Tumgik
#KHKLILAR
kolej-postasi · 3 years
Text
REFORM DEDİKLERİ ÜÇTÜR - 3
Tumblr media
Reform Dedikleri Üçtür: Üç, Siyasetsizleştirme
“İktidar, kendi bloku içinde yer almayan herkese siyaseti yasaklamakla meşgulken muhalefet iktidarla nutuk yarışından öteye gidemiyor. İktidar nutukları ferman iken muhalefet nutukları en fazla retorik olarak kalıyor. Siyasetsizleştirme, vatandaşlıktan azil, mülk müsaderesi ve hakaret davalarının asıl içeriği olan sus emriyle devam ediyor.”
Bir köylü niye çitleme teli taşır? Bağını, bahçesini, bostanını çevirmek için. İşte, sınır belli olsun, zararlı canlılar yani insan hayvan filan kolayca girmesin, ağaç, dal, yaprak, fide filan zarar görmesin diye. Fotoğraftaki kadın da benzer bir amaçla omuzlamış dikenli tel yumağını ama onun engellemeye çalıştığı ne yoldan geçen insan, ne hayvan, onun engellemeye çalıştığı iti kopuğu (özel güvenlik) bol olan şirketler güç kullanma tekeline sahip (yani polisi ve askeriyle) devlet. Bağına bostanına dadanmışlar.
KİMLER KİMLERLE?
Devlet-şirket el eleyse, köylünün yanında kimlerin olması beklenir? Başka köylüler, varlık sebepleri bakımından devlet-patron işbirliğine karşı olacağı sanılan sendikalar, adaletsizlikten rahatsız diğer vatandaşlar, “haber alma hakkı”ndan dem vuran medya, adaletin tecelligahı iddiasındaki yargı ve devletin yönetimine talip muhalefet partileri…
Sendikalar, 12 Eylül’le başlayan, mevcut iktidar partisinin 18 yıl boyunca kararlılıkla sürdürdüğü zayıflatma-yozlaştırma saldırılarından pek canlı çıkamadı. Köylülerin köylü olarak yaygın ve etkili hiçbir örgütlenmesine zaten oldum olası geçit verilmemişti; “milletin efendisi” olarak efendi efendi bir köşede oturması öngörülmüştü. Adaletsizlikten mustarip olanların çok azı ağlamak, beddua etmek ve küfür etmek dışında işlere yöneliyor. Medya, eski plütokratik formundan yeni devlet partisi propaganda bürosuna dönüştürüldü, beterin beteri var dedikleri gibi.
Yargı HES, jeotermal, altın arama filan bahislerinde zaman zaman iyi kararlar verse bile kararlarının uygulanmasını takip ve talep etme güç ve ahlakına belki de hiç sahip olmadı.
Peki muhalefet partileri? Onlardan nutuk mesafesinde durmak ve bilinmeyen bir geleceğe dair vaatte bulunmak dışında pek bir ses duymak mümkün değil.
SİYASETSİZLEŞTİRME NE ZAMAN TAMAM OLUR?
Muhalefet köylünün yanında niye yok? Orada durmak siyaseten yasak edildiği için. Fakat siyasetsizleştirme, iktidarın hamlesi ile olup bitmez, o elindeki bütün güce rağmen (direniş sürdükçe) bir arzu ve iradedir en fazla; siyasetsizleştirmeyi tamamlayan şey muhalefetin ya da siyasal iddiası olan bütün kişi ve grupların, en önemlisi de muhalefetin bu arzu ve iradeye uyması ya da engel olma yoluna girmemesidir, hatta kritik bazı zamanlarda doğrudan iktidarın dümen suyuna girmesidir. Bunun en iyi örneği, TBMM’deki dokunulmazlıkların kaldırılması sırasında görülmüştü: HDP’nin siyaseten yasak hale getirilmesine yönelik en temel siyasi iradenin parlamento kararı haline getirilmesiydi mesele ve CHP bunu, “Anayasa’ya aykırı olduğunu bile bile” onaylamıştı. Ki esasen siyasetsizleştirme bununla da tamam olmaz, direnç sürdüğü sürece siyasetsizleştirme bir girişim olarak orada durur, ne var ki girişimle mücadele sadece saldırıya uğrayana kalırsa elbette iktidarın başarı şansı artar.
HER BELEDİYE O KADAR DA BELEDİYE DEĞİLDİR
HDP’ye yönelik meseleye sonraki yazıda döneceğim, önce CHP’li belediyelere yönelik siyasetsizleştirme hamlelerine göz atmakta yarar var.
Pandemi ve ona dair kısıtlamalar başladığında CHP’li belediyeler, yardım ve dayanışma kampanyalarına giriştiler. İdare anında yasak getirdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, şöyle hükmetti: “Devlet içinde devlet olmanın anlamı yoktur. Bu bakımdan, şu anda bu kampanyalar sadece devletimizin açıkladığı birimler tarafından yürütülmektedir. Belediyeler böyle kampanyalar açacak olursa, devlet içinde devlet olur. Yasalar da buna müsaade etmiyor."
DEVLET DEMEK NE DEMEK?
Yasalar, müsaade etmek ne kelime, bunu emrediyordu aslında: Belediyeler, kanun gereği hemşerilerinin sıkıntılarını çözmeyle görevli ve elbette yetkiliydiler. Mesele basitti: Siyasal birer organizasyon olan partilere bağlı belediyelerin başarıları, doğrudan iktidarın başarısızlığı olarak görünecekti. Yani siyasal rekabet iktidara yarar değildi. İktidar, kendisine bağladığı medya ve yargı eliyle bu ihtimali bertaraf etmeye, konuyu siyaset dışına taşıyıp “devlet meselesi” olarak göstermeye girişiyordu. Cümledeki birinci devlet mevcut iktidarı gösteriyor, ikinci devlet ise siyaset anlamına geliyordu aslında. Yargı, akıl almaz kararlardan birini vererek siyaseti yasaklayan genelgenin iptali talebini reddetti.
Çok önemli bir örnek de yine yakınlarda geldi: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na Kanal İstanbul karşıtı çalışmaları nedeniyle İçişleri Bakanı S. Soylu tarafından açılan soruşturma. “Devlet projesi” olan Kanal İstanbul’a karşı İBB’nin ve onun başkanının çalışması yasaktı; çünkü siyaset yapma hakkı iktidar dışında kimseye tanınmamıştı.
HDP’li belediyelere yönelik kayyım siyaseti, CHP’li belediyelere yönelik iş gördürmemeyle birlikte yürüyor; aslında ikincideki belediyeler, kendi kendilerinin kayyımı haline getiriliyor böylelikle.
ŞEHİR ÜNİVERSİTESİ’NİN YIKIMI
Siyasetin bu şekilde biçimlendirilmesi, Osmanlı döneminin “milleti hakime” mantığını andırıyor: Osmanlı’da siyasette yer alabilmenin yolu “milleti hakime”ye dahil olmaktan geçiyordu öncelikle, “gayrimüslim tebaa” çeşitli yerlerde idari-mülki görevler alabilse bile esasen siyaseten yasaklı idi. Siyasete yeltenmemesi, günlük hayatını güven içinde sürdürmenin, ticaretini ama daha önemlisi hayatını güvenle yürütebilmenin koşuluydu. Siyasete yönelmesi, “siyaset edilmesi”ne yani öldürülmesine yol açabilirdi. Köylülerin, işçilerin ve muhalefet partilerinin siyaset sahasından uzaklaştırılması, siyasetin “devletleştirilmesi” ve geri kalanın “zımmileştirilmesi” mantığının modern bir versiyonunu oluşturuyor. Bunun en önemli örneği, Şehir Üniversitesi’nin başına getirilenlerdi: Banisi Ahmet Davutoğlu’nun iktidar heyetinin kudretli ve adanmış ismi olduğu dönemlerde her tür imkân sağlanan, yolu açılan, güçlendirilen üniversite, Davutoğlu “muhalefet” figürü haline gelince kısa sürede, anti-hukuk usulleriyle yok edildi. Tard edilmiş ulema ilmi işlerle mi uğraşırmış? Tard edilmiş başbakan siyaset mi yaparmış?
Bir ara toplam: Siyasetsizleştirme, siyasi sahayı iktidar dışı kişi ve grupların tamamından temizleme anlamına gelir. Fakat mesele sadece Kürtler ya da işçiler ve köylüler gibi büyük nüfus bloklarının arzu ve taleplerinin manipülasyonu ya da dışlanmasından ibaret değildir, tek tek bireylerin arzu ve taleplerinin de sahanın dışına sürülmesinin sağlanması gerekir. Sütten ağızları yanmalı ki yoğurdu üflesinler.
TEOLOJİK ARGÜMANLARIN HUKUKİLEŞTİRİLMESİ
Hakaret davaları sınıflar, tabakalar ve gruplardan çok tek tek bireyleri siyasetsizleştirmenin aracı. Esasen, argüman mantığı açısından modern ceza hukukunun hakaret davalarında görebileceğimiz şeylerden çok, İslami ilahiyatın küfür kategorisine hukuki görünüm verilerek kullanılmasına şahit oluyoruz: Dinsel inançların çoğunun basit temel formu olan “inanmayan kafirdir” kalıbı, siyaset alanına taşınıp “eleştiren, küfür ediyordur” halinde iş başında tutuluyor.
Partiler düzleminde şiddet ve polisiye-adli saldırılar nasıl yapıları felç etmeyi hedefliyorsa, mikro düzlemde de bu davalar yurttaşları dilsiz hale getirmeyi hedefliyor: İnanmıyorsan, konuşma!
Erdoğan adı etrafında mutlak bir dokunulmazlık-söz söylenemezlik ağı ören bu davaların yayılma eğilimi çok açık. İktidar televizyonlarının kültürel tarihin koç başı olacağına inandığı tarih dizileriyle matrak geçen bir kişinin gözaltına alınması, hakaret davalarının iktidara ait ya da iktidardan yana herkesi (Çakıcı dahil) ve her şeyi koruma altına alacak şekilde genişletileceğinin en görünür habercisiydi.
Devam edeceğim: HDP kilit mi anahtar mı? Kriz iktidarı götürür mü? Daha ahlaklı, daha dürüst görünmek yeterli bir siyaset mi? Dahası, siyaset mi?
ARALIK 6, 2020 | DUVAR*
ALİ DURAN TOPUZ |  REFORM DEDİKLERİ ÜÇTÜR: ÜÇ, SİYASETSİZLEŞTİRME
Tumblr media
0 notes
emmawill180-blog · 4 years
Link
zamanaustralia provides you the latest news turkey about all the current affairs, politics, developments,  sports and entertainment of turkey.
0 notes
abid1415-blog · 5 years
Photo
Tumblr media
OHAL raporu: KHK’lılar cadı avına maruz kaldı, sivil ölüme mahkûm edildi... İki yıl devam eden Olağanüstü Hal (OHAL) rejiminin sebep olduğu mağduriyetler TBMM’de açıklandı. Farklı mesleklerden 135 bin kişi kamudan ihraç edildi. 1.070 şirkete el konuldu. Mağdurlar ve yakınları ekonomik sıkıntı, itibarsızlaştırılma, sosyal dışlanma ve psikolojik rahatsızlıklara mahkum edildi. BOLD- Halkların Demokratik Partisi (HDP) Kocaeli Milletvekili ve Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Üyesi Ömer Faruk Gergerlioğlu, TBMM’de basın toplantısı düzenledi. Gergerlioğlu toplantıda Mağdurlar İçin Adalet Topluluğu’nun OHAL’in ikinci yılında toplumsal maliyetleri ölçmeye yönelik 993 sayfalık araştırma raporunu açıkladı. ORTAÇAĞ’DA DA CADININ ÇOCUĞU CADIDIR DENİYORDU Gergerlioğlu, OHAL döneminde 135 binin üzerinde kişinin ihraç edildiğini, pek çok insanın iş yerleri kapatıldığı için işsiz kaldığını kaydetti. Gergerlioğlu, “Bugün Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile yapılan tam bir cadı avıdır, sivil ölüme mahkum etmektir. Bursa Büyükşehir Belediyesi’nin KHK’lı diye Ege Denizi’nde vefat edenler için cenaze aracı vermemesi Ortaçağ’daki anlayışın günümüzde de devam ettiğini gösteriyor. O zaman cadının çocuğu da cadıdır deyip ateşe atılıyordu. Bugün de KHK’lının çocuğu da KHK’lı muamelesi görüyor.” dedi. EN BÜYÜK PROBLEM EKONOMİK SIKINTI Mağdur yakınlarının ekonomik sıkıntılara maruz kaldığını belirten Gergerlioğlu, “Mağdurların yüzde 95,3’ü ekonomik sıkıntı yaşıyor. Yüzde 86,6’sı itibarsızlık ve sosyal dışlanma ile karşı karşıya. Yüzde 84,6’sı ile psikolojik sıkıntılarla boğuşuyor.” ifadelerini kullandı. MAĞDURLARIN YARISI PSİKOLOJİK DESTEK İHTİYACI DUYDU OHAL raporundan satırbaşları: -Mağdur yakınları yaşadıkları mağduriyetler nedeni ile yüzde 53,6 oranında tıbbi/psikolojik destek alma ihtiyacı da hissetmişlerdir. İhtiyaç, sadece mağdurların ‘eşleri’ ile sınırlandırıldığında bu oran yüzde 65,3’ü bulmaktadır. Mağdur eşleri yüzde 67,7’si tıbbi/psikolojik desteğe de ulaşamıyor. YOKSULLUK, GÖÇ VE DIŞLANMA İLE YÜZLEŞEN ÇOCUKLAR -Mağdur yakını olarak araştırmaya katılanların yüzde 49,7’si eşler, yüzde 21,5’i kardeşler, yüzde 9,3 çocuklar ve de yüzde 7,8’i ise anne-babalardır. -Anneleri ile birlikte nezarethane/hapishaneyle tanışan; hapsedilmiş ebeveynlerinden ayrılık sorunları yaşayan, biyolojik/koruyucu ailelerinin ellerinden alınma travmaları yaşatılan; yoksulluk, göç, dışlanma sorunları ile yüzleşen, çocuklar var. OHAL MAĞDURLARININ İŞSİZLİK ORANI YÜZD 50 -İşsiz bırakılan KHK/OHAL mağdurları arasında, mevcut (şimdiki) işsizlik oranı yüzde 50’dir. -Bir işte çalışanların çoğunluğu sigortasız ve/veya düşük kazançlı işlerde çalışmaktadır. KHK/OHAL Mağduru katılımcılar OHAL mağduriyetleri öncesine göre ortalama aylık (3500 TL) gelirlerinin yüzde 77’sini kaybetmişlerdir (800 TL). -Mağdur yakınları da çeşitli sebeplerle yüzde 50 gelir kaybına uğramışlardır. AİLE VE KOMŞULUK İLİŞKİLERİ ZARAR GÖRDÜ -OHAL/KHK süreçleri mağdurların, aile-içi ve yakın akrabalık ilişkilerine önemli ölçüde zararlar vermeleri yanında; komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerine de çok büyük zararlar vermiştir. Ayrıca mağdur aileler arasındaki bölünme, gerilim ve boşanmaları da artırmıştır. İNTİHAR VAKALARI YAŞANDI -OHAL/KHK mağduriyetlerinin getirdiği sağlık sorunları, travmalar veya bunalımlar neticesi ortaya çıkan intihar vakaları oldu. KHK/OHAL mağdurlarının yüzde 95,8’i kentsel alanlarda yaşamaktadır ve yüzde 50’si, 15 Temmuz 2016 sonrasında bulundukları evlerden, mahallelerden ve şehirlerden göç etmek zorunda kalmışlardır. SİSTEMATİK İŞKENCEYE MARUZ KALDILAR -OHAL’de tutuklanan mağdurların büyük bir kısmı nezarethanelerde, hapishanelerde, ‘sistematik işkenceye varan’ hak ihlallerine uğramış ve kötü muameleler görmüştür. -OHAL’de gözaltına alınan mağdurların yüzde 79’u ‘iki’ veya daha fazla gün (en fazla 30 güne kadar) gözaltında tutulmuşlardır. İŞTE MAĞDURLARIN ANLATTIKLARI Raporda mağdurların anlattıklarına da yer verildi. Mağdurlar anlatıyor: Hamile bir gelin gelmişti ve sürekli kusuyordu doktora günlerce götürmediler. Eşimin arkadaşı gözaltında iken düşük yaptı. Psikolojik baskı ve tehdit sebebiyle. Yeni hamile bir bayan düşük yaptı. Bırakın hastaneye götürmeyi, revire bile çıkarmadılar. 10 KİŞİLİK KOĞUŞTA 45 KİŞİ KALIYORDU Mağdurlar anlatıyor: Dilekçeler görmezden geliniyordu. 10-12 kişilik ortak yaşam alanına sahip tek tuvalet ve tek banyolu bir koğuşta ortalama 40-45 kişi kalıyordu. Bu 17 ay için geçerli. Zira sayımız 62’yi de gördü, belki 5-6 ay 50 kişi de kaldık. Mağdurlar anlatıyor: Kendi imkânlarımızla yaptığımız hobi aletleri dahi elimizden alınıyordu (Sabunluktan satranç takımı, sandalyeden basket potası). Havalandırmaları kafalarına göre kapatıyorlardı. NAMAZ İÇİN SECCADE VERMEDİLER Mağdurlar anlatıyor: Namaz için ilk aylar seccadeleri vermediler. Namaz kıldığımız yerleri botları ile kirletiyorlardı. Battaniye üzerinde kılındığı için kavgaya varan tartışmalar oldu. Kışın battaniyelerin bir kısmını aldılar. Yatarken kat kat elbise ile ısınmaya çalışıldı. Zile, ölüm dışında basmanın yasak olduğunu, çok ciddi bir şey olmadan çağrı ziline basarsak işlem yapılacağının söylenmesi. Aramalarda bazı memurların itip kakması, sürekli ezen bir üslupla konuşma. Her zaman acele etmemiz, istenilen kadar çabuk hareket etmezsek aşağılanma. “BAZEN ÖLMEK İSTİYORUM” Mağdurlar anlatıyor: Dünyanın berbat bir yer olduğunu düşünüyorum. İnsanların korkunç acımasız çıkarları söz konusu olunca acımasız bencil olduklarını düşünüyorum. Böyle bir dünyada yaşamak istemiyorum. Bazen ölmek istiyorum. MİT VE POLİS İFADELERİ KARARA GEREKÇE YAPILDI Mağdurlar anlatıyor: Yargılama laf olsun diye yapıldı. İtirafçıların mahkemedeki beyanları gerekçeli karara geçirilmemiş. Polisteki yanlış ve yanlı beyanları geçmiş. Kesin söylüyorum hâkim ve savcı değil Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) ve polis ifadeleri karara gerekçe yapılmış. Hâkim, mahkûm etmeye mahkûm. Mağdurlar anlatıyor: Gizli tanık beyanlarına dayalı soyut ifadeli suçlamalarla yargılanıyoruz ne yazık ki. OHAL Komisyonu da bu iddianamedeki soyut iddiaları, kes kopyala yapıp başvurumu reddetti. Mağdurlar anlatıyor: Tamamen yasal olan devletin izin verdiği banka ve sendikadan dolayı terör örgütü üyeliği ile suçlanmaktayım. TAHLİYE TALEP EDEN SAVCI GÖREVDEN ALINDI Mağdular anlatıyor: Başkan ve savcı değişti. Eski savcı tahliye talep ettiği için görevden alındığı söyleniyor. Mağdurlar anlatıyor: Tamamen gündeme göre karar verildiğini düşünüyorum. Seçim vs. gibi olaylar olduğu veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) veya Avrupa’dan yetkililer geldiği zaman gazetelerde TV’lerde güzelleme haberler yaptırılıyor. Geri kalan zamanlarda da oyalama şeklinde vakit öldürüyor. https://medyabold.com/2019/02/14/khklilar-cadi-avina-maruz-kaldi-sivil-olume-mahkum-edildi/
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
REFORM DEDİKLERİ ÜÇTÜR - 2
Tumblr media
Reform Dedikleri Üçtür, İki: Mülksüzleştirme
“Köylülere yönelik mülksüzleştirme ve dolayısıyla işçileştirme saldırıları 12 Eylül’den beri kesintisiz sürüyor; işçileri güçsüzleştirme, muhtaçlaştırma saldırılarının da sürdüğü gibi. Şiarı “sermayeyi artır-yoksulluğu çoğalt” olan iktidar için pandemi bir felaket olmaktan çok hedeflerine ulaşması için bulunmaz fırsat haline gelmiş gibi görünüyor.”
Bütün kavga üç boşluk etrafında dönmüyor mu; rahim, mide, mezar: Kim doğacak, kim doyacak, kim ölecek?
Kimi altın işlemeli atlas libaslara kimi çula çaputa doğacak. Doğanların birkaçı daim tok olacak, kalan çoğu doymayacak. Doymayanların çoğu daha yaşarken ölecek. Doğum, doyum ve ölüm, siyasal mütegallibenin tanrıdan önce hükmettiği, tanrıyı da hükümranlıklarına şahit yazdığı üç şey. Pandemi, kimin doyup doymayacağına ve kimin ölüp ölmeyeceğine dair temel kararları bir daha görünür kıldı; ama önce bir ekmek arası verelim.
VATANDAŞIN BİR EKMEKLİK İZZETİ NEFSİ
Mide etrafındaki kavganın bir adı da ekmek kavgası. Geçenlerde küçük bir “askıda ekmek” kıyameti koptu. İktidarın oyu küçük gölgesi büyük ortağı, ithal tarihi on yılı geçmeyen bir ecnebi yardımlaşma usulünden sosyal-siyasal kampanya çıkarmak istedi. Gururla çekilmiş bir fotoğraf düştü ortalığa: şeffaf naylonlar içinde asılı ekmekler, ortalarında Devlet Bahçeli siması. Muhalefet az çemkirince çok sinirlendi:
“Bu durum (ekmeğe zam gelmesi, zammı CHP ya da HDP yapmıştı sanırım) karşısında parti olarak, özellikle İstanbul'da 'Askıda Ekmek Kampanyası'nı başlatıp dar ve orta gelirli vatandaşlarımıza gücümüz nispetinde, onları incitmeden, izzet-i nefislerini zedelemeden destek olmaya, destek vermeye gayret ettik.”
Liderin fotoğrafı nan-ı huşke muhtaç edilmişlerin izzeti nefsini zedelemeye karşı muska etkisi mi yapıyor, bilmiyoruz. Bir başka devletlû kampanyayı şöyle savundu: “Ülkedeki yardımlaşmayı, dayanışmayı, paylaşmayı gösterir.” Ekmeği gösteren, bir şey gösteriyor elbette, bayrak, para ve silah gösterenin yaptığı gibi. Bu üçlü gücü gösterir, en azından onları gösteren, gücünün görünmesini ister. Tehdittir. “Ekmek gösterme” ne peki? Onda da bir tür güç gösterisi var: Gösteren, bende var, sende yok diyor ilk peşin. Ben veririm, sen alırsın diyor “dar ve orta gelirli”ye. Gelirsizler zaten ocak dışı. Bir de soruyu davet ediyor: Niye birilerinde ekmek varken birilerinde yok? “İktidar” dediğimiz şey, kimin az kimin çok yiyeceğini, kimin veremeyeceği kadar fazla ekmeği olacağını kimin kuru ekmek bulamayacağını belirleyen şey ise nasıl oluyor da bu yardımlaşma-dayanışma olabiliyor? Yoksul kalmak, iktidarın iktidarını sürdürmesi için bir dayanışma sayılıyor besbelli.
EKMEKSİZE EKMEKLİ HAKARET Mİ?
Sonra, ekmek askıcısı bu işe laf edenlere fena çıkıştı: “Biz askıya ekmek koyduk, şu işe bakınız ki ekmeksizler birer birer saklandıkları delikten fırlayarak ortalığa çıktılar.”
Askıda ekmek kampanyasını hayırlı iş olarak başlatmış birinin “ekmeksiz” sıfatını aşağılama amaçlı kullanması ne ola ki? “Ekmeksizlik” hakir görülecek şeyse, askıya ekmek koymak hakaret fiili olmaz mı? Bu ifade arızası, siyaset meydanında yumruk sallama hevesinden kaynaklanan bir sürçü lisan değil, “ekmeği “gösteren”in haleti ruhiyesini de dışa vuran bir hakikatin tezahürü: Kuru ekmeğe muhtaç edilen nüfus, verilenden fazlasına tevessül edemez. Herkes yerini bilecek. Ekmeksizsen al ekmeği sus.
DÖVÜŞENLER DE VAR BU HAVADA!
İktidarın ekmekçiliğini ve muhalefetin çemkirmeciliğini bir yana bırakırsak, sahnede “ekmek kavgası” veren bir başka figürü görürüz. Şairin dediği gibi, dövüşenler de var bu havada. Hani şu Soma’dan, Ermenek’ten, Gebze’den Ankara’ya yürümeye çalışan işçiler; Salihli’de, Tokat Erbaa’da maden ve su, altın, santral ve baraj talancılarına direnen köylüler.
Soma ile Ankara arası kaç kilometre? Yaklaşık 560. Günde 40 kilometre yürünse 14 günde varılır. Ermenek’le Ankara arası? Yaklaşık 450 kilometre, on gün sürer. Peki Gebze ile Ankara arası? O da 370 kilometre, dokuz gün.
Ermenekli işçiler 90 kadar gündür yolda ama onlar yürüdükçe Ankara yaklaşmıyor, uzaklaşıyor. Ülkenin işçisi ülkenin başketine gidemiyor. Başkent gün geçtikçe işçiden uzaklaşıyor, patronların darbecisi faşist Kenan Evren’den beri böyle bu.
İşçiler yürüyüşe geçince çok geçmeden bir noktada önlerine kah polis kah jandarma çıkıyor. Sendikacı Kamil Kartal’ın ünlü “Öyle mi alay komutanı” retorik sorusunu sorduğu konuşması, yoluna çıkan jandarma komutanına hitaben yapılmıştı. Kamil Kartal, “devletin gücünü işçinin üzerinde sınamayın” derken basit ikiliği basitçe dile getiriyordu: “Kıçı kırık bir patrona hesap soramayan devlet bize hesap sormaya kalkmasın.”
PATRONUN EKONOMİSİ KÖYLÜNÜN DERESİ
Devlet, polis ve jandarma olarak kıçı kırık patron için daima işçinin ve köylünün karşısına dikiliyor. Öyle ya, askıda ekmek var, yürümek ne? Maden çıkarmaya, santral kurmaya, baraj yapmaya gelen aç gözlü kıçı kırık, tarlasını, deresini, yaylasını tahrip edeceği köylüye karşı da devletin gücünü hep yanında buluyor.
“Ana akım” denilen (Türkiye’de “iktidarı destekleyen ve iktidarca yönetilen demek) medya bu işleri en fazla “doğayı koruyan köylü ile maden-santral-baraj için ruhsat almış işletmeci” arasında bir tatsızlık olarak vermeyi sever; sus emri almamışsa. Sadece bugün değil, ta Bergama direnişinde de durum böyleydi. Haber yaptığında da bir tarafta yatırım, bir tarafta doğa var gibi anlatılır öykü. Çünkü köylüler “ekonominin” bir parçası olmaktan çok doğanın bir parçası gibidir.
En “adil bakış”, “ekonomi” için doğru olanı patronlar, doğa için doğru olanı ise köylüler yapıyor gibi haysiyetsiz, densiz bir denklik fikriyle lafazanlık eder. Zaten hükümet de ruhsat verirken, prosedürler tamam olmadan işletmenin işe koyulmasına göz yumarken, itiraz veya protesto eden işçileri jandarma ve polisle durdururken bu fikri savunur: Ekonomimiz için mecburi. Köylü, ekonomi dışı bir vatandaş tabakasına denk düşer, dere gibi, su gibi, ağaç gibi bir şey.
KÖYLÜYÜ İŞÇİLEŞTİR, İŞÇİYİ UCUZLAŞTIR
Patron ekonomi, köylü “hammadde” demek özetle. Tarımın tahribi, köylü hammaddesinden işçi çıkarmayı da içeren mülksüzleştirme projesinin içindedir. Köylüler, havayı, suyu, madeni işletmeye çeviren güçlere karşı dururken, soyut bir doğayı korumayı değil somut hayatlarını ve o hayatı idame ettiren ekonomik imkanlarını, yani lokmalarını korumaktadırlar.
Mülksüzleşmeleri, işverenin çalınmış mülkle beslenen gaddarlıkla inşa edilmiş vicdanına mahkum olmaları demek, bu da süreci yöneten gücün gülerek astığı kuru ekmeğe muhtaç olmaları demek. Köylü ile mülksüzleştirilmiş eski köylü olarak işçinin verdiği kavga, siyasal ve ekonomik egemenlerin kaç yüz yıldır bildiğimiz “ilkel birikim” metoduna karşı verdikleri kavga. Sadece köylüyü işçileştirmek ve işçiyi daha ucuz işçi haline getirecek sözde serbest özde ceberrut piyasa usulleriyle bu süreç yönetilemez, şiddete de ihtiyaç vardır. Alay komutanının işçinin karşısına dikilme sebebi budur. Askıdaki ekmeğin yanında Çakıcı figürünün siyasal sahnenin ortasında belirmesi de boşuna değildir; devletin meşru zabıta güçleri yetmezse paramiliter şiddet de hazır olmalıdır.
GELDİK 'REFORM'UN ANLAMINA
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “reform”dan ne anlaşılması gerektiğini açıkladığı konuşmasında işin özünü basitçe deyiverdi: “Yatırım ikliminin ayrılmaz parçası olan hukuk reformunu hayata geçiriyoruz.”
Yatırım iklimi, Kaz Dağlarına, Dersim gözelerine, Erbaa’daki Balkan muhacirinin suyuna, Salihli’deki yeşilliğe göz koyan patronun çanağına bal yağdıran iklim; Soma’da, Ermenek’te, Gebze’de işçileri köleleştirmeyi hak bilip alay komutanının arkasına saklanan patronun nefes aldığı iklim. Reform, de-form demek: Doğayı deforme ederek, köylüyü deforma ederek, işçiyi deforme ederek iktidar olmak demek.
Malum bir terane var: Hukuk yoksa yatırım gelmez. Oysa, işçiyi mücadelesinde durdurmak, köylüyü mülksüzleştirmek için gerekli hukuksuzluk ve zorbalık, sermayeyi ve sermayedarı korumak için gerekli hukukun öncelikli parçasıdır. Kast edilen şey, sömürü çarkının işlemesi için gerekli büyük sermayenin ürkütülmemesinden ibarettir; yoksa işçiye maaş ödemeyen (Soma, Ermenek) ya da haklarını aradı diye işten atan (Gebze) patronların hizaya getirilmesi değil.
PANDEMİDE AÇ BIRAKILMAK
Şimdi bir de pandemi girdi işin içine. Tedbir diye, lokantalar, pastaneler, kahvehaneler, kafeler, restoranlar, barlar, meyhaneler kapatıldı, “sadece paket servis” yapabilecekler. İlk dalgada da ilk olarak barlar, kafeler, meyhaneler, kahvehaneler kapatılmıştı. Sektörde, 100 bini aşan işletme ve iki milyonu aşkın çalışan var. Çalışan iki milyonun geçimi, işletmelerin günlük faaliyetine doğrudan bağlı, büyük çoğunluğu yevmiyeli olarak istihdam ediliyor, o gün ciro yoksa eve götürülecek ekmek de yok. Üstelik aslında durum çoğu zaman işletme sahipleri için de böyle, birçok mekan sahibi çalıştırdığı personelden elbette daha iyi ve güvenceli durumda ama en fazla birkaç hafta ya da ay dayanma gücü var hepsi o.
Az sayıdaki lüks işletme, sayısı az ama piyasa payı yüksek zincir işletmeler hariç, hepsi bu gidişle ya batacak ya da uzun süre borçla boğuşur hale gelecek. Peki, otobüsler tıklım tıklımsa, metrobüs tek seferde bin kafeye yetecek insan taşıyorsa, servisler günde üç dört ayrı fabrikanın, büyük işletmenin çalışanlarını taşıyıp duruyorsa, fabrikalar aralıksız çalışıyorsa, niye yük sadece bu çoğu küçük işletmenin üstünde? Dostlar tedbirde görsün hali değil mi bu? Evet, bir şeyler yapıyor görünmek lazım, fabrika kapatılamayacağına ve denetlenemeyeceğine göre, bir yerler kapanacak. O zaman, en işe yarar kapatma kararı, en mülksüzleştirme fırsatı veren olur: Lüksler yaşayacak, zincirler zaten güçlenerek çıkacak. Kalanlardan işletmecilerin yani “patron” olanların çoğu işçileşecek, işçiler daha ucuz yani daha çaresiz işçiye dönüşecek. Üstelik, bunların önemli bir kısmı “alkollü işletme”, yani kapanması ideolojik olarak Türk-İslamcı iktidarın propagandasına yarayacak yerler.
Devam edeceğim, “Reform dedikleri üçtür: Üç, siyasetsizleştirme"
MERAKLISINA NOTLAR
1-BAHADIR ÖZGÜR, HAKKI ÖZDAL VE SİNAN SAYGILI OKUDUNUZ MU?
Birlikte çalışmaktan mutlu olduğum meslektaşlarım Bahadır Özgür, Hakkı Özdal ve Sinan Saygılı ele almaya çalıştığım konunun değişik yönlerini maharetle dile getirdiler.
Bahadır, Balkan muhaciri köylü kadının “Beşikteki çocuklar bile razı değil” dediği kısacık ama çarpıcı konuşmasından yola çıkarak sermayenin kiminle ne şekilde dayanıştığını güzelce anlattı.
Hakkı, Gebze işçilerinin mücadelesine “yerli ve milli rejim”in hangi küresel işbirliği ağıyla işçi haklarını hiçe saydığını gösterdi.
Sinan, iktidarın partileştirdiği medyanın sınıf mücadelelerine körlüğünü anlattı.
Bu üç meslektaşımın işleri, birlikte çalışıyor olmasaydık da ilk okuduğum işlerden olurdu.
2-SAVAŞ GANİMETİ OLARAK SURİYELİLER
Suriye savaşı, milyonlarca Suriyelinin Türkiye’de ucuz işgücü stoku arasına katılmasına yol açtı. Savaşın en büyük ganimetiydi bu yoksul işçiler, bakmayın siz kapıları açarız, Avrupa’ya yollarız teranelerine. Tıpkı PKK ile savaşın milyonlarca Kürt köylüsünün ucuz emekçi ordusuna katılmasına yol açması gibi. Kürt düşmanlığının ya da Suriyeli düşmanlığının altında, bu mülksüzleştirme-proleterleştirme sürecinde olan bitenlerin örtülmesine yönelik ideolojik pompalamaların payı büyük. Suçun kamuyla ortaklaştırılması stratejik bir tercihtir. Şimdi pandemiyle “savaş” var ya, bu da yeni mülksüzleştirme süreçlerinin kapılarını açmış durumda.
Taner Akpınar’ın KOR yayınlarından çıkan “Sermayenin Yeni Hafif Piyadeleri” isimli, Kaçak Göçmen İşçiler” alt başlıklı kitabını hararetle tavsiye ederim; öğrenerek okuyorum şu aralar.
3-ASKIDA EKMEK, DAYANIŞMA, MİTOMANİK İKTİDAR
Askıda ekmek işini “Şahane bir Osmanlı geleneği” diye yazıp çizdi iktidar medyası, Asrı Saadet’e kadar götürenler oldu işi. Oysa Şeref Oğuz 2009’da işin evvelini ahirini yazmıştı.
Hasılı, uygulama ne yeni, ne MHP’nin icadı, ne Osmanlı ile bir ilgisi var. Ha, sayısız millet, cemaat, zümre, tabakadan oluşan Osmanlı’da yine sayamayacağımız kadar çok yardımlaşma, dayanışma örnekleri vardı kuşkusuz. Kuşkusuz, çünkü “dayanışma, yardımlaşma, paylaşma” olmayan bir toplum düşünmek zor; gerçi giderek kolaylaşıyor bu ama…
Kropotkin “Dayanışma”yı anarşist politika felsefesinin temeli yapmıştı. Dayanışmanın iyiliği, güzelliği ve İslam’da da var oluşu elbette vaka, ve fakat başka yerde olmadığını zannetmek, el dayanışmasını bilmeden kendi dayanışmasını en üstün dayanışma sanmak filan, hep dönemin mitomanik, narsistik hegemonya anlayışının tezahürleri.
4-İŞ CİNAYETLERİ PANDEMİ DİNLEMEZ
Ekimde 207 işçi iş cinayetlerinde öldü. Yılın ilk on ayında 1736 işçi canından oldu. yani yıl bitimine iki ay kala 2019’un toplam can kaybı sayısına ulaşıldı. Hani pandemi var ya, sosyal mesafe, hayat eve sığar filan, o evindeyken paraya ihtiyacı olmayanlar, yani patronlar ve patronlar için geçerli. Her gün minibüse, otobüse, metrobüse, vapura, trene binmek zorunda olanlar için değil. Pandemi hayatı durdurup cinayeti azaltmadı, artırdı.
Rakamlar için İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi internet sitesine bakabilirsiniz. Meclis, işçilerin mücadelesi içinde kararlı, disiplinli biçimde bilgi üretip yaymaya gayret eden bulunmaz bir organizasyon. Keşke herkes bir el atmaya gayret etse.
5-METROBÜS AÇIK, LOKANTA, BAR, KAFE KAPALI
Lokanta, kahve, bar, kafe filan sayısı 100 binin üstünde; sektörde 2 milyon kişi var. İstanbul’da metrobüs günde 1 milyona yakın kişi taşıyor; buyrun rakamlar.
https://www.ibb.istanbul/News/Detail/36423
https://istatistik.istanbul/bulten.html?id=54
6-BAKAN DERTLİ: İŞÇİLER KARŞIMIZDA, PATRON NEREDE?
Mülksüzleştirme-güçsüzleştirme makası, esnek çalışma filan gibi tasarılarla, kıdem tazminatını hiç-iç-piç etme hevesiyle sürüyor. Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, işverenleri işçiye karşı yeterince ses çıkarmamakla suçladı. Anlaşılan hükümet, yaptığı işlerin pis işler olduğunu bildiği için sahnede işçiyle başbaşa görünmekten rahatsız olmuştu, siz de kadraja girin diyordu. Galiba bir de eylemdeki işçiyi durdurmak için alay komutanı yetmiyor, siz de tedbirini alın, gücünüzü gösterin talebinde bulunuyor.
7-TÜBİTAK ANTİ-HUKUK HARİKALARI YARATMAYA DEVAM EDİYOR
İlk yazının kapsamında bir mesele yazı yayınlandıktan sonra ortaya çıktı. Yine meşhur TÜBİTAK, KHK ile ihraç edilmiş birinden verdiği bursları faiziyle geri istedi.
İşlem, bütün KHK tartışmalarına hakim olan, “devletin hakkı” adı verilen anti-hukuk anlayışı ile malul, yani sakat. Söz konusu anlayışa göre (devlet anlamındaki) kamu, bireylere bakar, onlardan taleplerde bulunur, onları çekip çevirir, gözetir ve en nihayet cezalandırır. KHK ile cezalandırmış biri artık “kamusal imkan”lardan yararlanamaz, hatta kamuya hizmet bile edemez; SGK ile anlaşmalı yerde doktorluk yapamaz mesela! Devlet ekmek veriyordu, artık veremez. Oysa o “kamusal imkanlar” yine tek tek vatandaş olan bireylerin katkı ve katılımları ile oluşur. Devlet insanlara “bakmaz” aslında, insanlardan aldığını yani vergiyi insanlara iade eder yani hizmet eder. KHK ile ihraç edilenlerin bir daha “memuriyet” yapamaması bile hukuken kabul edilebilir bir durum değilken, sanki bütün kamu hizmet ve imkanlarından yasaklanmış gibi görülmesi, ne idari ne de cezai bir mantıkla mümkün olabilir. Bu “vatansızlaştırma” dediğim ve “mülksüzleştirme” ile birlikte işleyen bir zulüm biçimidir: Bir vatandaş grubunu, “yabancı” statüsüne iter. “Yabancı”ların, vatandaşların sahip olduğu haklara sahip olmaması, vergi vermemiş, hiçbir kamusal yükümlülüğü (askerlik vb kamu hizmetleri) yerine getirmemiş kişi olmalarından kaynaklanır, vermemiştir ki talep etsin. Oysa “vatandaş” hepsini vermiştir. “Yabancı”ların bile insan haklarından yararlanmaması kabul edilebilir değilken, vatandaşın bir kısmını haklarından soymak, siyasi, hukuki ve ahlaki soygunculuktur.
KASIM 29, 2020 | DUVAR*
ALİ DURAN TOPUZ |  REFORM DEDİKLERİ ÜÇTÜR: İKİ, MÜLKSÜZLEŞTİRME
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
REFORM DEDİKLERİ ÜÇTÜR - 1
Tumblr media
Reform Dedikleri Üçtür: Bir, Vatansızlaştırma
“Gün geçtikçe, KHK ile ihraç edilenlerin bir tür “eksik vatandaş” olduğu iyice ortaya çıkıyor. Durum KHK’lilerde çok berrak ama aslında kalan herkes için “vatansızlaştırma” yürürlükte. TÜBİTAK’nın burs için getirdiği şartlar ve İmamoğlu’na açılan soruşturma, “vatansızlaştırma” işleminin kesintisiz, sınırsız biçimde yayıldığını ortaya koyuyor.”
Nebi Toylak adını duydunuz mu? Niye duyacakmışız, kendi derdimiz bize yeter bir de “eksik-vatandaş”ların adını mı ezberleyeceğiz mi diyeceğiz? Kaçmak belki bir süre bizi kurtarır ama “eksik vatandaşlık” hali anti hukuk fabrikasında herkese yeter miktarda üretiliyor anbean. Pandemi günlerinde öğrendik ki ille KHK çıkması da gerekmiyor bunun için. Yine de memleketimden son KHK manzaralarından laflayalım biraz.
MESLEK EDİNME HAKKI OLMAYAN VATANDAŞ
Genç, çalışkan meslektaşım Hacı Bişkin’in haberinden öğrendik Nebi Toylak adını. Olay Dersim’de geçiyor. Edirne’de de geçebilirdi, çünkü “eksik-vatandaşlık” artık sadece Kürtlere mahsus değil. Nebi Toylak, İŞKUR’un açtığı seracılık kursuna başlıyor. Bu kurslarda mesleği olmayan ya da mesleğinden memnun olmayan vatandaşlar meslek öğreniyor ki sonradan namerde muhtaç olmadan geçimini sağlasın, çoluk çocuğunun karnını doyursun. Nebi Toylak’ın mesleği var gerçi, öğretmen. Kötü öğretmen olduğuna dair hiçbir kayıt, bilgi, not, belge, karar filan yoktu ama işte hikmetinden sual olunmayan devlet-i âlimiz ve onun hikmeti kendinden menkul yöneticileri bir KHK ile meslekten atıverdiler. O da o günden beri hayatını idame için çare arayıp duruyor. En son seracılık kursuna başvurdu. Kabul edildi edilmesine ama devrisi gün İŞKUR’dan bir telefon geldi, öyle müşfik ki kurum insanı arıyor soruyor, aradı dedi ki “Artık gelmeyin.” Niye? “KHK’lısınız.” Ne denilmiş oluyor bu telefonla? “Sen, bir meslek öğrenme kursuna bile gidemeyecek kadar vatandaşsın” diyor. Hiçbir suç, günah olmadan öğretmenlikten atılırken olan şey, katmerlenerek devam ediyor. “Kamuda çalışma hakkı” elinden alındı, o da sivili deniyor. “Hayır” deniliyor, o da yok. Taş mı yesin? Ağaç kabuğu mu kemirsin? E evet, dediler ya, “sivil ölüm” diye! Medeni ölüm yani. Barbarlığın bu kadar özgüven ve şehvetle ilan edilmesinin altında ne var? Basit aslında: Maruz kalanların, mağdur olanların, madunların yanında kimse olmadığı için. Muhalefet en fazla KHK’lıların haklarının yenildiğini düşünüyor, en taze ve dinamik olması gereken muhalefet bile onları “topluma kazandırmak”tan bahsetti ya, sanki toplum diye bir şey varmış da, var olanı onlara layıkmış da kazandıracakmış!
'HAKKIN YOK AMA BORCUN BORÇ'
Oysa mesele “hak yenmesi”, “haksızlığa uğrama” boyutlarını fersah fersah aştı. Meselenin geldiği yer, hak sahibi vatandaşlığın kalmaması artık. “Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağı ile bağlı” olan kişilerin hakları ve yükümlülükleri vardır. Yaşamak haktır, çalışmak haktır, öğrenmek-öğrenim haktır filan. Haydi KHK ile atmayı “devlet olarak istediğimle çalışma hakkım var” lafıyla yutturdunuz, “meslek edinme hakkı”nı hangi uydurma gerekçe ile yok sayabilirsiniz? Hiçbiri ile! Ama şöyle bir yol var: Yapıyorsunuz, oluyor. Yapma gücünün olması yeterli. Hasılı, Nebi Bey (ve tüm KHK’liler) “tam vatandaş” değildir, devlete karşı varsayılan “yükümlülükleri” daima bakidir ama “hakları” hiç hak değildir. “Haklısın ama alacağın yok” lafı eskidi, artık “Hiçbir hakkın yok ama borcun borç” deniliyor. Bu formülde alacağı olan sadece devlet ve onu yönetenlerdir, malını, canını, lokmanı alır.
TÜBİTAK’TA ANTİ-HUKUK BİLİMİ
Bu bir vatansızlaştırma işlemidir. Sadece KHK çıkarma gücüne sahip merkezin değil, en ufak, en uç birimlerin de canla başla yaptığı, yürüttüğü, koruyup kolladığı işlem. Türkiye’de “bilim”in kalesi olması arzulanan TÜBİTAK mesela, burs başvurularına “KHK’li olmama” şartı koydu geçenlerde. Bilimsel kabiliyetin, akademik yeteneklerin neyse ne, ne kadar vatandaşsın önce onu bilelim diyor yani; yani “anti-hukuk biliminden de anlarız elbet” diyor. Dahası, KHK işleminin kendisini de temelden sakatlayan hukuk dışılığın temel karakteri, “belirsizlik, sebepsizlik, mantıksızlık ve dilsel bozukluk” en küçük birimde bile kendisini gösteriyor. Örneğin, TÜBİTAK bursuna başvurup, başvuruyu takip için siteye girdiğinizde karşınıza şu ifade çıkıyor: “Resmi gazetede yayımlanan, “Olağanüstü Hal (OHAL) Kapsamında Alınan Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararname” çerçevesinde devam eden çalışmalar doğrultusunda; olumsuz bir durumun ortaya çıkması halinde bursiyerin bursu iptal edilebilecektir.”
'OLUMSUZ BİR DURUM ÇIKARSA'
Kararnamelerdeki anti-hukuk grameriyle uydurulan “irtibat-iltisak” lafları burada “olumsuz durum” olarak halk diline çevrilmiş. “Bak koçum olumsuz bir durum çıkarsa…” Kararname aklı, iktidarın arzuladığı gibi her kademede iyice ezber edilmiş durumda, özetle. Bu eksik-vatandaşlığın sadece KHK’lilere mahsus olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Bir ülkede yurttaşların bir grubu, idariymiş görüntüsü verilen bir işlemle temel yurttaşlık haklarından mahrum bırakılıyorsa, kalanların aynı akıbete uğramasını engelleyecek pek bir şey yoktur. Nitekim, kararnameyle getirilen “vatansızlaştırma” hali, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na İçişleri Bakanı’nın bizzat talimatıyla başlatılan idari soruşturmada da kendisini gösterdi. Görülmemiş düzeyde siyasal mobbinge maruz bırakılan İmamoğlu’na bu son işlemle söylenen şey basit: Tam bir belediye başkanı olduğunu sakın düşünme. Biz, devletiz. Devlet biziz. Siyaset hakkı sadece bize has. Seçilmiş olman, sana seçilmiş başkan sıfatı verebilir. Kararnameliler nasıl ki kağıt üstünde tüm hak ve yükümlülükleriyle vatandaşsa sen de kağıt üstünde hak ve yükümlülükleriyle belediye başkanısın. Kağıt bizim elimizde, oradaki hakları devletleştirdik. Bitti.
EKSİK YURTTAŞLIĞIN SOYKÜTÜĞÜ: VATANDAŞ YABANCI!
“Eksik yurttaşlık” meselesinin tarihsel sıralamasında Yahudiler, Ermeniler, Rumlar vardı ama onlar sıfırlanmaya yüz tutarak sıralarını savdılar. Bu kanlı başarının şerefine Topal Osmanların heykeli dikildi, Atsızların ismi sokaklara veriliyor, iktidar-muhalefet kardeştir, ayıran kalleştir. Yargıtay’ın, Hukuk Genel Kurulu dahil olmak üzere, 1970’lerin ilk yarısında uydurduğu bir laf vardı: “TC vatandaşı yabancılar.” Bir başka ifadeyle, “Türk olmayan TC vatandaşları.” Bu kararlar, “mütekabiliyet” ve “misilleme” fikrine dayandırılıyordu; Yunanistan’a cevaben yani. Bugün Kararname ile yapılan işlem, bir grup TC vatandaşını benzer bir şekilde vatandaşlıktan uzaklaştırma işlevi görüyor aslında. “Vatandaş”a “yabancı” muamelesi yapılması akıl almaz bir hukuk faciasıydı, hükümran edepsizliğin ulaşabileceği uç yerlerden biriydi. KHK işlemi ise “yabancı”laştırmaktan çok, “insanlık dışı”na itme eğilimi taşıyor gibi. Çünkü eski işlemin altında yatan en uç hedef, hayatı çekilmez kılıp kovmak gibiydi; KHK’lilerin ise devletin gözünde gidebileceği bir yer yok. “Ölüm”ün götüreceği mezar dışında. Elbette, tıpkı eski işlemde olduğu gibi “düşmanlaştırma”yı da unutmamak gerekir, yakın tarihteki 6-7 Eylül “kovma”dan önce “linç ve talan” durağının olduğunu öğretti herkese. Kararnamelilerin talan edilecek pek bir şeyi yok, hayatlarını da devlet karartıyor, “özde vatandaş”ların yorulması gereksiz.
Devam edeceğim. Sonraki yazı “Reform dedikleri üçtür: İki, mülksüzleştirme” başlıklı olacak. Pandemi manzaralarının yanı sıra madencilerle köylülerin (sahipsiz ama) kararlı direnişleri hakkında. NOTLAR
1-Reform lafları, AB liderler toplantısında bir araya gelecek Avrupalı siyasetçilerin elini rahatlatmak için girişilen bir oyuna benzeyecek giderek, anlaşılan o ki. 18 yıldır süren bu oyundan Avrupa’nın sahte demokrat liderleri hiç bıkmamışken, Ankara niye oyunu oynamaya devam etmesin? Peki Bülent Arınç’ın lafları? Bülent Arınç kim ki? Konuş bakalım kim ne diyecek dediler, konuştu, sonucu beğenmediler. Mayınlı sahaya mülkü şahanenin makbul şahısları girecek değil ya ilk önce? Hiyerarşide Çakıcı’nın istişare kurulundan daha yukarda olduğunu da iyice belledik bu vesileyle. Ortağı Bahçeli’nin, HDP’yle CHP’nin kapatılması dışında bir reform hedefi yoksa, hangi heyet hangi reformu yapabilir ki?
2-Nutuk yarıştırma siyasetinin gelip geleceği yer, seçildiği günden beri saldırı altında olan Ekrem İmamoğlu’nun (seçim kampanyasında hiçbir mahcubiyet göstermeden, şevkle söylediği) “Biz de Topal Osman’ın torunuyuz” demesidir. İçeriksiz siyasetin gideceği fazla yol yok. İmamoğlu biliyordur elbette, Topal Osman’ı koruyup kollayanlarla öldürenler aynı kişilerdi. İki taraf da aynı kişilerin torunu olduğunu kanıtlar en fazla bu siyasetle.
3-Bu yazı, bir yanıyla iki yıl önceki yazının devamı sayılabilir. 4-Irkçı jargonda “vatansız” diye biz Kürtlere deniliyor. Gerçekten de Kürtler, başından beri “öldürüldüğünde hesabı sorulmayan” yani vatandaşlığı doğuştan bir hak olarak kullanamayan bir kategoride. Nitekim, KHK’lilerin bir bölümünün ihraç sebebi, “Kürt meselesi”nde devlet gibi düşünmemeleri, yani “barış imzacısı” olmalarıydı. Fakat, vatandaşlığı hızla eksiltilenler artık sadece Kürtler olmadığı gibi, işlem için Kürt meselesiyle bir bağ da gerekmiyor.
KASIM 22, 2020 | DUVAR*
ALİ DURAN TOPUZ |  REFORM DEDİKLERİ ÜÇTÜR: BİR VATANSIZLAŞTIRMA
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
KAÇINILMAZ BİR ÖZELEŞTİRİNİN SATIR BAŞLARI
Tumblr media
Yazmayalı uzun zaman oldu; gerçi bu uzun beş yıl zarfında bazı uzun kalem tecrübelerim olmadı değil. Ta ilk gençlik yıllarından beri pekâlâ gayet güzel romanlar yazabileceğime dair naif hayaller besledim durdumsa bu hülyâyı kuvveden fiile geçiremedim. Neyse ki bu defa ikisi düpedüz romana benzer, biri otobiyografik unsurlar taşıyan üç taslağı tamamlamayı başarabildim.
Şu esnada Corona kısıtlamalarından fırsat buldukça marangozluk ve leziz kitap okumalarıyla hemhâlim.
Son beş yılda herkesle birlikte önemli olaylar yaşadım. Siyasi ve toplumsal büyük depremler geçirdim, etkilendim ve yeniden düşünmek için fırsatım oldu. Şimdi değişen ve değişmeyen şeyler hakkındaki bazı tespitlerimi sizlerle bölüşmek istiyorum.
Fikir dünyamda iz bırakan dalga Ülkücülük oldu. Karşılıklı şiddetin çok kan döktüğü yıllarda, önemli bir arkadaş çevresinde ‘Kültür Milliyetçiliğinin’ daha kalıcı ve doğru bir yön olduğu fikri gelişmeye başladı bende. Cemil Meriç, Erol Güngör, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabri Ülgener gibi hâlâ önem verdiğim düşünürlerin açtığı çığırı önemsedim; bu çığırda kendimi ifade edecek önemli argümanlar buldum ve hâlâ bu fikri çığırda sabitkadem olduğumu zannediyorum.
Gazete yazarlığı, zihni hayatımda süratli değişkenliğe yol açacak oynak ve güvenilmez bir zemin oldu. Yazı hayatımda bir angajmana girmemeye, “kendim gibi” kalabilmeye emek verdim. Yazdıklarımın “gazete politikası”nı yansıtmaktan ziyade şahsi görüşlerimin ifadesi olmasına itina gösterdim. Bunu bir yere kadar başarabildimse de son derece sert, hızlı ve sivri köşeli politik gelişmelerden ne kadar yıprandığımı, savrulduğumu sonraları anladım.
“Ülkü Ocakları Derneği”ndeki sıradan üyeliğim dışında üniversitedeki meslek hayatım ve yazarlığım müddetince herhangi bir kuruluşla resmi bağım olmadı. Yazdığım gazete ise resmen değilse bile “alenen” bir cemaatin sözcüsü durumundaydı. Hayatımın en büyük hatası, cemaat angajmanlı bir gazetede fikren hür ve müstakil kalabileceğimi varsaymak olmuştur. Ben bunu başardığımı zannediyordum; dönüp ardıma baktım ki...
Kalemimi başka vadilerde de işletebilir, hatta çok daha iyi bir seçenek olmak bakımından hiç yazmayabilirdim de... Hatam yazmayı seçmek oldu. Vaktiyle bana hatırşinaslık ve nezaket gösteren insanlara vefa göstermeyi önemsiyordum. Bu vefa duygusunun, çok kritik bir eşikten sonra nasıl düpedüz “Saflık” ve “Enayilik” noktasına dönüştüğünü de öğrendim. Acı bir şeydi...
Ve asıl mesele, asıl dramatik viraj. Ülkeyi ve toplumsal huzuru altüst eden fitne-fücur fırıldakları esnasında gazete yöneticilerinin birer ikişer yurtdışına “tüymeleri” beni uyarmalıydı. İtiraf ederim ki uyanamadım. Gazete sayfalarında gayet demokrat ve liberal görünenlerin meğer gizli ajandaları, kağıt üzerindeki iş arkadaşlarımın meğer sahte yüzleri de varmış. Saflığın bu derecesi elbet karşılıksız bırakılamazdı ve bunun cezasını çok ağır ödedim, ödüyorum.
Yazıyla uğraşanlar bilir; şehvet-i kelâm diye bir budalalık türü vardır. Bir de “nükte yapma hırsı”. Yazarlık hayatımda bu iki benlik girdabına kapıldığım zamanlar, bu “şevkle” incittiğim insanlar, zedelediğim şahsiyetler oldu ki bunlar meyanında Reisicumhurumuz ve sayın Devlet Bahçeli de var maalesef. Bunlar bir yazar için zihinde iyi tatlar bırakan şeyler değil; şimdi hatırladıkça hicab ediyor, kendilerinden helâllik diliyorum.
Fetö’nün bir terör örgütü olduğuna ancak, o mel’un 15 Temmuz darbesinden sonra görebildim ama çok geçti. Olup bitenlerin hemen ardında, kökü ve ucu Atlantik ötesine doğru uzanan, mahiyeti belirsiz, gölgeli insanlardan müteşekkil yarı mistik, alçak ve yılan gibi dessas bir örgüt vardı. Devletin içine yuvalanmış her seviyede binlerce bürokratın varlık sebebi darbeden sonra su yüzüne çıktı, komplo âşikâr oldu.
Fetö’nün en büyük fenalığı, yargı kararlarına da yansıdığı gibi, ne yaptığını gayet iyi bilen fesat yönetici ağabey ve imam takımı dışında binlerce masum ve samimi insanın hayatını karartması olmuştur. Bu insanların dramlarıyla her yüz yüze geldiğimde bu deniz anasını andıran paralel örgüte lânet okudum. Mahalli tabirle, “Allah karartılarını kaldırsın!” diye ilenmekten nefsimi men edemedim.
Kendini bir “Sivil toplum hareketi” diye takdim eden Fetö, tam aksine bütün kurum ve birimleriyle devleti sinsice ele geçirme hesabı yürüten ikiyüzlü ve tehlikeli bir örgüt. Kibirli, dünyaperest, çıkarcı, faydacı ve zalim bir şer şebekesi. Meşru devlet ve hükümet uzuvlarına karşı riyakâr tuzak tertipleyip, Türkiye’yi bazı dış güçlerin hesabına yeniden dizayn ederken suçüstü yakalandılar. Atlantik ötesinden keramet umanlar kötü yanılıyor. O cerbezesine güvenen ağlak adamın ve avânesinin artık bu topraklarda geleceği yok. Dış mihrakların pençesinde bir avuç gafil rehine durumundalar.
Peki, şimdi neredeyim? Türkiye ile ilgili hassasiyetlerimde büyük bir değişiklik olmadı. Her Türk, anasından biraz milliyetçi doğar ve milliyetçilik kavrayışı zamanla biraz dönüşürse de Gasset’in hükmünden kurtulamaz. Ünlü filozof şöyle demişti: “Bize gelince, durum pek farklıdır: Millî endişelerden uzaklaşmak isteyen her İspanyol günde on kere onların ağına düşecek, sonunda anlayacaktır ki, Bidasoa ile Cebelitarık arasında doğmuş bir insan için, bir numaralı, dört dörtlük, kaçınılmaz mesele İspanya’dır”.
Zihnimde bir kekrelik; aldanmış, enayi yerine konulmuş olmanın verdiği acı bir tatsızlık ve derin bir hüzün. Örgütün güya beyin takımı ve prensleri batı ülkelerinde safa sürerken, ülkesine güvenip evinde kalan bir avuç aldatılmış insan vicdan ızdırapları içinde. Pişmanlık mı? Evet! Özür mü? Elbette!
Peki, okuyucudan ve hasbetenlillah sevenlerimden de özür dileyebilecek miyim? Deneyeceğim: Özür dilerim ey okuyucu. Eğer hâlâ merak ediyorsanız, ara sıra buralarda olurum muhtemelen... Huz mâ safâ, dâ mâ keder demiş şair: Hoşuna gideni al, sevmediğini bırak gitsin.
OCAK 5, 2021 | ahmetturanalkan.com
AHMET TURAN ALKAN |  KAÇINILMAZ BİR ÖZELEŞTİRİNİN SATIR BAŞLARI
Tumblr media
0 notes
kolej-postasi · 3 years
Text
FET-ÖCÜ MÜYÜM?
Tumblr media
Öncesi, sırası, sonrası sorularla sorunlarla ve bilinmezlerle dolu 15 Temmuz kalkışmasından sonra hayatımıza kavramlar girdi: Fetö ve Fetöcü!
Emekli Asker ve Hukukçu Mehmet Alkan: Fet-Öcü müyüm?
Erdoğan’ın “fetöcüleri ihbar edin” çağrısından sonra menfaat ve dalkavukluk uğruna herkes birbirini sattı, iftiralar havada uçuştu. Baba oğlunu, kadın kocasını, dayıoğlu halaoğlunu, amir memurunu, komutan maiyetini, ast üstünü, komşu komşusunu, öğrenci öğretmenini, hasım hasmını ve hatta dost dostunu “fetöcü” diye ihbar etti. “İnsan insanın kurdudur” sözünü doğrular nitelikte herkes içindeki kötülüğü ortaya döktü. Fırsatı ganimete çevirmek isteyen siyasiler de ne kadar faili meçhul veya kötü olay varsa hepsini fetöye bağladı. Tecavüzden yargılanan da sahte diploma kullanan da hırsızlık yapan da kendisini “bu bana kurulan bir fetö kumpasıdır” diyerek savunur oldu. İş o kadar abartıldı ki rüşvetten ceza alan memur, uyuşturucu satan zehir taciri, iftira atan müfteri, hırsız, yankesici kim varsa kendisini yakalayan polisin, ceza veren hâkimin fetöden atıldığını yani fetöcü olduğunu dolayısıyla suçu olmadığını ve cezasının kaldırılmasını talep eder oldu.
15 Temmuzdan sonra aradan geçen neredeyse beş yıllık süreye rağmen hoşa gitmeyen bir şey yapan veya söyleyene hemen yapıştırıyorlar: Fetöcü! Görünen odur ki bu gidişle her nefis ölümü tadacaktır misali her muhalif de fetöcü olacaktır.
Peki, fetöcü ne demektir?
Kısaltması fetö olan fetullahçı terör örgütü üyesi/taraftarı demektir. Ancak bu kullanım doğru değildir zira tescilli terör örgütleri için pkkcı veya dhkpci şeklinde bir kullanım yoktur. Doğru kullanım X terör örgütü üyesi/mensubu şeklindedir. Bunun da ötesinde aslında sorun daha önceden yani fetö adından başlıyor. 15 Temmuzdan sonra yaşananları anlattığımız “OHAL Darbesi” kitabımızda da bahsettiğimiz gibi “hiçbir örgüt adında terör ifadesine yer vermez, verecek olması çok saçma bir durumdur nitekim en başta gelen terör örgütlerinden olan pkk ‘Kürdistan İşçi Partisi’nin kısaltmasıdır, bir örgütün terör örgütü olduğu eylemleri sonunda yargı kararlarıyla ortaya konulur. Oysa fetönün terör örgütü olduğuna dair ilk Yargıtay kararı 15 Temmuzdan neredeyse bir yıl sonra verilmiştir.” Bu bakımdan ilk düğme yanlış iliklenince gerisi de haliyle yanlış oluyor.
Konuya devam edersek hukuki açıdan fetöcü diye bir şey yoktur bu kavram iltisak ve irtibat kavramları gibi siyasi iktidar tarafından amacına hizmet etmek üzere uydurulmuş bir kavramdır. Konuya dilbilgisi açısından bakıldığında; Türkçede isimden isim türetmede kullanılan “cı” ekleri meslek, alışkanlık ve taraftarlık isimleri yapar. Örneğin, kitap-çı, kebap-çı, boya-cı, çay-cı, din-ci, sol-cu gibi. Kebapçı kebap yapar, kitapçı kitap satar peki fetöcü ne yapar ne satar? Dinci dine solcu sol ideolojiye taraftır peki fetöcü neye taraftardır? Dolayısıyla bir kişiye fetöcü demek fetöcülük yapan kişi demektir ve bu bir eylem isnadı değil anlamsız bir durum tespitidir.
Hem hukuka hem dilbilgisine aykırı bu kullanım siyasi iktidar tarafından başarıyla gerçekleştirilen bir algı yönetimi ve kurnazlık örneğidir. Hedef aldığı kişilere yasadışı bir eylem isnat edemeyen iktidar uydurduğu bu kavramla maksadına ulaşmaya çalışmakta ve maalesef başarılı olmaktadır. Oysa hukuk kişilerin durumuna değil eylemine, ne olduğuna değil ne yaptığına bakar. Bu kavram karanlık ortaçağ Avrupa’sındaki “cadı avı”nın günümüzdeki halidir. O gün içine cadı kaçtığı düşünülenler yakılırken bugün “fetöcü” olduğu düşünülenler hapse atılıyor, eziyet ediliyor, hayat hakkı tanınmıyor sosyal soykırıma tabi tutuluyor. Adeta “öcü” “fet-öcü” olarak kin ve nefret uygulamalarına maruz kalıyor, ötekileştiriliyor.
Fetöcülükle suçlananlar olarak sormak hakkımızdır; fetöcü dedikleriniz ne yapmıştır, hangi yasa dışı faaliyetlere girişmiştir, kime ne kötülük yapmışlardır kanunlarda yazan hangi suç eylemlerinde bulunmuşlardır? Bu noktada somut bir örnek vermek gerekirse yakın zamanda ülke olarak bir partinin il başkanının “fetöcü” olduğu gündemi uzun süre meşgul etti. Gazeteler, tv’ler yazdı çizdi konuştu; bu adam fetöcü! Ama kimse bu adam şu yasa dışı eylemi yapmış, şu kanundaki şu suçu kabahati işlemiş demedi diyemedi çünkü öyle bir şey yoktu.
Bu açıdan bakıldığında uydurma “fetöcü” kavramı bir sosyal soykırım ve düşünce suçu aracıdır. Zira bu suçlarda kişilerin ne yaptığına bakılmaz, ne yaptığının önemi olmaz önemli olan kişilerin bir duruma ya da düşünceye sahip olmasıdır.
Fetöcü denilen kişilerin ortak özelliği kamu görevlisiyse OHAL Kanun Hükmünde Kararnameleriyle kamu görevlerinden çıkarılmış olmaları kamu görevlisi değilse bir dini cemaate mensup olmalarıdır. Onlara isnat edilen eylemler ise tamamen yasal ve rutin faaliyetlerdir. Hatta o kadar yasaldır ki devlet kurumları da bu faaliyetlere ortaktır.
Nasıl mı?
Birkaç örnek vermek gerekirse; özel okulda öğretmenlik yapmak fetöcülük yani terör faaliyeti oluyor ama Maliye bu terör okulunun kazancından vergi alıyor, Sgk prim alıyor, Valilik çalışmasına izin veriyor ve nezaret ediyor; yine düşünün ki bir terör örgütü ülkede banka işletiyor para yatıran terörist oluyor fetöcü oluyor ama bankacılık konusunda tek yetkili olan BDDK çalışmasına izin veriyor, Maliye kazancından vergi alıyor, Sgk pirim alıyor. Başka bir örnekteyse, iktidarın kendine göre milat ilan ettiği tarihten sonra açılan, mevzuata uygun şekilde kurulmuş bir eğitim sendikası valilikler tarafından üye olabilirsiniz diye öğretmenlere duyuruluyor, sendika üyelik aidatları devlet tarafından ödeniyor ama o sendikaya üye olan fetöcü yani terörist oluyor. Ne kadar mantıklı değil mi? Bu tür onlarca daha örnek verilebilir. Bunları görmek için adalet dağıtılması gerekirken adaletin katledildiği yerler olan adalet saraylarında sayıları her geçen gün artan “terör ağır ceza mahkemelerinin” duruşmalarını takip etmek yeterlidir. İleri demokrasi olduğu söylenilen Türkiye’de bugün cezaevinde olan insanların geride kalan eşlerine ve çocuklarına yaşayabilmeleri için maddi manevi yardım yapmak dahi “fetöcülük” denilerek terör suçu olarak işlem görüyor.
Konunun daha iyi anlaşılması için bir “fetöcü” olarak yaşadıklarıma kısaca değinmek isterim. Emeklilik dilekçesi vermiş ve 30 Ağustosta Albay olup emekli olmayı beklerken 15 Temmuzdan sadece 45 gün sonra 01.09.2016 gece yarısı yayımlanan ve sahte belgelere dayalı 672 sayılı khk ile hakka, hukuka, ahlaka açıkça aykırı bir eylemle kamu görevinden çıkarıldım. Sonrasında süreci kişilerden ve devletten gördüklerim olmak üzere ikiye ayırmak gerekir. Kardeşten ileri dediğimiz devre arkadaşlarım, diğer silah arkadaşlarım, bir kısım akrabalarım, dostlarım, hemşehrilerim benden uzak durmaya, aramamaya, görüşmemeye özen gösterdiler zira ben “fetöcü”ydüm ve bana selam verirlerse onlar da fetöcü olarak işlem görebilirdi. Kişiler tarafı kısaca bu şekildeyken devlet tarafında ise durum şuydu; emeklilik hakkım keyfi olarak 10 ay sonra verildi, Oyak birikimime İzmir Savcılığınca kumpasla tedbir konuldu, kumpasçı hakimler devam ettirdi, hakkımda gizli tanık ifadesiyle terör örgütü üyeliğinden dava açıldı, avukatlık yapmam adalet bakanlığınca mahkemeler eliyle gasp edildi, harp okulu ve hukuk diplomalarımın hiçbir işe yaramayan birer kâğıt parçası olması için her türlü idari, yasal ve yasa dışı tedbir alındı ve alınmaya devam ediyor. Yani ne kadar hoşgörülü olduğu söylenilen bu toplumun da dindarların ve milliyetçilerin taptığı devletin de ne olduğunu çok yakından gördük ve görüyoruz. Bana yapılan haksızlıkları hukuksuzlukları, Şehit Yüzbaşı Ali Alkan’ı, ihraç, sonrası ve başımdan geçenleri “Ali’m ve sonrası” adlı kitabımızda okuyabilirsiniz.
Kısacası bugün bana veya başkasına fetöcü diyenler, o gözle bakanlar herhangi bir yasa dışı işlem ve eylem isnat edemiyorlar. Onların dayanağı khk ile ihraç edilmiş olmamız. Yani bizim fetöcülüğümüz bir eyleme değil devlet tarafından yapılan bir damgalamaya, fişlemeye dayanmaktadır. Daha açıkçası devlet insanlara “ben bir örgüt oluşturdum ve sen de bu örgütün üyesisin” diyor. “Öyle bir şey yok” dediğimizde “senin haberin olmayabilir ama ben öyle diyorsam öyledir” diyerek kestirip atıyor adeta bizlere örgüt üyeliği dayatılıyor. Adalet yerini bulsun diye değil adet yerini bulsun diye yapılan deli deli küpeli yargılamalarıyla da sıradan insanlara ceza yağdırılıyor.
Fazla uzatmayalım ben bu yazıyı durup dururken yazmadım. Kamuoyunun da yakından tanıdığı ve iktidara muhalif bir gazeteci geçenlerde bir tanıdığımıza sormuş: Mehmet Alkan fetöcü mü oldu? Gördüm ki bu düşünceye sebep; yazdığım yazılarda, röportaj ve sosyal medya paylaşımlarımda mağdur ve masumlara sahip çıkmam, onların hakkını sormam, iktidarın “fetöcü bunlar” söylemini kullanmadığım gibi reddetmemdir.
Sorun şu ki; bu ülkede herkes önce kendini düşünüyor, her koyun kendi bacağından asılır diyor, etliye sütlüye karışma ileri gitme geride de kalma ortada ol diyor, yılan kimi sokarsa soksun bana dokunmadığı sürece bin yaşasın diyor, kendisine hak gördüğünü başkasına çok görüyor, benim gibi düşünmüyorsan hainsin osun busun diyor. Oysa haksızlık kimden gelirse gelsin karşısında olmak mazlum kim olursa olsun yanında olmak gerekir. Ben haksızlığa dayanamıyorum, masumlara yapılanlara sessiz kalamıyorum. Ben kendimi kurtarayım da kimin ne hali varsa görsün diyemiyorum
600 bin kişilik TSK’da bin kişinin dahi katılmadığı 15 Temmuz bahane edilerek; Atatürk Cumhuriyetinin Ortadoğu krallığına çevrilmesine, cumhuriyet kazanımlarının ortadan kaldırılmasına, orduya siyaset sokulmasına, ordunun tasfiye edilmesine, askeri okulların imamlara bağlanmasına, yasa dışı hiçbir faaliyete karışmayan onbinlerce askeri personelin, hâkimin, öğretmenin, doktorun, akademisyenin, polisin, ev kadınının, hacı teyzenin, öğrencinin, esnafın velhasıl sıradan yurttaşların sorgusuz sualsiz terörist ilan edilmesine, abuk subuk sebeplerle cezaevlerine atılmasına, Suriyelilere bilmem kimlere milyarlarca lira harcanırken öz vatandaşların ekmeğe muhtaç edilmesine, zulüm görmesine, ömür boyu hatta sülale boyu fişlenmesine, fiili olarak vatandaşlıktan çıkarılarak sosyal soykırıma yani medeni/sivil ölüme tabi tutulmasına sessiz kalamam kalanları da hoş göremem. İster bana öyle desinler ister böyle desinler umurumda değildir. Tarih zulüm karşısında susanları, aslında susarak suça ortak olanları, değil sesini çıkaranları yazacaktır (Merak etmesinler onları da “Adaleti Katledenler” kitabına ben yazacağım).
Sön söz olarak; fetöcü diye bir şey yoktur. Bu kelime insanlara zulmetmenin iktidar tarafından uydurulmuş bir kılıfıdır. Bu kelime “başörtülü bacım” başta olmak üzere sıradan vatandaşlardan “silahsız terör örgütü” yaratanların “eylemsiz suç olmaz” evrensel hukuk ilkesini yok etmek için yarattıkları bir saçmalıktır. İktidar ve yandaşlarını geçtim diğerlerine çağrım; iktidarın uydurduğu bu kavramı kullanmaktan insanlara fetöcü demekten vazgeçin insanların ne olduklarını değil varsa yasa dışı olarak “ne yaptıklarını” söyleyin zalimin değirmenine su taşımayın, zulme ortak olmayın!
ARALIK 27, 2020 | MERİDYEN HABER*
MEHMET ALKAN |  FET-ÖCÜ MÜYÜM?
Tumblr media
0 notes