai-san'ın yüzünde esrarengiz bir gülümseme vardı. Yalan algılama sensörü kullandım ama yanıt alamadım. Hayati değerleri değişmiyordu ve neredeyse uyuyan bir insanınkiyle aynıydı. Çıktı değerleri son derece normaldi ve bu, bu tür bir durumda dahi anormaldi.
Kimdi bu çocuk?
“Çay patisi yapıp konuşacak vaktimiz yok. Önce Chuuya’yı bulalım.” Dazai-san dalgın bir şekilde ensesini ovuşturarak konuştu.
“Onu nasıl yapacağız?”
“Chuuya’yı bulmak hep kolay olmuştur.” Dazai-san hiçliği ve her şeyi görebiliyormuş gibi gülümsedi. “Gürültü nereden geliyorsa Chuuya da oradadır.”
 …
 Patlama sesiyle duvar parçalarına ayrıldı.
Chuuya enkazın toz bulutunun içinden gülle gibi çıktı. Havayı kesmesinin şoku, toz bulutunun dağılmasını geciktirdi.
Önünde tesisin savunma birimi vardı. Silahlarla kuşanmışlardı ve tüm hazırlıkları düzenle tamamlıyorlardı.
“Taktik departmanı konuşuyor! Zakuro Saldırı Timi doğu geçidinde tetikte olsun! Warabi Muhabere İstihkam Müfrezesi, batı geçişini patlatarak çıkışları kapatın! İstihbarat Departmanının kaçması için zaman kazanın! Hemen-”
Devamını getiremedi.
Chuuya dizini kullanarak komutanın gövdesine vurdu ve asker, uçup giderken iki büklüm kaldı.
Yaklaşık sekiz asker aynı anda silahlarını hazırladı. Bu askerler elit sınıftandı ve gizli askeri tesislerde gardiyanlık yapıyorlardı. Seviyeleri, askerinin ekipmanına ya da yemeğine bekçilik yapan gönüllü askerlere kıyasla çok daha yüksekti. Bu tesisi korumak için silah kullanmakta ustalık sergileyen, fiziksel gücü kuvvetli, zihinsel konsantrasyonu yüksek ve savaşmaya niyetli bir avuç askere izin verilmişti.
Ama yalnızca insanlara karşı savaşmakta becerikliydiler. Rüzgâr gibi uçan ve üzerlerine bir aracın ağırlığıyla saldıran insan büyüklüğünde bir canavara karşı savaşmayı beklemiyorlardı.
“Daha fazla ilerlemesine izin vermeyin! İleride panik odası var! İstihbarat departmanının yetkili memurları kaçana kadar hayatınız pahasına savunun!”
Chuuya alçak irtifada ateş eden askerlerden birine çarptı. Asker, ağaçtaki bir yaprak gibi uçup gitti. Chuuya diğer bir askerin karnına tekmeledi, geri tepmeyi kullanarak sıçradı ve askerin diğer tarafına bir tekme daha indirdi.
Asker, sanki bir bilardo istekasıyla vurulmuş gibi odanın duvarlarından sekti. Saniyeler içinde koridor, sükunetin ve ölümün hakim olduğu sessizliğe döndü.
Chuuya, umursamaz bir tavırla yere düşen askerlerin üzerinden atladı ve elini panik odasının kapısına koydu.
Açılmıyordu. Kapı eline ağır geliyordu. Elektronik olarak kilitlenmişti.
Chuuya kırmak için kapının kilit mekanizmasına yüksek kuvvetli yerçekimi uyguladı. Ama kapı açılmadı. Zehrin etkileri yüzünden yeteneğinin gücünü de arttıramazdı.
“Odaklan.” Yok yerden ortaya çıkan Verlaine kollarını çaprazlayarak kapının yanındaki duvara yaslandı. “Zehirlenmişsen n’olmuş yani? Sen dünyanın sonunu getirecek canavarsın. Yeteneğini geri al. O kötü adamı parçalamak istiyorsan, yap şunu.”
“Bili… yorum…”
Chuuya iki elini de kapıya yerleştirdi ve dişlerini sıktı. Yeteneğinin çıkış gücünü arttırdı.
Rakibi ajanların saldırabileceğini göze alarak tasarlanmış patlamaya, kimyasallara, yeteneklere dayanıklı bir kapıydı. Kapıyı pek çok türde yetenekle parçalamak şöyle dursun, çatlak dahi bırakamıyordu.
“Odaklan. Canavara boyun eğdirtmek için iradeni kullan. Yoksa ölürsün.”
Uzay deforme oldu. Giysileri yavaşça dalgalanmaya başladı.
Yeteneğinin ışığı, Chuuya’nın yumruklarında toplandı.
 …
 Burası neresi?
Shirase gözlerini açar açmaz ilk bunu düşündü.
Silah ve ekipman deposundaydı. Uzuvlarını esnetmesine yetecek kadar geniş olmasına rağmen burnunun ucunu göremeyecek kadar karanlıktı.
“Chuuya? Adam?”
Seslense de cevap alamadı. Etrafta kimsenin olduğuna dair hiçbir işaret yoktu.
Hayır, bekle, kilidin dışında işaretler vardı.
İleri geri koşuşturan panik sesleri ve acil durum hakkında bilgilendirme yapan alarm sesi duyuluyordu. Telaşlı sesin, düşmanların içeri sızdığını ve araştırmacı olmayan personellerin tahliye edilmesi gerektiği gibi şeyler söylediğini duyabiliyordu. Tesiste sorun çıkmıştı sanırım.
Tesis… Doğru ya, şimdi hatırladım.
Shirase ayağa kalktı. Askeri araştırma tesisine davet edilmişti ve alt kata indirilmişti. Sonra aniden nefes almakta zorlanarak bayıldı.
İleriden silah sesleri duyuluyordu. Ve şimdi bu sıkışık alanda kapana kısılmıştı.
Arkada bırakılmıştı.
Terk edilmişti.
“Sikeyim böyle işi! Hey, Chuuya! Nereye gittin?! Çıkar beni buradan!”
Tüm gücüyle kapıyı tekmeledi ve kolayca açıldı. Kapının açılacağını düşünmeyen Shirase o kadar şaşırdı ki hemen kapıyı kapattı.
Kapıyı bir kez daha sinsice açtı ve çevresini kontrol etti.
Birbirlerine benzeyen karanlık saklama dolapları sıralanmıştı ve şu ana kadar kimseyi görmemişti.
Dolaptan çıktı ve ayağa kalktı. Ayağa kalkar kalkmaz baş dönmesiyle dizleri üstüne çöktü.
Düşmeden önce nefes alıp vermenin ne kadar zor olduğunu ve göğsünün nasıl ağrımaya başladığını anımsadı. Muhtemelen zehir yüzündendi. O piç adamlar muhtemelen beni kendilerine yük gördükleri için zehirlediler, sonra beni arkalarında bırakarak kaçtılar.
Ellerini kapayıp açtı. Bilinci netti ve hareketinde sıkıntı yoktu. Öyleyse böyle bir yerde sabırla beklemesi için bir neden de yoktu.
Neyse ki araştırmacıların kullandığı birkaç laboratuvar önlüğü duvarda asılıydı. Kalkıp bir tanesini üzerine geçirdi, alarm sesinin saldırıda görevli olmayan tüm personelin kaçması gerektiği sözlerini hatırladı. Kaçan bir araştırmacı gibi davranırsa kolayca çıkabilirdi.
Ama Chuuya hayatta böyle bir şey yapmazdı. Güvenlik söz konusu olduğunda en uyanığı oydu, bu yüzden kalabalıkta sıvışmak gibi bir şeyi asla yapmazdı. Tehlikede olabilirdi.
Ben kimim ki onun için endişeleniyorum? Chuuya’yı kurtarmak için bir nedenim var sanki. Hayır, hiçbir sebebim yok.
 …
 “Belgeleri yok edin! Bize biraz zaman kazandırmak için 8. tahliye yolu dışındaki tüm gücü kapatın!”
N bağırıyordu.
Araştırma tesisinde bulunan pek çok panik odasından birinin içindeydi. Trene benzeyen uzun, dar bir odaydı ve acil durumda ihtiyaç olunabilecek iletişim araçları, besin, elektrik jeneratörü ve kurşungeçirmez yelekler gibi her şeye sahipti. Odanın arkasında tek seferde tek kişiyi taşıyabilen bir asansör bulunuyordu.
N, iletişim cihazıyla tüm birimlere emirler veriyordu. Aynı zamanda diğer elinde tuttuğu zincir demetini güç kaynağına bağlayarak girişe taşıdı.
“Taktik departmanı kontrol odası bize olabildiğince zaman kazandırmak için çatışmaya girmelerini bildiriyorum! Merkez üstteki Amiralle iletişime-”
Giriş patladı.
Kapı N’nin burnunun ucundan geçip duvarı parçaladı.
“Oğlundan kaçan fantastik baba değil mi bu?”
Girişte Chuuya duruyordu. N'ye dik dik bakarken tüm vücudu öfkeyle kabarıyordu.
“Eeh!”
N tuttuğu zincirleri düşürdü. Sırtını duvara dayadı ve birkaç adım geri çekildi.
“Neye hazırlanıyordun? Ölümüne mi?”
“B-bekle! Başka seçeneğim yoktu! İş için yaptım! Bir kez olsun seni incitmeyi aklımın ucundan dahi geçirmedim!”
“Öyle mi? Yazık olmuş.”
Chuuya tehditkar adımlarıyla N’ye doğru yürüdü. Chuuya’nın ileriye attığı her adımla N titreyen bacaklarıyla geriye gidiyordu.
Verlaine kollarını birbirine geçirmiş girişte duruyor, odadaki manzaradan yüzünde bir gülümsemeyle keyif alıyordu.
Chuuya’nın ayakları altına bir zincir düştü. N’nin az önce bir şey hazırlarken kullandığı zincirdi. Chuuya zinciri eline alarak inceledi.
Zincirin sivri bir ucu vardı ve içi kalın tellerle örgülüydü. Chuuya’ya işkence ederken kullandığı elektrikli kazıktı.
“Az önce karnıma sapladığın şey bu muydu? Anladım… beni pusuya düşürmek ve yine bu şeyleri saplamak için tuzak kuruyordun.”
“Ş…şey…”
Chuuya zinciri çekti. Odanın köşesindeki güç kaynağına bağlı iki zincir daha vardı.
“Açık açık söyleyeyim, deli gibi acıttı. Hiçbir şeyin acısı bununla kıyaslanamaz. Umarım hissettiğim ıstırabın yüz kat beterini çekersin.” dedi Chuuya zincirlere bakarken.
Chuuya gözlerini N’den ayırdığı sırada adam, odanın arkasındaki asansöre doğru ilerlemeye başlamıştı.
Zincirin ucu kıyafetlerini parçaladı.
“Kaçma.” dedi Chuuya. Sesi nefret doluydu. N’nin kıyafetlerine doğru atılan zincir, giysilerini arkasındaki duvara sabitlemişti. Chuuya zincirin ucunu yavaşça N’nin yanındaki zemine çevirdi.
N’in kıyafetleri duvara saplı olduğundan bir sonraki zincirden paçayı sıyıramazdı.
“Bekle… yaptığın şey yanlış!”
“Onu dinleme Chuuya.” Kapının yanındaki Verlaine sıkılmış bir tavırla parmaklarına bakıyordu. “Bu tip insanlar hayatta kalmak için birden yüze kadar yalanlar sıralar. “
Chuuya gözlerini kıstı. Gözlerindeki kana susamışlık yakut kırmızısı güzel bir renkle parıldadı.
“B-bekle! Yemin ederim yalnızca iş için yaptım, başka hiçbir sebebim yoktu!”
“Ah, yalnızca işti demek.” Chuuya N’ye daha da yaklaşırken konuştu. “İş için isteğim dışında ruhumla oynadın. İş için diğer beni kilitleyip öldürdün. İş için varını yoğunu ortaya koydun. Senin gibi pislikler midemi bulandırıyor. Madem iş için her şeyi yaparsın, o zaman işin için öl.”
Chuuya, tuttuğu zincire yerçekimi gücünü uyguladı. Kazığın ucu yükseldi.
 …
 Dazai-san ile birlikte koridorda ilerledik.
“Chuuya’nın insan olduğunu gösteren bir kanıt yoktu ama olmadığını gösteren bir kanıt da yoktu.” dedi Dazai yürürken. “Verlaine bir yabancı, tabiri caizse Chuuya’yı çalmak isteyen bir yabancı. Chuuya’nın insan yapımı bir yetenek olduğunu direkt onaylamış değil ya. N ise, yalan söylüyor olabilir.”
N-shi yalan mı söylüyordu?
“Neden yalan söylesin ki?”
“Kim bilir? Ama usta bir yalancı, yalan söyleme nedenini dahi saklar ve o adamda iyi bir yalancı tipi var. Haksız mıyım?”
Dazai-san gülümsedi. Gülüşünde donuk bir haz saklıydı.
Ama doğruluk payı da vardı. Labarotuvara girdiğimden beri denk geldiğim her insanın hayati değerlerini tarıyordum. Kızıl ötesi görüşleri, kalp atışları, karbondioksit salım hacimleri, göz bebekleri ve terleme hacimleri… buna elbette N-shi de dahildi ancak bize ihanet etmeyi planladığına dair hiçbir işaret bulamamıştım.
Chuuya sama yapay bir insan olabilir de olmayabilir de.
İhtimal yarı yarıyaydı.
Önüme dönerek hızımı %40 arttırdım.
Olasılık 50/50 ise, Chuuya-sama N-shi’yi öldürmemeli.
Yoksa bir daha toparlanamayabilirdi.
 …
 Havada uçuşan zincirler it dalaşına katılan bir köpeğin kaçmak üzereyken çıkardığı sese benzer bir sesle çınladı.
“Hemen bitecek.”
Chuuya zinciri kavramak için çekti. Zinciri sanki halat çekme oyunuymuş gibi yan pozisyonda tuttu. Tutuşunu biraz bile gevşetse zincir roket gibi uçacaktı.
Kazığın keskin ucu N’ye doğrultulmuştu ve kıyafetlerine saplı zincirler yüzünden kaçacak yeri kalmamıştı.
“Yap, Chuuya.” Verlaine kollarını çaprazlamıştı ve ıslık öttürür gibi neşeli bir tonda konuştu. “O yerçekimi gücünün birazını bile kullanırsan onu bıçaklar bıçaklamaz bedeni anında patlar. Hemen biter. Değil mi Araştırmacı-san?”
“Bekle Chuuya-kun! Yarın yine gel, bunu yaptığına pişman olacaksın!”
“Yarın ne olacağı belli değil.” Chuuya’nın gözleri kana susamışlıkla kısıldı. “Hep istediğini yaptın. Korumak istediğin insanları korudun ve sevmediklerini yıktın. Bugün de farklı olmadı.”
“Bekle! Uzak dur!”
 …
 “Geldik, panik odası!”
Koridordan döner dönmez Dazai-san bağırdı. Bakışlarını takip edip koridorun sonundaki kapıyı fark ettim. Kapının etrafında yenilmiş onlarca gardiyan vardı.
“Ben önden gidiyorum!”
Dazai-san'ı geride bırakarak güvenlik görevlilerinin oluşturduğu yığının üzerinden tek sıçrayışta atladım. Kapının önüne indim. Vakit kaybetmeden kapının girişine dokundum ve kilit açma kodunu aradım. Doğru kodu bir, iki, iki saniye içinde girdim.
Kapı açıldı.
“Chuuya-sama! N’i öldürmemelisiniz!”
Otomatik kapının açılma hızına sabrım yetmeyince panik odasına koştum. Gözlerimi açtım.
Oda boştu.
Ne kimse ne de birisinin olduğuna dair bir işaret yoktu.
Zemini tarayıp ince bir toz tabakası buldum. Oda sanki yıllardır kullanılmamıştı.
Burada değildi.
Çok geç kalmıştık.
 …
 “Yarın ne olacağı belli değil.” Chuuya’nın gözleri kana susamışlıkla kısıldı. “Hep istediğini yaptın. Korumak istediğin insanları korudun ve sevmediklerini yıktın. Bugün de farklı olmadı.”
Zincirde, çekilmiş bir oka benzer muazzam bir güç depolanmıştı.
Ve o ok, her an fırlayabilirdi.
“Bekle! Uzak dur!” N ellerini kaldırıp haykırdı. Yapabileceği hiçbir şey yoktu.
Chuuya’nın zinciri kavrayışı gevşedi.
Koca bir evi yıkabilecek gerginliği taşıyan zincir serbest bırakıldı.
Ses hızından daha hızlı bir şok dalgası yaratılırken gök gürültüsüne benzer kükreyiş odayı sarstı. Zincir inanılmaz bir hızla uçarak hedefini en ufak sapma olmadan deldi.
Direkt-
Verlaine’in göğsüne isabet etti.
“Ugh… Ne…”
Zincirin deriye temas noktasından kan sıçradı. Verlaine yalpalamıştı. Yerçekimi kontrolüyle zincirin hızını yavaşlatsa da ucu hala göğsünün derinliklerine saplanmıştı.
Chuuya, üst bedenini Verlaine’e çevirdi. Zinciri bıraktığı anda uçuş yönünü değiştirmek için vücudunu çevirmişti.
“Sütten çıkmış ak kaşık gibi konuşma, Verlaine. Doğru, bu araştırmacı iğrenç şeyler yaptı ama sen de Pianoman ve diğerlerini öldürdün.” Chuuya göğsünü yumrukladı. “Tam burada canları yanıyor. Ve ateşleri sönene kadar istediğimi yapmam imkânsız. Yapılması gerekeni yapıyorum. Ben de böyle birisiyim işte.”
Tumblr media
“Chuuya… Piç herif…!”
Verlaine kazığı tutup çıkarmaya çalıştı. Ama Chuuya odanın arkasına Verlaine’den daha hızlı koşup kazığın kaldıracını indirdi.
Maksimum çıkışa ayarlanan elektrik akımı parlayan bir ejderhaya dönüşerek zincirlerden geçti, Verlaine’e çarptı.
“Aaaaghh!”
Elektrik, Verlaine’in vücudunda yayıldı. Verlaine fiziksel saldırılara ve silahlara karşı dayanıklıydı ama Chuuya gibi, düşmanı elektrik olunca çaresizdi.
“Yapılması gerekeni… mi yapıyorsun?” Elektrik bedenini yakarken kazıkları kavradı. “Neden anlamıyorsun? Yapman gereken hiçbir şey yok! Yaşamak istediğin hayatı yaşa ve kırmak istediğin şeyleri kır! Yapmamız gereken tek şey vardı, o da asla doğmamaktı!”
Verlaine titreyen parmaklarında güç topladı ve kazığı yavaşça çıkardı.
“Kapa çeneni.” Gözleri kararlılıkla parlıyordu. “Belki bu söylediklerin senin için geçerlidir ama fikirlerini bana dayatmaya çalışma. Ben öyle düşünmüyorum.”
Gözlerinin diplerinde gölgeler parıldadı.
Koyundaki arkadaşları…
Liman Mafyasındaki arkadaşları…
Azmi gözlerinde ışıldıyordu. Ancak çeşitli savaşları görüp geçirdikten ve vedalar ettikten sonra elde edilebilen güçlü ve insancıl bir kararlılıktı.
“Ayrıca bir şey hakkında tamamen yanılıyorsun.” dedi Chuuya. “Doğmam mı hataymış? Hayatta o boktan Dazai’nin düşündüğü gibi düşünmem!”
Verlaine kazığı çıkarıp bir kenara fırlattı.
O sırada Chuuya ileri atıldı.
“Chuuyaaaa!”
“Verlaaaaine!”
Verlaine yumruk attı. Chuuya aynı hızla yumruğa karşılık verdi.
Yumrukları çarpıştı, siyah bir patlamayla oda aydınlandı.
 …
 “Tesisin kendini imha etme sistemi çalışıyor. Tesisin %68’inde elektrik kesintisi var. Kalan sistemler kapanmadan önce Chuuya-sama’yı bulmalıyız.
İletişim cihazlarının birisine bağlanarak tüm tesisin sistemini hacklemeye çalışıyordum.
Chuuya-sama’nın izini kaybettiğimiz için elimden bir tek bu geliyordu. Tek çaremiz panik odasının terminalini kullanarak güvenlik sistemini hacklemek ve savaşın nerede gerçekleştiğini belirlemekti.
Tahliye odasının doğası gereği güvenlik sistemine bir hat çekilmiştir böylece tahliye edilen VIP kişi, komutayı devralabilir. Fakat gizli bir askeri hatta olduğumuzdan güvenlik sıkıydı ve tesiste elektrik kesintisi olduğundan bağlantı merkezi görevi görmesi gereken terminallerin hatları kesilip duruyordu. Asma köprüyü geçmek istiyorduk ama tahtalar birbiri ardına kırılıp düşüyordu.
“Önce yakıt dağıtım sisteminin kontrolünü al.” dedi Dazai-san. Döner sandalyeye otururken ellerini başının arkasına dolamıştı. “Personeller tesisi boşalttıktan sonra kanıtları yok etmek için araştırma materyalleri eninde sonunda burada yakılacak. Bu yüzden yakıt destek sistemi sonuna kadar açık kalacaktır. Yakıt sistemini dayanak noktası olarak kullanarak tüm tesisin kontrolünü ele geçir.”
“Anlaşıldı.”
Yaşam destek, güvenlik ve hafıza depolama sistemi gibi diğer ana sistemlere kıyasla yakıt destek sisteminin kontrolünü ele geçirmek daha kolaydı. Oradan, güvenliği ihlal edilen işlemciyi kullanan sistemlerin geri kalanına durdurma komutu verir ve menzilimizi daha da genişletirdik.
“Acaba her şey yoluna girecek mi?” Sisteme karşı savaşırken yüksek sesle konuştum.
“Ne yoluna girecek?”
Dazai-san bana baktı.
“Verlaine. Chuuya-sama’yı bulduğumuzda Verlaine’in bizle savaşmak için beklediğinden eminim. Acaba ona karşı kazanabilecek miyiz?”
“Kim bilir?” Dazai bariz bir ilgiyle cevap verdi. “Tabii ki kazanmanın bir yolunu bulabilirim ama öylece ölürsek Verlaine bunu zafer saymaz. Verlaine hakkında söyleyebileceğim tek bir şey var.”
Daza-san ellerini indirdi ve bir makineden daha mekanik gözleriyle bana baktı.
“Bu dünyada birebir savaşta Verlaine’i yenebilecek kimse yok.”
 …
 Küçük odada fırtınalar kopuyordu.
Yumruklar patlayıcı güçle çarpışıyor, minyatür güneşler birbiri ardına oluşup kayboluyordu. Yerçekimi yerçekimiyle çarpıştı, normale dönmeden önce uzayı deforme etti. Şok dalgaları odada kol geziyor, masaların düşmesine ve elektronik cihazların duvarı yıkmasına sebep oluyordu.
“Elinden gelen bu mu, Chuuya?”
Verlaine bağırdı. Yumruğu duvarı sıyırdı, kırdı ve portakal soyar gibi soydu.
Chuuya, ölümcül göktaşları sürüsünün yanından sıyrıldı ve alçaktan bir tekme attı. Verlaine savunmak için yerçekimini toplasa da yarı yolda Chuuya yönünü değiştirdi ve gövdesine delici bir tekme attı.
Verlaine acıdan inledi fakat solgun Chuuya'ya bir darbe indirmeyi başardı.
Verlaine beş parmağını da Chuuya’nın yüzünü kavramak için kullandı.  Tekmeden gelen momentumdan dolayı hasardan kaçamadı. Verlaine Chuuuya’yı kaldırdı ve karşı saldırıya geçemeden duvara fırlattı.
Duvarda dairesel çatlaklar açıldı.
Chuuya acı içinde haykırırken Verlaine’in elini yüzünden çekmek için uzandı ama ellerinde yalnızca boş havayı hissedebildi. Yüzünü tutan el artık yoktu.
Sonra Verlaine Chuuya’yı tekmeledi.
Arkasındaki duvar yıkılmıştı. Duvar ile tekme arasında sıkışan Chuuya, kendisine büyük bir araç çarpmış gibi hissetti ve kan kustu. Etkiyi azaltmak için Verlaine’in arkasına atlayamadı bu yüzden darbenin etkisi şimdiye kadar aldıklarının en kötüsüydü.
Duvar yıkıldıktan sonra Chuuya karşı odaya uçtu ve o odanın sonra bir diğer odanın duvarına çarptı. Verlaine'in gözünden kaybolan Chuuya, tek bir tekmeyle iki oda ileriye taşındıktan sonra toz duman ve molozlarla kaplanmıştı.
Verlaine bacağını indirdi ve yaralarını kontrol etti. Kazığın girdiği yerden kan akıyor, kıyafetlerini lekeliyordu. Yarası derindi.
“Anlamıyorum, Chuuya.” Verlaine ellerindeki kana bakıp kaşlarını çattı. “Tartışmamızın bir manası olmamalı.”
Gözleri, yere düşen metal bir levhaya ilişti. Devrilen masalardan birisinin üstündeki koyu gri tepsiydi. Levhayı ayağıyla itti, havada asılı tuttu ve sonra tekmeledi.
Metal levha duvardan kaçmaya çalışan N’nin gözleri önünde havayı kesti.
“Aah!”
“Kaçabileceğini mi sandın?”
Verlaine N’yi boynundan tutup kaldırdı. Hafifçe duvara dayadı.
“Ne olursa olsun bugün hayatta kalamayacaksın.” Verlaine’in gözlerinde bugüne kadar görülmemiş bir ışık yandı. Öfkeliydi. “İçinde herhangi bir karanlıktan daha kötü bir kötülük olduğunu görüyorum.”
N'nin yüzü bir gülümsemeyle seğirdi ve boğuk bir sesle, "Senin gibi bir kiralık katil mi... bunu bana söylüyor?"
“Bazen yaratmak öldürmekten daha beter olabilir.”
Verlaine parmaklarını sıkıştırdı ve yerçekimi etrafı sarmaya başladı.
“B-bekle! Beni dinle!”
“Yok, kalsın.”
Verlaine boğazını sıktı. Her türlü kütleyi ezebilecek bir süper yerçekimi, N'nin boynunu paramparça edecekti ki-
N haykırdı.
“Ölürsem kendin hakkındaki sırları da kaybedersin!”
Verlaine’in parmakları durdu.
Zaman geçti. Bir saniye, iki saniye… ikisi de tek kelime etmedi. Verlaine hareketsiz kaldı, gözünü dahi kırpmadı.
“Ne dedin?” Sessizlik en az 5 saniye hüküm sürdükten sonra Verlaine kısık, titrek bir sesle konuştu.
“Yalan söylemiyorum. Her şeyi kaybedersin. Hem de her şeyi. Öğrenmeyi en çok arzuladığın ‘Asil Ormanın Sırları’nı bile”
Verlaine keskin bir nefes aldı.
“Piç herif…!”
Verliane’in boştaki yumruğu gürüldedi.
Yumruğunu duvara vurdu. Ani çarpışmayla oda sarsıldı.
N’nin yüzünün yanındaki duvar parçalanmıştı. Duvar örümcek ağına benziyor, ve kırılan parçalar dökülüyordu.
"Beni alt etmeye çalışıyorsan dikkatli ol derim." Verlaine cehennemden çıkıyormuş gibi alçak bir sesle konuştu. "Ağzından çıkan tek bir kelimenin bile yalan olduğunu hissedersem, yemin ederim ki vücudundaki 206 kemiğin hepsini sen hala hayattayken söküp atarım."
 …
 On sekiz bağlantı noktasının on ikisini hackledim. İkinci ve üçüncü ana faaliyetlerin kontrolünü ele geçireceğim ve oradan etkin güçlerini kullanarak dördüncü ve beşinci sisteme saldıracağım. Her şey yolunda gidiyor. Birkaç dakika içinde Chuuya-sama’yı aramamız için gereken güvenlik sistemi kontrolümüz altında olacak.
Ama sonrasında bir sorun vardı.
“Birebir savaşta Verlaine’i yenebilecek kimse yok…” Dazai-san’ın dediklerini düşündüm. “Yani Verlaine’i yenmenin hiç yolu yok mu?”
Dazai-san’a baktığımda her şeyi anlayan gözleriyle “Burada.” dedi.
“Biraz araştırmamız için zaman kazandım.” Bunları söyledikten sonra Dazai-san az önce gördüğüm deri ciltli defteri, ‘Rimbaud’un Notlarını’ çıkardı.
“Casusluk becerilerinin yanı sıra yerçekimi kontrolü yeteneğine de sahip. Rahatsız edici derecede güçlü ve herhangi bir zayıflığı yok. Ama... korktuğu bir şey var.”
“Korktuğu bir şey mi var?”
“Kendisi.” Dazai-san gizemli bir gülümseme takındı. “Chuuya’nın Arahabaki’si gibi Verlaine’in içinde de kontrol edemediği bir tekillik mevcut. Eğer kontrolden çıkarsa kendisiyle beraber etrafındaki her şeyi yakıp yıkar. Suribachi Şehrindeki kabus gibi bir şey yeniden yaşanır.”
Suribachi Şehrinin kabusu…
Bilgi depomu kontrol ettim. Dazai-san muhtemelen dokuz yıl önce gerçekleşen patlamadan bahsediyordu. Chuuya-sama’nın içindeki Arahabaki’nin kontrolden çıktığı, çevresini yıktığı ve iki kilometre çapında bir çukur kalana dek her şeyi yok ettiği olay.
Verlaine’in içinde uyuyan canavar bütün bunları yapabilirdi-
 …
 “Asil Ormanın Sırlarını...” dedi Verlaine bariz kuru bir öfkeyle. “…nereden biliyorsun?
“Yapay yetenek kullanıcısı Paul Verlaine-kun…” Sorudan kaçıyormuş gibi konuştu N. “İçinde yatan bir şeytan kral var. Başka bir Arahabaki. Araştırma için tesiste doğan Arahabaki’nin aksine içindeki şeytanı tek bir yetenekli yarattı. Ve sen o yaratıcıyı kendi ellerinle öldürdün. Bu yüzden içinde uyuyan o canavarı asla tanıyamayacaksın. Canavarın kendisini göstermesinden korkuyorsun.”
“İçimdeki şey ne?” Verlaine sinirli bir şekilde sordu. “İçimdeki şeyin ne olduğunu bildiğini mi söylüyorsun?”
“Kim bilir? Ama biliyorsam da bilen tek kişi benim demektir.”
Konuşurken N’nin sağ eli yavaşça hareket etti. Verlaine’in kolu kendi kolunu gizliyordu yani kör noktadaydı. Salyangoz yavaşlığında hareket ederek parmaklarını cebine yaklaştırdı.
“İstihbarat birimi Alman bir casus aracılığıyla hakkındaki belgeleri ele geçirebildiği için Arahabaki’yi yaratabildik. O belgeleri okuduğumda tüylerim diken diken oldu. Seni yaratan kişi şeytanın ta kendisiydi. O fikirler aklı başında birisinden çıkamaz.”
N’nin parmakları cebindeki kontrol panelini sıkıca kavradı. Siyah, silindir su tankının önünde Chuuya’ya verdiği kontrol panelinin aynısıydı.
“Benim yapabileceğim en kötü şey bu.”
Düğmeye bastı.
Tavan çöktü.
Verlaine’in tepesindeki tavan gürültüyle çöktü, yıkılan parçalar yere yağmur gibi yağdı. Ancak inen tek şey moloz parçaları değildi.
Mavimsi siyah bir sıvı daha vardı. Verlaine kendini yıkıntılardan korumak için anında yerçekimini aktifleştirerek kollarını kaldırdı. Ancak moloz yığınları ve sıvının arasından bir şey düştü.
Verlaine tekmelendi.
Birisi kendisine vurdu ve arka duvara çarptı. Yüzünde hem şaşkınlık hem de acı belirdi. Yerçekimi kalkanını kırabilecek hiçbir şeyin olmaması lazımdı.
“Kozumun o sıkıcı elektrik kazıklarının olduğunu mu düşündün cidden?”
N kahkaha attı. Hemen yanında, tekmenin sahibi, bir iskelet duruyordu.
İskeletin üzerinde tıbbi tüpler ve çeşitli yaşamsal ölçüm kabloları asılıydı. Sadece deneylerde kullanılan plastik giysiler giymişti. Daha önce Chuuya’nın kollarında ölen, yalnızca kemikleri kalana kadar derisi eriyen kişi; Chuuya’nın orijinaliydi.
İskeletin gerçek kimliğini anlar anlamaz Verlaine’in yüzü öfkeyle morardı.
“Orospu çocuğu!”
“Bu iskelet Avrupa teknolojisinin taklidi değil, kendi eşsiz mühendisliğimiz. Yıkıma olan açlığının formülünü bizzat göreceksin.”
İskelet zıpladı.
Rüzgarı kesen bir sesle ileri atıldı. İskelet kastan ziyade yerçekimi ile hızlandı ve Verlaine'e çarptı.
Verlaine iskeleti durdurmak için iki omzundan tuttu. İskeletin momentumunu durduramayan ayakları yere battı.
Birbiriyle yarışan iki yerçekimi kuvveti odanın ortasında ufak bir girdap oluşturdu. Verlaine iskeleti durdurmayı başarsa da ağız boşluğu ardına kadar açıldı ve Verlaine’e atıldı. Çenesinde kas olmadığı için tıkırtı sesleri geliyordu.
“Acı çekiyor musun?”
Verlaine gözlerini kıstı. Sesi duygusallığından dolayı hafif titriyordu.
“Özür dilerim… ama artık bu dünyada yaşayabileceğin bir yer kalmadı.”
Verlaine yeteneğinin gücünü arttırdı. İskelet zemine doğru itilirken dizleri çatırdadı.
"Seni yeryüzüne çıkaracağım ve yıldızları görebileceğin güzel bir yerde dinlenmen için yatıracağım. Ama şimdilik, sessizce beklemene ihtiyacım var."
Verlaine yerçekimini tersine çevirerek iskeletin havada süzülmesine neden oldu. Etraftaki enkaz da yerçekimi alanının etkisiyle havalanmaya başladı.
Verlaine elini bıraktı.
Sıkıştırılmış yerçekimi çıkış noktası aradı. Verlaine, çıkışı kasten bir yöne sınırlamıştı böylece iskelet o yönde hızlandı. Bir gülle gibi uçtu.
Duvara çarpsa da durmadı. Çelik kolonlara ve molozlara sarılı bir halde duvara, tavana ve daha fazla duvara çarptıktan sonra odanın en arkasındaki duvarı kırdığında durdu.
Verlaine iskeletin fırladığı yöne bakarak hareketsiz kaldı. Gözleri çeşitli duygularla puslanmıştı.
Dişlerini kenetleyerek yumruğunu olabildiğince sert bir şekilde yakındaki bir masanın üstüne vurdu. Başlangıçta yıkımın ardından eğri büğrü olan masa şimdi ikiye bükülmüştü.
Odaya göz gezdirdi. N ortada yoktu.
Acil durum tahliyesi için kullanılan asansörle kaçmıştı.
Verlaine odanın arkasına yürüdü ve asansörün kapısını zor kullanarak açtı. N zaten platformdaydı, yukarı doğru ilerliyordu.
Verlaine, ifadesini değiştirmeden asansörün halatını aşağı çekti. Anında, kırılan demir malzemelerin ve hasar gören güvenlik cihazlarının sesleri yankılanırken, başın üzerinde tiz bir ses duyuldu.
Verlaine düşen platformu tek eliyle yakaladı.
Kapıyı açtıktan sonra N’yi dışarı sürükledi.
“Seni geberteceğim.” Verlaine’in gözleri öfkeyle yanmıyordu, yalnızca bataklık gibi fokurdayan karanlık bir nefret gözlerini boyuyordu. “Ama seni suikastçı gibi öldürmeyeceğim. Daha önce hiç kullanmadığım bir yöntemle öldüreceğim –ölümün için yalvarana kadar acı ve çaresizlikle dolu olacak. Yaptıklarından pişman olman için yeteri kadar vaktin olacak.”
 …
 Yan tarafım acıyor.
Sinirleri acıyla sızlıyordu. Ayağa kalkmaya çalıştığında gövdesinde iğrenç, sümüksü bir şey hissetti.
Chuuya parmak uçlarıyla acının kaynağını yokladı. Böğrüne demir bir çubuk saplanmıştı.
Yıkılan duvarla fırlatılırken binanın iskele demirlerinden birisi saplanmış olmalıydı. Çubuğun ucu bedeninden dışarı çıkıyordu. Enkazların altında gömülü olduğu için sırtında ne kadar ileri gittiğini bilmiyordu.
Verlaine tarafından vurulduktan sonra Chuuya kendisini enkaza gömen bir duvara çarpana kadar birkaç odadan geçmişti. Kendisini tüm darbelere karşı koruması imkânsızdı. Vücudunun her yerinden kanlar akıyordu. Bedeninin yan tarafındaki yaralar özellikle derindi.
Chuuya nadiren incinirdi bu yüzden acısına dayanarak yaranın ne kadar derin olduğunu ya da ne kadar tehlikeli olduğunu tahmin etmesi zordu. Ara sıra görevlerinden aldığı yaraları Liman Mafyasının en iyi doktorları tedavi ederdi.
Mükemmel doktorlar… Mesela Doc…
Arkadaşının ismini düşünürken yüreğine ateş düştü. Doc artık yaşamıyordu. Sadece o da değil. Arkadaşlarımın hiçbiri…
Chuuya yarasını görmezden gelip ayağa kalkmaya çalıştı. Acıya göz yumdu. Bedeninden taze kanlar aktı.
“Duramam…”
Her iki ayağını da yere basarak kalkışının momentumunu kullanarak demir çubuğu böğründen çıkarmaya çalıştı.
Hemen ardından beklemediği ani bir darbe çarptı, tökezledi. Chuuya’yı hazırlıksız yakalamıştı.
Demir sırık bir kez daha derine saplandı.
“Ugh…”
Chuuya karşısında iskeleti gördü. Üzerinde tıbbi tüpler ve kablolar vardı, deneylerde kullanılan plastik giysilerden giyiyordu. Yerçekimiyle bir şekilde tutturulan saf kemiklerden oluşmuştu. Vücudunu ezmeye çalışarak Chuuya’ya atladı.
“Sen…!”
Chuuya acıyla inledi, karşı koymak için kendi yerçekimini kullandı. Aşırı yerçekimi, birbirlerinin vücuduna etki ederken çığlık atıyor gibiydi.
“Kes şunu!” Chuuya bağırdı. “Bunu yapmanın bir mantığı yok! Sen bensin!”
Ama iskelet dediklerini anlıyor gibi gözükmüyordu. Sadece yıkım için kodlanan denklemine itaat ediyor, çevresinde hangi yetenekli varsa onu yenmeye can atıyordu. Net, biçimsiz ve mantıksız bir şekilde kana susamıştı.
Kırılan kemiklerin sesi duyuldu. Kimin kemikleri olduğunu bilmiyordu. İskeletin yaydığı yerçekimi miktarı, insan vücudunun kaldırabileceğinden çok daha fazlaydı.
Chuuya’nın alnından soğuk terler aktı. İskelet kendisi kırılsa da umurunda olmazdı ama Chuuya umursuyordu. Böyle sumo güreşçisi gücüyle birbirlerini iteklemeye devam ederlerse aynı bedene ve her şeyden önemlisi aynı dayanıklılığa sahip oldukları için aynı anda yere yığılırlardı.
Bir şey yapmam lazım. Ama o, benim.
Canım acıyor. Canım çok acıyor…
 …
 Çüş.
Oha, oha, oha bi’dakika. O neydi be? İskelet mi? Yok daha neler.
Shirase gözlerini ovuşturdu. Hayal görmüyordu. Etrafındaki alan deforme olmuştu. Çevresindeki moloz parçaları anormal yerçekimi alanı yüzünden havada uçuyordu.
Yani yerçekimi kontrol yeteneği kullanılıyordu. Demek ki Chuuya oradaydı.
Shirase o kadar şaşırmıştı ki neredeyse taşıdığı elbise çantasını düşürüyordu. Aceleyle tutuşunu düzeltti.
Elbise çantası olsa da içinde hiç kıyafet yoktu. Çantanın içerisinde tefeciye satabileceği çalıntı mallar vardı. Bir kaçış yolu ararken para edebilecek her şeyi toplamıştı. Araştırmacılar ve güvenlik görevlileri ortada yoktu zaten. Ayrıca lazer aktarıcılarda ve yüksek hızlı bilgisayarlarda kullanılan mücevherler gibi, araştırma tesisinde para edebilecek onlarca şey vardı.
Shirase şöyle düşündü: zaten tüm kanıtlar öyle ya da böyle yok edilecek. O halde Koyunu yeniden kurmak da vakıf açmak sayılır, insanları kurtarmak için ordunun topladığı fonlarla yeniden doğmamız daha iyi olmaz mı? Dahiyim ben.
Ancak çalarken kaybolmuştu.
Sonra bu odaya adım attı.
Shirase panikle odaya bakındı. Chuuya ve iskelet dışında etrafta kimse yoktu. Savaşıyorlardı. Chuuya’nın acı çekerkenki ifadesini yakalayabildi.
“Chuuya!”
Durduğunda otomatik olarak yeniden kaçmaya başladı.
Ne yapıyorsun? Oraya gidersen ölürsün! Canavarlar arasındaki savaşın ortasında kalmak kadar yapabileceğin aptalca bir şey yok. Ben o kadar aptal değilim. Yapabileceğim en akıllıca şey dönüp kaçmak. Bu zamana kadar böyle hayatta kalabildim.
Savaşmak, Chuuya’nın görevi. İncinmek Chuuya’nın görevi. Düşmanlarımıza korku salmak Chuuya’nın görevi. Geri kalanlardan biz sorumluyuz. Nedeni apaçık ortada. Çünkü Chuuya güçlü. Bu görevleri yerine getirmesi gayet normal.
Ama bugün, Chuuya nedense zayıftı.
Chuuya’nın bedeni yara berelerle kaplıydı. Onu daha önce bu halde hiç görmemiştim. Benimle aynı yaşta bir çocuğa benziyordu.
Hayır, sadece benzemekle kalmıyor. Zaten benimle aynı yaşta bir çocuktu.
Farkındalık, Shirase’ye ansızın çöktü.
“…”
Ama yine de…
Yine de, onu hiç bu şekilde düşünmüş müydüm?
“Bana ne! Topukluyorum ben! Yalnız olsam da fark etmez! Şu savaş silahlarıyla ve yeteneklerin gerçekleriyle falan siz uğraşırsınız! Ben mutlu mesut yaşamak istiyorum sadece!”
Shirase değerli çantasını tuttu ve arkasını dönerek yürüdü.
Zemini oyuyormuş gibi, uzun adımlarla ilerledi.
 …
 İskeletin ağırlığı artmıştı.
Kemiklerinin gıcırdamasının yanında muhtemelen döşemenin kırılma sesi olan daha kısık ve tok bir ses daha duyuluyordu. Karşısındaki sıradan bir insan olsaydı çoktan zeminle bütünleşirdi.
“Dur…” Ciğerleri ezilirken Chuuya’nın sesi fısıldıyormuş gibi çıkmıştı. “Sen bensin…”
Gözlerinde şaşırmış bir parıltı vardı.
İskeletin çenesi açıldı. Işıktan yoksun karanlık göz çukurları Chuuya’ya baktı. Duyguları yoktu. Tam ve kesin bir hiçlik hakimdi, hiçbir şey yoktu.
O göz çukurlarından, o boşluktan Chuuya vermek istediği mesajı anladı. Yalnızca kafasında kuruyor olabilirdi ama orada dolaşan tek bir cümleyi algılamaktan kendini tutamadı. İskelet, anlamsız bir mesaj veriyor gibiydi.
-Senin yerinde ben olmalıydım.
“Sen bensin.” Chuuya insanlıktan uzak iskelete baktı. Ne dediğinin farkında değil gibiydi. “Ama sen bensen… ben kimim?”
Yerçekimi kuvvetlendi. Ölüme benzeyen iskeletin yüzü Chuuya’ya daha da yaklaştı.
Ve o sırada, birisi haykırdı.
“Aaaaaaaaaaaah!”
Birisi iskelete çarpmıştı.
İskelet ve çarpan figür yerde beraber yuvarlandı.
Chuuya gözlerini açtı. Figürü tanıyordu.
“Shirase…?”
Yuvarlanan Shirase ayağa kalktı ve tiz bir sesle anlaşılmaz bir şeyler bağırdı.
İskelet, tüm yerçekimini önündeki Chuuya’ya uygulamaya odaklandığından yandan gelen saldırılara karşı hazırlıksızdı. Saldırı, iskeletin sağ kolundaki dirsek kemiğini yerinden çıkardı. Ancak bu hareketin pek bir etkisi olmadı. İskelet, Shirase'yi ısırarak öldürmeye çalışırken çenesini sonuna kadar açtı.
Shirase kıyafet çantasını kaldırdı. İskelet çantayı ısırdı. Çantanın içinden pahalı mücevherlerin ve elektronik aletlerin kırılma sesi duyuldu. Ancak mücevherler kemiklerden ya da demirlerden daha sertti. İskeletin alt çenesi yamularak çatırdadı.
“Shirase, amına koduğum salağı! Kaç!”
“Aaaaaaaah!”
Shirase gözlerini kapatarak ellerini bir o yana bir bu yana salladı. Elleri tesadüfen iskeletin omurgasına yapıştırılmış transfüzyon tüplerinden birine takıldı.
Tüp kırıldı ve mavimsi siyah sıvı gulb sesiyle döküldü. İskelet sarsılarak yalpaladı ve birkaç aniye hareket edemedi.
Chuuya durumu fark edip bağırdı. “Shirase, kabloları çek! Hepsini!”
Shirase hala nedensizce ellerini sallıyordu ama bir süre sonra Chuuya’nın ne demek istediğini anladı. Yerdeki sıvıyla kaplanarak iskeletin kuyruk gibi sürüklediği kabloların yanına yuvarlandı ve kabloları tuttu. Bir anda hepsini kavradı ve çekti.
Yan odaya kadar uzanan tüpler iskeletten çıktı.
İskelet çığlık attı.
Yalnızca kemikten olduğu için ses çıkarabilecek bir organı yoktu. Ses telleri çığlık atmak için titreşemedi. Kemiklerini titreten ve müzik aletiymiş gibi çınlamalarına neden olan, azalan yerçekimi kontrolü yeteneğinin kalıntılarıydı. Kaybolan bir ruhun sesi haykırıyordu.
Çığlığı, bir çocuğun acı içinde ağlamasına benziyordu.
Sonunda, iskelet enerji kaynağını ve komut sinyallerini kaybetti ve baştan aşağı dağılarak yere düştü. Kemiklerini bir arada tutan yerçekimi gücü kaybolmuştu bu yüzden iskelet parçalarına ayrılmıştı. Savaş sırasında aldığı hasarlar bedeninde dağıldı ve ufalanıp kaybolan beyaz tozlara dönüştü.
İskelet sanki daha en başında hiç var olmamış gibi solup gitti.
Chuuya, yavaşça ayağa kalkmadan önce donup kalmış bir ifadeyle olan biteni izledi.
“Shirase.”
Yan tarafına baskı uygulayarak Shirase’ye baktı.
“Ne?”
Chuuya Shirase’ye bir şey söylemek istermiş gibi baktı. Konuşmadan önce tüm vücudunu kaplayan kire, pisliğe ve mavimsi siyah sıvıya birkaç saniye baktı.
“Bok gibi gözüküyorsun.”
“Kapa çeneni!”
Chuuya elini uzattı ve Shirase uzatılan eli tutarak ayağa kalktı.
“Hemen gidip Adam’ı bulalım.”
“Aynen.”
Shirase ile Chuuya yan yana yürüdü.
Shirase, Chuuya’ya bir göz attı. Bedeni yaralarla, kanla ve enkazdan kalan tozla kaplıydı. Pek çok kesik ve morluk vücudunu süslüyor, bedeninin yan tarafı hala kanıyordu.
“Hey, Chuuya…”
Chuuya Shirase’ye döndü. Shirase tereddüt etti ve Chuuya, özür dilemek istediğini tahmin etti. Sessizce bekledi.
“Bok gibi gözüküyorsun.”
Chuuya gülerken gözlerini yere indirdi. "Kapa çeneni."
 …
 Odaya daldığımda düşündüğüm ilk şey “Buraya dinozorlar mı saldırdı?” oldu.
Oda, boydan boya tahrip edilmişti. Ne masalar ne de sandalyeler orijinal şekillerini koruyordu, zemin kırılarak tümsekleşmişti ve duvarda insan boyutunda iki delik açılmıştı. Asıl yerinde kalan tek bir mobilya parçası yoktu ve odanın aslında ne amaçla kullanıldığını başta çıkaramamıştım.
Ama dikkatim felaket manzarada değildi, diğer bir yüksek öncelikli hedefe çevrilmişti.
Suikastçılar Kralı Verlaine, odanın arkasında duruyor ve bize bakıyordu. Eli bilim insanı N’nin boynuna sarılıydı. N'yi, uyuyan bir köpeğin tasmasını tutar gibi tutmuştu.
“Ya…yardım edin…!” dedi N titreyen sesiyle.
Hemen silahımı çektim. “Onu bırakmanı rica ediyorum.”
“Kimi, bunu mu?” Verlaine sanki şaşırtıcı bir şey söylemişim gibi bana baktı. “Sen insan değilsin, mantıklı düşün. Bu pisliği korumanın ne yararı var? Onun için ölümüne savaşır mısın?”
“Varoluş nedenim insanları suçlara karşı korumak.” dedim, silahımı doğrultarak. “Koruduğum kişinin pislik olup olmamasına ya da korumak isteyip istemediğime karar verme kabiliyetim yok.”
“Kıskandım.” dedi Verlaine alay ederek, bakışlarını indirdi. “Endişelenme. Onu bu kadar kolay… öldürmeyeceğim.”
Ansızın arkamdan bir ses duydum.
“Araştırmacıyı evine götürüp işkence ederek eline bir şey geçmeyecek, Verlaine-san.”
Verlaine biraz şaşırmış bir ifadeyle sese doğru baktı.
"Dazai-kun..."
"Hey. Böyle bir yerde karşılaşmamız ne tesadüf.”
Dazai-san sanki kendi evinde yürüyormuş gibi yanıma geldi.
“Eğer buradaysan… anlıyorum. Sırtımdan bıçaklandım demek?”
“İnsanların ihanete uğradığını anlaması zordur. Ben en başından beri bu taraftaydım.”
“Bu tarafta mı? Senin gibi insanlar ‘bu’ tarafla ‘o’ tarafın farkını biliyor muydu?”
“Fufu… seninle konuşmanın eğlenceli olacağını biliyordum.” Dazai-san'ın yüzünde belirsiz ve esrarengiz bir gülümseme vardı.
Dazai-san ve Verlaine. Bu iki güçlü insan, sıradan insanların anlayamayacağı türden gülümsemeyle sessizce birbirlerine bakıyorlardı.
O ikisi konuşurken savaş değerlendirme modülümü çalıştırdım. Tabancam vardı ama neresinden hesaplarsam hesaplayım hasarsız bir savaşı kazanma ihtimalimiz en fazla %0,1’di. Silahımı ateşlemek pek iyi bir fikir değildi bu yüzden durumun değişmesini beklemem gerekiyordu.
Fakat durum, beklediğimden çok daha erken değişti.
“Ah, Verlaine-san...” Dazai-san, ani farkındalıkla iç çekti. “Senin yerinde olsam eğilirdim.”
Bunları söyler söylemez Dazai-san sıradan bir olaymış gibi kafasını göğüs yüksekliğine eğdi. Verlaine’in yüzünde şüpheli bir ifade vardı.
Sonra, bir moloz parçası gülle gibi bize doğru uçtu.
Molozun bir parçası Dazai-san’ın kafası üzerinden geçerken koptu ve diğer parça direkt Verlaine’in koluna çarptı. Verlaine, refleks olarak kolunu savunma için kaldırsa da enkaz parçası büyük bir ihtişamla dağıldı.
“Ne yaptığını sanıyorsun, Dazai?!” Sinirli bir ses bağırdı. “İznim olmadan gözüme gözükme dememiş miydim?!”
“N’aber, Chuuya? İşkence seansın nasıl geçti?” Dazai-san dudağının ucuyla güldü. “Aslında gelip seni kurtarma planlarım vardı ama sıkıcı olduğu için vazgeçtim.”
“Puşt!”
Verlaine yüzündeki boş ifadeyi bir süreliğine korudu ama sonra anlayışla başını salladı. “Anlıyorum. Demek sizdiniz.”
Chuuya-sama ve Dazai-san yan yana durdu. Şaşırtıcı bir şekilde, ikisi birlikte mükemmelliğe benziyordu.
Bambaşka kişiliklere sahip iki genç…
“İkinizin bir başınıza Rimbaud’u öldürdüğünü duydum.”
“İntikam mı istiyorsun, Verliane-san?”
“Hayır.” Verlaine başını salladı, bakışlarını uzaklara çevirmiş gibiydi. “Siz onu öldürmeden uzun zaman önce –dokuz yıl önce onu sırtından vurduğum an Rimbaud benim için zaten ölmüştü.
Dazai-san yüzündeki ifadeye baktı ve bir adım öne ilerledi. “Neden buraya geldiğimi biliyor musun, Verlaine-san?” Yüzünde hesaplamalarını ortaya koyan keskin bir ifade vardı. “Çünkü bize zaman kazandırmayı başardım. Liman Mafyasını kendine düşman etme suçundan idam edileceksin.”
Verlaine bu acımasız idam fermanı karşısında omuzlarını silkmekle yetindi. “Göreceğiz. Daha önce pek çok ölüm tehdidi aldım ama eninde sonunda hep paçayı sıyırdım.”
Verlaine korku dolu N’yi tuttu ve geri adım attı. Silahımın namlusu hareketlerini takip ediyordu. Dazai-san kısık sesle konuştu.
“Yeteneğin güçlü ama nasıl işlediğine dair genel bir anlayışa sahibim. Yapmamız gereken tek şey seni daha güçlü bir şeyle öldürmek.”
Verlaine aniden güldü, mutlu gözüküyordu.
“Yeteneğimi mi anlıyorsun?” Verlaine kollarını tavana doğru kaldırdı. İfadesi aniden değişti.
Sayaçlarım bir anda dengesizleşti.
"Uh-oh" demeye çalıştım ama tüm ses emilerek kayboldu. Odadaki tüm ışık yok oldu ve bundan kısa bir süre sonra tepemizden bir şok dalgası geçti.
Şok dalgasından sonra da siyah bir ışık…
Kaç saniye geçmişti? Kuvvetli elektromanyetik dalgalar nedeniyle, yüzeydeki sensörlerim geçici olarak karardı. Kendime geldiğimde hemen çevremi kontrol ettim.
Chuuya-sama da Dazai-san da güvendeydi. Kıpırdamamışlardı.
Yan yana boş ifadeleriyle ve açık ağızlarıyla tavana bakıyorlardı.
Bakışlarını takip ettim.
Tavan yoktu.
“Hey, göt Dazai. Yeteneğine dair genel bir anlayışın mı olduğunu söylemiştin?”
“Evet.”
Soğuk bir meltemin estiğini fark ettim.
Rüzgar esiyordu.
Rüzgar, dışarıdan esiyordu.
“Ama… gerçekten anladın mı?”
Tepemizde geniş, silindirik bir tünel açılmıştı.
Tünel bu derin, yer altı tesisinin katlarının tavanlarından geçerek yüzeye doğru devam ediyordu. Oyulmuş zeminin parçaları eşmerkezli zincirler oluşturuyor ve daha da ileriye doğru devam ediyordu. Uzaktan gökyüzünün akşam manzarasından küçük bir kesit görebiliyorduk.
Ne N ne de Verlaine ortada yoktu.
Kimse tek kelime etmedi.
Bu dünyaya ait olmayan bir şeyin çıktığını tahmin etmekten ve dua ediyormuş gibi bakmaktan başka elimizden bir şey gelmiyordu.
74 notes · View notes
mcanylm34 · 1 year
Text
Bayramlar Bayram Ola -1
Şair. Abdurrahim Karakoç
Güneş yükselmeden kuşluk yerine Bir adam camiden döndü evine Oturdu sessizce yer minderine
Kizi "Bayram" dedi, yalın ayaklı Adam "Bayram" dedi, tam ağlamaklı...
Eli öpüldükçe içi burkuldu Konuşmak istedi, dili tutuldu Güç bela ağzından bir "off!" kurtuldu
Oğlu "Bayram" dedi, sırtı yamali Adam "he ya" dedi, gözü kapalı...
Düşündü kış yakın, evde odun yok Tenekede yağ yok, çuvalda un yok Yok yoka karışmış, tuz yok, sabun yok
Avrat "Bayram" dedi, eğdi başını Adam "evet" dedi, sıktı dişini...
Çalışsa ne iş var, ne cepte para Dağ oldu içinde büyüyen yara
Dikti gözlerini karşı duvara
Takvim "Bayram" dedi, silindi yazı Adam "öyle dedi, bağrında sizi...
Döndürse yönünü herhangi dosta Yaralı, gariban, dul, yetim, hasta Aylar, yıllar, günler erirken yasta
Yer-gök "Bayram" dedi, ağzını açtı Adam "Bayram" dedi, evinden kaçtı..
Tumblr media
108 notes · View notes
Text
Gençlerle Zıvanadan Çıktım! (Gamze 46 Y., İstanbul)
Kocamla evlendiğimizde üniversiteyi daha yeni bitirmiştim ve önümde hayallerim varken ailemin de etkisiyle ne olduğunu pek anlamadan evlendim. Aramızda yaş farkı vardı ama sorun etmemiştim. Ben 23 kocam 34 yaşındaydı evlendiğimizde. Seksi seven ve bilen genç bir kadındım evlendiğimizde. Ama hiç beklediğim gibi olmamış, ilk gecemizde bile 15 dakika yeterli gelmişti ona. İçime girip biraz sokup çıkarmış ve sonra boşalmıştı. Benim isteğimi görünce keyiflenip bir daha yapmıştı. Bakire olmamamı hiç sorun etmemişti. Balayı sonrası 2 yıl böyle geçerken sonrası daha da azalmıştı. Kocamın tecrübesinin benden bile az olduğunu anlamıştım. Sorun etmedim çok. Zaten evlenen bütün kadınlardan duyduğum evlilikte seks hayatının sadece bir bilemedin üç sene sürdüğüydü. Hemen hamile kaldım. Sonra zaten o az olan seks de bitti.
Zengindi sevgili kocam. Müteahhit olarak başladığı hayatta sonra galeri, ticaret derken bana ve oğluma iyi bir hayat yaşatmıştı. Varsın geceleri üstümde bir iki debelenip uyusun. Bazı geceler yalnız iken üniversitede yaşadıklarımı düşünüyordum. O zamanki sevgilim sabah güneşini görmeden pek inmezdi üstümden. Hemen herşeyi yaşamıştık onunla. Beni götümden siktiği gece canım çok yanmış ama sonra ona verdiğim hazdan çok tahrik olmuştum. Benim pek de nazlanmadığımı, götümden sikilirken zevk aldığımı görünce de götümü hiç boş bırakmamıştı. Sonra da okullar bitince ayrılık ve sonunda evlilik işte.
Kocam iş hayatında başarılı olunca ve bizden de birşeyi esirgemeyince ben de bazı şeylere çok takmadım. Bazen haftasonları eve gelmezdi iş bahanesiyle. Eve gelince üstünde sarı uzun saçlar bulurdum. Tüm yaptığının 10 dakika sürdüğünü çok iyi bildiğim için o 10 dakikayı sorun etmedim önce. Sonra zaten onun da ayağı kesildi bu tür ilişkilerden. Ama daha kötüsüne başladı: Kumar!
Çok para kaybetmezdi. "Zevkine oynuyorum!" dese de 10 bin 15 bin dolar giderdi. Açıkçası bizim maddi durumumuza göre önemli bir miktar değildi. Dört beş ayda bir Kıbrıs'a giderdik beraber. Oğlum büyüdükten sonra sıkıldı ve gelmedi bizimle. Kıbrıs'a gittiğimizde rutinimiz değişmezdi pek. O otelin kumar salonuna gider ve 8-10 saat bazen daha da fazla orada kalırdı. Sonra odaya gelip uyur ve biraz benimle kalıp ertesi gün yine giderdi. "Gel sen de oyna hayatım, canın sıkılmasın, Slot falan eğlenirsin biraz!" dese de, benim hiç ilgimi çekmiyordu kumar.
Böyle böyle yıllar geçti. Kocam iş ve kumarla vakit geçirirken ben de yaşadığım boşluğu bakımımla giderdim. Spor, bazı estetikler, biraz botoks derken hiç de 46 yaşında gibi göstermezdim. Çevremdeki arkadaşlarım da bunu tasdik eder, "Harcıyorsun bu güzelliği!" derlerdi. Göğüslerim iri ve dikti yaşıma göre. Popom taş gibiydi pilates sayesinde. Sadece bedenim değil ruhum da gençti. Oğlumun 17-18 yaşında arkadaşları ile çok iyi vakit geçirir, aralarında yaptıkları şakalara güler, ben de onlara takılırdım. Bazısı bana bakardı, ama ergen işte der önemsemezdim. Hoşuma bile giderdi bakmaları. Bazı geceler dışarı çıktığımızda ise erkeklerin bakışlarını üstümde hissederdim. Bazısı bana öyle bir bakardı ki... Ohhh, beni böyle arzulayan bir erkeğin altında olmak isterdim o zaman. İçimdeki istek, yangın gün geçtikçe artmasına rağmen hiç aldatmadım kocamı. Pørnø izleyip kendimi okşamaya başlamıştım artık ve bu bana yetiyordu. Daha doğrusu kendimi kandırıyordum aslında yetiyor diye.
Bu yaz başında kocam yine, "Kıbrıs'a gidelim!" diye tutturdu. Uzun zamandır oynamamıştı ve bu işe ayırdığı bütçe de iyice büyümüştü. Anlaşılan bu sefer daha uzun kalacaktık. Tabii bu benim için daha uzun gündüzler ve geceleri yalnız geçirmek olduğu için pek istemiyordum. Hiçbir zaman dırdırcı bir kadın olmadığım için, "Tamam gidelim!" dedim fazla uzatmadan. Ben de özlemiştim zaten plajları.
Kıbrıs'a inip otele yerleştiğimizde kocam hemen üstünü değiştirdi. Her zaman gittiğimiz otellerden değildi bu seferki. En azından öbüründe birkaç hanımı tanıyordum da yalnız kalmıyordum. Arkadaşları ile grubunu yapıp salona neredeyse koşarak indi. Ben de plaja indim. Boş gibiydi biraz ortalık geçen senelere göre. Tek başıma uzanıp kitap okuyor, biraz yüzüyor sonra yine plajda keyif yapıyordum. Odamda öğlen uykusu, havuz başı akşam yemeği ve yemek sonrası havuzda birkaç içki. Son 3 günüm böyle geçmişti. 3 günde toplam 3 saat vakit geçirmemiştik kocamla. Bazen akşam yemeğe gelse de çoğunlukla salonda hallediyordu onu da. İyice canım sıkılmıştı artık ve kızmaya da başlamıştım kocama. Yalnız olduğumu gören bazı tipler askıntı olsa da evli olduğumu belirtip ustaca sıyırıyordum kendimi.
Cuma sabahı yine plaja indim erken saatlerde. Pazartesi dönecektik madem, iyice bronzlaşmak istiyordum. Oğlum da üniversite öncesi arkadaşları ile tatile çıkmıştı. Telefonla konuştuğumda kızlarla olduğunu anlayıp pek rahatsız etmedim onu. Doğaldı tabii. Cebinde bol parası olan bir genci kızlar boş bırakmazdı. O da bunun sefasını sürüyordu. Eh sürsün diye düşünüp plajda boş bir yere geçtim. Güneş kremimi sürüp uzanırken bikinimin de üstünü açıverdim rahat rahat. Plaj boştu zaten ve tek tük yaşıtım turistler de üstsüzdü.
Gözümde güneş gözlüğüm yüzüstü uzanırken birkaç gencin konuşması uyandırdı beni. "Sikecem yapacağın işi, niye geldik buraya, dağa gitseydik bari, kız falan yok burada!" diye küfürlü konuşup gülüşüyorlardı. Öbür arkadaşı da, "Esas buraya geliyorlar, erken daha, bekle biraz..." falan diyordu yine küfrederek. Hafifçe başımı kaldırıp baktım. Biri esmer öbürü kumral oğlum yaşlarında, yakışıklı, spor yaptıkları her halinden belli, ama biraz kaba saba 2 genç erkekti gelen. Dört beş metre uzağıma yerleşmişler, bira içip kritik yapıyorlardı kendilerine göre. "Tüm kış hayatım sikildi inşaatta. Kız bulamazsam sana saplarım bak kanka, 7 aydır abazayım!" diyen delikanlı sanırım gerçekten çok abaza kalmıştı ki sesinin tonunu pek ayarlayamıyordu arkadaşına kızarken.
Doğruldum yattığım yerde. Biraz rahatım kaçmıştı. Doğrulurken de bikinimin üstünü ayarladım düşmesin diye. Ellerimle tutarken o an ikisi ile göz göze geldik. Üstlerinde rengi iyice solmuş şort mayo vardı. Bağladım ve oturup bir sigara içmek istedim. Çantamda sigaramı ararken ikisinin de ilgisi bana kaymıştı birden. Turist sanmışlardı beni. Esmer olan Türkçe bilmediğimi düşünürek benim harika bir milf olduğumu, eline geçse sabaha kadar boş bırakmayacağını, en az 5 postası olacağını konuşurken, öbür arkadaşı da ona hak veriyor, "At gibi. İkimiz birden amından götünden siksek doyuramayız bunu kanka!" diyordu. Rahatsız olmuştum konuşmalarından. Ama beni çok arzulayan böyle iki yakışıklı da biraz ilgimi çekmişti. Gençler işte, biraz eğleneyim rezil edeyim şunları bari diye düşündüm. Severdim böyle oyunları.
Sigarayı bulup çakmağı ararken fırlamalardan kumral olanı birden zıpladı ve yanıma geldi. "Lighter, buyur fire!" diyerek bildiği 3-5 kelime ingilizce ile bana çakmağını uzatıyordu gülümseyerek. Gülümsedim birşey demeden ve sigaramı yakıp, "Thank you!" dedim hiç oyunu bozmadan. "You very beautiful!" diye gülümsedi ve birden elini bacağımın üstüne koyuverdi. O bunu yaparken esmer olan da anında gelmiş ve rusça birşey konuşmaya başlamıştı. Anlamadığım için boş boş bakıyordum, ama o eli de hemen ittirmiştim bacağımdan. İstediğim kadar sert ittirememiştim o an. Sanırım bundan cesaret alan öbürü de kolumu okşamış ve "Çok güzelsin diyorum ya niye anlamıyorsun?" diye gülümsemişti biraz salakça. Yüzümü ekşittim. Bu oyun fazla uzamıştı ve bitirmem lazımdı artık.
"Gençler, gerçekten yabancı gibi mi görünüyorum ya? Anlamadınız mı Türk olduğumu, yoksa biraz saf mısınız siz bakayım?" deyiverdim. İkisi de irkildi birden. Oyunuma devam ettim yine. "Böyle rahatsız ederseniz güvenliğin gelmesi bir dakikayı bulmaz, biliyorsunuz değil mi?" dediğimde kekeler gibi oldular. Birbirlerine suçlar gibi ters ters baktılar. Oyuna devam ettim sonra. Sanki hiçbirşey olmamış, hakkımda konuştuklarını hiç duymamışım gibi, "Eee, ne yapıyorsunuz, tatile mi geldiniz yakışıklılar?" dediğimde yüzleri yine değişti. Gülümsedim ve denize girdim sonra. Bir anda atlayıp hızlı hızlı açıldım ve kendime kendime güldüm. İkisi de yerlerine dönmüştü gördüğüm kadarıyla. Benim için eğlence bitmişti aslında, ama anlaşılan onlar şanslarını denemek istiyorlardı biraz daha.
Yerime dönüp kurulandıktan sonra ikisi de yanıma gelip, biraz mahçup gibi bir ifadeyle özür dilediler. Türk olduğumu hiç anlamadıklarını, bilemeden ayıp ettiklerini falan söylerlerken tanışıverdik. İki de çocukluk arkadaşıymış. Nispeten ucuz olduğu için Kıbrıs'a tatile gelmişler. Hakan 20, Kemal ise 21 yaşındaydı. Gençlerle çok kolay anlaşırdım zaten dediğim gibi. Bir saat kadar oturup konuştuk plajda. Aslında sanki birşey saklıyor gibiydiler. Ama niyetlerini zaten tahmin edebiliyordum. İkisi de bana iltifat ediyordu sürekli. Gözleri bikinimden taşacak gibi duran göğüslerimdeydi ikisinin de. 46 yaşında olduğumu duyunca şaşırmışlardı. Ben de onlara çok yakışıklı olduklarını söyleyip, kızlar konusunda iyi şanslar diledim biraz şakalaşarak ve sonra doğrulup kalktım odama gitmek için. O an Hakan birden hızla önünü düzeltti. Offf, sadece birkaç saniye sürmüştü, ama hareketini gördüm. Çadırı tam anlamıyla kurmuştu.
Odama girip banyo yaparken kendimi tutamadım. Akan suyun altına bedenimi okşamaya başladım. Göğüslerimi okşarken elim bacak arama gitti. Parmağımı sokarken küvete uzandım. Yarım saate yakın kendimi tatmin edip orgazm olurken gözümün önünde Hakan ve bana biraz piç piç, azgınca bakan Kemal vardı. O kolların arasında olmak, tüm o abazalığını üstümde gidermesi, ohhhh, bir daha parmakladım kendimi. Bu sefer iki deliğimle de oynuyordum ve bu sefer daha şiddetli orgazm oldum.
Biraz uzanıp uyuduktan sonra kendi kendime düşündüm. Bu kadar etkilenmeme şaşırmıştım. Evet bu yaşta iki gencin ilgisini çekmek her kadının hoşuna giderdi. Peki kaç sene sürerdi ki bu ilgi? İstediğim kadar spor yapayım, bakımlı olayım, birkaç sene sonra Gamze abla, Gamze teyze olacaktı artık. Canım sıkılmıştı. Kocamı aradım. Açmadı. Bir süre sonra yine aradım meşgule düşürdü. Saat 15:00 gibi bikini yerine mayo giyip havuz başına indim bu sefer. Bir kokteyl söyleyip şezlonga uzandım. Gözler üstümdeydi yine. Birkaç kişi yanıma gelebilmek için işaret bekler gibi beni kesse de huzursuzdum o an ve biraz sert bakınca uzaklaştılar. Telefonda birşeylere bakarken iki fırlamanın sesini duyunca gülümsedim kendi kendime. Anlaşılan kız bulma olayında pek de başarılı olamamışlardı. Kemal Hakan'a küfrediyordu yine, "Getireceğin oteli sikeyim senin!" diye. Beni görmemişlerdi. Arkamdan geçerken, "Şunun gibisi işte yaa!" dedi Kemal ve güldü. "Sus amına kodumun çocuğu bir yaa, Gamze ablayı tanımadın mı?" diye kibarca (!) uyardı Hakan kankasını.
Başımı çevirip, "Ne oldu gençler, bulamadınız mı kimseyi?" dedim gülerek. Hemen yanıma geldi ikisi de. Yanımdaki şezlonga oturdular. "Ya abla olmuyor, yanlış yere gelmişiz biz. Hep evli kadınlar var burada. Sap gibi kaldık resmen ya!" diye gülüştüler. O an bana ikisi de bir değişik bakıyordu. Göğüslerimden tüm vücuduma dolaşıyordu bakışları. Ben de baktım hafif tebessüm ederek. "Akşama dışarı çıkın gençler, barlara falan gidin işte..." derken, Kemal birden, "Beraber gidelim!" dedi. Şaşırdım biraz cüretine. Hakan da bastırdı hemen, "Sen de yalnızsın zaten Gamze abla, gidelim işte, kafan dağılır biraz. Sıkılmadın mı tüm gün tek başına?" diye. Kafam karışmıştı. En son 10 sene önce falan gece çıkıp eğlenmiştim. Tam bir parti kızıydım gençliğimde.
"Hadi yaa kırma bizi!" derken elimi tutmuştu Kemal. Salak, saf bir kadın değildim. İkisinin de bana asıldığı çok belliydi tabii ki. Hatta belki kendi aralarında beni paylaşmışlardı bile. Ve daha bir atak olan Kemal olduğuna göre o kazanmıştı beni. Bir iki içki, belki biraz dans ve iki yakışıklının tüm gece ilgisi bir yana, yemekten sonra kitap okuyup uyumak ve can sıkıntısı. Gülümsedim ve "Söz vermeyim ama bakarız o zaman. Ama bakın ööle sapıtmaca yok, OK mi? Bir iki birşey içip geliriz!" dediğimde, Kemal bir garip güldü ve "Tabii ki hayatım, rahat ol yaa!" derken eli bacağıma gitmişti yine. İttirmedim bu sefer elini. Kemal biraz daha cesaretlendi ve eli bacağımın üstünde dolaşmaya başladı. Dizimin hemen üstünde hafifçe ilerlemeye başladı.
"Senin gibi bir kadın, off, rüyalarımızda göremeyiz biz. Niye bu kadar zorluyorsun bizi?" deyip eli yavaşça kasıklarıma doğru giderken gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. "Olmaz amaa, yapmaaa!" derken elimi uzattım eline. Tuttum ve yavaşça çektim elini. Kıpkırmızı olmuştum o an. Bir anda kalktım birşey demeden. Tam giderken bu sefer Hakan tuttu elimi. "Akşam bekliyoruz ama bak. Biz çok istiyoruz, hadi ne olur yaa!" dedi gülerek ve elini bacak arama uzatıp okşadı yavaşça. Hızla ayrıldım ve odama gittim. Başım dönüyordu giderken. Net olarak belli etmişlerdi beni istediklerini. Bayılacak gibiydim. Yatağa öylece uzandım nefes nefese. Sırılsıklam olmuştum.
Oyun gibi başlamıştı ama o an ne yapacağımı bilemiyordum hiç. Birşeyden çok emindim sadece. Bu ikisi yıllardır özlediğim şeyi bana fazlasıyla verecek gibi görünüyordu. Sonrasını düşünüyordum. Düşünmek istiyordum ama sonrası da yoktu. Sadece bu otel ve sadece bu gece. İkisi birden mi? Olacaksa öyle olsun, en çok izlediğim pørnølar da öyle değil miydi? Pazartesi dönecektik. Bir daha görmeyecektim bile. Kimse bilmeyecekti. Kocamı düşününce irkildim biraz. Ya anlarsa, ya bilirse gibi şeyler aklıma geliyordu. Beynim tamamen olması için çalışıyordu. Ayarlardım onu kolayca. Zaten sabaha kadar kalırdı kesin. Dün bir hayli para kazanmıştı ve keyfi çok yerindeydi onun. Zaten ben çok da umurunda değildim ki onun. Bir kere. Sadece bir kere. İyice yaşlanmadan. Elim bacak arama gittiğinde titredim o an. Göğüslerimi okşamaya başladım. Mayomu sıyırıp amımı parmaklarken kapının sesini duydum ve elimi hemen çektim.
Kocam içeri girdi. Ben nefes nefeseydim o an. Biraz daha para kazanmışmış, sonra bilerek kaybetmişmiş pokerde. "Akşama zarf attım aslında, hepsini çok fena ütüleyeceğim. Senin arabayı da yenileriz hemen. Bedava para!" derken gevrek gevrek gülüyordu. Anlamsız gözlerle bakıyordum ona. Hiç umurumda değildi anlattığı şeyler o an. Banyoya girdi ve biraz uzandı sonra yanıma. O an belki dedim ve sokuldum kocama isteğimi belli ederek. "Ya hanım dur bu yaşta ne yapıyorsun, aklım oyunda şimdi. Bir kazanayım söz yarın oynayamayacağım bile!" falan diyordu. Hiç ama hiç ilgisi yoktu bana karşı. Benden de değildi bu. Başka bir kadın, mesela genç bir kız olsa da o an red ederdi.
Sonra kalktı giyindi. "Ben akşam yemeğini salonda yerim, sen takıl işte istediğin gibi. Beni bekleme hiç, sabaha anca dönerim. Sakın telefonla da arama, rahatsız edip konsantrasyonumu bozma!" derken benim aklım çok daha değişik yerlerdeydi. "Akşam şehire inerim ben de o zaman. Gezerim biraz, çok sıkıldım!" dediğimde çok memnun olmuştu. Yeter ki onu rahatsız etmeyim. Ben de bir şort ve askılı bir bluz giydim ve aşağıya indik. Havuz başında kocam bir Viski içerken ben de hafif birşeyler yedim. Kocama pek bakamıyordum. Elim titriyordu biraz. Sonra tekrar odaya çıktık beraber. Kocam üstüne daha rahat bir şeyler giydi gece için. "Sabaha görüşürüz hayatım, bir kazanayım şunu, bir daha ancak sen istersen geliriz!" diyordu halen. Çekti gitti sonra.
Banyoya girip yıkandım iyice. Elimi göğüslerime, bacak arama her götürdüğümde ıslanıyordum ve titriyordum sanki zevkten. Banyodan çıkarken içimde halen biraz tereddüt vardı. Bu boku yiyecektim tamam ama umarım Hakan veya Kemal bunun hakkını verirdi. Tecrübesiz gençlere benziyorlardı biraz. Kalkıp gardrobumu açtım. Kırmızı dantelli külotumu ve sütyenimi giyip bol kesim, beyaz renkli elbisemi giydim. Sarı uzun saçlarımla çok uyuşuyordu bu elbise. Eteği dizlerimin hemen üstündeydi ve dekoltesi sanki benim göğüslerime göre yapılmıştı. Biraz fazla çıkıyordu ama öyle çok aşırı da ortada değildi. Kırmızı bir kolye, genç işi birkaç bilezikten sonra hafif, eğlenceli bir parfüm sıktım. Saçlarıma fön çekip serbest bıraktım ve biraz ağır sayılabilecek bir makyaj yaptım.
İyi de onlar neredeydi acaba? Ne bir telefon vardı, ne oda numarası. Gerçi bu otelde mi kalıyorlar ondan bile emin değildim. Konuyu değiştirmişlerdi hep sorunca. Zaten bunu ben de istemezdim. Bir seferlik birşeydi bu. Otel lobisine inip anahtarı teslim ettim. Lobiden çıktığımda gördüm ikisini de. Biraz eskiydi elbiseleri sanki. İkisinde kot pantolon ve tişört vardı. Pazardan alınma ucuz birşeyler olduğu belliydi. Şaşırdım biraz öyle görünce. Bu otelde kalıyorlarsa o kadar da parasız olamazlardı. Sağa sola bakınıyorlardı sürekli tedirgin bir şekilde.
"Merhaba gençler, naapıyorsunuz? Nereye götüreceksiniz bakalım beni?" diye neşeli bir şekilde yanlarına gidince ikisi de bir anda ayağa kalktı panikle. Sonra bana baktılar. Gözleri üstümdeydi ikisinin de. Çıkarken, "Oda anahtarını bırakmıyor musunuz?" diye sorarken anlamıştım bile çoktan bu otelde kalmadıklarını. "Eee... şey... yok biz bıraktık..." diye kem küm etti Hakan. Kemal bir an ona baktı ve "Yaa zaten belli sayılır herşey. Bence söyleyelim yaa. Anlayacak şimdi zaten!" derken, Hakan da kabullenmiş gibiydi. "Yaa Gamze abla, aslında biz otelde değiliz yaa. Çalışıyoruz da Kıbrıs'ta. Bir tanıdık vardı otelde, bizi soktu içeri işte sorun çıkarmadan. Plaja falan gideriz diye. Orada da seninle tanıştık işte!" dediğinde sıkılmıştı biraz.
"Hangi işte çalışıyorsunuz gençler?" diye gülerek sorduğumda aslında onları biraz rahatlatmak istemiştim. O an şirket CEO'su olmaları ya da işsiz güçsüz olmaları umurumda değildi ki hiç zaten. "Yaa ablacım, biz ee... şeyy..." diye kekelerken Kemal, Hakan kurtardı bu sefer kankasını. "Ablacım çalışıyoruz işte inşaatlarda falan. Kıbrıs'ta güzel para olduğu için buraya geldik yazın. Askere gidene kadar para biriktirelim biraz dedik. Hem eğleniriz de diyorduk, ama görüyorsun işte bizim durumu ya. Sen anlamışsındır zaten!" diye sırıttığında ben de güldüm. "Tamam tamam. Rahat olun, önemli değil ne olduğunuz. Eh hadi gidelim de bir yerlerde eğlenelim o zaman biraz. Hesaplar benden merak etmeyin!" dedim.
Konuşa konuşa otelin dışına çııktık. Ben, hadi taksi bulun demek üzere iken ikisi de bir arabaya doğru yöneldi. Eski bir arabaydı. Her tarafı çizik içinde, bazı köşeleri ezik, büzüktü. Bir inşaat şirketinin amblemi vardı üstünde. "Bizim limuzine hoşgeldin Gamze abla. Şef yok, bu hafta biz de kaptık bunu işte, ne yapalım!" diye gülüştüler. Hafif tebessüm ederken kaşlarım da biraz kalkmıştı. "Yaa bu çok rahat, öyle durduğuna bakma. Dün bütün gün bununlaydık zaten, arka tarafta falan minderler de koyduk. O kadar güzel oldu ki!" derken Hakan hafifçe belime sarılmıştı. Kemal de elimden tutmuş ve gel der gibi arabaya yönlendirmişti. Aslında taksi tutup gidebilirdik, dönüşte de onlar alırdı arabalarını, ama o an buna da tamam dedim. Madem bir macera yaşayacaktım, bazı şeylerin de değişik olmasında bir sıkıntı yoktu. Centilmence arka kapıyı açtı Kemal. Ben arkaya binerken o da öne oturdu. Arabanın arkası gerçekten de minder, çarşaf, örtü gibi şeylerle doluydu.
"Çok güzel bir koy keşfettik ya. Sizin otelin hemen yanında. Gece içkileri alıp oraya gidiyoruz. Kimse yok falan çok iyi oluyor!" diye açıkladılar biraz durumu. Anlaşılan niyetleri beni oraya götürmek, aslında inşaata götüremeyecekleri için oraya atıp güzelce sikmekti. Anlamamazlığa vurdum. Yola çıktığımızda fazla uzaklaşmadık otelden ve gördüğüm ilk bara yönlendirdim onları. Ben bir kokteyl isterken gençler de Votka enerji istediler. İçkilerimizi içip konuşurken Hakan'ın da Kemal'in de eli sürekli bacağıma gidiyor, kolumu okşuyorlardı. Pek durduramıyorlardı kendilerini. İkisi de çok eğleniyor gözüküyorlardı. Yaşımı hiç göstermediğimi falan söyleyip iltifat ederlerken üçüncü içkileri de bitirmiştik.
Hakan biraz daha cüretkar davranmaya başlayıp elini belime götürmüştü bile. "Senin gibi güzel bir kadın böyle yalnız kalmamalı yaa. Kafasını sikeyim o kocanın!" diye gülüşürken birden dudağımın kenarına hafif bir öpücük kondurdu. Evet işte sonunda o sınıra gelmiştik. Şu an onlara teşekkür edip otele dönebilirdim. Onlarla beraber dönmeme bile gerek yoktu. Bir taksi tutar 15 dakika sonra da odamda olurdum.
Hakan'ın eli belimden göğüslerime, Kemal'in eli de dizimden yukarı doğru çıkmaya başlarken izin istedim. Ne yapmaya çalıştığımı aslında ben de bilmiyordum. O an alev alev yanıyordum sanki ve bacaklarımın arasında çok tatlı bir ıslaklık vardı. Tuvalete gitmek için izin aldığımda Kemal de benimle beraber geldi. Gayet kibar bir şekilde eşlik etmişti kapıya kadar. İşimi görüp aynada biraz yüzüme su çarptım ve makyajımı hızlıca tazeledim. Ben ne yapıyorum diye düşünmek bile istemedim o an. Bu macerayı istiyordum. Odamda giyinirken de hazırdım buna, lobide onlara merhaba derken de.
Tuvaletten çıktığımda Kemal bir an bana baktı. "Yaa çok güzelsin sen ama!" derken birden belimden tutu ve kendine çekip dudağımı öptü. Hiç tepki göstermedim. Bir daha öperken benim de elim onun beline doğru gitti ve öpüşmeye başladık orada Kemal ile. Elleri bir anda popoma indi öpüşürken. Avuçlayıp sıkarken kendine doğru çekti. "Bizim oraya gidelim bence. Kimse yok. Çok rahat ederiz!" derken soluksuz öpüşmeye başlamıştık. Beni kendine doğru çektikçe kot pantolonun önündeki sertliği de hissetmeye başlamıştım. Bir iki kişinin öksürmesi o an bizi kendimize getirdi ve ayrıldık. Gülüşüp yerimize giderken Kemal sanki benden bile daha çok utanmış gibiydi bu duruma. Ben ise gayet alışktım aslında gençliğimden böyle şeylere.
Yerimize otururken Hakan da (Geç kaldınız yaa, birşey mi oldu?) der gibi bakıyordu. "Hadi kalkalım mı artık gençler?" dediğimde Kemal sırıttı ve hemen hesabı istedi. Hakan anlamadığı için biraz bozulmuş gibiydi. Koluna girdim onun gülerek ve "Sizin şu koya gidelim dedik Kemal ile. Çok güzelmiş dediğine göre!" dediğimde o da güldü. Kemal bana çaktırmak istemese bile Hakan'a göz kırpmasını fark etmiştim.
Hesabı nakit ödedim. Arabalarına gittiğimde ise Hakanı arabayı yavaş sürmesi konusunda uyardım. Zaten alkollüydü ve bu azgınlıkta uçacağı belliydi. Arka koltuğa otururken Kemal de yanıma oturdu bu sefer. Yola çıkar çıkmaz ise birden onunla öpüşürken buldum kendimi. Bu sefer çok daha hızlıydı yakışıklı. Elleri her yerimde dolaşmaya başlamıştı bile. Elbisemin içine doğru girdiğinde ise eli nefesim hızlandı. Memelerimi azgınca avuçlamaya başlamıştı. Dili ağzımın içindeydi ve dudaklarımı sürekli çekiştirip emiyordu dudaklarıyla. Biz inlemeye başlarken Hakan da bize bakıyordu dikiz aynasından.
Elim Kemal'in dizinin üstündeydi. Yavaşça yukarı çıktı. Biraz daha çıktığımda sert, büyük bir şeye geldi elim. Tutup okşadım sikini. Kemal biraz daha çekti beni kendine doğru bunu yapınca. Ben de biraz daha yapıştım sikine ve okşayıp sıvazlamaya başladım. Bir bacağım artık kucağındaydı Kemal'in ve eteğim tamamen açılmıştı. Bir anda çekti ve kucağına aldı beni tamamen. Elbisemin askısını düşürmüş, memelerimi öperken elleri popomdaydı ve sertçe sıkıp okşuyordu. "Nasıl denk geldik biz senin bir kadına yaa!" diye homurdanır gibi söylenirken ben kasıklarımı önündeki sertliğe sürtmeye başlamıştım ve gözlerim kapalıydı o sırada. Elimi götürdüm sonra. Ona bakıp göz kırparken kemerini açmaya başladım. Kocaman açıldı gözleri o an inanamıyormuş gibi. Kemerini açtım ve fermuarını çekip elimi içeri soktum. Ohhh, taş gibi sert, sıcacık ve beklediğimden iriydi siki.
Kavrayıp okşarken Kemal sarılmıştı bana iyice. Eli eteğimin altında külotuma gittiğinde ise çekiştirmeye başladı. Biraz acemilik biraz da azgınlıktan rahat çıkaramamıştı. Hiç karışmadım ona. Parmaklarını hissediyordum o an ve bu artık unuttuğum çok güzel bir duyguyu bana hatırlatıyordu.
Bir an için başımı kaldırdığımda otelin önünden geçtiğimizi gördüm. Hakan oldukça hızlı sürmeye başlamıştı yaklaştıkça. Gülümsedim Kemal'e ve "Hakan çok hızlı değil mi?" derken kucağından yavaşça kenara kaymıştım. "Sen onu birazdan gör anlarsın ne kadar hızlı olduğunu!" diye sırıtırken yüzü değişmişti indim diye. Anlaşılan pek memnun olmamıştı bu duruma. Ama birazdan yapacağım şey ile onu gayet memnun edeceğimi de biliyordum. Sikini çıkarttım pantolonundan ve elimdeyken ona baktım. Dudağına bir öpücük. Sonra boynuna. Ve kasıklarına inen başım.
"Ohhhhhh, evettt, çok güzel bu!" diye inlemesi. Aynı araba bir an sallandı. "Dikkat etsene orospu çocuğu. Bu haldeyken kaza yaparsan sikerim ananı ibne!" diye itirazını dile getirdi Kemal gülerek. Ağzıma tekrar soktuğumda ise sesi hemen kesildi. Eli başımdaydı. Hiç bastırmıyordu başımı. Oldukça iriydi siki. Çok kalın değildi ama başı gövdesinden daha kalındı. Dudaklarımın arasından ağzımın içine doğru kayıyor, ordan da yavaş yavaş boğazıma kadar girip çıkıyordu. "Ohhh çok güzel. Offf, kanka harika yalıyor var yaa. Ohhh, bu kadarını tahmin edemezdim!" diyordu. O böyle konuştukça ben dudaklarımı daha çok bastırıyordum. Başımdaki eli gittikçe ağırlaştı sanki. Bastırmaya başladı ağzına. Sesi de kesilir gibi olmuştu. Baktığımda başı geriye kaymış, gözlerini kapatmış gibiydi.
Bozuk bir yolda hızlı sürüyordu arabayı Hakan. Araba sarsıldıkça Kemal de ağzıma daha çok sokuyordu ve bastırıyordu durmadan. Birazdan boşalacağını anlamıştım ve ağzımdan çıkartmak istedim. Homurdandı, biraz bastırdı başımı. Dudaklarım kafasının üstüne kadar kayarak çıktığı sırada biraz sert bir fren yaptı Hakan ve arabayı durdurdu. "Yaa geldik tamam. Ne yapıyorsunuz siz yarım saattir?" derken elini arkaya uzatmış ve popomu okşamaya başlamıştı. Ayrıldım birden ve başımı kaldırıp üstümü düzelttim. Elbisemin askısı iyice düşmüştü. Sütyen de kaymıştı ve memelerim de ortadaydı tamamen. Kemal'in sikinin tam kafasında beyaz bir damla vardı ve bana sitem eder gibi bakıyordu.
"Ay yok Hakancım birşey yapmıyorduk. Senin bu arkadaşın çok fena ama söyleyim!" dedim ve ufak bir kahkaha atıp arabadan indim. Etrafıma bakındım. Gerçekten de tamamen ıssız, ufak taşlık ve bol ağaçlı bir koydu burası. Hemen arkamızda 2 ev vardı. Büyük ihtimalle aslında bu eve aitti, ama kimseler gözükmüyordu o an etrafta. Ayakabılarımı çıkarıp otların üstünde yürüdüm biraz. Bizim otelin ışıkları görünüyordu. Kocam belki çok para kazanıyordu şu an, veya kaybediyordu. Umurumda bile değildi o an.
"Yaa siktir git sen hazırla işte ibne. Biraz da ben yapayım!" diyordu Hakan arkamda. Birden sarıldı bana ve çekti kendine. Bu sefer Hakan ile öpüşmeye başladım. Elleri hemen eteğimin altına girmişti bile. Kemal ise arka kapıyı açmış ve minderleri çıkartıp bir ağacın altına sermeye başlamıştı biz Hakan'la öpüşürken. Minderleri bırakıp o da arkamdan sarıldı. "Mmmm gençler ikiniz birden fazla gelmez misiniz bana yaa? Genç kız mıyım ben ama?" dedim. İkisi birden beni kendine doğru çekiştiriyordu. Dudaklarımı ve boynumu öpüyorlardı sürekli.
"Biz sana yeter miyiz onu düşünüyorduk Gamzecim yaa. Mahvettin ikimizi de, çok azdırdın yaa bizi!" derken bir el bcaklarımın arasına girdi ve amımı okşadı külotumun üstünden. O an Hakana sarıldım titreyip. Ona sarılınca Hakan da bana sarıldı ve onunla öpüşmeye başladık. Eli eteğimin içine girmişken dudaklarımı azgınca öpüyor, dudaklarıyla çekiştirip dilimi yakalamaya çalışıyordu. Parmakları amıma değerken boynuna sarıldım onun. Öbür eli ile kemerini açmaya çalışıyordu. Kemal de arkamdaydı ve bastırıp duruyordu popoma. Onun da elleri göğüslerimin üstündeydi o sırada. Avuçlamıştı memelerimi ve okşayıp sıkarken bluzumun içine sokmaya çalışıyordu. Hakan bir an için zar zor ayrıldı dudaklarımdan ve "Hadi hazırla şurayı artık. Bırak iki dakika işte!" dedi arkadaşına ve kemerini açıp tekrar dudaklarıma yumuldu. Elimi önüne götürdüm. Okşamaya başladım. Hımmm, Hakan'ınki Kemal'inkinden de büyüktü. Elimi külotunun içine sokup sıktım kafasını ve gülümsedim ona.
Bir an şaşırdı ve mutlu bir şekilde gözlerini kapatıp gülümsedi yavaşça. Elleri omuzlarımdayken bastırdı belli belirsiz. Ne istediği gayet belliydi. Ben de bu yakışıklıya istediği şeyi vermek isteyen bir kadındım. Biliyordum ki o da Kemal de benim istedğim şeyi fazlasıyla verecekti bana. Önünde diz çökerken arkama baktım. Ağacın altına Kemal bir örtü sermiş ve iki üç tane büyükçe minder koymuştu. Ağacın yan kısmını ise başka bir örtüyle kapatmak üzereydi. Gayet becerikli bir şekilde hızlı hızlı yaparken gözü de bizim üstümüzdeydi.
Diz çöküp Hakanın sikini çıkartırken ona da göz kırpttım biraz çapkınca. Sonra Hakana baktım. Bana bakarken ifadesizdi yüzü. Elimle okşadım önce. Taş gibiydi elimde. Sıcacıktı. Dimdikti. Ohhhh, uzun zaman olmuştu bu hissi yaşamayalı. Taşaklarının üstünden kafasına kadar yalarken ona baktım yine. Gözleri kapanmıştı hemen dilimi hissedince. Kafasını ağzıma sokup emdim ve dilimle etrafını dolaştım. Hafif bir inleme sesi gelirken birden soktum ağzıma. Yavaş yavaş sokup çıkarmaya başladım ağzıma. "Ohhhhhhhh, ablacım sen neymişsin yaa! Ohhhh, ağzın sıcacık. Hayatımda böyle muamele çeken olmadı bana yaa! Yala hadi abla, em hadiii!" derken eli başıma gitmişti bile. Başımı bastrmadan belini ileri geri oynatarak sokup çıkartıyordu ağzıma.
Birden Kemal geldi yanımıza. Çoktan indirmişti bile pantolonunu. Sıvazlıyordu sikini hemen yanımda. Elimi uzatıp tuttum ve okşamaya başladım onunkini de. Yaklaşıp yanağıma sürtmeye başladı hemen abaza oğlan. Az önce ona yaptıklarımı hatırlıyor ve yine ağzıma sokmak için sabırsızlanıyordu. Dudaklarımı iyice bastırıp eme eme sokup çıkarmaya başladım Hakan'ın sikini. Sesi iyice çıkmaya başlamıştı. Kemal de sikini okşarken eli omuzlarıma gitti ve askımı düşürüverdi birden. Bir anda çıkartıp onunkini soktum ağzıma. Kemal hemen başımdan tutup çekti sikine ve bastırdı. Ben Kemal'in sikini emerken Hakan da pantolonunu çıkartmıştı. O da hemen yanımda sikini sıvazlayıp yanağıma sürtüyordu. Bu sefer onunkini okşamaya başladım. İkisi de iyice azmış haldeydi. Kemal'in sikini boğazıma kadar sokup çıkarttım hızlıca ve Hakan'ınkini kaptım yine. "Ohhhh, ablacım delirteceksin bizi sen!" diye inliyordu iki delikanlı da zevkten. Kazık gibi olmuştu ikisinin de siki. İkisini de elimle tutup sıvazlamaya başladım. Tam ortalarına almışlardı beni. Biri omuzumu öbürü yanaklarımı okşuyordu o sırada. Ve gözleri çakmak çakmak bakıyordu ikisinin de o an.
"Yaaa gençler çenem yoruldu ama, ne bu böyle? İkinizinki de sopa gibi. Ne ile besledi anneleriniz sizi böyle?" diye gülümsedim okşarken. O an birbirlerine baktılar. Hakan birden eğildi ve koltuk altımdan tutup kaldırdı beni. Onun kollarının arasında sürüklenir gibi dört beş adım attık ki mindere yuvarlandım Hakan üstüme çıkarken. Bluzumu bir anda çekip iyice indirdi üstümden. Kemal de gelmişti ve ikisi birden saldırır gibi öpmeye başladı her yerimi. Dudaklarımı, memelerimi eme eme öpüp yalıyorlardı durmadan. Sporu, estetiği derken binlerce dolar ve büyük emek harcadığım vücudum bu oğlum yaşındaki iki amelenin zevkine sunulmuştu.
Elleri her yerimde dolaşıyordu. Ve sonunda kimin olduğunu bilmediğim bir el eteğimin içine girdi. Amımı okşarken külotumu da çıkarmaya başladı. O kadar acele ediyorlardı ki, tamamen soymayı bile bekleyemiyorlardı. Bacaklarımı araladım ve popomu kaldırdım biraz. Külotum dizlerime inerken ikisi birden üstüme çıkmaya çalıştı o an. Birbirini ittirmeye başlamışlardı. Kollarımı iki yana açıp uzandım mindere iyice. Sonunda üstüme çıkan ise Kemal oldu. Başını memelerimin arasına gömerken sikinin kafasını da amımın üstünde hissettim. Kollarımı sardım boynuna. Dayadığında bir an gözlerimi kapattım ve başım geriye düştü. Yavaşça yerleştirdi sikini. Gözlerimi kapatırken omuzlarımdan çekip birden yüklendi ve soktu köküne kadar. Ohhhhhhh, bu çok güzeldi işte, ohhhh, yıllardır hissetmediğim bir zevkti bu. Kemalin kalın siki amımı iyice doldurmuştu. İkimiz de inledik.
Ve sikmeye başladı beni. Hiç beklemeden, sokup çıkarmaya başlamıştı üstümde. Sesim yükselmeye başlamıştı iyice o sokup çıkartırken. "Ohhh, ohhhh, evet, çok güzelll, ohhh, evettt yakışıklım, çok iyisin devam ettt!" diye inlemeye başlarken kendimi onun kollarına bırakmıştım. Dizlerinin üstünde doğruldu ve baldırlarımdan çekti beni iyice sikine doğru sertçe. Çeke çeke sikiyordu beni şimdi durmadan. O sırada Hakan geldi baş ucuma. Tamamen soyunmuştu o kankası beni sikerken. Başımdan tuttu ve önüne doğru çekti. Konuşmaya, tek kelime söylemeye halimiz yoktu hiçbirimizin. Kemal başını hafifçe eğmiş ve anlamsız bir şekilde hırıldar gibi sikerken Hakan da başımı tutup ağzıma sokmuştu o iri sikini. Hiç yapmadığım ama genç kızlığımdan beri hep içimde olan birşeydi bu.
Hızlanmaya başladı ikisi de. Hakan özellikle boğazıma kadar sokup çıkartıyordu sürekli. Ellerimi onun baldırlarına koymak istedim ama Kemal de hiç duramadan beni kendine doğru çeke çeke sokup çıkartıyordu amıma. Ellerim gevşedi bir an. İnledim. "Kemaall, kemalll, bırakma sakın, evett, ohhh, evettt, devam et hadiii!" diye hızlı hızlı konuşmaya başlarken çoktan unuttuğum o his geri gelmişti. Bacaklarımın arası sanki yanıyordu. Kemalin siki sanki bir buz parçasıydı o an. Titredim ve tüm vücudum gerildi kasılırken. Kemal, "Ohhh, fırın gibi senin amın, ohhh, dayanamayacağım artık daha fazla. Ohhh, kaç aydırrr..." dedi ama bitiremedi sözünü. Ben titreye titreye orgazm olurken köküne kadar soktu ve bütün döllerini akıttı içime. O an gözlerim kararmıştı sanki. Hafifçe üstüme yığılmıştı Kemal nefes nefese.
Hakan da, "Siktir len, çekil hadi. Bende sıra!" diye söylendi ve ağzımdan sertçe çıkardı sikini. Hemen üstüme çıktı ve kolunu boynuma sardı. Bacağımı kaldırıp pazusunun arasına aldı ve birden soktu sertçe. Ben, "Ihhhhh, yavaş olsana Hakannn!" diye inlerken hızlı hızlı sikmeye başladı hemen. Kemal'den çok daha sert sikiyordu beni. O iri siki her seferinde dibimi buluyor, kafasına kadar çekip sapladıkça taşakları çarpıyordu. Kendini kaybetmiş gibi siktikçe hırıldar gibi sesler çıkarıyordu. Başını memelerimin arasına gömmüş hiç konuşmadan sikiyordu beni sadece.
Sarıldım omuzlarına. Tırnaklarım batıyordu o beni siktikçe. İnlemeye başlamıştım durmadan yine. Birden başımda bir el hissettim ve saçlarımı okşayanan elin sahibi Kemal başımı kaldırıp sikini dudaklarıma sürmeye başladı. Daha 5 dakika bile olmadan sertleşmeye başlamıştı bile. Dudaklarımı araladım ve Kemal yavaşça soktu ağzıma. O ağzımdayken Hakan da sarılmıştı bana iyice. Temposunu hiç düşürmeden daha da hızlanarak sikerken iyice kaldırdı bacaklarımı. Omuzlarına kadar yukarı kalkmıştı bacaklarım.
"Ohhhhh, çok güzel amcığın varmış senin yaa. Nasıl, güzel sikiyor muyuz seni? Alıyor musun istediğini Gamze ablacım?" diye diye sikiyordu beni. Cevap veremiyordum bile ona. Kemal'in siki iyice sertleşmiş ve boğazıma kadar girip çıkıyordu sürekli. İki elini de başıma götürmüş, arkadaşıyla aynı tempoda ağzımı sikiyordu o da. Gözlerimi kapattım ve kendimi tamamen genç erkeklerime teslim ettim. Oğlum yaşında iki genç tahmin ettiğimden çok daha güzel sikiyordu beni. Hakan siktikçe arka arkaya orgazm olmaya başlamıştım artık. Kemal'in siki ağzımdayken inler gibi sesler çıkıyordu. Bu ise onu daha da delirtiyor ve ağzıma bastırıyordu iyice. Memelerim sallandıkça yalayıp okşuyorlardı durmadan. Hızlandı ve homurdanmaya başladı Hakan. Kemal'in de sesi onunla beraber çıkmaya başlamıştı.
Kendine çekti beni Hakan ve taşakları amıma dayanırken inlemeye başladı. O kadar sert çekmişti ki birden beni, Kemal'in siki de çıktı ağzımdan. Döllerini içime akıtırken ben yine orgazm oldum. Kemal de aynı anda sıvazlmaya başladı sikini ve işer gibi boşalmaya başladı üstüme. Memelerimin üstüne fışkırır gibi akıyordu dölleri. Üçümüz de inledik o an. Ve yığılıp kaldık minderlere nefes nefese. Bacaklarımın arası, memelerim her yerime boşalmışlardı. Dudaklarımdan da akıyordu döller. Nefes alamayacak gibiydim oan. Gözlerimi zor açabiliyordum. Elleri halen üstümdeydi ikisinin de.
"Gençler siz ne yaptınız böyle bana yaa? Ben alışık değilim hiç böyle yaa!" diye söylenirken halen inler gibi çıkıyordu sesim. "Daha yeni başladık Gamze. Hadi devam edelim. Çok mu yoruldun ablacım, hadi!" diye konuşurken okşuyorlar, henüz sertleşmemiş siklerini bastırıyorlardı her yerime. Ayağa kalkıp elbisemi tamamen çıkartıp çırılçıplak kaldım. Elleri hemen üstüme uzandı.
"Hava çok sıcak gençler. Bir denize gireyim de kendime geleyim bari. Nasıl, güzel oluyor mu bu saatte su burada?" deyip denize doğru gitmeye başlamıştım bile. Bir anda fırlayıp arkamdan gelmeye başladı onlar da. Hızla suya daldım. Bir iki hızlı kulaçla uzaklaştığımda çoktan boyu aşmştı su. İkisi de bir yere kadar geldiler, ama yüzme bilmedikleri için fazla yaklaşamadılar. Söylenip duruyorlardı bana. Gülümseyip laf attım ben de onlara ve sonra biraz dalıp çıktım ve temizledim kendimi iyice.
Yakışıklı gençleri fazla bekletmeyip yanlarına, derin olmayan yere geldiğimde hemen sarıldı ikisi de bana. Su tam göğüslerimin hemen altındaydı ve Hakan arkamdan Kemal de önümden sarılmıştı. Soğuk suya rağmen ikisinin de siki kazık gibi olmuştu bile ve sürtünüyorlardı durmadan bana. Dudakları her yerimde dolaştıkça ben Kemal'e sokulup sarılmaya başladım. Ben ona sokuldukça Hakan arkamdan bastırıyordu. Bacaklarımı araladı. Sürtünürken kendini çok az geriye çekti. Amıma sürtüp yavaşça soktu ve hepsini köküne kadar yerleştirdi içime. İnledim o an zevkle. "Ohhh bu çok güzelll!" derken Kemal dudaklarıma yapıştı. Hakan sikmeye başlamıştı amımı arkamdan. Gidip geldikçe sular sıçrıyordu. Popomu indirip kaldırarak ona yardımcı olmaya çalışıyordum. Ama suyun içinde almakta çok zorlanıyordum. Kemal belime sarılarak Kendine çekiyordu durmadan. Bir elim de onun sikindeydi artık.
"Gençler, bu gerçekten çok güzel ama zorlanıyorum ben!" diye itiraz etsem de Hakan pek dinlemiyor, sıcak dar amımdan çıkarmak istemiyordu hiç sikini. Gözlerimi acıyla kısmıştım ve ellerim Kemal'in omuzundayken tırnaklarım batıyordu ona. Sonunda Kemal uyardı arkadaşını, "Karı ölecek len, yavaş biraz orospu çocuğu. Eşek mi sikiyorsun amına koyayım? Gel hadi sen ablacım, çıkalım biz!" diye. Hakan geriye çekildi ve sikini amımdan çıkartıp dudaklarımı öptü, özür dileyerek, "Çok güzelsin, dayanamıyorum, ne yapayım. Hadi çıkalım madem!" dedi.
Beni sanki elleriyle taşıdılar kumsala. O kısacık yol boyu dudakları da elleri de bir an için ayrılmamıştı üstümden. Sonunda mindere tekrar geldiğimizde üçümüz de uzandık. Bir havluyu üstüme kapatıp okşar gibi kuruladılar beni. İkisi de memelerime saldırmış, aç kalmış bebek gibi emiyorlardı. Hakan arkamdaydı ve siki popomun arasına sürtünüyordu durmadan. Eli yavaşça belime sarıldı. Birden çevirdi beni minderde. Arkama geçip popoma sürttü ve aşağı kaydı sonra yavaşça. Boynumdan sırtıma derken dudakları popoma geldi. Oradan kasıklarıma indi. Dilini hissettiğimde araladım bacaklarımı. Kemal de doğrulmuştu dizlerinin üstünde ve sikini eliyle tutup sürtüyordu yüzüme. Hakanın dili kasıklarımda dolaşırken Kemal'inkini aldım ağzıma.
Hakan piçi çok ama çok güzel biliyordu bu işi sanki. Durmadan yalıyor ve dilini nereye bastırması gerektiğini çok güzel biliyordu. O zevkle yalıyordum ben de Kemal'in sikini yavaş yavaş. Dili amımdan biraz yukarı çıktığında gözlerimi kapattım zevkten. Göt deliğimi bulmuştu şimdi. "Offf, ablacım çok güzelmiş ya bu. Oğlum bunu var ya..." deyip tamamlayamadı sözlerini ve deliğimi yalamaya başladı. O an hızlı hızlı emmeye başlamıştım Kemalin sikini. Doğruldu Hakan üstümde. Biraz sürtündü yine ve yavaşça soktu yine amıma köküne kadar. Hiç bekletmeden sikmeye başladı sonra. O bana sert sert vurdukça Kemalin siki de boğazıma kadar girip çıkıyordu.
Parmaklarını göt deliğimde hissettim sonra. Oynuyordu göt deliğimle beni sikerken. Ohhh, bu çocuk götümden de sikmek istiyordu beni. 20 yıldır sikilmemiştim oradan. Yavaşça soktu parmağını götüme. Başım kalktı o an ve inledim zevkten. Benim aldığım zevki görünce Hakan iyice sertleşti arkamda. Durmadan sokup çıkartıyordu deli gibi. Kemal de saçlarımdan tutup ağzıma sokmuştu aynı sertlikte. Amımdaki ateş bir top gibi patladı sanki. Ben zevkten inleyerek orgazm olurken ikisi de sikiyordu beni. Hakan amımdan, Kemal ise ağzımdan, kendilerine çeke çeke sikiyorlardı beni.
Bir an durdu ikisi de. Hakan çıkardı amımdan ve üstüme uzandı. Arkamdan sarıldı bana. Kemal de sarılmıştı o an. İkisinin arasında ezilirken Hakan'ın üstünde buldum kendimi. Siki dimdikti. Taş gibiydi. Kendime inanamıyordum. Halen istiyordum. Sanki bu gece hiç bitmesin, içimden hiç çıkarmasınlar istiyordum. Hakan'ın üstündenyken yavaşça geriye attım popomu. Elleri sımsıkı yapışmıştı popoma. Ben geriye atarken siki de amıma girdi birden ve yüklendi. Yüklendiği gibi köküne kadar sokmuştu bile. Bir an nefes aldık ikimiz de. Ter içinde kalmıştım o an. Hakan dizlerini kırmış içime sokup çıkartıyordu. Birden Kemal'i hissettim üstümde. Ohhh, evet Kemal de üstüme eğilmişti ve popomun arasına yerleştirmişti sikini. Göt deliğime bastırıyordu sanki sürtünürken.
"Ihhhh, Kemaall olmaz ordan ama yakışıklım, Hakan bitirsin bekle istersen. Alamam ben öyle şimdi!" diye itiraz etsem de o yavaş yavaş bastırıyordu yine. Bir an, çok kısa bir an geriye çekildi Kemal. Kurtuldum diye sevinirken Hakan soktu sertçe ve kaldı öyle. "Ohhh, ablacım olur yaa! Çok güzel ama burası. Senin gibi bir kadın denemiştir zaten daha önce. Sen sakin ol. Acıtmam canını merak etme!" derken tükürdüğünü duydum. Göt deliğim ıslandı sonra tükürükle. Sıcak taş gibi sikinin kafasını hissettim. Ve bastırdı. Gözlerim açıldı o an. Tam sertçe itiraz edecekken birden bastırıp soktu Kemal götüme. Tırnaklarım Hakan'ın omuzlarına saplandı o an. Kemal hiç acele etmeden yavaş yavaş, içimde oynata oynata yerleştirdi sikini. Çekti biraz ve soktu yine. Santim santim girdikçe göt deliğime, Hakan da altımda oynatıyordu.
Bir an gözlerimi kapattım. Bu benim için çok fazlaydı. Bu iki genç artık kelimenin tam anlamıyla bir orospu gibi sikiyordu beni. Kemal çıkardı içimden. O an inledim kendimi tutamayıp. Ve tekrar tükürüp birden soktu götüme. Yarısı girmişken bir çığlık attım ki bütün koy inlemiştir herhalde. Çekti ve birden hepsini soktu bu sefer. Soktuğu gibi çığlıklarıma hiç aldırmayıp sikmeye başladı götümü. O soktukça Hakan da sikmeye başlamıştı artık. Hepimiz inliyorduk o an. Kemal dibime dibime bastırıyordu durmadan. Taşaklarını hissettikçe Hakan'a sarılıyordum. Üçümüz de kitlendik bir an birbirimize. Ve üçümüz de aynı anda boşalmaya başladık sonra. Amıma, götüme fışkırtıyorlardı döllerini genç sikicilerim. Bir an gözlerim karardı sanki ve gevşeyip bıraktım kendimi. Işıklar, Hakan, Kemal, sahil hepsi gitti...
Kendime gelirken, "Gamze abla, hadi uyan, ne oldu yaa?" diyen iki gülümseyen genç vardı karşımda. "Korkuttun bizi Gamzecim yaa. Nasılsın? Al su iç hadi!" diyerek Hakan gülümsüyordu bana ve suyu uzatıyordu. Zar zor alıp içtim. Bir an doğrulmak istedim, ama belim ağrıyordu. Hakan yardımcı oldu bana ve denize gittik beraber.
Kemal de sudaydı. Derin olmayan yerde biraz uzandım suda. Kendime geldim yavaş yavaş. Çıkışta kurulanırken ikisi de bana bakıyordu ve sanki halen istiyor gibiydiler. Ama ben bitmiştim artık. Ayakta zor duruyordum. "Saat kaç olmuş gençler yaa, hadi gidelim artık!" deyip cep telefonuma baktım. Neyse ki arayan falan yoktu hiç. Saat 03:00'e geliyordu. Sütyenimi bulsam da külotumu bulamadım. Elbisemi giydim. Buruş buruş olmuştu elbise de. Benim de halim elbiseden pek farklı değildi. Gençler de toplanırken aralarında gülüşüp birbirlerine laf sokuyorlardı sürekli.
Bir ara Hakan gelip hangisinin daha iyi olduğunu sordu hiç utanmadan. Gülümsedim ve ikisinin de çok iyi olduğunu söyledim. Hakan yaklaştı ve ben sırtımı bir ağaca dayamışken belimden sarıp dudaklarımı öpmeye başladı yavaş yavaş. "Yaa öyle cevap verme ama, söyle işte. Kemal mi daha iyi sikti, ben mi? Hem biz aslında biraz daha olsa ya diyorduk. Erken gitmiyor muyuz ki?" dedi, elleri kalçalarımda dolaşıyordu durmadan. İnanılmazdı ama siki yine kalkmıştı ve sürtünüyordu her yerime o an. Dudakları ağzımı tamamen kapatmış, elleri popomu sıkıyor ve kot pantolonunun üstünden bastırıyordu durmadan.
"Hakancığım, çok yoruldum ama canım, dur artık, ama olmaz ki!" diye itiraz ediyordum, ama onun pek dinleyecek hali yoktu o an. "Olur ablam olur, bir kere daha sikeyim seni, sonra söz otele bırakacağım. Hem bir yerin eksik kaldı, bu piç alay eder sonra benimle!" derken çevirdi birden beni ve sarıldı arkama. Eli göğüslerimdeydi. Eteğimi kaldırdığında çıplak popom önündeydi. Fermuarının sesini hayal meyal duydum sanki. Sıcacıktı siki ve çok sertti. Sürtünüyordu arkadan amıma. Dudakları boynumda ve yanaklarımda, elleri ise göğüslerimin üstündeydi. Gözlerimi kapattım bir an. Bu ilk ve son değil miydi zaten. Bir daha böyle bir zevki alamayacaktım. Bir daha zaten olmayacaktı.
Ohhhhhhhhhh! Yavaşça sokup köküne kadar geçirmişti amıma birden Hakan. İçimde çok az bekletip bu sefer hiç acele etmeden, keyfini çıkarmak ister gibi sokup çıkartıyordu içime yavaş yavaş. Belime kadar kaldırmıştı eteğimi. Önümdeki ağaca ellerimi dayadım ama azgın oğlan zaten kollarıyla tamamen sarmıştı beni aslında. Hızlanmaya başladı sonra. Kemal de eşyaları geri yerleştirmiş arabaya, bir sigara yakmış bizi izliyordu sadece. Paylaşmışlardı beni aralarında anlaşılan.
Hakan bir elini belime indirdi. Zevkle inlemeye başlamıştım ben de artık. Hiç hayır diyemiyordum bu gençlere ben. Hakan amıma her seferinde dibine dibine bastırdıkça ben de popomu onun önüne bastırıyordum. "Ohhh, çok güzelll!" diye yavaşça inledi arkamda ve bastırdı yine taşaklarına kadar. Ben de inledim o an. Sonra çıkardı amımdan. Göt deliğimin üstüne sürtüyordu. İstemiyordum aslında. Kemal bile canımı nasıl acıtmıştı ve Hakan'ınki daha büyüktü. Daha sertti o ayrıca. Aslında söylemek istememiştim, ama bu gece Hakan kesinlikle daha iyiydi. Evet, daha iyi sikmişti beni.
Hafifçe tükürdüğünü duydum. Belimden tutup kaldırdı popomu. Yavaşça yerleştirdi. Biraz abandı ve kafasını soktu. Bir çığlık attım o an kendimi tutamayıp. İki erkeğimin de çok hoşuna gitmişti bu çığlığım. İkisinden de takdir ve zevk dolu bir ses geldi. Hakan acele etmiyor, yavaş yavaş santim santim sokuyordu götüme. Yarısına kadar sokup biraz geri çekti ve yine abandı. Giriyordu içime. Ve sikmeye başladı götümden. Tutmuyordum artık kendimi. İnliyordum. Bu sondu. Son defaydı bu. Bir daha bu zevki yaşayamayacaktım hiç. Ben inledikçe Hakan da daha çok sokmaya başladı. Hızlanmaya başladı. O güçlü kollarıyla tamamen sarılmıştı bana. Ayakta duracak halim yoktu hiç zaten.
Hakan, "Ohhh çok güzel götün senin, daracık, sıcacık. Ohhhh, bir daha senin gibisini bulamam ben!" diye homurdanır gibi inliyordu arkamda durmadan. Memelerimi morartacak gibi sıkıyordu. Elbisemin önü biraz sökülmüştü artık. Hızlandı. Sertleşti. Mızrak gibi siki durmadan girip çıkıyordu götüme. İkimiz de bağırmaya başlamıştık. Benim çığlıklarımda daha çok acı olsa da büyük bir zevk de vardı. O ise Zevkten kendini kaybetmiş gibiydi. Kolunu boynuma dolamış kendine çeke çeke sikiyordu durmadan. Ter içinde kalmıştım. Sonra birden köküne kadar soktu içime ve bağıra bağıra akıttı bütün döllerimi içime.
Siki yumuşayıp inene kadar kaldı götümde. Nefesimiz bile zor düzelmişti. Sonra çıkardı götümden. Dölleri hemen bacağıma akmaya başladı. Elimi götürmek istedim ama onu bile yapacak halim yoktu. Tişörtünü çıkarıp götümden akan dölleri temizledi elleri titreye titreye. Bana baktı sonra. Hayran hayran bakıyordu bana. Yavaşça dudağımdan öpüp teşekkür etti ve arabaya binmeme yardımcı oldu.
Otelin biraz gerisinde durduk. Pet şişedeki su ile yüzümü yıkayıp saçlarımı toparlamaya çalıştım. Eminim ki gören herkes beni tecavüze uğramış sanırdı o an. Sonra otelin girişinde ayrıldım arabadan ve zorlukla yürüyerek anahtarımı alıp odaya çıktım. Saat 05:00'e geliyordu. Hakan bir saate yakın sikmişti beni. Sıcak su doldurdum küveti ve girdim içine. Şu an kocam gelse halimi anlatamazdım hiç. Neyseki onun için saat daha erkendi. Sabah kahvaltısına anca gelirdi o. Sıcak suda biraz dinlendim. Bacak aramda halen iki oğlanın dölleri vardı. Güzel bir banyo yaptım. Geceliğimi giyip yattığımda bayılmış gibi uyudum.
Bir ara kocam yanıma yatarken uyandım. Normalde uyumama pek aldırmaz, o geceki oynu anlatır konuşur uyandırırdı beni, ama o da sessizdi çok. Öğlene doğru uyandığımda o da uyandı biraz ve gülümseyerek, "Akşam dönelim de yarın sana da oğlana da bir araba alalım hanım, enayi parası aldım bol bol. Yiyemeyenin parasını da malını da yerler!" diyordu. Gülmeye başladı sonra. Benim de çok hoşuma gitmişti bu laf ve ben de kahkaha attım.
[Gamze]
462 notes · View notes