Tumgik
Text
Perde aralığından sızan güneşin duvarda yansıması  pinokyo’ ya benziyordu . Saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Gözümü açamıyordum. Sol kolumdan destek alarak yataktan kalktım. Girişinde  mutfak olan tek odalı küçük bir evde oturuyordum. E-5 karayolundan roman mahallesine doğru kıvırılan sokağın başında,  ilk sahiplerinin Ermeni bir aile olduğu dört katlı bir aile apartmanın çatı katı dairesiydi burası. Daire dediğime bakmayın. Apartman giderlerini karşılamak için çatının bir kısmını kapatmışlar. Benim de işime geliyordu. Kirası uygundu. Başım çatlayacak gibiydi ağrıdan.  Sehpanın üzerindeki dünden kalmış lahmacunu mikrodalga fırında ısıtıp  yedim. Odanın içinde boş boş bakarken yatağın üzerindeki telefonun titrediğini farkettim
- Nerdesin oğlum  sen ?
Sorma şekli bir hal hatır mevzusundan çok önceden söz verilmiş bir görüşme ile ilgili hesap sorma gibiydi. Ahmet’le en son ne zaman görüştüğümü hatırlamaya çalıştım. Malatyalılar Meyhanesinde mekan kapanana kadar zil zurna sarhoş olduğumuzu ve sonrasında Sekapark'ta kusarak çimlerin üzerinde uyuduğumuzdan başka bir şey gelmedi aklıma. 
- Dişçiye gidecektik lan birlikte, beni yalnız göndermeyecektin, söz verdin.
Aslında söz verdin cümlesinin üzerimde pek etki bırakmayacağını kendisi de biliyordu. O güne kadar bir çok söz vermiş olup çoğunu tutmamıştım.
- Tamam geliyorum .
   Evden çıktım. 
     Yokuş aşağı yürümeye başladım. Sokağın caddeye kıvrılan köşesinde Renk Tekel Bayiinin önünde Rıza , boş bira şişelerinin olduğu kasaları düzeltiyordu. Aslen Sinop'luydu. Mahalleden çingene bir kadınla evlenmiş, ben buralara gelmeden  çok önce yerleşmişti. Hikayesini bilmiyordum. Mahallede dönen birkaç dedikodu vardı. Kendi hikayemi düşündüm. Çocukluğumu saymazsak pek ilgi çekici bir hikayem yoktu. Kendi hikayemin yabancısıydım zaten. Hikayemde bana yer bile yoktu. Rıza arada sırada konuşurken roman şivesiyle konuşmaya çalışır, üzerine sahte gelen bu dil , biraz iticilik kazandırsa da kendisine kimse söylemezdi.
     Durakta  beklerken telefonum çaldı. Arayan numarayı tanımıyordum. 
    - İyi günler , Hilal Semazen ve İlahi Organizasyon..
     - ..
    - Sizi toplantı, mevlid, sünnet ve  evlilik düğün gibi cemiyetlerinizde kampanyalarımızla ilgili bilgilendirmek için aramıştık. 
- Buyrun, hilal semazen ilahi organizasyon
  - Çok iyi oldu  , ben bir sünnet mevzusu için dört tane semazen istiyorum. 
  - Beyfendi , öncelikle semazen takımımız altı kişiden oluşmaktadır. takımı bozmuyoruz.Ayrıca uygun bir ek ücret karşılığında , ilahi ekibimiz ve mehteran takımımızla hizmetinizdeyiz. Sünnet mi yap....
- Kardeşim takımı bozmuyoruz ne demek? Porselen tabak çanak takımı mı lan bu.
    Anadolu’da harmanlaşmış onlarca inanç sistemi içerisinde en ezoterik ve saf kalanlardan biri olan mevleviliği ticarete dökmüşlerdi orospu çocukları. Millet yemeğini, düğün pastasını yiyip limonatasını içerken dansöz izler gibi izleyecekti. Tekrar arayıp "prensibinizi  sikeyim" deyip  telefonu kapattım.
    Ahmet’in attığı mesajdaki adrese geldim. Binanın önünde bekliyordu. Yolun karşısına doğru geçerken binaya baktım. Yıkık dökük bazı katlara  ufak mantolamayla yeni bir görünüm kazandırılmaya çalışılmış yamalı bir pantalon gibiydi bina. 
- Nerde kaldın oğlum ya, hadi.!
Binanın içerisi görünüşünden daha berbattı .
- Lan Ahmet, sen dişçinin bu binadan olduğundan emin misin? Adam kesseler kimsenin haberi olmaz burada.
- Konuşma,  acele edelim.. 
  Geç kaldığıma sinirlendiği ses tonundan belliydi . Kolumdan tutup beraber merdivene doğru yöneldik. Asansör üzerinde "arızalı" yazan sararmış  bir kağıt yapıştırılmıştı. Kağıdın boş kısımlarında telefon  numaraları  vardı. Zaten arızalı olmasa bile bu asansöre kimsenin bineceğini pek zannetmiyordum . Bir gün arkamdan " aynen  dediği gibi hayatın dibine battı " dediklerinde bunu asansörden kaynaklandığı konusunda aptalca bir  şakaya malzeme olmak istemiyordum.
  Dişçinin muayenesinin önüne geldiğimizde zili çalmadan kapı açıldı. Gözlüklü minyon tipli bir kızdı kapıyı açan.
-Ayak sesinizi duydum
İçeri girdiğimizde şaşırmıştım. Bir dişçi muayenesinden çok dişçi muayenesi hariç herşeye benzeyen bir  odayla karşılaştım. Duvar; sinema afişleri ve fotoğraflarla kaplıydı. Ben şaşkınlıkla bakarken Ahmet’in hayranlıkla seyrettiği gözlüklü kız;
- Nurettin bey sinema sanatçısıdır ayrıca. Aslında haftasonları pek hasta kabul etmiyor. İstanbul’a çekimlere gidiyor 
 Saçlarını arkadan bağlamış kısa boylu biri muayene odasından çıkarak hiç konuşmadan zoraki bir tebessümle  gözlerini iki kere hafifçe kırpıp başını sağa sola çevirip Ahmet’i içeri davet etti.
-En son, Zümrüt dizisinde başrol kadın karakterin üzerine çay bahçesinde kahve döken garson rolündeydi, diyerek nedense açıklama yapma gereği duydu gözlüklü kız .
Ben hiç bir cevap vermeyince masasının üzerindeki magazin dergilerinden birinin sayfalarını gelişigüzel çevirmeye devam edince o da tırnaklarına oje sürmeye devam etti..
Ahmet'le dişçiden çıktığımızda eliyle yanağını tutuyordu.
-....
-Ne diyorsun  anlamıyorum? Doktor bir süre ağzını açma dedi zaten.
Ahmet, kaldırımın kenarına yola doğru  yere tükürüp kan gelip gelmediğini kontrol ettikten sonra
- Aga biliyor musun, çok tuhaf . Yüzüm burada, dokunuyorum , orada  ama hissetmiyorum, sana hiç böyle birşey oldu mu ?
Sağ elimi kalbimin üzerine  götürüp yavaşça dokundum. Bir şey demedim. Ahmet'in evinin önüne geldiğimizde;
-Hadi gel yukarı iki'şer bira içelim.
-Ahmet senin muhabbetin şimdi çekilmez hiç .
-Tamam, gelme o zaman. 
Birkaç saniye sessizlikten sonra "Gözlüklü kız nasıldı  ama"
dedi sırıtarak
-Siktir git.
Ahmet alınmazdı bana. Şu dünyada zaten bana alınmayan nadir kişilerdendi. Yürüyerek barlar sokağına geldim, sokağın ortasına taşmış masalardan  alkol,esrar, ,extacy, bonzai ,roj, çakmak gazı;utanç ve çaresizlik içerisinde  birbirine karışıyordu... Herkesin bir iç savaşı vardı kendisiyle.. Kaybedenlerin en sahici resmidir bu.. Sehrin başka yerlerinde çalışan emekliliği gelmiş konsmatrisler  kendilerine bira ısmarlatmaya gelirdi bu saatlerde. Cebimde ne kadar para olduğunu bilmiyordum.. Sokağın hemen başında durmuş, seyrediyordum. Bütün mekanlara girip kusana kadar sarhoş olmak istiyordum. . Yürüdüm.. Malatyalılar Meyhanesi'nin önüne geldim. Buradan yokuş aşağı manzaradan  körfezi  görebiliyordum. Uzaktan cılız bir gemi ışığı görünüyordu.   O tarafa dönüp birkaç adım atarak  " beni de alın lan, burdayım.Robinson'um ben " diye avazım çıktığı kadar bağırdım.. duymadılar, kimse duymadı. "Alsanıza lan beni de, kayboldum"  Sesim cılızlaşmıştı. Gittikçe azaldı ışığı geminin ve gitti. İçimden küfür ettim. Belki de içimden etmedim, hatırlamıyorum. Meyhanenin camından içeri  baktım. Birkaç masa doluydu. Girmekten vazgeçtim.
Uzunçiftlik minibüsüne binip üst geçitte indim. Mahalleye geldim. Rıza bu sefer elinde bir klarneti çevirip inceliyordu. Beni görünce yaramazlık yaparken annesine yakalanmış bir çocuğun mahçupluğuyla saklamak istedi. Bir sey demedim. Buzdolabından beş tane şişe bira, tezgahın hemen yanındaki çerezlikten iki paket tuzlu fıstık aldım. Elimle "deftere yaz" işareti yaptıktan sonra iki ayrı siyah poşete koyup  dükkandan çıktım. Apartmanın önüne geldiğimde cebimde anahtarı yoklarken yokuş aşağı hızlı adımlarla inen Tıkı'yı gördüm. Tıkı, evden eve nakliye işi yapan bir yerde eşya taşıma işi yapıyordu. Arada sırada  yanına iki müzisyen arkadaşını alıp marinaya gidip balıkçı teknelerinde darbuka çalıyordu. Ama bana göre en önemli ve asıl işi torbacılıktı. Narkotiğin mahalleye yapacağı baskıyı günler önce haberini alır; küçük bir mal'ını yakalatarak asıl büyük zulasını koruma altına alırdı. Kendince geliştirdiği  bir yöntemdi bu.
- Naber Tıkı? 
- İyidir. abi. Gidiyoz işte
Hep böyle kısa net cevaplar verirdi. Birgün birlikte ot içerken  " Tıkı, ben kaç senedir mahalledeyim. Düğünlerinizi , nişanlarınızı ,sünnet düğünlerini de gördüm. Hiç cenaze görmedim .Ne yapıyonuz lan siz bu ölüleri "diye sormuştum. Şaşırmış bir şekilde " e! gömüyoruz abi ya" demişti.
".. gömüyoruz.."
Bakın! İstediğiniz kadar felsefe, diyalektik, materyalizm üzerine kitaplar okuyun .Hatta mitolojinin de anasını belleyin ama ölümü bu kadar açıklayıcı yaşamla arasındaki  o ince çizgiyi, o vazgeçişi , o kaybedişi bu kadar net bir cümle açıklayamazdı.. "gömüyoruz"
- Tıkı , mal var mı üzerinde ?
-Bir tek'li çıkar, 
 diyerek montunun iç cebinden çıkardığı yumcalanmış bir gazete parçasını avcuma bırakıp başka bir şey demeden yürümeye devam etti. 
Eve girer girmez bira poşetlerini sehpanın üzerine koyup arap çarşafını dilimle ıslatıp   Ahmet'ten daha önce aldığım Adıyaman tütünüyle malzemeyi karıştırıp  büküp  ucuna da zıvanayı takınca son kez eseriyle gurur duyan bir sanatçı gibi önce seyredip  ucunu yakarak bir iki nefes çektim. Tıkı,  gerçekten bu işi biliyordu. Bir iki nefesten sonra körükler gibi daha uzun bir nefes çektim. Siyah poşetlerden bir tane bira alıp açtım. Birkaç kağıda yazdığım notlar gördüm sehpanın üzerinde. Yıllardır hafızamın en dip yerlerine, ilk bencilliğime , ilk rezilliğime , uçurumlarıma bakıyordum. Ne için. Bu kadar yazdığım öykünün içinde aradığım neydi?   Yenidoğan Mahallesi Çetin Emeç  yokuşundaki bu tek odalı rutubetli  evi kendime siper sayıp dünyaya savaş mı ilan ediyordum..Neden? Korkuyor muydum? Korkmuyordum. Hayır!  Korkuyordum. Herşey korkmam içindi zaten.  Uymam gereken bir anayasam var . Bilmem kaç yıl önce belirlenen sınırlar var,  hatta kafayı yiyip delirmemek için din kitapları vardı ama içim bırakmıyordu peşimi. Kaçayım diyordum. Engeller sıralanmış. Ulan kaçmayayım  bu sefer, çarpayım , çarpa çarpa öğreneyim ..  Çarpanlar konuşuyordu bu sefer beynimin içinde. Herkes her şeyi   çok iyi biliyordu çünkü benim dışımda. Kanepeye uzanıp elimi kalbime götürdüm. Evet oradaydı  ama sanki hiç yok gibiydi..
0 notes
Text
Tanrının kendisini unuttuğunu kabul etmişti
hatta bunu önemsemiyordu artık
yan dairedeki akordu yapılmamış
piyanodan
çıkan düzensiz seslere mırıldanarak
eşlik bile ediyordu...
üzerindekileri çıkarırken
gözü birden masadaki vazoya takıldı
bu vazoyu ne zaman aldığını hatırlayamadı
su içen çocuk yüzüne benzetmişti
bu çok eğlenceliydi
nesneleri farklı bir şeylere benzetmek
Neden daha önce aklına gelmemişti ki?
salona koştu
duvar saatine gözünü kısarak baktı
HAYIR! aynı saatti
başını başka yöne çevirip hızla tekrar bakmayı
denedi
Yine aynı saat
saçmalıktı bu
bir duvar saatini kavanoz içinde piknik yapan sincaplara ya da
ayakkabısını giymeye çalışan salyangoza
benzetmeye çalışmak
büyük bir aptallıktı
üstelik boynu da ağrımıştı..
akrep ve yelkovanla ilgili bir şiir
yazmayı düşündü,
muhtemelen başka bir şairin bir
sevişme sonrası
böyle bir şiir yazmış olabileceğini
düşündü
vazgeçti...
...Bugün iki bin iki yüz on gün olmuştu,
acaba iki gün eksik mi sayıyordu
ne fark ederdi ki...
Yine de emin olmak için bir
kalem aradı..
Sonunda kanepenin yanında
yerde ucu kırık bir kurşun kalem buldu...
ucunu açmak için mutfağa bıçak almaya
giderken
aklına üç gün önce
konserveyi bıçakla açmaya çalışırken
kendini yaralayacağını hatırladı
Geri döndü...
Zaten emindi
iki bin iki yüz on...
En iyisi yatmaktı
Yarın ilk işinin caddenin sonundaki marketten
bir konserve açacağı almak
olduğunu beyninin boş bir yerine
kazımaya çalıştı
eğer evde bir tane olsaydı
kalemin ucunu bıçakla açmak için gerekli
cesareti
kendinde bulacaktı
iki bin iki yüz on...
uzun bir aradan
sonra
ilk defa ertesi
günle ilgili
bir plan yapıyordu..
uykusu kaçmıştı artık
yarı çıplak halde evin içerisinde
yeniden başka bir
kalem aramaya başladı ve
alçak sesle küfür etti
0 notes
Text
Sehpanın üzerinde bulunan gazetedeki çıplak kadın resmine konan sinek gülümsetiyor beni. Berberin; damadına kekeleyerek küfür eden ihtiyarın "Zeki Amca rahat dur!" uyarılarıyla çenesinden tutarak başını çevirmesi kadar eğlenceliydi bu. Öldürdüm sineği. Kadının göğsüne kan bulaşmıştı. Damat için ise yapabileceğim bir şey yoktu. Berber tezgahındaki jöle kutusunda yapışmış onlarca kravatlı sinek ceseti gördüm. Kelebekler oldukça şanslıydı.
Dükkanın yeşil kapısı açıldı. İçeriye girenin kim olduğu umrumda bile değildi. Az öne canımı yakan kapıdaki tellere ettiğim küfürleri onun da gözlerinde yakalayabilecek miydim? Hayır! Oldukça kaba elleri vardı ve derisinin altında gizlediği geyiklerden biri çıkmak isteyince "Hayır! zamanı değil" diyerek uyarıp diğer elinin işaret parmağıyla içeri itiyordu. İki üç adım arkasından içeri isteksiz giren çocuk; adamın "Çocuğun saçları kesilecek, ben az sonra gelirim" demesiyle önümde durdu. "Baba, gitme!". Adam dışarı çıkarken gazeteye bir göz attı. Cinayetimi görmüştü. "Baba, gitme korkuyorum!"
Adam gitti. İhtiyar, çocuk, berber... Dört kişiydik. Çocuğa yanımdaki boş koltuğa oturmasını işaret ettim. Çirkindi çocuk ve aklıma söyleyecek bir şey gelmiyordu. Tuttuğu takımı sorabildim ancak. Söylediğinde "ben de" diyebildim sadece. O ana kadar damadına ettiği küfürlerden Küba ve komünizm üzerine müthiş geçiş yapan ihtiyar ve berber bana baktı. Yalan söylediğimi biliyorlardı. Berber bu sefer ihtiyarın başını çevirmemişti. Çay getiren kahveciye çocuk için gazoz getirmesini söyledim. "Hayır, ben de çay içerim" dedi ve ekledi "Bu sene işimiz gerçekten çok zor".
İlk defa istenilen bir şeyi hemen getiren kahvecinin getirdiği çayı tepsiden alarak çocuğun önüne koydum. Şekeri eliyle kırmaya çalıştı. Beceremedi. Ağzıyla köşelerini kırarak çaya bıraktı. Çayından yavaşça içerken benim bardağıma göz attı ve çay kaşığını tabağın kenarına bıraktı. Çocukla konuşacak gerçekten bir şey bulamıyordum, canım da istemiyordu ama büyüyordu çocuk... Evet gerçekten büyüyordu. Berber, ihtiyarın tıraşını bitirmişti. İhtiyarın üstünü temizlerken ihtiyar dış borç açığından bahsediyordu. Çocuk, gazetenin üçüncü sayfasındaki cinayet haberlerine göz gezdiriyordu. Berber, tıraş koltuğuna oturmamı beklerken çocuğu tıraş etmesini söyledim.
Çocuk çayını bitirip berber koltuğuna oturduğunda berber babacan bir tavırla "Korkma biz tıraş edene kadar baban gelir" dedi. Çocuk "Evi bulabilirim, tıraş için de param da var" dedi hemen arkasından ekledi "Üstlerden fazla alma" Berber alınmıştı, belli etmedi. Paraya pek önem vermezdi, bilirdim. Artık orada daha fazla durmak istemedim. Dışarı çıktım... Sokağın köşesinde kravatlı sineklerin beklemediğinden emin olmak için iyice baktım. Yoktular.
"Keşke gitmeseydin baba! Çabuk büyüdü bu çocuk"
0 notes
Text
Dükkanın önüne geldiğinde evde televizyonu açık bırakıp bırakmadığını hatırlamaya çalışırken gözü cama yaslanmış kartona takıldı.. Düşecek gibiydi. Üzerindeki yazıyı kendi yazmıştı. Her sabah yaptığı gibi yine içeriye girmeden kapıdan birkaç adım geriye doğru atıp mırıldanarak okudu.
" her türlü kalp tamir edilir"
İçeri girer girmez ceketini çıkartıp önlüğünü giydi. Elektrikli sobanın fişini takmak üzereyken vazgeçti.  O kadar soğuk değildi hava. Vitrindeki kartonu düzeltti. Evet ,olmuştu . Tezgahın başına oturdu. Dün bırakılmış bir kalbi eline alıp çevirerek inceledi .Kırık bir hasarlı kalp. Tamir edilmesi gerekirdi. Elinde kalple ayağa kalktı. Sokakta kendi dükkanından başka henüz açık dükkan yoktu. Esneyerek camdan dışarı bakarak yaptığı işin ciddiyetinden gurur duydu.Bir defasında üç defa kırılmış bir kalbi onarmıştı. Aynı yerden tam üç defa!  Parmaklarını kullanarak bunca yıldır kaç tane kalp tamir ettiğini hesaplamaya çalıştı, vazgeçti. Önlüğünü çıkartıp ceketini giyerek , kapıyı kapatarak kilitlemeden dükkandan dışarı çıktı. Yavaş adımlarla sokakta yürümeye başladı.Köşeyi döner dönmez burnuna kuru kahve kokusu geldi...İkiyüzelli gram kahve almayı düşündü, fazla olacağını düşünüp daha küçük bir paket alıp  ceketinin cebine koydu. Adımları biraz daha hızlanmıştı.. Denize doğru çıkan sokakta geçmişini düşündü. Pişmanlıklarını, hatalarını düşündü.. Hasarlı kalpleri düşündü sonra.  Geçmişi geldi gözünün önüne..Yanaklarına süzülen bir  kaç damla gözyaşını elinin tersiyle sildi.. Yürüdü..yürüdü..derinlere daldı. Akşam haberlerinde cesedinin denizden çıkarılma görüntüleri vardı.Sağ cebinde kuru kahve paketi, sol cebinde iki tane kırık kalp bulunmuştu.
1 note · View note