Tumgik
#çabuk büyüdü bu çocuk
yakazakalb · 11 months
Text
Akif (5) sofradan kalktı "Allah ziyade etsin anne"dedi.. ardından da 'evde babam olmadığı için şimdi evin babası benim' dedi.
9 notes · View notes
yasamsallik · 3 months
Text
Tumblr media
SÜPER MUTLAKA OKUYIN
0 yaşında
Baba: Ne kadar da güzel. Şimdi bu küçücük şey benim kızım mı? Gözleri de bana ne kadar çok benziyor.
Kızı: Bu gözlerini benden hiç ayırmayan adam babam olsa gerek.
5 yaşında
...Baba: Prensesim benim, güzel kızım. Söyle bakalım baban sana ne alsın?
Kızı: En çok babamı seviyorum. Babam, niye annemle uyuyor? Hep benimle uyusun, başkasını sevmesin.
10 yaşında
Baba: Gittikçe yaramaz oluyor, kime çekti bu kız?
Kızı: Ben babama aşığım. Büyüyünce babam gibi erkekle evleneceğim. Babam bu ay harçlığımı arttırır mı?
15 yaşında
Baba: Ne kadar da çabuk büyüdü. Eve de gittikçe geç kalmaya başladı, bu gidişle başına kötü bir şey gelecek. Sanırım daha sert konuşmalıyım.
Kızı: Babam yüzünden arkadaşlarımla istediğim kadar vakit geçiremiyorum. Bana baskı uygulamasından nefret ediyorum. Ne zaman özgür olacağım?
20 yaşında
Baba: Artık sözümü dinlemiyor. Benden giderek uzaklaşıyor. Kendi parasını da kazanmaya başladı ya, bana ihtiyacı kalmadı tabii. Uzun zamandır tatlı bir-iki laf geçmedi aramızda zaten. Evi de sürekli erkekler arıyor. Galiba kızım elden gidiyor.
Kızı: Her dediğime alınıyor, beni bir türlü anlamıyor. Hele geçen gün giydiğim mini eteğe karışmasına ne demeli? Evden ayrılıp, kendi hayatımı kurmalıyım. Çocuk muamelesi görmekten bıktım artık!
25 yaşında
Baba: Bir gün bunun olacağını biliyordum. İşte evleniyor. Zaten aramız eskisi gibi değildi. Şimdi bir de kocası var. Prensesim beni terk ediyor.
Kızı: Böyle bir günde bile o mutsuz ifadeyi takınmasının ne lüzumu var ki? Biliyorum, onu bir türlü içine sindiremedi. Bu yüzden yapıyor. Kendi hayalindeki damat değil ya! Sanki birlikte yaşayacak olan o.
30 yaşında
Baba: Çok az görüşüyoruz. Daha sık bir araya gelsek ne iyi olur. Hem torunlarımı da özlüyorum. Kendi arkadaş çevrelerinden fırsat bulup da bize gelemiyorlar ki...
Kızı: Babamları da çok ihmal ediyorum galiba. Yine telefonda çok üzgün geldi sesi. Hafta sonu onlara sürpriz yapmak en iyisi.
40 yaşında
Baba: Kızım, benim entelektüel düzeyimi yeterli bulmuyor. Ona göre çağın gerisinde düşünüyormuşum. Oysa küçükken derslerine hep ben yardım ederdim. Anlayamadığı bütün problemleri bana sorardı. Şimdi beni beğenmiyor. Bir daha onunla asla politik tartışmalara girmeyeceğim.
Kızı: Babam giderek daha da çocuk gibi davranıyor. Sürekli bir şeylerden yakınıyor. Gerçi son zamanlarda sağlığı da iyi değil ama. Ya ona bir şey olursa? Zaten hiçbir zaman dilediği gibi bir evlat da olamadım.
45 yaşında
Baba: Kızımın mutlu bir yuvası olması ne güzel. Gözüm arkada gitmeyeceğim. Her şeyi kendi başardı. Onunla gurur duyuyorum.
Kızı: Babam için çok endişeleniyorum. Onu kaybetmeye hazır değilim. İlaçlarını da hep ihmal ediyor zaten. Allah'ım onu benden alma!
50 yaşında
Baba: Dünyada mutlu kal kızım!
Kızı: Seni çok özleyeceğim ve arayacağım babacığım. Şimdi ben kime danışacağım, kim yardım edecek bana? Ne olur gittiğin yerde çok mutlu ol. Ve hep yanımda olduğunu hissettir, ne bileyim ben, arada sırada işaretler yolla mesela. Ah babacığım! Sensiz nasıl yaşayacağım?
55 yaşında
Kadın: Sen gideli, seni daha iyi anlıyorum babacığım. Keşke seni hiç üzmeseydim demeyeceğim, çünkü "keşke’lerin” hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini biliyorum. Yine de beni duyuyorsan, lütfen seni üzdüğüm her gün için çok ama çok pişman olduğumu bil olur mu?...=)
44 notes · View notes
oluruvar · 2 years
Text
Olm DELİRCEM WŞXMWŞCKWŞLGS. Pencereden bulutlara bakıyordum. Aşırı kocaman, bembeyaz ve pofuduklardı. Annemle babama gösterdim, biraz beraber baktık. Sonra onlar saldı, ben bakmaya devam ettim. Sonra abim de geldi odaya. Diyor ki "neye bakıyorsun". Buluta baktığımı söyledim, insanlar onlara bakıyorum sanabilirmiş şwkcşwlcşwöfşwöfiw LA BANA NEEEEE QŞDŞWŞFŞSŞG aşağıdan bi çocuk geçip bana bakmış şwöxşwlflwl EEEE??? Olm ben kadınım diye bakılamayan yerlerde mi durcam ya wtf noluyo bi gecede Arabistan'a mı gittik widliwcçwigşe valla delircem. Sonra iş büyüdü, diyo ki "dışarda da sana baksa, ben sinirlensem, cinnet geçirip çocuğu öldürsem napcaksın" iwxkwşvkwşfkwşgşw LA ÖLDÜRME BANA NE??? WİXKWŞFLWŞGL Sen kontrolünü bu kadar çabuk kaybediyorsan hastanede yatmalısın zaten. Sen mal gibi birini öldürdün diye ben kendimi neden suçlu hissedeyim? Ya da çocuk bana baktı diye niye suçlu hissedeyim? ALOOOO BEN BULUTA BAKCAM BULUUTTTT! Erkeklerin sokaktan geçerken bile hayatımıza bu kadar toksik bi etkisi olması sizce de çok çıldırtıcı değil mi? Çoğu erkekten inanılmaz derecede tiksinmeye başladım. Farkındayım, çok tatlı ve minnoş olanları da var ama büyük kısmından bu yaşadığımız boktan dandik ama boş yere büyüyen olaylar yüzünden tiksinmeye başladım. Hayat kadınsan ve evinde oturup bulutlara bakmak istiyorsan çok yorucu...
11 notes · View notes
aynodndr · 2 years
Text
Tumblr media
Ne çabuk büyüdü de hayallerinin peşine düştü dediğimiz neşe kaynaklarımız.
Çocuklar bir gün evden giderler…
Bir şekilde, bir nedenle, öyle gerektiği için , öyle olduğu için giderler.
Gözlerinde hayata karşı bir heves, omuzlarında ince bir ağırlık, ellerinde uçarı bir telaş.
Kapıyı çekip giderler…
Çocuklar evden gidince, ev de sizden gider biraz...
Sabah kızaran ekmeğin kokusu, ütünün buharı, bir türlü şekle girmeyen saçlar, kapıdan çıkarken aceleyle öpülen yanaklar gider.
Antrede biriken ayakkabılar, teki kaybolan terlikler, yatağın üstündeki elbise yığınları gider.
Saatler sanki bir yerlerde durmuş gibi olur. Hayatınız hasreti kuşanmış mevsimsiz bir ülkeye benzer bir zaman.
Çocuklar evden gidince...
Ansızın yapılan şakalar, vakitsiz istenen sandviçler, pencere önünde beklediğiniz geceler gider.
Artık kapının önündeki ayak seslerini duymazsınız.
Sokaktan geçen simitçiye seslenen kimse yoktur.
Arka odadan yükselen müzik sesi, banyodaki parfüm kokusu, ortasından sıkılmış diş macunları anılarınızda kalır.
Mutfak masası çoktan unutmuştur sıcacık ve neşeli sohbetleri.
Fırında patatesin tadı eskisi gibi değildir artık.
Kareli yatak örtüsünde izi kalmıştır, aşk acısıyla dökülen genç gözyaşlarının…
Çocuklar evden gidince...
“Annem duymasın”lar... “Babamı idare et”ler.. “Ben zaten biliyorum”lar... “Ben çocuk muyum?”lar... “Beni anlamıyorsunuz!”lar...“Amma meraklısınız”lar...El ele tutuşup hep birlikte giderler.
Onlar olmadığı zaman da “ben ne giyeceğim”ler, “arkadaşımda kalacağım”lar, “arkadaşlarımla çıkıyorum”lar, peşi sıra ortalıktan kaybolurlar.
Çocuklar bir gün evden giderler...
Giderken yüreğinizin bir parçasını da yanlarında götürürler.
Onda kalan parçada sizden o kadar çok şey vardır ki...
Onlar bunu bilirler.
Aldıkları her kararda, yaşadıkları her yol ayrımında, her sevinçlerinde ve her acılarında
fark ederler bu eşsiz bilgiyi.
Yeter ki, onların yaşam pınarlarına hayat veren kaynağın suyu berrak, hikmeti bol olsun.
Yeter ki, sizden doğup hayatın içine akan bu pınar ırmak olsun, nehir olsun ve en doğru yönü bulsun.
Evet çocuklar bir gün giderler...
Ama gelecekleri yolu da asla unutmazlar.
İlter Yeşilay
6 notes · View notes
Text
Sehpanın üzerinde bulunan gazetedeki çıplak kadın resmine konan sinek gülümsetiyor beni. Berberin; damadına kekeleyerek küfür eden ihtiyarın "Zeki Amca rahat dur!" uyarılarıyla çenesinden tutarak başını çevirmesi kadar eğlenceliydi bu. Öldürdüm sineği. Kadının göğsüne kan bulaşmıştı. Damat için ise yapabileceğim bir şey yoktu. Berber tezgahındaki jöle kutusunda yapışmış onlarca kravatlı sinek ceseti gördüm. Kelebekler oldukça şanslıydı.
Dükkanın yeşil kapısı açıldı. İçeriye girenin kim olduğu umrumda bile değildi. Az öne canımı yakan kapıdaki tellere ettiğim küfürleri onun da gözlerinde yakalayabilecek miydim? Hayır! Oldukça kaba elleri vardı ve derisinin altında gizlediği geyiklerden biri çıkmak isteyince "Hayır! zamanı değil" diyerek uyarıp diğer elinin işaret parmağıyla içeri itiyordu. İki üç adım arkasından içeri isteksiz giren çocuk; adamın "Çocuğun saçları kesilecek, ben az sonra gelirim" demesiyle önümde durdu. "Baba, gitme!". Adam dışarı çıkarken gazeteye bir göz attı. Cinayetimi görmüştü. "Baba, gitme korkuyorum!"
Adam gitti. İhtiyar, çocuk, berber... Dört kişiydik. Çocuğa yanımdaki boş koltuğa oturmasını işaret ettim. Çirkindi çocuk ve aklıma söyleyecek bir şey gelmiyordu. Tuttuğu takımı sorabildim ancak. Söylediğinde "ben de" diyebildim sadece. O ana kadar damadına ettiği küfürlerden Küba ve komünizm üzerine müthiş geçiş yapan ihtiyar ve berber bana baktı. Yalan söylediğimi biliyorlardı. Berber bu sefer ihtiyarın başını çevirmemişti. Çay getiren kahveciye çocuk için gazoz getirmesini söyledim. "Hayır, ben de çay içerim" dedi ve ekledi "Bu sene işimiz gerçekten çok zor".
İlk defa istenilen bir şeyi hemen getiren kahvecinin getirdiği çayı tepsiden alarak çocuğun önüne koydum. Şekeri eliyle kırmaya çalıştı. Beceremedi. Ağzıyla köşelerini kırarak çaya bıraktı. Çayından yavaşça içerken benim bardağıma göz attı ve çay kaşığını tabağın kenarına bıraktı. Çocukla konuşacak gerçekten bir şey bulamıyordum, canım da istemiyordu ama büyüyordu çocuk... Evet gerçekten büyüyordu. Berber, ihtiyarın tıraşını bitirmişti. İhtiyarın üstünü temizlerken ihtiyar dış borç açığından bahsediyordu. Çocuk, gazetenin üçüncü sayfasındaki cinayet haberlerine göz gezdiriyordu. Berber, tıraş koltuğuna oturmamı beklerken çocuğu tıraş etmesini söyledim.
Çocuk çayını bitirip berber koltuğuna oturduğunda berber babacan bir tavırla "Korkma biz tıraş edene kadar baban gelir" dedi. Çocuk "Evi bulabilirim, tıraş için de param da var" dedi hemen arkasından ekledi "Üstlerden fazla alma" Berber alınmıştı, belli etmedi. Paraya pek önem vermezdi, bilirdim. Artık orada daha fazla durmak istemedim. Dışarı çıktım... Sokağın köşesinde kravatlı sineklerin beklemediğinden emin olmak için iyice baktım. Yoktular.
"Keşke gitmeseydin baba! Çabuk büyüdü bu çocuk"
0 notes
aynurant · 4 years
Text
Tumblr media
Ne çabuk büyüdü de hayallerinin peşine düştü dediğimiz neşe kaynaklarımız.
Çocuklar bir gün evden giderler…
Bir şekilde, bir nedenle, öyle gerektiği için , öyle olduğu için giderler.
Gözlerinde hayata karşı bir heves, omuzlarında ince bir ağırlık, ellerinde uçarı bir telaş.
Kapıyı çekip giderler…
Çocuklar evden gidince, ev de sizden gider biraz...
Sabah kızaran ekmeğin kokusu, ütünün buharı, bir türlü şekle girmeyen saçlar, kapıdan çıkarken aceleyle öpülen yanaklar gider.
Antrede biriken ayakkabılar, teki kaybolan terlikler, yatağın üstündeki elbise yığınları gider.
Saatler sanki bir yerlerde durmuş gibi olur. Hayatınız hasreti kuşanmış mevsimsiz bir ülkeye benzer bir zaman.
Çocuklar evden gidince...
Ansızın yapılan şakalar, vakitsiz istenen sandviçler, pencere önünde beklediğiniz geceler gider.
Artık kapının önündeki ayak seslerini duymazsınız.
Sokaktan geçen simitçiye seslenen kimse yoktur.
Arka odadan yükselen müzik sesi, banyodaki parfüm kokusu, ortasından sıkılmış diş macunları anılarınızda kalır.
Mutfak masası çoktan unutmuştur sıcacık ve neşeli sohbetleri.
Fırında patatesin tadı eskisi gibi değildir artık.
Kareli yatak örtüsünde izi kalmıştır, aşk acısıyla dökülen genç gözyaşlarının…
Çocuklar evden gidince...
“Annem duymasın”lar... “Babamı idare et”ler.. “Ben zaten biliyorum”lar... “Ben çocuk muyum?”lar... “Beni anlamıyorsunuz!”lar...“Amma meraklısınız”lar...El ele tutuşup hep birlikte giderler.
Onlar olmadığı zaman da “ben ne giyeceğim”ler, “arkadaşımda kalacağım”lar, “arkadaşlarımla çıkıyorum”lar, peşi sıra ortalıktan kaybolurlar.
Çocuklar bir gün evden giderler...
Giderken yüreğinizin bir parçasını da yanlarında götürürler.
Onda kalan parçada sizden o kadar çok şey vardır ki...
Onlar bunu bilirler.
Aldıkları her kararda, yaşadıkları her yol ayrımında, her sevinçlerinde ve her acılarında
fark ederler bu eşsiz bilgiyi.
Yeter ki, onların yaşam pınarlarına hayat veren kaynağın suyu berrak, hikmeti bol olsun.
Yeter ki, sizden doğup hayatın içine akan bu pınar ırmak olsun, nehir olsun ve en doğru yönü bulsun.
Evet çocuklar bir gün giderler...
Ama gelecekleri yolu da asla unutmazlar.
İlter Yeşilay
3 notes · View notes
alticizilen · 4 years
Text
Yenişehir’de Bir Öğle Vakti – Sevgi Soysal – Alıntılar
Okuduğum ilk Sevgi Soysal kitabı. Halkı mükemmel bir şekilde gözlemlemiş ve gözlemlerini ustalıkla dile getirebilmiş. Ayrıca çok güçlü bir sol perspektifi var. Hikayeleştirmelerine ayrıca bayıldım. Bir Ankara hikayesi olmasına rağmen, çok sürükleyici geldi bana. İçerisindeki karakterlerde, insan muhakkak tanıdığı birilerini hatta yer yer kendini buluyor. Bununla beraber karakterlerin iç dünyalarını bilirmiş gibi yazması, kitabın bazı yerlerinde, inandırıcılığın azalmasına neden oluyor. Kesinlikle tavsiye edeceğim, keyifli bir kitap. -hbasarik
Tumblr media
Bu arada ağabeyi evlenip çocuk sahibi olmuş, ana babalarının alınyazılarını değiştirmek konusunda birbirlerine vermiş oldukları andı, kendi açısından bozmuştu bir bakıma. -67
Ama anası, ağabeyinin elbette evleneceğini, yaşının çoktan geldiğini söyleyerek haklı çıkarıyordu oğlunu. “ Sen de bir gün evleneceksin,” diyordu. “Sen de bir gün evlenip yabana gideceksin, diyordu babası, “o zaman ya çocuğun olduğu için çalışamayacaksın ya da kocana yardım etmek zorunda kalacaksın. Elin oğlu niçin anana babana baksın? İyisi mi ben de şimdiden bir iş bulayım kendime.” Mehtap bu muhtemel, kaçınılmaz gösterilen ihanetin sözünün bile edilmesini istemiyordu. Ama yüreğinin derinlerinde bir yerlerinde, söylenenlerin yanlış olmadığını hissediyor, kendisini en güzel inançlarına sırt çevirmeye zorlayan bilinmez bir düşmana kin besliyordu. -69
Babası bu sabah, özel bir şirkette yeniden çalışmaya başlamıştı. Karayolları’nda aldığı paranın daha azına ve daha fazla çalışma saati karşılığında. Birileri, ağabeyi ya da başkaları, ama mutlaka birileri ihanet etmişti. Mehtap’ın bütün çocukluğunu, inanç ve çabalarını hiçe indirgeyen, gözünü bile kırpmadan düşündeki yaşlı kurdu babasının üstüne salan birileri vardı. (...)
Kendisi bu bankaya bütün sıkıntılarına rağmen, bazen çorap, bazen sinema parasından kısarak, beş on lira yatırıyordu her ay. Çok az para birikmişti şimdiye kadar. Ama bu para, çok yavaş, dayanılmaz yavaşlıkta çoğalsa da, bunun bir kuruşunu bile, Allah göstermesin ölüm ve hastalık hariç, hiç çekmemeye kararlıydı. Bazen bütün yaşıtlarının aklına esiveren istekleri büyük bir kararlılıkla içine bastırıyor; okulunu bitirince, maaşı artınca bu parayı mutlaka çoğaltacağını, bir ev kredisi alacağını (evdekilerden gizliyordu para biriktirdiğini), alacağı katla onlara sürpriz yapacağını; bakın nasıl ihanet etmedim ben, nasıl boşa çabalamadım, bakın ampul ışığında anlatılan masal masal değildi, mümkündü, her şey, bunca çabayla her şey mümkündür, diye bağıracağını umuyordu. Ama parası çok yavaş çoğalırken kredi almak için yatırılması gereken paranın miktarı da çoğalıyor, hele en kötüsü, kat fiyatları kendi biriktirme hızıyla kıyaslanmayacak bir hızla artıyordu. Evet değişiyordu bir şeyler, ama hep o büyük başlı kurdun işine geliyordu bu. (...)
“Bari paranızın bir kısmını bırakın da, yine para yatıracağınız zaman yeniden hesap açtırmak zorunda kalmayın.”
Necip Bey şaşkınlıkla baktı Mehtap’ın yüzüne. Bankada hep bu kız görürdü işini. Ço sessiz, çok ciddi bir kızdı. Şimdiye kadar böyle soru sorulmadan konuştuğunu hiç görmemişti. Kızın yüzüne dikkatle baktı. Kızın yorgun, rakamlardan mavisi sulanmış gözlerindeki yalvarıcı ifadeye bir anlam veremedi. Mehtap’ın kendi masalını savunduğunu nasıl bilebilirdi? Necip Bey, mirasının tükenmesine ilk kez ilgi gösteren, buna acıyan biriyle karşılaştığı duygusuyla kızın laubaliliğini hoş gördü. -71
Mehtap, Necip Bey’in ardından baktı. İyi ki artık bankaya uğramayacak diye düşündü. Durmadan bankadaki parasını çeken, bir umudu durmadan azaltan, bir gün her şeyin bankadaki paralarla değişivereceği umudunu sarsan, masalı inanılmazlaştıran, ihanetin tarafını tutan biriydi bu. (...)
Öğlenleri çok hafif yerdi. Bu kara dünyada şık bir görünümü korumaya çok önem verirdi. Güzelliği savunan ve koruyan kaç kişi kaldı? -73
Çocukken kara çoraplı çocuklar kendisine engel olmasınlar diye sevmemişti onları. Şimdi sık sık insanlık, hümanizm gibi sözcükler kullanıyordu. Kullanması gereken sözcüklerdi bunlar. Bu sözcüklerle ilgili, gerekli bilgileri de öğrenmişti. Ama sevmeyi daha küçük yaşlarda unutmuştu. Bu konuda hiçbir çalışkanlık göstermemişti. Hiçbir deneyi yoktu. Öyle güdük kalmış, öylesine kireçlenmişti ki sevme yönü, şimdi sevmeye başlaması demek hayat boyu hiç jimlastik yapmamış bir insanın takla atmaya kalkışması gibi bir şey olurdu. Belkemiği kırılabilirdi insanın. İnsanlarla, çalışmasına engel olurlar diye, insanca bağlar kurmaya pek alışık olmadığından, şimdi insanlığın geleceği konusunda düşüncelerini ileri sürmek durumunda kaldığında, şu ya da bu kitapta okukuduğu, şu ya da bu düşünürden sözcükler sıralıyordu. -98
Kendi ocağındaki yoksula hayrı dokunmayanın alemin öksüzüne ne hayrı dokunurmuş. -105
Olcay, anasının bu işi, sadece ve sadece dünyasını tedirgin etmek için yaptığına emindi. Anası hep sevdiği ve hoşlandığı şeylerle arasına girmişti. Sevgiyle arasına. Sevdiği bir kitapsa, kitapla arasına. Renkli balonlarla arasına... -109
Çünkü, yoksul çocukları, babanesinin ona anlattığı masallardaki uçan halıya bindirir gibi, balonuyla Kafdağı’nın ardına uçurmak istiyordu. Bu çocukları Kafdağı’nın ardına uçurmak istemesinin nedeni basitti. Bu çocukların niçin yoksul olduğunu sorduğunda, bu dünyanın böyle olduğu söyleniyordu kendisine. “Ben büyüyünce çok zengin olacağım, bütün bu çocukları kocaman bir evin içine koyacağım. O zaman kaldırımın üstünde kıvrılıp yatmayacaklar...” “Dünyayı değiştimek sana mı kaldı akılsız?” Hep böyle cevaplar verecekti anası. Olcay bu cevapların nedenini anasınıan cimriliğine bağlayıp kızıyordu. Hangi çocuk anasının kendisini, oyuncakçı dükkanlarının, simitçilerin, sondurmacıların önünden hırsla çekişini hoş görebilir? -111
Babaannesini severdi Olcay. (....) O anası gibi, umursamaz bir el hareketiyle, yoksul çocukları hep yoksul olmaya mahkum etmiyor, onları prenses, prens, kral yapıyordu. (...) Annesi başkalarına verdiği için hiç balon almayacağını söylüyordu. -112
Olcay, Pazar günlerinin dışında, bahçeye çıktığı zamanlar, sevgisizlik duvarını aşmak istedi hep. Çocuklarla ilişkisinde uzlaşmacıydı. Sevilmeye çaba gösterirdi. Kendisini de oynatmaları için aşağıdan alırdı. Çocuklar hemen anladılar bunu. Güçsüzlüğe karşı gösterdikleri doğal tepkiyle alaya aldılar onu. Topunu elinden alırla, buna karşılık onu oynatmazlardı. Terledi terleyecek, diye mızmız yetiştirilmiş olduğu için hiçbir oyunu iyi oynayamıyordu. Güçsüz ve hastalıklıydı. Çabuk yorulurdu. Arkadaşlarıyla başa çıkması mümkün değildi. Hem topunu alıyorlar hem de sevmiyorları onu. Bazen bu haksızlığa dayanamayıp anasına şikayet ediyor, topunu geri alıyordu. Çocuklar hiç konuşmayarak intikam alıyorlardı ondan. O zaman, kendisiyle barışmaları için yalvarıyordu onlara. Yine barışmıyorlardı. Yeterince yalvarttıklarına akılları yatınca, “Git bize ciklet al, o zaman barışırız,” diyorlardı. O da anasından gizli ciklet alıyordu onlara. Çocuklaırn sandığı gibi zengin değildi ki. Anası çok az harçlık verirdi. -114
O sıralar Camus en sevdiği yazar oldu. İnsan sevgisi ve elde olmayan başarısızlık... çok yakın geldi bu bakış açısı ona. Yabancı’yı büyük bir heyecanla okudu. Seçilmemiş insan ilişkilerinin olumsuz alınyazısı, çocukluğunu, sağlıksızlığını yeniden utandırıyordu içinde. Sartre’ın Duvar adlı kitabını okudu. Çocukluğunun sevgisizlik duvarı yeniden büyüdü düşüncesinde. -116
Oğluna olan sevgisi cimriliğini yenemediği için, bu sevgiyi başkalarına ödetirdi. -117
Ona niçin bu kadar kızıyorum? Sonuç olarak herhangi biri o. Üstelik annem. Belki de gerçeği görmemde, ters davranışlarıyla yardımcı olanlardan biri. Bana istediğim anlayışı, sıcaklığı gösterseydi, belki gevşerdim. Sevgi aranmazdım. Aranmazdım. -122
Olcau, anasının haklı olup olmadığını düşünmüştü. Tanıyor muydu bunları gerçekten? Ali’nin sözleri geldi aklına. “Senin sınıfından olanların, hep kelekçe bir saflığı vardır. Sorunlara sınıf açısından değil, gözü yaşlı bir yufka yüreklilikle bakar, halkı tanımazsınız. Onlar da güven duymaz size. Suçluluk duygusu ve gözyaşları onlar için pek önemli, daha doğrusu yararlı değil. Onlar kendilerini ne suçlu hissederler ne de yufka yürekleri vardır. Kuşkulu ve gerektiğinde haindirler. İyi yürekli ya da kötü yürekli olmakla ilgisi yok onların, var olup olmamkla ilgisi var. Buna da bilek ister. Zayıflardan hoşlanmazlar. Onları kendine inandırman için, ne iyi niyet, ne de insan sevgisi yeterlidir. Tam tersine. Onlara katıldığına dair kanıt isterler. Seni onlardan ayıran şeylerle bağını koparmanı isterler. Yani bu düzenle olan bağını. Çğnkü bu yürek denen nesne katılaşıverir ve o zaman eski rahatlığına dönebilirsin kolayca. İşte bunun için güvenmezler. Tuzu kuru olmak hikayesi. Dönüş yollarını bozduğuna akılları kesmedikçe de sürer kuşkuları. -123
Ne demek hükümete girmek? Kafaları hükümet deyince yıllar yılı, padişah, nazır, paşa gibi ulaşılmaz yükseklikteki insanları düşünmeye alışık olduğundan, Doğan Bey’i de öyle büyütmüşlerdi. Çok büyük adam olmuştu Doğan Bey yani. Ve onlar için büyük adam kısaca, yanında ayakta durulması gereken, eli öpülen, her sözü buyruk kabul edilen biriydi. -129
Eşya verilmez, soyunu inkar etmek gibi bir şey bu. İnsanın soyunu sopunu sahip olduğu eşyalar belirler. -132
Mevhibe Hanım kayınpederinin ufak bahçesinde iki vişne ağacı varken çilek reçeli yapmaya kalkmaz. Bu felsefe sonuç olarak Mevhibe Hanımların evinde çocukları isyan ettiren bir tekdüzelik yaratmıştır. -133
Mevhibe Hanım çocuklarını bu ev içi saatinin parçaları gibi görür. Onlar, akreple yelkovanın aynı yönde dönebilmesi için yerlerinde durmalıdırlar. Ayakkabılarını ve ellerini kirletmeden. Kendi başlarına bir şey yapmaları bu gidişi bozar. Çocuklar için, bu makinenin içinde, bu makineyi belirli bir biçimde işletmekten başka bir durum söz konusu olamayacağına göre, onlar ancak bu makineden koparak aynı yönde dönmenin aracı olmaktan kurtulabilirler. Ama o zaman makinenin çalışmayacağını Mevhibe Hanım. Buna göz yummaya da hiç niyeti yoktur. Çocukları ise, aslında belirli bir makinenin parçası olduklarını bildiklerinden, bu makineden kopsalar da tek başlarına anlamsız bir parça olarak kalmak ya da beğendikleri makineye uyamamak ya da uydukları makinenin yine beğenmedikleri bir makine olması korkusuyla olumsuz bir sınırda yaşarlar. -134
“Benimle bir şey içer misiniz?”
“hayır”
“Niçin?”
“İçki içecek param yok.”
“Sizi ben çağırdım.”
“Olabilir, ama benim paramın olmaması önemli.”
“Canım, başka zaman da siz çağırırsınız beni.”
“Mesele burda ya, başka zaman da param olmaz benim.”
“O zaman kimde para varsa o verir. Lafı mı olur bunun?”
“Tabii, olmayan için lafı olur.” (...)
Doğan düşüncelerinde katılığı severdi. Ali’nin ise, sorunlara, bağlı oldukları olaylar ve durumlara göre değişikbakabildiğini ve değerlendirmelerindeki bu değişimin ona bir anlamda esneklik verdiğini seziyordu. Sonraları Doğan, Ali’ye, “Senin sınıfından olanların daha katı olmaları gerekmez mi?” diye sorduğunda, “Tam tersi,” demişti Ali, “asıl senin gibi, sorunlara sadece okuyarak yaklaşanlar katıdır. Olaylar karşısında gerekli uyum ve değişim gücü genellikle yoktur onlarda. Çünkü aslında suçlu ve korkaktırlar. Kim ki bir şeyi gizlemek ister, duvar çekmeye meraklı olur. Küçük burjuva aydınları, aslında bir suçluluk duygusuyla düşüncelerine gem vuramayıp alıp başlarını giderler. Kendilerini değiştirememe korkusu, onlara sözde her şeyi bir çırpıda değiştirme ataklığı verir. Bazen teoriyi, korkaklık ve suçluluklarını gizleyecek bir duvar gibi kullanırlar. Hareketlilik ve esnekliğin gerekli olduğu durumlarda bu katı, dural duvar olayların gübüne, baskısına dayanamayıverir ve ardından korku ve suçluluk sırıtır. -161
Doğan ayrılmak istemiyordu Ali’den. Ona bir daha rastlamamaktan korkuyordu. Paris’ten döndüğünden beri, Paris’te başlayan, ama kahvehane esprileri içinde günbegün uyuşup kabuğunu kıramayan sıkıntıyı fora ediyordu içinde. Başarısızlığını, anlamsızlığını. Filimcilik okumak istemiş, yapamamıştı. Belki de yeterince istememişti bunu. Belki de yeterince istediği hiçbir şey yoktu. Okuduğu bir yığın kitap aslında kafasını karıştırmaktan, daha doğrusu kendisini sıkan şeylerin çoğalmasından başka bir sonuç vermemişti. Hiçbir zincirin halkası olamamıştı. Ne öğrenci, ne sanatçı, ne aydın, ne de gerçek bir burjuva. -162
Oğlu eve dönen ana rahatsız mı olurmuş? (...)
Bir insanın her durumu paylaşabilecek kadar yakın bir dostu olabileceğini aklı almazdı. -163
Aslında her şeyin iyisini sevmeli ya. İnsan dediğin, yapabileceğinin en iyisine layık görmeli kendini. -169
“Nerden çıkarıyorsun bunları?” “Çıkarmıyorum. Soruyorum. Sormak iyidir. Yanılmamak için.”
“iyi, herkes kendi yolunu kendi bulacaksa, bir şeyler bildiklerini, bazı şeylere yön verdiklerini iddia edenlerin bilmeyenlere karşı bir sorumlulukları yoksa o zaman haklısın. Ama böyle düşünen bir insanın başkaarını eleştirmeye hakkı yoktur pek.” (...) “Sen, sıf çevrende sana sıkıntı veren ve bu yüzden karşı çıktığın şeylere, daha da karşı çıkmış olmak için dostluk ediyorsun benimle. Benim gibileri beğenmekle kendi içinde bir değişim yaptığını sanıyorsun. Benim, başka türlü olması mümkün olmayan nice ufak davranışım, sende hayranlık uyandırıyor. Doğal davranışlarımın önemsenmesi rahatsız ediyor beni, çünkü bunlar benim marifetim değil, içinde büyüdüğüm koşullaırn sonucu. Bir işçi çocuğu olmamı önemsiyorsun, oysa bu da benim marifetim falan değil. Dostluğumuzun sağlıklı olabilmesi için, yanlış yere edindiğin komplekslerin ışığında görmemelisin beni. Bunların dışında, yalın ve çıplak, beni, benim sorumlu olduğum yönlerimle değerlendirmelisin. -180
“işte ben, bu alışkanlıkarından biri olmak istemem. Senin düzenle olan bağlarından biri. Sabahki diş fırçan, ya da kolunun altına sürdüğün deodorant, ya da yumurtalı şampuan olmak istemem. Bunların günlük mutluluğunda, rahatlığında belki sadece ufak bir payları var. İşte ben bu gündelik mutluluğun daha büyük bir payı olmak istemem. Yani daha rahat olman, korkmaman için örneğin, destek olamam sana. Düzenle büyün bağlarını koparabildiğin zaman, ki bu cesaret ister, bu cesareti gösterebildikten sonra zaten karanlıktan korkmayan biri olursun. O zaman yine beni seversen, bu sevgi kabulümdür. Tamam mı?” -185
Bir labirent içinde geçen anlamsız çabalama yılları sonunda, kendi başına gördüğünü sandığı ışığı başkalarıyla paylaşmaya yanaşmak istemiyordu. Bir düşünceyi, bir buluşu, bir kurtuluşu, inancı, aydınlığı, dostluğu, sevgiyi, bu en insanca ve paylaşılması en gerekli şeyleri bile, yenemediği bir mülkiyet duygusuyla sadece kendisine alıkoymak istiyordu. -189
Susmuştu Olcay. “Berbere,” diyememişti. Söyleseydi doğal karşılayacaktı Ali. Ama niçin doğal kaşılıyordu, karşılamaması gerekirdi. Yaşamındaki tutarsızlığı söylemesi gerekirdi Olcay’a. Kendisini değiştiremeyen... Berber tornasından çıkıp operaya gitmekle, inanmadığı bir çevrenin inanmadığı alışkanlıklarını sürdürmekle, karşı çıkışlarındaki samimiyetsizliğin ortaya döküldüğünü yüzüne haykırmalıydı. Ama, böyle yapmazdı Ali, sade bir sesle, “Öyle mi?” derdi sadece, “Öyleyse bu akşam yalnız çalışırım. Yarın zamanın olursa sen de gel.” Bunun böyle olacağını düşündükçe bozuluyordu Olcay. Ali böyle davranmakla, Olcay’ı ciddiye almadığını göstermiş olmuyor muydu? Belki de Olcay’ı, yorucu kavgasının bir süsü olarak görüyordu. Olcay’ın inancının, kavgasının içine dalmasına hoşgörüyle katlanıyordu. -202
Can dediğin bir kez çıkar. Ama canı göze aldın mı hep karşılığını alırsın. Canın bir defacık gider ama canını göze alan hep karlı çıkar. Ya sermayen olacak ya da gözünü kırpmadan öne süreceksin canını. Bunun dışında hayat boyu uşaklık var. -226
Gülen adam, bir kez eli açık olur. Bu asık suratlılar, aslında cimri soyludur. Ve çoğunluktadırlar. İşte bir gülmeyi bile esirgeyen adam, parayı haydi haydi esirger. Bu sokaktan geçen şehirli kısmının çoğu hiçbir şeyi karşılıksız yapmaz. Gülmeyi de. Ya kendisini alsın diye yavuklusuna güler, ya iyi et versin diye kasaba güler, ya terfi ettirsin diye müdürüne güler, ya oy versin diye halka güler. Böyle, karşılıksız gülmeyi bilmez. Durup dururken gülenden de kuşkulanır. Suratını asıverir, benden bir şey isteyecek diye. -227
Bunlar böyledir, eğlenmesini bilmezler, bunların düğünlerinde kına yakılırken millet, ağlaşır, her bir şeyleri yaslı. Hele karı kısmı anca gizli gizli, kilerden ekmek çalar gibi oynar. Yemeler, sevmeler hep gizli saklı. Suyu bile çömelip arkalarını dönerek gizli içerler. Şu güzelim cenabı hakkın şaşırıp da bize verdiği gurban olunası hayatı bir suç gibi yaşarlar. Bizler, bize bedavadan verilen tek şeyin kıymetini biliriz, onun için bizde neşe de serbest, yaygara da. Yaygara kanunu geçer biz Çingenelerde. Herkes aklina geleni bağıra çağıra söyler. Karılar avluda çamaşırı bağıra çağıra türkü çığırarak yıkar. Kavgamız, her bi şeyimiz açıkta, bağıra çağıra; gizli, saklı malımız da yoktur, birikmiş paramız da. Çingene kızının çeyiz sandığı olmaz. Çulumuzu sırtımıza vurduk mu beğen memleketini. Sıla hasreti bilmeyiz biz. Dört duvara, masaya, iskemleye hele hiç bağlanmayız. Sandık da ne oluyormuş? Sırtına sandığını vurup da ne olacak, tabutunu taşır gibi. Çok eşyayı sevmeyiz biz, eşeği severiz. (...) Çingene karısı doğurduğu çocuğun, meme emzirdiği çocuğun anasıdır. Koyup gittiği çocuğu unutuverir. Bir kendini taşıyacaksın bu hayatta. -231
Ne kadar çok ve birbirine benzemeyen arkadaşları vardı Ali’nin. Bu birbirlerine benzemeyen insanların hepsiyle ayrı ayrı nasıl anlaşıyordu? Bu biraz karaktersizlik gibi görünüyordu Doğan’a. Öyle ya insanın belirli bir kişiliği olunca, bu kişiliğe akraba olanlarla dost olabilir ancak. Ya da kişiliğinden ödün vermesi gerekir. Şimdi Ali’ye bunu söylese, kişilik de neymiş, öyle insandan ayrı, insanüstü bir şeyse, insana açık olur, derdi. -233
“Onunla ilgilenmediğimi söyledim.” “O zaman niçin benim diyorsun? Ya senin, ya değil, ona göre. Bu pabuçlar senin mi?”-235
Bir şeye sahip olmanın zor olduğunu çocukluğunda öğrenmişti Aysel. Kendi gibi en az on kişinin hakkından gelemeyenin hiçbir şeye sahip olmaya hakkı yoktu. -238
Aysel, daha çocukken, polisin durumları değiştirmek için olmadığını anlamıştı. Hele belaları değiştirmek için hiç. Karakol, bela çemberinin yörüngesi içinde bir yerdi ve bu çembere takılıp dönenler bu yörüngeden geçecerlerdi ister istemez. (...) Aysel çocukluğunda belanın insan biçiminde olduğunu görmüşütü. En yakınındaki insan belandı senin. Annen, baban, kardeşin, dostun. Bunlarla dişe diş çarpışman gerekiyordu, polis de bu çarpışmanın vazgeçilmez seyircilerinden biriydi. -240
Kim korkusunu daha iyi gizler, bıçkınlığa dönüştürürse o kazanır. -244
Buraya getirirlerken eline kelepçe vuran polise, “Fahişe yakalamak da iş mi?” dmiş, sonra polisin on yıldır bu işte olduğunu öğrenmişti. “Ulan on yıldır fahişeliğin kalktığını gördün mü?”, “Görmedim.” “Eeeh, demek ki işin fuhuşla mücadele değil; tek başına fuhuş mu olurmuş? Biz kimlerle fuhuş yapıyoruz? Senin büyüklerinle. Onlarla mücadele etsene sıkıyorsa.” -246
Hüviyetsiz olduğu için merkeze ilk götürülüşü değildi bu. Erkekler böyleyd,, hem bu iş için para verirler, hem de yasak ederler. Birbirlerini tutmaz şeyler yapan alıklardır bunlar. Alık oldukları için para veriliyordu bazı erkeklere herhal. Hırsızı hem tut, hem bırak demek için. -247
3 notes · View notes
neverminddlove-blog · 5 years
Text
Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez. Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç! Birbirileriyle konuşacak cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başrdılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında. Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra... Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki. Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü. Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, "bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek,bencillik olur" diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler. "Senin için ölürüm" derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adma "Hayır, ben senin için ölürüm" diye yanıt verirdi hep... Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, "Bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak." Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu, "Mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı. Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten. Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan. "Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama. "Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı." "Sen istersin de ben hiç hayır diyebilirmiyim?" diye yanıt verdi adam. "Amerika'daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı. Kaç para olursa olsun, burası bizimdir artık." Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika'ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevapaldı: "Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut." Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, "Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere. Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği. Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, "Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım" diye sözünü kesti arkadaşı. "O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya geziyorlar "Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı. Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı. Kocasının eskiden aynı hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın... Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen onasımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, "son bir kez kucaklamak isterim seni" diyecek oldu ama kadın, "defol" dedi nefretle. İlk celsede boşandılar. Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika'ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu. Aradan bir yıl geçti. Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyleuyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. "Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. "Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor." dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: "Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir saat önce öldü. Geçen yıl Amerika'daki kongre sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika'ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi..." Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem" diyordu... Sırayla okudu; "Seni çok sevdim", "Seni sevmekten hiç vazgeçmedim", "Senin için ölürüm derdin hep,doğru söylediğini bilirdim." "Fakat benim için ölmeni istemedim" "Şimdi bana söz vermeni istiyorum." "Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?" son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kagitta sunlar yazılıydı: "Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım...."
3 notes · View notes
kasimaksamlari · 2 years
Text
ölümle yedi yaşımda tanıştım. çok mutlu olacağımı sandığım günde tanıştım. o zamanlar anlamıyordum ne olduğunu ama bir yandan da anlıyor gibiydim. mantıksız gelmişti bana. kendimi bildim bileli hayatımda olan birisi nasıl bir anda yok olabilir ki. çocuk aklımla saçma gelmişti. gidenin hep geri gelmesini bekledim. gelmedi. gelmezmiş. biraz büyüdüm. rüyalarıma gelsin dedim. iki ya da üç kere geldi. rüyalara da kolay kolay gelmezlermiş onu öğrendim. on üç yaşımda başka bir ölümle tanıştım. bu sefer saçma gelmedi. kabullenmeyi öğrendim ya da ben öyle sandım. artık gidenin gelmeyeceğini anladım. ama yine de içimde bir yerler eksik kaldı. o yaşımda çok düşünmedim ölüm hakkında. kendi kendime demek ki hayat böyle bir şeymiş dedim. ne kadar uğraşırsan uğraş gün geliyor hiçbir şeyin anlamı kalmıyor. ölümle bir diğer tanışmamsa on sekiz yaşımda oldu. çok yeni o daha. insan kabullenemiyor. çocukken çok çabuk kabul ediyorsun, çünkü anlamıyorsun. etrafında bir şeyler oluyor ama sen ne olduğunun farkında değilsin ki o an. ama büyüdükçe anlıyorsun her şeyi. neler oluyor neler bitiyorsa hepsinin farkındasın. bu daha çok bitiriyor insanı. bu ölümü hala atlatamadım. çünkü çok alışmıştım yanımda olmasına. ilk başta atlatmışım gibi gelmişti. ama günler ilerledikçe içimdeki boşluk daha da büyüdü. hayatımın çoğunluğu ölümlere ağlamakla geçti. o ölümlerin üstünden ne kadar zaman geçerse geçsin. şu anda da bunu kendime kanıtlıyorum. belki de mezarlıklardan o kadar çok korkmamamın sebebi sevdiklerimi toprağa vermemdir, kim bilir. belki de gökyüzünü bu kadar çok sevmemin sebebi onların orda olduğuna inanmamdır, kim bilir.
0 notes
satirkiriklari · 2 years
Text
Onu o gece öyle, gözleri kan çanağı, yüzünde bütün hayal kırıklıkları yazılı, kendi yükünden çökmüş omuzlarıyla görünce “neyin var” dedim.
Anlamsızca silkelendi, büyük bir suç işlerken yakalanmış gibi.
“yoruldum” dedi.
Haksız sayılmazdı. Hayatımda gördüğüm en güçlü kadınlardandı.
Küçüklüğünü bilirdim.
Yapma denileni yapardı.
“Koşma” derdi mesela annesi, koşardı.
Düşerdi.
Dizleri parçalanır, canı yanar ama
“ben sana demiştim”i duymamak için asla ağlamazdı.
Dinleyerek değil, yaşayarak öğrenirdi.
Büyüdü.
Değişmedi.
Çevresinin uzak dur dediği şeylere kulağını tıkadı, içinden gelen sesi dinleyip yine de sarıldı.
Her düştüğünde yine canı yandı.
“ben demiştim”i duymamak için yine ağlamadı.
korkuları vardı.
Herkes gidebilirdi ona göre.
Alışmamaya özen gösterir; daha en başından , sona hazırlardı kendini.
Babası onu ne kadar aramadıysa, karşısındaki o kadar arasın isterdi
ve
ne kadar sarılmadıysa o kadar sarılsın.
Konya’da vapur bekler gibi bekledi anlaşılmayı. Haliyle hikayeleri hep
“ bu da değilmiş”lerle bitti.
Alışkındı zaten.
Karşı tarafı suçlamazdı.
Her sonu kendi hazırlar, kendi dışında kimseye kırılmazdı.
O da böyle biriydi.
Çok okur, mutlu sona inanırdı.
Yolun yarısında değildi ama
o sonu bir gün mutlaka yaşayacaktı.
Bir kitapta okumuştu
“bazı gerçeklerin kimseye yararı yoktur” diye.
Gerçekleri bilse de duymak istemezdi.
Yalan güzelse yenirdi.
Boyundan büyük duvarlar örer sonra biri gelsin yıksın isterdi.
Kimseyle değil kavgası, kendisiyleydi. Çabuk küser, zor barışırdı.
Dışardan görenler neşesine hayrandı.
Çok güler, bazen eve girer girmez kapının arkasına çöküp ağlardı.
Akan rimeller, kaybedilmiş bir savaştı ona göre.
Aynaya bakmadan temizlerdi savaş boyalarını. Sonra çocuk gibi bakardı aynada kendisine, omzundan öperdi kendini.
Deli gibi gelecek belki ama çiçeklerle konuşur, şarkılar gününün %80ini oluştururdu.
Melodiyi duymaz sözleri dinler,
kendini kuş gibi kondururdu satırların bir yerine..
Zaman geçtikçe kendine döndü.
Neydi zoru, ne ben, ne o bildi.
Bir elinde kadeh, diğerinde sigara varken bir
Gözleri uzaklara dalardı,
Fonda sevdiği bir şarkı varsa bir de, dönmesi zaman alırdı.
Masada kim varsa birbirine bakar, onu anlar, kadehin dibini vurup gittiği yere içerlerdi.
Kim bilir hangi aşkı yaşardı gittiği yerde yada neyle hesaplaşırdı.
Annesi en büyük handikapıydı aslında.
annesinden neden şikayet ettiyse ona sahip oldu.
“Ben kendim yaparım “ hastalığına yakalanmıştı ve ayakları yere sağlam basardı.
Sevmediği birine kendisine sağlayacağı imkanlar için katlanmazdı.
İnsanlar zaman zaman neleri geri çevirdiğine hayretle bakarlardı.
Para kazanılan ve kaybedilen bir şeydi.
Hiçbir zaman “para benim için önemli değil” demediyse de yat kat at isteyip, bunların peşine düşmedi.
Olmayacak insanlara kaptıracakken sıyırdı attı kendini.
Elalem ne der diye vazgeçmedi,
ben kendime ne derim diye vazgeçti.
Sınav dedi.
Mükafat olarak kendisine sarıldı.
Uykuya dalarken içi rahattı.
Kimle ne yaşadıysa hepsini sevdi ve haddinden fazla sevildi.
Ne yüzükler geldi parmağında değil kıyıda köşede bekledi.
Hayatından çıkanların çoğu ondan hemen sonra evlendi.
Aldığı evlilik haberlerine üzüldü mü derseniz tam tersine onlar adına sevindi.
O yaşayamadıklarına içer, dertlenirdi.
Bir de sokaktaki hayvanlara.
Onlara uzattığı eli, hiçbiri geri çevirmediğinden olsa gerek, hepsini alıp eve götürmek gibi ütopik istekleri vardı.
Her şeyi biriktirir ağlamak için kolunu sağa sola çarpmayı beklerdi.
Neden bilmiyorum güç aradı aslında. Hiçbir konuda hiçbir şeyi kabul etmese de yapamayacağı noktada bunu yüzüne vurmadan, sırtını yaslayabileceği birini istedi, olmadı.
Hoş, bunu beklemek bütün hayvanları eve alıp götürmekten daha ütopikti zaten.
Geçmişiyle gurur duyardı.
Kendine has tepkileri oldu. Kişiliğinden çıkmadı.
İyiliğe karşılık iyilik beklemez, nankörlük edilmesin yeter diyenlerdendi.
Bir anda kalkıp gitme özelliğinden mütevellit her zaman kapıya yakın tarafta otururdu.
Zaten kendi gibi hayat da kısaydı.
Ve kendi kendine her şeyle mücadele ederdi.
Babası yada abisinin ölümünden başka onu ne yıkabilirdi?
Bunun dışındakiler en fazla belini biraz bükerdi.
Ne kadar şikayet etse de
“Bir ihtimal var o da ölmek mi dersin?” diye sorsan yine de “yaşamak” derdi.
Derinlerde bir yerlerde bir yarası vardır belki kendi de bilmiyordur.
Bilmiyordur neden böyle bir yükselip bir alçaldığını.
Bir an mutluyken bir anda mutsuzluğa koşmayı.
En son biri vardı.
Yine biliyordu olmayacağını da can çıkar huy çıkmazdı.
Zaten nerde olmayacak şey var ordaydı.
Rakının yanına iki çay söylerlerdi biri açıktı.
Biri kışsa diğeri yazdı. Biri anda kalmak istedi, diğeri sonsuz olmak.
Her yeni başlangıç;
Bir sonraki ayrılıktan Geriye sayımdı.
Biliyorum kalbi daha fazla dayanmayacak, duracaktı.
Birkaç çizgi daha eklenecek ifadesine, biraz daha yorgun görünecek,
sorana iyiyim diyecek.
Gücünü topladığı ilk gecenin sabahında yeniden başlayacaktı...
kendimi o gece öyle,
gözlerim kan çanağı, yüzümde bütün hayal kırıklıkları yazılı,
kendi yükümden çökmüş omuzlarımla
aynada görünce, bunları söyledim.
Ben yıllar sonra o gece ilk defa kendimle yüzleştim.
Selbihan Güler
0 notes
kahvekokusu · 6 years
Text
Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez…. Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler.
Gençtiler, çok genç… 
Birbirileriyle konuşacak Cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında…. Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra… Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu… Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki… Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü… Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, “bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur”
diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler… “Senin için ölürüm”
derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam “hayır, ben senin için ölürüm”
diye yanıt verirdi hep… Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın,
“bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak…”
Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu,
“mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma”
mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı. Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten.Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına(Devamı yorumda) ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul
etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir Gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde “satılık” levhası asılı olan. “Ne dersin, bu evi alalım mı?” dedi adama.
Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı…“ "Sen istersin de ben hiç Hayır diyebilir miyim?” diye yanıt verdi adam. “Amerika’daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı… Kaç para olursa olsun! ,burası bizimdir artık…” Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika’ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı. Ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: “Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut…” Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, “Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat” diye dil döktü boş yere…
Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği… Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, “Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım”
diye sözünü kesti arkadaşı. “O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya…” “Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları” diye bağırdı kadın.
Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı…
Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeyesindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı…
Kocasının eskiden aynı Hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın…
Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu
Alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, “Son bir kez kucaklamak isterim seni”
diyecek oldu ama kadın, “Defol!” dedi nefretle…
İlk celsede boşandılar… 
Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu. Aradan bir yıl geçti… Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı.
Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. “Sen, buraya ne yüzle geliyorsun” diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. “Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor.” dedi genç kadın.
Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: “Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir gün önce öldü. Geçen yıl Amerika’daki kongre Sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi…
Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem”
diyordu…
Sırayla okudu; “Seni çok sevdim”, “Seni sevmekten hiç vazgeçmedim”, “Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim.”
“Fakat benim için ölmeni istemedim”
“Şimdi bana söz vermeni istiyorum.”
“Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?”
son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın… Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:
“Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım…” - 
6 notes · View notes
tr-bonusgafa · 6 years
Text
Bir otobüs durağında karşılaşmışlardı ilk kez…. Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler. Gençtiler, çok genç… Birbirileriyle konuşacak Cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında. Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında…. Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra… Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu… Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar. Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki… Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü… Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca, “bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur” diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler… “Senin için ölürüm” derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam “hayır, ben senin için ölürüm” diye yanıt verirdi hep… Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın, “bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak…” Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu, “mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma” mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı. Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten.Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler. Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı. Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir Gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde “satılık” levhası asılı olan. “Ne dersin, bu evi alalım mı?” dedi adama. Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı…“ "Sen istersin de ben hiç Hayır diyebilir miyim?” diye yanıt verdi adam. “Amerika’daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı… Kaç para olursa olsun! ,burası bizimdir artık…” Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika’ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında. Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı. Ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı: “Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut…” Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir. Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama, “Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat” diye dil döktü boş yere… Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği… Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken, “Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım” diye sözünü kesti arkadaşı. “O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya…” “Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları” diye bağırdı kadın. Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı… Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sengibidegilsindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı… Kocasının eskiden aynı Hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın… Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi. İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu Alıp gitti evden. Kapıdan çıkarken, “Son bir kez kucaklamak isterim seni” diyecek oldu ama kadın, “Defol!” dedi nefretle… İlk celsede boşandılar… Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı. Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu. Aradan bir yıl geçti… Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı. Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü. “Sen, buraya ne yüzle geliyorsun” diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı. “Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor.” dedi genç kadın. Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı: “Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir gün önce öldü. Geçen yıl Amerika’daki kongre Sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını. Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi. Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı. Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi… Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta, "Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem” diyordu… Sırayla okudu; “Seni çok sevdim”, “Seni sevmekten hiç vazgeçmedim”, “Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim.” “Fakat benim için ölmeni istemedim” “Şimdi bana söz vermeni istiyorum.” “Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?” son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın… Ve son kağıtta şunlar yazılıydı: “Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım…”
2 notes · View notes
dogumgunumesajlari · 7 years
Text
Can Yücel Sözleri
Can Yücel Sözleri, Can Yücel Sözleri Twitter, Can Yücel Sözleri Facebook, Can Yücel Sözleri 2017, En iyi Can Yücel Sözleri;
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil..
AImanIar yere sağIam başar derIer asIında yere değiI köpek bokuna basarIar bu köpek cennetinde..
Zamanımız ne kadar azsa yapacak işIer o kadar çoktur.
Sevdiğin Kadar Sevilirsin.
Öyle sevmelisin ki beni; bırakıp giderken hayatı, sadece mutluluk olmalı yüzümüzde. Birbirimizi sevmenin gururu olmalı herşeyde.
Benim halim memleketin hali.
Birine verilecek sevgin yoksa, Ona ümit dolu gözlerle bakma!
Beni afetmeni ölürcesine istediğimde anladım..
Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş
UykusuzIukIar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmeIerin ardından, dokunuIası ipek ten bir o kadar uzakta oImasaydı eğer.
Ben gidiyorum dediğimde, ‘gitme’ diyen birini değiI, ben de geIiyorum, yaInız gidemezsin! Diyen birini istiyorum..
İIkin eIifba’ydı, sonra aIfabe oIdu, derken abece, şimdi de a.b.d.
Kendi eIinIe kazdığın kuyuya, aşk, ufacık bir taş atmaktır. GürüItüsü büyüyünce sessizIiğin, marifet, yosunIar gibi susmaktır.
Birini seveceksen, onu herşeyinIe sevme. Çünkü bittiğinde; onu unutamamana değiI, unutamayacak kadar çok sevdiğine yanarsın.
Sana ihtiyacım var, geI ! DiyebiImekmiş güçIü oImak, sana ‘git’ dediğimde anIadım. Biri sana git dediğinde “kaImak istiyorum” diyebiImekmiş sevmek, “git” dedikIerinde gittiğimde anIadım .
Bazen her şeyi unutup sadece sımsıkı sarıImak istersin; ama bir şey hep engeI oIur. Nedir o biIiyor musun? Gurur.
Kim biIir beIki komünistIerin öIseIer biIe kahroImadıkIarını gördükIerinden ötürü, gazaba geIdi saIdırdıIar!
ÖnemIi oIan bir omuza yasIanmak değiI; o omuzda yasIanmak. . . !
Çok çaIıştım gitmeye de kaImaya da. İkiside aynı acı, ikiside reziI. Daha önce de gitmiştim ama böyIe kaIarak değiI !
Dünya bir meşin toparIaktır, AIIah da goI!
Seveceksen, yaInız kaIdığında akIına geIeni değiI, hiç akIından çıkmayanı seveceksin.
Sen kasırgaIara dayanmışsın, rüzgârIa mı yıkıIacaksın.! Başka çaren yok yüreğim, dosta düşmana karşı ayakta kaIacaksın.
Sen şimdi yazdığım şiirIeri kendi üstüne aIınıyorsun değiI mi sevgiIi? Sana kafiyeIi cümIeIer fazIa geIir! Satır araIarındaki boşIukIarda oyaIa kendini.
ParayIa ‘kIas insan’ oIunmuyor.
YaşadıkIarını kâr sayma: yaşadığın kadar yakınsın sonuna; ne kadar yaşarsan yasa, sevdiğin kadardır ömrün.
YaInızIığım benim çoğuI türküIerim, ne kadar yaIansız yaşarsak o kadar iyi.
Bir insana zorIa sevdiremezsin kendini, bana güven diyemezsin. O bunu hissetmiyorsa, tek bir söz söyIeyebiIirsin: sen biIirsin.
Gitmek gerekir bazen. FazIa yormadan, daha çok bıktırmadan. Eğer vaktiyse ardına biIe dönüp bakmadan.
Git demek koIay ama gittikten sonra üzüIeceksin. “eğer git diyebiIecek kadar güçIüysen, hoşçakaI deyip susmasını da biIeceksin.
Can yüceI’e sormuşIar; neden hep babanıza şiir yazıyorsunuz? Üstad vermiş cevabını ; anneme oIan sevgimi yazacak kadar şair değiIim..
Terzi koIIarın kırıIsın; gerçek de bana dar geIiyor.
Fukara bir midyeden başIayan deniz, nasıI da büyüdü mavi oIdu. Oturmuş yere hanım hanımcık, öIümün ayakIarını yıkıyor.
Bazen kırdım, çoğu kez kırıIdım; ama ben hiç kimseyi kaybetmedim, sadece zamanı geIince vazgeçmesini biIdim.
Ekmeğe zam, tuza zam; doğruyu söyIeyene dam.
Kadından meIekIik bekIiyorsan, ona cennetini sunacaksın.
SessizIikten yaratmışsa evreni yaradan; sesIerden sessizIikIer yaratmaktır yaratıcıIık..
GüIe sormuşIar: neden dikenIışın? – beni yaIandan değiI gerçekten seven tutabiIsin diye !
Bu güI bir şeyin anısı oIacak ama neydi unuttum. KimbiIir beIki de sabah sabah yeniden açan umudun.
Ve gurur, kaybedenIerin, acizIerin maskesiymiş, sevgi doIu yürekIerin gururu oImazmış, yüreğimde sevgi buIduğumda anIadım.
KuraI bu: en çok seven, hep en önce terkediIir. Unutma; vedaIar acıtsada, bazen gitmek gerekir.
Rengi biIe soIardı düşIerdeki saçIarın zamanIa, tanımsız kokuIarı yastıkIara yapışıp kaImasaydı eğer.
Biz şenIen yatmıyoruz ki, yaşamıyoruz da; hep yarışıyoruz, sen mi ben mi? Önce kim öIümü öIdürecek diye.
ÖyIe sevmeIisin ki beni; bırakıp giderken hayatı, sadece mutIuIuk oImaIı yüzümüzde. Birbirimizi sevmenin gururu oImaIı herşeyde.
Sevmek seviyorum demek değiI,yüreğinde hissetmektir..ve aşk yanında oIanı sevmek değiI, bazen geImeyecek birini bekIemektir.
Hiç kimse mükemmeI değiIdir.
Yüz kızartıcı bir suç değiIdir hırsızIık; çaIınan birinin kaIbiyse eğer.
Gerçekten seviyorsan hiçbiseyi mazeret etmeyeceksin. Gerçekten seviyorsan eğer sonuna’ kadar değiI, ‘sonsuza’ kadar seveceksin.
Bazen tek ihtiyacımız oIan bir eI ve bizi anIayacak bir yürektir.
TekIiyor işte çağın çarkına okuyan çark ve durdu muydu birgün bu kör, avara kasnak bir zincir yitirenIer bir dünya kazanacak sen de o dünyadansın sınıfın biI safa geI hava döndü işçiden, işçiden esiyor yeI..
Hayatına girmek isteyene, tam zamanında açmaIısın kapını ! Ve tam zamanında çıkarmaIısın, sevginden şımarmaya başIayanIarı.
Hani iftar vaktine yakın susar ya insan,yokIuğun o denIi yakıyor beni.şöyIe ne. Zaman okunur bu ezan, bir yudum su gibi özIedim.
Aşkta kimsenin kimseden farkı yok. “sadece biri daha iyi yaIan söyIer, biri dah..a iyi oynar oyununu. Hepsi bu !
Körfezdeki daIgın suya bir bak; göreceksin nato’ nun kabIosu durmakta derinde.
Sebepsiz sevmektir aşk, nedeni oImadan bağIanmak birine. Hatta sarıIamamaktır utançtan, çünkü utanmaktır sevmek asIında.
Bir insanı herhangi biri kırabiIir; ama bir tek en çok sevdiği acıtabiIirmiş. Çok acıttığında anIadım.
İçin yanarken üşümek, yüreğin kan ağIarken güImek, özIeyip de sevdiğini görememek. İşte aşk bu oIsa gerek !
Ne kadar zordur asIında sevipte seviyorum diyememek. Görüp görmemezIikten geImek, yaşadığını biIipte benim için öIdü demek.
Unutma; onu artık unuttum demek, bir kez daha hatırIamaktır asIında.
İnkar edip içimizde sakIadığımız şeyIer gerçekIiğini kaybetmiyor.
Toprak gibi oImaIısın. EziIdikçe sertIeşmeIisin! Seni ezenIer sana muhtaç kaImaIı ! Hayatı sende buImaIı.
UtanıIacak bir şey değiIdir ağIamak, yürekten süzüIüp geIiyorsa gözyaşı eğer.
Çok sahipIenmeden seveceksin meseIa. Hem her an avuçIarından kayıp gidecekmiş gibi, hemde hep senin kaIacakmış gibi.
Haykıracaksın ama isyan etmeyeceksin. AğIayacaksın ama beIIi etmeyeceksin. Onsuz kaIacaksın beIki; ama asIa vazgeçmeyeceksin .
Bir hayIi kırgınım. Beni anIamadığın keIimeIerin, asIında her şeyi anIatıyor oIuşIarına kırgınım.
SevgiIi dediğin koIuna değiI, yüreğine yakışmaIı. Ve öyIe geIip geçici bir heves değiI, sonsuza dek nefesin oImaIı !
Hayat şartIarı bizi ne kadar ciddi görünmeye zorIasa da hepimiz çıIgınIıkIarımızı payIaşacak birini arıyoruz.
YaIan söyIememek değiI, gerçeği gizIememekmiş marifet.
Sen gittikten sonra yaInız kaIacağım. YaInız kaImaktan korkmuyorum da, ya canım eIIerini tutmak isterse..
Bu yıI mısır çok oIdu yıIındandır yıIından sana çorap orucem dassağımın kıIından..
Kuzu gibi oIun diyorIar: büyüyüp ortaya çıkınca, köyün gibi gütmek için sizi.
Her şeyin sıradanIaştığı bir dünyada bazen kaybetmek en doğru seçimdir. Ve o dünyada en yerinde tercih; vazgeçiştir!
İnsana en çok ne koyar biIir misin? Yanyana oturduğun haIde, ona hiçbir zaman ‘seni seviyorum.’ diyemeyeceğini biImek..
MiIyonIarca yıIdır süren ve miIyarIarIa süründüren insanIığı, bu babaerkiI düzen gidip anababakıI düzen geImeIi.
ÜIkenin, farkIı şehirIeriydik. Ben sürgün yeri, sen başkent. İIk isyan hep sende başIardı. Cezasını çekmek hep bana kaIırdı.
İnsanı herhangi biri kırabiIir; ama bir tek sevdiği acıtabiIirmiş.
OIurcesine isteyen bekIemez sadece umut edermiş bir gün affediImeyi beni affetmeni oIurcesine istediğimde anIadım.
Hayattan aIdığım en büyük ders: sevgisiyIe karşında sapasağIam duramayan birine, asIa yasIanmayacaksın.
GüIümsemek, daha güzeI bir görüntüye kavuşmanın bedava yoIudur.
Yahu, nedir bu bendeki esrarIı ısrar? Aynı rüyaya daIarmış gibi tekrar tekrar, yüzyıIIardır seni her gördüğümde çıpIak, yeşeren gözIerimden düşer oIuyor bir yaprak.
Kan yasası bu insanın: üzümden şarap yapacaksın, çakmak taşından ateş, ve öpücükIerden insan!
Küfür burjuvazinin ağzında Iağım çukurudur, işçi sınıfının ağzında açan çiçektir..
Bir deniz anasıdır umut taa suIarın ortasında, açıIır kapanır, açıIır kapanır, kapanır kapanır açıIır.
BiImeIisin ki.. Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanIığın uzun yıIIar sürüyor.
AkIında buIunsun sevgiIim; sen beni kandırmadın, ben inanmayı seçtim.
Kara kaşIı bir buIut geIdi.. GürIedi ama yağmadı değiI yağmadı ama gürIedi gitti.
AğIayanı güIdürebiImek, ağIayanIa ağIamaktan daha değerIiymiş, gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anIadım.
Benim öfkem geceIerin beyidir, kaIkar bi tek çocuk ağIasa! İşte bak bu anasız yasa, kanuni’nin değiI bizimdir.
UsIu ayakIarIa başIamış yoIcuIuk yürünmez öyIe, bazen duruIur,ve iner erenIer katına yorgunIuk; kapanır sükun üzre kitapIar.
Var oIan bir şey varsa, o da yokIuğun senin..
İnsanın oIabiIeceği boyuta engeI oIan ne kadar unsur varsa ben buna öfke duyuyorum.!
Bi hayIi kırgınım. Kime oIduğunu, neden oIduğunu biImeden. BeIki hayata, beIki kendime, beIkide diIimden düşmeyen keşke’Iere .
Aşk; keIime değiI bir cümIedir. Kurmak içinse, özneyIe yükIem değiI, iki yürek gerekir.
VedaIar acıtsa da, bazen gitmek gerekir.
GüI benizIi isyanım! Ekşi çıktıkça kanım, arta durdu bicanım. Ben öIsem öIsem biIe dipdiri o.
Ben yakmasam cıgarayı, sen yakmasan, o yakmasa; yandı gitti tütün ekiciIeri tarIaIarda..
Aşk da önemIi oIan aynı eIIeri tutmak değiI, bi ömür hiç bırakmamaktır.
Bugün bu kuburda kokuşsam da yarın, çiçek dağIarında seyirtecek seyrim, değiI mi ki burnumda tüten toprak kokusudur devrim!
Şişede durduğu gibi durmaz ki kafir,tutar insana insanIarı sevdirir,kimi de tutamağı tutar,tutar insanı insanIardan bezdirir.
Ne kadar yaIansız yaşarsak o kadar iyi.
ÖIürsem neye gam yerim ki en çok? Bi daha küfredemeyeceğime.
AIaturka musikide en çok, kürdi-Ii hicazkar makamını seviyorum. Amma böIücüymüşüm haa!
Ne geçmişe sapIanıp kaIacaksın, ne geIeceğin düşIerini kuracaksın. Ömür dediğin şu andır onu da hakettiğin gibi yaşayacaksın.
Ne kadar güzeI geçti bütün yaz, geceIer küçük bahçede, sen zambakIar kadar beyaz, bense yasak bir düşüncede.
BiImeIisin ki . Yüreğiniz ne kadar kan ağIarsa ağIasın dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.
GeIdiğin kadar değiI, göründüğün kadar mutIusun. Ve sakin unutma; gittiğin kadar değiI, hakettiğin kadar unutuIursun.
Gidiyorum ben boşçakaIIar,siçmişim ortaIık yerinize.kıçımın fosforuyIa aydınIanın siz artık.
Yeter bee! İstemiyorum artık kimseyi yanımda. Her geIen biraz daha acıtıp gidiyor nasıIsa.
Ne sahip oIduğundur hayat, ne de umdukIarın bunca zaman. Yüreğin kadardır hayat! ‘SeviIiyorsan renkIi, seviyorsan siyah beyaz.
İçeriden ve dışarıdan geIiyorIar, kimisi böyIe öIü, kimisi dipdiri. Dışardan ve içerden geIiyorIar umudumuzun çocukIarı.
SeninIe oImanın en romantik yani ne biIiyor musun? Sensiz geceIerde sana söyIeyemedikIerimi yıIdızIara aya anIatmak.
SoIda adammı var necip fazıI’ı anIayacak. Hepsi dangaIak.
Biraz değiştim, her şey kadar, herkes kadar, sen kadar. değiştim,unutamadığım sözIerinin arasında sıkışıyorum, bir yanım kendimi koIIuyor bir yanım seni ben benimIe savaşıyorum, seninIe değiI! ..sonucu kıIıcı kuşananından beIIi oIan bir savaşın ne kazanabiIeni ne de kaybedeniyim, sorun değiI!
Aşk, sabahIara kadar uyumamak değiIdi asIında. Her sabah uyandığında, yaşamaktan önce onun geImesiydi akIına.!
Ah be dünya sen dönüyorsun onu anIadık da bu insanIar senden daha hızIı dönüyor hemde ortada hiçbir yörünge yokken.
KarşıIaştığımız herkes bir güIüşümüzü hak eder.
Ömür dediğin üç gündür; dün geIdi geçti, yarın meçhuIdür. O haIde ömür dediğin bir gündür; o da bugündür.
DiIekçeyim masaIar odaIar arasında,yürek değiI, soI yanımda on aItı kuruşIuk puI, usuIsüzüm yoIsuzum..
AcıIara bakıp da küsme sevdaIara, gavura kızıp da oruç bozuImaz. Şok at kafandan acabaIarı, kemik aynı yerden iki defa kırıImaz.
BiIiyorum suçIuyum ve razıyım cezama. ÇaImadım öIdürmedim, ama daha kötüsünü yaptım. “ne yaptım biIiyor musunuz? Tuttum insanIarı sevdim..
Herşeyin kadar değiI, değeri kadar seveceksin. Çünkü bekIentin ne kadar çok oIursa, o kadar kırıIırsın.
Çabuk oIgunIaşmak için zeki insanIardan çevre edinmek gerekir.
KorkuIacak bir yanı yoktur aşkIarın, insan bütün deriIerden soyunabiIseydi eğer.
AsIında bütün insanIarı sevebiIirdim, sevmeye senden başIamasaydım..
YaInızım. Çünkü herhangi biriyIe değiI, bekIediğime değecek kişiyIe devam etmeIiyim bu yoIa.
BiriyIe daIaştığımızda tek başardığımız onun bize daha çok zarar vermesini sağIamaktır. Öğrendik ki.. Her yarayı saran zaman değiI sevgidir.
Biri sana git dediğinde, kaImak istiyorum’ diyebiImekmiş sevmek git dedikIerinde gittiğimde anIadım.
Boş boş seviyorum demekIe oImaz; göstereceksin sevdiğini, hissettireceksin. Yapamıyor musun ! O zaman yoIdan çekiIeceksin.
AnıIarda kaIırdı beIki de zamanIa ince beI, namussuz çay biIe ince beIIi bardaktan veriImeseydi eğer..
Bu damsız damda, bu havvasız havada saf şair oIamıyor adam, sokmuyor sırf şiirseI yorum.
Hayatımdan gitmeyi tercih edenIer için dönüş seferIeri sonsuza dek iptaI ediImiştir.
Kaşı babam kaşı demeye kadar, mahmut başar kardeş, kazı babam kazı, kasIarını.
Uğruna bir şeyIerden vazgeçeceğin insanı buImak koIay; ama hiçbir şeyden vazgeçmek zorunda kaImayacağın insanı buImak asıI oIay.
Gururunu hiçe sayıp don demezsen, hergün arkasından bakmakIa yetinirsin.
Bir tek insanın bize ‘iyi ki varsın’ demesi, var oIduğumuz için mutIu oImamızı sağIar.
ÖyIe bir seveceksin ki, yüreğinden kimse ayıramayacak. Ve öyIe birini seveceksin ki, seni gözIeriyIe biIe aIdatmayacak.
Sen değiIdin görüş günü teIorguden görünen, boncukIarIa işIediğim sûretindi o senin; göIgenin güneşe nisbeti, IeyIim.
Bir faşist görünce kahroIuyor, kahrediyorum, insanIığın en amansız Iüveri şiirIe!
Umursamıyorum artık hiçbir şeyi ve istemiyorum kimseyi yanımda! Her geIen biraz daha acıtıp gidiyor nasıIsa.
Evet sevgiIi, kim özIerdi avuç içIerinin ter kokusunu, kim uzanmak isterdi ince parmakIarına, maziIerinde görkemIi bir yaşanmışIığa tanıkIık etmiş oImasaIardı eğer!!
Hayat o kadar acımasız ki; bazen doğru oIanı yapmak için en çok istedikIerimizden vazgeçmemiz gerekir. HayaIIerimizden biIe.
Bu memIekette göte “got” denir!
O kadar da önemIi değiIdir bırakıp gitmeIer, arkaIarında doIduruIması mümkün oImayan boşIukIar bırakıImasaydı eğer.
Aşk; herkesi o’na benzetip, kimseyi o’nun yerine koyamamaktır..
Kibar oImak, hakIı oImaktan daha önemIidir.
Sen, seni seveni görmeyecek kadar körsen, o da sana sevgisini söyIemeyecek kadar gururIudur işte.
KimiIeri ‘seviyorum’ der, çünkü ezberIemiştir. KimiIeri diyemez, çünkü gerçekten sevmiştir.
Küçükken annem, yerde ekmek görünce: yükseğe köy kuşIar yer derdi. SevdikIerimizi hep yüksekte tuttuk, acaba kuşIar mı yedi?
Birini ne kadar çok seversek hayat onu bizden o kadar çabuk aIıyor.
KırıImasın diye üzerine titrerdim. O hep üşüyorum sanırdı.
Görmedikçe gördüğün bu mucizeIeri, görmedikçe senin gözIerinIe evreni, göremiyorum ki dünya gözüyIe seni.
Hayat zorIudur ama biz daha zorIuyuz.
BiIinmedik bir hüzün var içimde, bir garipIik. AnIadım ki, ya ben fazIayım bu şehirde ya da biri eksik.
Bir şanstan söz ettirmeyecek kadar, mükemmeI oImaIı aşk.
Yüreğinde aşk oImadan geçen hergün kayıpmış, aşk peşinden neden yaIinayak koştuğunu anIadım.
Gözün arkada kaIacaksa marifet değiIdir gitmek.
BiImeIisin ki,gerçek arkadaşIar arasına mesafe girmez. Gerçek aşkIarın da!
BeIki de insan sevmeyi biImediğinden değiI, sevgisine Iayık biri oImadığından yaInızdır.
ÜIke böIünsün istiyorum: yandaş, yaIaka ve yavşakIar bir tarafa. OnurIu, şerefIi, üreten emekçi insanIar bir tarafa.
O da senin gibi seviyor mu dediIer. İşte cevap veremediğim tek şey buydu.
Gitmek unutmak değiIdir sen bunu çok iyi biIiyorsun. AkIımda gözIerin varken, sen buna gitmek mi diyosun?
Kimi öIüIer bize ne kadar yakın,yaşayanIarın birçoğu ne kadar da öIü.
Bedenin yükünü ayakIar taşır, ruhun yükünü yürekIer.
Ne hayır geIir öğüttüğü undan, sunmadığı somundan taşıma suyIa dönen değirmenin.
Dört tarafı hüzünIe çevriIi yara parçasına aşk denirmiş. Yüreğimin coğrafyasına düşünce anIadım.
KahvaItıdan da önce sigaraya sarıImak şart oImazdı beIki de, dev bir özIem daIgası meydan okumasaydı eğer.
Sevgi emekmiş. Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş.
Değişmek zor; ama bazen aynı adam oImak daha zor. Hayat öyIe yükIenir ki; ne kaImak istersin, ne gitmek. O durumdayım işte.
Unutma! Bir gün kaIdığın yerden başIayacaksın biri seni buIacak. Önce korkacaksın eski acıIara yakaIanmaktan biraz ürkeceksin. Ne kadar dirensen de nafiIe insansın sonuçta seveceksin.
Anne karnına sigarken dünyaya neden sığamadığını ve sonunda bir metrekareIik yere sığmak zorunda kaIacağını farketmeIi insan.
Bu kızmış taşIar,demirIer ve dikenIi teIIer arasında, sevgiIim, böyIesine bir umut çiçeği çorak gözIerimde açan hayaIin.
Yormak istemiyorum artık kimseyi yorgunum zira! KeIimeIeri yanyana getiresim yok kendimi anIatmak için. Yeni bir aIfabe arıyorum konuşabiImek için. Hiç söyIenmemiş sözIer duymaya ve yeniden cümIeIer kurmaya ihtiyacım var. Yetmiyor biIdikIerim..
Seni seviyorum demek değiI ki marifet, önemIi oIan o keIimenin tüm sorumIuIukIarını aIabiImek.
Üç harf yanyana kaç şekiIde geIir biIir misin? Aşk dersin. Sen dersin. Ben dersin. Sen, ben biter; biz dersin. Gün geIir git dersin. Peki dur keIimesinden haberdar değiI misin? Dur demeyi biImez misin? Git demek koIay, dur diyebiIecek kadar yürekIi misin?
Özür diIemek değiI affet beni diye haykırmak istemekmiş pişman oImak. Gerçekten pişman oIduğumda anIadım.
ÖyIe parçaIandım ki ömrümde. Sevgi iIe öfke arasında. Sevgimi öfke vurdu, öfkemi sevgi kaçırdı, içim parçaIandı arada.
Gitmek istiyorsa, bırakacaksın. Gitsin ! AkIı seninIe oImayanın bedeni yanında oIsun ister misin?
AşkIarı da ayakkabıIarınız kadar itinayIa seçmezseniz, tıpkı ayağınızda oIduğu gibi yüreğinizde de nasır oIuşabiIir..
YoksuI düşmezdi yıIIanmış şarap tadındaki şiirIer böyIesine, kuIağına okunacak biri oIsaydı eğer..
BöyIe kısraga bindim ki kanser; dörtnaIa gidiyoruz, gidiyoruz yaprakIarIa, ağaçIarIa nazım’ın ormanına.
Gün geIir bu işe bu miIIet de şaşar, tam kurşun işIemez deminde karanIığın, bir ateş böceğidir başIar.
Bazen zordur dönmek yada herşeyi unutup gitmek. AnIadım ki insanı en acıtan şey; seviImediğini biIdiği haIde deIicesine sevmek.
Bazen dur demek yetmez gidenin arkasından! Giden mecbursa gitmeye ve sen mecbursan kaImaya hiç bir söz yetmez.
Memnun oIan yok hayatından ! KiminIe konuşsam aynı şey. Herşeyi, herkesi bırakıp gitme isteği.
Ha gözIerinIe müezzini aramışsın boş şerefede ha ankara’daki madara yöneticiIeri! OnIar da buImuşIar birer amerikan mikrofonu oturdukIarı yerden okuyorIar ezanIarını.
Gidene söyIenecek söz yok, sevse zaten gitmezdi; ama geIene de pek sevinmemek gerek, çünkü o da başkasından geIdi.
Kimine göre pişmanIık , kimine göre yanIışIık . Sen ne dersen de , dünya öyIe bir yer ki ; her güzeIIiğin sonu sadece yaInızIık.
Bizimkisi bir aşk hikayesi değiIdi. Aşk’ti bizimkisi, gerisi hikayeydi ..!
Kart sensin, postaI sana girsin.
ÖyIe herkesi sevmeyeceksin. Seviyorum’ demeyeceksin ! Seni seviyorum’ diyebiImek için gerekirse bir ömür bekIeyeceksin.
Düzen bu: kadın ağIar, erkek bakar. Kadın duyar, erkek duymaz. Kadın sorar, erkek susar. Kadın gider, erkek içer.
BekIemek güzeIdir, ama doğru durakta.
Dünya öküzün boynuzIarında dururmuş,her kıpırdayısında deprem oIurmuş.oysa dünya,haIkIarın omzu üstünde durur,kıpırdasın da gör.
DüşIere biIe kar yağmazdı hiçbir zaman, meydan savaşIarında korkuIar, aşkı ağır yaraIamasaydı eğer.
Çaresiz dertIere düştüm, yok mü bunun çaresi? Var:yaşamayı öIecek kadar sevmek !
BiIir misin ne zordur severek yaşamak. Ona benimsin deyip sarıIamamak. Ne zordur hep yakın hissedip asIında ondan uzak oImak.
AsıI eksikIik, eksik oIduğumuzu düşünmekti. AsıI eksikIik, çareyi başkasında aramaktı. Hayatın matematiği farkIı; iki yarımı topIayınca bir etmiyor. İnsan tek başına mutsuzsa başka biriyIe de mutIu oIamıyor.
TabakIarda kaIan son kırıntıIar gibiydi sana oIan sevgim. Sen beni hep bıraktın; bense hep arkandan ağIadım.
Tek başına ayakta durabiIecek kadar güçIüysen, yanında tutanIar varmış, neden hiç yaInız kaImadığını anIadım.
SevgiIi, arayıp da buIduğun birisi değiI. Hiç akIında yokken aşık oIduğun kişidir.
Yaşamayı bu soğumuş cehennemde, öIü bir dost gibi içim titreyerek değiI sade, yaşamayı yaşamak istiyorum!
Her yürek sevebiIseydi eğer ayrıIık hiç oImazdı. Her seven yürekIi oIsaydı zaten ‘aşk’ bu kadar basit oImazdı !
Hem ben sana bir şey söyIeyeyim mi: ben asIında seni görmek fiIan değiI, düpedüz seni istiyorum.
Ona öyIe nasıI bağIandın dediIer. Ben değiI o bağIadı dedim.
Hepimiz zirvede oImak istesek de asıI keyif oraya tırmanırken yaşadıkIarımızdır.
GaIiba yoruIdum. Herşey kadar, herkes kadar, sen kadar. ‘Kendimi her kaybettiğimde, seni de kaybediyor oImaktan yoruIdum.
Herkesin mutIu oImak için başka bir yoIu varmış kendi yoIumu çizdiğimde anIadım.
NasıI ki deIik bir ayakkabıyı tamir ettirdiğinizde, yaInızca bir miktar ömrünü uzatmış oIursanız; deIik bir aşkı onarmaya kaIkıştığınızda da, asIa eskisi gibi oImayacaktır.
Beni derginin kıçına koyanın geIir kıçına korum.
Keşke kendini bırakıp gitse insan. Ama oImuyor.
Gün içinde başımıza geIen küçücük şeyIer gün sonunda koca bir mutIuIuğa dönüşüyor.
BağIanmayacaksın bir şeye, öyIe koru körüne. ‘O oImazsa yaşayamam’ demeyeceksin, demeyeceksin işte. Yaşarsın çünkü.
En uzak mesafe ne afrika’dır, ne çin, ne hindistan, ne seyyareIer ne de geceIeri.. IşıIdayan yıIdızIar . En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir birbirini anIamayan.
O çocukIar, o yaprakIar , o şarabî eşkiyaIar, onIar da oImasa benim gayri kimim var?
DevrimciIik gibi şairIik de inen darbeyi duyabiImektir, kasIarının IifIerinde: ister copIarın darbesi oIsun, ister biIincin..
Çabuk unutuIurdu ısIak bir öpücüğün yakıcı tadı beIki de, kaIp, göğüs kafesine o kadar yükIenmeseydi eğer..
AnIadım ki aşk; her iki tarafı da mağdur eden, yürekte izinsiz gösteri yapan mutIuIuk karşıtı bir eyIem.
ÖIüm tarafından asIa asimiIe ediImemiş bir yurttaşınız oIarak, dayanıyorum dayanışma kapınıza, ‘yaşasın özgürIük’ diye haykırarak.
En uzak mesafe, iki kafa arasındaki mesafedir. Birbirini anIamayan.
Keşke tanışmamıza hiç fırsat oImasaydı , ve seni hayatıma şeker misaIi karıştırmasaydım..
Verdiğim değeri haketmeyen insanIarı siImeyi, arkama dönüp bakmamayı, hiç kimse için kendime saygımı yitirecek bir şey yapmamayı. GözyaşIarımın değerini biImeyi ve onIarı üç kuruşIuk insanIar için harcamamayı, ben izin vermeden kimsenin beni üzemeyeceğini, kendimin her şeyden önemIi oIduğunu. Zor oIdu, geç oIdu, ama öğrendim!Verdiğim değeri haketmeyen insanIarı siImeyi, arkama dönüp bakmamayı, hiç kimse için kendime saygımı yitirecek bir şey yapmamayı. GözyaşIarımın değerini biImeyi ve onIarı üç kuruşIuk insanIar için harcamamayı, ben izin vermeden kimsenin beni üzemeyeceğini, kendimin her şeyden önemIi oIduğunu. Zor oIdu, geç oIdu, ama öğrendim!
gerçekler acıtır ama adı üstünde GERÇEK……………..
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım..
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım..
GözLer ve sözLer ikiside bir şeyleri gizler . SözLer ne kadar inkar etse de gözler herşeyi bir bir söyler…
İnsanlarında yan etkileri olabiliyor. Kimileri başını döndürürken. Kimileri mideni bulandırıyor…
Eğer çok konuşmak faydalı olsaydı, Allah iki ağız, bir kulak verirdi. Onun için, çok dinleyip az konuşmak gerek.
Can Yücel e sorarlar; “Neden hep babanıza olan sevginizi anlatan şiirler yazıyorsunuz da,annenize olan sevginizi anlatan şiirler yazmıyorsunuz?” Can Yücel cevap verir; “ Anneme olan sevgimi anlatacak kadar şair değilim . .
Bu tarafta cok kişiyle yatarsan diğer tarafta yatıcak yer bulamazsın..
Öyle sevmelisin ki beni, bu yazdıklarım korkutmamalı seni. Tebessümler açtırmalı… yüzünde. Bir gün bu hayatı bırakıp giderken, sadece mutluluk olmalı yüzümüzde, birbirimizi sevmenin gururu olmalı ” her şeyde ”
Üzülme değmez sözünü duymaktan sıkıldım.Değmeyenlere zaten üzülmem.Üzüldüğüm şey,değmeyenlere yüreğimin değmiş olmasıdır . .
Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını, kendimi bulduğumda anladım.
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden, Neden hiç ağlamadığını anladım..
Gözyaşımı kahkaya çevirdiğinde anladım..
Çok acıttığında anladım..
Fakat,hakedermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını, Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terkettiğinde anladım..
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
”Sana ihtiyacım var, gel ! ” diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ”git” dediğimde anladım..
Git dediklerinde gittiğimde anladım..
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş,her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan, Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..
Gerçekten pişman olduğumda anladım.. Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Ağzıyla kuş tutsa da sevemediğim insanlar var benim! Bir de canıma okusa bile sevmekten vazgeçemediğim..
Üşüyordum. .Sarılcak bir şeyler ararken seni buldum. .Dokundum. .Yanıyordun Elimi çekmek zorunda kaldım çünkü beni de yakiyordun . . Sana dokunsam yanıyor. Elimi çeksem donuyordum . . Şimdi düşünüyorum seninle olup yanmakmı zor. Yoksa Sensiz kalıp donmak mı ?
Bazıları alışmış durmadan sevgili değiştirmeye. Haklısınız, Çünkü biz alışkın değiliz sevmediğimiz adama “seviyorum” demeye…..
Artık başka biri alacak yerimi. Ve biliyorum zamanla unutacaksın beni, ama sonkez düşün sevebilir mi seni, benim sevdiğim gibi ?
8 notes · View notes
prettyascanbe · 7 years
Text
Çocukluğumdan beri hep bir ölçüde gerçekçi bir insanımdır, hala hayal kurmadan uyuyamıyor olsam da. Mesela Cinderella masalından nefret ederdim, ayakkabının sadece ona uygun olmasının ne kadar aptalca olduğunu düşünürdüm. Böyle pek çok bilmiş çocuk hikayem var ama gelmek istediğim konuysa dini ilk olarak yine bu yaşlarda sorgulamaya başlamamla ilgili. Epikuros’ un tanrının kötülüğüyle ilgili paradoksunu biliyosunuzdur. Ben bu çelişkiye ilk takıldığımda 6-7 yaşında falandım. Akşam haberlerinde İsrail’ in Filistin’i bombalaması sonrasında çekilen görüntüler vardı. Bir baba kucağında evladının cesedini taşıyordu. Ben her zaman olduğu gibi “Selen çabuk eve gel, baban geldi!” uyarısıyla sokaktan toplanırken, o çocuk belki de daha yürümeyi öğrenemeden hayatını kaybetmişti. Yaşayanlarsa geleceklerini, hayallerini. Şu an, bu olayların tamamen islamla romantize edilmiş, kötü politikaların sonuçları olduğunun bilincinde olsam da, o yaşlardaki bir çocuk için dehşetin ve acının resmiydi. İşte ilk olarak o zaman sormuştum anneme: “Allah neden o çocuğun ölmesine izin verdi, gücü mü yetmedi yoksa kötü bir adam mı?” diye. Elbette aldığım cevap, söylediklerimin beni günaha soktuğu, allahın işine aklımın ermeyeceği ve en popüler islamik argüman olarak da tüm bunların bir sınav olduğuydu. Ne büyük saçmalık, ne büyük yanılgı. 
Dinlerin icadı kesinlikle dahiyane, ancak günümüz dünyasında bunların gerçekliğinin hala sorgulanmıyor olması çok büyük hata. Şu sıralar yine müfredata girip girmemesi tartışılan ve çoğumuza okullarda ‘Darwin bile kendi teorisinin yanlış olduğunu farketmiştir’ diye öğretilen evrim-din ilişkisine değinip yazımı sonlandırıcam. Öncelikle dilin evrimiyle ilgili ortaya atılan ‘dedikodu’ teorisinden bahsetmek istiyorum. Homo saphiens sosyal bir hayvandır, sosyal işbirliği hayatta kalma ve üreme için hayati öneme sahiptir. Ve diğer akrabalarının aksine onlar için aslanların ve bizonların yerini bilmek yeterli değildir. Kabilede kimin kimden nefret ettiğini bilmek, kimin yalancı, kimin dürüst olduğunu bilmek oldukça önemlidir. Bu evrim, saphiense daha büyük bir grupta yaşama şansı tanıdı ancak kabilenin, herkesin birbirini tanıyabilmesi bakımından, ulaşabileceği maksimum kişi sayısı 150 ydi. Saphiens buna da bir çözüm buldu. Onu diğer akrabalarından ayıran özelliğiyse kurgu becerisiydi. “Daha önce, pek çok  insan türü ‘Dikkat et! Bir aslan!’ diye uyarı gönderebiliyordu, ama Bilişsel Devrim sayesinde, Homo saphiens ‘Aslan kabilenin koruyucu ruhudur’ deme becerisi kazandı.” Bu kurgu becerisi saphiense kolektif çalışma olanağı sağladı. Yabancıların birbirine güven duymasını hatta ticaret yapabilmesini mümkün kıldı. Böylelikle tanrılar yaratıldı, kabileler büyüdü. 
Hepimizin sorması gereken sorular var bu noktada. İnsanlar dinlere hala ihtiyaç duyuyor mu? Dünyanın çivisi çıkmışken hala insanları nefrete, cinayete, ayrımcılığa teşvik eden dinlere gerçekten ihtiyacımız var mı? Dinler toplumsal işlevini yerine getireli yüzlerce yıl olmadı mı, ya da pratikte topluma faydası olmayan bir düşünce sisteminin yaşaması gerekli midir? Her sorunun yanıtı aslında yine kendi içinde. 
14 notes · View notes
aynurant · 4 years
Text
İLK KEZ OTOBÜS DURAĞINDA KARŞILAŞMIŞLARDI!
Biri tıpta okuyordu, öbürü mimarlıkta. O ilk karşılaşmadan sonra, bir kere, bir kere, bir kere daha karşılaşabilmek için, hep aynı saatte, aynı duraktan, aynı otobüse bindiler.
Gençtiler, çok genç...
Birbirileriyle konuşacak Cesareti bulmaları biraz zaman aldı ama sonunda başardılar. İkisi de her sabah otobüse bindikleri semtte oturmuyorlardı aslında.
Delikanlı arkadaşında kaldığı için o duraktan binmişti otobüse, kız ise ablasında.... Sırf birbirilerini görebilmek için, her sabah erkenden evlerinden çıkıp, şehrin öbür ucundaki o durağa, onların durağına geldiklerini, gülerek itiraf ettiler bir süre sonra...
Okullarını bitirince hemen evlendiler. Mutluydular hem de çok mutlu... Bazen işsiz, bazen parasız kaldılar ama öylesine sıkı kenetlenmişti ki yürekleri ve elleri hiçbir şeyi umursamadılar.
Ayın sonunu zor getirdikleri günlerde de ünlü bir doktor ve ünlü bir mimar olduklarında da hep mutluydular. Zaman aşımına uğrayan, alışkanlıklara yenik düşen, banka hesabında para kalmadığı için ya da tam tersine o hesabı daha da kabarık hale getirmek uğuruna bitip-tükeniveren sevgilerden değildi onlarınki...
Günler günleri, yıllar yılları kovaladıkça sevgileri de büyüdü, büyüdü... Tek eksikleri çocuklarının olmamasıydı. Zorlu bir tedavi sürecine rağmen çocuk sahibi olmayınca,
"bütün mutlulukların bizim olmasını beklemek, bencillik olur"
diyerek devam ettiler hayatlarına. Çocuk yerine, sevgilerini büyüttüler...
"Senin için ölürüm"
derdi kadın, sımsıkı sarılıp adama ve adam
"hayır, ben senin için ölürüm"
diye yanıt verirdi hep...
Bazen eve geldiğinde, aynanın üzerinde bir not görürdü kadın,
"bir tanem, kütüphanenin ikinci rafına bak..."
Kütüphanenin ikinci rafında başka bir not olurdu,
"mutfaktaki masanın üzerine bak ve seni çok sevdiğimi sakın unutma"
mutfaktaki masadan, salondaki dolaba sevgi dolu notları okuya okuya koşturan kadın, sonunda kimi zaman bir demet çiçek, kimi zaman en sevdiği çikolatalar, kimi zaman da pahalı armağanlarla karşılaşırdı... Aldığı hediyenin ne olduğu önemli değildi zaten...
Hayat ne kadar hızlı akarsa aksın, işleri ne kadar yoğun olursa olsun hep birbirlerine ayıracak zaman buluyorlardı bulmasına ama kırklı yaşların ortalarına geldiklerinde, daha az çalışmaya karar verdiler.
Adam, hastaneden ayrıldı ve muayenehanesinde hasta kabul
etmeye başladı. Kadın da mimarlık bürosunu kapadı ve sadece özel projelerde görev aldı.
Artık daha fazla beraber olabiliyorlardı. Bir Gün sahilde dolaşırken, harap durumda bir ev gördü kadın, üzerinde "satılık" levhası asılı olan.
"Ne dersin, bu evi alalım mı?" dedi adama.
Bu viraneyi yıktırır, harika bir ev yaparız. Projeyi kafamda çizdim bile. Kocaman terası olan, martıları kahvaltıya davet edeceğimiz bir deniz evi yapalım burayı..."
"Sen istersin de ben hiç hayır diyebilir miyim?" diye yanıt verdi adam.
"Amerika’daki tıp kongresinden döner dönmez ararım emlakçıyı... Kaç para olursa olsun! burası bizimdir artık..."
Sadece bir hafta ayrı kalacaklarını bildikleri halde, ayrılmaları zor oldu adam Amerika’ya giderken. Her gün, her saat konuştular telefonla. Gözyaşları içinde kucaklaştılar havaalanında.
Fakat birkaç gün sonra, kocasında bir tuhaflık olduğunu fark etti kadın. Eskisi kadar mutlu görünmüyor, konuşmaktan kaçınıyordu. Onu neşelendirmek için, sahildeki evi hatırlattı. Ve çizdiği projeyi verdi kadın ama hiç beklemediği bir cevap aldı:
"Canım, o ev bizim bütçemizi aşıyor. Sen en iyisi o evi unut..."
Mutsuzluk, mutluluğun tadına alışmış insanlara daha da acı, daha da çekilmez gelir.
Kadın, hiç sevmedi bu beklenmedik misafiri. Derdini söylemesi için yalvardı adama,
"Senin için ölürüm, biliyorsun, ne olur anlat" diye dil döktü boş yere...
Yıllardır sevdiği adam, duyarsız ve sevgisiz biriyle yer değiştirmişti sanki. Ona ulaşmaya çalıştıkça, beton duvarlara çarpıyordu kadın, her çarpmada daha fazla kanıyordu yüreği...
Bir gün, çocukluğunun, gençliğinin ve bütün hayatının birlikte geçtiği arkadaşına dert yanarken,
"Artık dayanamıyorum, sana söylemek zorundayım"
diye sözünü kesti arkadaşı.
"O, seni aldatıyor. İş yerimin tam karşısındaki restoranda genç bir kadınla yemek yiyor her öğlen. Sonra sarmaş dolaş biniyorlar arabaya..."
"Sus, sus çabuk, duymak istemiyorum bu yalanları" diye bağırdı kadın.
Onca yıllık arkadaşını, kendisini kıskanmakla suçladı...
Ertesi gün, öğle vakti o restoranın hemen karşısında bir köşeye sindi sessizce ve peri masallarının sadece masal olduğunu anladı...
Kocasının eskiden aynı Hastanede çalıştığı genç çocuk doktorunu tanıdı hemen. Bazen evlerinde ağırladıkları kadına nasıl sarıldığını gördü adamın...
Akşam kocası eve gelir gelmez, bazen bağırıp, bazen ağlayarak, bazen ona sımsıkı sarılıp bazen de yumruklayarak haykırdı suratına her şeyi.
İnkar etmedi adam. Zamanla duyguların değişebildiği, insanların orta yaşa geldiklerinde farklılık aradığı gibi bir şeyler geveledi ağzında ve bavulunu alıp gitti evden.
Kapıdan çıkarken,
"Son bir kez kucaklamak isterim seni"
diyecek oldu ama kadın,
"Defol!"
dedi nefretle...
İlk celsede boşandılar...
Modern bir aşk hikayesinin böyle son bulmasına kimse inanamadı.
Arkadaşlarının desteğiyle ayakta kalmaya çalıştı kadın. Adamın, sevgilisiyle birlikte Amerika’ya yerleştiğini öğrendi. Bazen yalnız kaldığında, onu hala sevdiğini hissedince, ağlama nöbetleri geçiriyor, aşkın yerini, en az onun kadar yoğun bir duygu olan nefretin alması için dua ediyordu.
Aradan bir yıl geçti... Her şeyin ilacı olduğu söylenen zaman bile, kadının derdine çare olamamıştı.
Bir sabah, ısrarla çalan zilin sesiyle uyandı. Kapıyı açtığında, karşısında o kadını gördü.
"Sen, buraya ne yüzle geliyorsun" diye bağırmak istedi ama sesi çıkmadı.
"Lütfen, içeri girmeme izin ver, mutlaka konuşmamız gerekiyor." dedi genç kadın.
Kanepeye ilişti ve zor duyulan bir sesle konuşmaya başladı:
"Hiçbir şey göründüğü gibi değil aslında. Çok üzgünüm ama o bir gün önce öldü.
Geçen yıl Amerika’daki kongre Sırasında öğrendi hastalığını ve yaklaşık bir senelik ömrü kaldığını.
Buna dayanamayacağını, hep söylediğin gibi onunla birlikte ölmek isteyeceğini biliyordu. Seni kendinden uzaklaştırmak için, benden sevgilisi rolünü oynamamı istedi.
Ailesine de haber vermedi. Birlikte Amerika’ya yerleştiğimiz yalanını yaydı. Oysa ilk karşılaştığınız otobüs durağının karşısında bir ev tutmuştu. Tedavi görüyor ve kurtulacağına inanıyordu ama olmadı.
Gece fenalaşmış, bakıcısı beni aradı, son anda yetiştim. Sana bu kutuyu vermemi istedi...
Gözlerinden akan yaşları durduramayacağını biliyordu kadın. Hemen oracıkta ölmek istiyordu. Eline tutuşturulan kutuyu açmayı neden sonra akıl edebildi. İtinayla katlanmış bir sürü kağıt duruyordu kutuda. İlk kağıtta,
"Lütfen bütün notları sırayla oku bir tanem"
diyordu...
Sırayla okudu;
"Seni çok sevdim",
"Seni sevmekten hiç vazgeçmedim",
"Senin için ölürüm derdin hep, doğru söylediğini bilirdim."
"Fakat benim için ölmeni istemedim"
"Şimdi bana söz vermeni istiyorum."
"Benim için yaşayacaksın, anlaştık mı?"
son kağıdı eline alırken, kutuda bir anahtar olduğunu gördü kadın... Ve son kağıtta şunlar yazılıydı:
"Sahildeki evimizi senin çizdiğin projeye göre yaptırdım. Kocaman terasta martılarla kahvaltı ederken, ben hep seni izliyor olacağım..."
8 notes · View notes
anamedblog · 7 years
Text
‘Kahpe Bizans’ın Yiğit İmparatoriçeleri: Zoe Ve Theodora Kardeşler
ANAMED Birim Kütüphanecisi Naz Özkan, birbirlerinden farklı iki kız kardeş, Bizans İmparatoriçeleri Zoe ve Theodora’nın hikâyesini anlatıyor.
Tumblr media
IX. Konstantin Monomakos’un tacı, 1042–1050. Macaristan Ulusal Müzesi, Budapeşte. 
“Büyük kardeş Zoe, fikirleri daha çabuk kavrar fakat daha ağır konuşurdu. Thedora ise onun tam tersine idi; çünkü düşüncelerini pek sık belli etmez, ancak bir defa konuşmaya başladı mı sohbeti güzel ve canlı bir dille sürdürürdü. Zoe ihtiraslı bir kadındı ve iki alternatif için de hayat veya ölüm aynı derecede hazırlıklı idi demek istiyorum. Bana denizin dalgalarını hatırlatırdı, kâh gemiyi yükseklere kaldıran, kâh dibe çeken dalgaları. Bu bariz vasıflar Theodora’da yoktu, aslında sakin, hatta diyebilirim ki, sıkıcı bir kişiliği vardı…”  Mikhail Psellos, Khronographia
10.yy sonunda Makedonlar Hanedanlığı’nın “Bulgar-kıran” (Boulgaroktonos) lakabıyla anılan imparatoru 2. Basil 49 yıl boyunca Bulgar ve Araplara kan kusturmuştu. Tam Arapların hüküm sürdüğü Sicilya’ya saldıracakken, hiç evlenmeden ve çocuk sahibi olmadan göçüp gitti bu dünyadan. II. Basil ile ortak imparator olan erkek kardeşi 8. Konstantin ise devlet işlerinden ziyade at yarışlarına, komedi şovlarına meraklı bir imparatordu. Karısı Helena Alypia ve kızları Eudocia, Theodora ve Zoe ile evli mutlu huzurlu yaşarken yerinde duramayan kader yine ağlarını örüverdi adeta bir örümcek gibi. Varis bırakmayan 2. Basil’in yerine yeğeni Zoe kendi adıyla imparatoriçe oldu ve kendi adıyla Bizans İmparatorluğu’nu yöneten dört kadından biri olarak Pulcheria, İrene ve kardeşi Theodora’yla birlikte  1000 yıllık Bizans tarihindeki yerini aldı; dönemin tarihçilerinin, devlet adamlarının “bir kadının devleti yönetmesini” onaylamamasına rağmen. Hatta onu tahtından edenlere karşı,hakkı olan tahtı, unvanı ve ailesini  kız kardeşi (bacısı) ile birlikte, arkasına koskoca bir halkın desteğini alarak savunacak olan Zoe, kardeşinin de desteğiyle imparatorluğu onunla birlikte yönetti.
“Tanrım tek başına koyma kullarını...”
Peki ablası Eudocia dururken küçük kardeş Zoe, sarayındaki odasında parfümler, esanslar yaparken, ne ara dört tane adamı kâh evlenerek kâh evlat edinerek imparatorluğa yükseltip makama, zenginliğe boğmuştu? Zoe’nin taht yolunda şanslı olmasının en önemli nedenlerinden biri zavallı ablası Eudocia idi. Kızcağız genç yaşta yakalandığı hastalıktan (çiçek hastalığı olduğu düşünülüyor) sonra kendini kapatmıştı dış dünyaya ve rahibe olarak yaşamını sürdürmeyi seçmişti. Hal böyleyken Zoe’nin evlilik maceraları, ortada tahtı, tacı yokken bahtının benzeştiği Theophano gibi, Theophano’nun oğlu Kutsal Roma-Germen İmparatoru 3.Otto’ya izdivacı için gönderilmesi ile başladı. 2.Basil’in niyeti, “gençler anlaşsın mutlu mesut yaşasınlar biz de torun sevelim” değildir elbette. Tamamen diplomatik ve politik bir evlilik olarak görülen bu evlilikte asıl amaç dinsel sebeplerle ayrı gayrı düşen iki Roma İmparatorluğu’nu bir araya getirmekti. Lakin İmparator planladığı izdivaçta umduğunu bulamadı. Gelin kızımız Zoe, İtalya’da Bari’ye vardığında damat adayının Hakk’ın rahmetine kavuştuğunu öğrenir öğrenmez ve “gencim güzelim neyim eksik” diyerek yeni adaylarla görüşmek ve alt tarafı bir şarap içmek (o zaman çay kahve yok tabi!) için başkente geri döndü. Dalassenuslar mı iyidir yoksa şehrin valisi Romanos Argiros mu derken, Zoe kızımız gerçek aşkı bulduğunu düşündüğü ve ne yazık ki yanıldığı, imparator olmak uğruna karısı Helena’dan ayrılan Romanos ile izdivaca “evet” dedi ve birlikte taç giydiler!
“Karadır bu bahtım kara...”
İzdivacını gerçekleştirmek isteyen Zoe mutluğunu bir bebekle taçlandırmak için doktorlara mı danışmadı, büyülü muskalar mı kullanmadı, lakin muradına eremedi. Zira 48 yaşındaydı evlendiğinde ve çocuk sahibi olması pek de mümkün değildi biyolojik olarak. Romanos ise kazandığı unvandan ve zenginlikten sonra Zoe’yi reddetti, onu yalnız bıraktı. Hatta bu da yetmezmiş gibi hazine odasına girmesini yasaklayarak, yardımsever ve hami imparatoriçeyi hayır işlerinden alıkoydu! Zoe mutsuzdu, yalnızdı, evliliğinde aradığı tatmini, zevki bulamamıştı ve de aldatılmıştı.
Kırık kalbini onaracak, yüzünde güller açtıracak kişi ise yardımcısı Yannis Orfanotrofos’tan başkası değildi. Zoe’yi genç yeğeni ile tanıştıran John sayesinde, kendisinden 30 yaş küçük Paflagonyalı Mikhail hayatına girince kara bahtlı sarı saçlı imparatoriçenin dünyası birden şenlendi. Gizli aşkını kalbine gömemeyen Zoe’nin canına tak edince dayanamadı ve kocasını ortadan kaldırmanın planlarını yapto; başarılı da oldu. Bizans tarihçileri Psellos ve Skylitzes de Romanos’un eceliyle ölmediğini, boğulduğunu ya da zehirlendiğini öne sürerler. Romanos’un ölümüyle Zoe için ikinci izdivacının önünde hiçbir engel kalmadı. Yasalara göre dul bir kadının evlenmesi için bir yıl beklemesi gerekmekteydi. Amma velakin John Skylitzes’in yazdıklarına bakacak olursak, evlenecek dul kadın bir imparatoriçe olduğu için bu küçük sorun elli libre altınla çözülüverdi.
“Sözde kalır sevgilim, sözde kalır bütün sözler...” (Birhan Keskin – Taş Parçaları)
Başından beri Zoe, Mikhail’i İmparator ve koca olarak değil kendisine tapan bir köle gibi görüyordu. Bundan mıdır bilinmez ama Zoe’nin mutluluğuna zamanla 4. Mikhail’in Zoe’ye karşı takındığı kötü tavırlar gölge düşürdü. Michael verdiği sözleri, yeminleri unutmuştu çoktan. Çünkü genç Michael Romanos’u öldürdükleri için vicdan azabından kıvrım kıvrım kıvranmaktaydı. Bu yüzden önce yönetimden uzak tutmaya çalıştı İmparatoriçe’yi, sonra da kendinden. Bir de bu yetmezmiş gibi epilepsi krizleri ile uğraştı Michael, hem de Bulgar isyanını bastırmaya çalışırken. Neyse ki 1040 yılında isyan bastırıldı, lakin Michael eski Michael değildi artık, hastalığı iyice ilerlemişti. Kendisini görmeye gelen koskoca İmparatoriçe’yi kovdu yanından. 1041’de Mikhail’i de kara toprağa teslim eden Zoe evlatlık aldığı ve “Caesar” mertebesine yükseltip tahtın varisi yaptığı yardımcısı Yannis Orfanotrofos’un yeğeni Mikhail Kalaphates’i 5. Mikhail olarak tahta çıkarttıve İmparatorluğu birlikte yöneteceklerine dair kendisiyle anlaştı. İçindeki şeytanın sesini bastıramayan 5. Mikhail her ne kadar imparator unvanıyla devleti yönetse de acı gerçekle yüz yüzeydi: Zoe her şeye ve herkese rağmen bir hanedan üyesiydi ve amcasının varisiydi. Gerçek gücü ve meşruiyeti elinde tutan “porphyrogenita”, imparatorun mor elbisesindeki renkle boyanmış saray odasında doğmanın verdiği hakla ve unvanla nefes aldığı sürece Michael için büyük bir tehditti. İşte bu yüzden Zoe’den bir an önce kurtulmalıydı, tabii onun yardımcısı olan ve kendisine taht yolunu açan John’dan da.
“Onursuz Bir Adam”
Ne prenses ne de varis olması, 5. Mikhail’in Zoe’ye ve John’a yapacağı kötülüklere engel olabildi. Michael önce amcasını manastırda sürgün hayatına mahkûm etti sonra da Zoe’yi Büyükada’ya saçları kesilmiş, paspal rahibe kıyafetleri içinde manastıra sürgüne gönderdi. Zoe’ye hiç beklemediği bir yerden gelen bu tokat, sarayını terk ederken ağzından şu sözcüklerin dökülmesine vesile oldu:
“Sen amcam ve imparatorum; sendin beni seven ve kız kardeşlerimden daha çok şeref bahşeden çünkü seni görenlerin söylediklerinden işittiğim gibi, ben tıpkı senin gibiydim. Sendin beni öpen ve kollarında tutarken “şansın açık olsun sevgili yavrum, uzun yıllar yaşa, ailemizin şerefi ve imparatorluğumuzun hazinesi ol” diye söyleyen. Aynı zamanda beni özenle yetiştiren ve eğiten Sendin; çünkü bu imparatorluğun geleceğini benim ellerimde görmüştün. Fakat ümitlerin boşa çıktı. Çünkü ben şerefimi kaybettim, bütün aileme leke getirdim…Yalvarırım sana bana Cennet’te göz kulak ol ve bütün gücünle yeğenini koru...”
Zoe’nin feryadını Konstantinopolisli kadınlar ve çocuklar duydu mu bilinmez amma kendini ülkenin hâkimi sanan Mikhail’e hiç beklemediği tepki bu şehrin kadınlarından geldi. Konstantinopolisli kadınlar Zoe’ye, İmparatoriçe’ye sahip çıktılar, onu gerçek yönetici olarak hanedanın devamı olarak gördükleri için hak ettiği tahta geri çağırdılarırl ve Mikhail ’in karşısına çıktılar cesurca. Psellos da onların haklı isyanından şöyle bahseder:
“Şimdiye kadar haremden hiç çıkmamış kadınları bizzat gözlerimle gördüm, halkın arasına çıkıp sokaklarda bağırarak, göğüslerini döverek imparatoriçenin talihsizliğine ağıt yakarak dolaşıyorlardı…”
“Tek asil ve güzel olan imparatoriçe nerede? Bütün kadınlar içinde tek hür olan, bütün hanedanın başı, imparatorluğun gerçek sahibi, babası imparator olan, büyük babası –evet büyük dedesi de imparator olan imparatoriçe nerede olabilir?”
Kadınların başının çektiği isyan ateşi büyüdü. Zoe’nin kız kardeşi Theodora da isyancılara birlikte hareket edince Zoe manastırdan çıkarıldı ve rahibe kıyafetleriyle halkın karşısına çıktı. Halkı, İmparatoriçe’yi tanıyamaz en başta paspal kıyafetler içindeyken. Daha sonra imparatoriçe kıyafetlerini giyen Zoe, büyük saraydan zafer alayıyla Ayasofya’ya Theodora’nın yanına getirildi. 5. Mikhaill ise Theodora’nın emriyle kör edildi ve tahttan çekildi.
“Sezarın hakkı Sezara…”
Mikhaill tahtı bırakınca iki aday çıktı ortaya: Zoe ve Theodora. Senato kararsız kalmıştı. Bir yanda tahtıyla tacıyla varis olan büyük abla Zoe, diğer yanda isyana destek vererek tahtı kurtaran küçük kardeş Theodora. Karar Zoe’ye bırakılınca Zoe kız kardeşini Müşterek İmparatoriçe ilan etti ve babası gibi imparatorluğu birlikte yönetmeye başladılar. Bizans tarihinde ilk defa iki imparatoriçe, erkeklerin seslerinin çıktığı Senato’nun kadim geleneklerine rağmen bir ilki yaşattılar Bizanslılara: Gynaikonitis’ten (harem dairesi) çıktılar ve ülkeyi aktif biçimde yönetmeye başladılar. 
Mor odada dünyaya gelen kızlar koskoca bir imparatorluğun sesi olurlar. Yaşadıkları dönemde cinsiyetin değil, taşıdıkları kanın, hanedanlığın varisi olmanın getirdiği ayrıcalıkla güç ve unvan elde ederler. Ellerinden geldiğince Senato’da rüşvetçiliği ve adam kayırmacılığı engellemeye çalışan kardeşler, birlikte elçileri karşılarlar, sarayda önemli kararlar alırlar, yargıda bulunurlar ve tüm hükümet işlerinin altından birlikte kalkarlar. Zamanla yorulan kardeşlerden Zoe kendisine yardım edeceğine inandığı zengin ve soylu bir aileden gelen Konstantin Monomakhos'la 1042 son kez dünya evine adım atar. Kimilerine göre ise Zoe tahtı kardeşiyle paylaşmaktan sıkılmış ve fikir ayrılıklarına düştüğü için evlenmiştir Konstantin’le.
“Tanrım kötü kullarını sen affetsen, ben affetmem!”
Theodora İmparatoriçe unvanını kaybetmez ablasının evliliğinden sonra. Sadece bir süre devlet işlerinden elini ayağını çeker. Zoe ise kendini parfümlerine ve hayır işlerine verir tekrardan, saray işlerinin bir kısmını ise Konstantin Monomakhos'un sevgilisi Maria Skleraina’ya bırakır. 1050’de 70 yaşında vefat ettiğinde kız kardeşi Theodora ve Konstantin, imparatorluğu ortaklaşa yönetirler. Konstantin’in ölümünden sonra da Theodora evlenmez ve tek başına hükümdar olur. Tıpkı amcası Basil gibi ‘astığım astık kestiğim kestik’ bir otokrat olarak tahta geri dönen Theodora, kendisine muhalefet eden herkesi alaşağı eder, mallarına mülklerine el koyar ve düşmanlarını sürgüne yollar. Ablasından daha cimri olan Theodora’nın yönetimi Psellos tarafından kötü olarak nitelendirilse de o, Makedonların son kalesi olarak tahtını ele güne karşı savunur. Ölmeden önce bürokrat Michael Bringas’ı varis ilan eder ve 1056’da Makedonlar hanedanlığının son üyesi olarak göçüp gider. Bu iki özel kadının vefatından sonra Bizans İmparatorluğu taht oyunlarıyla çalkanır 1081’e değin, ta ki Kommenos ailesinden Alexius tahtı ele geçirip bu taht savaşlarına son verinceye dek…
Kaynakça - Kadın Tarihi Ayı
-Alexander, Sally. Becoming a woman : and other essays in 19th and 20th century feminist history. Washington Square, N.Y. : New York University Press, 1995. HQ1593 .A45 1995
-Angold, Michael. The Byzantine empire: 1025-1204 ; a political history. London: Longman,2000.  DF596 .A54 1997
-Bennett, Judith M. and Ruth Mazo Karras. The Oxford handbook of women and gender in medieval Europe. Oxford ; New York : Oxford Univ. Press, 2013.  HQ1143 .O94 2013
-Connelly, Joan Breton. Portrait of a priestess : women and ritual in ancient Greece. Princeton : Princeton University Press, 2007. BL795.W65 C66 2007  
-Connor, Carolyn L. Women of Byzantium. New Haven: Yale University Press, 2012. HQ1147.B98 C66 2004
-Fethi, Ahmet and Handan Akdemir. Kadınların tarihi. İstanbul: Türkiye İş Bankası,2005. HQ1121 .H5719 2005 v1-5
- Garland, Lynda. Byzantine empresses: women and power in Byzantium, AD 527-1204. London: Routledge, 1999.DF572.8.E5 G37 1999
-Garland,Lynda. Byzantine women : varieties of experience 800-1200. Aldershot England : Ashgate, 2006.  HQ1147.B98 B98 2006
-Herrin, Judith. Unrivalled influence women and empire in Byzantium. Princeton: Princeton University Press, 2013.  HQ1147.B98 H47 2013  
-Herrin, Judith. Women in Purple Rulers of Medieval Byzantium. Princeton Univ Press, 2004. DF581.3 .H47 2001
- Hill, Barbara, and Elif Gökteke Tut. Bizans imparatorluk kadınları (1025-1204):iktidar, himaye ve ideoloji = Imperial women in Byzantium 1025-1204:power, patronage and ideology. İstanbul: Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, 2003.   DF591.3 .H55 2003
-Jenkins, Romilly James Heald. Byzantium: the imperial centuries, A.D. 610-1071. Toronto: University of Toronto Press, 1995.  DF553 .J4 1966
-Kalavrezou, Ioli, and Angeliki E. Laiou. Byzantine women and their world. Cambridge: Harvard University Art Museums, 2003. N6250 .K27 2003  
-Laiou, Angeliki E. Women, family and society in Byzantium. Farnham, England ; Burlington, VT : Ashgate/Variorum, 2011. HQ1147.B98 L35 2011
-Partner, Nancy F. Studying medieval women :sex, gender, feminism.Cambridge, MA : Medieval Academy of America, 1993. HQ1143 .S78 1993  
-Piltz, Elisabeth.Byzantium in the mirror: the message of Skylitzes Matritensis and Hagia Sophia in Constantinople. Oxford: Archaeopress, 2005.  DF553 .P55 2005  
-Pomeroy, Sarah B. Goddesses, whores, wives, and slaves : women in classical antiquity. New York : Schocken Books, 1995. HQ1127 .P66 1995
-Psellus, Michael, and E. R. A. Sewter. Fourteen Byzantine rulers: the Chronographia of Michael Psellus. London, England: Penguin Books. 2011.  DF591. P713 1966  
-Psellus, Michael, and Işın Demirkent. Mikhaıl Psellos'un Khronographıa'sı. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1992. DF591 .P720 1992  
-Scott, Joan W. “Gender: A Useful Category of Historical Analysis.” The American Historical Review 91/5 (December 1986): 1053-1075.
-Skylitzes, Jan, John Wortley, Jean-Claude Cheynet, and Bernard Flusin. A synopsis of Byzantine history, 811-1057. Cambridge:Cambridge University Press,2011.  DF553 .S36 2010
-Theis,Lioba and Margaret Mullett. Female founders in Byzantium and beyond. Wien : Böhlau, 2014. HQ1147.B98 F463 2014
-Zilfi, Madeline C. Women in the Ottoman Empire: Middle Eastern woman in the early modern era. Leiden: Brill, 1997. HQ1726.7 .W64 1997
1 note · View note