Tumgik
sinemissinem · 6 years
Text
YLSY'nin Sefaleti
Siz haberleri takip ediyor musunuz bilmiyorum ancak ben uzun bir süre önce bıraktım. Sosyal medyada maruz kalmak koşuluyla hâlâ neler olup bittiğini görsem de yazacaklarımı, "koyun can derdinde, kasap et" şeklinde yansımasının söz konusu olabileceğinin bilinciyle yazıyorum. Öyle ya, Afrin'de kaybettiğimiz askerlerimiz, tecavüze uğrayarak can veren el kadar bebeler ve daha nice acı, düşünülmesi ve ellerin vicdana gitmesi gereken konu ve haberler varken, bu yazı size "tuzunuz kuru orada, bak bir de hâlâ konuşuyorsunuz" dedirtebilir, biliyorum. Ancak bütün bu acı ve düşünülesi haberlere rağmen "mış gibi yapanlara" ve magazin haberlerine göre daha az "ben"cil ve daha çok bilinçlenme gereken bir konuya değinmek istiyorum bu yazıda: YLSY'nin sefaletine!
Malum, çok değil birkaç ay öncesinde bu yıl için genç arkadaşlar da bu bursa başvurmuş ve kabul edilmişti. Dolayısıyla bu yazı hem onlara, hem de "biz de mi gitsek?" düşüncesinde olup bu bursu kurtuluş olarak görenlere dip not olsun. Çünkü bu yazı, aynı zamanda "neden beyin göçü arttı?" ve "giden niye geri gelmiyor?" sorularına da cevap bulmanıza yardımcı olacak. Geri dönmeyenlerin ya da gidip de geri dönmeye karar verenlerin yaşadığı onca zorluğa rağmen!
YLSY, yurtdışına lisansüstü eğitim için gönderilecek öğrencileri seçme ve yerleştirme programıdır. 1416 sayılı Kanun kapsamında Millî Eğitim Bakanlığınca (MEB) verilen burs ile yurt dışında lisansüstü öğrenim görmeye hak kazanacak adaylar geçmişten bugüne değişim göstermiş çeşitli eleme yöntemleri ile belirlenir ve öğrenciler alanlarına göre belirlenen ülkelerde eğitim almak üzere yurt dışına gönderilirler. Bu bursun geçmişi Cumhuriyet dönemi öncesine kadar dayanır. Bu burs ile yurt dışında eğitim almış pek çok kişi günümüzde hâlâ ülkede çeşitli kurum ve kademelerde görev yapmaktadır. Son dönemlerde burslu pek çok arkadaşın yazdığı yazılar, kurdukları paylaşım siteleri, bloglar soruları ve sorunları paylaşmaya ve bunlara çözüm bulmaya yönelik olmuştur. Ancak pek çoğumuz evrene sesimizi duyurmak modunda "kendimiz çalıp, kendimiz söylemişizdir." Ben de onlardan biri olarak Amerika'da doktora yapmaya başladığımdan beri Türkiye ile doktora eğitimi ve akademi üzerine farkları kendi gözlem ve deneyimlerime dayanarak paylaşanlardan biriyim. Eski bir 50/d'li asistan olarak da bir bilinmezden başka bir bilinmez olan YLSY yolculuğuna atıldığımı paylaştığım yazılarımdan birinde, her şeyin "size bir, bize iki katı" olduğunu bu bursun yaptırımları nedeniyle dile getirmiştim. Ancak şu anki mevcut durum ve bu yazının konusu bunun çok daha ötesinde. Neden mi? Binlerce YLSY bursiyeri var. Bu genç arkadaşlardan bazıları yurt dışındaki öğrenim süreçlerinin hakkını vermiş ya da vermekte ve karşılarına çıkan fırsatları değerlendirmek isteyip, yurt dışında akademik faaliyetlerde bulunmak istemektedirler. Bazıları yurt dışında evlenip bir düzen kurmayı tercih etmiş ve de dönmemiştir.  Aramızda çeşitli nedenlerle (ekonomi, aile, sağlık, vb.) eğitimini belirlenen sürede tamamlayamayıp geri dönmek zorunda kalanlar olmuştur. Bazılarımız ise okuldan kaynaklanan nedenler (örneğin, doktora programının MEB'in sınırladığı süreden daha uzun olması, danışmanla yaşanan sorunlar) ile "eğitimini tamamlayamama" durumunu yaşamakta ve tazminat ödemekle karşı karşıya kalmaktadır. Sonuçta farklı nedenlerden ötürü de olsa aynı kâsede boğulan ciddi bir kitle söz konusudur. Peki, neden mi boğuluyoruz?      
Baskı, stres ve boğulma bizlerin yurt dışına gönderilmesinden önce, iki kefil bulup onlara yüz binlerce döviz (bulunduğunuz ülkeye göre para birimi değişiyor tabi) tutarında senet imzalatmayla başlıyor. Bir dakikanızı ayırın ve düşünün lütfen: Eşiniz, dostunuz, akrabanız, arkadaşınız dediğiniz kaç kişiyi aradığınızda yüz binlerce dolarlık (Euro ya da sterlinlik) bir senede imza attırabilirsiniz. İki kişiniz varsa şanslısınız! Sonunuzu, gelecek 10 yılınızı siz bile bilmezken başkalarının omuzlarına da yüklediğiniz sorumluluğun sizde yaratacağı ağırlığı bir düşünün lütfen. Ama biz bunu lisans öğrencisiyken de yapmıştık, öyle ya! O zaman da senet imzalamıştık öğrenim kredisi almayı seçmişsek. Sonuçta yapılan bu karşılıklı sözleşmeye kimsenin itirazı yok elbette. Sonraki aşamaları ve stres faktörlerini, yurt dışında eğitim hayatı süresince yaşanan zorluklar ve sıkıntıları geçiyorum. Çünkü onu da yine yaşamayan bilmediği için anlatmak bir şey ifade etmiyor. Zaten konumuz süreç değil, sonuç! Diyelim ki yukarıda belirtilen nedenlerden herhangi biri ile tazminata düştünüz ya da düşürüldünüz, bu durumda devlet size yapmış olduğu masrafı bir liste olarak size çıkartıyor ve o tutarın ödenmesini bekliyor. Buna da kimsenin itirazı yok. Ancak burada hesaplama şöyle gerçekleşiyor: Size harcanan döviz ve/veya Türk lirası olan tutarların toplamına ilaveten öğrenime başladığınız tarihten itibaren tazminata düştüğünüz ve tazminatınızı ödemeyi tamamlayacağınız sürenin sonuna kadar borcunuza (her bir para birimi için ayrıca) faiz işliyor. Örneğin, 8 sene önce Amerika'ya burslu geldiniz. Öğrenim süreciniz boyunca da devlet size hem aylık maaş (burs demeye dilim varmıyor!) hem de yıllık okul harcınızı verdi – ki bazılarımız asistanlık alıp onu da devlete ödetmiyoruz. Sonuçta toplamda 200 bin dolar borcunuz var ve herhangi bir nedenle tazminata düştünüz ve bu parayı ödemek durumunda kaldınız. Bu durumda devlet, bu paranın 4 yıl içinde ödenmesini talep etmekte ve 5'inci yılda da biriken faizlerin ödenmesi istemektedir. Yüzbinlerce dolar/Euro/sterlin olan borçlarımızın görmüş olduğumuz öğrenim süresinden daha kısa bir süre olan 5 yıl gibi bir surede ve faiziyle ödememizin şart koşulması son derece acımasız ve adaletsiz bir durumdur. Sizce değil mi?
Geçmişte bu bursla yurt dışında öğrenim görmüş bursiyerlerin benzer durumlarda karşılaşması halinde daha makul yaptırımlarla tazminatlarını ödemeleri mümkün kılınmış 2006, 2011 ve 2014 yıllarında çıkan yasalarda birikmiş borçlara faiz affı çıkmıştır. Biraz daha geçmişe, 90'lı yıllara gidildiğinde bursiyerlerin tazminata düşmeleri halinde döviz olan borçları fiilen harcamanın yapıldığı günün efektif satış kuru üzerinden Türk lirasına çevrilerek yapılmıştır. Zira, bu uygulama günümüzde MEB tarafından öğrencilere ödenen maaşlar için yapılmaktayken, öğrencilerden bu borcu döviz olarak ödemeleri ve buna da faiz ödemelerini beklemek son derece mantıksızdır. Bursiyerlerin, ülkeye döndüklerinde yurt dışında görülen öğrenim süresinin iki katı kadar hizmet etmesi beklentisinin adaletsiz olduğu kadar doktora öğrenimini tamamlayamadan geri dönmek zorunda kalmış bursiyerlerin (2015 yılında çıkan bir yönetmelikle yüksek lisans eğitimlerine karşılık gelen borçlarını ödemeleri zorunlu görevle mümkün kılınmışken) doktora süresince yapılan harcamaların görev istemelerine rağmen görev taleplerinin reddedilmesi ve geri ödenmesinin beklenmesi de büyük haksızlıktır. Dolayısıyla, bu koşullar altında bu bir burs değil, FAİZLİ KREDİdir. Sadece kendi hayatımızı ipotek etmediğimiz bu "burs" görünümlü faizli kredi için tazminata düşülmesi halinde de yaşanan zorluklar ve psikolojik baskılar oldukça derindir. Ayrıca bu durum, devletin yüzbinlerce dolarlık yatırım yaptığı, çeşitli disiplinlerde yetişmesini ve ülkeye destek vermesini beklediği "geleceğin akademisyenleri"nin üretkenliğini bu ve benzeri "atanmamak" gibi zorluklarla sınırlandırmakta ve "neden beyin göçü?" verildiğini de açıklamaktadır. Bu sebeple bu bursu kurtuluş olarak gören genç arkadaşların bu durumları göz önünde bulundurmaları tavsiye edilir. Ben ve benim gibi bu durumu yaşamakta olan pek çok bursiyerin dilek ve beklentisi ise 2006, 2011 ve 2014 yıllarında çıkan yasalarda olduğu gibi faiz affı çıkmasıdır. Bu sebeple bizlere göstereceğiniz destek sonsuz takdir ve minnetle karşılanır (Lütfen aşağıdaki hashtagleri kullanarak bize sesimizi duyurmamız için destek olun!).   
Saygılarımla,
Sinemissinem
#BursDegilFaizliKredi #YLSYninSefaleti #FaizAffı    
12 notes · View notes
sinemissinem · 7 years
Text
Mentörlük
Yapılacak işiniz çoksa ancak zamanınız yetmiyorsa, fakat bütün bunlara rağmen bir mola verip arkanıza yaslanıp kendinize "neredeyim ben?" diye soruyorsanız, gelin birlikte ve sesli düşünelim.
Geçenlerde bir arkadaşım sosyal medya hesabında Barış Özcan'ın "İngilizce'yi Arnold Schwarzenegger'den öğrenmek" videosunu paylaşıp yaşadığı bir olayı anlatmış. Beni hiç şaşırtmayan bu paylaşım ve yaşanmışlık pek çok akademisyenin ya da o yola baş koymuş doktora ve yüksek lisans öğrencilerinin karşılaştığı bir sorundur. Bir kongreye gidilir, sunum yapılır. Kongre İngilizce ise kişi kendi sınırlarını zorlar ve İngilizce sunum yapmaya özen gösterir ve ona göre hazırlanır. Bu arada satır arasında söylemeden edemeyeceğim. Kongre İngilizce ise neden Türkçe sunum yapma konusunda ısrar edilir bunu hiçbir zaman anlayamadım. "Kişi İngilizcesine güvenmiyorsa Türkçe sunmasın mı yani?!" diyebilirsiniz. Haklısınız. Sunsun ama Türkçe bir kongreyi tercih etsin ya da kendini zorlayıp olan İngilizcesiyle sunsun o İngilizce olarak düzenlenen kongrede. Yaşayarak öğrenmeyi teoride bilip pratikte uygulamadığımızın başka bir kanıtıdır bu da. Belki de bu yüzden pek çok akademisyen ülkemizde yapılan yabancı dil sınavlarından geçer puan alıp yardımcı doçent, doçent, hatta profesör olur ama yurtdışına çıkınca dut yemiş bülbül kesilir, kendini ifade edemez ve iletişim kuramaz. Her ne kadar çok sayıda atıflı yayını olsa da acı gerçek, anlatamadığınız ve aktaramadığımız bilimle sınırlı kalır. Uzatmayalım. Yapılan İngilizce sunumun ardından bu genç akademisyen adayının yanına yine kendi ülkesinden ve dilinden birisi gelir ve çalışmanın içeriğine değil, konuşurken yaptığı telaffuz hatalarına takılır ve "bir daha yapma" diye de uyarır sanki karşısındaki kendi çocuğudur ve ona parmak sallayarak uyarıda bulunmakla ona iyilik yapmış olduğunu düşünür. Oysa bir çuval inciri berbat eder; kişinin özgüvenini sarsmakla kalmaz aynı zamanda onun zihnine unutulmayacak bir anı kazır. Yolun başında olan o genç aday eğer benim kadar cazgır değilse sessizce yerine geçer ancak içi içini kemirir karşılık olarak bir cevap veremediği için. İster hiyerarşik düzen anlayışının dayattığı "bu kişi ilerde benim ayağımı kaydırırsa?" korkusundan deyin, ister "saygı" -ki bana göre bu saygısızlıktır iki tarafa da ve güven ortamının olmadığını gösterir- sonuçta "çok iyi İngilizceniz varsa buyurun siz sunun bir de sizi görelim" diyemez o yolun başındaki arkadaş.
Bir gerçek var hep söyleyip yazdığım: Biz İngilizceyi denize düşünce yani başka bir ülkeye gidip o dille günlük hayatın içinde haşır neşir olunca öğreniyoruz, en azından benim deneyimim öyle – ve bu tüm diller için geçerli bu arada. Ülkemizde yabancı dilde eğitim veren üniversitelerden mezun olan arkadaşlarımızın bile Amerika'ya geldiğinde kendini ifade etme sorunu yaşadığına ve hatta ilk zamanlar konuşamadığına tanık oldum ben. Kendi adıma konuşmam gerekirse, Amerika'ya ilk geldiğimde konuşulan her şeyi anladığım halde gerçek anlamda konuşmaya başlamam tam üç ayımı aldı! Üç ay boyunca ne kadar acı çektiğimi bir ben biliyorum. İster ODTÜ'de ister Boğaziçi'nde doktora yapın, fark etmez! Lütfen kendinizi Amerika'da ya da başka bir ülkede doktora yapan bir öğrenciyle karşılaştırmayın "telaffuzuna dikkat et, bir daha aynı hatayı yapma. Ben de X üniversitede doktora yaptım" deyip Türkiye'de İngilizce eğitim veren bir üniversiteden bahsederken. Neden mi? Bir kere siz kendi ülkenizde, günlük yaşamda etrafınızda Türkçe konuşulan bir okul ortamında lisansüstü eğitim alıyorsunuz. Takıldığınız her şeyi kendi dilinizde ve anlayabileceğiniz şekilde sorma ve cevap alma şansınız var. İkincisi yurt dışında lisansüstü eğitim alanların pek çoğu 25-30'lu yaşlarda (lisansını yurt dışında tamamlayanlar hariç) yurt dışına çıkıyor ve zamanında günlük hayatında konuşmadığı bir dili yeniden öğrenmeye ve günlük hayatta uygulamaya başlıyor ki bu Türkiye'de lisansüstü eğitim alanların yapmak zorunda olmadığı bir şey. Dikkatinizi çekerim yapmadığı demiyorum. "Yapmak zorunda olmadığı" diyorum çünkü bir mecburiyet söz konusu değil. Örneğin, eve gitmek için minibüse binince "kardeş şuradan Acıbadem'e bir kişi uzatıver" diyorsunuz. Çok şey değişiyor o noktada. Oysa başka bir ülkede yaşarken sadece eğitim hayatında değil, sosyal hayatta da mücadele veriyorsunuz. Üstelik bu yaşam mücadelesini alışık olmadığınız ve yeterince tanımadığınız bir kültürde veriyorsunuz. Amerika gibi bir ülkede bile yaşadığınız bölgeye göre bağlam değişiyor. New York'ta insanlar çok daha direk iken, Orta Amerika'da sizi kırmamak için size iyi şeyler söyleyerek başlıyor kişi sözlerine, yaptığınız işi eleştirirken. Siz de anlamaya çalışıyorsunuz o kişi gerçekten beğendi mi yaptığınız işi, yoksa yerden yere mi vurdu diye. Dolayısıyla aynı ülkede bile farklı anlayışların etkisini görmek ve bunu öğrenmeye çalışmak zaman alıyor. Bu arada ev bulmak, taşınmak, eşya almak, yerleşmek vs. gibi temel işleri ve günlük ihtiyaçları katmıyorum bile işin içine. Çünkü bunları da yaşayan biliyor. "John kardeş bi el at da benim eşyaları taşıyalım" diyemiyorsunuz bir Amerikalıya çünkü "time is money" (zaman para demektir) onlar için. Yardım eden yok mu? Var tabi. O da hep dediğim gibi "it depends" yani duruma göre değişir sayın hocam. Bu arada yanlış anlaşılmaları ��nlemek adına belirtmeliyim ki Türkiye'deki üniversitelerin eğitim kalitesine falan laf etmiyorum. Sadece diyorum ki "içinde yaşadığınız koşullar önemlidir ve çok şeyi değiştirir" (context matters!).
Şimdi neden bu konu! Çünkü bu noktada mentörlük ve danışmanınızın hayatınızdaki rolü önemli. Mentörlük üzerine bir sürü yerli ve yabancı kitap, makale ve köşe yazıları bulmak mümkün. YouTube üzerinden birçok TED talk izlemeniz de mümkün. Hepsinde ortak bir nokta var: Mentörlük önemli ve başarı iyi bir mentörün desteği ile elde ediliyor. Herkes bunu biliyor ancak mentörlüğün lisansüstü eğitimde nasıl uygulandığını, süreçlerin kişilere, zamana ve bağlama göre değiştiğini de unutmamak gerekiyor. Sizi bilemiyorum ancak benim yetiştiğim aile ortamı demokratik olmasına rağmen "başkaları ne der?", "X kişinin kızı/oğlu şunu yapmış, sen hala şunu yapmadın (buna evlenmek ve çocuk sahibi olmak bile dahil edilebiliyor maalesef)" ya da sınavdan 98 aldığımda "neden 100 değil?" sorunuyla büyüdüm ben. Sorun diyorum çünkü 34 yaşımdan sonra bir başka ülkede kendimi yeniden keşfedip "mutlu muyum?" sorusunu kendime sorduğumda aslında mutluluğun ve bugünkü akademik hayattaki tatminsizliğimin ve işkolikliğimin çocukluk ve yetişkinlik travmalarımla ilişkisi olduğunu fark ettim. İşkoliğim çünkü sabahın kör vaktinde işe gidip gece yarılarına kadar çalışıyorum. Gece uyku arasında uyanıp "şunu da yapmam lazım" deyip yatağımın baş ucunda duran yapılacak işler listesine eklemeler yapıyorum. Akademik tatminsizliğim ise hep daha fazlasını yapmak zorunluluğu hissetmemden ileri geliyor. Bunu söylerken de yanlış anlaşılmasın lütfen. Sorunum "neden tüm derslerim A değil" değil. Aksine, daha çok çalışma yapmak, daha çok iş bitirmek, kriterleri sağlamak vb. Yıllık değerlendirmelerimizin yapıldığı dönemlerde danışmanımızla bir araya gelip durum değerlendirmesi yapılır bizde. Her sene bir ağlama krizine girip kendimden ve akademik başarımdan memnun olmadığımı söylemişimdir danışmanıma, üstelik benim konumumda olan birine göre ortalamanın üzerinde bir CVim olduğu halde. Alanımın bir dergisinin (zaten iki dergisi var) editör grubunda yer almam, Amerikan Eğitim Araştırmaları Birliği'nin kendi alanımda öğrenci temsilcisi olmam, dahil olduğum sosyal sorumluluk projeleri, yazdığım raporlar vs. bunların hiçbiri yetmiyor yani. Danışmanım ise her zaman gülümseyerek beni dinleyip tutamadığım gözyaşlarımı silmem için mendil uzatmıştır ben kendimden ne kadar memnuniyetsiz olduğumu anlatırken. En son bu durum gerçekleştiğinde ve ben danışmanımın odasından ayrılınca sordum kendime: "Neden yetmiyor?" Suçlusu ne annem-babam ne de içinde büyüdüğüm toplum. Ancak bir gerçek var: Biz çocuklarımıza mutlu olmayı öğretmiyoruz. Sormuyoruz hiç kendimize "mutlu muyum?" diye onca hengamenin, beklentinin ve koşturmacanın içinde. Peki, nedir mutluluğun ve akademik başarının mentörlükle ilgisi? Mentörün akademik hayatımızdaki rolü bize nasıl yol gösterir? Herkesin ayrı tekniği, yolu yordamı vardır elbet. Ben iyi mentör modelinden bahsedeceğim deneyimlerime dayanarak.
İyi bir mentör öğrencisine/danışanına zaman ayırır. Türkiye'de akademik hayat bazı ülkelerden daha farklı. Örneğin bir hoca hele de İstanbul Ankara gibi büyük şehirlerde yaşıyorsa ve çocuk okuttuğu için ya da daha iyi yaşam standartları için daha fazla para kazanma ihtiyacı hissediyorsa, çok fazla ek ders alıyor ya da özel üniversitelerde ders veriyor. Buna ek olarak bazı hocaların 10'dan fazla yüksek lisans, doktora öğrencisi var mesela. Sadece yemek, içmek, uyumak gibi günlük yaşamsal faaliyetlere harcanan zamanı ve girilen ders saatini (tabi hoca kendi yerine asistanını derse göndermiyorsa) alt alta yazıp toplayınca, bir hocanın öğrencisine/danışanına ne kadar zaman ayırdığı kocaman bir soru işareti. Hele bir de danışmanınız bölüm başkanı ise ya da başka idare görevleri varsa kendisine kısa bir soru sormak için bile tek fırsatınız odasına çay götürmek ve o bahaneyle sorunuzu sormak olabilir. Oysa iyi mentörlük zaman ayırmakla ve öğrenciyi iyi yetiştirmekle mümkün olabilir. Bunu yapan hocalar da var elbet. Örneğin Türkiye'de asistan olduğum dönemde bir başka üniversitede düzenlenen çalıştaya gitmiştim. Alanımızdan (o dönemdeki ilgi alanım) bir hoca Amerika'dan alan uzmanlarını davet etmiş ve kendi çalışmalarına da yer vermişti çalıştayda. Beni en çok etkileyen şey çalıştayın ardından hocanın öğrencileriyle oturup zaman geçirmesi, durum değerlendirmesi yapması ve yürütmekte oldukları çalışmalara ilişkin beyin fırtınası yapmalarıydı.  Hiç alakam olmadığı halde yanlarında kalmış; masalarında oturmuştum hayranlıkla onları dinleyerek. Hoca bir ekip kurmuştu kendine ve mentörlüğün güzel bir örneğini sergilemişti. Çok sayıda çalışmayı eş zamanlı ve iş birliğine dayalı olarak yapıyorlardı. O zamanlar hocanın öğrencisi olan o asistan arkadaşların her biri bugün yardımcı doçent olarak farklı üniversitelerde görev yapıyor.
Herkes akademik anlamda bir konuma gelince ne büyük zorluklar çektiğinden ve nasıl badirelerle sıkıntılarla o konumu elde ettiğinden bahseder. Normaldir. Doğamız gereği bununla hem gurur duyar hem de kendimizi takdir ederiz. Ancak orada ince bir çizgi vardır. "Her şeyi kendim yaptım, tırnaklarımla, kazıyarak buraya kadar geldim" derken bile bazı kişilere kredi vermek gerekir. Benim danışmanımın kendi öğrencileriyle oluşturduğu grubun anlayışı ve mentörlük sisteminin işleyişi şudur: Her hafta iki saat süren bir grup toplantısı yapılır. Bu toplantı herkesin programına göre belirlenir, sadece hocanın uygun zamanına göre değil (eşitlik ilkesi!). Her toplantı kısa bir check-in ile başlar. Herkes o hafta boyunca ne üzerinde çalıştığından ve ne kadar yol kat ettiğinden bahseder 10-15 dakikayı geçmeyecek şekilde. Yani tek bir kişi sazı eline alıp toplantının sonuna kadar konuşmaz. Kimse kimsenin lafını kesmez. Saygının bir gereğidir. Asistan diye de kimse fikir beyan edince hadsizlikle suçlanmaz. Destekleyici ve yapıcı bir toplantı anlayışı hakimdir. Gruptaki her öğrenci (yani hocanın danışanları) hocayla birlikte farklı çalışmalara dahildir. İnsanların nasıl oluyor da 40-50 sayfa CVsi oluyor diye merak ediyorsanız, bunun sırrı iş birliği, dayanışma ve iyi mentörlüktür. İyi bir hoca güzel bir ekip kurup grup üyelerini motive eder ve onları akademik olarak destekleyip kendi projelerine dahil eder. İşi onların üzerine yıkmaz. Kontrol hocadadır, proje danışanlardan birinin olmadığı sürece. Hoca da herkes kadar efor sarf eder ve yazarlık kriterleri Amerikan Psikoloji Birliği'nin (APA) kuralları göz ününde bulundurularak düzenlenir. Amiyane deyimiyle "ne kadar ekmek o kadar köfte!" Her hafta aynı toplantı kapsamında check-in den kalan zaman dilinde (en az 1 saat, hoca ya da toplantıyı yöneten grup üyesi zaman yönetimini kontrol eder) grup üyelerinden birinin çalışması (hocayla yaptığı çalışmada olabilir, iş başvurusu için yazdığı kendini anlatan niyet mektubu da) üzerinde geribildirim verilir. Bunun için de buluşmadan en az 5 gün öncesinde ilgili dokümanlar grup üyelerine hoca da dahil olmak üzere email yoluyla gönderilir. Böylece kimsenin iki ayağı bir pabuca girmez. Herkes kendi iş yüküne ve zaman dilimine göre kendi programını ayarlar geri bildirim vermek için. Önemli olan kaliteli geribildirim vermektir. Baştan savma iş yapılmaz. Gönderilen dokümanlar göz ucuyla okunmaz (hoca da dahil!). Toplantı süresince geri bildirim vermenin de bir yolu vardır. Herkes kendine göre en uygun yolla (ister çıktısını aldığı doküman üzerinde ister elektronik olarak) geribildirim verir. Toplantıya hazırlıklı gelinir. Toplantı sonunda da ilgili dokümanlar ve geribildirim proje/çalışma sahibine iletilir. Geri bildirimin yapısı ise öncelikle çalışmadan ne anladığını paylaşmakla başlar. Böylece çalışma sahibi, aktarmak istediği mesajın ilgili kitleye ulaşıp ulaşmadığını öğrenme şansı elde eder. Sonra eğer bir dergiye gönderilecekse o derginin kriterleri (ilgili dokumanlar kişi tarafından diğer evraklarla birlikte gönderilir) göz önünde bulundurularak eleştiri yapılır. Hangi kriterler sağlanmış, yazım hataları ya da neler eksik kalmış önemlidir ve bunlara tartışmalarda yer verilir. Tek amaç, çalışmayı daha kaliteli hale getirmek için neler yapılması gerektiğini tartışmak ve çalışmasına gömüldüğü için kendi ürününe eleştirel bakamayan grup üyesine yardımcı olmaktır. Yani "birlikten kuvvet doğar". Bütün bunlar yapıldıktan sonra hocanın her zaman altını çizdiği ve önemle vurguladığı bir nokta vardır: Kredi vermek. Kitap, makale, tez vb. çalışmalarda mutlaka "acknowledgment" yani "teşekkür" kısmına geri bildirim veren kişilerin ismi yazılır ve harcanan zaman, geribildirim için verilen emek takdir edilir. Çoğu zaman bir rica üzerine tezinin bölümü, çalışmasının metodunu geliştirme/yazma ya da kullandığı veri toplama aracı için arkadaşlarıma yardımcı olmuşumdur ama bugüne kadar gösterilen desteği takdir eden ve çalışmasında teşekkür eden kişi sayısı bir elimin parmağını geçmez. Bu durum beni, yardımcı olmak fikrimden ve isteğimden alıkoymaz ancak kişilerin akademik etik ve destek anlayışıyla ve aldığı mentörlüğün kalitesiyle ilgili olduğunu bana düşündürür. Zira o kişinin gelecek nesilleri de kendisi gibi yetiştireceğinin bir göstergesidir. Bu yüzden mentörlük önemlidir, iyi bir örneğini almamış olsanız bile daha iyisini sizin yapamayacağını anlamına gelmez.
İyi bir mentör aynı zamanda birebirde de danışanlarına destek olur. Kişisel hayatla ilgili destekler, danışmanla öğrencinin arasındaki ilişkiye göre değişmekle birlikte çeşitlilik gösterebilir. Özel hayatındaki sorunlarını da danışmanıyla paylaşanlar vardır. Ayrıca iyi bir mentör öğrencisinin akademik gelişimini ve istihdam edilmesini de destekler. Akademik gelişimi destek, öğrenciyi mevcut imkanlardan haberdar etmek ve onu teşvik etmekle mümkündür. Yapacağım herhangi bir akademik sunumdan önce danışmanımın bana vakit ayırıp konuşmamı ve sunumumu dinlediğini ve geribildirim verdiğini inkâr edemem. Bu durum diğer öğrencileri için de geçerlidir. Birçok mezun olan öğrencisine de iş mülakatı öncesi "mock" denilen deneme mülakatlarını kendi yapmakla kalmamış; öğrencisinin başvurduğu iş pozisyonu alanına göre uzmanları da sürece dahil edip onların da desteğini almasını sağlamıştır. Geçmişte de danışmanlığımı yapmış hocalarımdan çok şey öğrenmişimdir. Ancak "öğrenciye yatırım" her hocanın anlayışında farklıdır ve derecesi hocanın da yükünü göre değişir. Mutluluk ve akademik başarıyla ilişkilidir mentörlük, bu yüzden de önemlidir demiştik. Yapılan bilimsel çalışmalar artarak yükselen başarı çıtasının (exponential success curve) kaliteli ve nitelikli mentörlükle ilgisi olduğunu göstermektedir. Akademik hayatta da başarı ve mutluluk arasında ilişki olduğu yine çalışmalarla ortaya konmuştur. İyi bir mentörlük almadığınızı ve danışmanınızdan bu desteği görmenizin mümkün olmadığını düşünseniz de "akran mentörlüğü" yaparak sizin durumunuzda olan arkadaşlarınızla ihtiyaç duyduğunuz desteği elde edebilirsiniz.
Bol şans!
Sinemissinem
18 notes · View notes
sinemissinem · 7 years
Text
“Yazmak”
Yazmak bazılarımız için oldukça zorlu bir iştir ve düşüncelerimizi süzgeçten geçirip içselleştirmemizi gerektirir. Hele de sosyal bilimler alanında yüksek lisans/doktora yapıyorsanız ve teziniz için kendinizi hazırlamayı ve “yazma” eylemini bir sistematiğe oturtmayı istiyorsanız, size uygun metodu bulmak ve uygulamak bazen tez konunuzu belirlemekten çok daha zor olabilir. Bununla birlikte, “yazabiliyor olmak” teziniz için tek başına yeterli olmayacağı gibi neyi, nasıl yapacağınıza, çalışmalarınızı nasıl bir sıra ve düzen anlayışı içinde yapacağınıza karar vermek geliştirilmesi gereken başka bir beceri haline dönüşebilir ve siz kendinizi tez konunuzu belirlemeye ya da tezinizi yazmaya çalışırken değil de “akademik hayatınızı” bir düzene oturtmaya çalışırken ve kendinizi çıkmazda hissederken bulabilirsiniz. Peki, ne yapmalı? Daha tez konumuzu bile belirleyememişken yazmak bizim için neden bu kadar önemli? “Akademik hayatımız” dediğimiz, yoluna baş koyduğumuz bu yolculuğa çıkarken neleri göz önünde bulundurmalıyız?
Daha önceki yazılarımda takvim oluşturmaktan ve bunu işlevsel olarak kullanmaktan bahsetmiştim. Ancak zamanında Türkiye’de asistanlık yapmış biri olarak pekâlâ biliyorum ki hiçbir zaman takviminiz sizin kontrolünüzde değildir. Yani, bir diğer deyişle siz sabah evden çıkmadan plan yaparsınız ve dersiniz ki “okula gidince şu şu işleri tamamlayacağım.” Elinizde yapacağınız işlerinizden oluşan bir listeniz vardır ancak sabah okula gittiğinizde bölümde yetişmesi gereken yeni bir iş mutlaka olacaktır ve o iş için mutlaka siz görevlendirilirsiniz çünkü “son dakika” yerine getirilmesi gereken işlerde üzerinize yoktur. Bu ve benzeri sahneler pek çok asistan arkadaşın yaşadığı, rutin haline gelen “alışılmışlıklar”dır. Peki, bir gün 24 saatken ve günün en az 8 saatini okulda/işte geçirirken üretken olmak ve işlerinizi yoluna koymak nasıl mümkündür? Hele de İstanbul gibi bir şehirde yaşıyorsanız ve en az 2-3 saat trafikte zaman geçiriyorsanız… Bu sorunun cevabını bildiğimden emin değilim. Çünkü geçmişe dönüp baktığımda kendi hayatımı yaşamadığımı fark ettim. Tabi bütün bu farkındalıklar buraya geldikten sonra kendi başıma kalıp da aynaya bakıp “ne yapıyorum ben?” sorusunu sorunca ortaya çıktı. Dolayısıyla hep bir koşturmaca halinde geçen günlük rutinlerin, biriken işlerin geçmişte bende açtığı derin yaraları ve stresten geriye kalan yıpranmışlıkları anımsıyorum sadece. Bu yüzden günde kaç saat uyuyorsunuz, neye ne kadar zaman ayırıyorsunuz bilmiyorum ancak zaman yönetimine ve yazmaya ilişkin önereceklerim, kendim için de uyguladığım ve çokça faydasını gördüğüm ve -belki de- pek çoğumuzun bildiği önerilerdir.
3-2-1 Stratejisi: 3-2-1 Stratejisi benim her gün için uyguladığım bir çeşit “yapılacaklar listesi” tekniğidir. Her gün için bir önceki günün akşamında yapılacaklar listesi hazırlarım. O listede 3 küçük çapta, 2 orta çapta, 1 büyük çapta iş olur. Örneğin, üzerinde çalıştığım bir makale varsa, 1 büyük iş, bu makalenin bir bölümünü yazmak, çalışmanın analizlerinin bir kısmını tamamlamak ya da literatürü yeniden düzenlemek olabilir. Orta çapta işler (2 tane) yine sizin tanımınıza ve önem derecesine göre sıraladığınız işlerden oluşabilir. Küçük çapta olanlara (3 tane) markete gidip alışveriş yapmak gibi küçük ancak zamanınızı alan işleri bile yazabilirsiniz – benim önerim hepsi akademik olsun. Blok not tipinde (A3 boyutunda) bir not defterim vardır bu liste için. Her gün en üstteki sayfaya listeyi yaparım. Gün içerisinde yapılan her bir işin ardından işin üzerini büyük bir zevkle çizer, karalarım. Gün sonunda da listemdekilerin hepsini tamamlamışsam ne mutlu bana. Yok eğer listemde tamamlanmamış işler varsa, o listedekileri yeni listeye bir sonraki gün için yazar; sonra artık “eski” olan listeyi yırtar atarım. Zamanı etkili kullanma üzerine çalışmalar yapan bazı araştırmacılar bu tekniğin zihinsel olarak faydalı olsa da farkındalık (mindfulness) ya da öz bakım (self-care) yönünden uzun vadede olumsuz etkileri olabileceğini ve yapılan işlerin verimliliği pekiştirmesi için kaydedilmesi gerektiğini önermektedir. Benim bunun için önerim 3-2-1 listesini aynı yöntemle uygulayıp, haftalık ve aylık self-reflection dediğim kendime rapor verme yöntemini uygulamak. Peki, nedir bu kendine rapor verme?
Kendine Rapor Verme: Her hafta bir-iki sayfayı geçmeyen bir listedir bu rapor. 3-2-1 tekniğine destek olarak yapılır. Haftalık olarak yapılan ve bir sonraki hafta yapılması gereken işler listelenir. Yapılması gerektiği halde tamamlanmayanlar yine bu listede bir sonraki hafta için yapılacaklar olarak yer alır. Bir çeşit günlük izleme raporu olan 3-2-1 tekniğine destek amaçlı hazırlanan haftalık izleme raporudur. Böylece kendinize neyi başardığınızın ve ne kadar yol kat ettiğinizin kanıtıdır. Buna nasıl zaman ayıracağım? Buna ayıracağım zamanda başka işler yaparım diyorsanız, pek tabi bunu da anlarım. Ancak doktora tezi gibi uzun vadeli çalışma disiplini gerektiren işlerde bu ve benzer yöntemler öz-denetim mekanizmanızı geliştirmenize ve süreç boyunca motivasyonunuzu korumanıza yardımcı olur. Denenmiştir ve önerilir! 😊
Zinciri Kırma: Bu teknik Amerikan komedyen, aktör, yazar ve prodüktör olan Jerry Seinfeld’ın tekniğidir. Barış Özcan da bu tekniğin ne olduğunu YouTube’daki kanalında açıklar. Ben bu tekniği kısa vadeli işler için kullanırım. Örneğin, tezim için incelemem gereken çalışmalar varsa ya da analizini yapmam gereken belli sayıda makale, doktora tezi özeti vb. bu yöntem oldukça etkilidir ve kısa vadede raydan çıkmadan hedefinize ulaşmanızı sağlar. Bunu bir örnekle açıklayayım: Danışmanımla birlikte yaptığımız bir araştırma için incelemem gereken 480 civarı proje özeti vardı. Düşününce 480, büyük sayı! Ancak bu yöntemi uygulayarak bir aydan kısa bir sürede analizlerimi tamamladım. Bunu yaparken de ilk gün bir deneme yaptım ve tek seferde verimli olarak kaç proje özetini analiz edebildiğimi süre olarak tespit ettim. Ortalama 20 projeyi tam anlamıyla ve verimli olarak analiz edebildiğimi görmek, hedeflediğim takvimi oluşturmama yardımcı oldu. 20 taneden oluşan proje özetlerini setler halinde bir araya getirip grupladım. 480/20=24 gün demekti ve ben 24.günde analizlerimi bitirmiştim! Hatta bunun için fiziksel olarak bir A4 kağıdına aylık takvimi çıktı alıp, analizi tamamladığım her güne bir çarpı (X) işareti koymuştum zinciri kırma tekniğine uygun olarak. Bu benim için en büyük motivasyon kaynağıydı. O kadar ki, analizleri herhangi bir nedenden ötürü o gün tamamlayamamışsam gidip uyuyamıyordum bile, sırf o çarpı işaretini takvime atamadığım için.
Pomodoro: İnternette bu yöntemle ilgili çokça kaynak mevcuttur. Bu yöntem Francesco Cirillo tarafından geliştirilmiş bir çeşit zaman yönetimi tekniğidir. Ben Pomodoro’yu “Zinciri Kırma” tekniğiyle birlikte kullanarak yukarıda sözü edilen analizlerimi tamamlamıştım. Böylece analizlerimi yaparken düzenli olarak mola vermiş; “boğulmadan” ve verimli bir şekilde analizlerimi tamamlamıştım. Pomodoro için telefon uygulamaları mevcuttur. Size de faydalı olmasını dilerim. Bu yöntemi düzenli olarak uygulamanın bir diğer yöntemi de arkadaşları teşvik etmek ve onlarla birlikte bu yöntemi uygulayarak bunun devamlılığını sağlamaktır. Ben çalışırken etrafımda birinin olmasına pek tahammül edemeyenlerdenim, maalesef (olunca da kulaklıkları takıp dünyayla bağımı kesiyorum ne yazık ki). Dolayısıyla bir kafede, kütüphanede ya da odada birisiyle çalışmam mümkün değil, eğer gerçekten odaklanmam gerekiyorsa. Örneğin benim Pomodoro partnerim, yine aynı alanda doktora yapmış bir arkadaşım. Süre tutmak için telefonları kullandığımızdan ayrı eyaletlerde dahi olsak mesajla birbirimizi motive edip; molalarda ne kadar yol kat ettiğimizi paylaşıyoruz. 😊      
Yazma Grubu: Amerika’da insanlar her zaman olduğu gibi bu konuda da sınır tanımayıp “yazma kampları” vs. düzenliyorlar – biraz abartıyorlar diyelim. Bunu terapi olarak gören, doğaya karışıp bir dağ evinde belli bir süre için bir araya gelenler mevcut. Ancak bunu günlük hayatın bir parçası haline getirenler de var. Okulumdaki doktora programında bir grup arkadaşım bir araya gelip ayda bir ya da iki sefer olmak üzere bir yerde (genellikle aralarından birisinin evinde) bir araya geliyorlar. Herkes atıştırmalık bir şeyler de getirince kamp kurulmuş oluyor. Bir gün boyunca sabahtan akşama kadar durmadan yazıyorlar, her ne üzerinde çalışıyorlarsa. Yakın tarihte bir hocam Amerika’ya dil öğrenmek için gelmişti (evet, yanlış okumadınız “profesörüm ben, dil okulu da neymiş” dememiş, egosunu çöpe atıp yabancı dilini geliştirmek için gelmiş). Sohbet arasında nasıl olduysa bu yazma grubundan bahsettim. “Bildiğin, hanımların yaptığı gibi gün yapıyorlar desene” dedi. 😊 Amacına uygun olarak bu yazma grubuna dahil olan arkadaşlarımdan birkaçı belirledikleri süre içinde makale ya da tezlerinin bir bölümünü yazmak gibi başarılar elde etmişlerdir. Yani, eğer annelerimizin yaptığı türden gün yapmak istiyorsanız o başka tabi. Ama bu yöntem de yazma alışkanlığınızı geliştirmek ve grupla çalışarak motivasyonunuzu korumak için izlenebilecek yollar arasında olabilir.
Referans Gösterimi: Yazma eyleminden bahsedince APA’dan bahsetmemek olmaz. Sosyal bilimler alanında genelde APA (American Psychological Association) yazı stili kullanılıyor, bazı dergiler ya da kurumlar farklı tercihlerde de bulunabiliyor tabi. Ben APA’ya maruz kaldığım ve onu çokça kullandığım için ondan bahsedeceğim, ancak herhangi bir yazı stiline de uygulanabilecek önerilere yer vereceğim. APA’yı doktoranın ilk yılında aldığımız Professional Seminar adı verilen Profesyonel Seminer dersi kapsamında aldık. Ucu çok açık gibi görünen bu derste akademik etiğin yanı sıra -neredeyse- kafamıza vura vura APA yazım kurallarını öğrettiler. Her hafta bir ya da iki bölüm okuyup ilgili bölüm(ler)den klasik sınav oluyorduk. Ne kadar öğrendin diye sorarsanız, cevabım “eh işte” olur. APA’yı nasıl öğrenirsiniz sorusunun cevabı, geribildirimde yatıyor. Danışmanınız ya da dersini aldığınız hoca size APA için geribildirim veriyorsa ve sizde geri dönüp yaptığınız hataları kontrol ediyor ve düzeltiyorsanız bu yazı stilini kısa sürede öğrenirsiniz. Tabi, bunun için de bol bol yazmanız gerekiyor. Danışmanınız ya da dersin hocası size bu konuda yardımcı olmuyor, geribildirimde bulunmuyorsa önerim APA kullanan ve onu öğrenmeye ihtiyacı olan bir arkadaşınızla birbirinizin yazılarında APA kontrolü yapıp noktasından virgülüne geribildirim sağlamanız. Böylece hem arkadaşınızın yazdıklarını kontrol ederken APA’yı daha iyi öğrenecek ve uygulayacaksınız hem de birbirinize geribildirim vereceğinizi ve düzeltmeler yapacağınızı bilmek sizi daha dikkatli yazmaya ve APA’yı doğru kullanmaya teşvik edecektir.
Diliyorum bu uygulamalar size de yazma konusunda yardımcı olur. Bu yöntemlere alternatif olarak kullanabileceğiniz tekniklere de bir sonraki yazılarda zaman zaman yer vereceğim. Çalışmalarınızda kolaylıklar dilerim. Başarılar!
Sinemissinem
Not: Bu yazı 8 Eylül 2017 tarihinde akademikpersonel.org’ta (bazı revizyonlarla) yayımlanmıştır. İlgili link: http://www.akademikpersonel.org/anasayfa/amerikada-doktora-yapmak-6.html
8 notes · View notes
sinemissinem · 7 years
Text
Nerede kalmıştık?
Bir kültüre alışmak dört mevsim deniyordu ve ben ilk mevsim olan balayını (honeymoon) bu yazı dizisine başlamadan geçmiştim. İkinci mevsim -yani kültürler arası farkındalıklar dönemi- yazılara başlamama neden olmuş ve beni akademik anlamda gördüğüm farklılıkları paylaşmaya teşvik etmişti. Kültür şoku (culture shock) olarak adlandırılan bu dönem yaşamakta olduğum ülkede insanların başka kültürlere ve milletlere önyargılarını gördüğüm ve aynı zamanda yaşamakta olduğum ülkenin gerçekliği ile yüzleşip bunu paylaştığım döneme denk geliyor. Yani yaklaşık olarak bu iki yıllık sessizlik dönemi. Üçüncü mevsim olan aşamalı uyum (gradual adjustment) süreci ne ara geçti bilmiyorum ama sonunda iki kültürü tek bünyede barıştırıp (adaptasyon ve iki kültürlülük dönemi – “Feeling at home”) kendi gerçekliğimle yaşamayı öğrendim sanırım, yurt dışında yaşayan pek çok kişi gibi. Bunu yaparken de bayramlarda ya da özel günlerimizde farklı eyaletlerde de olsak arkadaşlarımızla tek bir yerde toplandığımız, geleneklerimizi yaşattığımız ama aynı zamanda içinde yaşadığımız kültürün değerlerine de saygı duyarak Şükran Günü’nde yabancı arkadaşlarımıza teşekkür etmekten yüksünmediğimiz ve onların değerlerini de önemsediğimiz bir dönem oluverdi ve biz “BİZ” olduk. Elbet aranızda bu “BİZ” kavramının tanımından rahatsızlık duyan, “Siz değişmişsiniz. Hani senin kendi değerlerin?” diyenler olacaktır. Kısmen haklılar, yalnız kocaman bir farkla: Biz değerlerimizi hala koruyoruz ancak başkalarına da saygı duyup içinde yaşadığımız dünyaya uyum sağlayarak bunu yapmaya özen gösteriyoruz. Hem değişmeden yaşayan, aynı kalanımız var mı aramızda?
Değişmek, yenilik, dönüşüm… Bu kavramlar nedense bazılarımız için oldukça ürkütücü. Tıpkı “etik” kavramı gibi. Daha önceki yazılarımda değindiğim üzere (diğer yazıların linklerini sayfanın altında görebilirsiniz) Amerika’da doktora programlarında akademik etik daha ilk yıldan öğretilir: intihal yapmamak için nelere dikkat edilmeli, herhangi bir makalede ya da kitapta okunan bir cümle/bölüm nasıl değiştirilerek yazılmalı (paraphrase) ve başka sözcüklerle açıklanmalıdır gibi konular bazen tek bir ders, seminer ya da çalıştay konusudur. Hatta intihal programları her ders için dönem sonu projelerinin ya da ödevlerin yüklendiği sistemin bir parçasıdır. Dolayısıyla başkasının ürettiği bilimi, özgün fikri ya da söylemi sahibine atıfta bulunmadan “çalamaz”; sahibinin kullandığı şekliyle kelimesi kelimesine kullanamazsınız -uygun referans gösterimi yapmamışsanız-. Kazara intihal yapmışsanız da bedelini okulla ilişiği kesilmek, uzaklaştırma almak vb. yaptırımlarla ödersiniz. Bu işin Amerika tarafı. Öte yandan Türkiye’de akademinin intihal durumunu ortaya koyan bir çalışma Boğaziçi Üniversitesi tarafından yapılmış ve sonuçlar Türkiye’de yapılan yüksek lisans ve doktora tezlerinin %34’ünün “ağır intihal” yaptığını ortaya koymuş. Bu durum özel üniversitelerde yüzde oranının devlet üniversitelerine oranla daha yüksek olduğunu göstermiştir. Ancak altı çizilmesi gereken nokta şu ki devlet üniversitelerindeki oran bile %31. Peki, biz neden özgün “bilim” yapamıyor ve üretemiyoruz? Ben daha önce Türkiye’de akademik camianın içinde araştırma görevlisi olarak bulunmuş biri olarak genç arkadaşlara yardımcı olacağını düşündüğüm birkaç paylaşımda bulunmak istiyorum. Nitekim hala doktora öğrencisiyim. Türkiye’de bazı hocaların dediği gibi “unvanın kadar konuş” noktasında “unvansız” olarak yer alıyorum ve herkesin deneyimlerini paylaşması gerektiğini düşünüyorum. Hoş unvan sahibi olsam da bu durum değişmeyecek. Uzatmayalım.
Çeviri Yayınlar. Öncelikle ve en önemli olarak değinmek istediğim bir nokta var ki çeviri yayınlar –tüm çeviriler için geçerli değildir! Türkiye’de yabancı dil eğitiminin içler acısı haline değinmek haddim bile olamaz. Ancak geçmişte öğretmenlik yapmış biri olarak her zaman ve her gittiğim yerde gözlem yaparım, elimde olmadan. Bu sebeple yapılan ve paylaşılan gözlemler de önemlidir benim için. Amerika’da bir yıl dil eğitimi aldıktan sonra yaz tatili için Türkiye’ye geldiğim sırada Amerikalı bir arkadaşım da Türkiye’ye gelmiş, Boğaziçi Üniversitesi’nde bir programa katılmıştı. Annesi Türk, babası Amerikalı olan bu genç arkadaşımın Türkçe öğrenme çabaları gerçekten takdir edilesiydi ancak çok da önemli bir gözlem yapmıştı: Türkiye’de -hele de İstanbul gibi büyük bir şehirde bile- pek çok genç iki kelime İngilizce konuşamıyordu. Dut yemiş bülbül deyimi pek çoklarımız için geçerliydi. Bu sebeple ben de bir zamanlar (Türkiye’de asistanlık yaptığım dönemde) benzer dil sorunları ve sınırlılıkları yaşamış bir lisansüstü öğrencisi olarak Türkçe çeviri kitaplardan çokça yararlanmıştım. Ancak Amerika’da doktora programına başlayıp alanımı, alana ilişkin literatürü okuyarak tanıdıktan, onlarca metot dersi aldıktan sonra bir şeyi fark etmiştim ki Türkçe çeviriler bize bazı kavram yanılgılarını da beraberinde getiriyordu. Size bunu bir örnekle açıklayayım: Benim alanım Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme ancak bu alanın içinde spesifik olarak bir araştırma yöntemi çalışıyorum: Karma Yöntemler Araştırması (Mixed Methods Research). Danışmanım yaklaşık 30 bin defa atıf almış, onlarca makale, kitap, araştırma raporu, proje, program değerlendirme raporu yazmış; projelere danışmanlık yapmış; öğrenciler yetiştirmiş, amiyane tabiriyle okkalı CVsi (yaklaşık 40 sayfa) olan alanın liderlerinden birisi. Amerikan Eğitim Araştırmaları Birliği (American Educational Research Association) tarafından düzenlenen kongrelere gittiğimizde onlarca kişinin sıraya girip tanışmak istediği bir bilim insanı. Yazdığı kitaplar Portekizce, Çince, Türkçe olmak üzere pek çok dile çevrilmiş. Ben programa başlayınca kitabın orijinalini (İngilizce) okudum. Sonra da Türkçe çevirisini. Şaşırtıcı bir şekilde, kitabın orijinalini Türkçesinden çok daha iyi ve kolaylıkla anladım. Bir kaynağın (kitap, makale vb.) okunulabilirliği ve anlaşılabilirliği hitap ettiği kitleye ulaşması için çok önemli. Bu sebeple birebir çevirilerde yapılan bazı hatalar kavramların yanlış anlaşılmasına, kullanılmasına ve yaygınlaşmasına neden olmakta. Bu durum Türkiye’de bilimin özgünlüğünü de sınırlandırmaktadır. Kitaptaki çevirilerdeki sınırlılıkları birkaç örnekle aktarayım. Örneğin “blueprint” diye bir kavram var İngilizcede. Bu kavram bir şeyi teknik olarak dizayn etmek ve planlamak anlamına gelirken Türkçeye “mavi nokta” olarak çevrilmiştir. Ben bunun orijinalini bilmeseydim çeviriyi yapan yazarların bu kavramla ne demek istediğini anlayamayacaktım. Veya bir başka örnek, Mixed Methods Research’te Transformative Design diye bir araştırma deseni var. Çeviriyi yapan araştırmacılar bunu “Dönüştürücü Desen” olarak çevirmişler. Bilgisayarınızda arama motoruna “dönüştürücü” yazıp görsellere bakınız lütfen. Siz de benim gibi, aynı örnekle mi karşılaştınız? Dönüştürücü denilen şey Türkiye’de kullandığımız elektronik aletleri yurt dışında kullanabilmemiz için tasarlanmış bir çeşit fiş. Oysa alanın liderleri hatta Transformative Design kavramının öncüsü olan Dr. Donna Mertens’ın anlatmaya çalıştığı araştırma deseninin dönüştürücü fişle ilgisi yok. Dolayısıyla bir çeviri yapılırken alana ilişkin yeterli ve gerekli altyapınız yoksa, alana ilişkin teorik dayanaklardan ve felsefik temellerden uzaksanız yapmış olduğunuz çeviri, kavram yanılgılarına dahası alanın yanlış icra edilmesine neden olabilir.
Peki, İngilizce sorunu olan genç arkadaşlar ne yapmalı? Benim naçizane önerim akademik blogları ve grupları takip etmeniz. Sorun güzel arkadaşlar! Araştırın! Mümkün oldukça çalışmalarının orijinallerine ulaşın lütfen. Yurt dışında doktora yapan Türk öğrencilere ve araştırmacılara sorun. Eminim yardımcı olanlar olacaktır aralarında. Yurtdışında doktora yapmış ve yapmakta olan ve halihazırda yurtdışında çalışan Türk akademisyenlerden oluşan bir grup arkadaşımızla bir projemiz var. İlerleyen haftalarda paylaşacağım. Lütfen o kaynaklardan yararlanın ve geri bildirim vererek onların da kendilerini geliştirmelerine katkıda bulunun.
Literatür. Pek çok yüksek lisans ve doktora öğrencisinin yaptığı en büyük yanlış alana ilişkin literatürü yeterince araştırmamak ya da derinlemesine incelememektir. Bu durum üretilmek istenen tez ya da araştırmanın da özgün olamamasına neden olmaktadır. Alanınızı iyi biliyorsanız doğru kaynakları doğru şekilde referans göstererek alandaki boşlukları ve çalışılmamış konuları keşfedebilir; orijinal bir fikirle özgün bir çalışma yapabilirsiniz. Aksi halde Amerika’da ya da yurt dışında X, Y, Z ülkesinde yapılmış bir çalışmanın “Türkiye Örneği”ni çalışmayın n’olur! Çünkü o özgün bir çalışma değil, siz bir çeşit “bilgi copy-paste”i yapıyor olursunuz. Dahası her ülkenin sosyolojik alt yapısı, sistem anlayışı, öğrencilerine sunduğu imkanlar birbirinden farklı. Türkiye içinde bile elmalarla armutları mevcut sınav değerlendirme sistemleriyle yanlış değerlendirdiğimizi eleştiriyorken hepimiz, siz başka bir ülkede uygulanan bir modeli Türkiye’de uygulayınca elbise üzerimize ya dar oluyor ya da çok bol. Peki, kaç makale, kitap ya da araştırma projesi okursak alanımızla ilgili yeterince bilgiye sahip oluruz? Bizim alanda hep söylediğimiz bir şey vardır: It depends! Türkçesi “duruma göre değişir sayın hocam!” Öncelikle kendinize soru sorun lütfen. Ne çalışmak istiyorsunuz? İlgilendiğiniz konu nedir? Sonra kendinize yeniden sorun “neden o konuyu çalışmak istiyorsunuz?” Bu soruların cevabını kendinize verdiğinizde ve kendi kendinizi ikna ettiğinizde danışmanınızı ya da doktora önerinizi inceleyecek olan komite üyelerini de ikna edebilirsiniz. Hepimiz “büyük” düşüncelerle başlarız ancak herkesin söylediği bir gerçek vardır ki doktora tezimiz bunun ancak çok küçük bir bölümüdür. Bu sebeple ilgili literatürü iyi bilmek özgün bir çalışma ortaya koymak için oldukça büyük önem taşımaktadır. Dahası “huni” tekniğini kullanarak “büyük” konuları basite indirgemek ve mümkün olduğunca spesifik olmak (detaylara yer vermek) önemlidir.
Akademik Yeterlilikler. Akademik anlamda yeterliliklerimiz yapmak istediğimiz çalışma için sınırlılık olabileceği gibi avantaj olarak da kullanılabilir. Şöyle bir örnekle açıklayayım: Ben kendi alanım (mixed methods research) ile ilgili bir araştırma yapıyorum. Türkçe yayınlamayı düşündüğüm bu çalışma bir çeşit metodolojik inceleme ve Türkiye’de yapılmış, karma yöntemler araştırmasını kullandığını ileri süren yüksek lisans ve doktora tezlerini inceliyorum. Şu ana kadar yapmış olduğum analizlerin sonuçları gösteriyor ki yüksek lisans ve doktora tezlerinin 2/3’sinden fazlasında araştırma soruları çalışmanın yöntemi ile örtüşmüyor. Bir diğer deyişle incelemek istediğimiz konuyu doğru sorular sorarak ve doğru yöntemlerle incelemiyoruz. Dahası pek çok yüksek lisans ve doktora tezinde kullanılan ölçme araçları iddia edilen yönteme ya uygun değil ya da yeterince detaylandırılarak ölçme araçlarının kullanım amaçlarına yer verilmemiş. Örneğin, araştırmacı eylem araştırması yapmayı amaçladığını, nitel ve nicel yöntemleri bir arada kullanmak istediğini belirtmiş ancak kullandığı ölçme araçları yapmak istediği çalışmaya uygun değil. Yani siz bahçenize domates tohumunu ekmişsiniz ve biber yetişsin diye bekliyorsunuz. Bu durum, sözü edilen yöntemleri kullanırken doğru analizleri yapmak ve analiz sonuçlarını yorumlamak için de benzer acı tabloyu ortaya koyuyor, maalesef. Şöyle ki, araştırmacı çalışmanın nicel analizlerini kuvvetle muhtemel birine yaptırmış (profesyonel destek almış da diyebiliriz) ve sonuçları yazmış ancak araştırmanın tartışma bölümünde sonuçların nedenlerini ve ilgili literatürü destekler ya da aksini ortaya koyan gerekçeleriyle sunamamış. Bu durum, söz konusu araştırmacı(ların) yapılan analizlere ilişkin gerekli ve yeterli altyapısı olmadığını anlamamızı mümkün kılıyor. Yani elden gelen öğün olmuyor; başkasına yaptırdığınız analizleri açıklayacak bilgi ve donanımınız yoksa o yöntemi uygulamak zorunda değilsiniz. Lütfen akademik yeterliliklerinizi göz önünde bulundurarak yerine -kendi başınıza- getirebileceğiniz sözler verin araştırmanız için – özellikle doktora tezleri için!
Gözlem Yapmak. Gözlem yapmak sadece bulunduğunuz çevre için değil, her alanda ve her konuda yapabileceğimiz, bize yol haritası sunabilecek kişisel bir araç, beceri ve deneyim. Yüksek lisans ve doktora tezlerinin konuları belirlenirken öğrenciler genelde danışmanları söylesin onlar da yapsın diye bekliyorlar – kendimden biliyorum 😊. Ancak bazen danışmanınız topu size atıyor ve ne çalışmak istediğinize sizin karar vermenizi bekliyor. Kendinizi çıkmazda hissetmemeniz için naçizane önerimdir gözlem yapmanız ve gözlemlerinizi not almanız. Bazen bir bilmecenin parçaları gibi hepsi bir araya geliyor ve gecenin bir yarısı uykudan uyanıp “buldum” diyorsunuz benim gibi. Her zaman yanı başınızda bir not defteri bulundurmayı ihmal etmeyin lütfen.
Araştırma Seyir Defteri (Research Log). Araştırma seyir defteri dediğimiz aslında basit bir günlük. İnternette araştırdığınızda çeşitli örneklerini bulacaksınız. Ben daha önceki yazılarımdan birinde okuduğumuz makaleleri nasıl arşivlemeli ve liste oluşturmalıyız diye paylaşmıştım. Araştırma seyir defteri bunun bir derece üstü ve farklı parçaların birleşimi. Şöyle ki, örneğin ben çalışma odama duvarı kaplayan beyaz bir tahta yerleştirdim. Bunun için çok para harcamanıza gerek yok. Tahta yerine poster boyutlu yapışkanlı kağıtlar ya da kartonlarla da yapabilirsiniz. Alanınızla ilgili makaleleri okuyup her birinde alana ilişkin boşlukları fark ettiğinizde bunları not almanız (mümkünse referansları da altına yazın, literatür bölümünü yazarken işinize yarayacak çünkü) ve haritalamanız. Haritalamaktan kastım sadece kavramlar ya da alandaki boşluklara ilişkin bağlantıları kurmanız. Böylece hem çalışmak istediğiniz konuyu daha net ve açık bir şekilde sunabilecek hem de ilgili literatürü bir araya toplamış olacaksınız. Buna ek olarak araştırma seyir defterinizin olmasını öneririm. Ben biraz daha eski model öğrenci modundayım ve -fiziksel olarak- bir defterim var. Siz elektronik olarak da bir Word dokümanında araştırma günlüğü tutabilirsiniz. Bu dokümanda her gün için kaç kitap, makale vb. okuduğunuzu, neler yaptığınızı not alabilirsiniz. Ben defterimi farklı bölümlere ayırdım. Örneğin ilk bölüm araştırmak istediğim konu kısmını oluşturuyor. Çalışmak istediğim konuya ilişkin notlara bu bölümde yer veriyorum. İkinci bölüm araştırma sorularım. Öğrendiğim her yeni kavram, her yeni çalışma yeni bir soru sormama neden oluyor. Dolayısıyla bu soruları tek bir yerde tarihleriyle listelemek size çalışmanıza başladığınız yerden tamamlamak istediğiniz noktaya gelene kadar rehberlik edecek ve süreç içerisinde çalışmanızın nasıl şekil aldığını görmenize yardımcı olacaktır.
Diliyorum bu paylaşımlar sizlere de yardımcı olarak çalışma konunuzu belirlemenize rehberlik eder. Herkese çalışmalarında kolaylıklar.
Sinemissinem 
Not: Bu yazı 29 Ağustos 2017′de akademikpersonel.org’da yayımlanmıştır. İlgili link: http://www.akademikpersonel.org/anasayfa/amerikada-doktora-yapmak-5.html
7 notes · View notes
sinemissinem · 7 years
Text
Senden, Benden, Bizden
Çok uzun zamandır yazmıyorum. Çünkü ne zaman niyet edip yazacak olsam ülkede yeni bir şey oluyor ve ben "Dur Sinem, ortalık sakinleşsin öyle yazarsın" diyorum ama o sakinlik bizim güzel ülkemize hiç uğramıyor. O yüzden, bu yazı "Senden, Benden, Bizden" çünkü her biri ayrı telden. Sana, bana, hepimize dokunan türden…
Yaklaşık bir buçuk ay kadar önce bir gece rüyamda, bana kanser teşhisi konulmuş ve acayip acı içindeyim. Sıçrayarak uyandım. Rüya öyle gerçekti ki o acıdan soğuk terler döken bedenim yatağıma yapışmış… Doğrulup oturdum yatakta öylece. Saymaya başladım: Bugüne kadar tanıdığım kaç kişiyi kanserden kaybettim. Eş, dost, arkadaş, akraba… Kaç kişi tanıyorum kanserle mücadele eden. Sayı yirmiyi geçmişti ama ben saymaya devam ediyordum çünkü bir o kadar kişi daha tanıyordum. Hani biz hep çok severiz ya her şeyi sayılarla vermeyi, rakamlarla kendimizi karşılaştırmayı. Boyun kaç? Sınavdan kaç puan aldın? Ülkenin yüzde kaçı "evet", yüzde kaçı "hayır" diyor… Bu sefer rakamlar beni daha çok rahatsız etmişti. Ölümün yüzü soğuktu. Yanımızdan her gün öylece geçip gidiyordu ama bizim için bir zaman sonra sadece sayılardan ibaret oluyordu. Normalleştiriyorduk onu da her şey gibi. Banyoya girdim ve kestim saçlarımı. Kökünden hem de. Bağışladım. Hem saçlarımı hem de kendimi… Sevdiğim sevmediğim, tanıdığım tanımadığım herkesten özür diledim. Empatiden yoksun olduğum için. Ve onları ancak saçlarımı keserek anlamaya çalışacak kadar sığ bir hareketi göstermekle sınırlı kaldığım için…
O uzun saçlarımın yerine üç numara kafayla geziyorum şimdi. Saçlarımı kestikten sonra tüm beyaz saçlarım ortaya çıktı tabi. Bilmiyordum kafamın %95'inin beyaz saçla dolu olduğunu. İster "hayat seni çok üzmüş" deyin ister genetik. Benim gerçekliğim de buymuş demek. Hemen sordu Amerikalı bir arkadaşım: Böyle mi gezeceksin? "Evet" dedim "böyle gezeceğim bundan sonra ve boyamayacağım saçlarımı". Neden mi? Artık hayatımda "sahte" olan hiçbir şeye tahammülüm olmadığı için. İnsanların samimiyetsiz sevimliliklerinden, işi düşünce arayan arkadaşlardan ya da hiç aramayıp unutanlardan, insanları dış görünüşüne göre yargılayan, seven ya da sevmeyen, tavır alanlardan sıkıldığım için. İçinde yaşadığım balonu sadece daha temiz ve sade şeylerle doldurmaya karar verdiğim için. Fazlalıklardan kurtulmaya karar verdiğim için. Öylece baktık birbirimize. Sonra "peki" dedi arkadaşım "bunu kendim için de düşüneceğim!" İnanamazsınız saçlarımı kestikten sonra nelerle karşı karşıya kaldığımı anlatsam. Kimsenin beni tanımadığı bir yere girmişsem ve o gün makyaj da yapmamışsam insanların solgun benizli yüzüme ve kısacık kesilmiş kar beyazı saçlarıma bakıp "hasta mı acaba?" bakışlarını nasıl hissettiğimi anlayabilmenizi çok isterdim. Öyle çok isterdim ki bunu anlayabilmenizi! Fark edin diye ne kadar hastalıklı bir düşünce yapısına sahip olduğumuzu, hangi ülkede hangi milletten olduğumuzun önemi olmaksızın. İnsanları kategorize etmeyi ve onların hayatlarına ilişkin tahminler yürütme haddini kendimizde bulmaya nasıl cüret ettiğimizi ve sonra onlara sempati duyarcasına gösterdiğimiz "suni" hareketlerin aslında ne kadar samimiyetsiz olduğunu ve bunun karşı taraf tarafından hissedilince "stop faking!" (Sahte olmayı bırak!) dedirttiğini.  
Nerede kalmıştık? Sahi, sahtelikten bahsediyorduk. Yaklaşık bir 10 gün sonra tam 34 yaşında olacağım. Şairin 35'ine inat benim hayatımın dönüm noktası 34. Doğduğum şehrin, toprağımın plaka numarası. 34 yaşım... Hayatımın en büyük kararlarını aldığım; yıllardır içimde biriktirdiğim, beni sürekli boğan en küçük ayrıntıları yakıp, küllerini çöpe attığım yaş. Hayatımdan gelip geçmiş herkesi affettiğim, kendimi bağışlamayı, geçmişe bakıp "niye öyle oldu?" demek yerine günümü ve anımı yaşamayı başarabildiğim yaş. Her hafta kendime bir buket çiçek almayı alışkanlık edinerek aslında kendimi mutlu etmek için kimseye ihtiyacım olmadığı gerçeğini kabul ettiğim yaş. Arabayla uzun yolculuklar yapıp, kalp kırıklıklarını, üzüntüleri ve kalabalık yalnızlıkları raflarımdan kaldırıp evrenin kara deliğine gönderdiğim; yorucu insanlarla arama duvar örmeyi başardığım, "ben merkezim" demek yerine "diğerleri" için bir şeyler yapabilmenin verdiği huzurun mutluluğunu tattığım, aynaya bakınca kendime gülümsemeyi başarabildiğim yaş. Kendime zaman ayırmanın aslında ne kadar önemli olduğunu ve bunu daha önce neden yapmadığımı anlamadığımı fark ettiğim yaş. "Self-care"in aslında "başkaları benim için ne der" demek yerine, "kendimi nasıl koruyup kollarım, nasıl mutlu ederim" demekle gerçekleştiğini anladığım yaş. Haftanın üç günü nehir kıyısında kilometrelerce koşup, kulağıma sevdiğim şarkılar çalınırken gözlerimi kapatıp İstanbul'u kokladığım yaş. Denizin tuzunu, balık ekmeğin kokusunu özlediğim yaş. "Ev" dediğimiz yerin aslında yüreğimizin genişliğiyle ilgisi olduğunu ve kaplumbağadan farkımız olmadığını anladığım yaş. Sevdiklerinin sen nerede olursan ol seni hissettiğini öğrendiğim yaş. Her gece yatağıma yatınca yiyip içebildiğim için, sağlığım için, aldığım her nefes için şükretmeyi kendime görev bildiğim yaş, "Sahibi"ne teşekkür ederken. 34 yaşım ve ben. Kendimi yeniden sevebildiğim, tüm günahlarımı sırtımda yük olmaktan çıkarıp cebimdeki bilyeler yaptığım yaş. Yaş 34. Yol daha yeni başlıyor.
Sağlıcakla…
Sinemissinem
22 notes · View notes
sinemissinem · 7 years
Text
Mobbing
Mobbinge ve tanımına değinmeden önce neden bu yazıyı yayımladığımı anlatayım isterim. Bu yazıyı aslında bundan iki ay önce okulda yaşanan bir durum üzerine yazma ihtiyacı hissetmiş ve yazmıştım. Ancak her zaman olduğu gibi yazıyı paylaşma noktasında soru işaretlerim olmuştu. Taa ki bugüne kadar. Neden mi? Bugün sosyal medya sitelerinden birindeki bir grupta daha önce YLSY’li olan, eğitimini tamamlayıp Türkiye’ye dönen ve 5 yıldır bir üniversitede çalışan ve mobbinge maruz kaldığı için kendine çözüm yolları arayan bir arkadaşın paylaşımını görene kadar. Şimdi gelelim hikayenin başına. Yani bundan yaklaşık iki ay önce burada okulda yaşanan duruma.
Okulda genelde ne olup bitiyorsa emaille bildirilir. Doktora öğrencileriyle ilgilenen direktörden bir email geldi iki ay kadar önce. Eğitim Yönetim ve Denetimi alanına bir doçent alınacakmış. Yapılan başvurular (200’den fazla) arasından akademik başarı ve yayın kalitesine göre (citation indexleri de dahil) ilk 3’e giren aday seçilmiş ve bu adaylar sırasıyla okula gelip sunum yaparak kendilerini, ilgi alanlarını anlatacaklarmış. Katılımımız rica olunurmuş. Okul için olduğu kadar bizler için de alınacak hoca önemliymiş. Ekte de hocaların CV’leri, sunumları ve üç günlük program iliştirilmiş. Hayatımda ilk defa böyle bir şeye tanık olduğum için şaşırmıştım tabi. Sonra, o haftaki toplantımızda danışmanım o toplantılardan en azından birine katılıp katılmayacağımı sordu. Bakışlarından anlıyordum katılmam gerektiğini. Ancak ben zaten merak içindeydim ve can atıyordum neyle karşılaşacağımı görmek için. Birer gün arayla üç doçent okula davet edildi. Okuldan hocalar, doktora ve master öğrencileri (aynı zamanda asistanlar) da katıldılar bu toplantılara. Kişiler kendilerini, akademik çalışmalarını anlatan sunumlar yapıp yöneltilen sorulara cevap verdiler. Sonra okulumuzun hocaları salonu terk etti. Doktora öğrencileri ile aday olan hoca baş başa kaldık. Yemek servis edildi. Yemek eşliğinde sohbet etmeye başladık. Hocayı biz mülakata almışız gibiydi. Mesleki deneyimleriyle ilgili spesifik sorulardan tutun da onun öğrencileriyle ilişkilerine yönelik bakış açısına varana kadar aklınıza gelebilecek her türlü soruyu yöneltmiştik kendisine. Tabiki hepsi akademiyle ilgili. O da tek tek, açık ve net bir şekilde sorularımıza cevap vermişti. Amerika’yla ilgili en çok sevdiğim şey CV’nizde asla etnik kökeniniz, dininiz, vb. kişisel bilgiler yer almaz. Fotoğrafınız bile konulmaz CV’ye. Çünkü bütün bunlar discrimination (ayrım)dır. Gelen hocalardan bir beyaz, biri siyah, biri diğeri ise Asyalı idi mesela, ama onlar gelene kadar bizim bilgimiz yoktu. Herkes eşit koşullarda yarışıyordu. “Eşit koşullarda”!!! Bu toplantı sonrası bizler (doktora öğrencileri) hocayla ilgili görüşlerimizi bölüm başkanına ve komiteye iletmiştik, adayla komite görüştükten sonra. Bu benim için olağanüstü bir deneyimdi. Çünkü ben asistanlık yıllarımdan da iyi bilirdim ki Türkiye’de kadro kişiye açılır, neredeyse makalenin/tezinin adını yazacak kadar kişinin çalışmalarına yönelik detaylara ilanda yer verilirdi. Dahası doktora öğrencisi, asistan da kimdi?! Onun ne haddineydi alınacak hocayla konuşmak, soru sormak mülakat sırasında. Mümkün değildi ve kabül edilemezdi böylesi bir şey. Türkiye’de hiç akademik hayatla ilgili deneyimi olmadan buraya gelen pek çok arkadaşım için Amerika’daki bu örnek durum çok sıradan. Çünkü gram haberleri yok işler Türkiye’de nasıl işliyor. Hep kulaktan dolma bilgiler, sosyal medyada insanların canına tak edip de paylaştıkları bilgilerle sınırlı. Çalışmadığı halde bilgi sahibi olanlar da yok değil. Ancak onlardan bazıları için de “düzelir”, “sen yanmazsan, ben yanmazsam, kim yanacak?”tır da yanan niye hep biz oluruz da mobbingi uygulayanlar tepelere tepelere çıkar, yükselirler. Peki, yaşananlar ve kişilerin paylaştıkları ne diyor?
Mobbing’in tanımıyla başlayalım o zaman. Mobbing Oxford sözlüğünde kişi ya da kişilere bir grup birey tarafından uygulanan şiddet ya da tehlikeye neden olma durumu olarak tanımlanıyor. O sosyal medya hesabında yaşadıklarını paylaşan öğretim üyesi arkadaşın derdi 5 yıldır katlandığı mobbingin de ötesinde işinden atılması halinde devlete olan burs borcunu ödemek zorunda kalır mı?! Tazminata düşer mi? Bakın adam yaşadığı onca şeyden geçmiş artık, manevi tükenmişlik falan bir kenara atılmış, maddi olarak da yıkıma uğrar mıyım endişesi var. Neden?! Çünkü bu burs değil, faizli kredi. Boşuna demedim önceki yazıda size bir, bize iki! Dahası bu genç akademisyen çok detay vermemekle birlikte anlatmış demiş ki “bölüm başkanından dekanına hepsi çocukluk arkadaşı, ahbap, yalanlamalara ve suçlamalara maruz kalıyorum. Kimi kime şikayet edeyim?”… Sonra bir arkadaş cevaplamış: “Mobbing her yerde var.” Doğru! Mobbing bugün semt pazarında bile var. Bir satıcı diğerinin satışını engellemek için elinden geleni yaptığı gibi, ilişkilerini kullanarak tezgahını bile toplattırabiliyor diğerinin. Peki ya akademide nasıl? Ben size kendi yaşadığım bir şeyi anlatayım o zaman, mobbing Türkiye’de nasıl oluyormuş görelim.
Asistanım çiçeği burnunda. Çok istekliyim. İşimi severek yapıyorum. Eh malum 18 kez denemişim. Sonuncuda olmuş. İşimin hakkını vermem lazım. Bizde asistan ne iş olsa yapar ya hani, ben de ne verilse yapıyorum sekreterlik dahil. Bölüm sekreteri izne ayrılınca bile yerine asistan bakıyor ve onun yaptığı her işi yapıyor. Neyse, yeni bir bina yapılıyor okulumuz için. Laboratuvarlar kurulacak. Ben de anabilim dalının tek asistanıyım o zamanlar. Laboratuvar derslerine giriyorum dersin asistanı olarak. O arada derslerle ilgili dönenleri anlatmayacağım tabi. Hocalar arasında dersi kim versin, kim vermesin kavgaları. O ayrı bir cephe savaşı. Bir gün bölüm başkanı bir toplantı yaptı. Anabilim dalının hocalarıyla birlikte benim de katılmamı istedi toplantıya. Katıldım. Sonra laboratuvarların planlarını paylaşırken, neyin nasıl olması gerektiği tartışılmaya başlandı. Ben de bunun üzerine bir öneride bulundum ve dedim ki “sınıf 50 kişi. Ben tek asistanım. Laboratuvar gibi uygulamalı derslerde öğrenciler deneyini yaparken bire bir ilgilenmek zor. Bir şekilde laboratuvarları bölsek olmaz mı?” Nedense bu dersi veren hocanın pek bir ağrına gitti bu öneri. Bunu kişiselleştirdi. Oysa kendisi laboratuvara dönem boyunca kaç kere teşrif etmiştir bilmem. Bir elimin parmağını geçer mi bilmiyorum. Hamileymiş meğersem. Hamileysen özel durumunu bile bile dersi niye veriyorsun sayın hocam?! Bölümde dersi verecek başka hocalar da var. Bırak onlar versin bir dönemcik de olmaz mı? Her neyse. Sonra bu değerli hocamızın eşi de bizim anabilim dalında. Benden size arkadaşım, karı-koca akademide aynı bölümdeyse tehlike çanları çalıyor demektir. Kılıcını kuşan! Bu, hem çiftler için hem de bölümdeki diğer insanlar için çok büyük problem. Çok bilinmeyenli bir denklem. Uzatmayayım. Hocanın eşi sıçradı yerinden “haddini bil sen! Alt tarafı asistansın. Önerin sana kalsın. Attırırım seni buradan” dedi parmağını sallayarak. Adam bildiğin uzun boylu, birden ayaklanıp da parmak sallayarak tehdit edince eh insan “acaba şimdi benim üstüme de atlayıp beni döver mi bu?” diye düşünmeden edemiyor. (Şu an ellerim titriyor yazarken, yemin ederim. Kaç sene önce yaşadığım travmaya gittim yeniden). Tabi bölüm başkanı sessiz. Ne desin ki? İkisi de bölüm başkanının öğrencisi olmuş zamanında. Yakın ilişkileri. Beni değil, onları tutacak tabiki haklının kim olduğuna bakılmaksızın. Hoş “hak” dediğimiz de nedir arkadaşım? Herkes kendince haklı. Şimdi o hocaya sorsan olayı nasıl anlatır kimbilir. Bu arada hocanın eşi olan beyefendi de yurt dışı doktoralıdır. Türkiye’ye gelince de çok başarılı olduğu için direkt doçent olmuştur. Niyeyse bazıları bir zamanlar asistan ya da doktora öğrencisi olduğunu ve çektiği çileleri unutur! Bunu da hiç anlamam! Allah unutturmasın. Neyse, bölümden bir bayan hocam dahil oldu olaya hemen. Araya girdi ama kendi de yedi lafları, ünvanca üstün olduğu halde (ünvanın iş yaptığını düşünenler varsa). Ben tabi o odadan nasıl çıktım, dünya başıma nasıl yıkıldı, inanın bilmiyorum. Odamdan eşyalarımı alıp koşarak kaçtım okuldan bir daha dönmek istemezcesine. Kendimi attım Bakırköy sahiline. Sanırım bir 4 saat katılarak ağlamışımdır. Hava buz, yüzüme yüzüme vuruyor dalgalar sahilde ama TINNN! Kendimi oracıktan atasım var boğazın sularına, bir de arkamda mektup bırakıp katilim O’dur diyerek. Neyse sonra bir ara durmadan çalan telefonuma bakmayı akıl ediyorum da o odada ortamı sakinleştirmeye çalışıp da söylediklerimde kötü bir şey olmadığını, o hocaların olayı yanlış anladıklarını anlatıp beni ikna etmeye çalışan hocamın sesini duyuyorum. Bir de telefonumdaki 40’tan fazla cevapsız aramayı ve mesajları. Bir taksiye atlayıp eve gidiyorum. Katılarak ağlamaya devam ediyorum. Her akşamki gibi annem arıyor hal hatır sormak için, konuşamıyorum. Katılarak ağlamaktan anlatamıyorum. Hayatımda ilk defa o zaman sakinleştirici içtim ben. Ki ben sinir sistemime çok güvenirim. Siz hiç yaşadınız mı bilmem ama yaşamadıysanız da yaşamayın hiç. Ben sinir sistemime sevdiğim insanların cesetlerini moloz yığınları arasından çıkarıp, onları yıkayıp gömecek kadar güvenirdim. Yaşadım bunu çünkü! Ama o da böyle bir olayla patlak veriyormuş. Demek ki yeterince güçlü değilmiş. Tabi ertesi gün dünya yıkılmalıydı ve ben okula gitmemeliydim ama gittim. Üstelik gider gitmez dekanlıktan bir telefon geldi. Dekan yardımcısı çağırdı odasına. Çünkü beni tehdit eden hocanın bacanağı kendisi ve pekala olayları biliyor. Çok alakasız bir iş verip, emir verdi ve gönderdi. Bakışlarında “Bak ben seni şuracıkta boğarım, ayağını denk al. Herşeyden haberim var”ı görüyordum. Sonra odama gittim. Bizim odalarımız bölmeliydi o zamanlar. Bir büyük odanın içinde bölmelere ayrık odacıklar. Tepeler açık, yani herkes birbirinin sesini duyuyor ama fiziksel olarak birbirimizi görmüyoruz. Neyse, tez danışmanımla da aynı odadayız. Kendisi bir önceki akşamki toplantıda kişisel bir nedenden ötürü yoktu ama olanları duymuştu. Kara haber tez yayılır derler ya. Herkes herşeyi biliyor ama kimse bir şey söylemiyor gibi. Danışmanım çağırdı yanına. Oturttu karşısına ve anlattırdı herşeyi. Haksız olmadığımı biliyordu ama yine de gidip özür dilememi istemişti. Ben de haklı olduğumu ve özür dilemeyeceğimi söyledim. Küçükken annem hep derdi “bak kızım, yanında adam kesseler, seni öldüreceklerini bilsen de doğruyu söyle ve yanlışın varsa özür dilemekten çekinme”!!! Yanlışım yoktu ve özür dilemeyecektim. Dilemedim de! Deniyordu ki “yarın öbür gün bu insanlar senin doçentlik jürine gelir, gelmese de jürindeki insanları ararlar, yoluna taş koyarlar özür dilemezsen.” Yine de dilemedim. Ne mi oldu?! Soğuk rüzgarlar. Koridorda her denk geldiğimde boğucu bakışlar, dekan tarafından odaya çekilip hocanın dedikodusunu yaptığıma yönelik saçma sapan iftiralara maruz kalma ve şu an yazmaya yorulacağım pek çok şey. Özür dilemediğim için pişman mıyım? ASLA! Yine olsa yine özür dilemezdim. Şimdi o insanlara ne mi oldu? Bak herbiri yükseldi; daha büyük makam ve mevki sahibi oldu. Şimdi merak ediyorum acaba daha başka kimler ne gibi baskılarına maruz kalıyordur o insanların. Ya da asistanlar öneride bulunabiliyor mu Türkiye’de? Hadsizlikle mi ithaf ediliyorlar yoksa hala? Meslek etiği falan diyoruz ya hani. Yok öyle bir şey kimileri için.
Şimdi ben bütün bunları yazıyorum ya, bazı arkadaşlarım diyor ki “bak kızım bursunu kesecekler, kesmeseler de sana dar edecekler akademik hayatı Türkiye’ye döndüğünde.” Bir de bazı arkadaşlarım yazdıklarımı karamsar buluyor. Onlara “dönecek misin Türkiye’ye?” diye sorduğumda da “Kalmak istiyorum Amerika’da” diyor çünkü kendisi de gerçekleri biliyor. O zaman bana niye karamsar diyorsun ki arkadaşım? Sen kaçıyorsun gerçeklerden bak, burada kalmak istiyorsun. Şimdiii gelelim korku kısmına. Son dönemlerde yazdıklarımı paylaştığımda “yazını okudum, katılıyorum ama beğenmeye korkuyorum” diye mesaj gönderen yurt dışında master/doktora yapan sevgili arkadaşlarıma. Şimdi siz bir yazıyı bile beğenmekten korkuyorsunuz ya, korktuğunuzda başınıza gelebilecek her türlü olumsuz durum ve maruz kalacağınız mobbinglere hiç ses çıkarmayın ileride de olur mu? Sakın ağlamayın. Ya da hep özür dileyin haklı da olsanız. Sessiz kalmaya devam edin. Ben mi? Ben ilahi adalete inanıyorum. Olmadı bir restaurantta aşçılık yaparım.
Dip Notlar: 
- Mobbingi FETOcuların yaptığını sosyal medya hesaplarında sürekli dile getiren bazı hocalarım hala görevde olan, pozisyonları yükselen ve mobbinge devam edenler için ne diyorlar merak ediyorum doğrusu. 
- Yukarıda anlatılan olay sadece bir örnektir. Bunun gibi nice mobbing örnekleri mevcuttur ve bu durum süreklilik göstermektedir. 
13 notes · View notes
sinemissinem · 7 years
Text
Size Bir Bize İki
Amerika’ya taşındığımdan bu yana her yıl Türkiye’deki eş, dost, arkadaş ve akrabalarımla ilişkim yükselen bir grafikle azalma gösteriyor. Unutuluyorsunuz, gözden ırak olanın gönülden de ırak olduğu bir kez daha yaşanarak öğrenilenler hanesine yazılıyor. Neyse ki bazı özel günler var. Öyle zamanlarda üç beş kişi de olsa hala görüşülen eş dost mevcut. Geçenlerde Türkiye’de daha önce birlikte çalıştığım bir hocamla emailleştik öğretmenler günü için. Emailinde yazmış “İyi olduğunu biliyorum. Pozitif enerjin sana yeter”. Hocamın iyi niyetine ve güzel dileklerine değil bu sitemim ama çok mu eğlenceli görünüyor dışarıdan buradaki dünya merak ediyorum doğrusu. Ki ben pek çok kez buraya gelince yaşanan farklı alanlardaki zorlukları dile getirmeye çalışmışımdır yazılarımda. Amiyane tabiriyle “goy goy” mu yapıyoruz gibi görünüyor bilmiyorum ama siz hani Türkiye’de olan bitenden etkilendiğinizi söylüyorsunuz ya, siz “bir” etkileniyorsanız, biz “iki”! Yanlış anlaşılmasın, bir şeyleri yarıştırmak değil niyetim. Sadece dışarıdan nasıl görünüyor bir de bizden dinleyin.
15 Temmuz’da böbrek taşı düşürüyordum ne olduğunu bile bilmeden. Hayatımda ilk defa. Amerika’da nalet bir sağlık sistemi var. Grip oldunuz diyelim gözünüzü açacak haliniz yok, doktor size ölseniz antibiyotik vermez burada. Benim de dayanılmaz ağrılarım var o günlerde. Değil ayakta durmak, ne oturabiliyorum, ne kalkabiliyorum. Üstelik ofisteyim, çalışıyorum tüm gün. Sonunda dayanamadım ağrılara ve okulun sağlık merkezine gittim. Öyle kafanıza estiği gibi acil servise falan da gidemezsiniz burada. Giderseniz de bu gibi durumlarda nasıl bir faturayla hastaneden çıkarsınız kimbilir. Okulun sağlık merkezi aciliyet görürse sizi yönlendiriyor hastaneye. Neyse uzatmayalım. Böbrek taşı olabilir dedi doktor. İki ağrı kesici yazıp bol su içmemi söyledi ve gönderdi beni. Bizde olsa hemen ultrason çekilir ve öyle karar verilir, hatta belki ameliyata bile alırlar. Eve geldim. Yattığın yerden yapacak çok bir şeyin yok. Kitap okumak, sosyal medyada dolanmak dışında. Ben de gezinirken malum haberlerle kalktım, geçtim bilgisayarın başına. İzlediklerim karşısındaki şaşkınlığım hıçkırıklarla ağlama krizlerine dönüştü. 80 Darbesinden hemen sonra doğan ve onun ne demek olduğu anlatılarak büyütülen nesildenim. Olacakların benim için, ülkem için ne ifade ettiğini pekala biliyordum. Buradaki danışmanıma mesaj attım -ki bu çok enderdir, cep telefonundan acil bir şey olmadıkça görüşmeyiz, email baskındır-. O da haberleri görünce şok olmuş ve ne diyeceğini bilemeyerek “sıkı dur, güçlü ol” demekle yetinmişti. Ailemi aradım, benim gibi yurt dışında yaşayan ve çalışan erkek kardeşimi aradım sonra büyük bir panikle. İki bilgisayar açıktı önümde birinde Türkiye’deki kanalları eş zamanlı geziniyordum, diğerinde Amerikan kanalları. Söylenenler örtüşmediği gibi dünyamı alt üst etmeye, sinirlerimi daha da bozmaya yetmiş de artmıştı bile. Bırakın bizi, Türkiye’de o cehennemi yaşayanlar bile ne olduğunu anlayamazken bilgi kirliliği yığını, altından kalkılamaz hale gelmişti. Tabi bütün bunlar olurken burada hayat devam etmiş; ertesi gün ben işime hiç uyumadan gitmiştim. Okula gittiğimde “günaydın” demek bile istemiyordum kimseye. Çünkü sorulacak soruları biliyordum. Çalıştığım ortam açık ofis. Aynı alanda 10 kişi falan çalışıyoruz. Çok geçmeden biri sormuştu hemen “iyi misin? Ailen iyi mi?”. Tabi onlardan önce gelen mesajları saymıyorum bile. Genelde Türkiye’de ne zaman kötü bir şey olsa, ilk Çinli arkadaşlarım mesaj atar. Eh international öğrencinin halinden ancak yine onun gibi olan anlıyor. Bazı Amerikalı arkadaşlarım tavır bile almıştı bu olaylardan sonra Türkler Amerika’yı suçluyor diye -ki bazıları hala soğuk ve mesafelidir- ben hiçbir görüş beyan etmediğim ve politik bir duruş sergilemediğim halde. O günlerde nereye gitsem, ne zaman yeni biriyle tanışsam hep aynı şey oldu tabi. -Nerelisin? -Türkiye. -Hımm, poor girl (zavallı kız)! Bu arada bizi hiç arayıp sormayan, başımız dertte mi, sorunumuz var mı merak etmeyen okulun international office’ine de uzun bir emaille söylenmiştim. Peşine de tüm Türklere email atıp geçmiş olsun demeyi akıl edebilmişlerdi neyse ki. Tabi biz sokaklardaki dehşeti sizler gibi canlı kanlı görememiş, kameralardan izlediklerimizle yetinmiştik. Ama bizim için de içinden çıkılmaz halleri, sosyal etkileri olmuştu bu gurbet elde. Havalimanında sorgulananlar, yarı yolda kalanlar, ülkeye girip de çıkamayanlar, hiçbir alakası olmadığı halde bursları kesilenler. Yayımlanan her KHK’nın ardından birbirimize haber verir, listede adımız var mı diye korkuyla bakar olmuştuk. Zira FETÖ ile alakası olmadığı halde listelerde adını gördüğümüz insanlar da olmuştu. Bir de onların meşhur “abla” “abi”si olduğu halde listede adı hiç olmayanlar. “Acaba şunu sosyal medyada yazdım diye beni de listeye alırlar mı? Bursum kesilir mi?” diye psikopata bağlar olmuştuk. Hiçbir alakamız olmadığı halde adımızı veren olur muydu, düşmanımız var mıydı? İster patavatsızlık deyin, ister “dost acı söyler”, nedendir bilmem listede adını gördüğüm, zamanında aynı sofraya oturup ekmeğimi bölüştüğüm arkadaşlarıma kötü haberi ilk veren de ben olmuştum. İşin acı tarafı, ortak pek çok arkadaşımız listelerde adlarını gördüğü halde o kişi/kişilere söylememişti. Bunun benzerini yine yakın tarihlerde çalıştığı üniversiteyle ilişiği kesilen bir arkadaşımda yaşamıştım. Öyle ya aynı kurumda, fakültede çalışmıştık ve şimdi o gerçekte neyle suçlandığını bile bilmeden görevinden atılmıştı yurt dışına araştırma yapmaya geldiği sırada. Üstelik arkadaş dediğimiz kişilere de yazıp sormuştu ama mesajlarına cevap alamayınca anlamıştı ters giden bir şeylerin olduğunu. Oysa çok basitti “arkadaş, hakkında devlete ihanet ettiğin söyleniyor, senden şüpheleniyorlar” demek. Onlar da haklıydı tabi. Herkes korkuyordu bir şey demeye, öyle ya! Zamanında Amerika’ya bizim gibi devlet bursuyla gelen ama sonra burada kalan bir hocamız sosyal medya hesabında yazmıştı bugün “Bugünlerde cevabını bildiğimiz ne kadar çok soru var… Sorsan bir türlü, sussan bir türlü.” Doğru! Artık soru soramadığımız gibi gerçeklere de gözlerimizi kapatır olmuştuk. Kimse sormaz, söylemez, konuşmaz olmuştu. Yalnızca iyi yaptığımız tek bir şey var “kınamak”! “Hırsız suçlu da ev sahibi kapıyı kilitlemediği için hiç mi suçlu değil?” diye sormadan da edemiyor insan hani.
Amerika’ya gelen her on bursiyer öğrenciden birinin (bu sayısal veri tamamen benim analizime dayalıdır ve hiçbir bilimselliği yoktur, keşke biri çalışma yapsa) yolu cemaat evlerine (FETÖ şart değil, bir sürü cemaat var malum) düşer ilk zamanlar, cemaatle ilgisi olsun olmasın. Neden mi? Devlet bursiyer öğrencisine iki maaş peşin vererek Amerika’ya gönderir (kesintiler ve döviz kuruna göre ortalama 3400 $). Ama buraya gelince bir oda ya da ev tutmak için genelde kural ilk kira, son kira ve depositi peşin ödemektir (http://sinemissinem.tumblr.com/post/131449173905/amerikada-doktora-yapmak-3). Bu da ortalama bir şehirde aylık 800$ lık bir ev ya da oda için 2400$ a tekabül eder. Kalan 1000$ a devlet baba iki ay – o da şanslıysanız ve sizinle ilgilenen memur evraklarınızı zamanında işleme sokarsa üçüncü ayda bursunuz yatar- geçinmenizi bekler. Buna okul, kitap, kırtasiye masrafları da dahildir. Bakın evi tuttunuz ama yatak, koltuk bile almadınız içinde yatıp kalkmak oturmak ders çalışmak için, yemek pişirmek için tencere tava bile almadınız henüz. Totalde 1000$ ınız var iki ay için, devlete göre iyi para!!! Eğer benim kadar şanssızsanız evraklarınızı zamanında gönderdiğiniz halde (üstelik başka arkadaşlarınızın evraklarıyla birlikte aynı zarfta, onlarınki işleme alınır ama sizinki alınmaz) memur evraklarınızı işleme koymaz. Ona göre acelesi yoktur çünkü ya da siz diğer arkadaşlarınız gibi abinizi, ablanızı, ana-babanızı bakanlığa göndermemişsinizdir evrakı takip etsinler diye. Sonra bakanlığı arayabilmek için buranın saatiyle gece yarısına kadar beklersiniz orada sabah olsun da mesai başlasın, biri telefonu açsın diye. Sonra memur size ağzına geleni sayar, üstüne üstlük “ne olmuş evrakın işleme konmamışsa, patladın mı?” diye sorma cüretini bile bulur kendinde. Çünkü ne var ki bunda. Elin Amerikalısı sen kirayı yatırmayınca seni eşyalarınla kapının önüne attığında sokakta kalan onun çocuğu değildir. Ya da sen parasız kaldığın için Türkiye kredi kartınla market alışverişi yaptığında o kredi kartı borcunu kendisi değil senin anan baban ödüyordur (ki ben bunu iki sene önce yaşarken dolar 2.50 civarıydı, şimdiki gibi 3.5 olsa ben de 3.5 atardım o kredi kartını kullanmak için). 1 Galon SÜT =2 $ = 5 TL iki sene önce. Gerisini siz düşünün. Anne babamda açtığım o maddi yarayı ve yıllar sonra beni ana babamdan para almak zorunda bırakan sistemi, evrakımı işleme koymayan ve işini iyi yapmayan o memuru saygıyla anarım!!! Bu işin bir yüzü (cemaatsiz olanından)! Öte taraftan bir de şöyle durumlar var bazı cemaat evlerinde. Ablalar ya da abiler cemaatten olmayıp onlara sığınan bir şekilde hayatta kalmaya çalışan öğrencilere yardımcı olurlar! Bunu yaparken de adamına göre para (kira vb. masraflar için) alırlar. Hatta bazıları bu parayı sizden alıp cebine de indirir, bununla da kalmayıp almadığını söyler (bir arkadaşım yaşamıştır bu olayı). Bir de devletin bursunu kazanıp gelen ancak gelmeden önce yine devletimin üniversitesinde asistanlık yapan arkadaşlar vardır. Bu kişi aynı üniversite adına bursu kazanır ancak devlet baba ÖYPli -sahi ne oldu son durum!, 50/d mi?- olan bu gencin aynı üniversite adına bursiyer olarak Amerika’ya doktora için geldiği halde tazminat ödemesi gerektiğini söyler. Hakkında işlemler başlatılır. Pek çok bursiyer “orta halli” aile çocuğudur. Öyle ya parası olsa niye alsın bu faizli kredi gibi bursu (buna ayrıca değineceğim, az sabır)! Sonuçta verilen kararın bedeli ödenir ve bu bursiyer öğrenci Amerika şartlarında kaçak olarak marketlerde stand düzenleyerek çalışıp, dişinden tırnağından arttırıp devlet babaya olan 90 bin TL borcu öder bir yıl içinde! Uykusuz kalmıştır, okuluna önem vermesi, sınavlarına çalışması gerekirken para kazanmak zorunda bırakılmıştır, o ayrı! Gelelim bursun faizli kredi gibi oluşuna. Bu burs değil, faizli kredidir, neden mi?! Öncelikle burada kaldığın sürenin iki katı kadar devlete hizmet etmen gerekir dönünce. Burada aldığın her bir nefesin iki katı! Dedim ya size bir, bize iki! Herkes bir saat çalışıyorsa sen iki saat çalışmak zorundasındır, açığı kapatmak için. Ben günde (dönem içinde) 18 saat çalışıyorum. Bunun 8 saati ofiste çalışma zamanım, bu zaman diliminde de kişisel işlerim ve/veya doktora derslerimle uğraşma lüksüm yok. Her gün 4 saat uyuyorum. Kalan 2 saat de “goy goy” zamanı! Eh, işine gelirse! Gelelim diğer taraflarına bu faizli kredinin. Kazara başarılı oldun, burada kalmaya karar verdin iş teklifi aldın, ya da yok olmadı başaramadın, doktoranı bitiremedin (her ne sebeple olduysa) o zaman devlet babaya bursunu geri ödeyeceksin hem de yasal faizleriyle! Bu arada yasal faizler TEFE/TUFE ye göre hesaplanır ve artmakta olan dolar kuruna rağmen aldığın her bir dolar için de faiz ödersin. “Faizli kredi” dediğim için itirazı olan?! Ki bunu da ben demiyorum aslında. Tazminata düşmüş onlarca yüzlerce insan sosyal medya hesapları/grupları oluşturup imza kampanyaları başlatıyor, devletle uzlaşma sağlansın diye. Kimse demiyor ki devlete olan borcumu ödemeyeyim, insanların derdi “dolar zaten artıyor, bir de neden bunun üzerine faiz ödüyorum”?!    
Bazı arkadaşlarım, hocalarım kızıyorlar sosyal medya üzerinden ülkede yanlış olanları eleştirince birileri. Okul tatile girince dönem boyunca izleyemediğim ne kadar tartışma programı varsa hepsini oturup izledim tek seferde. Eh malum, bünye 4 saat uykuya alışık fazlası olmuyor, kalan zamanı değerlendirmek lazım ülke gündemini yakalayarak. Bir hoca var. Prof. Dr. Özgür Demirtaş. Sabancı Üniversitesi’nde ekonomi kürsüsü var hocanın. Amerika doktoralı. Onun katıldığı ekonomi programlarını izler oldum bu ara. Ben ekonomiden hiç anlamam. Erkek kardeşim ülkenin ileri gelen üniversitelerinden birinden ekonomi bölümünden mezundur. Bu alanla ilgili bir şeyi merak etmişsem de ona sorarım araştırıp da anlayamamışsam. Onun tavsiyesi üzerine hocayı takip eder oldum. Hocanın en çok -affınıza sığınarak söylüyorum- salağa anlatır gibi (Amerikalılar bunu çok yapar, uzun uzun basite indirgeyerek anlatırlar size) anlatıyor oluşunu beğeniyorum ülke ekonomisiyle ilgili gelişmeleri. Bunu yaparken de günlük hayattan, eğitimden örnekler veriyor ki ben bile anlıyorum. Neyse bir tartışma programında hocanın karşısında başka kişiler de var. Hoca eleştiride bulunuyor ve ülkede düzeltilmesi gerekenleri söylüyor üstelik bilimsel verilerle, sayılarla, çözüm önerileri sunarak. Karşısında oturan başka bir kişi “Haklısın hoca” demiyor da hocanın söyledikleriyle alakası olmadığı halde “kaç sene Amerika’da kaldın sen bakayım?” diyor hiç yakışmayan bir uslüple. Bir de ekliyor “Amerika’yı savunuyorsun” diye. Hoca da kendini savunma ihtiyacı duyup aksine ülke için bir şeyler yapmak istediğini ve ailesini özlediği için döndüğünü belirtiyor. Dönelim geçmişe, ben asistan olduğum zamanlarda bir hoca geldi fakülteye (açığa alındı şu anda kendisi de) Amerika doktoralı. İlk zamanlar hatırlıyorum hoca önerilerde bulunuyor, bazı şeyleri dile getiriyor ve sonra kendisine “burası Türkiye, Amerika değil” dendiğini ve önerilerinin kestirip atıldığını, zaman zaman geri dönmeyi bile düşündüğünü söylüyordu. Zira bir üniversite rektörü de bir televizyon programında yurt dışında/Amerika’da doktora yapan öğrencilerin çoğunlukla terörist olduğunu düşündüğünü açıkça dile getirmişti. Şimdi siz her yurt dışında okuyana terörist derseniz, eleştirel düşündüğü, sizden farklı düşünüp çözüm önerileri sunduğu için onu yererseniz, söylenilenleri dikkate almazsanız, üstüne bu insanlara ülkeye döndüklerinde mobbing uygular; onlara hayatı dar ederseniz hata edersiniz. Sonra Türkiye’de tabiki beyin göçü olur, PISA TIMSS gibi sınavlarda başarısız olunur, bilimde sanatta teknolojide gelişmiş ülkeler yakalanamaz, herkes uzayda hayat kurmanın yollarını ararken bilimde tavan yaparken biz araba yapmayı başardık sonunda diye böbürlenmeye ve yerimizde saymaya devam ederiz. Biz daha eleştiriyi kabul etmeyi ve bunu kişiselleştirmeden olumlu yönde kullanmayı bilmiyoruz ki. Bizden olmayanı sevmiyoruz. Bizim gibi düşünmeyeni istemiyoruz ülke olarak. O yüzden bütün bunlar size bir, bize iki kez dokunuyor. Sonra ne mi oluyor?! Çok çalışmak lazım deyip, işine bakıyor burada insanlar tıpkı bunu Türkiye’de en iyi şekilde yapanlar gibi.  
Saygılarımla
Not: Ben “devlet baba” deyince Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kastederim. Bunu da pek çokları yanlış anlar. Hükümetle falan ilgisi yoktur bunun. Gider Hasan, Gelir Osman, baki olan Türkiye Cumhuriyeti devletidir.          
9 notes · View notes
sinemissinem · 7 years
Text
Annem PISA Babam TIMSS
Son günlerde herkes PISA ve TIMSS sınav sonuçlarını konuşuyor; sosyal medya hesaplarında kendi analizlerini paylaşıyor. Aralarında eğitimci olmayanlar da var tabi. Saygım sonsuz. Türk toplumuyuz. Her zaman her konuda söylenecek sözümüz var. Bilgelere selam olsun. İşin uzmanı olan, bu sınavlar üzerine bilimsel araştırmalar yapanlar ise sessiz. Ya da Selçuk Şirin hoca gibi birkaç işin uzmanı kendisiyle yapılan canlı yayındaki telefon görüşmesinde laflar ağzına tepilmese ve spiker bilmiş bilmiş konuşmasa derdini anlatıp “arkadaş sorun bu, düzeltelim” diyebilecek ama bizde o sabır da yok. Gak demeden guk’u biliyoruz çünkü.
Bir akademisyen hocam “öğretmen olarak önce sen bir soruları çöz bakalım” demiş ve örnek soruları paylaşmış mesela. Beş yıl fen bilgisi öğretmenliği yapmış biri olarak ben çözdüm o örnek soruları. “7’de 7 yaptım hehehe” demeyeceğim tabi. Ben farkındalığımı paylaşacağım. O soruları ben 1994’te ilkokul 5. Sınıftayken Anadolu Liseleri Sınavına hazırlanırken çözüyordum (bknz. Aydan Yayıncılık). Şimdi ise Lise 1.sınıf düzeyinde bireyin çözmesi isteniyor o soruları. Dahası benim zamanımda (çok eskiymişim gibi oldu bu) Anadolu Lisesi öğretmenleri de okullara sınavla atanıyordu, ahbap çavuş ilişkisiyle ya da siyasi görüşüne göre değil. Ankara’ya defalarca sınava gidip de geçemediği için üzülen ve Anadolu Lisesi’nde öğretmen olamayan birçok öğretmen tanıyorum o dönemden. Anadolu Liseleri de mantar gibi her yerde değildi. İyi olan öğrenci giderdi o okullara. Eğitim nitelikliydi biz ilkokuldayken. O zamanlar 8 yıllık eğitim yoktu. Sabahları ilk derste haberler paylaşılırdı. Sabahçıysan okula erken gittiğin için sabah haberlerini dinleme şansın olmadığından akşamdan haberleri dinler; sonra uyumaya giderdin. Mesela ünlü bir yazar, şair, bilim insanı ölmüşse onun kim olduğunu bilmen gerekirdi haberi sınıfta paylaşabilmen için. Bu ödev de değildi üstelik. Not falan da alınmazdı bunun için. Bu genel kültürdü. Dünyadan haberin yoksa ayıplanırdın. Oysa şimdi sosyal medya fenomenlerini bilmediğin zaman ayıplıyorlar seni ilkokul sıralarında. Ayrıca öğretmenlerimiz disiplinliydi. Öğretmen ne derse o olurdu. Sınıfta ya da okulda bir sorun yaşadığımızda velimiz koşa koşa okula gelip öğretmenimize hakaret etmez, onu müdüre ya da il Milli Eğitim’e şikayet etmezdi. Hata öğrencinindi, “sus küçüğündü” anlayacağınız. Oysa benim öğretmenlik yaptığım yıllarda (çok uzak değil 2007’den bahsediyoruz) öğretmen böyle durumlarda müdürün odasına çekilir ve uyarılır olmuştu. Hatta veli de o odada bulunur; öğretmen yerin dibine sokulurdu. Ben özel okulda çalıştığımda bir öğrencimin “senin maaşını biz ödüyoruz, benim paramla çalışıyorsun” dediğini bile hatırlarım. Çok değil aradan geçen 10-15 yıllık bir süreçti oysa ki. Değişen tek şey vardı. Görgüsüzleşmiştik toplum olarak. Şımarmış, şımartmıştık. Bizim ana babalarımız yoklukla büyümüş; herşeyin kıymetini bilen nesil olarak saygıyı herşeyin önkoşulu görürken yeni nesilin ana babası “biz yoklukla büyüdük, çocuklarımız sıkıntı çekmesin” diyen çileli ana-babaların şımarık çocukları olmuşlardı. Ben çocukken iki ayakkabımız olurdu. Biri yazlık, biri kışlık. Markasına modeline bakılmazdı ayrıca. Ana babamızın parası ne kadara çıkıyorsa ona göre seçilirdi ayakkabı. Oysa şimdi öyle mi? Kendimi de dahil ediyorum buna. Amerika’ya gelene kadar o görgüsüzlüğü devam ettiriyordum ben de. Her renk ayakkabıya uygun çanta, farklı model ve renklerde ayakkabılar. Sayısını yazmaya bile utanıyorum şu an. Ama buraya gelirken iki valizle geliyorsun (ben üçle geldim, okuyan arkadaşlarımın düzeltmesine gerek kalmadan belirteyim. Kışlıklar yer kaplıyor malum). Annemin deyimiyle “ister sağa git ister sola”. Sonra minimalist yaşamayı öğreniyorsun. Giymediğini bağışlıyorsun. Oysa bizim toplumumuzda ikinci elden giyiniyorsan fakirsin. Burada profesör bile aynısını yapıyor.
Gelelim diğer analizlere… Batıyı bizi kıskanmakla suçlayanlara ve bu başarısızlığı görmezden gelenlere iyi uykular!!! Öğretmeni, müdürü suçlayan akademisyenlere soru: Peki ya eğitim fakülteleri? Oradaki hocalar. Türkiye’de kaç tane eğitim fakültesinin dekanı eğitim kökenlidir soruyorum? Türkiye’de eğitim alanında master ve/veya doktora yapmamış, hatta doktora sonrası eğitimle ilgili hiç araştırması olmayan kaç akademisyen var Eğitim Fakültelerinde? Peki, PISA ve TIMSS gibi sınavlarda sorulan kavrama, analiz, sentez becerilerini kullanmayı gerektiren sorular sorarak yetiştiriyor musunuz öğretmen adaylarını? Peki ya doçentlik sınavında sorduğunuz sorular. Pek çok hocam aylarca eve kapanıp alandaki tüm kitapları yalayıp yutardı doçentlik sınavına girmeden. Ezber yaparlardı çocuklar gibi. Ben doktora yaparken bir hocam bilgi düzeyinde sorulardan oluşan bir sınav yapmıştı bize eğitim kuramlarıyla ilgili. Asistan arkadaşlarım öğlen yemek sohbetlerimizde ezberledikleri o bilgileri paylaşırlardı mesela ve sonra ayıplarlardı beni bilmiyorum diye. “Olur mu bilmen lazım”!!! Sebep?! Kitapta yazan bir bilgiyi neden ezberliyorum arkadaşım? Onu kullanamadıktan sonra ne yapayım o ezberi. Bugün, eğitim fakültelerindeki akademisyenlere eğitimin tanımını soralım, %90’ı aynı tanımı bire bir yaparsa hiç şaşırmam. Bazıları eğitimin tanımını dahi yapabilir mi onu bilmiyorum açıkçası. Malum Eğitim Fakültelerinde Fen-Edebiyat kökenli hocalar olup eğitimle ilgili bir çalışma dahi yapmamış olanlar da mevcut. Ancak pedagojik formasyon dersi veriyorlar kendileri, eğitim doktoralı hocalar o dersleri veremezken. Doktora yeterlilik sınavları mesela?! Benim sınavımda bülbül gibi şakımam beklenmişti ama ben dut yemiştim. Danışmanımın çok mahçup ve şaşkın olduğu o anı hiç unutamam. Çünkü ben ezber yapamam. Niye yapamadığımı ve yapmamamın da doğru olduğunu buraya gelince anladım. Kullanılmayan her bilgi çöptür buradaki mantığa göre. Kafanı ezber bilgiyle (çöple) doldurmak yerine süzmeyi öğreniyorsun. Analiz yapmayı. Bunları da üç-beş dersten çok daha fazlasını alarak ve her ders için her hafta makale formatında eleştiri yazıları, analizler yaparak, özgün projeler hazırlayarak yapıyorsun. Sonra Türkiye’de neden intihal var?! Düşünmüyoruz ki! Bilimsel araştırma etiğine hiç girmeyeceğim. Ki onun için burada en az bir dönem ders alıyoruz. Data nasıl kullanılır, nasıl saklanır, elindeki verileri makaleye dönüştürürken etik olarak nelere dikkat etmeli, bir çalışmayı en çok kaça ayırarak sunabilirsin… Çok çalışmamız gerek be! Balık baştan kokuyor çünkü!!!    
Gelelim okuduğunu anlama konusunda yerlerde sürünmemize. Benim bakış açımı paylaşmadan önce bir kez daha hatırlatacağım ki ben Türkiye’nin farklı bölgelerinde farklı kademelerde eğitim almış bir öğrenciydim. Öğretmenlik de yaptım, asistanlık da. Kendimden hikayeler paylaşarak başlayacağım. Ben ilkokul 1 ve 2. Sınıfı Erzincan’ın Tercan ilçesinde okudum. Sonra babam bir trafik kazası geçirdi, ölümden döndü falan. Gurbette sağlık sorunları ve benzeri durumlar zordu annem gibi üç çocuklu bir kadın için ve karar alındı. Annemin ailesinin yaşadığı bir şehre yerleşildi İstanbul’un yakınında. Üçüncü sınıfa başladım o şehirde. Hiç unutmam okulun ilk gününü. Öğretmenim çok hırslı bir kadındı ve “iyi öğretmen” olarak bilinirdi. İyi öğretmen çok anlam ifade ederdi o zamanlar. O öğretmendeysen başarısız olma lüksün yoktu. Bakışlarıyla sana herşeyi anlatırdı öğretmenin. Sen de neyi yapıp neyi yapmaman gerektiğini anlardın. Okulun ilk günü konu neydi hatırlamıyorum ama ben bir şey anlatırken köpeğin birini ısırdığından bahsedeceğim. Küçük yaştan itibaren güneydoğuda ve doğuda büyümüş her çocuk gibi şiveyi sağlam kapmıştım ve anlatırken köpek ısırdı demek yerine “köpek kıtladı” demiştim. Çünkü Erzurum yöresinde kıtlama çay içilir ve şeker ısırılarak ağızda bekletilir çay içerken. Herkes de “ısırmak” kelimesi yerine “kıtlamak” der. Ya da en azından ben çocuklarla oynarken en çok öyle duyardım. Ben öyle deyince sınıfta bir kahkaha tufanı kopmuş herkes benimle alay etmişti. Çantamı kapıp hemen arka sokaktaki evime koşmak istemiştim ama öğretmenimle göz göze gelmiştik o an. Eminim içinden kahkahalarla kopuyordu sınıftaki arkadaşlarım gibi ama hiç bozuntuya vermemişti. Gülümseyip sınıftakileri susturmuş neden “kıtlamak” kelimesini kullandığımı sormuş; sonra da derse devam etmişti. Sonra aradan bir beş yıl geçti. Biz yine babamın görevi dolayısıyla güneydoğuya Diyarbakır’a gittik. Batıdan gidince işler yine bir başka. Hemen yaftalıyorlar seni “şımarık” diye. Kendini kabul ettirmek için çaba sarfetmen, onlardan farkın olmadığını kanıtlaman gerekiyor. Ben bunun için Kürtçe öğrenmeye merak sarmıştım. Kendimi kabul ettirmek için. Aradan yıllar geçti ben eğitim fakültesine başladım. Kürt kökenli arkadaşlarım oldu. Hep ilkokulda okuma yazmaya başlamada yaşadıkları zorlukları anlatır, el yazılarının neden kötü olduğunu ya da neden Türkçe’yi düzgün kullanmamada direndiklerini anlatırlardı. Çünkü onlar ilkokula başlayana kadar bir kez bile Türkçe duymamışlardı. Okula başladıklarında ise Kürtçe bir kelime bile duymaz olmuşlardı. Düşünsenize yurt dışına çıkıyorsunuz bir kelime İngilizce bilmiyorsunuz. Nasıl anlatırsınız derdinizi? Nasıl bulursunuz yolunuzu? Sen bunu üstelik kendi toprağında yaşıyorsun. Evde Kürtçe, okulda Türkçe. Sonra okuduğunu anlayana kadar ilkokul 5.sınıfa geliyorsun, sonra sınavlara girmen okuduğunu anlaman ve soruları doğru çözmen bekleniyor. Ülkede 15 milyon Kürt vatandaş var, bunun 8-9 milyonu seçmen. Kalan 6 milyon çocuğun hepsinin okula gittiğini ve eğitim aldığını kabul edelim. Şimdi bir de 2,5 milyon Suriyeli çocuk var ülkede ki bu çocuklara da kendi dillerinde eğitim alma hakkı tanınmıyor. Eeee, sonra? Sen daha kendi gerçeğini kabul etmiyorsun ki güzel ülkem. Bölünmüşsün. Millet ayrımı yapıyorsun, yetmiyor siyasi görüşe göre adam ayırıyor; çalışan, üreten insanları atıyor, dışlıyorsun. Suriyelilere kapılarını açıyorsun. Aç tabi! Ama kendi çocuğunun dizindeki deliğe yama yapamazken, o çocukların sırtını nasıl saracaksın. Üstelik onlarla empati kurmuyor, onlara da iyi eğitim olanakları sağlamıyorsun çünkü kendi çocuğunu eğitemiyorsun daha.
Bu yazdıklarımı analiz falan değil arkadaşım. Ben sadece her zamanki gibi sesli düşünüyorum. Şimdi ne mi olacak ülkenin eğitim durumu?! Sizin ümidiniz var mı hala bilmem ama bende o ümitten zerre yok. Bizde bu kafalar oldukça, kendimize iğneleri batırmadıkça, herkes koltuk sevdasında, işini yürütme derdinde oldukça, akademisyen öğretmeni, öğretmen müdürü suçladıkça bizden bi cacık olmaz. PISA ve TIMSS sonuçlarının çok daha iyi olacağını düşünenlere ve formüller üretilebileceğini söyleyenlere tek sözüm “çok beklersiniz, bir on yıl vadede daha vahim olacak bu kafayla gittiğimiz sürece. Önce kafaları ve vicdanları değiştirmek lazım”!
Saygılarımla
 #annempisababamtimss 
4 notes · View notes
sinemissinem · 8 years
Text
If you can dream,… (Eğer hayal kurabiliyorsan…)
Öncelikle uzun zamandır blogda yazı paylaşmadığım halde, LinkedIn’den Instagram’dan ve blogdan mesaj gönderen ve göndermeye devam eden herkese çok teşekkür ederim. Son dönemlerde Türkiye’de gelişen olaylar nedeniyle içime kapanmış, olayları uzaktan izlemenin verdiği üzüntüyle boğuştuğum için -tabi bu arada okulla ilgili krizlik yoğunluğu da göz önünde bulundurarak- yazı yazmamayı tercih ediyor, yazmak istediklerimi içimde biriktiriyor; yazılarımı paylaşırsam birilerinin bam teline dokunur muyum sorularını da kendime sormadan edemiyordum. Bu sebeple bu yazım, hala mesaj gönderen, umudu olan ve hayal kuranların yazısıdır.
Geçtiğimiz yaz Coldplay’in -çok severim- konseri vardı Louisville Kentucky’de. Yaz olmasına rağmen ders aldığım ve aynı zamanda okuldaki işimde çalıştığım için ödüllendirmek istemiştim kendimi. Gittim! Giderken kendime, kendi hikayeme yolculuk yaptığımı bilmeden.
Louisville’de Muhammed Ali’nin müzesi var. Orada doğmuş ve büyümüş, dünyaca bilinen ve sayılan ünlü boksörün müzesini de gitmişken görmemek olmazdı. En nihayeti kendime jest yapmıştım ve okulla ilgili hiçbir şeyi düşünmeden “off” günümün tadını çıkaracaktım. Müzede Muhammed Ali’nin fotoğrafları, kıyafetleri, vb. her şeyi görme imkanınız var. Amerika’da bir klasiktir: Her müzeye ya da turistik mekana girdiğinizde kısa film gösterimi olur oranın hikayesini anlatan. Sonra turunuza başlarsınız. Kısa filmi izlemek için salona girdiğimde film Muhammed Ali’nin sözleriyle başlıyordu: “If you can dream,… “ Eğer hayal kurabiliyorsan…
Ben daha önceki yazılarımda da paylaştığım üzere hep hayal kurardım. Asistan olma girişimlerim başladığı zamanlar, her gece yastığa başımı koyduğumda bir gün asistan olacağımın hayalini kurarak uykuya dalardım. Asistan olup da daha önce Amerika’da doktora yapmış olan, aynı bölümde çalıştığımız bir hocamla konuştukça da bu hayallerin yerini yenileri almıştı. Bu sefer Amerika’ya geleceğimin, burada doktora yapacağımın, başarılı olacağımın -henüz tamamlanmamış hayal- hayallerini kurar olmuştum. Bütün bunları, yaşadıklarımı geriye bakıp düşününce hayatın karşıma çıkardığı, acı-tatlı anılar biriktirmeme neden olan her insan ve olayın aslında beni bulunduğum yere sürüklediğini Muhammed Ali’nin müzesini ziyaret ettiğimde anladım.
Müzede bir bisiklet var. Muhammed Ali’nin (Müslüman olmadan önceki adı Clay) kırmızı bisikleti. Hikayesi şöyle: Muhammed Ali 12 yaşındayken uzun süredir hayalini kurduğu bisikletine (Schwinn) kavuşur ve en yakın arkadaşı ile tura çıkar. Şiddetli bir yağmura yakalanınca yapılacak en akıllıca seçimin fuara girmek olduğunu düşünürler. Orada epeyce vakit geçirip eğlendikten sonra eve gitme vakti gelince bisikletinin çalındığını fark eder Muhammed Ali! Bisikletini bulmak için oradan oraya sinirle koşarken adamın biri şikayetçi olabileceği polisin önünde bulundukları binanın alt katında olabileceğini söyler. O yer aslında o adamın boş zamanlarında boks salonu olarak kullandığı alandır. Muhammed Ali, adama bisikletini çalan kişiyi bulunca onu bozguna uğratacağını söyler hışımla. Ve adam ona “Nasıl dövüşeceğini biliyor musun?” diye sorar ve ekler “Birini dövmek istiyorsan önce nasıl dövüşeceğini öğrenmelisin”. Oysa Muhammed Ali bunu o güne kadar hiç düşünmemiştir. Böylece Muhammed Ali boks hocasıyla tanışmış ve macerasına başlamış olur.  
Tumblr media
Ben bisikletin karşısında ne kadar zaman geçirdim hatırlamıyorum gerçekten. Karşısında yer alan koltuğa oturup uzun uzun düşündüğümü ve hayatımın -hani derler ya film şeridi gibi diye- gözlerimin önünden geçişini izledim sanırım. Muhammed Ali’nin çalınan bisikleti hayatının çark ettiği yerdi! Peki ya benim hayatım nerede çark etmişti? Zira Amerika’ya gelmeden önce yaşadığım olaylar karşısında “Neden ben?” diye sormamam gerektiğini acı deneyimlerle öğrenmiştim. Yoluma devam etmem gerektiğini kendime hatırlatmak ve gerçek anlamda harekete geçerek yola devam etmek hayatımın önemli bir parçası haline gelmişti. Bize göre tesadüften ibaret olan olayların aslında hayatımızın farklı olaylar zinciriyle şekillenmesinde rolü olduğunu ne zaman fark ediyorduk acaba?  
Doktoramın ilk yılı (geçen sene) bir toplantıdan sonra danışmanımın destek veren sözleri üzerine kendisine teşekkür etmiş; beni öğrencisi olarak kabül ettiği için duyduğum minnettarlığı dile getirmiştim. O da bana “Ben sana şans vermedim. Şansını sen kendin yarattın” demişti. Başvuru sürecinde sanırım bir 30 kez emailleşmiştik. Ben de iyi biliyordum ki daha birinci doktorasını bitirmemiş olan birisinin bi başka doktoraya başvurması çok da ikna edici durmuyordu. “Maymun iştahlı bu kız galiba” dedirtmiş bile olabilirim birçoklarına. Oysa danışmanım haklıydı. İnsan şansını eline geçen fırsatları değerlendirerek, sadece bakmak yerine görmeyi bilerek kendini gerçekleştirme fırsatı elde ediyordu.
Geçen sene American Educational Research Association’ın (AERA) kongresine katılmıştım. Sadece katılımcıydım. Ancak oradaki tüm zamanımı gözlem yaparak geçirmiştim. Farklı oturumlara katılmak, alanın duayen isimlerinden yeni şeyler öğrenmek kongrenin kazanımlarından birkaçıydı sadece. Peki ben ne yapabilirdim? Katıldığım lisansüstü öğrencilerine yönelik danışmanlık oturumunda fark etmiştim ki pek çok doktora öğrencisi Mixed Methods Research Methodology (Karma Yöntem Araştırmaları) yi merak ediyor ancak kime, nasıl ulaşması gerektiğini bilmiyordu. Hatta bazıları adını bile ilk kez duyuyor; merakını gidermek için oturumlara katılıyordu. Bu gözlemim üzerine Mixed Methods Special Interest Grubunun (SIG) başkanına kaç lisansüstü öğrenci üyemiz olduğunu sormuştum (Kendimi de SIG in bir parçası olarak görüyorum, en nihayeti üyeyim :) ). Gözlemlerimle rakamlar örtüşmüyordu -Mixed Methodologist im qualitative ve quantitative dataları entegre ediyorum her zaman-. Talep ve ilgiye göre daha fazla öğrenci olması gerekiyordu. Bunun üzerine bir proposal (öneri mektubu) yazdım ve Mixed Methods Special Interest Grubu komite üyelerine gönderdim. Ben sadece sosyal informal bir aktivite düzenleyerek SIG e olan katılımı arttırmayı ve alana ilgi duyan lisansüstü öğrencilerinin bir araya gelmesini sağlamanın hayalini kurarken, komite üyeleri fikrimi ilginç bulup bana destek vermişti. Sürpriz bir şekilde de bana informal (gayri resmi) bir aktivite yerine bir oturumu organize etme iznini vermişlerdi. WOHOOOO! Ben daha bugüne kadar AERA’de sunum yapmak için bile üçüncü senemi bekleyeyim guardımı alıp daha sağlam çıkayım alana derken hayallerimin ötesinde bir şey gerçekleşmişti! Bunun sonucu olarak San Antonio, Texas’ta Nisan 2017 de düzenlenecek olan kongrede bir alana ait bir oturumun açılışını yapıyor ve oturumun tamamını organize ediyorum. Dahası AERA Mixed Methods Special Interest Group’un Graduate Representative’i (Lisansüstü öğrenci temsilcisi) olarak seçildim. Oysa ben Türkiye’de asistan bile olmadan önce, teyzelerimden birinin deyimiyle, “sadece bir öğretmen”dim! Köy okulunda bir öğretmen!
Sözün özü güzel arkadaşım, sen “SEN” ol ve hayal kurmaktan vazgeçme! Hayaller bir gün gerçek oluyor!
O zaman Coldplay’in sözleri ile...
When you’re in pain
When you think you’ve had enough
Don’t ever give up
Don’t ever give up
Saygılarımla
Sinemissinem
10 notes · View notes
sinemissinem · 8 years
Text
Amerika’da Doktora Yapmak -5
Bazen öyle çok yazmak gelir de içinden hani tutar ya insan kendini. Biriktirir içinde söylenmemiş tüm sözlerini. Ben ne kadar süredir tutuyorum bilmiyorum. En son nerede kalmıştık?! Sahi, farkındalıklar zamanıydı artık. İkinci mevsimi yaşıyorduk. Zira bu topraklarda, acılara da göğüs germeyi; yalnızlık kavramının aslında söylenenden daha derin anlamlar barındırdığını; üzüntülerin iki katı, mutlulukların yarım yaşandığını öğrendik bir kez daha. Özdemir Asaf haklıydı: “Yalnızlık paylaşılmaz. Paylaşılsa yalnızlık olmaz”. Bu yüzdendi bizim de bu topraklardaki yalnızlığımız. O kadar yalnızdık ki paylaşacak kimsemiz yoktu çünkü. Bir arkadaşınız kaza geçirdiğinde onun için endişelenmenin de ötesinde, “empati”yi iliklerinize kadar hissettiğiniz; bir filmde de söylendiği gibi “homesickness is the most sickness” dedirten, sevdiklerinden uzakta olma ve “yalnızlık” sendromunu yaşadığınız bir dönem.
Güzel şeyler de oluyor tabi. Nisan ayında Washington, DC’de düzenlenen binlerce bilim insanının katıldığı American Educational Research Association (AERA) kongresine katıldım. Katılmadan önce okulda neler oldu önce onları anlatayım. Asistanlardan biri –o talihli ben oldum bu sefer- AERA kongre program listesinden okulumuzdan kongreye katılacak olanların listesini, oturum saat ve salonlarıyla birlikte çıkarıp bölüm başkanına sundu. Sonra bu liste bölüm başkanı aracılığıyla tüm fakülteye ve öğrencilere email olarak asistanın çalışmasına ilişkin teşekkür notuyla gönderildi. Bizde düzenli olarak her ay “Power Friday” adı verilen adından da anlaşılacağı gibi ayda bir cuma günü bir etkinlik düzenleniyor. Bu etkinlik kapsamında o ay gündemde konu olarak ne varsa (kongre, profesyonel gelişim, grant, proje olanakları ve koşulları vb.) belirleniyor; tüm fakülte, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine duyuru yapılıyor. Power Friday buluşmalarında yiyecek içecek servisi yapılıyor. Katılma zorunluluğunun olmadığı bu buluşmalarda konuyla ilgili öğrenmek istediğiniz ne varsa ilgili akademisyen, kurum vb. kaynaklara ulaşma imkanı kişi ya da kurumlar konuk edilerek size sağlanıyor. Bu etkinlik Nisan ayı için AERA kongresi hakkında bilgi vermek ve daha önce katılmamış olanlara rehberlik hizmeti sunmak amacıyla yapıldı. Hayatımda ilk defa bir kongreye katılmadan önce bu kadar hazırlık yaptığımı söylemeliyim. Üstelik bildiri sunmadığım halde. Dahası ben ve benim gibi bildiri sunmayan öğrencilere okul tarafından bir miktar teşvik verildiğini, ulaşım için okul tarafından araç kiralandığını, aracın benzininin ve otel park ücretinin dahi okul tarafından karşılandığını da söylemeden geçemeyeceğim.
Geriye bakıp Türkiye’de asistanlık yaptığım dönemde bazı asistan arkadaşlarımın ya da akademisyenlerin “bu yıl da hangi ülkeye gitsek?” diyerek kongre seçtiğini anımsayınca benim için bu kadar hazırlık “fazlaydı”. Taa ki, kongreye gidene kadar. Gidince bu kongreyi neden bu kadar ciddiye aldıklarını, hatta danışmanımın bile bunun için neden bizimle özel olarak toplantı yaptığını daha iyi anladım. İşte bize öneriler:
- Çalışmalarını ilginç bulduğunuz ve ilgilendiğiniz kişilerin sunumlarını listeleyerek kendinize bir kongre oturum planı çıkarmak. Kongreye binlerce kişi katıldığı için hardcopy almak akıl karı olmuyor. Zira bilmeyenlerimiz için hatırlatmakta fayda var: Kongrenin bir application ı var. Telefonunuza indirip ilgilendiğiniz oturumları kaydedip kendi programınızı oluşturabiliyor; oturumlar arasında kontrol ederek o tempoyu yakalayabiliyorsunuz. Ben “old school” bir öğrenci olduğum için kağıda dokunmadan ve her oturumun ardından bir “tik” atmadan yapamıyorum. Bu sebeple kendi programımı oluşturup çıktı almak tercihim oluyor.
- Kendi alanının (spesifik olarak ne ile ilgileniyorsan) büyük isimlerini oturumlara katılıp dinlemek. Eğer mümkünse kendini tanıtmak ve yaptıkları çalışmanın bir örneğini rica etmek (bu durum isim ve email adresi alışverişini sağlıyor).
- Kartvizitiniz yoksa edinmek ve tanıştığınız insanlara kartınızın arkasına hatırlatıcı bir not yazarak networking için ilk adımı atmak ve paylaşmak.
- En az bir veya birkaç özel grup buluşmalarına (SIG - Special Interest Group meeting) bir de division meeting ine katılmanız. Mümkünse bu buluşmalarda gönüllü olarak rol almanız.
- Yeni tanıştığınız bir veya iki kişiyle, bir de danışmanınızla ya da okulunuzdaki/farklı okullardaki öğretim üyeleri ile yemeğe gitmek.
- Öğrenci organizasyon ve buluşmalarına katılmak. Onlarca buluşma düzenleniyor ve bunlar için sürekli bir email trafiği oluyor, kongreden önce. Üyesi olduğunuz alana göre email listesinde olduğunuz için size bilgilendirme yapılıyor.
- Kongrenin gerçekleştiği yerde en azından yarım günü şehri gezmeye ayırmak.
Oysa benim, bu seneye kadar katıldığım hiçbir kongre için böyle bir hazırlığım olmamıştı. Kongreye birkaç arkadaşla birlikte gitmişsek sunumlarımızı yapıp, şehri keşfetmiş, bir iki oturuma da katılmışsak kongreyi bitmiş sayıyorduk. AERA’de kendi spesifik alanım için (SIG – mixed methods research) düzenlenen oturumlara katılmanın yanı sıra, SIG business meetingine katılmış; makalelerini, kitaplarını okuduğum, alanın dev isimleriyle tanışma imkanı bulmuştum. Bu buluşmada danışmanım beni bu büyük isimlere tanıtmış; sosyalleşmeme imkan sağlamıştı. Benim için son derece heyecan verici olan bu durum, alanın uzmanı olan kişilerden bire bir bilgi edinme, okuduğum makale ya da kitaplarına ilişkin sorularımı yöneltme imkanı da sunmuştu. İşin bana en ilginç gelen tarafı, alanın dev isimleri olan hocaların yemeğe giderken “sen de gel” demeleri ve benim yüzümdeki anlamsız şaşkınlıktı. Zira ben daha önce böyle bir şeyle hiç karşılaşmamıştım.
Oturumlarda aldığınız notların sizde yarattığı etkileri, aydınlanmaları, bir sonraki çalışmanız için aslında beyin fırtınasının başladığı yer olduğunu söylememe gerek yok sanırım. Benim için bugüne kadar katıldığım en etkileyici, binlerce insanın katıldığı, sürekli bir hareketin içinde kendimi bulduğum dolu dolu geçen bir kongreydi. Üyesi olduğum division’ın doktora öğrencileri için özel olarak düzenlediği oturumlardan tutun da kongre sonrasında alanın dev isimlerinden rica ettiğim makaleleri emaille almaya kadar inanılmaz deneyim, gözlem ve birikimle döndüğümü söylemeliyim.  
Gelecek yıl San Antonio, Texas’ta görüşmek dileklerimle…
Sinemissinem
15 notes · View notes
sinemissinem · 8 years
Link
Nitel Arastirma Yontemleri Kilavuzu 
Ilgilenenlere...
5 notes · View notes
sinemissinem · 8 years
Link
Best Practices for Mixed Methods Research in the Health Sciences - Saglik Bilimlerinde Karma Yontem Arastirmalari icin En Iyi Uygulamalar
llgilenenlere...
4 notes · View notes
sinemissinem · 8 years
Link
Mixed methods research (karma yöntem araştırmaları) ile ilgilenenlere şiddetle  bu webinarları takip etmelerini tavsiye ederim. 
Kolaylıklar.. 
5 notes · View notes
sinemissinem · 8 years
Text
Çocuk Orucu
Çocukken ramazan aylarında “çocuk orucu” tutardım. İki öğün arası geçmek bilmezdi o yaştaki çocuk sabrı için. Böylece sabretmenin ne kadar büyük bir erdem olduğunu öğretirdi bize büyüklerimiz. Kötü söz söylememenin, kavga etmemenin, kalp kırmamanın... Büyüdükçe her şey değişti ama ruhu hep çocuk kalan benim gibi insanlar için değişmeyen şey, sabrın da bazen “çocuk orucu” kadar oluşu. Bu yüzden olsa gerek, çocukluğumdaki “oruç” gibi oldu blogla ilgili yazılarım konusunda kendimi sınırlamam. Neden mi? Şu iki buçuk aylık süreçte fark ettim ki benim de ilacım, terapim buymuş: Yazmak! Yazdıklarımı sadece kendime okumak mutlu etmiyormuş beni. Evrene sesimi bağıra çağıra duyurmalı; “heeey, ben de buradayım!” demeliymişim. Kimin okuduğunun ve ne düşündüğünün önemi yokmuş. Yazdıklarımı bir yerlere büyük harflerle yazmamak, dış sesimi bastırmak beni daha da yalnızlaştırıyor; çalışma şevkimi yok ediyormuş. O yüzden gıdamı almaya ve yeniden yazmaya karar verdim. Kitap fikrimi hala korumakla birlikte; blogda “dök içini rahatla” seanslarıma devam edecek; kendim için yazacağım. Yazacaklarımda, şimdiye kadar olduğu gibi, kimseye gönderme yapmayacağımın ve blogun içerik olarak kitaptan farklı olacağının altını önemle çizerim.
Thomas ve Althen’in  (1989) birçok “kültürel intibak” (cultural adjustment) çalışmasında ortak bulduğu “bir yere alışmak: üç mevsim”ine Oberg (1960) dördüncüsünü eklemiş ve demiş ki: “Yeni bir kültür ve çevreye kültürel intibak (cultural adjustment) dört mevsimdir ve ilk adımı da “balayı”dır (honeymoon)”. Geçtiğimiz dönem benim için tam anlamıyla bir “balayı” olsa gerek ki yazılarımı yazarken anlamsız bir karşılaştırmaya girmişim iki ülke arasındaki eğitim ve kültürel farklılıklara ilişkin değerlendirmelerimde. Oysa hiçbir şeyimiz aynı değil ki, farklı yanlarımız aynı nedensel temellere dayansın. Bir diğer deyişle, ben aslında yeni bir kültüre uyum sağlamaya çalışırken “balayı” yaşayıp, hep “iyi” yanları görmüş; “arkadaş bak bu da var dünyada” demişim. Bunu yaparken de kendi gerçekliğimden kaçtığım için değil, tamamen kişisel farkındalıklarımı yeni bir kültürün içinde yoğururken “kendimi yeniden keşfetme” çabasında olduğum için. Bu balayı neyle son buldu derseniz, cevabını bilimadamları vermiş çoktan: Kriz aşaması (crisis stage). “Karnın tok, sırtın pek be evlatcım. Neyin krizi?” diyenlere cevabım: “o pek sizin gördüğünüz gibi değil.”
Sözün özü, ben hiçbir şeyi içimde tutamayan bi karaktere sahip olduğum için yazacağım. Arzu eden okur.
Saygılarımla…
15 notes · View notes
sinemissinem · 8 years
Link
11 notes · View notes
sinemissinem · 8 years
Text
Sonsöz
Nereden başlasam bilemedim aslında. Hikayenin özüne gidip birkaç örnekle anlatmaya çalışayım derdimi.
Benim annem daha önce de paylaştığım gibi Karadenizlidir. Karadeniz kültüründe kız evlada mal verilmez. “Ölümün hak, mirasın helal” olduğuna inanan ve “baba mal”ını kendisinin de hak ettiğini düşünen annem, yıllar önce -ben lise çağlarındayken- dedem rahmetli olup da mal dayıma kaldığı için hakkını ondan istedi. Tabi bu durum ailede büyük gerginliklere, tatsızlıklara yol açtı. Köyümüzde anneannemin evi dururken, gerginlikler ve kırgınlıklar nedeniyle sonradan köyümüze yerleşmiş olan bir yabancının inşaat halindeki evinde kaldık yazları fındık toplamak uğruna! Evin sokaktan tek farkı dört duvarının olması. Bazı camları olmadığı için geceleri eve, hatta yattığımız odaya –tek odası vardı zaten- yarasa giriyor falan. Çünkü ev bildiğin inşaat, değil banyosu, tuvaleti bile yok. Tabi ben evin ilk çocuğu, babam Dadaş damarı kabardığı için annemin işine hele de mal miras işlerine karışmaz, en küçük kardeşim ilkokul çağında, öbürü tarla işlerinden “iyisimi ben size yemek yapayım” bahanesiyle kaçar, annem zaten görme problemleri ve sağlık sorunları nedenleriyle bu tip işlere yasaklı! Tek bir kişi kalmıştı geriye: Ben! Lise 1’deyim o zamanlar. Hayatımda hiç yapmadığım bir şeyi yapıyorum: Fındık toplamak! Tarlada toplanmasından tutun da harmana inmesi, kurutulması ne gerekiyorsa hepsiyle ben ilgileniyorum. Çünkü başka uğraşacak kimse yok. Fındık toplayanlar ne zahmetli ve külfetli bir süreç olduğunu bilir. Hoş emeksiz yemeğin olduğu hangi iş var ki şu hayatta! Tabi bu süreçte işçilerle –çoğu Güneydoğu’dan gelir- biraradayım hep. Çocukluğum o yörelerde geçtiği için her zaman oranın insanına ayrı bir zaafım vardır. Çünkü annem tifoya yakalandığında –Siirt, 1986- dilini bilmediğimiz o insanlar tencerelerle yemek getirip sadece bize değil, bize bakma becerisine sahip olabilecek yeterliliklerle yetiştirilmemiş olan ataerkil zihniyetin ürünü babama da destek olmuşlardır. Ertesi yıl Şırnak’tan Siirt’e seyahat ederken -1987- aracımız çıkan çatışmanın ortasında kalıp, iki ateş arasında taranınca yine yanımızda o toprağın insanlarını bulmuşuzdur. Kapısına sığındığımız askeriye bizi geri çevirmiş; olayı da kimseye anlatmayalım diye bizi tenbihlemiştir. Neyse, dalmayacağım derinlere. Çok yaşanmışlık var çünkü… Bu yüzdendir ki bende hep başkadır o yörenin insanı! Paylaşmayı bilir, sahip çıkar, insana değer verir. Tarlada çalışırken gözlemlerime dayanarak öğrendiğim ilk şey: Sen çalışmazsan onlar da çalışmaz! Yani senin malına, işine ne kadar sahip çıktığın önemlidir. Bu yüzden en az onlar kadar bedensel efor sarf ettiğim, fındık topladığım o gençlik yıllarımda emek vermenin, emeğin karşılığını (ve maddi bedelini) zamanında ödemenin de ne demek olduğunu iyi bilirim.
 Özel ders verdiğim dönemde paramın kaldığı hali vakti yerinde pek çok insan da olmuştur. Sanırım onlar hiç tarlada çalışmamış, o “alın teri” denen değerin önemini hiç bilmemişlerdir ki benim de emeğimi hiçe sayanlar olmuştur aralarında. Oysa benim anlayışımda “Ziyanı yok!”tur bunların! Yenilen her kazık öğrenilmiş ders hanesine yazılır. Tabi ilerleyen yıllarda yenilen ve biriken kazıklar bana bir hayat felsefesi edinmeyi öğretir: “İnsanları seçer, dener, elerim”! İlk bakışta çok acımasızca görünebilir size belki ama bendeki yaraların yanında bu eleme anlayışı kocaman bir HİÇtir! Bu zamanla arkadaşlık ilişkileri için de geçerli olur. Onlara da emek vermekten yüksünmediğim gibi, hobilerim arasında yer alan emek getiren ürünlerimi de onlarla paylaşırım. Kimi için bir atkı, kimi için örme bir kalemlik ya da patik olur bazen. Kimi saklar, kimi atar! Sonuçta önemli olan emeğime verilen değerdir benim için. Değer veren hayatımda kalır, vermeyene değil emek vermek ağzımı bile açmam çünkü bir kelamımı bile hakettiğine inanmam! Hikayenin başına, annemin mal isteme mevzusuna ve çocukluğuma dönecek olursam, annem bize hep “ne yaparsanız yapın, dürüst olun evladım” derdi. “İpe götürseler, dokuz köyden de kovulsan doğru bildiğini söyle! Elbet bir onuncu köy vardır. Yapmak istediklerinin peşinden git! Varsın seni kimse anlamasın”  Anacığım haklıydı! Biz hep dürüst ama kaybeden olmuştuk. Çünkü iki yüzlülük, riya, hırs, menfaatler, tamah insanların gözünü bürümüştü hep. Bu yüzden ben de hep kendimi mutsuz hissettiğim yerlerden kaçmış; kendime yeni yerler bulmuştum dürüstlüğümü anlayacağına inandığım. Bu hiçbir zaman işe yaramadı! Çünkü siz ne kadar dürüst olursanız olun, ne anlatmaya çalışırsanız çalışın kimsenin sizi anlamasını sağlayamıyor; dahası kendinizden şüphe etmeye başlıyorsunuz. Acaba ben mi bir yerlerde yanlış yapıyorum dürüst olmakla diye!
 Amerika benim onuncu köyüm! Aylardır kendimce yazıp Türkiye’de olmayan ya da kısmen olan gözlemlerimi aktarmaya çalışıyorum. Kendi hocalarım arkadaşlarım dahil birçok insanın yazdıklarıma verdikleri/vermedikleri bazı tepkilerden aslında beni ne kadar tanımadıklarını ve anlamadıklarını görüyorum. Oysa ben demiyorum ki “burası cennet!” Ya da Amerika delisi değilim ki arkadaşım! Belki senin evinde Türk bayrağın bile yok ama ben dünyanın neresine gidersem gideyim inandığım kitabı ve bayrağımı yanımda taşıyorum; ASLIMı unutmamak için! Sen hangi marka jean ya da t-shirt alsam diye düşünüp aldıklarını sosyal medyada paylaşırken, ben örüyor; dikiyorum tüketim çılgını olmamak için! Hani bir karikatür var internette dolaşan, adamın biri sadaka verirken selfie yapıyor! Ondan farkımız kalmadığını kendimize itiraf eden kaç kişiyiz? Kaçımız gönüllü derneklere üye? Yılda kaç kez kan bağışında bulunuyorsunuz? Bırakın hayvanları çevrenizdeki insanlara ne kadar değer veriyorsunuz? Hiçbirimiz mükemmel değiliz öyle ya! Peki, sorarım size: Neden bir başkasını çok ama çok acımasızca sadece paylaştığı bir yazı, bir gönderi için düşünmeden eleştirirsiniz? Üstelik o kişi olmanız, onun gibi düşünmeniz ve onu anlayabilmeniz aynı yaşanmışlıklara sahip olmadığınız gerçeği kadar acıyken! Tolere etmek diye bir şey var hani? Empati? İşte ondan bizde hiç yok! Bu yüzden ben hep yazan, hep doğru bildiğini söyleyen, hep vazgeçmeyen oldum. Ne kadar empati kurma yeteneğine sahibim bilmiyorum ama insanları yargılamak; onları acımasızca eleştirmek yerine anlamaya çalışıyorum. Onun gözlüklerini takıp; onun camlarından hayata bakmaya çalışıyorum. Bu yüzden bu topraklardayım ve farklı olduğunu düşündüklerimi yazıyorum. “Yazıyordum” diyelim! Çünkü artık yazmayacağım! Neden mi? İki üç kişi yazdıklarımı bile doğru dürüst okumadan beni “Amerika sevdalısı” görüyor diye değil! İnsanlar para ya da emek vermeden aldıkları hiçbir bilginin değerini bilmediği için! Şimdi bu yazdıklarım bir kitap olsaydı ve ben de alanında bilindik bir isim olsaydım, muhtemelen kitaplar satılacak, satılmasa da imza günleri düzenlenecek vs. Yani insanlar önemseyecekti! Değer verecekti! Acımasızca eleştirmek yerine verilen emeğe para ödediği için saygı duyacaktı!
 Amerika’da doktora yapıyorum evet! Daha önce de dediğim gibi danışmanıma haftalık raporlar sunuyorum. Bu hafta dönemin son haftası ve ben danışmanıma tam 25 sayfalık bir rapor hazırladım bir dönem boyunca ne öğrendim diye. İçinde Türkiye’de öğrendiklerimden farklı olduğunu düşündüklerimden tutun da Türkiye’de olup burada olmayanlara kadar uzun bir liste –istatistiksel verilerle-! Ama en önemli ne öğrendim? İnsanların hikayelerini dinlemeyi, onları anlamaya çalışmayı, empati kurmayı! Yargılamamayı, kabul etmeyi! İnsanları sevmeyi öğrendim, kendimi sevdiğim için!
 Son olarak şunu paylaşmak isterim: Dr. Donna Mertens okulumuza gelip seminer verdiğinde akademik yaşamda karşılaştığı güçlükleri anlatmıştı. “Bir şeyi ilk siz yapıyorsanız şimşekleri üzerinize çekmeniz, dikkate alınmamanız hatta insanların acımasız eleştirilerine maruz kalmanız mümkündür. Siz yolunuzdan vazgeçmeyin! Nasılsa bir gün insanlar sizi anlayacaklar. Bırakın o zaman onlar sizin kapınıza gelsin!” demişti. Geçenlerde danışmanım bir derste Dr. Tony Onwuegbuzie’nin bundan yıllar önce American Educational Research Association (AERA) kongresinde nitel verileri nasıl nicel veriye dönüştürdüğünü yani data transformation’ı anlatırken oturum başkanının nasıl alaycı bir tavır takındığını ancak son gülenin Dr. Onwuegbuzie olduğunu anlatmıştı. Adın Tony, Donna ya da Vicki olsun fark etmez! Onlar da annem gibi “Yapmak istediklerinin peşinden git! Varsın seni kimse anlamasın!” diyorsa yanılıyor olamazlar di mi!? Ya da Emin Çapa Ted Talk’ta yaptığı konuşmasında Türkiye’yi başka ülkelerle karşılaştırırken, bizim ülke olarak eksikliklerimizden bahsederken artık bir marka olduğu için tepki almıyorsa, “marka olmak lazım o zaman” Betûl Mardin’in dediği gibi. Ne markayım ne de olmak gibi bir niyetim var! Ben sadece ve önce “insan”ım. Hak ve ifade özgürlüklerinin tartışıldığı bir dünyada çok konuşmaya gerek yok. “İşimize bakalım” diyor ve dükkanı kapatıyorum gençler! Yolunuz, bahtınız açık olsun. Kimseye aldırmadan, bildiğimiz yolda, doğrularımızla yürümek dileklerimle! Beş yıl sonra bir yerlerde sağlıcakla buluşmak üzere..
 Saygılarımla
Sinemissinem
Dip Not: Blog acik kalacak ve paylasimlarim sadece akademik calismalar, linkler ve videolardan ibaret olacaktir. Sadece yazilarima blogda yer vermeyecegim ve onlari kitaba donusturerek gelirini otizmli cocuklarin egitimi uzerine planlanan ve muhtemelen ben kitabimi yayinladigimda -yayinlayabilirsem tabi- hayata gecmis olan bir projeye yonlendirecegim. Yazmaktan degil, sadece bir sure paylasmaktan vazgeciyorum guzel bir amac icin. Kitabi okumaniz dileklerimle.. 
25 notes · View notes
sinemissinem · 9 years
Text
Amerika'da Doktora Yapmak -4
Bugüne kadar hep başlık olarak yazdığımız ama aslına bir türlü gelemediğimiz Amerika’da doktora nasıl yapılıyor ve Türkiye’de doktora yapmaktan farkı nedir? Anlatayım:
 Bir kere her şey o kadar sistematik ki! Bu sistem anlayışından nasibinizi alıyorsunuz daha ilk günden! Yönergeler, yönetmelikler, okula ve sürece dair tüm prosedürler önünüze sunuluyor. Danışmanınızın “danışmanız” gereken ilk kişi olduğunu, ateşiniz çıksa haber vermeniz gerektiğini öğreniyorsunuz yaşayarak! Herkes başarılı olmanızı istiyor. Kimsenin sizi dersten bırakmak gibi bir derdi yok, siz dersin hakkını verip istenilenleri yaptığınız sürece. Hiçbir öğrenci bir başkasıyla karşılaştırılmadığı gibi, bağıl değerlendirmeye tabi tutulmuyorsunuz. Amerika’da doktora yapmak –başka ülkeleri bilemem, deneyimli olanlar paylaşırsa sevinirim- Türkiye’deki doktoradan çok daha zor -kolay diyenlere selam olsun bu arada-! Çok fazla ders alıyorsunuz. Örneğin, ilk doktoramdan hiçbir dersi saydırmadım ve bu doktoramı bitirmek için yaklaşık 134 kredi yani 32 ders alacağım (kredilerin 30’u doktora tezi). Bu ne demek?! Asistansanız her dönem en az 12 kredi (4 ders) ders almak zorundasınız. Basit bir hesap yapılınca ortaya çıkan manzara çok net: Ben 3 yıl, 9 dönem (yaz okulları dâhil) ders alacağım. Oysa Türkiye’de 11 ders alarak yeterlilik sınavına giriliyor. En azından benim programımda öyleydi! Amerika’da ilk dönemi tamamladığınızda, danışmanınızla oturup hangi dersleri almanız gerektiğine karar veriyorsunuz. Bunun için bir liste hazırlıyor ve bu listeye bir de rapor ekliyorsunuz. Bir çeşit niyet mektubuyla “araştırma konunuz” ve ilgi alanınıza uygun olarak hangi dersleri hangi gerekçelere dayanarak almak istediğinizi beyan ediyor; daha sonra bu raporu bir komiteye sunuyorsunuz. Onaylanırsa “preliminary hearing” dediğimiz bu aşamayı geçmiş oluyorsunuz. Bu bir anlamda, doktora eğitiminiz süresince ne yapacağınızı kapsayan, ben “doktorayla evlilik sözleşmesi diyorum”, yol haritanız oluyor.
 Sonra? Her ders ortalama 3 kredi. Farklı olanlar da var tabi. İlk haftadan “syllabus”lar veriliyor ve siz hangi hafta hangi ödevi tamamlamalısınız, hangi makaleyi okumalısınız dersin ilk gününden biliyorsunuz. Sürprizler yok! Ya da hoca size dönemin ortasında “ben aslında size onu dememiştim. Sizden onu değil, bunu istemiştim” gibi cümleler kurmuyor, kuramıyor. Derslerde genelde bağıl değerlendirme yapılmıyor. Yani siz bir derse hazırladığınız ürün için, bir başkası daha iyisini yaptı diye “B” almıyorsunuz. Hocalar genelde sizi geldiğinizde bulunduğunuz aşamadan, dönemin sonunda geldiğiniz aşamaya ve gösterdiğiniz performans ya da gelişmeye göre değerlendiriyor. Sonuca değil, sürece dayalı bir değerlendirme var ve amaç “öğrenmek”! Ayrıca ders için hazırladığınız her ürün ya da ödev, olduğunuz her sınav (bazı derslerde sınav olmuyor, hazırladığınız ürünler sizin vize ya da final notunuz olarak kabul ediliyor) dönem başında belirtilmiş olan yüzdelik dilimlere göre değerlendiriliyor. Tek bir ürüne göre not almıyor; dersten kalmıyor ya da geçmiyorsunuz. Ödevlerinizi online bir sistem üzerinden gönderiyor ve her biri için mutlaka detaylı geribildirim (APA’e uygunluk, içerik, yazının akıcılığı, dilbilgisi hataları vb.) alıyorsunuz. Genelde ödevler akademik makale formatında paperlar oluyor -tabi bu da alana göre değişebilir-. Uluslararası öğrenciler için öneri, ilk dönemlerde yazdıkları paperlari/ödevleri okulların “writing center”larında bulunan Native Amerikalılarla, ödevi göndermeden önce “grammar” açısından gözden geçirmeleri oluyor. Bu danışmanlık hizmeti okul tarafından ücretsiz sunulduğu gibi, online randevuya dayalı bir sistem üzerinden görüşme talep ediliyor. Danışmanlar da genellikle master ya da doktora öğrencileri oluyor. Ayrıca ödevlerinizi yüklediğiniz online sistem hazırladığınız çalışmanın orijinalliğini kontrol eden “akademik intihal engelleme programı”yla kontrol ediliyor. Yani hiçbir akademik çalışmadan uygun alıntı yapmadan “copy paste” yapamıyor; yaparsanız okul tarafından gerekli hükümlere dayalı olarak yargılanıyor; hatta okuldan atılabiliyorsunuz.  
 Peki ya ders içi iletişim? Bu noktada öğrendiğim ilk şey “monitoring” oldu! Benim gibi çok konuşmayı seven, derslerde sürekli aktif olan biri için öğrenilmesi gereken en önemli unsur (işin aslı, Türkiye’deki kadar çok konuşmuyordum derslerde. Çünkü konuşmaktan, konuşurken hata yapmaktan çekiniyordum önceleri)! Peki, “monitoring” nedir? İkinci kez söz almadan önce herkesin konuşmuş olmasına özen göstermek, derste bir konu üzerine tartışırken bir an sessizlik olduğunda “atlayan balık” olmamak, bir diğer deyişle bu sessizliğin aslında bir şey söylenmesine gerek olmadığını fark etmek. Bu noktada zaten dersin hocası gereken müdahaleyi yapıyor duruma. Oysa biz nasıl yapıyorduk? –Tamamen kendimden bahsediyorum, kimse alınmasın lütfen!- Derste sazı elimize alınca bırakmıyor, başkalarının düşüncelerini ifade etmesine fırsat vermiyor; dahası onlar konuşmaya başladığında biz hala kafamızda kendi düşüncelerimizle boğuşuyorduk. Peki, buradaki farkındalık ne? Başkalarının düşüncelerini gerçekten dinleyerek anlamaya çalışmanın sizde bir aydınlanmaya yol açabileceğini fark ettiğimizi gördük.
Hocalara “profesör” diye hitap ettiğimiz gibi “Dr. Soyadı” diye hitap edenlerimiz de var. İsimle hitap edenler de. Bu tamamen sizin tercihiniz kimse size “bana böyle hitap edin” demiyor. Diyen varsa da ben henüz karşılaşmadım. Bir kere şunu iyi bilmelisiniz ki hocalar çok komplekssizler. Türkiye’den farklı olarak göreceğiniz ilk şey, kapılarda unvan yazmıyor burada. Kimsenin bir diğerinden unvana dayalı üstün ya da aşağı kalır yanı yok. Kimse nereden geldiğini unutmuyor (bir zamanlar onlar da bizim gibi doktora öğrencisi/asistandı çünkü)!  Hiçbir hocanın diğeri hakkında kötü konuştuğuna –dedikodu da diyebiliriz-, acımasız eleştirilerde bulunduğuna rastlamazsınız. Çünkü burada herkes kendi işiyle uğraşır, kişiyle değil! Türkiye’de rastladığımız akademik yayın yarışına da rastlamazsınız, çünkü burada herkes nitelikli yayın yapmaya özen gösterir ve iyi bir dergide makale yayınlama süreciniz –dergisine göre de��işir- en az 1- 1,5 yılınızı alır (sadece yayın sürecinden bahsediyoruz, öncesinde çalışmanın hazırlık süreci dâhil değil) ve hatır gönül işiyle yayın yapılmaz. Doktoradaki ilk öğretilerden biri de “authorship” neye göre ve nasıl yapılır. Yani bir çalışma yapacaksınız, bir grup kişi çalışmaya dâhil olacaksa burada yazarlık neye göre belirlenir, hangi sırada olacağınızı ne belirler? Bütün bunların hepsi American Psychological Association’ın (APA) kurallarına göre yapılır. Emeksiz yemek olmaz! Çorbada tuzunuz yoksa adınız makalede yer almaz. Yani bir ders bazında bir çalışma yapıp onu makaleye dönüştürdüyseniz ve hocanız çalışma üzerinde geribildirim vermek dışında bir rol üstlenmediyse onun adı çalışmada yer almaz. Yazarlık, çalışmada veri analizi yapma gibi emek gerektiren işlerin karşılığında alınır. Bir hocanın asistanı olabilir, bir proje üzerinde çalışabilirsiniz ancak bu durum o projede adınız geçeceği anlamına gelmeyebilir. Çünkü proje için yaptığınız iş, sizin o çalışmada yer alıp almayacağınızı belirler. Çalıştığınız hocalar da bunu en baştan sizinle konuşur; hatta pek çoğu resmi bir anlaşma metnini önünüze sunar ve imzalamanızı ister çalışmaya başlamadan önce.  
 Peki ya danışmanınız? Onunla kurduğunuz iletişim doktoranızın direğidir! Daha önce de belirttiğim gibi ateşiniz çıksa haber verin. Çünkü sizin sağlığınız, aileniz, kişisel sorunlarınız ve birey olarak ihtiyaçlarınız buradaki anlayışta eğitimden önce gelir. Yani ihtiyaçlar hiyerarşisi çok iyi işler. Burada danışmanlık anlayışı danışmana göre değişir. Danışmanlığı bir koçluk sistemi gibi düşünüp size her türlü projede, akademik yayında çalışma imkânı sunan danışmanlar olduğu gibi, bir arkadaşımın deyimiyle sizi “kanatlarınızı takmadan yuvadan uçuruma atanlar” da mevcuttur! Benim danışmanım bana sosyal hayat etkinliklerinden tutun da saat diliminin değişeceğine dair uyarı emailleri dâhil pek çok konuda yardımcı olan bir profesör örneği! Gerçi ben danışman konusunda her zaman şanslı olmuşumdur. Ancak bugüne kadar danışmanım olan hocalar da aynı şeyi söyler mi onu bilemem?!
 Herkesin çok merak ettiği bir konudur doktorada yeterlilik. Hayatınızın en önemli virajı olduğu söylenir ki akademik rüştünüzü ispat etmek adına da ilk adımdır. Türkiye’den farklı olarak burada doktora yeterlilikte sizi bir odaya/sınıfa kapatıp önünüze bir soru listesi sunup, 3-5 saat içinde onları cevaplamanızı istemez; peşine sözel olarak yine 3-5 saat süren bir sınav yapmazlar. Yine sürece dayalı bir değerlendirme anlayışı vardır. Jürinizde yer alan her bir hoca size birer soru gönderir. Bu sorular sizin bilgi, kavrama, uygulama, analiz, sentez ve değerlendirme becerilerinizi sorgulayan türdendir. “O nedir? Bu nedir?” gibi “düğmeye bas anlatsın” anlayışında bir yeterlilik sınavı mantalitesi yoktur. Size verilen soruları, hocalar tarafından belirlenen sürede akademik yayın formatında cevaplayarak hazırlamanız beklenir. Ardından bu süreç değerlendirilir ve buna göre öğrendiklerinizi bir akademisyen olarak uygulayıp uygulayamamada yeterli olup olmadığınıza karar verilir. Yeterliliğe girebilmek için gereken önkoşullar bölüme, alana, hatta okula başladığınız döneme göre değişir. Bütün bunlar okula başladığınız yıl size verilen “handbook” denilen katalogda yer alır ve siz de bu kriterlere göre mezun olursunuz. Doktora eğitiminiz sürecinde “sistem değişti, alman gereken ders sayısı daha fazla”, ya da “eskiden doktora yeterlilik öncesi bir akademik yayın şartı vardı, şimdi üç tane” gibi sürprizler yoktur. Her şey çok açık, net ve şeffaftır.  
 Şimdi Türkiye’deki bazı hocalarımın sesini duyar gibiyim “çok haksızlık ediyorsun” diye (bu arada biliyorum, bazıları yazıları okuyor ama hiç yorum yapmıyor). Ben haksızlık etmiyorum aslında, sistem anlayışlarının farklılığından doğan farkındalıklarım, Türkiye’de görmediklerim ya da Türkiye’den farklı olduğunu düşündüğüm noktalar beni, iç sesimi konuşturmaya ve paylaşmaya itiyor. Türkiye’de, bazı akademisyenler çalışmayı düşündüğü bir konuyu kendi alanından bir akademisyenle “fikrim çalınır” endişesiyle paylaşmıyorsa, bilginin paylaşıldıkça çoğalacağına inanılmıyorsa, emeğe saygı yoksa, para verip ya da araya adam konup hatır gönül işiyle dergilerde yayın yaptırılıyorsa durup bir kendimize dönüp bakmamız lazım bence -istisnaları tenzih ederiz-! Bugün Amerika’nın kendisine sunduğu imkânlarla Nobel ödülleri alan, Harvard’a öğretim üyesi seçilen, farklı alanlarda buluşlar yapıp bilim ödülleri alan Türk akademisyenler Türkiye’nin ürünü ve gerçeği değildir. O akademisyenlerin çalışmaları, onlara bu imkânları sunan Amerika Birleşik Devletleri’nin malıdır, maalesef! Haddim olmayarak şunu söylemeliyim ki: Türkiye’de eğitimin kalitesini ve niteliğini arttırmak için projeler üretmeye, akademik yayınlar yapmaya gerek yok! Kendi gerçekliğini kabul etmeye gerek var! Eksikliklerini görüp, bunlarla yüzleşip doğru olanı yapma arayışını elde etmek gerekiyor önce. Başkalarından “çarpma” politika ve anlayışlarla kendi değerlerin, ekonomik ve sosyal koşulların örtüşmüyorsa aynaya bakmak lazım, bir kez daha. “Biz aslında şöyle başarılıyız, böyle zekiyiz, bak güzel şeyler de oluyor, nitelikli bilim insanları çıkıyor ülkemizden” cümlelerini kurarak samimiyetsiz olmak yerine kendimize karşı dürüst olalım. Başka ülkelere olmadık şeylerde özenmek yerine, “kendimiz” olalım yeter!      
 Saygılarımla!
18 notes · View notes