Tumgik
mgmstrateji · 1 year
Text
TERÖR AMAÇLI PATLAYICI KULLANIMI
Tumblr media
En basit şekliyle, siyasî, dinî, etnik veya benzeri bir hedefe ulaşmak için şiddet kullanılması olarak tanımlayabileceğimiz Terörizm, dünyanın her yerinde suç olarak kabul edilmektedir. Terörizmin, uluslararası ortak bir tanımı, siyasî nedenlerle yapılamamışsa da tüm dünyaca kabul görmüş belli özellikleri vardır. Şiddet kullanmak veya şiddet kullanma tehdidinde bulunmak bunlardan en başta gelenidir. Terörizm, tüm dünyada suç sayılmasına ve terörist eylemler sürekli kınanmasına rağmen, bunların önlenmesine yönelik çalışmaların bugüne kadar istenilen düzeye ulaşamadığı değerlendirilmektedir. Uluslararası hukuk normlarına göre, meşru güç ve silah kullanma yetkisi devletlere verilmiştir. Ancak devletler bu yetkiyi kullanırken belli esaslara uymak durumundadır. Güç ve silah belli esaslara dayanılmadan ve sınırsız bir şekilde kullanılırsa bu ancak terörizm olarak adlandırılabilir.  Bugün teröristler, amaçlarına ulaşmak için sınırsız bir şekilde şiddete başvurmakta, karşılığında çoğunlukla uluslararası kamuoyu tarafından yeterli tepki gösterilmediği ve uygun bir şekilde cezalandırılmadıkları için de amaçlarına ulaştıkları görülmektedir. Terör örgütleri; halk üzerinde korku ve panik yaratmak suretiyle devletleri veya hükümetleri zayıflatmak ya da yıldırmak için şiddete başvurmaktadır. Bu şiddet eylemleri güvenlik güçlerine yönelik olarak düzenlense bile, bu eylemlerden zarar görenler genellikle sivil insanlar olmaktadır. Terör olayları savaş gibi, birbirinden farklı üniformalar giyen kişilerin arasında, tarafların net olarak belirlendiği ve sınırlı alanlarda gerçekleşmemektedir. Birçok terör eyleminin (özellikle patlayıcı madde kullanma eylemlerinin) kalabalık insan topluluklarının bulunduğu metropollerde veya büyük şehirlerde gerçekleştiği görülmektedir. Bu tür eylemlerde tesadüfen orada bulunan, olayla hiçbir ilgisi bulunmayan onlarca masum, sivil insan zarar görmektedir. Hatta bazen, terör örgütünün kendi sempatizanları ve taraftarları bile zarar görebilmektedir. Zaten birçok olayda amaç, masum insanları öldürmek suretiyle toplum üzerinde korku ve panik yaratmaktır ( Sevinçok, 2012: s.24). Uluslararası İlişkiler disiplininde önemli derecede kabul gören “Yumuşak Güç” kavramını ortaya atan Nye, teröristlerin de kesin zafere ulaşmak için yumuşak güce (halkın onayını kazanmak) başvurması gerektiğini belirtirken, aynı zamanda “20’nci yüzyıl ortalarında terörist taktikte, birçok masum insanın ölmesi yerine, birçok insanın seyretmesi tercih edilirdi. Bugün ise teröristler daha acımasız ve hedef gözetmez hale geldi” tespitini yapmaktadır (Nye, 2005: s.30). Necati Alkan ise terör eylemlerini tiyatroya, teröristleri ise aktörlere benzeterek, asıl önemli olanın eylemin niteliği veya ölenlerin kimliği değil, eylemin toplum üzerinde yarattığı etki olduğunu vurgulamaktadır. Hatta bu etkiyi en üst dereceye çıkarmak için, birçok terör örgütünün eylem zamanını ve yerini en medyatik saate göre ayarladığını belirtmektedir ( Alkan, 2009: s.103,102). Şiddetin bu boyuta gelmesinde, teröristlerin yarattıkları şiddetin sonucunda başarıya ulaştıkları, hatta başarı şansı azalınca şiddeti artırıp daha fazla masum insanı öldürmek suretiyle rakiplerini (bu rakip güçlü bir devlet olsa bile) mücadele edemez hale getirerek hedefi yakalamalarının önemli bir neden olduğu değerlendirilmektedir. İşte “Bomba Felsefesi”nde söz edilen “düşmanların yüreğine korkuyu damla damla akıtarak onları savaşmaktan vazgeçirmek” taktiği (The Philosophy of the Bomb ) ve bu taktiğe birçok devletin hoşgörü ile bakması (en azından ses çıkarmaması) şiddeti bu boyuta taşımıştır.  Terörist kavramı, kullananlara göre değişkenlik gösterdiği için, yani bizim terörist olarak nitelendirdiğimiz bir diğeri tarafından “özgürlük savaşçısı” olarak görülebildiği için, terör tanımı üzerinde uzlaşma bulunmamakta ve terörün yüzlerce farklı tanımı yapılmaktadır. Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, tüm bu şiddet eylemlerini kullanan, bebekleri bile acımasızca öldüren örgütleri destekleyen devletler veya gruplar bulunabilmektedir. O nedenle, herkesin terörist tanımı farklı olduğu için değerlendirmeyi kişiler üzerinden değil, olguya veya eyleme göre yapmak daha uygun olacaktır.  Patlayıcı Madde Kullanma Eylemleri Terörizmin amaçlarına baktığımızda, Patlayıcı madde kullanma eylemlerinin bu amaçlara ulaşmak için uygun olduğu düşünülebilir. Sonuçları bakımından da diğer eylem türlerine göre daha etkilidir. Ayrıca gerçekleştirilmesi daha kolay ve daha ucuzdur. Ancak daha çok masum insanları hedef alması ve toplum üzerinde büyük travmalara yol açması nedeniyle kabul edilemez ve insanlık dışı bir eylem türü olarak görülmektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları İnceleme Komisyonu tarafından, 2013 yılı başında düzenlenen; “Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlalleri Raporu”nda Türkiye’de yaklaşık son otuz yılda, terör nedeniyle; - 7.918 şehit verildiği, - 5.557 sivil vatandaşımızın terör eylemlerinde hayatını kaybettiği ve - 22.060 teröristin ise ölü olarak ele geçirildiği, - toplam olarak; 35.576 kişinin terör nedeniyle yaşamını yitirdiği açıklanmıştır. Bu kayıplar incelendiğinde; Adam kaçırma, çatışmaya girme gibi lojistik destek ihtiyacı ve riski fazla eylemlerin toplamı tüm olaylar içerisinde ’lik bir bölümü oluşturmasına karşın, tek başına bombalama olaylarının ise gibi bir orana sahip olduğu görülmektedir. NATO’ya bağlı olarak görev yapan Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi (TMMM), 2012 yıllık raporuna göre; 2012 yılında, dünyada (75 farklı ülkede) 7.294 (Türkiye 229 olay sayısıyla dünyada 7’nci Avrupa’da 1’nci sıradadır.)  terörist saldırısı meydana gelmiştir. Bu saldırılarda; 11.450 kişi yaşamını yitirmiş, 21.218 kişi ise yaralanmıştır. Bu saldırılardan 2,451’i patlayıcı madde kullanma eylemi olup, 2634 ölüm, 6,601 yaralanmaya neden olmuştur (COE-DAT : s.3,4). 2012 yılında en kanlı saldırı, Nijerya’da, Kano’da polis merkezine yapılan bombalı saldırıda 178 kişinin ölümüne yol açan saldırı olmuştur. (COE-DAT : s.5) Aynı merkezin 2011 yılı raporunda durum daha kötüdür. 2011 yılında, dünyada (96 farklı ülkede) 12,122 (Türkiye 281 olay sayısıyla dünyada 11’nci, Avrupa’da 2’nci sıradadır.)  terörist saldırısı meydana gelmiştir. Bu saldırılarda; 10,337 kişi yaşamını yitirmiş, 25.700 kişi ise yaralanmıştır. Bu saldırılardan 3,936’sı patlayıcı madde kullanma eylemi olup 3,461 ölüm ve 9,205 yaralanmaya neden olmuştur (COE-DAT : s.3,4). 2011 yılında da en kanlı saldırı, Nijerya’da, meydana gelmiştir. Yobe’de, 4 Kasım’da yapılan bombalı saldırıda 100 asker ve polis hayatını kaybetmiştir. (s.5) Dünyaya baktığımızda da durum çok farklı değildir. ABD’de yapılan bir çalışmaya (Terrorism Knowledge Base, Country Reports on Terrorism 2011) göre; dünyada 2011 yılına kadar meydana gelen, bombalama eylemleri ve silahlı saldırılar toplam terör eylemlerinin yüzde seksenini oluşturmaktadır. Ancak bu eylemlerden zarar gören insan sayısı açısından bakıldığında ise tek başına bombalama eylemleri zaiyatın yüzde altmış beşine sebep olmaktadır (state, ). Niçin Patlayıcı Madde? İnsanoğlu kendi cinslerine, hatta kendi vatandaşlarına böyle bir kötülüğü niçin yapar veya nasıl yapabilir? Bu sorunun cevabını Terör’ün tanımında bulmak mümkündür. Terör; en basit şekliyle, çeşitli örgüt veya grupların amaçlarına ulaşmak için şiddet kullanması olarak tanımlanabilir. Patlayıcı madde kullanma eylemleri, şiddetin en yoğun olduğu eylem türlerindendir. Yanmış ve parçalanmış cesetler, yıkılmış, harap olmuş binalar, parçalanmış araçlar, kesif bir duman ve yanık et kokusu, ortalıkta sirenler çalarak dolaşan itfaiye ve ambulanslar insanların hafızalarından silinmesi mümkün olmayan görüntülerdir. Zaten birçok patlayıcı madde olayında hedef orada hayatını kaybedenler değil, olayı izleyenlerdir. ( Sevinçok, 2012: s.18) Yanlış kullanılan medya bu eylemlerin daha da korkunç görünmesine sebep olmakta ve adeta terör örgütüne yardımcı olmaktadır. Bu eylemler hedef gözetmez, güvenlik güçleri ve hedef alınan şahısların yanında hiçbir günahı olmayan, tesadüfen olay yerinde bulunan vatandaşların hayatına mal olabileceği gibi zaman zaman bombayı yapan veya yerleştirmeye çalışan teröristin de ölümüne yol açabilir. Ayrıca Terörizmin amaçlarına baktığımızda, patlayıcı madde kullanma eylemlerinin bu amaçlara ulaşmak için uygun olduğu düşünülebilir. Çünkü Terörizmin amaçları; - Şiddet kullanarak korku ve panik yaratmak ve bu suretle vatandaşların devlete ve hükümete karşı güvenini sarsmak, - Yine bu şiddet ve gerilimi tırmandırmak suretiyle hükümetle pazarlık gücünü artırmak, - Örgütünü güçlü göstererek taraftar ve eleman sayısını artırmak, - Devlet güçlerini korkutmak, yıldırmak ve hareketlerini kısıtlamak, - Ekonomik olarak zarar vermek suretiyle baskıyı artırmak, - Güvenlik güçlerine ait araç, malzeme ve binalara zarar vermek olduğunu görmekteyiz (Acar, 2012: s.130) (Aydın2009: s.42). - Patlayıcı madde kullanma eylemleri ile yukarıda sayılanlar gibi daha birçok amacı aynı anda gerçekleştirme imkanı bulunmaktadır.  Normal şartlarda kabul ve destek görmek için meşruiyete ihtiyaç duyan bir örgütün böyle eylemlere başvurmak istemeyeceği düşünülebilir, ancak terör örgütlerinin bir defa şiddete başvurduğu takdirde sürekli şiddete başvurma eğilimine girdiği ve şiddetten kurtulamadıkları değerlendirilmektedir. Ayrıca, PKK gibi bazı terör örgütlerinin vahşetten beslendikleri ve bazı güçlerce koşulsuz desteklendikleri için meşruiyet gibi bir sorunlarının bulunmadığını da iyi anlamak gerekir. Patlayıcı madde kullanma eylemleri, gerçekleştirilmesi diğer eylem türlerine göre daha kolay eylem türleridir. Çünkü günlük hayatta kullanılan birçok malzeme, bomba yapım malzemesi olarak kullanılabileceği gibi, internet vasıtasıyla bir çocuk bile nasıl bomba yapabileceğini öğrenebilmektedir. Ayrıca iyi gizlenmiş bomba düzenekleri, posta, kargo gibi vasıtalarla hedefe gönderilebileceği gibi bilinçli veya bilinçsiz taşıyıcılar kullanılmak suretiyle üçüncü kişiler tarafından da istenilen yere ulaştırılabilir. Patlama olayından sonra büyük kargaşa yaşanması, her şeyin yanıp parçalanması ve ortalığın can pazarına dönmüş olması nedeniyle delillere dikkat edilmemesi eylemi gerçekleştirenlerin belirlenmesini ve yakalanmasını güçleştirmektedir. Araç Bombalar: Araçlar fazla miktarda patlayıcı maddeyi bir yere ulaştırmak veya sokmak için kullanılır. Bazen hedef önüne park edilerek, bazen ise intihar saldırısı şeklinde araç hedefin üzerine sürülerek kullanılabilir.  Daha çok kamyonet tipi araçlar kullanılır. Bombalı araç ise, hedef kişinin aracına veya hedefe yakın bir araca bomba yerleştirilmesi şeklinde kullanılır. İntihar saldırıları: bir eylemcinin üzerinde taşıdığı patlayıcıları kullanarak kendisini öldürmesi ve çevresine zarar vermesidir. Bu eylemi yapan kişiye ise çoğunlukla "canlı bomba" denir. Japonların savaşlarda yaptığı kamikaze hareketleri tarihte ilk intihar eylemleri olarak bilinir. 1980'lerden itibaren ise intihar eylemleri, silahlı örgütler tarafından sistematik olarak kullanılmaya başlanmıştır. (Sevinç, : s.70) Rus-Çeçen savaşında eşlerini yitiren kadınlar tarafından kurulan "Kara Dullar" örgütü, intihar saldırısı deyince ilk akla gelen örgüttür. "Kara Dullar" İslami bir anlayışla örgütlenen, ilhamını Çeçen direniş örgütlerinden alan bir kadın grubu olarak ortaya çıkmıştır. Örgütün genel olarak tecavüz edilen, savaşta çocuklarını ve yakınlarını kaybeden kadınlar tarafından kurulduğu düşünülmektedir. 1991'de, bu örgüt (biri yaşlı, diğeri genç iki intihar bombacısı kadın) tarafından gerçekleştirilen, Moskova’daki intihar saldırısı, 37 sivilin ölümüyle sonuçlanmıştır. 2000 yılında bir Rus üssüne yapılan saldırıda ise, çok sayıda Rus askeri ölmüştür. 2002 yılında Moskova'da Dubrovka tiyatrosuna düzenlenen baskına katılan 50 Çeçen teröristten 18'inin "Kara Dul" örgütü üyesi olduğu belirlenmiştir. Rusların tiyatroya verdiği gaz sonrası 115 masum sivil ve 50 Çeçen militanı ölmüştür. 2004'te Beslan'da 341 masum çocuğun katledilmesiyle sonuçlanan okul baskının ardından bir rock konserine saldıran "Kara Dullar", 14 kişinin ölümüne neden olmuştur. Yine Rus Havayolları'na yapılan ve yine iki intihar bombacısı "Kara Dul"un katıldığı terör saldırısında ise 90 kişi hayatını kaybetmiştir (CNN, ). Türkiye’de ilk bombalı intihar saldırısı 1996 yılında, Tunceli’de Zeynep Kınacı (Kod Zilan) adlı PKK terör örgütü mensubu tarafından gerçekleştirilmiş olup, 8 askerin şehit olmasına, 29 askerin ise yaralanmasına neden olmuştur (COE-DAT ). Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 1 year
Text
TERÖR AMAÇLI PATLAYICI KULLANIMI
Tumblr media
En basit şekliyle, siyasî, dinî, etnik veya benzeri bir hedefe ulaşmak için şiddet kullanılması olarak tanımlayabileceğimiz Terörizm, dünyanın her yerinde suç olarak kabul edilmektedir. Terörizmin, uluslararası ortak bir tanımı, siyasî nedenlerle yapılamamışsa da tüm dünyaca kabul görmüş belli özellikleri vardır. Şiddet kullanmak veya şiddet kullanma tehdidinde bulunmak bunlardan en başta gelenidir. Terörizm, tüm dünyada suç sayılmasına ve terörist eylemler sürekli kınanmasına rağmen, bunların önlenmesine yönelik çalışmaların bugüne kadar istenilen düzeye ulaşamadığı değerlendirilmektedir. Uluslararası hukuk normlarına göre, meşru güç ve silah kullanma yetkisi devletlere verilmiştir. Ancak devletler bu yetkiyi kullanırken belli esaslara uymak durumundadır. Güç ve silah belli esaslara dayanılmadan ve sınırsız bir şekilde kullanılırsa bu ancak terörizm olarak adlandırılabilir.  Bugün teröristler, amaçlarına ulaşmak için sınırsız bir şekilde şiddete başvurmakta, karşılığında çoğunlukla uluslararası kamuoyu tarafından yeterli tepki gösterilmediği ve uygun bir şekilde cezalandırılmadıkları için de amaçlarına ulaştıkları görülmektedir. Terör örgütleri; halk üzerinde korku ve panik yaratmak suretiyle devletleri veya hükümetleri zayıflatmak ya da yıldırmak için şiddete başvurmaktadır. Bu şiddet eylemleri güvenlik güçlerine yönelik olarak düzenlense bile, bu eylemlerden zarar görenler genellikle sivil insanlar olmaktadır. Terör olayları savaş gibi, birbirinden farklı üniformalar giyen kişilerin arasında, tarafların net olarak belirlendiği ve sınırlı alanlarda gerçekleşmemektedir. Birçok terör eyleminin (özellikle patlayıcı madde kullanma eylemlerinin) kalabalık insan topluluklarının bulunduğu metropollerde veya büyük şehirlerde gerçekleştiği görülmektedir. Bu tür eylemlerde tesadüfen orada bulunan, olayla hiçbir ilgisi bulunmayan onlarca masum, sivil insan zarar görmektedir. Hatta bazen, terör örgütünün kendi sempatizanları ve taraftarları bile zarar görebilmektedir. Zaten birçok olayda amaç, masum insanları öldürmek suretiyle toplum üzerinde korku ve panik yaratmaktır ( Sevinçok, 2012: s.24). Uluslararası İlişkiler disiplininde önemli derecede kabul gören “Yumuşak Güç” kavramını ortaya atan Nye, teröristlerin de kesin zafere ulaşmak için yumuşak güce (halkın onayını kazanmak) başvurması gerektiğini belirtirken, aynı zamanda “20’nci yüzyıl ortalarında terörist taktikte, birçok masum insanın ölmesi yerine, birçok insanın seyretmesi tercih edilirdi. Bugün ise teröristler daha acımasız ve hedef gözetmez hale geldi” tespitini yapmaktadır (Nye, 2005: s.30). Necati Alkan ise terör eylemlerini tiyatroya, teröristleri ise aktörlere benzeterek, asıl önemli olanın eylemin niteliği veya ölenlerin kimliği değil, eylemin toplum üzerinde yarattığı etki olduğunu vurgulamaktadır. Hatta bu etkiyi en üst dereceye çıkarmak için, birçok terör örgütünün eylem zamanını ve yerini en medyatik saate göre ayarladığını belirtmektedir ( Alkan, 2009: s.103,102). Şiddetin bu boyuta gelmesinde, teröristlerin yarattıkları şiddetin sonucunda başarıya ulaştıkları, hatta başarı şansı azalınca şiddeti artırıp daha fazla masum insanı öldürmek suretiyle rakiplerini (bu rakip güçlü bir devlet olsa bile) mücadele edemez hale getirerek hedefi yakalamalarının önemli bir neden olduğu değerlendirilmektedir. İşte “Bomba Felsefesi”nde söz edilen “düşmanların yüreğine korkuyu damla damla akıtarak onları savaşmaktan vazgeçirmek” taktiği (The Philosophy of the Bomb ) ve bu taktiğe birçok devletin hoşgörü ile bakması (en azından ses çıkarmaması) şiddeti bu boyuta taşımıştır.  Terörist kavramı, kullananlara göre değişkenlik gösterdiği için, yani bizim terörist olarak nitelendirdiğimiz bir diğeri tarafından “özgürlük savaşçısı” olarak görülebildiği için, terör tanımı üzerinde uzlaşma bulunmamakta ve terörün yüzlerce farklı tanımı yapılmaktadır. Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, tüm bu şiddet eylemlerini kullanan, bebekleri bile acımasızca öldüren örgütleri destekleyen devletler veya gruplar bulunabilmektedir. O nedenle, herkesin terörist tanımı farklı olduğu için değerlendirmeyi kişiler üzerinden değil, olguya veya eyleme göre yapmak daha uygun olacaktır.  Patlayıcı Madde Kullanma Eylemleri Terörizmin amaçlarına baktığımızda, Patlayıcı madde kullanma eylemlerinin bu amaçlara ulaşmak için uygun olduğu düşünülebilir. Sonuçları bakımından da diğer eylem türlerine göre daha etkilidir. Ayrıca gerçekleştirilmesi daha kolay ve daha ucuzdur. Ancak daha çok masum insanları hedef alması ve toplum üzerinde büyük travmalara yol açması nedeniyle kabul edilemez ve insanlık dışı bir eylem türü olarak görülmektedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi İnsan Hakları İnceleme Komisyonu tarafından, 2013 yılı başında düzenlenen; “Terör ve Şiddet Olayları Kapsamında Yaşam Hakkı İhlalleri Raporu”nda Türkiye’de yaklaşık son otuz yılda, terör nedeniyle; - 7.918 şehit verildiği, - 5.557 sivil vatandaşımızın terör eylemlerinde hayatını kaybettiği ve - 22.060 teröristin ise ölü olarak ele geçirildiği, - toplam olarak; 35.576 kişinin terör nedeniyle yaşamını yitirdiği açıklanmıştır. Bu kayıplar incelendiğinde; Adam kaçırma, çatışmaya girme gibi lojistik destek ihtiyacı ve riski fazla eylemlerin toplamı tüm olaylar içerisinde ’lik bir bölümü oluşturmasına karşın, tek başına bombalama olaylarının ise gibi bir orana sahip olduğu görülmektedir. NATO’ya bağlı olarak görev yapan Terörizmle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi (TMMM), 2012 yıllık raporuna göre; 2012 yılında, dünyada (75 farklı ülkede) 7.294 (Türkiye 229 olay sayısıyla dünyada 7’nci Avrupa’da 1’nci sıradadır.)  terörist saldırısı meydana gelmiştir. Bu saldırılarda; 11.450 kişi yaşamını yitirmiş, 21.218 kişi ise yaralanmıştır. Bu saldırılardan 2,451’i patlayıcı madde kullanma eylemi olup, 2634 ölüm, 6,601 yaralanmaya neden olmuştur (COE-DAT : s.3,4). 2012 yılında en kanlı saldırı, Nijerya’da, Kano’da polis merkezine yapılan bombalı saldırıda 178 kişinin ölümüne yol açan saldırı olmuştur. (COE-DAT : s.5) Aynı merkezin 2011 yılı raporunda durum daha kötüdür. 2011 yılında, dünyada (96 farklı ülkede) 12,122 (Türkiye 281 olay sayısıyla dünyada 11’nci, Avrupa’da 2’nci sıradadır.)  terörist saldırısı meydana gelmiştir. Bu saldırılarda; 10,337 kişi yaşamını yitirmiş, 25.700 kişi ise yaralanmıştır. Bu saldırılardan 3,936’sı patlayıcı madde kullanma eylemi olup 3,461 ölüm ve 9,205 yaralanmaya neden olmuştur (COE-DAT : s.3,4). 2011 yılında da en kanlı saldırı, Nijerya’da, meydana gelmiştir. Yobe’de, 4 Kasım’da yapılan bombalı saldırıda 100 asker ve polis hayatını kaybetmiştir. (s.5) Dünyaya baktığımızda da durum çok farklı değildir. ABD’de yapılan bir çalışmaya (Terrorism Knowledge Base, Country Reports on Terrorism 2011) göre; dünyada 2011 yılına kadar meydana gelen, bombalama eylemleri ve silahlı saldırılar toplam terör eylemlerinin yüzde seksenini oluşturmaktadır. Ancak bu eylemlerden zarar gören insan sayısı açısından bakıldığında ise tek başına bombalama eylemleri zaiyatın yüzde altmış beşine sebep olmaktadır (state, ). Niçin Patlayıcı Madde? İnsanoğlu kendi cinslerine, hatta kendi vatandaşlarına böyle bir kötülüğü niçin yapar veya nasıl yapabilir? Bu sorunun cevabını Terör’ün tanımında bulmak mümkündür. Terör; en basit şekliyle, çeşitli örgüt veya grupların amaçlarına ulaşmak için şiddet kullanması olarak tanımlanabilir. Patlayıcı madde kullanma eylemleri, şiddetin en yoğun olduğu eylem türlerindendir. Yanmış ve parçalanmış cesetler, yıkılmış, harap olmuş binalar, parçalanmış araçlar, kesif bir duman ve yanık et kokusu, ortalıkta sirenler çalarak dolaşan itfaiye ve ambulanslar insanların hafızalarından silinmesi mümkün olmayan görüntülerdir. Zaten birçok patlayıcı madde olayında hedef orada hayatını kaybedenler değil, olayı izleyenlerdir. ( Sevinçok, 2012: s.18) Yanlış kullanılan medya bu eylemlerin daha da korkunç görünmesine sebep olmakta ve adeta terör örgütüne yardımcı olmaktadır. Bu eylemler hedef gözetmez, güvenlik güçleri ve hedef alınan şahısların yanında hiçbir günahı olmayan, tesadüfen olay yerinde bulunan vatandaşların hayatına mal olabileceği gibi zaman zaman bombayı yapan veya yerleştirmeye çalışan teröristin de ölümüne yol açabilir. Ayrıca Terörizmin amaçlarına baktığımızda, patlayıcı madde kullanma eylemlerinin bu amaçlara ulaşmak için uygun olduğu düşünülebilir. Çünkü Terörizmin amaçları; - Şiddet kullanarak korku ve panik yaratmak ve bu suretle vatandaşların devlete ve hükümete karşı güvenini sarsmak, - Yine bu şiddet ve gerilimi tırmandırmak suretiyle hükümetle pazarlık gücünü artırmak, - Örgütünü güçlü göstererek taraftar ve eleman sayısını artırmak, - Devlet güçlerini korkutmak, yıldırmak ve hareketlerini kısıtlamak, - Ekonomik olarak zarar vermek suretiyle baskıyı artırmak, - Güvenlik güçlerine ait araç, malzeme ve binalara zarar vermek olduğunu görmekteyiz (Acar, 2012: s.130) (Aydın2009: s.42). - Patlayıcı madde kullanma eylemleri ile yukarıda sayılanlar gibi daha birçok amacı aynı anda gerçekleştirme imkanı bulunmaktadır.  Normal şartlarda kabul ve destek görmek için meşruiyete ihtiyaç duyan bir örgütün böyle eylemlere başvurmak istemeyeceği düşünülebilir, ancak terör örgütlerinin bir defa şiddete başvurduğu takdirde sürekli şiddete başvurma eğilimine girdiği ve şiddetten kurtulamadıkları değerlendirilmektedir. Ayrıca, PKK gibi bazı terör örgütlerinin vahşetten beslendikleri ve bazı güçlerce koşulsuz desteklendikleri için meşruiyet gibi bir sorunlarının bulunmadığını da iyi anlamak gerekir. Patlayıcı madde kullanma eylemleri, gerçekleştirilmesi diğer eylem türlerine göre daha kolay eylem türleridir. Çünkü günlük hayatta kullanılan birçok malzeme, bomba yapım malzemesi olarak kullanılabileceği gibi, internet vasıtasıyla bir çocuk bile nasıl bomba yapabileceğini öğrenebilmektedir. Ayrıca iyi gizlenmiş bomba düzenekleri, posta, kargo gibi vasıtalarla hedefe gönderilebileceği gibi bilinçli veya bilinçsiz taşıyıcılar kullanılmak suretiyle üçüncü kişiler tarafından da istenilen yere ulaştırılabilir. Patlama olayından sonra büyük kargaşa yaşanması, her şeyin yanıp parçalanması ve ortalığın can pazarına dönmüş olması nedeniyle delillere dikkat edilmemesi eylemi gerçekleştirenlerin belirlenmesini ve yakalanmasını güçleştirmektedir. Araç Bombalar: Araçlar fazla miktarda patlayıcı maddeyi bir yere ulaştırmak veya sokmak için kullanılır. Bazen hedef önüne park edilerek, bazen ise intihar saldırısı şeklinde araç hedefin üzerine sürülerek kullanılabilir.  Daha çok kamyonet tipi araçlar kullanılır. Bombalı araç ise, hedef kişinin aracına veya hedefe yakın bir araca bomba yerleştirilmesi şeklinde kullanılır. İntihar saldırıları: bir eylemcinin üzerinde taşıdığı patlayıcıları kullanarak kendisini öldürmesi ve çevresine zarar vermesidir. Bu eylemi yapan kişiye ise çoğunlukla "canlı bomba" denir. Japonların savaşlarda yaptığı kamikaze hareketleri tarihte ilk intihar eylemleri olarak bilinir. 1980'lerden itibaren ise intihar eylemleri, silahlı örgütler tarafından sistematik olarak kullanılmaya başlanmıştır. (Sevinç, : s.70) Rus-Çeçen savaşında eşlerini yitiren kadınlar tarafından kurulan "Kara Dullar" örgütü, intihar saldırısı deyince ilk akla gelen örgüttür. "Kara Dullar" İslami bir anlayışla örgütlenen, ilhamını Çeçen direniş örgütlerinden alan bir kadın grubu olarak ortaya çıkmıştır. Örgütün genel olarak tecavüz edilen, savaşta çocuklarını ve yakınlarını kaybeden kadınlar tarafından kurulduğu düşünülmektedir. 1991'de, bu örgüt (biri yaşlı, diğeri genç iki intihar bombacısı kadın) tarafından gerçekleştirilen, Moskova’daki intihar saldırısı, 37 sivilin ölümüyle sonuçlanmıştır. 2000 yılında bir Rus üssüne yapılan saldırıda ise, çok sayıda Rus askeri ölmüştür. 2002 yılında Moskova'da Dubrovka tiyatrosuna düzenlenen baskına katılan 50 Çeçen teröristten 18'inin "Kara Dul" örgütü üyesi olduğu belirlenmiştir. Rusların tiyatroya verdiği gaz sonrası 115 masum sivil ve 50 Çeçen militanı ölmüştür. 2004'te Beslan'da 341 masum çocuğun katledilmesiyle sonuçlanan okul baskının ardından bir rock konserine saldıran "Kara Dullar", 14 kişinin ölümüne neden olmuştur. Yine Rus Havayolları'na yapılan ve yine iki intihar bombacısı "Kara Dul"un katıldığı terör saldırısında ise 90 kişi hayatını kaybetmiştir (CNN, ). Türkiye’de ilk bombalı intihar saldırısı 1996 yılında, Tunceli’de Zeynep Kınacı (Kod Zilan) adlı PKK terör örgütü mensubu tarafından gerçekleştirilmiş olup, 8 askerin şehit olmasına, 29 askerin ise yaralanmasına neden olmuştur (COE-DAT ). Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
AKP OTORİTERLEŞMEK İSTERSE KENDİNİ BİTİRİR
Tumblr media
İMRALI GÖRÜŞMELERİ – 24 19.10.2022 / ANAKARA Konular: Fetişgillerin devlet içinde yaptıkları, darbe niyetleri, KCK tutuklamaları, dört temel madde ile ön ilke, Not: Koyultmalar, dikkat çekmesi açısından, tarafımdan yapılmıştır. … olan yerlerde gerekli olmadığı düşünülen bölümler atılmıştır. (Önderlik ve devlet heyeti yemek salonunda ve ayakta heyetimizi karşıladılar. Heyetimiz Önderlikle merhabalaştı. Hatip arkadaşla merhabalaşırken) … Heyet: Koster bozuldu Başkanım. Koster değiştirmek zorunda kaldık. KGM: Siz gecikince bize yöneldi. Bizden kaynaklanan bir engelleme olduğunu düşündü. A. Öcalan: Ben randevuları önemserim. Bir aksaklık mı oldu diye düşündük tabii. Alman disiplini var mesela. Önemlidir. Biz ciddi bir iş yapıyoruz. Yarın açıklama da yapacağız. Bu giriş neden oldu, anlıyorsunuz değil mi? (Müsteşara dönerek ve hükûmeti kastederek) Randevulara sadık olunması gerek. Elli beş yıllık maratondan bahsetmiştim. Bu elli beş yıllık maratondan sonra beni yeniden maratona kaldırmayın. Hükûmete de söyleyin. Kandil için de söylüyorum. Sevgi, bağlılık, her şey ciddiyete bağlı. Yoksa bu sevgi ve bağlılığa inanamam. Ben ciddi bir adamım. (Heyete dönerek) Size de eleştirilerim var. Büyük bir emeğiniz var. Ama bu işin bir değeri ve ciddiyeti var. Burada çözüm masası var, görüşmeler var, biz ciddi işler yapıyoruz. KGM: Doğru, büyük bir disiplin içinde yürütmemiz lazım. Ufak tefek aksamalar olur. A. Öcalan: Bir de devlet diye bir olgu var. Ben devleti çözümledim. KGM: Seçim atmosferinde bu açıklamanın sıkıntı oluşturacağını söyleyenlere Başbakanımız güzel bir cevap verdi. “Bu süreç seçim gündeminden ayrı ele alınmalı ve yürütülmelidir” dedi. A. Öcalan: Son yapılan açıklamalara bakıyorum, feci açıklamalar yapıyorlar. KGM: Bildiğim kadarıyla güvenlik paketi ile ilgili bir uzlaşma girişimi oldu. P. Buldan: Hayır, bu konuda istenen yaklaşım gelişmedi. M. Bey bir girişimde bulundu. Ama istediğimiz düzeye gelmedi. A. Öcalan: Sayın D., bize nasıl nazik bir üslupla aktarıyorsanız hükûmete de aynı nezaketle bu durumu aktarmanız iyi olur. Bu sürecin gelişmesi için çabalıyoruz. Çözüm olmazsa binlerce insan ölecek. Ben bunu kavradım ve gereğini yapıyorum. Onlar da bunun önemini kavramışlar mıdır, bilmiyorum. Onlarla iyi tartışın. KGM: Ben bunların dışında bir şey belirtmek istiyorum. Siz bütün olaylara günübirlik politikalarla yaklaşmadınız, stratejik yaklaştınız. Tanığım, daha önce tespit ettiğiniz her şey gerçekleşti. A. Öcalan: Hakan Beyde görülen ciddiyet yüksek. Siyasi arenaya da giriyor artık. Umarım bu yaklaşımını siyasete de taşıyabilir. Siyasete taşıması benim için önemlidir. Şimdi siyaset sanatı lüzumsuz işler haline getirilmiş. … … A. Öcalan: Okonuda çok yeteneklisin. Ben de korkunç yetenekliyim. Marks, Lenin vb. devlet çözümlemeleri yaptılar. Hükûmet halen bu devletin sırtına bir rodeo atına biner gibi biniyor. İşte Demirel bir gün gittiği yerde bir çocuk ile karşılaşır. Çocuk kendisine, nedir rodeo atı gibi böyle iniyorsunuz, kalkıyorsunuz diye sorar. Rodeo atına binen böyle göklere uçuyor. Ben o çocuğun tarifine müthiş hayranlık duydum. Bu rodeo atı örneği önemlidir. Üzerinden attığında felakete de götürebilir. Yalç��n’a da söyleyin. Nevzat Bölügiray “Biz Siverek’in üzerinden giderken darbe yapmaya karar verdik” diyor. Darbe tarihi 1979. 12 Eylül darbesi de bizimle alakalı yapıldı. Bugün bizim çaresiz olduğumuz anlamına gelmiyor. Türkiye toplumu tekrar bu felaketleri yaşamasın diye on üç yıldır bir şeyler geliştirmeye çalışıyoruz. Biraz saygılı olsunlar. Hala idamımı tartışıyorlar. Ben Kandil’in savaş tarzını da benimsemiyorum. Zamanında iki yüz bin insanı da AKP’ye kattınız. İşaret geldi Karayılan’dan. Cizre ayakta. İşte H. Cizre’ye gitti, açıklama yaptı, çocuklar öldürülmeye çalışıldı. Hiçbirinin hesabını soramadık. Devlet zaten bunun hesabını sormaz. AKP Kobane için silah götürdü. Kobane’yi iki gün direnmeden alacaklardı. Öcalan’ı da, kendinizi de kandırıyorsunuz deyin. Otuz yıllık savaş benim irademle olmadı. İlk günden itibaren Özel Harp, Hogir, Şemdin vb. çeteleri yönlendirdiler. Sonuç felaket oldu. Devlet de, biz de sonuna kadar suça bulaştık. Ben özgürlük savaşçısıyım. Savaş bu biçimde olmaz. Ben yıllardır tedbir alın dedim. Orada bir koridor açın dedim. Yok, Barzani izin vermemiş! Sen Barzani’den izin alarak gerillacılık yapamazsın. Barzani’ye bakarsan bittin sen. Böyle bazı durumlar oldu. İşte anlatmıştım, Karayılan bir haber gönderdi. İki asker varmış. Bunların Orgeneral Güreş’in kahvesine zehir katma durumu var. Buraya bir binbaşı geldi ve bu örgütün yapmak istediği şey nedir diye sordu. Ben de bu bizim işimiz değil dedim. Karayılan bana haber gönderdi. Ben ne yapın ne de yapmayın derim, izleyin dedim. Karayılan sorumluluğu üzerime atıyor. Açıklama: Kahve olayı 1991 yılının aralık ayında oldu. Maksat TSK’nin komuta kademesini değiştirmekti ve azmettirici olarak Murat Karayılan suçlandı. Siyanürü koyan iki garsondan biri 1993 yılında bir çatışmada öldü, diğeri ise hala bulunamadı. Terörist başı Şubat 1999 da hapsedildi. Bu vahim bir hata, üzerime yıkacaklar. Ezidiler, Aleviler, hepsi böyle üzerime yıkacak. AKP Hükûmeti de üzerime yük bindiriyor. (S. arkadaş Salih Müslim ile ilgili size yazılı olarak gönderdiği notu olduğu gibi aktardı. Başkan sadece şu soruyu sordu: Arabuluculuk mu teklif etmişler?) S.S. Önder: Geliş sebebi doğrudan arabuluculuk teklifi değil. Bunu Kandil’deki arkadaşlardan da dinledik. Süleymanşah’la ilgili bir geliştir. … A. Öcalan: Doğru yapmışsın. Zaten o da olacak. Benim önerimdi. Bu operasyonun gerekçesi nedir? IŞİD saldırısı mı? Tabii Esad muhaberatı da var. Tahmininiz nedir? Heyet: Başkanım, IŞİD türbeyi Türkiye’yle anlaşarak komutanların karargâhı gibi kullanıyordu. Bunun sebebi oranın rejim tarafından dokunulmaz oluşuydu. Bildiğimiz kadarıyla IŞİD karşıtı koalisyona dâhil oluyor hükûmet. Amerikalılardan da izin almışlar. Bence IŞİD’le de zımni bir anlaşma yapmışlar. Tüm bu işleri yapabilmek için de PYD’den yardım istemişler. Genel hatlarıyla budur. Yorumum: türbeyi IŞİD’in karargâh gibi kullanmasını aklım almıyor ama mevcut zihniyete baktığımda olmaması için de bir neden göremiyorum. Ancak her iki durumda da geçerli olan “o zaman ne demeye bir gece ansızın apar topar orası boşaltıldı ve yıkıldı?” sorusu akla gelmiyor değil. … A. Öcalan: Türk sistematiğinde devlet kararını belirtiyorsunuz. Otuz yıllık savaş hesapları diyorum, bilmek zorundayım. Karayılan koridorun açılacağına inandığı an bitti dedim ve gülünç buldum. Aynı şeyi HDD’ye de söyledim. (KGM’ye dönerek) Sizin de öyle. Hakan Fidan yerine seçilen yeni müsteşar var. Bana geldiler o gün. 6-7 Ekim olaylarını durdurmak için mektup yazdım. Yalçın Akdoğan bu olayların gelişmesini benim açıklamalarıma dayandırmak istedi. Bizimki bir emrivakiydi. Ama tereddüt etmedim ve yazdım. Bu olaylar bir tuzaktı. KGM: Salih Müslim ile görüşüldü. İstedikleri önemli hususlar oldu. Cezire ile Afrin arasında bir koridor açılmasına katkıda bulunmamız ve kolaylaştırmamız istendi ve lojistik ihtiyaçların giderilmesine dair talepler görüşüldü. En önemlisi, irtibat noktası tesisi, yani temsilcilik. Kobane ile Cezire arası koridor, Şenyurt-Dirbesiye kapısının açılması, STK’lara kolaylık göstermek, yüz jeneratör ve şartları değiştirecek geniş boyutlu ihtiyaçlar konuşuldu. … A. Öcalan: Ben ilk günden beri söyledim. Suriye meselesi AKP Hükûmetinin kaderini belirleyecek. Üç şey var. Biri Suriye meselesi. Ben 20 yıl kaldım orada. KGM: Biliyor musunuz, oradaki evlerde gördüm. Sizin resimleriniz hala duvarlarında asılıydı. A. Öcalan: Yıl 1982.Ben sınırı geçtim. Tabii ismim Ali’ydi, Ali ismi ile geçtim. Ne Suriye ne de Filistin yönetimi biliyor, beni tanımıyorlardı. İki buçuk yıl kaldım, Ali ismiyle kaldım. KGM: Primakov o zaman KGB sorumlusuydu. A. Öcalan: Asıl silahsızlanma kararını Andropov verdi. Suriye’de asıl bizimle görüşen Rıfat’tır. 82’de kardeşi Esad’ı devirmek istedi. O zaman Hafız hasta mıydı neydi, hastaneye yatırmışlardı. Tıpkı Erdoğan hastanedeyken Cemaat’in 7 Şubat darbesiyle H. F.’yi alma girişimleri gibi. Rıfat iktidarı ele alacak, ama Kürtler ne olacak? Rıfat alelacele “Gidin Ali’yi bana getirin” demiş. Helikopterler falan... Kürtlere kimlik verilmemesine rağmen bana Suriye kimliği verdiler. O zamana kadar Filistinli lider Naif Havatme’nin bana verdiği kimliği kullanıyordum. Hafız geldi ve Rıfat’ı alaşağı edip sürgüne gönderdi. O zamandan beridir de sürgünde. Darbeye karşı darbe oldu. Onun yerine gelen Cemil Esad benimle ilişki kurdu. … Sınırı geçtiğim köyde yanımda Mehmet Sait vardı. Kaçakçı kuryelere bizim oralarda Cani derler. 79 yılında sınırdan onların yardımıyla geçtim. Yemek yiyordum. Cani geldi, işi ayarlamış. Kalk dedi. Pilav yiyorduk. Haydi, gidiyoruz dedi. Baktım askerler, şaşırdım. Önceden askerlere para vermişler. Cani teli kaldırdı, geç dedi. Asker de gülerek “Çabuk hemşerim, çabuk geç” dedi. (Sırrı arkadaşa dönerek) Bu güzel anıların filmini iyi yaparsın. Mehmet Sait nasıl geçileceğini biliyor; böyle ayak parmaklarımızın üzerinde yürüyoruz. O ayağını kaldırıyor, ben de onun ayağının yerine basıyorum mayın tarlasında. Geçtikten sonra bir köyde yüksek bir betonun üzerine uzandım, dünyalar benim oldu zannettim. Diğerlerini razı edemedim Suriye konusunda. Suriye’ye girişimi bir nimet olarak gördüm. … KGM: Selahattin Bey on maddeyi açıkladı zaten, doğru değildi. A. Öcalan: Bunlar seçim hesapları. Zaten açıklama olacak yarın. P. Buldan: Ama sizin köşe yazarlarınız da her şeyi yazdılar. Abdulkadir Selvi de yazdı. A. Öcalan: Doğru, Abdulkadir Selvi de yazıyor her şeyi. Selahattin’in yaptığı da doğru. Zaten açıklayacağız on maddeyi. KGM: Genel Başkanınızı savunma duygularınız depreşti. Bu maddeleri direkt okuması doğru değil. A. Öcalan: İşin özü dizayn ekibidir. KGM: Ben eleştirmek için söylemedim. Hepimiz bu kurala uymalıyız. … A. Öcalan: Resmiyete dökülmesi önemlidir. Bütün köprülerin üzerine çizgi çekilmiş. Türk-Kürt ittifakı olmadan Şeddadiler var o zaman. 1071’deki Türk-Kürt İslam ittifakı o dönem gelişti ve bin yıldır da sürüyor. Tuğrul ile birlikte İslam aşkı adına fetihle ittifak kuruyorlar. Krallık tamamen Bizans’ın eline geçiyor. Bizans İmparatorluğu Hakkâri’ye kadar saldırıyor. Birleşerek Ortadoğu’da devrimci hareket olarak karşı çıkıyorlar... Serhat’ı büyük bir zaferle kazanıyorlar. Otuz yıllık ittifak var. Yavuz var, Abdülhamit var. Hepsini inkâr edeceksin. Mecliste neredeyse vekilleri yakacaksınız. Bu milliyetçiliğin kaynağı Washington’dur. Kaşifoğlu Türkeş’in yanına gitti. Hoca... Hikâye uzun. İşte Maraş katliamı oldu. Ardından da darbe geldi. İhsan Sabri Çağlayangil “CIA altımızı oydu, darbe yaptı” dedi. Kürtlerin korkunç öldürülme tarzı bu merkezin imalatıdır. Köylerin yakılması olayları var. İşte Vedat Aydın’lar, Behçet Cantürk, Savaş’ların korkunç öldürülmeleri var. İşte Kobane. Koalisyon ne yaptı? İstenseydi ilk gün bitiyordu. O kapı kapatılsaydı biterdi. Biz burada konuşmuştuk, ben de güvendim. Bu bir uzlaşmaydı. Türk-Kürt kardeşliğinin sürmesiydi. Ne oldu? Koalisyon bombaladı ve Kürtler o tarihten sonra şunu hissettiler: Umutlarını yeniden Batıya bağladılar. Fransa, Almanya, Amerika kapıları sonuna kadar açtılar: Yürü ya kulum, tarih senindir! Ve bütün dünyanın kapıları bize açıldı. Elize Sarayına çağırdılar. Aynı oyun devam ediyor. … Türk sol geleneği acayip bir sorumsuzluk içindedir. Devlete karşı en büyük mücadeleyi ben geliştirdim. Devlet inkârcılığı da bir lobi yaklaşımıdır. Denizlerin idamı, Mahirlerin öldürülüşü bende büyük etki yarattı. Beni mücadeleye iten de Mahirlerin öldürülmesidir. Biz müzakerenin önemini biliyoruz. Nevroz mesajında da bunu ilan ettik. O mesajdan sonra Cemaat darbe hamlelerini artırdı. H. ve Başbakanın tasfiyesini yapmak istediler. 7 Şubat darbe girişimini doğru okumak lazım. KGM: KCK operasyonlarını da Cemaat yaptı. A. Öcalan: Bunlar şimdi KCK’yi MİT kurdu diyorlar. C. O.’ya tüzüğü hazırlayan adam, E. Bey’e de programı hazırlamış diyorlar. (Başkan burada bir kahkaha attı) Burada biz E. Beylerle tartıştık. Onlara yeni bir örgüt gerekiyor dedim. PKK illegal kalıyor. Legal örgütü KCK olarak kuracaktım. Cemaat bunun kokusunu alır almaz yöneldi. MİT’i suçlamaları da buradan geliyor. S. S. Önder: H. Bey’e çok sitemleri vardı. GES’in alınmasıyla Cemaat rahatsız oluyor. A. Öcalan: H.Bey ketumdur, değerlidir. KGM: H. Bey darbe mekaniğinin önüne geçen biridir. Buradaki çalışmaların bu aşamaya gelmesinde de payı vardır. A. Öcalan: Darbeyi buradan önledim. Odönem Taraf Gazetesinin yayınlarına, Kandil’in korkunç hazırlıklarına ve karakol baskınlarına bakarsanız, nasıl büyük bir tehlikenin atlatıldığını görürsünüz. Bese de 2013 yılını savaş yılı ilan etmiştik dedi. Karayılan’a 2013 yılı savaş çizgisi devam etmeli demişlerdi. … KGM: Yüz yıldır Türk-Kürt ilişkileri üzerinden çatışma politikası uygulandı. Tehlike sadece Kürt milliyetçiliği değil, Türk milliyetçiliğidir aynı zamanda. … KGM: Geçenlerde Meclis Komisyonuna gittik. Orada bize de “Sizi yargılayacağız” diyorlardı. A. Öcalan: Bunları küçümsememek lazım. Hükûmete de anlatın. Darbe tehlikesi büyüktür. Aposilahlı güçlerin darbe tehlikesine karşı güvencedir deyin. Darbe tehlikesi kalktığı anda silahlı güçler de devreden çıkacak deyin. Yalçın’a da, Davutoğlu’na da bunu anlatın. İran, Esad, IŞİD darbe tehlikesi olduğu müddetçe benden çok Türkiye’nin silahlı Kürtlere ihtiyacı var. Biz bu güçleri nerede konumlandıracağımıza karar vereceğiz. Suriye’de mi, Şengal’de mi, Kandil’de mi, yoksa Cudi-Gabar’da mı konumlandıracağız? Buna karar vereceğiz. Devlet de bunu anlasın. Bu gücü elli milyon Dolar verseniz oluşturamazsınız. Benim için kaçacak diyorlar. Ben burada kalırım, Türkiye’den çıkmam, kovsalar da kalırım, onları çıkarırım. KGM: Burası sizin toprağınız, ülkeniz, kimsenin haddi değil kovmak. A. Öcalan: Bazı şeyleri aşmamız lazım. İşte burada benim için bin kişiyi tutuyorlar. Burada geçmişte de özel harp uzmanları vardı. E. Bey en son gelmeden önce bir ekip geldi. Benim mektuplarım vardı. İple bağlamıştım. Böyle bir yüzüme bakıyorlar, bir zarflara bakıyorlardı. Sonra mektupların iplerini koparıp mektupları dağıttılar. Mektuplarımı darmadağın ettiler. Ben de onları öylece izledim. Bir tepki gösterdim. Tam giderken birisi dönüp bana “Unutma, yüz elli metre ötendeyiz” dedi. Hiç unutmam, şimdi bile burada olabilirler. Beni öldürebilirler ya da ben ölebilirim. Bunun korkunç sonuçları ortaya çıkar. İkinci önemli olay Leyla’ya ait olduğu söylenen bir mektuptu. Silahların devrinin kapandığını söylüyordu. O dönem Leyla’ya çok öfkelenmiştim. Sonra geldiğinde ona sordum. Benim öyle bir mektuptan haberim yok dedi. Belli ki birileri yazmıştı. Üçüncü önemli bir olay vardı. Yine buradaki görevlilerden biri gelmişti. Özellikle iki eliyle kemerini tutarak bana mesaj vermek istiyordu. Kemerine baktım. Yahudi yıldızı, Davut yıldızı parlıyordu. O da dakikalarca öyle bekliyordu. Benim ısrarla mesajı almamı istemişti. Bana “Ben MOSSAD’ım, buradayım”, bunu hissettirmek istemişti. Yani buraya MOSSAD bile girmiştir. Devlet Yetkilisi: Hatta buraya İngiliz istihbaratı da gelmişti. A. Öcalan: Evet. O Avrupa’dan gelen heyet içinde varlardı. Devlet Yetkilisi: Gelen iki avukat İngiliz istihbaratı adına gelmişti. A. Öcalan: Şimdi koalisyon uçaklarına gelelim. Türklerden rol çalma, Kürtlerin kurtarıcısı olma durumu var. Türkiye’nin yaptıklarına haklı olarak halk tepki gösterdi, HDP tepki gösterdi. Son aşamada koalisyon uçakları devreye girdi. Yani filmin kötü karakterini, Erol Taş karakterini Türk oynadı. İyi karakter ise bir kovboy oldu. S.S. Önder: Bu konuyu bana sordular. Azrail’in can kurtardığı görülmemiştir dedim. P. Buldan: Biji Obama sloganı böylesi bir rol üzerine kullanıldı. A. Öcalan: Onu başardılar. Operasyon Suriye’nin kuzeyine yapıldı. Son aşamada da uçaklar bombalama yaptı. Suriye meselesi hala Türkiye’nin başına bela olacak. Bu Aşme meselesine değineceğim. Bunlar dışarda olduğu gibi içerdi de müthiş bir hazırlık yapıyorlar. Ergenekoncuların hepsi bırakıldı. Yeni Vatan Partisinde olanlara bakın. Beni yargılayanlar orada. Atilla ve benzerleri orada. Darbe mekaniği devredir, görmeleri lazım. Darbeciler “Anti cumhuriyetçiler cumhuriyeti toprağa gömüyorlar” diyorlar. Onlara göre toprağa gömen biz oluyoruz. Hükûmete deyin sizi de götürecekler, sizi de yargılarlar. (Sırrı’ya dönerek) Seni de pataklayacaklar. Bunlara karşı uyanık olmak lazım. KGM: Kandil de bu işin farkında değil. Bizim buradaki çözümümüze üçüncü göz diyerek başkalarını bulaştırmaya çalışıyorlar. A. Öcalan: Kandil’i de değerlendirdim zaten. Yeri gelmişken söyleyeyim: Sol sosyalizm kendini tekrar tanımlamak zorunda. İslam kültürünü içselleştirmek zorunda. Bu coğrafyada sol İslam kültürünü üçüne yedirmezse bir başarı elde edemez. P. Buldan: Dün Erciş’te partili arkadaşlar bir basın toplantısı yapmak istemişler. E. aradı. “Büyük bir provokasyon devreye girecek, saldırı olacak, basın açıklamasını erteleyebilir misiniz” diye sordu. KGM: Emniyet Genel Müdürü de aynı bilgiyi akşam bize verdi. Van Valisi ile de görüşmüşler. P. Buldan: Van Valisi İl Başkanımızı çağırmış, bilgi vermiş. Ayrıca Erciş Kaymakamı da İlçe Başkanımıza aynı bilgilendirmeyi yapmış. Açıklamayı ertelemek zorunda kalmışlar. A. Öcalan: Bu güçler iş başındadır. Bir Erciş değil kırk Erciş var işin içinde. E.’ye de söyleyin, bu Güvenlik Yasası hiçbir şeyi çözmez. Güvenlik Yasası da dâhil asayiş önlemleri bir işe yaramaz. Biz kamu düzenine inanıyoruz. Bunu tartışıyoruz burada. Bizim çalışmalarımız için “90 yıllık cumhuriyet devrimine karşı Apo, MİT karşıdevrim gerçekleştiriyor” diyorlar. Doğu Perince de öyle diyor. Savaş derinleşecek. “Apo AKP ile ittifak yapıyor” diyor. Bizi bir ihanet hareketi olarak değerlendiriyor. Ben AKP ile demokratik ittifakın sınırlarını çiziyorum. Demokratik vatan, demokratik ulus ve demokratik cumhuriyet için savaşıyorum. Karşı taraf bunu bir darbe olarak değerlendiriyor. İlk kez Doğu’yu çözümleyeceğim. Babası Sadık Perincek’ti. Tüm veriler Doğu’nun dizayn edilmiş sahte bir Amerikancı olduğunu gösteriyor. Tıpkı Rahim, yani Taner Akçam gibi. İbrahim Kaypakkaya bunu biliyor. O dönem Doğu yakalanınca hemen teslim oluyor. 1971’de ajanlaşmıştır. Özel Harp Dairesine girdiği kesin. Daha öncesi de olabilir. Hatta babasında da olabilir. (Devlet Yetkilisine dönerek) Bunu araştırabilirsiniz. Aslında komuta da Doğu’da değildir. Doğu sadece önde görünüyor. Komuta İsmail Hakkı Pekin'dedir. Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
Sultan II. Abdülhamit - I
Tumblr media
Sultan II. Abdülhamit hakkında aslı astarı olmayan iddialar ortaya atılmasının sebepleri: Ülkemizde kırk seneden uzun bir süredir siyasi arenada sıkışan bazı siyasetçiler, zaman zaman II. Abdülhamit’in adını anarak bir sürü hikâye anlatmaktadırlar. Sadece siyasetçiler de değil, tarihçi olmadıklarını gizlemek için kendilerine üstat vb. çakma lakaplar takan ve bazılarının akıl sağlığı yerinde olmadığına dair raporları bulunan şahıslar da aynı iddiaları ileri sürmektedirler. Bu kişiler, iddialarına resmi bir belge bulamadıklarından, bir sürü efsaneye veya hatırata başvurmaktadırlar. Hatta bir siyasetçi, bir zamanlar televizyon kameraları karşısında yaptığı bir konuşmada, Abdülhamit hakkındaki iddiaları dedesinden dinlediği hikayelere dayandırdı. Böylece, muhtemelen okuma yazması bile olmayan ve Anadolu’nun ücra bir yerinde yaşadığı için İstanbul’da ne olup bittiğinden bihaber olan yaşlı bir adamın torununa anlattığı hiçbir kaynağa dayanmayan hikayeler, tarih kaynakları arasına girmiş oldu. İster dedesinden ister üstadından veya raporlu delisinden duymuş olsun, bu tür iddiaların ileri süren kişilerin anlattığı hikayelerin değişmeyen temaları; Abdülhamit’in tek bir karış veya tek bir gram toprak kaybetmediği ve ülkeyi 33 yıl boyunca huzur içinde yönettiği iddialarından oluşmaktadır. Halbuki, II. Abdülhamit’in iktidarı süresinde Osmanlı İmparatorluğu’nun bu günkü Türkiye coğrafyasının iki katından fazla toprak kaybettiği, döneme ait en basit tarih bilgilerini içeren kitaplarda bile yazılıdır. Bu bilgiler, sadece cumhuriyet dönemi tarihçilerinin değil Osmanlı tarihçilerinin yazdıkları kitap ve makalelerde de vardır. O da yetmez diyen varsa yabancı ülkelerde yayınlanan Osmanlı tarihi ile ilgili kitaplara bakabilir. Onlarda da aynı şeyler yazmaktadır. Peki ama herkesin doğru olmadığını gayet iyi bildiği bu iddialar neden meydanlarda veya kameralar karşısında sürekli olarak dillendirilmektedir? Bence bunun birinci sebebi, iktidarda işler yolunda gitmediği için sıkışan politikacıların kamuoyunun dikkatini gerçek sorunlardan başka bir yere çekme ihtiyacı duymalarıdır. Çünkü tarih, bizim insanımızın çok merak ettiği, ilgilendiği ve gurur duyduğu ama okuma alışkanlığı olmadığı için en cahil olduğu alandır. Bu sebeple, sıkışan her siyasetçi tarihe gönderme yaparak halkı uyutmaya çalışmaktadır. İkinci önemli sebep, II. Abdülhamit’in oldukça uzun süre tahtta kalan bir padişah olmasıdır. Uzun süredir iktidarda kalan ve ülkeyi artık yönetilemez hale getiren siyasetçilerimiz, “kendileri gibi uzun süre iktidarda kalan bir padişahı örnek vererek ona haksızlık yapıldığını şimdi de kendisine haksızlık yapılmak istendiğini, halbuki onun ülkeyi çok iyi yönettiğini” vurgulayarak halkın bilinç altına seslenmeye çalışmaktadırlar. Böylece, kendilerinin ülkeyi iyi yönettikleri ama aynı Abdülhamit’e yapıldığı gibi kendilerinin de hainler, dış güçler veya başka bir hayali güç tarafından haksız bir şekilde iktidardan indirilmeye çalışıldığı mesajı vermektedirler. Üçüncü önemli sebep ise Osmanlı’da modernleşme hareketleri başladığında ortaya çıkan ve Tanzimat ile kökleşen yenilikçi ve muhafazakâr ayrımına vurgu yaparak muhafazakâr kişileri kendi yanlarına çekme gayretidir. Onlara göre Abdülhamit; çok muhafazakâr bir kişi ve çok iyi bir Müslümandır. Yani, aynı kendileri gibidir. Bu büyük padişah, batıcı İttihatçılar tarafından haksız bir şekilde tahttan indirilmiştir. Bu söylem, her zaman işe yaramaktadır. Çünkü tarihi tarihçi olmayan kişilerden öğrenen, okumayı sevmediği için birinci el tarih kaynaklarından yararlanarak yazılmış eserlere bakmaya lüzum görmeyen geniş bir kitle bu sözlere inanmaktadır. Öte yandan, muhalif çevreler de bilerek veya bilmeyerek bu oyunda kendilerinden istenilen rolü oynamaktadır. Bu tür iddialar ne zaman dillendirilse, dillendirenlere muhalif olan kesimler hemen bunların yalan olduğunu söyleyip ardından da Abdülhamit’i kötülemektedirler. Böylece, tartışma futbol takımı taraftarlarının kavgasına benzer bir duruma dönüşmektedir. Yani toplum; hiçbir mantığı, ideolojisi veya başka bir derinliği olmayan bir kamplaşma içine girmektedir. Bu kör dövüşünden kafasını karışıp da gerçek nedir diye merak edenler için şunu söylemekte fayda var; yukarıda bahsettiğimiz iddiaların hiçbiri gerçek durumu göstermemektedir. Abdülhamit, onu kendilerine kalkan yapanların anlattığı gibi bir insan değildir. Öte yandan, ona sövüp saymaya varan yorum ve hakaretlerle saldıran kişilerin tarif ettiği gibi biri de değildir. İki taraf da gerçekle hiç alakası olmayan kendi Abdülhamitlerini anlatmaktadır. Bu sebeple, lehte ve aleyhte desteksiz atıp tutanların söylediklerine bakarak gerçeğin ne olduğunu anlamak mümkün değildir. Gerçeği anlamak için tarihçilerin; yani tarih eğitimi almış ve bu alanda akademik kariyer yapmış, onun bunun anlattığı masal ve hikayelere göre değil, orijinal kaynaklardan yararlanarak kitaplar ve makaleler yazmış gerçek tarihçilerin anlattıklarına bakmak gerekmektedir. Böylece, siyasetçi ve çakma tarihçilerinin anlattığı masalların gerçekle pek uyuşmadıkları görülecektir. Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
TÜRKİYE’Yİ YEREL DEMOKRASİYE TAŞIYACAĞIZ
Tumblr media
İMRALI GÖRÜŞMELERİ – 23 8.10.2022 / ANAKARA Katılanlar: H, C, D, P, S.S. Önder, İ. Balüken, Konular: Kandil görüşmeleri, kadın konuları (alınmadı), askerin operasyon isteği ama hükümetin yanal hareketleri, hasta tutuklular, derneklerin yasal zemini, İzleme Kurulu, Not: Alıntı içinde geçen kısaltılmış isimlerin ( H.F., E.A., E.T., gibi…) kim olduğunu bulmak işten değil. Ülkenin gündemine vakıf olan kişiler hemen bulur. İsimlerin kısaltılması metinden kaynaklanıyor, benden değil. Not: Metin içindeki koyultmalar, vurgulamak maksadıyla tarafımdan yapılmıştır … Müsteşar: Yolculuğunuz nasıl geçti? Rahat gelebildiniz mi? Heyet: En rahat yaptığımız yolculuklardan birisiydi. S. S. Önder: Önceki yolculuklar çok kötüydü. Tanrı’ya sığındık. Hatta bazı arkadaşlar neredeyse hatim indireceklerdi. A. Öcalan: (Gülerek) Bunun önlemini daha önceden alacaksınız. Her zaman tedbirli olacaksınız. İnanç olayı önemlidir. Müzakere sürecinde inanç alanıyla ilgili sorunları da ele alacağız. İşte Ürdünlü pilotu nasıl canlı canlı yaktıklarını görüyorsunuz. Bunu Ortadoğu’da İslam adına hareket ettiğini söyleyenler yapıyor. Kobani’yle, Suriye ile ilgili uyarılarımın sebebi buydu. Bunlar pilotu katlettikleri gibi oradaki herkesi de bu şekilde katletmek istiyorlardı. O nedenle ben sürekli uyarıyordum, ama Hükûmet ısrarla anlamadı. (Müsteşar’a dönerek) Hükûmete bunu anlatmanız lazım. Bu konu ile ilgili herkesin sorumlu davranması gerekiyor. Şengal’de yaşananlar olası katliamın en hafifiydi. Önünü almazsak her tarafı bu şekilde katliamlarla talan edecekler. Önemli bir toplantı yapacağız. İsterseniz siz başlayın. KGM: Evet, bugün bu format tarihi bir aşamayı gösteriyor. Fiziki olarak da toplantıyı yapmış olduğumuz bu mekân bu aşamanın göstergesi. Önümüzdeki dönem bizim için çok önemli tabii. Türkiye bir seçim sürecine girmiş durumda. Ancak seçim sürecinden bağımsız olarak çözüm süreci çalışmalarını yürütmemiz lazım. Sizler de görüyorsunuzdur. Çözüm süreci karşıtları iş başındadır. Basından sürekli haberleri servis ediyorlar. Özellikle bölgede yaşanan bazı olumsuzlukları sürekli gündemleştiriyorlar. İnsanların öldürülmesi, yol kesilmesi, vergi alınması gibi haberler bu tarafta olumsuz bir algı yaratıyor. Ayrıca bölgede polis ve askerin hükûmet üzerinde ciddi bir operasyon baskısı var. Bu olumsuzlukları düzeltmemiz lazım. Burada birbirimizden gizli saklımızın olmaması gerekir. Buradaki görüşmeler dürüstçe dışarı verilirse tablonun netleşeceği kanaatindeyim. Üç önemli husus var: Bir, çözüm sürecinin ruhuna aykırı olan gelişmeler. İki, güvenlik güçlerinin operasyonel süreçlerine hükûmet direnç gösteriyor. Üç, önümüzdeki toplantı için buraya İzleme Heyeti de gelecek. Mahkûm değişimi ve hasta tutsaklar konusundaki çalışma da son safhaya gelmiş durumda. Bu konuda bazı gelişmeler olacak. Bunlar olumlu gelişmeler. Ancak bu pratik baskı alanlarını, olumsuzlukları düzeltmemiz lazım. Çünkü operasyonlar yapılırsa çok can kaybı olabilir. O taraftan ya da bu taraftan olması önemli değil. Önemli olan birçok insanın tekrar yaşamını yitirmesi ihtimalidir. A. Öcalan: Evet, bugünkü toplantının önemli olduğunu tekrar vurgulayalım. Dün yaptığımız toplantıda da kendi mücadele hayatımın kısa bir kesitini size vermiştim. Dünkü toplantıdan sonra ve bu toplantıdan önce kısa bir muhasebe yaptım. Bugünkü geldiğimiz noktayı 55 yıllık bir maratonun kısa bir soluk arası olarak değerlendiriyorum. Benim için böyle gelişti. Bu masa maratonda bir moladır. Ben bu masanın kuruluşunda emeği geçenlere de teşekkür ediyorum. Sayın M. D. başta olmak üzere devlet heyetinin çabasını önemsiyorum. Çok ciddi devlet sorumluluğudur. Umarım siz de farkındasınız. Umarım siyasi iktidar da farkındadır. Kaygılarım devam ediyor. Benim için yer ya da masanın biçimi değil masanın kurulması önemlidir. Dediğim gibi devlet heyetinin bu çabasını önemsiyorum, ama siyasi elitler ne kadar bunun farkında, bunu bilmiyorum. E. Bey’den bugüne kadar büyük bir çabamız vardı. Beş altı yıllık büyük bir maratondur. Bununla sonuçlandı. Sonuçlandı derken aslında bir başlangıç. Neyin başlangıcı? Türkiye devlet tarihinde Cumhuriyet tarihini kastetmiyorum. Bin yıllık serüvende bu masa çok özgün bir anlama sahiptir. Hükûmet veya bizimkiler ne kadar farkındalık gösterir, bilemem. Ama benim kendi eylemlerim masanın devrilmemesi için oldu, bundan sonra da öyle olacak. Bu bir ilke masasıdır. Devletin ve toplumun demokratik geleceği için tam bir ilke masasıdır. İlkenin özelliği, ilkeden taviz verilmez anlayışıdır. Bin yıllık tarihi dayanakları vardır. Biz kadim kültürü de dâhil ederek vardığımız bir çözüm masasından bahsediyoruz. Şimdi önemli bir başlangıç yapıyoruz. Demokratik toplum taraftarları için de bu masa kıymetli olmalıdır. Ben bu kadim kültürü önemsiyorum. Ben hayatın çemberinden geçtiğim için biliyorum ve kendim de bir köy emekçisiyim. Böyle bir aileden geliyorum. Irgatlık da yaptım. Bu masanın tarladaki emekle de ilgisi var. Yani tüm sorunları bu masada ele alacağız. Arkadaşlarımızın da konumu aynı. KGM: Bizim de konumumuz aynıdır. Burada aristokrat gelenekten gelen kimse yok. Hepimiz bu kültürden gelmiş insanlarız, iyi niyetliyiz. Samimi olarak yürütmek istiyoruz. İnandığımız için buradaki çalışmaları yürütüyoruz. Üstlerimize de öyle anlatıyoruz. A. Öcalan: … “Demokratik devlet ve demokratik toplumu” sıkça kullanıyorum. Müzakerenin bir niteliği devletin demokratikleştirilmesi, diğer niteliği toplumun demokratikleştirilmesidir. Burada olağanüstü bir çaba gösteriyorum. Ancak ne kadar çaba göstersem de çocuk yerine konuyorum. Ben bunu önemsemem. Ama bu büyük hatalara götürebilir. Başından beri herkes isyancı olabilirdi ama ben olamazdım. Toplumsal koşulların gereği olarak her şey üzerime yıkıldı. … Bir Türk okuluna gidiyordum ve bunu sorgulamaya başladım. Bir Türk okuluna gidiyordum ve ben bir Kürt’tüm. Kendi kendime “Sen Kürt’sün, Türk okuluna gidiyorsun” diye sorguladım. Çelişkiler burada başladı. Sonra dine yoğunlaştım. Çocuklara namaz kıldırıyordum. Hatırlıyorum, okula gidip gelirken yolda imamlık yapıyordum, çocuklara namaz kıldırıyordum. Bu Türklük şeyini nasıl çözeriz diye hep düşündüm. Bu nedenle çözüm arayışım çok köklü ve eskidir. … Daha önce Kesire meselesini açmıştım. Derin devletin has adamının kızıyla evlenirken özellikle Dersimli arkadaşlar hep kuşku duymuştu. Ali Haydar daha iyi bilir. Ben onunla evlenirken de “Devletle aramızda bir köprü olabilir” diye düşündüm. (Kesire’yi kastederek) Biliyorsunuz, o da bize on yıl korkunç azap çektirdi. On yıl bana büyük bir ders verdi. Kesire’nin verdiği ders olmasaydı bugün bu masada oturan kadınlar olmazdı, kadın özgürlüğü olmazdı. Kadın özgürlüğünü böyle geliştirdik. Bizim arkadaşlar o dönem bu Ürdün pilotuna yapılan gibi öldürelim dediler. Ben engelledim. Yani tekrarlıyorum, çözüm arayışımın çok eski ve köklü olduğunu vurguluyorum. … Peki, acaba devlet içi çözüme ne zaman karar verdim? Burada Özal’ın büyük bir rolü var tabii. Devlet kapısını araladığında reddetmedim. Tabii o zaman dışarıdaydım. Reddedebilirdim de. Sonuç olarak ben karşı değilim. Mahir Kaynak’la da televizyon üzerinden diyalog kurdum. Birbirimizi bu kadar boğazlarken nasıl dost olabiliriz diye düşündüm. O dönem bana gönderilen bir haberde de “Alman-Fransız Savaşı yüz yıl sürdü. Japonya-Amerika Savaşında atom bombası kullanıldı” örneklerini verdiler. “Devlet dışı çözüm çabalarının kazananı olmaz” dediler. “Bu kadar büyük acılara rağmen onlar bir araya gelebiliyor, bizim çelişkimiz bu kadar derin değil” dediler. Ben buna anlam biçtim. Burada attığımız her adımın karşısında mutlaka bir karşı darbe oluyor ve bugün bu toplantının da bir karşılığı olacak. Karşıt bir darbe hamlesi gelecek. Sakine’leri hatırlayın. Burada yaptığımız ilk toplantıdan sonra Paris’te karşılık verdiler. Her önemli görüşmeden sonra mutlaka karşı bir darbe gelişti. Roboski, Hakkâri’de 13 köylünün katledilmesi, KCK operasyonları ve buna benzer yüzlercesi hep böyleydi. Bunu yapanlar şimdi teşhir oldu. Emin tecrübelerime dayanarak söylüyorum. Ben Sakine’lerin olayını ilk duyduğumda çok düşündüm. Ne yapmak gerekir diye yoğunlaştım. On beş gün burada görüşmedim. Sonra görüşmeye çıktım. Ben o dönem şöyle düşündüm: Velev ki bu cinayet H. F.’nin planıyla oluyor, Başbakanın onayıyla oluyor. Sonuçta bu ekip de en az benim kadar tehdit altında dedim. O nedenle sabır göster, çalış ve bunu ortaya çıkar diye düşündüm. Ve şimdi ortaya çıktı. Paralel yapı, Cemaat çıktı. MİT’ten bir ekip de bunun içinde olabilir. Tedbir önemlidir. Görüyorsunuz, Cumhurbaşkanı günlük tedbir alıyor. Selahattin konuşmalarında iç güvenlik paketi için “Cumhurbaşkanı Sarayın güvenliğini alıyor” diyor. Doğru diyor, ben de eleştiriyorum. … KGM: Önemli olan tünelin ucundaki ışığı görmektir. O ışığı görürsek hızla ilerleyebiliriz. Uygun görürseniz bir çay molası verelim. Arkadaşlar da sonrasında Kandil’e gidip geldiler, Kandil izlenimlerini aktarsınlar. … A. Öcalan: Bu konuda en çok şuna içerliyorum: Süreç başlayınca H. Bey rica etti. “Elinizde bulunan asker ve kamu görevlilerinin bırakılması olumlu bir katkı sağlar” dedi, Ben hiç sorgulamadan bunun doğru olduğunu söyledim ve çağrı yaptım. İsrail bir askeri için binlerce Filistinli tutsağı bıraktı. Bir onu düşünün, bir de dün yakılan Ürdünlü pilotu düşünün. H. Bey de iyi niyetliydi ama hasta tutsaklar meselesini halledemedi. KGM: Askerlerin, kamu görevlilerinin bırakılması bu sürece çok olumlu bir katkı yapmıştır. Bu konuda sizin ortaya koyduğunuz tutum son derece geliştirici olmuştur. Heyet: Bu dürüstlük meselesine açıklık getirmek durumundayız. Bu kabul edilecek bir itham değil. Hasta tutsaklar meselesinde P. Hanımla birlikte Başbakanla yaptığımız görüşmede siz de varsınız ve tanıksınız. Başbakan hasta tutsaklar konusunu kendisinin engellediğini ve durdurduğunu söyledi. 6-7 Ekim olaylarını gerekçe göstererek durdurduğunu ifade etti Başbakan ve Adalet Bakanına kamu güvenliği sağlanmadan bu konuda adım atılmayacağını söylediğini aktardı. KGM: Alınganlığa gerek yok. Kendimi de dâhil ederek söylemiştim. A. Öcalan: Ne demiştin? KGM: Biz üstlerimize dürüst aktarmak zorundayız dedim. Bazı şeyler buradan çıkış şekliyle buradan farklı oldu. Her şey paralel olmalı. Heyet bazen burada tartışılan çerçeveyi farklı verebiliyor. Heyet: Bu konuda heyet tam bir pres altında. KCK açıklamalarımızı fazlaca iyimser, devlet de fazlaca karamsar değerlendiriyor. KGM: Heyet üyeleri ile ilgili bir sıkıntımız yok. Ben genel bir görüşten bahsediyorum. A. Öcalan: (KGM’ye dönerek) Bende kusur gördüyseniz söyleyebilirsiniz. KGM: Hayır. Ben genel ifade ettim. A. Öcalan: Varsa söyleyebilirsiniz, tartışmanın gücü çözümün gücüdür. Heyet: Bir gün heyet olarak sizlerle bunları detaylı bir şekilde ziyaret eder, görüşürüz. Hasta tutsaklar meselesi bürokratların işidir deyip atamayız. KGM: Hasta tutsaklar ve İzleme Kurulu. Bu iki mesele de hal oldu. Tamamdır. Heyet: En ufak daralmada hükûmetin tavrı ricat etme, sorumluluk almama oluyor. Başbakan yaptığımız görüşmede “6-7 Ekim’den sonra durdurdum” dedi. Tek bir örnek vereyim. Abdülmecit Aslan arkadaşın durumu her şeyi açıklıyor. Kaç ay uğraştık, zor tahliye ettirdik. Bir gün sonra yaşamını yitirdi. Şahadetinden hemen önce Başkan’a iletilmek üzere bir not da kaleme almıştı. Çok duygusal bir not. Siyasi iradenin tasarrufu ile bu süreçlerin gelişmesini kabul edemeyiz. … KGM: Hem İzleme Heyeti hem de hasta mahkûmlar konusunda gelişmelerin olacağını tekrar ifade etmek istiyorum. Sizlerin önerileriniz de olabilir. Süreçle ilgili kamuoyu oluşturmak gerekecek. Siyasi mücadeleye çağrı yapılması konusunda sizden de beklentiler var. A. Öcalan: Ona geleceğiz. Onunla ilgili iki şey söyleyeceğim. Zaten bu toplantının amacı da odur. Karar gerektiren kısmını İzleme Kurulunun olduğu toplantıda konuşuruz. Biz buradaki meseleyi köklü ele alıyoruz. Daha önce yapılan görüşmelerle ilgili 17-18 maddelik bir teknik metin önüme getirmişlerdi. Sendika ya da derneklerin hükûmetle görüşmesi gibi. O dönem E. Beye de söylemiştim. Biz böyle teknik yaklaşamayız. Meseleyi köklü ele almak zorundayız. Benim çalışma yöntemim budur. Ben Suriye muhaberatı ile görüşürken bana “Bay İlke” diyorlardı. Emre Bey’e de söyledim. Bunu kabul ediyorsanız görüşelim dedim. Burada ağır bir hükümlü olabilirim ama düşünce ve çözüm ufkum özgürdür dedim. E.Bey de benim için “İyi bir görüşmeci oldunuz, görüşebiliriz” demişti. İlk görüşmelerde sizi izlemiştik. O zaman hazırlıklı değildiniz. Ben de ona hak vermiştim. Hayatımın en yorucu beş yılı geçti. Ama şimdi hayırlı bir noktaya getirdik. Tüm bunlara rağmen bu noktaya gelmek çok önemlidir. Elimde iki taslak var. Biri olumlu gelişmeler olması durumunda, diğer olumsuz gelişmeler olması durumunda dikkate alınacak hususları içeriyor. Yorumum: bu toplantının tarihi 5 Şubat 2015. Yukarıda dediğine binaen beş yıl geriye gidin. Demek ki 2010’dan beri görüşüyorlar. KGM: Bugünkü toplantı tarihi bir toplantıdır. Bu olumlu havada olumsuzlukları konuşmamak daha doğru olmaz mı? Biz de sizdeki bu taslakları görmedik. İsterseniz birlikte bir görelim, ondan sonra paylaşın. A. Öcalan: Önemli değil. Burada neler yapılacağına dair tespitlerim var. (Başkan elindeki taslağı S.’ye uzattı.) Evet, bu masayı ben de önemsiyorum. Devlet masasıdır, görüşme masasıdır. Ciddiye almak zorundayız. Kandil’in savaş çizgisini eleştireceğim. Suriye’deki, Cizre’deki savaş çizgisi provokasyona açıktır. Kobani'de neler olduğunu gördünüz. Buradaki görüşmelerimiz olmasa IŞİD her tarafı cayır cayır yakacaktı. Şengal’le ilgili yedi yıldır uyarmama rağmen tedbir almadıkları için ne olduğunu gördünüz. Bu konuda Selahattin’i de eleştirmiştim. Ezidiler geldiğinde yoktu. Aslında katledilen, tecavüze uğrayan hepimizdik. Kıyameti koparması gerekiyordu. Benim size, Karayılan’a, Bayık’a saygım var ama bu kurtarmıyor, Önderlik farklı bir şeydir. … Heyet: Başkanım, Kandil aktarımını yapayım. 22 Ocak tarihinde İ. Beyle birlikte Kandil’e gittik, Görüşmede Cemil Bayık, Duran Kalkan, Ali Haydar, Elif Pazarcık, Fatma Dersim, Delil Amed, Leyla Van ve Kobani’den Şahin Cilo arkadaşlar vardı. … Heyet: Genel olarak arkadaşların müzakereye ilişkin ortak düşüncesi devletin ve hükûmetin müzakereye ciddi yaklaşmadığı yönünde ve takvimlerin aşındırıldığını ifade ediyorlar. 15 Şubat tarihinin yaklaştığını söylüyorlar ve belli ki artık o takvim işlemeyecek diyorlar. Bu durum müzakere istemedikleri anlamına geliyor diyorlar. Oyalamaya çalışıyorlar. “Müzakere yapmayacaklar. Bizim kanaatimiz budur” diyorlar. Yine de biz o tarihlere kadar bekleyeceğiz. Önderliğin verdiği söze bağlı kalmak için bekleyeceğiz diyorlar. Önderliğimiz iki tarafın paralel adım atmasını söylemişti, eğer onlar uyarsa biz de uyarız diyorlar. Normalleşmeyle ilgili duruma da hazır olduklarını ifade ediyorlar ve Önderliğimizin talimatlarına uyuyoruz diyorlar. Dikkat edilirse her adaya gidişte bir olay gerçekleşiyor değerlendirmesini yaptılar. AKP’nin sürekli sabote ve tahrik ettiğini ifade ettiler. Yine hükûmetin sürekli şikâyet ettiği vali ve kaymakam atama meselesinin de yalan ve uydurma haberler olduğunu söylediler. Yine hükûmetin Rojava ve Kobani politikalarında bir değişiklik olmadığım söylediler. IŞİD’in Türkiye’nin dayatmasıyla savaşı yürüttüğünü söylediler. KDP ile ilgili şu anda bir gerginliğin olduğunu, Ezidilerin Şengal’de meclis oluşturmasından rahatsızlık duyduklarını ve meclise çok tepki gösterdiklerini söylediler. KDP bu durumu Kürdistan’ın parçalanması olarak değerlendiriyormuş. Bu gerginliği çözmeye çalıştıklarını söylediler. Fakat KDP şu anda ilişkileri durdurmuş. YNK ile ilgili bir sıkıntının olmadığını, onların meclisi de olumlu karşıladığını söylediler. A. Öcalan: Goran’la araları nasıl? Heyet: Bize herhangi bir sıkıntı aktarılmadı. Biz oradayken Kobani henüz kurtarılmamıştı. Arkadaşlar orada bize en geç bir haftaya kadar kurtarılacağını söylemişti. Şu anda kurtarılmış durumda. Ayrıca KDP PKK’nin ulusal ve uluslararası zeminde gelişimini hazmedemiyor. Şahin arkadaş Rojava’ya ilişkin bir değerlendirme yaptı. Kısaca onu da aktarayım. Kobani ve Afrin ile ilgili Rojava’ya Türkiye’den bir heyetin görüşme yapmak için gittiğini söyledi. Süreçle ilgili görüşme yapmaya geldiklerini söylemişler. A. Öcalan: Resmi bir görüşme mi olmuş? Heyet: Evet, resmi bir görüşme. A. Öcalan: Ne konuşmuşlar? P. Buldan: Koridor açma başta olmak üzere Afrin’e kapı sözü de verdiklerini, fakat bunların hiçbirini yerine getirmediklerini, yapmadıklarını söyledi. A. Öcalan: H. Bey ne diyor bu konuda, görüşmeyi teyit etti mi? Heyet: Evet, teyit etti. Fakat biz H. Beye de verilen sözlerin yerine getirilmediğini söyledik. H. Bey bunun bir sürecin başlangıcı olduğunu, bunun takibinin önemli sonuçlar doğurabileceğini ifade etti. Ayrıca Haseke’ye ilişkin verdiği bir bilgi var. Haseke’de Önderliğin uyardığı gibi rejim tarafından YPG’ye çok ciddi bir saldırı yapıldığını söyledi. “Fakat biz Önderliğin uyarıları doğrultusunda gerekli tedbirleri almıştık. O nedenle çok güçlü darbeledik. Bize ait yerleri almak istediler, fakat tersi oldu” dedi. A. Öcalan: O saldırının arkasında İran var. Heyet: Arkadaşlar da aynı şeyi söylediler. Haseke saldırısının arkasında İran’ın olduğunu, fakat şu anda bir ateşkesin sağlandığını ifade ettiler. A. Öcalan: Haseke’nin ne kadarı bizimkilerin elinde? Heyet: Büyük birkısmı. Birkaç mahalle dışında tamamı arkadaşların kontrolünde. … Heyet: Salih Müslim’in de size selamları var. Bir telefon görüşmesi yaptık. Kobani’de artık yeni bir durumun olduğunu ve sizin perspektifinize bir ihtiyaç olduğunu söyledi. A. Öcalan: Kobani ve Suriye konusuna değineceğim. Devam edin. … Heyet: Doktor Mahmut Osman’ın size selamı var. O da arkadaşlara AKP müzakereleri boşa çıkaracak diye bir uyarıda bulunmuş. A. Öcalan: Kaygısını mı dile getirmiş? Heyet: Evet Başkanım, öyle birkaygısı var. A. Öcalan: Başka aktarımınız var mı? Heyet: Benim aktarımlarım bu kadar. Kandil dâhil olmak üzere eksik bıraktığım yerleri İ. Bey aktaracak. İ: Başkanım, HPG’nin mesajını aktarmak istiyorum. Müzakere taslağı tüm birimlere gönderilmiş. Orada değerlendirilmiş. HPG güçleri belirttiğiniz hususlara azami özen gösteriyorlar. Kırsalda ordu ile temas olmaması için arkadaşlar hassas davranıyorlar. Arazinin derinliklerine çekilme durumu var. Şehirlerde silahlı birliklerin olmadığını belirtiyorlar. Katılımın çok fazla olduğunu ve yoğun bir eğitim programının devrede olduğunu söylüyorlar. A. Öcalan: Irak’tan, İran’dan katılım var mı? Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
Celal Bayar’ın Millî Mücadele’deki Askeri Faaliyetlerine Bir Örnek: Halitpaşa (Papaslı) Baskını.
Tumblr media
Doğup büyüdüğüm yer olan Halitpaşa Nahiyesi (şimdi mahalle yapıldı), 10 ve 27 Ağustos 1919 tarihlerinde Akhisar'da Kuva-yi Milliye alay komutanı olan Celal Bayar'ın emrindeki birlikler tarafından iki defa basılmıştır. Halitpaşa'nın o zamanki ismi Papaslı'dır. Celal Bayar’ın hatıralarında söylediğine göre Papaslı'da o zamanlar 500-600 ev varmış ve oldukça büyük bir köymüş. Köy nüfusunun tamamı Rumlardan oluşuyormuş. O zamanlar Saruhanlı ilçe olmadığından, köy Akhisar’a bağlıymış. Köyün basılmasından maksat Halitpaşa'nın öldürülmesinin intikamını almakmış. Halitpaşa, asker kökenli bir paşa değil devletin paşa ünvanı verdiği biridir. Bölgede etkin olan Karaosmanoğulları ailesine mensuptur. 7 Temmuz 1919 günü emrindeki Kuva-yı Milliye birliklerinin gıda ihtiyaçlarını karşılamak için çiftliğine gitmiş, çiftlikte çalışan bir Rum Papaslı'ya haber uçurmuş, silahlı Rumlar Mütevelli ve Koldere Rumlarından katılan silahlı Rumlarla birlikte çiftliği basıp Halitpaşa'yı öldürmüşlerdir. Papaslı'ya ilk baskına iki makineli tüfekle takviye edilen Burunören (Nuriye) taburu görevlendirilmiş. Bu gruptan küçük müfrezeler köyün Çınaroba tarafından gizlice Çal Dağı eteklerine çıkmış ve yanlarındaki çok sayıda bomba ile köyün üzerindeki tepeleri (muhtemelen köyün üzerindeki çamlık bölgeyi) ve sırtları tutmuş. Koyuncu Ali bölükleri Mihailli Çiftliği istikametinden köye doğru ilerlemişler. Sabahleyin çatışmalar başlamış. Köyün üstündeki müfrezeler bombaları atarak köye girmiş. Çok sayıda Rum ölmüş veya yaralanmış. Fakat Mütevelli'den takviye Rum çeteleri ve asker gelince Türk birlikleri çekilmek zorunda kalmış. Bu taarruzda Türk tarafı 1 subay 13 er şehit vermiş. Bu taarruzun krokisi hatıratta var. Harita'yı değerlendirdiğimde Türk birliklerinin bir kısmının Halitpaşa Çiftliği istikametinden gelip köyün batısına doğru ilerlediği, bir kısım birliğin Nuriye'den ve köyün güneyine (muhtemelen Kırmızı yokuş istikametinden) ilerlediği, diğer bir kolun ise Nuriye-Arpalı-Çınaroba kuzeyi-Soğuksu bölgesinden ilerlediği anlaşılmaktadır. İkinci taarruza da Nuriye Taburu ve Koyuncu Ali Bölükleri katılmış, Tatar Müfrezesi de aldatma taarruzu için başka yere saldırmıştı. Rumlar Yunan ordusundan top getirdiğinden taarruz zor olmuş. Yunan topçu birliği köyün doğusunda konuşlanmış. İlk taarruzdan sonra Rumlar köyün üzerindeki sırtları da tuttuğundan buraya birlik sızdırılamamış. Buna rağmen Rumlara büyük baskı yapılmış. Rumlar Mütevelli istikametine kaçmak istemiş ama o istikametten de kuşatıldıklarını görünce mecburen köyde kalmış. Fakat bizim birliklerin mermisi tükenince taarruza son verilmiş. Bu iki baskın üzerine Yunan ordusu tam teçhizatlı bir alay getirip köye yerleştirmiş ve bu alayın taburları köyü dört istikametten savunacak şekilde köy çevresine çepeçevre mevzilenmiş. Ben küçükken Soğuksu'da zeytin toplarken toprak içinde paslanmış bir sürü mermi bulduğumu hatırlıyorum. Muhtemelen bu Yunan birliklerinden bir kısmı o bölgede konuşlanmış veya mermiler bahsettiğim çatışmalardan kalmış olabilir. Hatıratında yayınladığı krokinin detayından planlamayı Celal Bayar'ın yaptığı veya planın onun gözetiminde yapıldığı anlaşılmaktadır. Zaten taarruz eden birlikler, onun alayına bağlı birliklerdir. Anlatımından Celal Bayar'ın sadece Halitpaşa'yı değil civardaki köyleri ve Çiftlikleri de gayet iyi bildiği anlaşılmaktadır. Kaynakça: Celal Bayar, Ben de Yazdım, Sabah Kitapları, İstanbul, 1997. Papaslı (Halitpaşa), Mütevelli ve Koldere Manisa büyükşehir ilan edilene kadar Nahiye idiler. Şimdi üçü de Saruhanlı İlçesi’ne bağlı birer mahalle konumundalar. Cumhuriyet döneminde Papaslı’nın adı önce Hocalı olarak daha sonra da şehit edilen Halit Paşa’ya ithafen Halitpaşa olarak değiştirilmiştir. Arpalı yakınlarındaki bir köydür. Şu anda İzmir’e içme suyu temin etmek için kaynağına vurulan sondajlar sebebiyle kurumuş olan Sarıkız Çayı, bu köyün yakınlarından doğmaktaydı. Ben çocukken köyümüzdeki yaşlılar bu köye Burnenen derlerdi. Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
KAMU DÜZENİ YASAL TOPLUMUN EVRENSEL DÜZENİDİR
Tumblr media
İMRALI GÖRÜŞMELERİ – 22 12.07.2022 / ANAKARA Katılanlar: S.S. Önder, İdris Baluken, Hatip Dicle, Pervin Buldan Konular: Sağlık (alınmadı), hasta tutukluların salınmaması, müzakerelerin yavaşlığı ve savsaklanması, Sakine Cansız suikastı, konu olmamakla birlikte “gafil muhbirlik” yapılıyor ve birçok itiraf ortaya dökülüyor. Hepsi de satır aralarında gizli, dikkat!   *Konuşma metni içinde geçen koyu ve çizgili yerler vurgulanmak maksadıyla tarafımdan yapılmıştır. *(…) işaretinin görüldüğü yeler bir metnin olduğu ama önemli görülmediği ve kaldırıldığını gösterir. (…) KGM: Öncelikle şunu ifade edeyim. Mütevazı bir toplantı masasında oturmuş olabiliriz. Ancak toplantı tarihi bir görüntüyle başlıyor. (…) Yorumum: Bu toplantıya kadar “yetkili” katılıyordu, bugün ise KGM katılıyor. Değişik bir yola mı giriliyor, seviye mi atlanıyor? Yoksa bu toplantılar bir süre sonra terfien azil mi edilecek? (…) KGM: Öncelikle Murat Bozlak için başsağlığı diliyorum. Demokrasi mücadelesinde önemli sıkıntılar çekmiş bir arkadaşınızdı. Hem heyete, (Başkan’a dönerek) hem de size başsağlığı diliyorum. Yorumum: KGM “demokrasi mücadelesi” diyerek teröristlerin demokrasi mücadelesi verdiğini beyan etmektedir. Bu durumda sormak gerekmez mi “kimin, hangi devletin görevlisidir?” diye. A. Öcalan: Evet, Murat Bey’in önemli hizmetleri oldu. En son Adana’dan milletvekili olmasını da ben istemiştim. Sanırım milletvekili seçildikten sonra sağlık sorunları artmaya başladı. Bizim açımızdan değerli bir arkadaşımızı kaybettik. Benden de ailesine başsağlığı dileklerimi iletin. Bugünkü toplantımızın formatı daha farklıdır. Heyetiniz hükûmet yetkilileri ve Başbakanla da bazı görüşmeler yapmış. Hem onları almak hem de devlet heyeti olarak görüşlerinizi öğrenmek istiyorum. Bu arada Kandil’e de gittiniz. Kandil’deki mektuplar ulaştı bana. Oradaki aktarımlarınızı da öğrenmek istiyorum. Mektupları okudum. İçerik doyurucudur. O nedenle farklı notlar varsa aktarabilirsiniz. (…) S. S. Önder: Hükûmetle yapılan görüşmelere geçmeden önce Selahattin Beyin Salih Müslim ile birlikte katıldığı bir Rusya gezisi vardı. Onun aktarımını paylaşmak istiyoruz. A. Öcalan: Evet, önemlidir, onu dinleyeyim. S. S. Önder: Suriye başta olmak üzere Kürt halkının her yerde barışa ve istikrara katkı sunmaya hazır olduğu, Kürtleri hesaba katmadan yapılacak çözüm arayışlarının kalıcı olmayacağı, devletlerin kendi aralarındaki çıkar ilişkileri temelinde Kürtleri pazarlık konusu yapmalarının olumsuz sonuçlar doğuracağı, Rusya’da yapılacak olası Suriye Konferansına Kürtlerin kendi kimliği ve temsilcileri ile katılmaya hazır olduğu mesajları paylaşılmış. Öcalan’ın demokratik modernite ve demokratik ulus perspektifinin Ortadoğu için en uygun çözüm zemini olduğu şeklindeki sunumları ilgi ile karşılanmış. Heyet genel olarak üst düzeyde kabul ve ilgi görmüş. Mesaj ve taleplere sıcak yaklaşılmış. Rusya’da Mala Kurdan çalışanlarının ve kadroların selam ve özlemleri var. Rusya Ezidi Kürt toplumu da selam ve bağlılık duygularını iletiyor. Şengal’de ortaya çıkan durumun Sayın Öcalan’ı haklı çıkardığını ve sahiplenme için teşekkürlerini iletiyorlar. (…) S. S. Önder: Bu sürede Hakan ve Efkan beyler, Yalçın Bey ve Başbakanla görüştük. En son yaptığımız Başbakan görüşmesi bütün görüşmelerin özeti olduğu için isterseniz onu aktarayım. KGM: Sırrı beyle daha önce tanışmıştık ama Pervin Hamınla orada ilk defa tanıştık. Bence çok önemli bir toplantıydı. Başbakan’la bu kapsamda ilk defa böyle bir toplantı yapıldı. Sanırım daha önce böyle bir toplantıya katılmamıştınız. S. S. Önder: Başbakanla ikinci görüşmemiz oldu. Daha önce RTE Başbakan iken onunla da görüşmüştük. KGM: Ama bu formatta değil. Davutoğlu ile de ilk defa böylesi bir toplantı yapıldı. S. S. Önder: Evet, doğru. İlk defa böyle bir toplantı gerçekleştirdik. S. S. Önder: Başbakanla yaptığımız son toplantıda Yalçın Bey, Efkan Bey, bir de Muhammet Bey vardı. Ben ve Pervin Hanım katıldık. İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında gerçekleştirdik toplantıyı. KGM: Ben de bunu kastediyorum. İlk defa Ahmet Bey döneminde bu kapsamlı bir toplantı yapılmış oldu. Bunu önemsemek lazım. A. Öcalan: Evet, biz de buna anlam biçiyoruz. Oradaki toplantı önemlidir. Ama bugün burada yaptığımız toplantı müzakere karar toplantısıdır. Kabine toplantısından bile daha önemlidir. S. S. Önder: Başbakan daha çok kamu güvenliği ile ilgili 6-7 Ekim olaylarını örnek göstererek, eleştiri yaparak toplantıya başladı. Yaptığımız toplantının yapılıp yapılmamasına da tereddütlü yaklaştığını ve 6-7 Ekim olaylarının sürece büyük zarar verdiğini belirtti. Bu konuda hem Selahattin Bey’i hem de HDP’yi eleştirerek başladı. “Bu görüşmeye karar verirken bile tereddüt ettim” dedi. Biz Başbakan’ın bu yaklaşımını doğru bulmadığımızı, aslında en fazla bu tür durumlarda bir araya gelinmesi ve iletişimin hiç kopmaması gerektiğini ifade etmeye çalıştık. 6-7 Ekim olaylarına aslında hükûmetin tavrının neden olduğunu, MYK çağrısından önce son ana kadar hem heyetimizin pek çok girişimde bulunduğunu, hem de Selahattin Beyin Başbakan’la bir telefon görüşmesi yaptığını, Kobani’ye ilişkin olumlu en ufak cevap alınsaydı MYK çağrısının da yapılmayacağını ve MYK çağrısından önce aslında insanların sokağa çıktığını anlatmaya çalıştık. Olaylar esnasında ve sonrasında da HDP’yi hedefleştiren açıklamaların ve kampanyanın doğru olmadığını, hem Selahattin Demirtaş’a hem de partimize karşı bir linç kampanyası başlatıldığını ifade ettik. Artık bu noktadan çıkılması gerektiğini, süreç acısından somut ve pratik adımların hızla atılması gerektiğini, Kobani politikasında da hükûmetin mevcut politikalarını değiştirmeleri gerektiğini ifade ettik. Söz verilmesine rağmen hasta tutsaklarla ilgili bir adım atılmadığını kendisine hatırlattık. Bundan sonraki açıklamaların hükûmetle ortak yapılmasının sürece pozitif katkı sağlayacağına vurgu yaptık. Basın üzerinden de süreci zorlayıcı ve gerilimi arttıran tutumlardan uzak durulması gerektiğini aktardık. Kendisi de bu konularda ortak açıklamanın olabileceğini Yalçın’a söyledi. (…) (…) KGM: Oradaki toplantı da format olarak önemliydi. Buradaki toplantı da bu formatla ilk toplantı olması acısından önemlidir. Bu süreçle ilgili bir kararlılığın göstergesidir. A. Öcalan: Devletle heyetin ilk toplantısı olması açısından tarihi bir toplantıdır. Müzakere karar toplantısıdır. Derinleştirilmiş müzakere toplantısının tarihini de burada netleştireceğiz. (…) KGM: Bu konuda bir sıkıntı yok. Yol haritası, İzleme Kurulu, bütün bunları buradaki toplantılarda tartışacağız. A. Öcalan: Bunlar olmazsa olmazımızdır. Bunların olması, derinlikli müzakerede yol almamız lazım. Müzakere taslağını burada ayrıntılı bir şekilde değerlendireceğiz. Zaten takvim sıkışık. Bundan sonra hükûmeti ve Meclisi biraz sıkıştıracağız. KGM: Tabii bu konularda yol alınacak. Ancak sahadaki durum buradaki mevcut pozisyona aykırıdır. Sahadaki durumu da mutlaka buradaki tartışmalara gölge düşürmeyecek bir boyuta çekmek lazım. A. Öcalan: Bilgi kabilinde bir aktarımınız olacak mı? KGM: Hem eylemler hem demeçler ortadadır. Buranın ruhuna uygun değil. Atmosfer siyaset ve Türkiye ortamı açısından önemsenmelidir. Zaten siz de belirtmiştiniz. Eşzamanlı adımların atılması gerekir. Burada gelişmeler olurken sahaya da eşzamanlı yansımalarının olması lazım. Bu atmosfer Türkiye kamuoyu tarafından da çok önemseniyor. Fakat Kandil’den gelen mesajlar büyük sıkıntı yaratıyor. Yorumum: Dikkat edin, KGM Türk kamuoyu demiyor, Türkiye kamuoyu diyor. Bölücülük devlet kurumlarında kol geziyor. Zaten daha önceki MİT müsteşarı “Ulus Devlet kavramı bitmiştir” demiş idi. A. Öcalan: Bu konuda benim şikâyetlerim daha fazla. Hepsini konuşacağız. Başbakan düzeyindeki kararlılık önemlidir. Yorumum: Bakınız, terörist nasıl da tepeden tepeden konuşuyor böyle. KGM saha, Kandil dedikçe, terörist “bilgi kabilinden aktarımın var mı?” diye soruyor. Teröristle masaya oturmanın bedelidir… S. S. Önder: Başbakanın toplantıda şöyle bir önerisi oldu: Buradaki çalışmalarla paralel olarak çalışmaları yürüten bir siyasi heyetin oluşturulması önerildi. Yalçın başkanlığında bir siyasi heyet oluşturacaklar. Bu siyasi heyetle heyetimiz buradaki perspektifler doğrultusunda bazı çalışmalar yürütecek. A. Öcalan: Evet, olabilir, uygundur. KGM: Bu masanın etrafındaki herkes iyi niyetlidir. Bu sürecin sonuca ulaşması için iyi niyetle çaba gösteriyor. Çözüme de herkesin inanması lazım. İmralı iyi polis, Kandil kötü polis rolü olmamalı. Kandil’in de buradaki çalışmalara inanması lazım. A. Öcalan: İlk toplantı olduğu için bu konu ile ilgili size şimdi cevap vermeyeyim. Ama dediğim gibi bunları hep konuşuruz. KGM: Tabii buradaki çalışmaların sonuca ulaşması için, demin de söyledim, herkesin iyi niyetli olması lazım. Ama şimdi Avrupa’da burada yapılan görüşmelerin tutanakla kitap haline getirilmiş. Onun içerisinde mektuplar da var. Fakat bunların dışarıya yansımaması konusu daha önce konuşulmuştu. Bu durum bizim için zorlayıcıdır. Hatta mektup trafiğini bitirebilir. S. S. Önder: Bu konuda bize herhangi bir çekince belirtilmedi. Daha önce yaptığımız görüşmelerde Başkan buradaki görüşmelerin bir kitap haline getirilebileceğini önerdi. (…) A. Öcalan: Bunların hepsi yerli yerine oturacak. Fakat önemli olan kararlılıktır. Bir kararlılık var mı? Mesela başbakanla yaptığınız görüşmede bir kararlılık gördünüz mü? Heyet olarak düşünceniz nedir? S. S. Önder: Heyet olarak ortak görüşümüzdür. Bu konuda hükûmetin tutumu bizce net değildir. Tam bir kararlılıktan bahsetmek bir risktir. Bu sorumluluğu alamayız, gönül ferahlığıyla bu kararlılık vardır diyemeyiz. Bu kamu düzeni meselesine çok takmış durumdalar, bunu her şeyin önüne getirme durumları var. KGM: Ancak bu formatla yapılan ilk toplantı olduğunu tekrar belirteyim. Orada da Başbakan bu işin sorumlusu olarak size bir kararlılık ifade etmedi mi? Müzakerelere geçilmesine bir sakınca yoktur demedi mi? S. S. Önder: Evet, görüşmede kararlı olduklarını, müzakereye geçilebileceğini söyledi. A. Öcalan: Evet, Başbakanın niyeti ile ilgili bir şey demeyeceğim. Ancak çok romantik bir başbakanla karşı karşıyayız. Yeterince deneyimi yok ve yüzeysel yaklaşma durumu var. KGM’nin burada olması benim için de önemlidir. Ben de memnun oldum. Fakat yöntem meselesinde temel bir şey söyleyeceğim. Kavram, kuram ve kurum, “üç K” de diyebiliriz. Bütün bunları burada konuşacağız. Demokratik özerklik nedir, açıklayacağız. Kamu güvenliğini açıklığa kavuşturacağız. Yerel özerklik, güvenlik nedir, bu konularda kavram ve kuram açıklığına ihtiyaç var. Önce kavramlar konusunda anlaşmamız lazım. Anayasa çözümü, Kürt reformasyonu, demokratikleşme, yerel demokrasi, belediyeler, seçim, tüm bunları burada kavram ve kuram düzeyinde ele alacağız. Hangi kurumlar Türkiye’yi demokratikleştirir, konuşacağız. Kamu düzeni konusunda bazı şeyler ifade edeyim. Bunu Yalçın Beye de, Başbakana da götürürsünüz. Kamu düzeni meşru, yasal toplum düzeni demektir. Yasal toplumun evrensel düzenidir. Tüm Türkiye vatandaşları için yasal, hukuki düzen ve kurallar toplamıdır. Biz bunu çiğnedik tabii. Bozduğumuz açık. Ben idam cezası aldım. TCK 125’ten yargılandım. Örgüt hala kanun dışıdır. PKK’siyle, KCK’siyle öyle. Öcalan yirmi yıldır derin düşünüp taşındı. Kendi isyancı yapısı, kuralsızlığı ve gerillacılığını Özal’ın çağrısı ile birlikte gözden geçirmeye başlamış, bu şekilde PKK’nin konumunu değiştirmeye karar vermiştir. Biz kamu düzeni için tehdit olmaktan çıkmaya yirmi yıl önce karar vermiştik. Bu konudaki iradem kesindir. Bunu Başbakana da iletin. Bizim geçmişte de niyetimiz vardı. Bunu Özal’la yaptık, fakat Özal öldürüldü. Şimdi de binlerce kışkırtma var. Bunu Başbakana ve Yalçın’a anlatın. Davutoğlu çok deneyimsiz, tarihi bilmiyor, Yalçın da bilmiyor. Yüzeysel, hatta çıkar temelli yaklaşıyor. KGM: Zaman kısıtlı olduğu için çok öncesine gidemeyiz. Ancak geldiğimiz nokta gideceğimiz nokta kadar önemlidir. A. Öcalan: Geldiğimiz aşama yirmi yıl öncesindekinden daha ileridir. Kabine toplantısından daha ağır bir toplantı yaptığımızı söylemiştim. Sizinle vardığımız düzey diğerleri ile kıyaslanmayacak kadar önemlidir. Biz PKK kaynaklı tüm yasadışı söz ve eylemlerimizi kamu düzenine taşımak istiyoruz. Ama yaşanılanları da görüyorsunuz. Lütfi Taş şehit düştü. Çok üzüldüm. İlk gelen gruptaydı. Bizzat Emre Beyin isteği üzerine geldi. Gelsinler diye çok rica etti. “Bir grubun gelmesi çok şeyi çözer, çok şeyin önünü zincirleme açabilir” dedi. Ben yasası yok, tehlikeli dedim. Ancak kendisi bu konuda önemli gelişmelere çok inandığı için öyle çağırdım. Ama sonuç ortada. Kim kuralı ihlal etti? Lütfü’nün hayatı gitti. Bunun hesabını kim verecek? Elif Uludağ var. Batman Cezaevinde. Oradayken oğlunu kaybetti. Hikâyesini dinlerseniz çok üzülürsünüz. Benim de böyle bir kamu düzeni kaygım var. O dönem de önce yargılama yok demişlerdi, sonra hepsini cezaevine gönderdiler. KCK dosyalarının durumu ortada. Bunların çoğunu da Cemaat düzenlemişti. Hatta KCK’yi MİT’le ilişkilendirerek ustaca hazırladıkları dosyalardı. On bin insan içeri alındı. Biz bunu nasıl kabul edebiliriz? Başbakan’ı görüyorsunuz. Onun hakkında bir dosya hazırladılar, ne düzeyde öfkelendiğini görüyoruz. Oysa o dosyayla Başbakan ya da oğlu içeri alınmadı. Ona rağmen verdiği tepki ortada. İşte bizim zorlanmamızın sebebi bunlardır. Biz içeride çürüyoruz. Binlerce gerilla bu soğukta dağlarda bekliyor. Onlarcası Kazan Vadisinde katledildi. (…) (Hatip Beye dönerek) Siz de bundan sonra daha pratik işler yapabilmek ve kamu düzeninin sağlanması için beni dikkatle dinleyin. Sen de iyi dinle Hatip arkadaş. Özal’dan beri Cemaat’in niyetini tespit ettim. Üzerinde yoğunlaştım. Darbe uluslararası küresel güçlerin işidir. Siz de üzerinde yoğunlaşacaksınız. Davutoğlu bunun farkında değil. Ben paralelden bahsederken, paralel tanımı bir gazetede iki kelimeyle yazılmıştı. Şimdi ise Cumhurbaşkanı her gün “Sonuna kadar üzerine gideceğiz” diyor. Yani zamanında anlayabilirlerdi. 7 Şubat, 17-25 Aralık sadece bir darbe değildir. Küresel bir operasyondur. Özal, Erbakan ve Ecevit de darbe ile gittiler. Bu çaba Erdoğan’la ilgili olarak da devam ediyor. Sakine’lerin ölümü de öyle. Siz de bu konulara yoğunlaşmazsanız politika yapamazsınız. Ben bütün meselelerin tarihsel boyutunu 1920’lere kadar götürdüm. Lobilerle bağlantılarını konuştum. Sayın Müsteşarla da bu konudaki tespitlerimiz örtüştüğü için şu anda bu toplantıyı yapıyoruz. Benim burada politika tarzım hayatidir. Hiçbir Kürt, hiçbir PKK’li, hiçbir solcu da benim gibi yapamaz. Yorumum: Açıkça cumhuriyetin kuruluş yıllarına söz ediyor. KGM’yi de buna katarak aynı düşüncede olduklarını söylüyor, ilginç. PKK 76’dan beri hep komplolarla karşı karşıyadır. Ben o yüzden uyarıyorum. Beni hala burada enstrümantal, araçsal ele alıyorlar. Bu tehlikelidir diyorum. Benim için söylediklerinin hiçbir önemi yok. Otuz yıldır benimle ilgili bir algı operasyonu yönetiyorlar. Bunu da hiç önemsemiyorum. Çünkü tarih beni doğruluyor. İşte on yıl önce müzakere masası kurulsun diyordum. O dönemin müdürü gülüyordu. Şimdi vardığımız nokta bu oldu. Gecikmeli olarak masa kuruldu. On yıl önceki kehanetim gerçekleşiyor. Paris’te yeni bir algı operasyonu yapılıyor. Sakine suikastı öyle sıradan değil. Çok planlı yapıldı. Benim için bir savaş gerekçesiydi. Sakine suikastı Birinci Dünya Savaşında Avusturya Veliahdına yapılan suikasttan dahi daha ağırdır bizim için. Benim dışımda hiç kimse o koşullarda o savaştan sıyrılamazdı. Ben bütün bunları gördüğüm için, ağır olmasına rağmen, burada yürüttüğüm çalışmayı devam ettirdim. Arkadaşlarımın ezik, ağır bakışları arasında, MİT ağır töhmet altındayken ben bu görüşmeleri yaptım. Bundan sonra da bu tarz yönelimler olabilir. Önemli olan çalışma yöntemini doğru koyup ciddi yaklaşmayı başarmaktır. Şimdi Zaman gazetesinin manşetinde o kadar bilgi var. "MİT neden suikastı açıklamıyor?” diyor. Ancak biz niyetlerini biliyoruz. KGM: Sizin bu tespitleriniz önemli. Ama siyasette bunlar ne kadar önemseniyor, onu da değerlendirmek lazım. Daha önce Sebahat hanımın verdiği kanun teklifi burada da konuşulmuştu. Şimdi de Eş başkanların 24 Nisan’da Ermenistan’a gidip geri dönünce bir yürüyüşe katılacağı söyleniyor. Siz HDP’nin Türkiye Partisi olması gerektiğini söylüyorsunuz. Türkiye’nin büyük bir kısmında ciddi tepki yaratacak böylesi planlamalarla nasıl Türkiye Partisi olacaksınız? P. Buldan: Böyle bir program yok. Bizim haberimiz yok bu programdan. KGM: İşte biz de size söylüyoruz. (…) KGM: Bu konuda siz de haksızlık yapıyorsunuz. Siz buradan örgütü yönetiyorsunuz. Buna müsaade ediyoruz. Heyetlerin geliş gidiş imkânlarını da sağlıyoruz. Bunlar hiç yokmuş gibi değerlendiriyorsunuz. Yorumum: İtirafa bakar mısınız? Örgütü yönetmesine göz yummak… Bu süreç başından beri ihanet doludur. Pek tabi ki bundan sonrakiler de… (…) KGM: Peki, hiç iyi şeyler olmadı mı? Var olan gelişmeleri de görmek lazım. A. Öcalan: Evet ama Cemaate kalsaydı PKK şimdi duman olacaktı. Baransu o dönem Tarafta yazmıştı. “Yirmi bir etkili PKK lider kadrosu imha edilirse mesele çözülür” demişti. İşte Sakine bunlardan biridir. Diğerlerini ise hala yapmaya çalışıyorlar. Etkili bir liste çıkarmışlardı, tıpkı 90’lı yıllardaki işadamları listesi gibi, Çiller’in listesi gibi. Geçmişte MİT’in de böyle planları vardı. Teoman Koman dönemini söyleyebiliriz. Sonra Emre beylerle bu değişti. Teoman Koman’ın maaşını CIA’den aldığını ve MİT’in onun denetiminde olduğunu sizler de biliyorsunuz. KGM: MİT başındayken değil de Jandarma’nın başına geçince maaş işi olabilir. Yorumum: Her ikisi de peş peşe adeta yarışırcasına Teoman Koman’a pislik atıyorlar. Sizce bu adamlarla nereye gidilebilir? Zaten gidilemedi de… KGM denen şahıs, devletin bu şekilde yürümediğini en iyi bilendir ama devlete ve kurumlarına sahip çıkmıyor. Ama bu arada öldürülecekler listesine itiraz etmiyor, dikkat! A. Öcalan: Ama bu Emre Beylerden sonra değişti. Sizlerin, Hakan Beyin çabaları önemli ama Emre Bey çok daha atılgandı. Değerli çabaları oldu. Biz de bu çabaları önemsediğimiz için burada süreci yürütüyoruz. Davutoğlu bunları anlayamıyor. Romantiklik dediğim şey bu aslında. KGM: Kamu düzeni devlet için son derece önemli. Aslında bu romantik değil realist bir yaklaşım. Bu konuda Kandil’in durumu daha tartışmalı. Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
ENFLASYON, RESESYON, STAGFLASYON, ATMASYON
Tumblr media
30.06.2022 / ANAKARA Bu satırlarda, oldukça uzun zamandır içten içe yaşanan ama son dokuz aydır ise açıkça belli olan ve ekonomiyi çıkmaza sokan enflasyon ile ilgili olarak, sokaktaki adamın dahi bildiği, bilimsel gerçeklerden bahsedilecek. Bunlar o kadar basit ve anlaşılır ki, insanlar ister istemez, “biz bu sıkıntıyı niye yaşıyoruz, bunlar işini niye yapmıyor?” diyor. ENFLASYON Enflasyon Nedir? Enflasyon, mal ve hizmetlere dair fiyat düzeyinin sürekli ve hissedilir yükselmesi sebebi ile paranın satın alma gücünde meydana gelen düşüşü ifade eder. Burada etkileyici unsur sadece belirli mal ya da hizmetlerin fiyatlarında meydana gelen artış değil, mal ve hizmetlerin genel fiyat düzeyinin sürekli ve hissedilir artması sonucu alım gücünde meydana gelen azalmadır. Dikkat edildiği gibi artışın sürekli ve hissedilir olmasını vurguladım. Fiyatlar, mal ve hizmetlerle dolaşımdaki para miktarı arasındaki dengeye göre oluşur. Mal ve hizmet artışına büyüme, para artışına sürüm dersek, sürüm ile büyümenin dengeli olduğu anlarda genel fiyat düzeyi değişmez. Biri diğerinden az üretilirse o az üretilen değerli olur. Bu bilgiden sonra daha teknik bir tarife gidebiliriz: Dolanımda bulunan para miktarıyla, malların ve satın alınabilir hizmetlerin toplamı arasındaki açığın büyümesi nedeniyle ortaya çıkan ve fiyatların toptan yükselişi, para değerinin düşmesi biçiminde kendini gösteren ekonomik ve parasal süreç. Enflasyon Nasıl Hesaplanır? Enflasyon hesaplama işlemi yapılırken resmi istatistik kurumlarından faydalanılır. Resmi istatistik kurumları aylık dönemler ile fiyat değişimini gözlemlemek için her türlü ürünün son tüketiciye satıldığı tüm işyerlerinde fiyatları inceler. Oluşturulan endeksler ile enflasyon hesaplamaları yapılır. Kullanılan en temel iki endeks; Tüketici Fiyat Endeksi (TÜFE), Yurt İçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE)’dir. TÜFE; gıda, giyim, binek araç gibi hane halklarının tüketimine yönelik mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki değişimlerin hesabında kullanılır. Yİ-ÜFE ise ülke ekonomisinde üretimi yapılan ve yurt içinde satılan ürünlerin üretici fiyatlarındaki değişimleri ölçen fiyat endeksidir.  Enflasyon Türleri Nelerdir? Fiyatların artış oranına göre enflasyon türleri: Ilımlı enflasyon: Genel fiyat artışlarının düşük düzeylerde gerçekleştiği ve enflasyon beklentisinin meydana gelmediği durumlar için kullanılan bir terimdir. Ilımlı enflasyon, sürünen enflasyon olarak da adlandırılabilir. Zamana ve mekâna bağlı olarak her ekonomi için farklı bir oranda gerçekleşir. Bu tür bir enflasyonun ekonomiye olumsuz etkileri olmaz. Yüksek enflasyon: Bu enflasyon türünde piyasaların işleyişi bozulabilir, gelecek hakkında yüksek belirsizlikler söz konusu olabilir, paranın bir değer ölçüsü ve tasarruf aracı olma özelliği büyük oranda zayıflayabilir. Bu zayıflık, yatırıma yönelik, ülke içi kredi sistemini bozar. Dış kredi öne çıkar. Hiperenflasyon: Çok yüksek oranda meydana gelen bir enflasyon türüdür. Paranın fonksiyonlarını yitirmesine sebep olan hiperenflasyonun özelliği, piyasa işlemlerinin ulusal parayla değil, döviz üzerinden yapılmasıyla sonuçlanması ve ulusal para sistemini çöküşe uğratmasıdır. Genelde ülkenin çok ağır koşullardan geçtiği dönemlerde meydana gelir ve bu ülkeler yeni para birimine geçmek durumunda kalabilir. Nedenlerine göre enflasyon türleri: Talep enflasyonu: Toplam mal ve hizmet talep düzeyinin toplam mal ve hizmet arzı düzeyini aşması ve sürekli olarak fiyatların yükselmesine sebep olması durumunda talep enflasyonu oluşur.  Maliyet enflasyonu: Üretimin girdisi olan mal ve hizmetlerin maliyetlerinin artmasının bir sonucu olarak fiyatlarda meydana gelen sürekli artışlar ile maliyet enflasyonu oluşur. Bu enflasyon türünün oluşmasındaki bir diğer etken ise firmaların kar oranlarını arttırmak istemeleri olabilir. Firmaların üretimde kullandığı emek, hammadde ve girdi maliyetleri sabit olduğu halde kar amacı güderek fiyatları artırması, enflasyona sebep olur. Enerjide ve hammaddede dışa bağımlılık, doğal afet, döviz kurundaki artışlar, vergilendirmeler de diğer etkenlerden bazılarıdır. Yapısal enflasyon: Eksik rekabet piyasalarında firmaların kar paylarının yüksek olması ya da arzın talebe cevap vermekte gecikmesi gibi bazı durumlar yapısal enflasyonu doğurur.​ Enflasyon beklentisi: Enflasyonun oluşmasında kilit rol oynayan unsurlardan biridir. Tüketicilerin ve üreticilerin ileride fiyatların yükselmeye devam edeceğini beklemeleri durumunda, bu beklentiler geleceğe yönelik ücret talepleri aracılığıyla mal ve hizmet fiyatlarına artış olarak yansımaktadır. Maaş zammı, kira artırımı ve ticari alım-satım sözleşmelerine konu olan ileriye dönük fiyat belirleme gibi talepler bu duruma örnek gösterilebilir. Bu beklenti ve talepler gelecekteki enflasyonu belirleyebilmektedir. Bu durum, enflasyon beklentilerinin kendini doğrulaması olarak adlandırılmaktadır. Enflasyona Giden Yol Nereden Geçer ve Ülke Neden Enflasyon Kıskacına Girdi? 1. Gereksiz kamu harcamaları bu başlık altında önemli hacim kaplar. Buralara harcanan para üretime yönlendirilmelidir.             A. Sürekli tüketen dış göç alma ve onlara kamuya ait paranın harcanması.             B. Karşılığı alınmadan yabancı ülkelere yapılan yardımlar. Bunların bazıları terörist olarak nitelenen oluşumlara gidiyor.             C. Ülkenin sürekli savaş durumunda olması. 2. Piyasa kontrolünün olmaması. Devletçilik işte tam da bu nedenle var. Ülkede üretilen malların en az yarısının devlet üretimi olması tam da bu nedenle gereklidir. Özellikle de tekel oluşturacak, rekabeti ortadan kaldıracak mallarda üretim tamamen devlet elinde ya da kontrolünde olmalıdır. 3. Kamuda gereğinden fazla istihdam. 4. Üretime katkısı olmayan tesislerin yapılması ve bunların cari giderlerinin kamuya yük olması. Bunun yanında yap-işlet-devret modeli ile kamu özel işbirliği ile yapılan ve Londra merkezli sermayenin ve yargının kontrolünde olan tesisler de ciddi bir enflasyon nedenidir. 5. Üretimin olmaması. Tüm ihtiyaç maddelerini kendisi üreten bir ülkenin enflasyon ile bir sorunu olabilir mi? 6. İtibarsızlık. Bir yere takıldığında yırtılan giysi, bir depremde yıkılan janjanlı bina, bir kazada hurdaya çıkan lüks araba, altın kaplamalı uçak, havuzlu yat vb. itibar nesnesi olamaz. Olsaydı kuşların ve balıkların itibarı olurdu. Birine kuş beyinli, diğerine ise balık hafızalı diyoruz. Demek ki bu şekilde itibarın peşinde koşanların beyinleri ve hafızaları bu saydıklarımdan daha kötü durumda…  7. Hammadde-yarı mamul-tam mamul zincirinin bu topraklarda olmaması sürekli olarak bir enflasyon nedenidir. Yer altından çıkan her tür maden son kullanıcıya erişecek şekilde ülkede işlenmelidir. Aksi durum hammaddeyi satıp, yarı mamulü ve son mamulü satın almak demektir. 8. İthalat temelli ihracat enflasyonu artıran ciddi bir nedendir? Ülke ekonomisi iyi durumda bile olsa küresel ortamda döviz yükseldiğinde enflasyon baskısı hemen oluşur. 9. Enerjide dışa bağımlılık. 10. Bilgisizlik ve takıntılı olma halleri. Günümüz ekonomisi 1500 yıl öncenin lafları ile yönetilemez. Enflasyonun Olumsuz Sonuçları Nelerdir? 1.Paranın satın alma gücü düşer. Buna, gerçek gelirin düşmesi demek de mümkündür. Satın alma gücünün sürekli düşmesi para birimine olan güveni azaltır. Halk, giderek artan bir oranda, değerini koruyan para birimlerini satın alır. 2.Gelir dağılımı bozulur. Zengin ile fakir arasında uçurum oluşur, orta tabaka giderek yok olur. 3.Enflasyon büyümeyi olumsuz yönde etkiler. Mal ve hizmet üretimi azalır. 4.Faizlerin yükselmesine neden olur. Dolayısıyla borçlanma maliyetleri yükselir. 5.Yatırımcıya para sağlayan ana kaynak olan vatandaşın tasarruf eğilimi azalır ve bankaların üretime yönelik vereceği kredi gücü düşer. Böylelikle yatırım düşer. Yatırım olmayınca üretim olmaz, işsizlik artar ve kısır döngü başlar. 6.İş belirsizliği artar ve giderek işsizliğe dönüşür. RESESYON / DURGUNLUK Tam Türkçesi durgunluk olup, ülke ekonomisinin belli bir süreliğine küçülmesidir. Nedir bu süre? Kimi uzmanlara göre ekonomi, bir yıl içinde, birbiri ardına gelen iki çeyrek dönemde daralmışsa durgunluk söz konusudur, kimilerine göre ise Gayri Safi Yurt İçi Hasıla’nın (GSYİH) izlenmesi yeterlidir. Bununla Kişi Başına Düşen Milli Gelirin (KBDMG) düşüp düşmediğine bakılıyor. Ülke ekonomisindeki büyüme hızı, nüfusun artışından geri kaldığında KBDMG düşebiliyor. Buradan da anlaşılacağı üzere, ekonomik durgunluk, çok üreyen gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerin sık sık karşılaştığı bir sorundur. Makroekonomide durgunluk, reel GSYİH’nin iki ya da daha çok çeyrek yıllık dönem içinde arka arkaya küçülmesi durumunu işaret ediyor. Çok daha uzun süreli bir durgunluk ise ekonomik çöküş şeklinde ifade ediliyor. Sanayi üretimi, istihdam, gerçek gelir, toptan ve perakende ticaret verileri gibi tüm makroekonomik veriler bu kapsamdadır. Resesyona Girme Nedenleri Ekonomik büyümenin nüfus artış hızının altına inmesi, kişi başına düşen milli gelirin gerileyen ya da durağan bir hale dönüşmesi, işsizlik artışı, ekonomik faaliyetlerde meydana gelen duraklama ya da gerileme ve üretim faaliyetlerinde düşüş, belli başlı nedenlerdendir. Durgunluğun sonuçları olarak karşımıza genelde kişisel tüketimin, özellikle özel sektörün yatırım harcamalarının düşmesi ve bunlara bağlı olarak üretimin düşmesi çıkar. Üretimin düşmesi atıl kapasitenin artması demektir. Durgunluk ile mücadele kamu harcamalarının artırılmasına yönelik tedbirlerle yapılmaya çalışılıyor. Bu da özel harcamalardaki yetersizliğin kamu harcamaları ile giderilmesi sonucunu doğuruyor. Bununla milli gelir düzeylerinin aynı kalması hedefleniyor. Bu bir çeşit kulağı ters el ile göstermektir. Kamu harcamaları halktan toplanan vergilerden oluşan para ile yapılmaktadır. Bu tersliği görenler mücadele yöntemi içine vergilerin azaltılmasını eklemişlerdir. Ancak burada çok önemli bir nokta var: Vergi azaltma yöntemi çok geniş kapsamda olmalıdır. Tersi durumda az sayıda kişi yararlanacaktır. Ne kadar çok kişi yararlanırsa, harcamalar, o kadar artacağından denge durumunu yakalamak kolaylaşacaktır.  STAGFLASYON En anlaşılır hali ile “durgunluk ile enflasyonun aynı anda görülmesidir. “Durgunluk anında fiyatlar genel düzeyinin sürekli ve hissedilir artışı” olduğu denirse en anlamaza bile anlatılmış olur. Daha anlaşılır yapalım: Cebinizde para var, almak istediğiniz malın olduğu mağazaya gittiniz ve malı alamadınız. Niye? Çünkü fiyatı artmış. Aradaki farkı bulmak/kazanmak/edinmek için ayrıldınız ve geri geldiğinizde fiyatın yine artmış olduğunu gördünüz… Yeniden para bulmaya gittiniz, geldiğinizde yine aynı sonuç… Kısacası paranız var ama alamıyorsunuz. Bu kısa zaman sonra “lanet olsun, param var ama alamıyorum” şekline bürünüyor ve üretilen mallar satılamıyor. Haliyle süreç derinleşiyor… Olayı biraz daha bilimsel yazın ile anlatarak ilerleyelim. Yeterince ekonomik görüş vardır ama genelde Klasik İktisat Teorisi ile Keynesçi Teori öne çıkar. Stagflasyonda hangi teori açısından bakarsak bakalım bir çelişkiyi görürüz. Nedir o çelişki? Enflasyon ile işsizlik arasında ters orantı söz konusudur. Biri düşerken diğeri artar. Ancak stagflasyon ortamında her ikisi de yükselir. Bunu açıklamak olanak dışıdır. Genel olarak enflasyonun ortaya çıkması toplam talebin toplam arzı aşması sonrasında görülür. Bu ne demektir? Üretim tüketimi karşılayamıyor ve fiyatlar artıyor demektir, tam istihdama ulaşılmıştır demektir, artık ne kadar üretim tesisi yapılsa da yerleştirecek iş gücü bulunamayacak demektir. Durgunluk ise istihdamın düşmesidir. İşte çelişki tam da bu noktada kendini gösterir. Stagflasyon ortamında ekonomi, hem gelişmekte olan ekonominin, hem de gelişmiş ekonominin tepkilerini verir diyor ve henüz ülke bu konuma gelmediği için konuyu burada kesiyorum. Niye bahsedildiğini açmak gerekirse, sürecin sonunda varılacak yerlerden biri olduğu için bahsedilmesi gerektiğinden bahsedildi. Burada kesilmesinin nedeni ise, bundan sonrasının gelişmekte olan ülke stagflasyonu ile gelişmiş ülke stagflasyonu arasındaki nedenlere, farklara ve olası çözüm şekillerine girmesidir. Stagflasyondan çıkmak derin bir bilgi ve sıkı bir yetenek ile irade gerektirmektedir. ATMASYON Faiz sebep, enflasyon sonuçtur deniyor. İlgilileri uyarmakta yarar var, ekonomi ciddi bir bilimdir, Arapça değildir ki tersten okunsun… Son Söz: Enflasyondan kurtulma yolları konuya dahil edilmedi. Gerektiğinde bir başka yazıya konu edilebilir. Zaten enflasyona giden yolun tam tersine gidilirse enflasyondan uzak kalınacağı açıktır. Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
Savaş Stresi veya Çatışma Şoku
Tumblr media
Clausewitz der ki savaş basittir, ama kolay değildir. Herhangi bir konvansiyonel harbe katılmadım ama katıldığım iç güvenlik harekâtları ile sınır ötesi harekâtlarda bu sözün ne kadar doğru olduğunu yaşayarak anladım. Savaş kâğıt üzerinde göründüğü gibi iki taraflı mekanik bir müsabaka değildir. Araç, silah, gereç, iklim, arazi şartları ve personel ile ilgili zafiyetler vb. birçok faktör devreye girdikçe, Clausewitz’in bahsettiği ve NATO talimnamelerinde yazıldığı gibi bir sürtünme ortaya çıkıyor. Bunun sonucunda birliklerin muharebe gücü, sürtünen katı nesnelerin aşınması gibi aşınıyor. Bu durum, fiziksel güçteki azalma kadar psikolojik güçte, yani savaşma azim ve iradesindeki azalma şeklinde de ortaya çıkıyor. Çatışmalı bölgelerde uzun süre görev yapmanın sebep olduğu psikolojik güç kaybı hem birlik seviyesinde hem de birey bazında yıpratıcı etkiler yaratıyor. Bu da bazı askerlerde psikolojik açıdan olumsuz gelişmelere sebep oluyor. Bu durum askeri adeta tüketiyor. Profesyonel askerlerden oluşan birlikte çalışırken bazı dergi ve gazetelerden Doğu ve Güneydoğu Anadolu��da görev yapan asker, subay ve astsubayların bir kısmının savaş stresi yaşadıklarını ve bununla başa çıkamadıklarını okur fakat verilen örnekler bana çok saçma geldiğinden bunları gazetecilerin kafalarından uydurduklarını düşünürdüm. Ama daha sonra mecburi askerlik sistemi gereği orduya katılan askerlerden oluşan birliklerle çalışınca gazete ve dergilerde yazılanların çoğunun doğru olduğunu yaşayarak anladım. Anladığım kadarıyla stres veya şok gibi kelimelerle ifade edilen bu normal dışı ruh hali ve davranış biçimlerinin temelinde korku ögesi var. Ayrıca yine anladım ki korku, o kadar anormal bir şey değil. Korku, normal boyutlarda herkeste oluyor. Bu faydalı bir şey aslında. Daha iyi korunmak için gayret sarf etmemize sebep oluyor. Ama korkunun seviyesi herkeste farklı derecede ortaya çıkıyor. Bazıları korkularını kontrol edebiliyor. Bazılarının korkuları ise o kadar ani bir şekilde ortaya çıkıyor ve o kadar büyük oluyor ki kontrol edemiyor. Tam tersine korku onları kontrol eder hale geliyor. İşte bu durum, personelde normal dışı davranışlara sebep oluyor. Böylece, görevini layıkıyla veya hiç yapamayacak hale geliyor. Bununla birlikte, bu korku ister hafif ister yüksek seviyede olsun askerler ortama alıştıkça zamanla azalıyor. Fakat fobi denilen ve hastalık seviyesinde bir korku var ki anlaşılması ve tedavi edilmesi çok zor. Çünkü fobilerin belirli bir mantığı olmadığı için fobisi olan kişileri teskin etmek mümkün olmuyor. Bu fobiler; karanlıktan, yalnız kalmaktan, örümcekten, yüksekten, dar alanlardan, silah sesinden ve sıradan yüksek seslerden korkmaktan sessiz ortamlardan korkmaya kadar çok çeşitli olabiliyor. Tüm bu olayları incelediğimde, iki farklı durumla karşı karşıya olduğumu anladım. Bunlardan biri; uzun süre stres altında yaşamaktan, diğeri ise ani bir şekilde yoğun korkuya maruz kalmaktan kaynaklanıyordu.  Bu konunun uzmanı değilim ama sanırım birinci durumu savaş stresi denilen kavram içinde değerlendirmek mümkün. Bu durum, sürekli olarak sabit bir üs bölgesinde saldırı tehdidi altında nöbet tutan askerlerde çok sık görülüyordu. Uzun süre devam eden çatışma, yürüyüş, soğuk, yorgunluk ve uykusuzluk gibi yıpratıcı etkilere maruz kalan askerlerde de bu tür tepkiler ortaya çıkabiliyordu. Bu tepkilerin bazıları geçici olup personel stres ortamından çıkınca hızla normal davranış biçimlerine dönerken bazı askerlerde bu durum kalıcı etkiler yaratabiliyordu. İkinci durum ise çatışma şoku olarak adlandırılabilir. Pusuya düşen, mayına basan veya mayına basan araçta bulunan bazı askerler bu şoku yaşayabiliyorlardı. Bu şok da bazı kişilerde birkaç saniyeden birkaç dakikaya kadar kısa süreli olurken bazı kişilerde saatlerce ve hatta günlerce sürebiliyordu. Bu şok ve stres durumu genel olarak eğitimsiz askerlerde daha yoğundu ama eğitimli ve askerliği meslek olarak seçmiş kişilerde de görülebiliyordu. Profesyonel askerlerin büyük bir kısmı zamanla çatışma ortamına adapte olurken askerlik görevini yerine getiren ve profesyonel olmayan askerlerin daha azı bu durumla başa çıkabiliyordu. Bazen de sivil yaşamdaki fobiler veya bazı batıl inançlar su yüzüne çıkıyor ve bu tür kişilerin ortama adapte olması neredeyse imkânsız hale geliyordu. Bu durum, çatışmalı bölgelerdeki askeri birlikler için psikolojik desteğin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Askerler çatışmalı bölgelere sadece askeri eğitimde mükemmelleştirilerek gönderilmemeli, aynı zamanda psikolojik olarak da hazırlanmalıdır. Komando birliklerine sadece fiziksel olarak güçlü olanlar değil psikolojik olarak da dayanıklı olan askerler seçilmelidir. Ayrıca, çatışmalı bölgelerde görev yapan birliklerde profesyonel psikologların istihdam edilmesi gerekmektedir. Bu tür rahatsızlıklar bir mıh bir atı, bir at bir askeri söylemindeki kadar ve hatta ondan da önemlidir. Çünkü psikolojik travmalar ve stres bozuklukları birliklerde çok hızlı kopyalanmakta ve yayılmaktadır. Bunların bir kısmı gerçek bir bulaşma olmakla birlikte bazıları da askeri hekimlerin konversiyon diye tanımladıkları beynin sıkıntılı durumdan kaçma eğilimi sebebiyle geliştirdiği bir davranış biçimi olabilmektedir. Bu iki durumu ayırt edebilmek ve ona göre tedbir almak çok önemlidir. Bu sebeple, birlik komutanları bu tür sorunlarla başa çıkma konusunda eğitilmelidir. Bu konuya en az harekât, lojistik ve istihbarat konuları kadar, hatta onlardan daha fazla dikkat edilmeli ve çatışmalı ortamlarda askerlerin psikolojik açıdan sağlıklı kalabilmeleri için her türlü tedbir alınmalıdır. Aksi takdirde, kısa sürede çok sayıda asker işe yaramaz hale gelmekte ve birliklerin savaşma azim ve iradesi azalmaktadır. Bu durum da başarısızlığa sebep olabilmektedir. Bu sorun, sadece Türk ordusu için değil tüm ordular için geçerlidir. Nitekim, basın organlarına yansıyan haberlere göre Ukrayna’da hiç beklemediği bir direnişle karşılaşan ve ağır zayiatlar veren Rus ordusunda da bunun örnekleri görülmektedir. Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
SİYASET ÖNGÖREBİLMEKTİR[1]
Tumblr media
İMRALI GÖRÜŞMELERİ – 21 26.06.2022 / ANAKARA Katılanlar: Sırrı Süreyya Önder, İdris Baluken, Pervin Buldan Konular: Sağlık sorunları (alınmadı), devlete ve AKP’ye yüklenme, heyetin “başkan” yağcılığı, Suriye iç savaşı, kadın meselesi ve yorumları. *Konuşma metni içinde geçen koyu yerler vurgulanmak maksadıyla tarafımdan yapılmıştır. *(…) işaretinin görüldüğü yeler bir metnin olduğu ama önemli görülmediği ve kaldırıldığını gösterir. Açılım ya da çözüm süreci adı altında bir şeylerin planlandığına dair duyumların / söylentilerin arttığı bir zamanda, geçmişte konuşulanlar / yapılanlar çok daha fazla anlam kazanıyor.BAKINIZ. Bilirsiniz, geçmiş geleceğin aynasıdır ve hep de doğru çıkar. Bir süreç olacağı görünmekle birlikte, açılımın ya da çözümün olmayacağı bir gerçektir. Çünkü mevcut zihniyet çözümsüz kalan her konunun kendisi için kullanışlı olduğunu bilmektedir. Kısacası sonuç alınmayacaktır. (…) A. Öcalan: (…) Benim için ciddiyet önemlidir. Daha önce aile ciddiyetinden bahsetmiştim. Damat ciddiyetine, gelin ciddiyetine, siyasi ciddiyete değinmiştim. Devlet ciddiyeti de böyledir. Devlet de öyle bir ciddiyet gerektirir. Yanlış anlaşılmasın, ben anti-devletçiyim, yani toplumcuyum. Ama devleti Marks’tan, Lenin’den ele alırım. Bunu devlet de biliyor. Devlet bana ciddi yaklaşmazsa doğru sonuç almamız mümkün değil. Sizin siyasetiniz de bu ciddiyette olmalı. Ama demokratik siyaseti çok hazırlıksız görüyorum. Daha sonuç alıcı olmalısınız. Yanlış anlamayın, siz halk çocuklarısınız, dürüstsünüz ama siyaset yapmak başka bir şeydir. Bu işlerin ne kadar ciddi olduğunu küçüklüğümden beri arkadaşlarıma veremedim. (…) Sizde bu eksik. Devlet de bu konularda yetersizdir. Devlet içine bile sızmalar var; hatta istihbarat kurumlarına, buraya, benim bulunduğum alana kadar sızmalar var. Bu dağınıklık hepinizde var. Bizim, AKP’nin ciddiyetsiz yaklaşımlarını, bütün bu kusurlarını örtmemiz isteniyor. Bunun için heyeti kullanıyorlar. Heyeti burada üzerimize salmaya çalışıyorlar. Ben devlet heyetini önemsiyorum. Kürt sorununda devlet heyetinin ağırlığını kullanmak istiyorlar. Kürt meselesini ne hale getirdiklerini biliyoruz. Bu el sıkışma meselesi var. El sıkışmayı önce devlet başlattı. Yani ilk önce onlar el uzattı. Şimdi Başbakan konuşmalarında “Biz teröristlerle el sıkışmadık, el sıkışmayız” diyor. Dedikleri doğru değil. Haftalarca neden böyle düşünüyorlar, konuşuyorlar diye düşünüp taşındım. İnsan biraz ciddi olur, saygılı olur. Ben de saygılı olmak zorundayım. Biz bu yaklaşımı asla kabul edemeyiz. Devlet yetkilileri bu konuda daha ciddi. Sayın Yetkili de zor koşullarda inisiyatif kullanarak buraya geldi, çalışmalar yürüttü. Ben onun yaptığı çalışmaları değerli bulduğum için gayret gösteriyorum. Gerçi biz uzun vadede devleti sönümlendirmek istiyoruz. Ama böyle olsa bile bu işin ciddiyetinin olması gerekir. Ben böyle yaklaşıyorum. Ama devlet yetkilisi Selahattin Beyle görüşmek istemiş. (Sırrı’ya dönerek) Siz sanırım Hakan Bey ile görüşmüşsünüz, kendisi Selahattin Bey ile de görüşmek istemiş. Selahattin neden görüşmemiş? İki eli kanda da olsa görüşmeliydi. Böyle yapmakla acemiliğini ortaya koydu. Kurumsal kimliğini en basit yöntemlerle (kutular vb.) ortaya koyarsan oyunun oranını düşürürsün. Muhalefeti daha bilinçli yapmak gerekir. Erdoğan’a yönelik muhalefeti ben yürütüyordum. Şimdi hükûmet de bazı adımlar atmamızı istiyormuş. Karadeniz’e kadar gerilla gelmiş diyorlar. Her tarafta hazırlıkların olduğunu söylüyorlar. Şimdi bizim çekmemizi istiyorlar. Beşir Beye de söyleyin, böyle devam ettiği sürece hiçbirini oralardan çekmeyeceğiz. İşte Muğla’ya kadar geldiklerini biliyoruz. Bu koşullarda ben gerillayı çıkarmayacağım. “Öcalan aptal değil, akıllı bir adamdır” deyin. Çünkü bunlar daha birkaç hastayı bile cezaevinden çıkarmadılar. O kanser hastalarının son günlerini dışarıda geçirmelerini bile sağlayamadılar. Yaklaşım bu olursa ben nasıl güveneceğim? Yine bu karakol meselesi var. Bu konuda Kandil’i de sert eleştirmiştim. Kandil tam bir yıl boyunca beni burada çıldırttı. Oysa benim yazdıklarım ortadadır. Ben “Ateşkesin ruhuna en küçük bir aykırılık tedbir almayı gerektirir” demiştim. Bu sürede AKP’nin yapmadığı melanet kalmadı. Sadece Şemdinli’de 47 karakol yaptılar. Yetmedi, her tarafa HES, güvenlik barajları yaptılar. Biz “İç siyasette silah kullanılmasın” dedik. Ama her yere karakol, baraj, su, yol yaptılar. Kandil anında buna yanıt verebilirdi. Karakollara karşı savunma merkezleri oluşturabilirlerdi. Neden yapmadılar? Asker öldürün demiyorum. Neden savunma merkezleri kurmadılar? (…) A. Öcalan: (…) Kürt Hareketi’nin önderlik meselesi önemlidir. Bu konuya değinmek gerekir. Ben çok önceden uyarmama, söylememe rağmen gerekli tedbirler alınmıyor. Çok kızıyorum; Kandil’e de, legal siyasete de kızıyorum. Sincar’da yaşanan olaylar çok trajiktir. Katliamlar oluyor, kadınlara yönelik farklı şeylerden bahsediliyor. Kandil de, legal siyaset de beni yanıltıyor. Kandil tedbirini almıyor. Ben bu kadar mesafe kat edeceğim, sen (demokratik siyaset) bir görüşmeye bile tenezzül etmeyeceksin! Böyle Kürtlük olmaz. Bu Kürtlük ölü Kürtlüktür. Böyle K��rtlük yere batsın. Hepiniz kadronuzu yetiştireceksiniz, anlamaya çalışacaksınız! Şimdi basın “Yeni bir yıldız doğuyor ama Apo bu tarihi gelişmenin önünü alacak, engelleyecek” deniyor. El insaf derler yahu! Böyle saçma bir şey olur mu? Toplumu bu temelde saptırıyorlar. Siz de yeterli cevap olamıyorsunuz. Anında cevap vereceksiniz, yeterli olacaksınız. Demokratik siyaseti doğru işletmeniz lazım. Siz beni temsil ediyorsunuz, bunları anlatmanız lazım. Bin yıllık bir mesele, bu çok ciddi bir olay. Biz öyle Hasso Hüsso gibi ucuz bir iş yapmıyoruz. Küsmekle, kendini yere atmakla, ağlamakla olmaz. Bir devlet adamıyla görüşmeye bile üşeniyor. İşte bugün geldiğiniz aşama ortada. CHP bile artık bitiyor. Siz biraz gayret göstereceksiniz. Ben Selahattin’i severim, sayarım. Eleştirilerimden faydalanmasını söyleyin. Ben onun önünü açmaya çalıştım, adım adım onu büyütmeye çalıştım. O da bu yeterliliği göstermek zorunda. Şimdi HDP çok kritik bir noktaya geldi. Bunu büyütmek zorundasınız. (…) Yorumum: Selahattin Demirtaş neden tutuklu? Birincisi mevcut zihniyete “seni seçtirmeyeceğiz dediği için, ikincisi İmralı canisi ile ters düştüğü için. Zaten mevcut zihniyet “Edirne’deki, İmralı’ya hesap verecek” derken bunu kast ediyordu. Her ikisi de Selahattin Demirtaş’tan korkuyor. Çünkü her kesimden gelen ciddi bir oy oranı var () ve bunlar gibi “siyasi” değil, dürüst ve gerçekçi. Bu iki niteliğinden dolayı heyetten çıkarılmıştı. Gelinen noktada HDP, Edirne ve İmralı arasında kalmış durumda. Edirne daha öne çıkıyor, İmralı yaşlandı ve bitmek üzere. Kandile de söyleyin, beni doğru anlasınlar. Şu anda bir ateşkes var, bu çok önemlidir. Ancak ateşkes durumu hiçbir şeye karışmayacaksın anlamına gelmez. Her alana müdahale edeceksin. Kandile de söyleyin: Sadece adam öldürmeyeceksiniz, onun dışında her şeyi yapacaksınız. Hükûmete de söyleyin: İlkeler paketini, siyasi paketi gündemlerine alsınlar. Öyle bayrak edebiyatı yaparak sorun çözülmez. “Tek bayrak” diyorlar. Bayrak zaten yerinde sallanıyor, rüzgâr vurdukça dalgalanıyor. İki ayda silahları devreden çıkartabiliriz. Onlara söyleyin: Bu mesele hal olursa kadına karşı terör de, sokaktaki terör de biter. Bunlar bunu görmüyorlar mı? Bizim sunduğumuz öneri devleti de büyüten bir öneridir. Mustafa Kemal hareketi devleti küçültme, bizim sunduğumuz öneriler devleti büyütme, sağlamlaştırma formülüdür. Beşir Beye de bunları anlatın. Böyle ucuz siyaset olmaz. Biz çok dürüst ve ilkeli bir şekilde siyaset yapıyoruz. Seçimi kazanmış olabilirler, ama savaş kaybettirir. Ben yüz bin gerillayı harekete geçirirsem sen ne yapacaksın? Onlara da söyledim: İşte Kobani’de savaştınız, kaybettiniz. Musul’da da savaşabilirler ama kaybederler. Ben yüz bin gerillayı harekete geçirirsem çok çok beni öldürürler ama ikinci günde kendisi de ölür. Yorumum: Açık bir şekilde Mustafa Kemal’e dil uzatıyor. Yine açık bir şekilde kendiyle çelişiyor. Yukarıda anti devletçiyim, devleti sönümlendireceğim diyor, burada ise sunduğu önerilerin devleti büyütme, sağlamlaştırma yönünde olduğunu söylüyor. Suç bunlarla el sıkışanlardadır. Bunlar devleti rant ve çıkar için kullanıyorlar. Ben olağanüstü sabır ve tahammül gösteriyorum, çünkü Türkiye felakete sürüklenecek. Geçenlerde bir ABD’li Leyla’ya “Öcalan nasıl sabrediyor, tahammül ediyor, anlamıyoruz” demiş. Benim oyunların içerisine dâhil olmamı istiyorlar ama ben bunu yapmam. Ama hükûmet de adım atacak. Onlara “Türkiye’yi demokratikleştirmezseniz silahlar iki katına çıkacak. Karakollara karşı iki kat fazla savunma merkezi oluşturulacak. O nedenle ekolojik, ekonomik, demokratik, kültürel ilkelerde ilerleme sağlamalıyız” deyin. Bunlar Ankara’da oturuyorlar; tüm doğayı, vadileri, meraları ihale ediyorlar, peşkeş çekiyorlar. Rant zihniyetiyle hareket ediyorlar, El atmadıkları tek bir mera kalmadı. İşte ekoloji komisyonunu bu yüzden önemsiyorum. Bir ekolojik ilke olacak, kültürel ilke olacak, ekonomik ilke olacak. S. S. Önder: Başkanım, Leyla ile beraber bölgede sizin belirlediğiniz çerçevede yoğun bir diplomatik trafik yürüttük. Önce Mesut Barzani ve Neçirvan ile görüştük. Selamlarınızı ilettik. Kongreye dair önerinizi yineledik. Öngörülerinizin çıkmış olmasına vurgular yaparak meselenin aciliyetini anlatmamız etkili oldu. Bunu muhataplarımızda da gözlemledik. Barzani’nin eski katı tutumunu esneteceği izlenimi edindim. Neçirvan’la yaptığımız görüşmede bundan daha çok emin oldum. Sanırım Türkiye’nin de bu yönde telkinleri başlamış ya da en azından eskisi gibi ambargo tutumları yok. O kısmı olumlu geçti diyebilirim. Görüşebileceklerini söylediler. Barzani ulusal savunma için PYD’ye her türlü katkıyı sunduklarını ve sunmaya devam edeceklerini söyledi. KCK ile görüşmemizde de onlar bayramdan sonra kapsamlı bir görüşme yapabileceklerini belirttiler. (…) Daha sonra Süleymaniye’ye geçtik. Sayın Talabani’yi ziyaret ettik. Sağ tarafı olduğu gibi paralize durumdaydı. Bu, beynin konuşma merkezini de etkileyen bir şey. Fakat hafızası ve bilinci yerindeydi. (…) KNK ile görüştük. Onların çalışmaları ve bizim çalışmalarımızı ortaklaştırma zeminlerini konuştuk. Size özel selamları var. İran KDP Temsilcisi Muhammed Salih bizimle görüşmek istedi. Ona randevu verdik. Görüşmeden anladığımız sonuç, size büyük hayranlık ve saygı beslediğiydi. Daha çok bir hatır ziyareti gibi oldu. Size özel selamları var. Biz de onunla hem İran’a dair tespitlerimizi, hem de fazla detaya girmeden bölgenin durumu ve Ulusal Kongre’nin aciliyeti meselesi konularında görüşlerimizi paylaştık. Daha sonra bizim heyet ile aynı gün Kandil’le görüştük. (…) (…) S. S. Önder: Bölge ziyareti genel olarak böyleydi. Onun dışında Demokratik İslam Kongresi’nden arkadaşlarla görüştüm. Kobani ve Gazze gibi meselelerde Konferans adına gür bir ses çıkarmaları gerektiğini, kendilerini kurumlaştırmaları ihtiyacını aktardım. Urfa’yı merkez edebileceklerini söyledim. Bunun dışında Hakan Bey ile görüştüm, ayrıntılarını biliyorsunuz. A. Öcalan: Biliyorum. Bu Demokratik İslam Kongresi’nin kurumsallaşması ve çalışmalarının süreklileşmesinin önemli olduğunu belirtmiştim. (…) S. S. Önder: Yalçın Akdoğan beni aradı. (…) Başbakanın görüşmek istediğini söyledi. Ben de kendisine sağlık ve başarı dileklerimi aktardım. Başbakan bana “Biz işimizi bitirdik, siz de inşallah süreci sonuca ulaştıracaksınız, değil mi?” diye sordu. Ben de bunun ancak birlikte, ortaklaşılarak çözülebileceğini, sizi bizi olmadığını söyledim. Sanırım Hakan Bey Dışişleri Bakanı olacak. Onu artık siz kendiniz tebrik edersiniz. A. Öcalan: Öyle gözüküyor. Önemlidir. Tek başına bu işe başladı. Bulunduğu konum da stratejiktir. Başlangıçta belki etrafında üç kişi yoktu. Bugün bu sorunu aşabildiği söylenemez. Bulunduğu kurum önemlidir ama Dışişleri Bakanlığı da önemlidir. S. S. Önder: Kabine saçma sapan yetersiz insanlarla dolu. (…) Hakan Bey şimdiki konumu gereği kamuoyuna pek konuşamıyor. Eğer bakan olursa bir siyasal sözcülük işlevi de görecektir sanırım. A. Öcalan: Evet, bu çok önemli ve dönüştürücü bir işlev görebilir. S. S. Önder: Hatip Beyle görüştüm. Sizin selamınızı ve önerinizi aktardım. KCK de Hatip Beyin DTK Başkanlığına çok olumlu bakıyor. Destek ve güç vereceklerini söylediler. Hatip Beye bunları aktardım. (…) (…) A. Öcalan: Ben sizleri hiç eleştirmiyorum. Siz her konuda çok iyisiniz, sizi çok da beğeniyorum. Sizden rahatsız değilim. Ama çarkları daha da etkin çevirebilirsiniz. Beni temsil ediyorsunuz. Daha etkili cevaplar oluşturabilirsiniz. Bu yukarda belirttiğim tutumlara anında müdahaleler geliştirebilirdiniz. S. S. Önder: (…) İşin içerisinde sizi temsiliyet olduğu ve geçmişte bunun bir güç ve iktidar kullanımı şeklinde zaaflar gösterdiği için temkinli yaklaşmaya özen gösteriyoruz. Bu tür müdahalelerde bir güç odağı ya da bir iktidarmış gibi algılanmamasına özel bir titizlik gösteriyoruz. Kendi içimizde yaptığımız değerlendirmede sürece dair rolümüzü şöyle tanımladık: 1- Sizi doğru anlamak, doğru ve eksiksiz aktarmak, doğru bilgilendirmek ve elimizden geldiğince işinizi kolaylaştırmak. A. Öcalan: Busöylediklerini eksiksiz yaptığınızdan hiç şüphem yok. S. S. Önder: 2- KCK’yi doğru anlamak. Aynı şekilde doğru bilgilendirmek, şahsi değerlendirmelerimizi mümkün olduğunca en aza indirmek, onların doğru tutum alabilmeleri için elimizdeki verileri tam ve eksiksiz aktarmak. 3- Devleti doğru anlamak. Yerinde ve geliştirici müdahaleler yapmak. Aldıkları ya da almadıkları tutumların muhtemel sonuçları hakkında etkili bilgilendirmelerde bulunmak. A. Öcalan: Dördüncüsü de AKP’yi doğru anlamak ve aynı gayreti onlara da göstermek. S. S. Önder: Özetleyecek olursak Başkanım, kendimizi bütün bu kurumlar arasında iletişimi en nitelikli bir şekilde aktaran bir kablo gibi tanımlıyoruz. Sizin bazen etkisizlik olarak gördüğünüz şey bizim kendimizi bu kurumların önüne çıkarmama temkinliliğimizdir. Çünkü KCK açısından da, sizin açınızdan da en küçük kararlar bile tarihsel sonuçlar doğuracak niteliktedir. Biz bunun bilinciyle davranmaya çalışıyoruz. Zaman zaman eksik kalabiliriz ama bunu yanlış bir pozisyon almaya tercih ediyoruz. A. Öcalan: Bukablo tarifi güzel. Builetişimi daha etkin bir şekilde oluşturabilirsiniz. Kendinizi öne çıkarmadığınızın farkındayım, ama size yetki verdiğimi de unutmayın. Siz bu konuda cimri ve acemi davranıyorsunuz. Başbakana bakın, beni en çok izleyen ve uygulayandır. Tüm bu boşluğu o dolduruyor. S. S. Önder: Başkanım, sizin bueşbaşkanlar konusundaki titizliğinizi ve yüksek hassasiyetinizi görüyoruz. Siz nakış gibi işliyorum dediniz ya, bunu şu andaki oluşmuş eşbaşkanlar profiline baktığımızda görebiliyoruz. Selahaddin Bey sizin alan açtığınız ve sivil siyasette öne çıkardığınız bir arkadaşımızdır. Önemli bir atılım göstererek sizin başlangıçta önemi yeterince anlaşılmayan HDP projesine önemli katkı sağladı. Figen Hanıma bakıyoruz, sizin keşfiniz ve önerinizdir. Ne kadar isabetli ve etkili olduğunu hem kadın düzleminde hem de sola yönelik söylemlerinde önemli bir yüzünüzü temsil etmeye başladı. Hatip Bey böyle, Selma Hanım böyle, Emine Hanım ve Kamuran böyle. Eski eşbaşkanlar var. Hepsini bir araya getirdiğimizde, sizin değişik özelliklerinizi temsil eden muazzam ve nitelikli bir zirve oluşturmuş durumdayız. A. Öcalan: Evet, bunlar bir zirvedir. Bunu kurumsallaştırabiliriz. Adına demokratik toplum zirvesi deriz. Üç ayda bir toplanıp birbirlerine güç katabilirler. Hukuklarını gözden geçirebilirler. Alanlar arası kopukluğun önüne geçebilirler. Düşünsenize, bu ne kadar muazzam bir güçtür? (…) P. Buldan: DTK 6-7 Eylül’de büyük bir olasılıkla kongresini gerçekleştirecek. A. Öcalan: Başarı dileklerimi iletirsiniz. DTK’ya ilişkin geçmişte söylediklerim geçerlidir. Proto Meclis olacağını ifade etmiştim. Yeniden yapılandırma, seçim sistematiği, komisyon teşkilleri, konferans, yeni yönetim konularında yoğunlaşmaları devam etsin. Geçmişte DTK içerisinde çalışan herkese bir kez daha teşekkür ediyorum ve başarılar diliyorum. P. Buldan: PAJK da önümüzdeki süreçte yeni sisteme göre kadrolaşma ve partisel açıdan kendisini yeniden yapılandıracak. Bu konuda sizin perspektifinize ihtiyaçları var. Ayrıca çatı örgütlenmesinin ismine ilişkin değerlendirmenizi bekliyorlar. A. Öcalan: Ben KJK demiştim. P. Buldan: İsminin KCK ile çok yakın olmasından kaynaklı bir karışıklığa neden olabileceği kaygısı var. A. Öcalan: Hayır hayır, hiç karışıklık olmaz. Bu KJK (Komalen Jinen Kürdistan)’dir. KJK olarak değiştirsinler. PAJK’a gelince, PAJK gelinen aşamada dünyanın dikkatini çekiyor. Ben bu duruma günlük olarak yoğunlaşıyorum. Dağdaki kadınlar, Rojava’daki kadınlar hepsi şunu bilmelidir ki, ben bir kadın devrimi için uğraşıyorum. Ama işte Viyan’ın (Ezidi milletvekili) durumu ortada. Mevcut durumun yenilir yutulur bir yanı yok. PAJK’ın jineoloji temelinde bir temsiliyeti var. Avrupa’da bir konferansı yapıldı. Fakat şu sorun var: Toplumsal sorun kolektif sorundur. İşte ben bunun için etik ve estetiği önerdim. Kadının kendi şahsında güzelliğini estetik olarak belirlerdim. Etik meselesine de gelince, “Ben benim” diyeceksiniz. Kendi kendinizin olacaksınız. Kendi kriterlerinizi nasıl görüyorsunuz? Bizim kültürümüzde kadına “Mutlak mülk olacaksın” anlayışıyla yaklaşılıyor. Buna direndiğinde de öldürülüyorsun. İşte PAJK bütün bu sorunlara cevap ve çözüm olmak zorundadır. “Kadın mutlak birinin olmalıdır” diyorlar. Ben bu tutumdan nefret ediyorum. Mesela sen kaç yaşında evlendin? P. Buldan: 19. A. Öcalan: İşte aşiret kızı olduğun için belki de zorla evlendirildin. P. Buldan: Ben aşiret kızıdeğildim, aşiret gelini oldum. A. Öcalan: Bu aşiret kültürünü aşmak zorundasın. Daha önce de belirtmiştim. Senin bu potansiyelin var, fedakârsın. Derin bir Sati geleneğini temsil ediyorsun. (…) (…) Aşiret yapısında da kadınlar mülktür. Eminim sen bunlara direndin. Ben de böyle bir deneyim geçirdim (Kesire örneğini tekrar verdi). Yorumum: kadına mutlak mülk gözüyle yaklaşılmasını eleştiriyor ama “sati geleneğini” Pervin Buldan’a dikte ediyor. Ne yaman çelişki! Sati geleneği de kadına mülk gözüyle bakan bir düşüncenin ürünüdür. Bir de bunlarla el sıkışanlara bakmak lazım. P. Buldan: Heval Cuma bize Kesire ile ilgili çok şey anlattı. A. Öcalan: (Gülerek) Ha, anlattı mı? İyi o zaman. Bir kadın amacı ve ilkeleri ne olursa olsun ben ona kin tutmam. Hiçbir kadını öldürme ve kadınlara küfretme hakkımız yoktur. Senin bağlılığın soyludur. Çok cesur bir kadınsın, fakat sorgulama yapmak zorundasın. Bunun için Sati geleneğini inceleyeceksin. Bunları yaparsan önder olur, on tane Selahattin’i cebinden çıkarırsın, kadın lider de olursun. Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
Oy Kullanma Tercihleri Neden Büyük Oranda Değişmiyor?
Tumblr media
Türkiye’de oy kullanan seçmenlerin büyük bir kısmının tüm kötü koşullara, ekonomik, sosyal ve siyasi sıkıntılara rağmen parti tercihlerini değiştirmemesi, anlaşılması neredeyse imkânsız bir fenomen gibi görülmektedir. Bu sebeple, konunun bilimsel temellerine inmek yerine yine seçmenin davranışı kadar ve hatta daha da saçma görünen bazı tezler ileri sürülmektedir. Bu tezlerin en çok bilinenleri; ülkede sağ ve sol seçmenin belli oranlarda olduğu ve bu oranın ne yapılırsa yapılsın değişmediği, toplumun büyük kısmının cahil olduğu veya bağnaz olduğu, hatta bunu hakarete vardırarak insanların koyun olduğu veya toplumun göbeğini kaşıyan boş kafalı insanlardan oluştuğu gibi hususlardır. Hakikaten, tüm ekonomik darboğazlara, adaletsizliklere, torpilsiz iş yapılamamasına, rüşvetin ve yolsuzluğun olağan hale gelmesine ve diğer ağır sorunlara rağmen bazı kişilerin mevcut hükümeti, hükümetin kendisinden bile daha büyük bir inançla savunması insanı bu tezlerin doğru olduğuna inanmaya sevk etmektedir. Ancak, bu iddialar tarihi ve bilimsel perspektif içinde incelendiğinde, bu düşünceleri ileri sürenlerin kendi tembellikleri, inançsızlıkları ve beceriksizliklerine bahane üretmekten başka bir şey yapmadıklarını, yani haksız olduklarını söylemek mümkündür. Örneğin, sol ve sağ oyların standart olduğu ve değişmediği iddiasına bakarsak bu iddianın saçmalığını ispat emek için çok fazla bir araştırmaya gerek yoktur. Soğuk Savaş döneminde, sol ve sağ kavramlarının daha keskin köşeli ve toplumun bu iki kampa bölünmesinin daha belirgin olduğu zamanlarda bile sağ ve sol partilerin aldığı oylar az veya çok her seçimde değişmiştir. Ecevit, hem de çok belirgin sol söylemlerle meydanlara çıktığı dönemlerde, yüzde kırkın üzerinde oy almıştır. Bu oyların bir kısmı, daha önce sağ partilere oy verenlerden gelmiştir. Şu anda sol oylara bakınca, yüzde 25-30’ları geçememektedir. Bu durumda, acaba sorun toplumda mıdır yoksa kendisine solcu diyen kişilerde ve partilerde midir? Sırf bu örnek bile halkın tamamının sabit bir siyasi görüşü olmadığını, en azından önemli bir kısmının partilerin söylemlerine ve halka verdiği güvene göre tercihlerini değiştirdiklerini göstermektedir. Bu sebeple halktan oy alamayan siyasi partilerin, suçu halkta değil kendilerinde aramaları gerekmektedir. Halkın saf, bağnaz ve cahil olduğu iddiaları tam olarak tutarlı değildir. Bugün ülkede yükseköğretim görmüş insan sayısı tarihin en yüksek seviyesindedir. Okuma-yazma oranı da öyledir. Bununla birlikte, elbette her toplumda olduğu gibi bizde de bağnaz, cahil ve doğru ile yanlışı ayıramayacak kadar düşük zekaya sahip insanlar vardır. Ancak bunların genel nüfusa oranı o kadar düşüktür ki bu insanların oyları ne bir partiyi iktidar yapabilir ne de iktidardan düşürebilir. Bu gücü elinde bulunduranlar, her ülkede olduğu gibi halkın çoğunluğunu oluşturan sizin ve benim gibi ortalama bir zekaya ve eğitim seviyesine sahip normal ve sıradan insanlardır. Bu insanlar kendi çıkarlarını, ülke çıkarlarını, doğruyu ve yanlışı ayırt etme kapasitesindedir. Sorun bu ayırt etme faaliyetinde karar aşamasında kullandığı bilgilerdedir. Seçim, adı üzerinde mevcut adaylar arasında en iyisini tercih etme faaliyetidir. İnsanlar bunu yaparken mükemmeli aramaz. Temel söylemlere ve tavırlara bakar ve genellikle kötünün en iyisini seçmeye çalışır. Eğer sizi tercih etmedilerse, siz halka iyi olduğunuzu veya en azından kötüler arasında en iyi olduğunuzu gösterememişsiniz demektir. Bunu gösterememişseniz, gerçekte iyi olup olmamanızın bir anlamı yoktur. Çünkü halk elindeki bilgilere göre karar verir. Bu sebeple Atatürk, memleket işgal altında olmasına rağmen Sivas Kongresi’nin ardından henüz bir askeri teşkilat kurulmadan hemen bir gazete çıkarmıştır. Ankara’ya gelince yeni gazete ve gazeteler ile Anadolu Ajansını kurdurmuştur. Millî Mücadele sonrasında kendisine savaşı nasıl kazandığı sorulduğunda ne askeri dehasından ne savaşlardan ne de başka bir şeyden bahsetmemiştir. “Savaşı telgraf telleri ile kazandım.” demiştir. Yani, başarılı olmasında en önemli faktörün iletişim ve bu yolla halka ulaşması olduğunu anlatmaya çalışmıştır. Gerçekten de halka ulaşmanın, düşüncelerini ve planlarını anlatmanın önemini kavrayamayan hiçbir parti veya kişi halkın teveccühünü kazanamaz. Dolayısıyla, başarılı da olamaz. Şimdi bunları okuyup da “Ama iktidarın havuz medyası var. Sosyal medyada da trolleri var.” gibi ucuz bir savunma yapacak olanlara seslenmek istiyorum. Sizin elinizi tutan mı var? Madem bu yöntemler etkili, o zaman siz neden uygulamıyorsunuz? “Ama medya için büyük sermaye gerekir. Bizde yok.” filan demeyin. Neredeyse tüm gazeteler internetten yayın yapıyor. Basılı gazete satışları ciddiye alınmayacak kadar düşük. İnternet sitesi/gazetesi kurmak çok ucuz. Youtube kanalı kurmak da çok kolay. Masraf neredeyse sıfır. Öte yandan her partinin en küçük yerleşim yerine kadar teşkilatı var. Onlarla sosyal medyada etkin olmak gayet mümkün. Eğer bahane aramıyorsanız… Tabii, kimseye de haksızlık yapmak istemem. Elbette, tüm bu anlattıklarıma rağmen, ne yapılırsa yapılsın seçmenin bir kısmının tavrını değiştirmek o kadar kolay değil. Bunun en önemli sebebi alışkanlıktır. İnsanlar sosyal varlıklardır ve genellikle alışkanlıklarıyla tepki gösterirler. Alışkanlık dediğiniz şey, kısa sürede edinilen ve değiştirilebilen bir şey değildir. Son yirmi yıldır iktidarda aynı parti vardır. Muhalefet de hemen hemen aynıdır. Bu durum insanlarda bir alışkanlık yaratmıştır. Son birkaç yıldır yeni partiler kurulmuş ancak bunların çoğu henüz bir taban oluşturamamıştır. Burada bahsettiğim alışkanlık, bilimsel olarak bağımlılık olarak kabul edilen bir durumdur. Buna, davranışsal bağımlılık deniliyor. Davranışsal bağımlılıklar; fiziksel bir maddeye dayandırılamayan, davranış tabanlı bağımlılıklar olarak tanımlanmaktadır. Davranış tabanlı bağımlılıklar; oyun, bilgisayar, televizyon, kumar vb. bağımlılıklar ile insan-makine etkileşiminin kurulduğu teknolojik bağımlılıkları kapsamaktadır. Siyasi tercihler de uzun bir süre değişmediğinden bu kapsama giren bir bağımlılık yaratmış gibi görünmektedir. Davranışsal bağımlılıklar fiziksel hastalık riski oluşturmakla birlikte, birey üzerinde daha çok psikolojik ve sosyolojik problemlere neden olmaktadır. Bağımlı olunan davranışın bırakılamaması ya da kontrol edilememesi, bağımlı durumdan her defasında alınan hazzın yeterli olmaması yüzünden kullanım süresinin artırılması ve buna benzer sebeplerle zamanının büyük kısmı bağımlı olunan şeye yönelik olarak harcanmaktadır. Bunun sonucunda ailesel ve toplumsal problemlerin oluşmasına, okul, iş, aile ortamında sorumlulukların yerine getirilememesine ya da getirmede güçlük yaşanmasına, davranışa olan bağın azalması ya da kopması sonucunda stres, huzursuzluk, endişe gibi problemlere neden olabilmektedir. Şu anda, toplumun hepsi olmasa da dikkate değer bir kısmı bu tür bağımlılıktan mustariptir. İşlerin ters gittiğini, hayatın zorlaştığını, boğazından geçen lokmanın küçüldüğünü görmekte fakat davranış kalıplarını bir türlü kıramamaktadır. Şartların zorlamasıyla eski tercihlerinden vazgeçse bile yeni bir tercih yapmaktan çekinmektedir. Anketlerde çok fazla kararsız seçmen olmasının temel sebebi bence budur. Bağımlılığı terk etmek stres, huzursuzluk ve endişe yarattığından, kararsız kitle de böyle bir ruh hali içindedir. Bu sebeple, iktidara gelmek isteyen siyasi partiler, halka ulaşmaya çalışırken tüm bu hususlara dikkat etmek zorundadır. Halka güven telkin edilmelidir. Cesaret verilmelidir. Daha iyi günler müjdelenmeli, umut verilmelidir. Yani, kararsızların bir karar verebilmeleri için rahatlatılması, henüz bağımlılığından ayrılmaya cesaret edemeyenlerin de kalıpları kırıp eyleme geçmesi için cesaretlendirilmesi gerekmektedir. Eğer bu yapılmazsa, ilk seçimde tarafsızların büyük bir kısmı eski tercihleri yönünde oy kullanabilir. Sandığa gitmemek de bir tercih olabilir. Ya da hiç beklenmeyen partilere akarak büyük bir sürpriz yaratabilirler. Ama bu sürpriz hem iktidar için hem de muhalefet için sürpriz olabilir. Özellikle gençlerde, böyle bir sürpriz yapmaya niyetleri olduğuna dair kuvvetli işaretler görüyorum.  Davranışsal bağımlılıklar hakkında bkz. https://www.yok.gov.tr/Documents/2022/5/tbmyetiskinteknoloji-23052022.pdf Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
MÜZAKERE TÜM VATANDAŞLARIN HAKLARINI YASALLAŞTIRMAK DEMEKTİR[1]
Tumblr media
İMRALI GÖRÜŞMELERİ - 20 GÜVEN KAYA 20.06.2022 / ANAKARA Ama önce bazı açıklamalar gerekiyor. Uzun zamandır bu konu üzerinde duramadım ve üzerinde çalıştığım konuları size aktaramadım. Bu bölümle birlikte bunu gerçekleştirmek ve kalan diğer beş bölümü de kısa zamanda yayımlamak istiyorum. Bilgiye erişimi olmayan toplumların gelişmesinin söz konusu olmayacağı açıktır. Mevcut zihniyetin istediği budur. Dinler ve bunları sermaye olarak alan dinciler, esasında, tarih bilimine “dinlerin olmadığını ortaya koyabilecek olmasından” dolayı karşıdır. Dolayısıyla arşivsizliği ve hafızasızlığı telkin ederler hatta telkin etmekle kalmaz güçlü hafıza ve kapsamlı arşivlerle mücadele içinde olurlar. Tarih bilimini yok edemeyecekleri açık olduğu için, bu sefer tarihi çarpıtma yoluna giderler. Çok değil 5-10 yıl önce olan görüşmelerin unutulduğunu düşünerek o görüşmeler yapılmamış gibi, o görüşmelerde bir şey konuşulmamış gibi yapmaktadırlar. Oysa kayıtlar orada duruyor ve o görüşmelere katılanlar, yanlışa sapmadan, doğruyu söylüyor… Bulunduğumuz zaman dilimi, laik Türkiye Cumhuriyetini yıkıp, geleceğini iddia ettikleri Mehdi’nin de yardımıyla, kendi meşreplerine göre bir rejim ilan etmeyi düşündükleri 2023 yılında yapılacak seçimin hemen öncesidir. Bunun yanında cumhuriyet tarihinin en kötü ekonomik koşullarının yaşandığı günlerdir. Enflasyon, işsizlik, neredeyse tamamı ülkelerinin istenmeyeni olan dinci göçmenlerin ülkeyi istila ettiği, yasaklamaların, haksız cezalandırmaların zirve yaptığı dönemdir bu dönem ayrıca. Dış politikada da derin çöküş yaşanmaktadır. Katil denilen adamla sarılmalar ve gülücükler poz poz medyada yer almaktadır. Darbecilikle ve darbecilere destekle suçlanan ülkeye gidip para istenmektedir. Parasal ilişkilerin dışında her türlü ilişkinin kesildiği İsrail ile can ciğer kuzu sarması olunmaya başlanmıştır. Darbeci dedikleri Mısır ile açıktan açığa görüşüyorlar. Şam’da kılınacak namaz için yola çıkılıp duvara toslandığında katillikle suçlanan Suriye ile saman altından su yürütülüyor… Bunları çoğaltmak mümkündür. İşte, bu durumdan çıkmak için kullanacakları kapılardan biri Kürt kartıdır. Bunu da el altından piyasaya sürüyorlar… Bir yandan HDP kapatılmaya çabalanıyor ama diğer yandan “yeniden Kürt açılımından” ciddi ciddi bahsediliyor. Mevcut zihniyetin ağzından konuşan gazetecilere, görüşmeler için, İmralı’ya kimin gönderilebileceği fısıldanıyor: Bu kişi kardeşi Mehmet Öcalan da olabilir, yeğeni HDP milletvekili Ömer Öcalan da olabilir gibilerinden… BAKINIZ. Aynı zamanda, geçmişi çelişkilerle dolu, bir başka ağız da benzer cümleleri kuruyor: Kürt sorununun çözümü için yeni bir sürecin başlayabileceğini ama bu “PKK’nın koşulsuz olarak silahlarını bırakmasına bağlıdır.” BAKINIZ. Pek tabi ki bu cümlenin, hayatın içinde yaşamayan ve aklını kullanmayanlar için anlamlı, diğerleri için anlamsız olduğunu söylemek gerek. Hiçbir terörist ya da terör örgütü silahla elde ettiğini silahı bırakarak devam ettiremez ve bunu çok iyi bilir. Ayrıca silah bıraktıktan sonra açılıma gerek var mı? Birileri buna bunu anlatmalı. Bunun yanında ahalinin budala olmadığını da anlatmalı… Pek tabi ki sürekli yalpalamaları da söz konusudur. İmralı’yı ya da HDP’yi bir bakmışsınız lanetliyorlar bir bakmışsınız çözüm ortağı gibi gösteriyorlar: "Bakmayın HDP’yi kapatırız tehditlerine, HDP bugün Cumhur İttifakının varlık sebebidir. AKP ve HDP’nin çizgisi aynıdır. Yeni bir çözüm süreci için toplumun nabzını ölçüyorlar şu anda. Osman Öcalan’ı TRT ekranlarına çıkaranlar, yarın Murat Karayılan’ı TRT ekranlarına taşıyacaklarına dair sinyal verenlere bakarsanız, benim bu dediklerimin ne kadar doğru olduğunu bir kez daha anlarsınız" BAKINIZ. Bunlar konuşur da HDP’den ayrılan ve parti kuran Ayhan Bilgen konuşmaz mı? Kürt sorununa ilişkin yeni yeni bir süreç başlatılabileceği yönünde görüşlerini açıklar. BAKINIZ. Şu tespiti yapmak durumundayım: Türkiye’de terör sorunu yoktur, Kürt meselesi vardır diyen ama birkaç yıl sonra ise bunun tam tersini söyleyen mevcut zihniyetin, adına ne denirse densin hiçbir sorunu ya da meseleyi çözemeyeceği aşikârdır. Bunu herkes bir “kural” olarak alıp cebine koysun. Mevcut zihniyet ve yolunda gidenler, İmralı görüşmelerini, HDP kendi kafasına göre yapmış gibi bir algı yaratmaya çalışıyor. Bu tamamen yanlıştır. Bu diziyi takip edenler, Abdullah Öcalan ile önce devlet heyetinin, o gün veya ertesi gün ise HDP’lilerin görüştüğünü bilir. Ayrıca anılan şahsın, devlet heyeti ile yaptığı görüşmeyi HDP’lilere kısa notlar veya başlıklar halinde verdiğini, açıkladığını, o toplantıda Kandile gidilip gidilmeyeceğini, hükümete nelerin anlatılacağı, nelerin konuşulacağının kararlaştırıldığını ve toplantının bitirildiğini de bilir. Biraz daha açalım. Tüm toplantıya “yetkili” sıfatı ile bir devlet görevlisi tanık oluyor, tutanak tutuyor. Konuşulanlara ait tüm bilgileri, o yetkili, bağlı olduğu yere ve hükümete bildiriyor. Tüm bunlar karşılıklı anlaşma şeklinde yapılıyor. Bunlardan dolayı HDP kanadı suçlanacaksa devlet ve hükümet tarafının da aynı şekilde suçlanması ve bir de fazladan teröristle işbirliği yapma suçunun eklenmesi gerekiyor. BAKINIZ. Önemli not: Kimi okuyucunun sandığının tersine bunu ben yazmıyorum. Alıntılanan eser, konunun sonunda künyesi verilen eserdir. Sadece gereksiz yerleri atıyor ve arada bir saptamalarda bulunuyorum. Katılanlar: Süleyman Sırrı Önder, İdris Baluken, Pervin Buldan Konular: Her zamanki gibi sağlık sorunları (alınmadı), yine kişisel övünmeler, devleti tehditler, cumhurbaşkanı adayı belirlemesi (kısmen alındı), *Konuşma metni içinde geçen koyu yerler vurgulanmak maksadıyla tarafımdan yapılmıştır. *(…) işaretinin görüldüğü yeler bir metnin olduğu ama önemli görülmediği ve kaldırıldığını gösterir. (…) A. Öcalan: (Sırrı’ya dönerek) Size de hayırlı olsun mu diyeyim? Kızınızı nişanlamışsınız. S. S. Önder: Evet Başkanım, değişik bir duygu, teşekkür ederim. A. Öcalan: Bu konudaki yaklaşımım biliniyor. Sabah da biraz düşündüm, bir değerlendirme yapmamın faydalı olacağı düşüncesindeyim. Bu konularda dikkatli olmalısınız. Her evlilik bir köleliği de getirebilir. Burada önemli olan özgür yaşamdır. Erkeğin köleliğine girmek tehlikelidir. Kızınızın erkeği çözümleyerek özgür bir yaşama girmesi önemlidir. Bu konuda siz de yardımcı olmalısınız. Mevcut düzen kız çocuğunu bitirir, öldürür. Çünkü piyasa erkeği kadınla yaşamayı bilemez; hem çaresizdir hem de erkek erkten gelir, güç dayatmasına gidebilir erkek. Sizin bu konuda sağlam bir düşünce sistematiğiniz var, yardımcı olmanız gerekir. S. S. Önder: Bu konudaki uyarılarınızı önemsiyorum Başkanım. A. Öcalan: Evlatlarınızla ilgilenmeniz önemlidir. Hegel’in meşhur bir çözümlemesi var, Hegel doğanın bir oyunundan bahseder. “Canlılar bir yavruları olduğunda ölüme karşı kendini koruma yoluna gidiyor, canlıların üremesi ölüme bir meydan okumadır” der. Yani üreme ölüm korkusuna karşı bir tepkidir. Bu doğa kanununu evrenin oluşumunda da görebilirsiniz. Büyük soğuk karanlığa karşı galaksilerin, güneşin, yıldızların oluşumu, ışınların saçımı vb. bana göre karanlığa bir yanıttır. İnsanda bu farklı bir şeye bürünür, insanlar çoğalarak kendilerini güvenceye aldıklarını sanırlar. Bu bir savunma reaksiyonudur, fakat en geri bir biyolojik cevaptır. Kürtlerde de bu savunma refleksi vardır. Benim için önemli olan biyolojik çoğalma değil, işin toplumsallaşma kısmıdır. Esas çoğalma toplumsallaşmayla mümkündür. Sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik alanlarda, yani yaşamın her alanında toplumsallığı çoğaltabilmek önemlidir. Bu konuda Alman örneği fikir verebilir. Almanlar sosyal, siyasal, ekonomik güçlenmeyle biyolojik zayıflığı kapatırlar. Alman erkeği de, kadını da çok güçlüdür. Ama onlardaki çocuk sayısı öyle bizdeki gibi kontrolsüz değildir. Kürtler için de kaba bir biyolojik üreme değil, ideolojik, siyasal, toplumsal üreme önemlidir. PKK’de yaptığımız da budur. PKK bugün Türk Solunun durumuna düşmemişse bu toplumsal çoğalma sayesindedir. Türk Solunun içine düştüğü durumu görüyorsunuz. Biyolojik dürtülerle kendilerini ne hale getirdiler, görüyorsunuz. Ama bizde? Kandil oradadır. Kandil ideolojik, siyasal, örgütsel üreme merkezidir. Kürtlerin de bu temelde yaşamı esas almaları önemlidir. Bizim dışımızdaki diğer Kürt liderlerinde bu durum yoktur. Barzani ve Talabani ise biyolojik üremeyi esas alırlar. Bizim farkımız buradadır. Bana göre bu koşullarda sizler için bir iki evlat yeterlidir. Kontrolsüz çoğalma doğayı ve evreni bitirir. Erkek ve kadın sosyal, ekonomik ve kültürel olarak kendini çoğaltarak yaşamalıdır. Kürtlerde bu bakışı oturtmayı önemsiyorum. Mühim olan  yaşamı sosyal, siyasal, kültürel ve ekonomik olarak büyütme olmalıdır. İşte bunu yapmayan bu ırgatların, tarım işçilerinin durumunu görüyorsunuz, çocuklarının durumu hazindir. Aslında ben de bu temelde devrimciliğe başvurdum. Mevcut düzene başkaldırdım. Bence bu konuları tartışmak, yaşamın her alanında değerlendirmek önemlidir. Belediyeler kendi komünal projelerini oluştururken bu konulara da yoğunlaşmalıdır. Çocukların gerekli eğitimi görebilmesini herkes önemsemelidir. Belediyeler bunu başarabilirse bir fark yaratabilir. Bugünkü gibi AKP’ye endeksli politikalar üzerinden sonuç alamazlar. AKP istediği zaman kredileri keser, bütün bu kurumları bitirir. AKP’nin bakışı karakol yapmak, HES yapmak, yani tüm yaşamı bitirmeye yönelik politikalar uygulamaktır. Ben bunun aşılması için dokuz boyut saydım. Bunlar çok önemliydi. (…) (…) Yanlış anlaşılmasın, ben silah düşkünü değilim ama bu şekilde yaklaşılırsa farklı değerlendireceğim. Beyaz Türkler eliyle Kürtler, Kürt işbirlikçiliğiyle, yasadışı ilan edilmiş. Kürtlük yasadışı bırakılmış. Yaşam alanı sıkıştırılmış. Hükûmet bunu anlamıyor mu? Siz anlatamıyor musunuz? Hükûmet halen bu sefil haliyle bizi tasfiye etmeye çalışıyor. Oysa biraz kafaları çalışsaydı, çağdaş yaşam için normların, yasaların gerekli olduğunu bilirlerdi. Bu şekilde örgütlenebilen bir devlet gereklidir. Ama ben takip ediyorum, siz de Anayasa Komisyonunda bile izlediniz. Beyaz Türkler Kürt olarak benim adımı yasaya bile yazmıyorlar. Onlara deyin ki, beni (Kürtleri) yasaya almadığınız zaman beni siz dağda tutuyorsunuz demektir. “Öcalan Kürtleri yasadışılıktan, onların tanımıyla ‘eşkıyalıktan’ alıp yasa altına almak istiyor” deyin. Kürtlerin eşit, çağdaş kültürü ve kimliğiyle yaşamı için yasa yapmıyorlarsa bunda hile vardır; bu açık bir soykırımdır, kültürel soykırımdır. Sizin de bunu anlatmanız, herkese bunu kavratmanız gerekir. (…) Yasasını yapalım diyorsak, devlet için bu iyi olan bir durumdur. Onlar da beni buraya tıktıklarını, kandırabileceklerini düşünüyorlarsa büyük yanılıyorlar. Onlara bunu anlatın. Deyin ki, yasada bizi kabul etmezseniz daha büyük bir savaş olur. Müzakerenin anlamı da tüm vatandaşların hakkını yasallaştırmaktır. Kürtler de buna dahildir. Televizyon programlarında da milletvekillerinizi izliyorum, kimse doğru anlatamıyor. Yasa, anayasa ne anlama gelir, doğru ifade edemiyorlar. Ben burada her şeyi açık olarak belirtiyorum. Hükûmete de söyleyin: Yasa, anayasa, politika anlamında Öcalan’ın eksiği var mı yok mu? Yoksa gereğini yapacaklar. Akılsızlık hükûmetten kaynaklanıyor. Onlara deyin ki, siz farkına varana kadar Cemaat sizi boğacak! İşte ortaya çıktı, bilmem neresine kadar böcek koymuşlar, hükûmet yargılayamıyor. Beşir Beyle bunları konuşun. Bunlar kafaya takmışlar, beş on gerillamız var, tasfiye edecekler. Beyaz Türkler de provoke ediyor. Beyaz Türkler “Gerilla halen dağdan inmedi” diye bastırıyor. Tayyip de bunlara cevaben indireceğim diyor. Nasıl indireceksin? Gerilla demokratik ortamda gelmezse bunlar her şeyin biteceğini görmüyorlar mı? Hazırlık yapılmadan, demokratik ortam sağlanmadan gerilla gelirse siz de bitersiniz, o çok konuşan Sol da biter, devlet de biter, Tayyip de biter, MİT de biter! (…) (…) Yorumum: Uzun bir süredir, Hegel dendiğinde “ne geldi” diyenler ülkeyi yönetmektedir ve bunlar yukarıda sıralanan cümleleri kuramazlar. Çünkü hiç okumuyor ve kendilerini geliştirmiyorlar. Abdullah Öcalan’ın kendini geliştirmesini ve bilgisi gereğince olaylara geniş açı ile bakmasını takdir etmemek olmaz. Diğer yandan o benim için bir teröristtir ve cezaevinden dışarı çıkmamalıdır. (…) S. S. Önder: Bugüne kadar kimsenin başaramadığını siz burada başardınız. Müzakere ile devlete yasayı çıkarttırdınız. Bence bu yasa tarihidir. Meclis’e de geldi. Bu topraklarda eşi benzeri yok. Ne Müslümanlar, ne Aleviler, ne de sosyalist yapılar bunu başarabildiler. Siz başardınız. A. Öcalan: Benim için çok basit bir yasadır. Önemli olabilir ama bana göre bir devlet kendini bu hale düşürmemeli, bir yasa çıkarmayı bu kadar farklı bir tablo içerisine koymamalıdır. Bu konuda da Almanları inceleyin. Almanların her şeyi yasalaştırma ve hukuka göre düzenleme konusuna düşkünlükleri muazzamdır. Yol yaparken, köprü, bina yaparken bile bir santim kaymaması için yasaları uyguluyorlar. Türkiye’de halen herkes yasadan kaçıyor. Böyle sığ oldukları için Kürtlerin yasada tanımlanması da bunları kaygılandırıyor, bazılarını kızdırıyor. Bu çok açıktır. S. S. Önder: Başkanım, Almanların yasa geleneği Bismarck’tan bugüne kadar çok güçlüdür. Oysa buralarda tarihten bugüne kadar hiç hukuk yok, yasa geleneği yok. İlk defa bunların alışkanlıklarını siz kırdınız, bu çok önemli. A. Öcalan: Bu yasa devletin hayrı içindir, benim için değil. Ama onlar anlamıyorlar. Anlamadıkları için de bu yasayı çıkarırken bile Hakan Beyi de, heyeti de çok zorlamışlar. Bu kadar basit yaklaşıyorlar. Devlet de basit yaklaşıyor, PKK de. PKK de “Bunlar beni kandırıyor” şüphesini taşıyor. S. S. Önder: Bu yasa çıktıktan sonra bize sayfalar dolusu sövseler bile bence önemsememek gerekir. Bugüne kadar kim hangi mücadeleyle devlete neyi kabul ettirmiş, buna bakmak gerekir. (…) (…) P. Buldan: Demokratikleşme paketiyle desteklenmeli. A. Öcalan: İşte ben buna da çok kızıyorum. Ben dokuz başlığı önerdim. Her şey dokuz ana başlık altında var. Bu başlıkların hepsi birbirine organik olarak da bağlıdır. Siz ise tek tek ele alıyorsunuz. (…) Bir de bazı çevreler güya benim başka liderlerin çıkmaması için önlerini kestiğimi iddia ediyorlar. Ben daha önce Selahattin’e de söyledim, (Pervin’e dönerek) size de söyledim. Bütün yetkilerimi size vermeye hazır olduğumu söyledim. Ama 24 saat taşıyabilmeniz koşuluyla bunu ifade ettim. Bugün de söylüyorum. Taşıyabilen biri çıksın, ben bütün yetkilerimi vermeye hazırım. Şimdi bazıları Selahattin için “Apo onu istemiyor” diyorlar. Yalan söylüyorlar. Ben kendisine değer veriyorum, kendisini geliştirmek için çok çabalıyorum. Kendisi de mütevazı birisi, öğrenmeye çalışıyor. Selahattin’in Kürt siyasetini tanımasını, tüm kırk yıllık mücadelenin girdisini çıktısını bilmesini istiyorum. Sadece bir başlangıç yapıyor, daha fazla çabalaması gerekir. PKK dahil hiç kimse benim önderlik tarzımı geliştiremiyor. Öcalan’ı doğru anlama hayatidir. Burada bir Marksist arkadaş var. Marks’a da, Stalin’e de toz kondurtmuyor. Onunla tartışmayı çok seviyorum. Şeyhmus delidir ama benim arkadaşımdır. Burada herkesi idare etmek zorundasınız. İnanılmaz ölçüde dürüsttür ve iyi bir insandır. Takımıma da aldım, birlikte futbol oynuyoruz. İki yıl önce Şeyhmus’a Marks’ın bir cümlesini bulmasını söylemiştim. İki yıldır uğraşıyor, geçenlerde yeni bulup bana haklısınız diye geldi. Ben Marks’ın Paris komünarları için “Sağduyuyla müzakere etselerdi tek doğru şeyi yapacaklardı” cümlesini araştırıp bulmasını söylemiştim. Şeyhmus, “Marx öyle bir şey yapmaz, burjuvazi ile görüşmez, onları muhatap almaz” diyordu. Şimdi o cümleyi bulduğunda anladı. (…) Müzakere pozisyonumuz önemlidir. Bundan sonra siz de yasayı uygulatmak için çabalayın. Hakan ve Beşir’le görüşün, yasayı uygulatın. Dokuz ana başlıkta heyetlerimiz olacak. Bir ana heyetimiz olacak. Bunun adını Demokratik Müzakere Heyeti koyalım. Bu heyette sizler olacaksınız ama aynı zamanda genişleteceğiz. (Sırrı’ya dönerek) Sen de benim birinci yardımcım olacaksın. Bu dokuz başlık artabilir de, sayısı ondan az olmayacak bir heyete ihtiyaç olacak. Siz tartışın, eş başkanlarla, sivil toplumla, bizimkilerle öyle tespit edin. Öyle bir oluşturun ki, tüm toplum (Aleviler, kadınlar vb.) “Bu heyet beni temsil ediyor” desin. Yetenekli olsunlar. Bu heyetlerle Eylül’de proje ve yasal süreç başlatacağız. Otuz, kırk tane projemiz olacak. Örneğin ekonomi. Biz belediyelerimizde demokratik komünalite uygulayacağız. Ekonominin yüzde 50-60’ını bu komünaliteye bağlayacağız. S. S. Önder: Başkamın, geçenlerde Diyarbakır’daydım. Ekonomi Konferansı için çalışma yürüten arkadaşlarla görüştüm. Görebildiğim kadarıyla belediyeleri işin dışında tutuyorlar. Ben de tam tersi olması gerektiğini söyledim. Belediyelerin bu çalışmanın önemli bir öznesi olması gerektiğini ifade ettim. İnşallah yanlış dememişimdir. A. Öcalan: Tabii, belediyeler işin içinde ve öncüsü olacak, farkımız orada ortaya çıkacak. Şimdi belediyelerin yaptıkları ev ekonomisi, dikiş nakış kursu, mikro kredi vb. anlamsız şeylerdir. Biz birkaç köyü birleştirip komünaliteye oluşturacağız. İsrail’de bile bu modeller var. Latin Amerika’da var. Bunların isimlerini bile değiştirebilirsiniz ama hayata geçirin. Siyaset böyle yapılır. (…) (…) S. S. Önder: Evet Başkanım, Ertuğrul ile Sabahat’ın selamları var. Benim onlarla ilgili bir önerim var. Yeni bir enternasyonal kuralım. Bu iki arkadaş da orada yoğunlaşsın. A. Öcalan: Hazırlık yapabilirler ama acele etmeyin. İsmini de sonra koyarız. Ortadoğu’da bu çalışma önemlidir. S. S. Önder: Başkanım, ben daha geniş, dünya enternasyonali öneriyorum. İrlanda’dan Rojava’ya, Arjantin’den Occupy Hareketine kadar bu yeni direnişi bir araya getirecek, sizin belirlemelerinizi ve deneyimlerinizi dünya ölçeğinde açığa çıkaracak bir çalışmadan bahsediyorum. Ertuğrul ve Sabahat buna öncülük edebilirler. A. Öcalan: Hazırlık yapsınlar, yoğunlaşsınlar, sonra bakarız. Ertuğrul da şimdi daha rahatlamıştır. Ertuğrul’a da, Sabahat’a da selamlarımı söyleyin. Bir ara onların buraya gelme durumu olacak. Siz de heyetle görüşün. Halta Leyla ile birlikte gelebilirler. Leyla yakın zamanda gelsin, Onunla Ortadoğu’daki gelişmeleri değerlendireceğim, Barzani’ye de bazı mesajlar göndereceğim. (…) Müzakere aşaması önemlidir, tarihi değerdedir. Şimdi muhtemelen yasası da çıkacak. Siz de Beşir Bey’le görüşün. Benim hassasiyetimi anlasınlar. Bu geri çekilme meselesinden bahsediyorlar. Geri çekilme meselesini de onlarla görüşeceksiniz. Bizim için sorun değil deyin. Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
PİRUS ZAFERİ Mİ? UKRAYNA’NIN MARNE’I MI?
Tumblr media
25.05.2022 / ANAKARA Bir savaş çıkıverdiğinde insanlar “fazla sürmez çünkü çok saçma bir şey” derler. Şüphesiz savaş saçma bir şeydir ama unutulmasın, insanlar saçmalamak için var ve bu tarihin ilk gününden beri böyle… Savaşın saçma oluşu onun uzayıp gitmesini engellemez, tersine saçmalamayı daha da artırma olasılığını üzerinde taşır. Ayrıca savaş bir felakettir ve felaketler geçip gitse bile izini bırakır, en azından ruhlara işleyen kısmını… Savaş politikanın bir devamıdır, eğer bir politikanız varsa tabii… Savaş bir sonuç değildir, politikayı gerçekleştirmeye yarayan araçlardan sadece biridir ve fiziki gücü kullanmanın gerektiği düşünüldüğü andır. Savaşlar, stratejinin zorlama ve caydırma ilkelerini yeterince ya da daha iyi bir anlatımla sonuna kadar kullanmadan başvurulan araç olmamalıdır. Savaş başladığında caydırıcılık ortadan kalkar ve kendini caydırıcı sanan tarafın savaşılabilecek zayıflıkta olduğu ortaya serilebilir. Görebildiğim kadarıyla Rusya - Ukrayna savaşı tam da bu noktada bulunuyor. Bu nedenle Pirus Zaferi ve Marne kavramlarını kullandım. Bazen, operasyonel hareketler rasyonel sonuçlar doğurmayabilir. Elde edilmek istenen sonuçlardan uzaklaşmak ya da hiç hareket edememek de olasıdır. Bunu taraflar kaldıramayabilir. Bu da bir başka bulunulan noktadır. Savaş akılcılığı ortadan kaldırır. Basit bir örnek vereyim. Volodimir Zelenski yaptığı bir açıklamada, Moskova'nın savaş alanı kayıplarından kurtulmasının “birkaç nesil” alacağını söyledi. Harika bir yaklaşım ve doğru... Peki, bir başkası için bunu söylerken, Kiev için kaç nesil alacağını hiç düşündü mü? Demek ki dünyanın neresinde olursa olsun, iktidardakiler kendi lümpenlik ve müptezelliklerine bakmaksızın, diğer insanları salak yerine koyuyor. Siz, bu örnekten daha fazlasını, 2022 yılı Şubat ayının son haftasından bu yana gördüğünüz gibi çok daha uzun süredir de nefesini ensenizde hissediyorsunuz.     Bu savaşın nasıl çıktığını ana hatlarıyla BURADA vermiştik. O yazıda ABD’nin Türkiye’yi “hor” kullandığından bahsetmiştik. Bir başka hor kullandığı ülke Ukrayna’dır, üstelik NATO ülkesi değilken. Ama gönüllüdür Ukrayna da aynen Türkiye gibi horlanmaya… ABD’nin dümen suyuna kapılıp hiç bağlantısı ve gereği yokken Irak’a asker göndermiştir. Azov Taburu denen teröristlerin yaptıklarına ve bunların Ukrayna devleti tarafından iaşe ve ikmal edilmelerine bakarak, Iraktaki Ukraynalıların da tıpkı ABD’liler gibi ülkenin “demokratikleştirilmesinde” rol aldığını söylemek kâhinlik olmasa gerek. Yine dümen suyunda ilerleyerek Afganistan’a asker gönderdi. Asya’ya gidilir de Afrika unutulur mu? Libya’nın istikrarsızlaştırılmasında yine ABD’nin kuyruğundadır. Bir ABD’li subayın itirafı ile Azov Taburunu ve benzerlerini ABD, Kanada ve İngiltere özel kuvvetlerinin eğittiği ortaya çıktı. Buna ek olarak Batı’nın, Ukrayna’ya silah yardımı yapması, bu savaşı bilerek ve isteyerek çıkardığına bir başka delilidir. Ukrayna ise bunun iyi bir destek olduğunu düşünüyor ama daha fazla yıkım nedeni olduğunu göremiyor. Günü geldiğinde çırılçıplak ortada kaldığını görecek ama iş işten geçmiş olacak. İsrail’in Filistin’i bombalamasına Zelenski destek vermiştir. Aslında bu gibi örnekleri çoğaltmak mümkün… Kısacası Ukrayna çapına ve gücüne bakmadan her yere tüy dikmekle meşgul olmasına rağmen bir gün o tüy diktiği yere basacağını hiç düşünmemiştir bile. Savaş sürecinde ortaya saçılan ve Pentagonun da itiraf ettiği biyolojik silah üretim tesisleri esasında ortalığı karıştırmalıdır. Ancak karıştırmayacağını biliyorum. Çünkü sözde insan hakları çığırtkanlığını hep Batı yapar. Bu tesisler Rusya’da ya da Türkiye’de bulunsaydı seyreyleyin yaygarayı… Bildiğiniz üzere biyolojik silahları yasaklayan anlaşmadan bir tek ABD çekilmiştir. Bu olayın altından daha çok bilinmeyenler dökülecektir. Birçok ülkede yasak olmasına rağmen, Ukrayna’da, vatandaşı olmayanlara bile taşıyıcı anneliğin serbest olduğunu da öğrendik. Bunu bir savaş nedeni ya da ahlak dışı bir hareket olarak nitelemiyorum. Bunun gerekçesi olan “geçim derdi”nin, budala yöneticiler tarafından dikkate alınmadığını söylüyorum. Ülke o kadar mümbit ki, tek başına tüm Avrupa’nın tahılını üretir ama yöneticileri oralı değil. Taşıyıcı anneler parasızlıktan bu işi yaptıklarını ve kendilerine hiç önem verilmediğinden dertliler. Bir insan, durduk yerde, kendinin olmayacağı bir çocuğu doğurmak ister mi? O acıya sık sık katlanmak ister mi? Ukrayna, doğu batı hattında uzanan çok sayıda doğalgaz ve petrol boru hattına ev sahipliği yapıyor. Tarım ve boru hatları ülkenin “en az hayat standardını” belli bir seviyede tutar. Ama yöneticilerin derdi zengini daha zengin yapmak, kendilerine yandaş (oligark) üretmek. Bunu bir yerden hatırlıyoruz gibi… Çizmeye çalıştığım bu manzara, yöneticilerin lümpen ve müptezel olmalarının yanı sıra, sermayenin fahişesi, yabancı ülkelerin (bizdekilerin dediği gibi dış güçlerin ya da üst aklın) dümen suyunda, halktan kopuk ve belki de halka düşman olduğunu göstermektedir.   Savaş Nasıl Biter En basit haliyle atacak mermi, ölecek insan kalmayınca bitmesi en doğru olanıdır, bir daha savaşamazlar. Ancak bugüne kadar böylesi yaşandı demek mümkün değil. Evet, bu savaş nasıl biter? Rusların açık ettiği gibi tarafsız ve bağımsız kalmak koşuluyla biter. Ne demektir bu? İsviçre ve Avusturya örneğinde olduğu gibi “sürekli tarafsızlık ve bağlantısızlık” ilan edilir. Bu durumda ordusu olur ancak kendi güvenliği içindir bu, dışarıya yönelik değildir. Ama bunu ilan ettiği gün içerdeki aşırı sağcılar başta olmak üzere diğer aşırı uçlarla ciddi bir mücadeleye girilmesi ve başarılması gerekir. Sürekli tarafsızlık ne sağlar? Bir kere düşman ülke kavramı ortadan kalkar. Eline geçen parayı halkın sosyal ve ekonomik refahı için kullanmak mümkün olur. Birçok kongre, toplantı, konferans için tarafsızlık sağlanmış olur. Cenevre Sözleşmeleri, Viyana Anlaşmaları gibi Kiev Görüşmeleri diye uluslararası diplomaside yer edinilir. Ya da 1667 yılında olduğu gibi Dinyeper nehri sınır olmak üzere ülke ikiye bölünür ve doğuda kalan kısmını Rusya ilhak eder. Kiev şehri bir zamanların Berlin’i gibi ikiye bölünür. Rusların, tam belirgin olmasa da bir stratejileri var, stratejilerinin bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü taarruz eden kara birliklerine baktığımda görülüyor. Sanki coğrafya ve tarih de bunu söylüyor gibi. Yoksa Ukraynalılar yine rahat durmazlar. Çünkü kanları kaynıyor. Kökenlerinde Kazakların yanı sıra Peçenek ve Musevi olmuş Hazar Türkleri de var.    Rus Taarruzu Yavaş İlerliyor Ne kadar dikkat edilirse edilsin, tüm savaşlarda, silahsız halk zarar görür. Genellikle ibadethaneler, hastaneler ve benzeri yerler silahsız olması gerekirken silahlı hale getirilebiliyor hatta bu hep yapılıyor. Aynı sorunu bu savaşta da görüyoruz. Böylesi yerlerin ateş altına alınması gayet doğal oluyor bu durumda. Alışageldiğimiz, daha doğrusu, Batının özellikle ABD’nin kasıtlı korkutması ile var olduğu telkin edilen “mütecaviz” taarruzunu burada görmedik. Nedir Kızıl Ordunun taarruzu? Kızıl Ordu dörtlü kuruluştadır. Yani bir tümenin dört alayı, bir alayın dört taburu, bir taburun dört bölüğü bulunur. Bunlar taarruzda iki kademe halinde tertiplenir, ihtiyat kavramı yoktur. Zaten iki kademe olması bunu da sağlar. Taburun iki kademe tertiplenmesi alayın da, tümenin de iki kademe tertiplenmesi demektir. Yani aynı yere (yarma cephesi/gediği), eğer ilk vuruşta ezilip geçilememişse, peş peşe en az dört taarruz kademesinin vuracağı, ezilip geçilmişse eğer selin akması gibi bir gücün sürekli akacağı anlamındadır. Hal böyleyken niye “yıldırım harbi (blitzkrieg)” yapılmıyor sorusu anlamsız kalır. Bu doktrini Rus biliyor da Ukraynalı bilmiyor mu? Bildiği içindir ki gerilla harbi yöntemine başvurmuştur.  Gerilla birlikleri var mıdır? Anlaşıldığı kadarıyla bizim bildiğimiz anlamda yoktur ama Batının eğittiği birlikleri vardır ve şehirlerin yakınlarında savaşı kabul etmektedirler. Yerleşim yeri dışında gerçekleşecek bir mevzi harbinde, Ukrayna ordusu tamamen ezilirdi. Birincisi mevzi hava üstünlüğü sağlayacak hava kuvveti bile yok ya da kalmadı. İkincisi, Rus hava kuvvetleri tamamen askerlerden oluşan bir savunma gücüne karşı, misket bombaları başta olmak üzere her türlü mühimmatı ve halı bombardımanı da başta olmak üzere her türlü bombardıman tekniğini kullanırdı. Bu da Ukrayna ordusunun yetişmiş gücünü yok etmek demektir. O yüzden şehirlerin girişlerinde ve içinde savaşı kabul ediyorlar. Burada biraz ara veriyor ve Türkiye’ye bir bakış atıyoruz. Kısa bir zaman öncesine kadar Türkiye’nin gerilla birlikleri vardı. Bunlar gizliydi ve sadece işgal edilme aşamasında kullanılacak şekilde eğitilmiş ve donanmıştı. Mevcut zihniyetin, Fetişgiller üzerinden, büyük bir beceri ile kotardığı “Bülent Arınç suikastı masalı” bu ordunun ortadan kaldırılmasına yönelikti. Kaldırıldı da. Çünkü mevcut zihniyetin, ülke genelinde, zaman içinde (2023 yılı ve sonrası) yapacaklarına engel teşkil edeceğini düşündüğü güçlerden biriydi ve tamamen gizliydi. Hayırlı olsun birilerine, artık yok ve ülke işgale hazır durumda. Belki de işgal edildi bile. Zamanın genelkurmay başkanı sorumluluk ve yetki tamamen kendisinde olmasına rağmen, zamanın başbakanının “ben olsam açarım” mealindeki telkini üzerine kozmik odayı açmıştır. O genelkurmay başkanının bu söz üzerine şüphelenmesi ve sonucu ne olursa olsun asla açmaması gerekirdi, açacak olsa bile. Geldik yeniden Ukrayna’ya. Evet, sıkı durun; bugüne kadar okumadığınızı okuyacaksınız: Gerilla harbinde, gerektiğinde silahsız halk feda edilebilir. Göze kötü mü göründü? Kulağa da hoş gelmiyor, değil mi? Olabilir. Halkı düşmana karşı bilinçlendirmek ve kışkırtmak gereklidir. Halkın kendiliğinden bu yola girmesi tercih edilendir ama pek gerçekleşmez. Gerçekleştirme yollarından sadece biri budur. Üstelik bu kuralı koyanlar, hani o var ya çokça ve sıkça gündeme getirdikleri ama asla uygulamadıkları insan haklarının sözde savunucusu Batı’nın ta kendisidir. Şaşırdınız mı? Bu konuyu anlamak için ikinci dünya savaşı sürecinde gerçekleşen, Yugoslav ve Rus Partizan harekâtına, Fransız Maki teşkilatına bakmakta yarar vardır.    Ruslar bilmiyor mu Ukraynalıların silahsız halkı feda ettiğini, kendilerine canlı kalkan yaptığını? Biliyor ve o yüzden ağırdan alıyor. Ama yeri geldiğinde kendisine karşı kullanılan bu taktiği silahlı, silahsız demeden bozuyor. Şimdilerde, içindeki Nazi yanlısı etnikçilerle birlikte ele geçmiş olan Mariupol gibi bazı şehirleri, içlerinde barındırdıkları aşırı sağcı taburlardan dolayı rahatlıkla enkaza çevirebiliyor. Ancak kendisi de ciddi kayıplar yaşıyor. Gizlenecek ve saklanacak çok yeri olan meskûn mahaller, gelişmiş tanksavar ve uçaksavar silahlarını kullanmak için çok uygun ortamlar sunduğundan Ukrayna ordusu Rusları kırabiliyor.     Aşırı sağcı demişken, duralım. Ruslar Azov Taburu ve benzerlerine savaş hukuku kurallarının uygulanmayacağını söyledi. Bu ne demektir? Bu gibi terörist unsurlardan teslim olanların, civarda işitsel ve görsel kayıt cihazları yok ise teslim alınmadan öldürüleceği (gayet doğal), bu gibi cihazların olduğu yerlerde ve propaganda için kullanılacak anlarda teslim olanların yargılanacağı ve ağır şekilde cezalandırılacağı anlamındadır.   Avrupa Enerji Sorunu Yaşayacak ABD’nin ipi ile kuyuya inen Avrupa ülkeleri yaşayacakları enerji sorununun boyutunu koydukları ambargolar, getirdikleri kısıtlamalar öncesinde göremediler. Sonrasında gördüler ama iş işten geçti. Şimdi seçenek üretmeye çalışıyorlar. Toplantı üstüne toplantı yapan Avrupa devletleri kısıtlamalar konusunda bir türlü anlaşamıyorlar. Hepsi de kendi açısından haklı. Kimse kendini bu savaşta suçlu görmüyor ama olması ve uzaması için silah ve para veriyor. Ekonomik Sorun Yaşanacak Başta Avrupa devletleri olmak üzere tüm dünya bu savaşın tüm olumsuz sonuçlarını iliklerine kadar hissedecek. Küresel enflasyon artacak, bazı mallarını değeri anlamsız şekilde yükselecek, tarım ürünlerinde kıtlık yaşanacak, bazı para birimleri çok değer kaybederken bazı para birimleri değer kazanacağı gibi geçer akçe de olacaktır. Her ne kadar bir savaşın kazananı yoktur demişsek de daha az kaybedeni vardır. O az kaybeden daha iyi durumda olacaktır. Birçok ülke, savunma harcamalarına daha fazla pay ayıracağından daha fazla ekonomik sıkıntı yaşayacaktır. Bakınız, Türkiye’nin 1970 öncesinden bugüne yaşadığı terör ortamına. Kaybettiği hiçbir değeri yerine koyamamıştır. Sürekli silaha ve onu kullanacaklara para harcamıştır ama ülkeyi kalkındıracak olan unsurlar hep kenarda kalmıştır. Bu gerçeği daha fazla ülke yaşayacak ve halkı daha fazla gelir kaybına uğrayacak. Ukrayna Yalnız Bırakıldı Fransa cumhurbaşkanı “toprak verin kurtulun” dedi. Zelenski cephesinden “sadece Macron değil, birkaç kişi daha böyle söyledi” itirafı geldi. Derken soğuk savaşın mimarı olan Henry Kissinger da toprak verin ve barışın dedi. Aynı cepheden buna yanıt ise “haydi oradan” oldu. Sormak gerekmez mi Macron ve saz arkadaşlarına niye “haydi oradan” demediniz? Şunu Ukraynalılar kabul etmeli. 1953 yılında kendilerine verilen Kırım zaten 2014 yılında ellerinden gitmişti. Şimdi buna daha çok yer eklenecek. Öyle sanıyorum ki Harkov ve Odessa da buna dâhil. Ruslar Dinyeper nehrine kadar olan bölgede hüküm sürmek istiyor ve bunun uğrunda çaba gösteriyor. Baştan verilen sözler tutulmalı. Tutulmayacaksa o sözler verilmemeli, gerekçesi ise bu. Toprak verilip barışılması da soruna çare değil. Bu sefer veren taraf oraları elde etmek için her fırsatı kollayıp duracak. Kısacası bu savaş, uzun bir süre, düşük görüntülü bir şekilde devam edecek ve vaka-i adiyeden olacak, kanıksanacak. Ukrayna yalnız bırakıldığı gibi kullanıldı da. ABD ve destekçisi Batı, Rus silah sistemlerinin uygulamasını bir kez daha görmüş oldu ve olası tedbirleri belirledi. Bunun yanında, Rus ekonomisine zarar vererek, kendisi için önemli olan Pasifik Cephesinde Çin’in daha yalnız kalmasını sağlamaya çalıştı.  Savaşın Olası Sonuçları 1. Avrupa eski Avrupa olmayacak. Birçok devlet Ukrayna’ya verilen sözlerin tutulmadığını gördüğünden, kendilerine verilen sözleri ve “ara gazlarını” gülerek karşılayacak ve daha ulusal politikalar izlenecek. 2. NATO ve benzeri örgütler yoğurdun üflenmesi örneğinde olduğu gibi daha çok irdelenecek. Belki de kopmalar gerçekleşecek. 3. Avrupa daha kendine doğru çekilecek ve tarihin başlangıcından beri tüm dünyanın savaş merkezi olması utancından kurtulmak için, belki de, daha barışçıl bir sürece girecek. Bu da ona ABD ve hedeflerinden daha bağımsız davranma yolunu açacak ve giderek bağımsız olacak. 4. Bağımsızlık ve bağlantısızlık daha öne çıkacak. 5. Diktatörlük peşinde koşan insanların siyaseten önlerinin kapanması gerektiği halkın aklına daha çok yatacak ama kendini gerçekleştirmesi zaman alacak. 6. Rusların her şeyine ambargo kondu ama silahlanmasına konamadı. Çünkü silahların tamamı ülke içinde üretiliyor ve hiçbir parçası yurt dışından gelmiyor. Ülkeler bunu görecek ve başkasının kölesi ve kulu olmaktan uzaklaşmaya çabalayacaklar. Esmer kadından sarışın çocuk elde edilmesi manasındadır. Azovstall denen fabrikada Fransız, İngiliz, ABD ve Kanadalı askerlerin varlığından bahsediliyordu. https://odatv4.com/guncel/avrupa-abd-ye-karsi-uyaniyor-232212  (En son erişim 26.05.2022, saat 14.30) Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
AFGANİSTAN'DA RUS KISKACI VE İŞGALİ
Tumblr media Tumblr media
Yazarımız Dr. Burhanettin Şenli'nin kitabı çıkmıştır Bu kitap ikinci dünya savaşından, yani 1945 yılından sonra başlayan soğuk savaş dönemi ile bu dönemin sonu ve SSCB’nin dağılmasının başladığı kabul edilen 1989 yılında Rus işgalinin bittiği dönemde Afganistan tarihini incelemeyi amaçlamaktadır. Öncelikle Afganistan’ın tarihi ve coğrafi yapısı incelenmiştir. Daha sonra Afganistan’ın Jeopolitik yapısı ele alınmış ve Türkiye Cumhuriyeti ile yakın tarihlere rastlayan kuruluşu anlatılmıştır. Özellikle Atatürk döneminde Afganistan-Türkiye Cumhuriyeti ilişkilerine kısaca değinilmiştir. Afganistan’daki siyasi hareketler ile Afganistan’ın Sovyetlere yaklaşması geniş bir şekilde incelenmiş, bilahare Rus işgali ile geri çekilmesi yine ayrıntılı bir araştırma sonucu Rus ve Doğu Bloku ülkelerinin arşiv kaynaklarına ve diğer kaynaklara dayanarak incelenmiştir. Yaklaşık üç bin sayfa Rus arşiv belgesinden alıntı yapılmıştır. Daha sonra Rus işgaline karşı büyük güçlerin tepkisi ve ABD’nin işgale karşı verdiği destek ile mülteciler sorunu ele alınmıştır. Bu arada Afganistan’ın idari ekonomik kültürel ve dini yapısı da kısaca incelenmiştir. Son bölümde Afganistan’ın dış politikası, komşuları ve Türkiye Cumhuriyeti olan ilişkileri ortaya konmuştur. Yoğun bir emek sonucu hazırlanan bu kitabın Afganistan araştırmaları için çok önemli bir kaynak olacağını düşünüyorum. Bu nitelikli çalışma için Dr Burhanettin Şenli’yi kutluyorum.                                                                                               Prof Dr Ömer Osman Umar Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
AFGANİSTAN'DA KGB'NİN İSTİHBARAT OPERASYONLARI
Tumblr media Tumblr media
Yazarımız Dr. Burhanettin Şenli’nin yeni kitabı çıkmıştır KGB gerek Rusları gerekse dış ülkelerdeki bütün devletleri içten içe sarıp onları etkisi altına almak isteyen Rus istihbarat kuruluşudur. Afganistan'ın günümüzde yaşadığı problemlerin temelinde Rus işgali yatmaktadır. Rus işgalinin perde arkasındaki bütün operasyonlar KGB tarafından yönetilmiştir. Bu kitap Afgan işgali sırasında KGB'de Arşiv Şefi olarak çalışan Vasili Mitrokhin'in İngiltere'ye iltica ederken yanın da getirdiği KGB belgelerinin tercüme edilmesi ve önemli konuların ilave edilmesiyle yayına hazırlanmıştır. Tamamen KGB belgelerine dayanmaktadır. Başlı başına akademik bir çalışma olan bu kitap tamamen Rus bakış açısını yansıtan Rus belgelerine dayandığından, akademik araştırmalara yeni bir ışık tutacağı değerlendirilmektedir. Bu konuyla ilgili ilave çalışmalarımız da yayına hazırlanmaktadır. Dr Burhanettin ŞENLİ Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA NİLİ İSTİHBARAT ÖRGÜTÜ VE KONYA’DA BİR YAHUDİ CASUS SİMİ SİMON
Tumblr media
ÖZET: Filistin cephesi I. Dünya Savaşı sırasında Almanya'nın isteği üzerine açılan bir cephedir. Osmanlı ordusu, 1915'te Birinci Kanal Harekatı’nı, 1916'da İkinci Kanal Harekatı’nı düzenledi. Amaç; Osmanlı İmparatorluğu'nun Süveyş Kanalı'nı ele geçirmesi ve Mısır'a yeniden sahip olmasıydı. Başarılı olunursa İngilizlerin Uzak Doğu'daki sömürgeleri ile bağlantısı kesilecekti. Centilmen savaşçı olmayan İngilizler Altınlarıyla Araplar arasından çok sayıda işbirlikçi edinerek bizi arkadan vurmalarını ve Osmanlı ordularının iki ateş arasında kalmasını sağlamışlardır. İngilizler hem kimyasal silah kullanarak hem de özellikle Filistinli işbirlikçi Araplar vasıtasıyla Türk esirlere işkence edip öldürerek insanlık suçu işlemiş, dünyaya gerçek yüzlerini göstermişlerdir. İngilizlerin kullandığı çok önemli bir silah da Yahudilerin kurdukları NİLİ istihbarat örgütü ve işbirlikçi Araplar vasıtasıyla birliklerimiz hakkında kritik istihbari bilgileri ele geçirmek olmuştur. NİLİ istihbarat örgütü çok sayıda erkek casus yanında yine çok sayıda bayan casus kullanmıştır. Bunlardan Adnan binbaşının ölümüne sebep olan Suzi Liberman idam edilmiştir. NİLİ örgütünün kurucularından birisi olan Sarah Aaronsohn yakalandıktan sonra sorgulanmak üzere götürülürken trenden atlayarak intihar etmiştir. Güzelliği dillere destan olan ve çok güzel bir kadın olduğu söylenen, Ortadoğu’nun Mata harisi olarak adlandırılan, Şam’da birçok erkeği kendisine aşık eden Simi Simon; hakkında yeterli delil elde edilemediğinden Konya’ya sürgün edilmiş ve orada ölmüştür. GİRİŞ: Birinci Dünya savaşında Osmanlı Devleti’nin savaştığı cephelerden birisi de Filistin cephesidir. Filistin cephesinde İngilizlerle savaşırken bizi arkamızdan vuran işbirlikçi Araplar İngilizlere yardım ederek savaşın kaybedilmesinde büyük rol oynamışlardır. Bu günkü İsrail devletinin kurulmasında işbirlikçi Arapların çok büyük etkisi olmuştur. Bu arada az bilinen bir Yahudi casusluk örgütü olan NİLİ casusluk teşkilatı da İngilizlere bölgeden çok kritik istihbari bilgiler ulaştırarak Osmanlı devletinin harbi bu cephede kaybetmesinde önemli katkılar sağlamışlardır. Nili casusluk örgütünü Yahudi bir bilim adamı olan Aaron Aaronsohn ve kız kardeşi Sarah Aaronsohn kurmuş, İngilizlere başvurarak iş birliği teklif etmiş ve onlarda kabul etmişlerdir. Harp boyunca İngilizlere çok faydalı istihbarat bilgileri sağlamışlardır. İşbirlikçi Araplarda Osmanlı ordusunun kendilerine karşı gösterdiği hoşgörüyü istismar ederek Yahudi casus teşkilatına el altından çok kıymetli destek sağlamıştır. Osmanlı ordusunca NİLİ casusluk örgütünün faaliyetlerinin az bir kısmı açığa çıkarılmış çok sayıda erkek casus yakalanarak idam edilmiştir. Çok sayıda olduğu değerlendirilen kadın casuslardan Suzy Liberman idam edilmiş, Sarah  Aaronsohn yakalandıktan sonra sorgulanmak üzere üst makama götürülürken trenden atlayarak intihar etmiştir. Hareketlerinden şüphelenerek yakalanan ve çok güzel bir kadın olduğu söylenen, Ortadoğu’nun Mata harisi olarak adlandırılan, Şam’da birçok erkeği kendisine aşık eden Simi Simon hakkında yeterli delil elde edilemediğinden Konya’ya sürgün edilmiş ve orada ölmüştür. Konya’da Bölge yazma eserler müdürü Bekir Şahin ve arkeolog Nurettin Özkan ile birlikte yapılan araştırmada mezar yeri tespit edilememiştir. Mezar yeri konusunda araştırma devam etmekte olup İstanbul’da bulunan Yahudi cemaati vakfından da yazılı olarak bilgi istenmiş olup sonucu beklenmektedir.  Söz konusu olumsuz şartların bir araya gelmesiyle Osmanlı devletinin Filistin cephesinde savaşı kaybetmesi dengeleri olumsuz etkilemiştir. Bozulan güç dengesi İngilizler ve müttefiklerine yaramış birinci dünya savaşını kaybetmemizde çok önemli bir etken olmuştur. 1.BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA FİLİSTİN CEPHESİ: 1914 yılının Kasım ayı itibariyle Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı’na Almanya’nın müttefiki olarak girdikten sonra Alman Başkomutanlığı, Süveyş Kanalı’nı ele geçirerek, İngiltere’nin Hindistan ile irtibatını kesmek ve böylece İngilizlerin Hindistan’dan getirecekleri askerlerle Avrupa cephesini takviye etmelerine engel olmak amacındaydı. Osmanlı Başkomutan Vekili ve Harbiye Nazırı Enver Paşa ise böyle bir harekat ile Mısır’ı tekrar etki altına almak suretiyle Osmanlı’nın İslam dünyasındaki saygınlığının artacağını umuyordu. Bu amaçla, Osmanlı Başkomutanlığı tarafından Süveyş Kanalı-Mısır istikametinde iki defa askeri harekat düzenlenmiştir. (Atabey s. 65) Bunun için Halep’te bulunan Osmanlı 4. Ordu Komutanlığı görevlendirilmiş ve komutanlığına da Bahriye Nazırı Cemal Paşa atanmıştır. Buraya bağlı Alman Albay Kress von Kressenstein komutasındaki Sina Çöl Komutanlığı tarafından 2-3 Şubat 1915 tarihleri arasında gerçekleştirilen Birinci Kanal Harekatı, başarısızlıkla sonuçlanmış ve büyük bir zayiatla geri dönülmüştür.  4-5 Ağustos 1916 tarihleri arasında Sina Çöl Komutanlığı tarafından II. Kanal Harekatı gerçekleştirilmiştir. “Romani Muharebesi” olarak bilinen bu harekatta, İngiliz General Archibald Murray komutasındaki Mısır Sefer Kuvveti, Osmanlı birliklerini büyük bir yenilgiye uğratmıştır. 1917 yılında bu cephede en önemli muharebeler, Filistin’in kapısı durumundaki Gazze yakınlarında meydana gelmiş, İngiliz General Murray komutasındaki Mısır Sefer Kuvveti, 4 Mart 1917’de Gazze sınırına dayanmıştır. Gazze güneyindeki Osmanlı mevzilerini ele geçirmek için İngiliz birlikleri tarafından üç defa taarruzda bulunulmuştur. İngilizler ise bu başarısızlık üzerine Mısır Sefer Kuvvetleri Komutanlığını ilave piyade ve atlı birlikler ile takviye ederken, tarihte ilk defa çölde kullanılmak üzere 4.000 zehirli gaz mermisi ve sekiz adet tank cepheye ulaştırılmıştır. İngiliz General Murray, 17 Nisan 1917’de donanmanın da desteğiyle Gazze’yi ele geçirmeye yönelik ikinci bir taarruz daha gerçekleştirmiş (İkinci Gazze Muharebesi), ancak yine mağlup olmuştur. Ortadoğu’da ilk defa tanklarında kullanıldığı üç gün devam eden muharebe sonunda 6.500 askerini kaybeden General Murray taarruzdan bir süreliğine vazgeçerek, takviye birlikler gelinceye kadar savunmada kalmayı uygun görmüştür. Irak cephesinde Bağdat 11 Mart 1917’de İngiliz General F.S. Maude komutasındaki İngiliz birlikleri tarafından işgal edilmişti. Irak’taki 6. Osmanlı Ordusunun 29 Nisan 1916’daki Kutü’l-Amare zaferinin üzerinden bir yıl bile geçmeden Bağdat’ın İngilizler tarafından işgali, İslam dünyasında Osmanlı Devleti’nin prestijini altüst etmiş, Arap dünyasını İngilizler lehine çevirmişti. Başbakan Lloyd George, göreve başlamadan önce kendisini ziyaret eden General Allenby’e Noel öncesinde Hristiyan alemine hediye olarak Kudüs’ün ele geçirilmesi, talimatını vermiştir. 28 Haziran 1917’de Kahire’ye gelen ve Mısır Seferi Kuvvetler Komutanlığı görevine başlayan Allenby’e, İngiliz Hükümeti tarafından Kudüs’ün ele geçirilmesi ve Türklerin Filistin’den çıkarılması hedef gösterilmişti. 31 Ekim 1917 akşamı İngiliz kuvvetleri, General Allenby komutasında beklenen büyük taarruzlarını başlatmışlardır. Neticede Osmanlı birliklerinin yorgun ve bitkin bu durumu, İngilizlerin Filistin toprakları içerisinde ilerlemeye devam etmelerini adeta cesaretlendirmiştir. Şehrin düşeceği ve Osmanlı kuvvetlerinin esir olacağı anlaşılınca burası terk edilmek zorunda kalınmıştır. Albay von Kress, Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Mareşal Falkenhayn’ın mutabakatını almak suretiyle Gazze şehrini ve buradaki mevzileri 4 Kasım 1917’den itibaren boşaltmaya başlamış, denizden ve havadan desteklenen İngiliz birlikleri ise 7 Kasım 1917’de Gazze’ye girmiştir. (Çay s. 69) 2.NİLİ CASUSLUK ÖRGÜTÜ: NİLİ, Yahudi botanik uzmanı Aaron Aaronsohn tarafından I915 yılında Hayfa’nın Zimmarin kurdu. Bu istasyon, aynı zamanda NİLİ’nin istihbaratının toplandığı ve ilgili birimlere dağıtıldığı merkez durumundaydı. Aaron Aaronsohn, savaşın başında IV. Ordu’da Cemal Paşa'nın danışmanlığına getirildi ve çekirgelerle mücadele ofisinde görevlendirildi. Kendisine bilimsel araştırmalarda bulunmak üzere Osmanlı polisi tarafından bir “seyahat vesikası” sağlandı. Aaron, bu sayede Filistin, Suriye ve Lübnan'daki askeri ve mülki makamlarla bağlantılar kurdu. Ayrıca Berlin, Viyana ve İsviçre gibi Avrupa ülkelerine kolayca seyahat etme imkanı buldu. Cemal Paşa'ya yakınlığını kullanan Aaron, 1916 başlarında Osmanlı Devleti’nin Arap eyaletlerinin savunma planlarını ele geçirdi ve bu hayati bilgileri Londra'daki İstihbarat servisiyle paylaştı. (Bozkurt, Filistin Cephesinde s.3) İngilizleri ikna eden Aaron, Yahudilerin İngilizler lehine yürüteceği istihbarat faaliyetlerini organize etmek amacıyla Kahire’deki İngiliz üssünde görevlendirildi. NİLİ, İngiliz istihbaratının Birinci Dünya Savaşı’nda Filistin’de kullandığı en önemli casusluk örgütü oldu. Örgütün casusluk faaliyetleri kısa sürede tüm Filistin ve Suriye’yi içine alan geniş bir sahaya yayıldı. (Bozkurt, Filistin Cephesinde s.4) 1915 yılı kasım ayında Osmanlı devleti hakimiyeti altında bulunan Filistin’de Aaron Aaronsohn, kardeşi Alexander Aaronsohn, kız kardeşi Sarah Aaronsohn, Avshalom Feinberg ve Belkent kardeşler tarafından kurulmuştur. Filistin’in Atlit köyünde merkezi olan Nili Yahudi istihbarat örgütü, Mısır’ın Kahire şehrinde bulunan İngiliz istihbarat karargahı ile ilk defa 1917 yılı şubat ayında temasa geçmiştir. İki örgüt arasındaki bağlantı deniz yoluyla sağlanmış ve İngilizler aylarca Nili’den çok faydalı bilgiler almışlardır. (Kahana s. XIX) Günümüzdeki İsrail istihbarat teşkilatı Mossad’ın temelini de Nili istihbarat örgütünün oluşturduğu kabul edilmektedir. (Kahana s. İntroduction XLI) Cevat Rıfat Bey, IV. Orduya bağlı 8. Kolordu’nun istihbaratını idare ettiği sırada Yahudiler tarafından kurulan NİLİ adlı casusluk örgütünü ilk kez deşifre ederek örgütün çökertilmesini sağladı. Cevat Rifat Bey, Milli Mücadele’nin ardından yayımladığı hatıralarıyla Filistin Cephesi'nde imparatorluğa mal olan Yahudi casusluğunu Türk kamuoyunun gündemine taşıdığı Hatıralar, ilk kez İzmir'de yayımlanan Anadolu gazetesinde “Harb-i Umumide Sina Cephesi'nde Yahudi Casuslar” adıyla 37 bölüm halinde yazı dizisi olarak yayınlandı. Aaronsohn kardeşlerin Hayfa'da NİLİ örgütünü kurdukları ev, günümüzde müze olarak İsrail halkının hizmetine sunuldu. (Bozkurt Filistin cephesinde s. 1) - Nili Casusluk örgütü haberleşme yöntemleri: Posta güvercini sadık ve güvenilir bir irtibat ajanıydı. İngiltere’de casusların kullanabileceği iletişim araçlarını engellemek amacıyla evinde güvercin besleyen insanların da tutuklandığını bilinmektedir. Haberleşme güvercinlerinin Osmanlı Devleti topraklarında da etkin bir şekilde kullanıldığı tespit edilmiştir. Savaşın başlamasından itibaren Osmanlı toprakları casusların uğraş alanı olduğu bir yer haline gelmiştir. Özellikle; Irak, Suriye ve Filistin cephelerinde başta İngiliz istihbarat örgütü olmak üzere diğer ülkelerin istihbarat örgütlerine bağlı casusların haberleşme güvercini tekniğiyle faaliyet gösterdiğini görmekteyiz. Bunun en güzel örneği Filistin cephesinde yaşanmıştır. 1915-1917 yılları arasında kurulan ve İngilizler lehine faaliyetlerde bulunan Yahudi casusluk örgütü olan “NİLİ”, toplamış olduğu istihbarat bilgilerini güvenli bir şekilde İngilizlere ulaştırılabilmek için yoğun bir uğraş vermiştir. Bu amaçla, Kahire’deki İngiliz yetkililer Atliht’e telsiz ve telgraf göndermeyi düşünmüşler, fakat telsiz teknolojisi için aradaki mesafenin uzun olmasından iletişimin sağlanamayacağına karar verirler. Bunun üzerine Maganem gemisiyle kasalar içinde güvercinler getirilerek NİLİ casus teşkilatı sorumlusuna teslim edilir. NİLİ casus teşkilatı topladığı bilgileri kapsüller içine koyarak bu güvercinlerin ayaklarına bağlayıp İngilizlere uçuracaktı. EMSIB’in merkezinin bulunduğu Port Said ile Atliht’in arası 300 milden az olduğuna göre güvercinler rahatlıkla bu mesafeyi aşabilirlerdi. Bu vasıtanın pratikteki faydası ise NİLİ’nin temin etmiş olduğu askeri bilgileri 2 hafta yerine 1 günde Kahire’ye ulaştırabilmesi idi. Yine NİLİ casusluk teşkilatının ��ökertilmesi ve üyelerinin yakalanması güvercinler sayesinde gerçekleşmiştir. NİLİ casuslarının haberleşmede kullandıkları kurye güvercinlerden bir tanesinin ele geçirilmesi neticesinde, daha doğrusu bu güvercinlerden birinin bir idarecinin güvercinleri arasına karışmasıyla bu örgütün faaliyetlerinden haberdar olunur. Yetkililer güvercinde bulunan mektuptaki bilgileri çözemeseler dahi Aaronsohn kardeşlerden şüphelenirler. Bu gelişmeler üzerine örgüt yöneticisi tarafından bütün kurye güvercinleri öldürülür ve önemli belgelerin saklanması yoluna gidilir. (Avşar s. 12) (Bozkurt, Filistin Cephesinde s.4) Olayın detaylı anlatımını yapan başka bir kaynakta; “…3 Eylül’de Athlit’teki merkezden uçurulan bir güvercinlerden bir tanesinin, ertesi gün öğleden sonra Türklerin eline geçtiği tespit edilir. Bu da şöyle olur: Athlit’in sahilinden birkaç kilometre uzaktaki Caesarea’da bulunan polis müdürü kendi güvercinlerini beslerken aralarında yabancı bir güvercini fark eder. Bu güvercini eline aldığında ayağına bağlanmış olan bir silindirin içindeki mesajı görür. Müdür, mesajı çözememesine rağmen bunun yakından gönderilen bir casus mesajı olduğunu anlar. Osmanlı yetkilileri ilk etapta yakınlardaki Yahudi yerleşim yerlerinde bir istihbarat örgütünün bulunduğu sonucuna varırlar. Bu haber Ahtlit’e ulaştığında örgüt yöneticisi Josef Lishansky diğer güvercinleri öldürür ve gömer. İstihbarat raporları ve diğer vesikaları da imha eder.” Farklı anlatımlarla da olsa aşağı yukarı aynı bilgilerle anlatılmaktadır. Osmanlı Devleti’nin bu ve buna benzer pek çok olaydan sonra güvercinle haberleşmenin önüne geçmek için harbin ilerleyen dönemlerinde birtakım önlemler aldığını görüyoruz. (Avşar s.12) Şişe postası ile yapılan casusluğa güzel bir örnek olması açısından Filistin cephesinde İngilizlere hizmet eden NİLİ casusluk teşkilatındaki Yahudi casusların haber kaçırma yöntemini gösterebiliriz. B. Yakalanan Casuslar ve Diğer Kaynaklardan Elde Edilen Bilgiler: NİLİ casusluk şebekesinin elemanlarının sorgulanması sırasında Filistin Nasıra Mıntıka Komutanınca gönderilen telgrafta; “Üsteğmen Şerif tarafından Samuel Anna adında bir casus daha yakalandı. Evvelce yakaladığımız Abraham Habon ile yüzleştirdik: Düşman gemilerine bilgi vermekte olduklarını itiraf ettiler. Fakat bunun cephe durumuyla ilgisi olmadığı konusunda ısrar ediyorlar. Bu adamlar geniş ve düzenli bir teşkilata mensup olup her gün kıtalarımız hakkında aldıkları haberleri şişeler içerisinde denize atmakta ve bu şişeler düşman gemisinden sahilin boş bir noktasına indirilen bir sandalla alınmaktadır. Samuel Anna, affedileceği sözüne inanarak bunları Üsteğmen Şerif’e itiraf etmişse de teşkil ettiğim heyet huzurunda inkar yoluna sapmıştır. Mıntıka Komutanlığı bu uğurda çalışmaktan ve hakikati meydana çıkarmak için, her türlü fedakarlıktan çekinmeyecektir.” diyerek casusların topladıkları bilgileri şişe postası yoluyla düşman gemilerine ulaştırdıklarını itiraf etmelerine rağmen daha sonra bunu inkar ettikleri bilgisi verilmektedir. Yine NİLİ casus şebekesinin yakalanan casuslarından Jozef Tobin sorgulamasındaki ifadesinde; “Ben ve Naman Belkent, sık sık İngilizlerin tarafına geçerek oradan aldığımız emir ve talimatı Arason’un bu taraftaki vekiline getiriyorduk. Üçüncü ve dördüncü derecedeki ajanlarımızın topladığı bilgileri de bildiğiniz şekilde şişeler içinde İngilizlere yetiştiriyorduk” itirafında bulunmuştur. Bu şekilde hem toplamış oldukları haberleri İngilizlere verdiklerini hem de şişe postası yöntemini kullandıklarını itiraf etmiştir. NİLİ casus şebekesinin Şalon ismindeki bir casusu sahil jandarmaları tarafından Cebel-i Lübnan’da Amyon kasabası merkezinde yakalandıktan bir hafta sonra Şam’a gönderilir. Şam’daki sorgulamasında kendisine yöneltilen “Muhabere yalnız denize bırakılan şişelerle mi yapılıyordu?” sorusuna, “Hayır. Abraham Blum’da lambalı bir makine var. Fırsat bulunca onunla da konuşuyor. Bazen de İzodor Eron kayıkla gidip haber veriyor.” diyerek şişe postasını kabul ettiği gibi buna ek olarak helyosta makinesi ile haberleşmeyi ve kayıklarla karşıya bizzat gitmek suretiyle yüz yüze görüşülerek toplanan haberlerin ve belgelerin teslim edildiğini itiraf etmiştir. İhbarlar ve sorgulamalardan çıkan sonuçlar; Jozef Tobin, Naman Belkent ismindeki bu Yahudi casuslar arasında asıl başkan olan yeni genç ve güzel Madam Sara adındaki bir kadını işaret ediyordu. Bu casuslar İngilizlerden sağladıkları çeşitli muhabere araç ve vasıtalarıyla, başta Şam’daki Simi Simon olmak üzere, Beyrut’taki Şurşon ve başka yerlerdeki benzeri casuslardan gizlice aldıkları bilgileri her akşam, belli bir saat lamba ile işaret vererek kıyıdan geçen İngiliz gemisine, şişe içinde gönderiyorlardı. Bu şekilde gizli çalışma, aylarca sürmüş ve bu suretle Filistin’deki İngiliz Orduları Başkumandanları Mareşal Allenby’nin de sonraları açıkça itiraf ettiği şekilde Türklerin bütün sırlarına vakıf olarak harbi kazanmışlardır. (Avşar s. 25) Kibrit yakmak suretiyle muhabere örneğine NİLİ casusluk şebekesinin takibi sırasında rastlanmıştır. Şebeke mensupları gece yarısı sahilden kibrit yakarak İngiliz gemileriyle irtibatı sağlıyorlardı. Bu konuda Nasıra Mıntıka Komutanı Yunus Haydar Bey tarafından 8. Kolordu Komutanlığına gönderilen bir şifre yazıda “Takım merkezine gitmekte olan bir jandarma eri, Zimmarin köyü sahili hizalarında dolaşan bir şahsın, gece karanlığında, kibritle bazı işaretler vermekte olduğunu görerek onu yakalamış. Abraham Habon adındaki bu Yahudi, Komutanlığımıza getirilmiştir. Alınan ifadesinde, hiçbir şeyden haberdar olmadığını ısrarla gizleyen bu şahsın burada oluşturulacak bir divan-ı harpte mahkemesinin yapılmasına ve bu suretle suç ortaklarını da elde etmemize yüksek emir ve müsaadelerinize arz ederim.” diyerek NİLİ casusluk şebekesi casuslarının elde ettikleri bilgileri gece karanlığından istifade ile kibrit ile işaretler vermek suretiyle muhabere yaptığını söylemiştir. Helyosta makinesi Fransız yapısı Hanjen marka, gündüz güneşle, gece petrol lambası ile haberleşme yapılan bir alettir. Birinci Dünya Savaşı’nda istihbarat ve casusluk faaliyetlerinde sıklıkla kullanılmıştır. Biz İngilizler adına casusluk yapan Yahudi casusluk teşkilatı NİLİ’nin çökertilmesine yönelik yapılan sorgulamalarda, şebeke casuslarının haberleşmesinde helyosta makinesini kullanıldığını görmekteyiz. Şam’da bulunan 8 inci Kolordu Karargahının Birinci Şube Müdürü olarak, cephenin emniyeti ile cephe gerisinin ağır sorumluluğunu taşıyan ve bölgedeki Yahudi casuslarla amansız bir mücadele veren Cevat Rifat (Atilhan), Nili casusluk şebekesinin önemli üyelerinden biri olan Abraham Blum’un sorgulamasını anlatırken; “Karşımızda gururla Siyonizmin müdafaasını yapan ve faaliyetine ait en ufak bir sırrı bile ifşa etmeyen bu dev cüsseli casusu söyletmek için her çareye başvuruldu. Evinde yapılan detaylı aramalarda bir helyosta makinesinden başka bir şey elde edilememişti. Anlaşılan, topladığı malumatı her gece düşman gemilerine bu makine ile bildiriyor ve kağıtları da yakıyordu. Abraham Blum aleyhinde topladığımız delilleri kesinlikle inkar etmiyor. Fakat idare ettiği teşkilata ait ağzından bir laf almak mümkün olmuyordu.” diyerek helyosta makinesi ile yapılan casusluğa işaret etmektedir. NİLİ teşkilat mensuplarının muhaberede sıklıkla helyosta makinesinden istifade ettiği, bir başka casus olan Şalom’un sorgulamasında; “Abraham Blum’da lambalı bir makine var. Fırsat bulunca onunla da konuşuyor” ifadesinden de anlaşılmaktadır. (Avşar s. Read the full article
0 notes
mgmstrateji · 2 years
Text
Rusya’nın Ukrayna’da Olmazsa Olmaz Hedefleri Nelerdir?
Tumblr media
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmeye başlamasının ardından Rusya-Ukrayna Savaşı bir aydan uzun bir süredir devam etmektedir. Bu süreçte muharebeler tüm dünya tarafından televizyonlar ve sosyal medya vasıtasıyla büyük bir dikkatle takip edilmektedir. Doğal olarak, televizyon ekranlarındaki birçok şahıs tarafından çeşitli yorumlar ve değerlendirmeler yapılmaktadır. Bu değerlendirmelerde üzerinde en fazla durulan hususlardan biri Rusya’nın hedefinin ne olduğudur. Bu konuda yapılan yorumlar genel olarak; NATO’nun kendi sınırlarına kadar dayanma tehlikesinin Rusya yöneticilerinde yarattığı rahatsızlık üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu tez, sadece NATO’nun bünyesine dahil ettiği ülkelere yerleştirdiği silah ve teçhizat açısından değil, coğrafi ve tarihi açıdan da oldukça mantıklı görünmektedir. Konuya coğrafi açıdan bakıldığında, Dinyeper Nehri’nin çok önemli olduğu anlaşılmaktadır. Bu nehir, tarih boyunca Asya’dan Avrupa’ya ve Avrupa’dan Asya’ya doğru yapılan istila hareketlerinde bir sınır oluşturmuştur. Ural Dağlarını aşan hayvancılıkla geçinen göçebe/yarı göçebe toplumların orduları kısa sürede bu günkü Rusya’nın bulunduğu bölgeyi ele geçirerek Dinyeper Nehri’ne dayanmış ve bu fiziki engel onlar için bir duraklama hattı teşkil etmiştir. Bu hattı aşan ordular ise ancak Tuna Nehri hattında durdurulabilmişlerdir. Buradan da anlaşılacağı gibi Dinyeper Nehri, Avrupa savunması için çok önemlidir. Bu sebeple Avrupa’dan çıkan istila orduları da mutlaka bu nehre kadar ulaşmayı ve mümkünse bu nehrin ötesinde bir emniyet bölgesini ele geçirmeyi düşünmüştür. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu ile Sovyet Rusya arasında 1918 yılında imzalanan Brest Litovsk Antlaşması’nda sınırlar çizilirken Rusya Dinyeper Nehri’nin doğusuna itilmiştir. Bu şekilde Almanya ve Avusturya-Macaristan, istediği zaman Rusya’nın kalbine ulaşabilecek, Rusya ise Avrupa için tehdit olmaktan uzaklaşarak bölgesel bir güç haline getirilecektir. Şu andaki sınırlara bakıldığında, Ukrayna ve Belarus ile Rusya arasındaki sınırların Brest Litovsk sınırları ile hemen hemen aynı olduğu görülmektedir. Muhtemelen Putin, Brest Litovsk ile dayatılan sıkışmış ve bölgesel bir güç haline getirilmiş Rusya fikrinin bugün de NATO ve AB tarafından yürürlüğe konulmaya çalışıldığını anlamıştır. Brest Litovsk Sınırı  Günümüzdeki Rusya Sınırı
Tumblr media Tumblr media
Peki Rusya bunu anladıysa, neden daha önce değil de şimdi Ukrayna’ya saldırdı? Rusya saldırgan politikalar uygulamaya yeni başlamadı. İlk olarak 2008’de Gürcistan’a saldırıp bazı toprakları kopardı. Gürcistan Kafkasya’nın Ukrayna’sı gibidir. Bağımsızlığını kazandığından beri kendisini Rus tehdidi altında hissetmektedir ve bu tehdide karşı güvenliğini sağlayabilmek için Avrupa Birliği ve NATO’ya katılmaya çalışmaktadır. Doğal olarak Rusya da boş durmamış ve kendisine müzahir insanların iktidara gelmesi için her türlü vasıtaya başvurmuştur. Öte yandan ABD de batı yanlısı kişileri iktidara getirmeye çalışmıştır. Bu süreçte Gürcistan, adeta bir halat çekme yarışına sahne olmuştur. Halatın bir ucunda Rusya, diğer ucunda ABD vardır. Gürcistan’da Rusya yanlıları Rusya’nın önünde Batı yanlıları ise ABD’nin önünde yerlerini almıştır. Uzun bir süre devam eden halat çekme yarışında ibre bazen Batı bazen de Rusya tarafına kaymıştır. Ancak Rusya, artık bu çekişmeyi daha fazla sürdüremeyeceğini anlayınca halatı ortadan kesmiş, kendi tarafındakiler kendi etki alanına girmiş diğer taraftakiler ise kendisinden iyice uzaklaşmıştır. Bu durum Rusya için ehveni şer olmuştur. Çünkü Ermenistan’daki varlığını korudukça Rusya hem Kafkasya’daki varlığını koruyacak hem de kuzey Kafkasya’yı kendi ülkesine organik bağlarla bağlayacaktır. Bu yüzden, Ermenistan’da Batı yanlısı Paşinyan hükümeti Azerbaycan ile Karabağ savaşına girdiğinde onu desteklemeyerek cezalandırmış ve kendisine iyice bağımlı hale getirmiştir. Rusya ile savunma iş birliği anlaşması olan devletler arasında bir tek Ermenistan’ın Rusya’ya uçak göndererek fiilen destek vermesi de bu bağlılığın ulaştığı boyutu göstermektedir. 2014 yılında Ukrayna’nın başına gelen de Gürcistan’ın başına gelenlerle aynı olmuştur. O zaman Rusya, sadece Kırım’ı ilhak etmekle ve Donbas’taki ayrılıkçıları korumakla yetinmiştir. Belki de bu durumu bir süre daha koruyabilirdi. Ancak 2020 Ağustos seçimlerinden sonra Belarus’ta yaşananlar Rusya’yı yeni kararlar almak zorunda bırakmıştır. Doğu Avrupa’da Belarus’un pozisyonu Ermenistan’a benzemektedir. Belarus’un Batı’ya yanaşması Rusya’nın Doğu Avrupa’dan tamamen sürülmesi anlamına gelecektir. Bu sebeple Rusya, hemen Belarus rejimini ve devlet başkanı Lukaşenko’yu desteklemiş ve askerlerini ülkeye sokmuştur. Bunun üzerine, Batı’nın mutlaka Dinyeper hattının doğusuna geçmek istediğini ve Ukrayna’nın ardından Belarus’u da kendine müzahir kişilerce yönetilen bir ülke haline getireceğini anlayan Rusya, sorunu başladığı yerde bitirmek, kırmızı çizgilerinin altını daha net bir şekilde çizmek ve kendi siyasi çıkarları için savaşı göze aldığını göstermek için Ukrayna’ya girdi. Bir ayı geçen muharebelerde Rusya, istediği şekilde hızla bir sonuca ulaşamadı. Hatta Rusya, tüm dünyaya Rus ordusunun sanıldığı kadar muharip bir ordu olmadığını göstererek dezavantajlı duruma bile geçti. Ancak Putin, her şeye rağmen hedeflerinden tamamen vazgeçmedi. Sadece hedeflerini küçülttü ve bu hedeflerine ulaşmak için gücünü buralarda yoğunlaştırmaya başladı. Bu kapsamda önceliği, Rusya için olmazsa olmaz bölgeleri ele geçirmeye verdi. Putin’in olmazsa olmaz hedefi Ukrayna’nın NATO’ya girmesini önlemekti. Şu anda yapılan açıklamalara göre bunu zaten başarmış gibi görünüyor. Ama Finlandiya ve İsveç’e yönelik tehditleri bu ülkelerin NATO’ya yanaşmasına sebep oldu. Putin, Ukrayna’da yönetimi değiştirme hedefinden de vaz geçmek zorunda kaldı. Bunun yerine ordusunu Donbas ve Kırım bölgesine kaydırmaya başladı. Putin, bundan sonra da askeri harekatın gidişatına göre Ukrayna üzerindeki bazı hedeflerinden vaz geçebilir. Ancak Donbas ve Kırım’dan asla vaz geçmeyecek gibi görünüyor. Aslında bu bölgeleri elinde tutmak istemesinin sebebi, bu bölgelerin kaynaklarından ve başka maddi avantajlarından kaynaklanmıyor. Bu bölgelerde Rusların çoğunlukta olduğu da bir Rus propagandasından ibaret. Bu bölgeler, Azak Denizi’ni çevreleyen bölgelerdir. Putin’in en öncelikli hedefi, Azak Denizi’ni bir Rus iç denizi haline getirmektir. Çünkü bu deniz, Rus deniz kuvvetleri için en uygun ve önemli üs bölgesi durumundadır. Zaten, Rusya’nın çok da önemli olmayan bir kara devleti iken Avrupa’nın en önemli güçlerinden biri haline geçmesini sağlayan da Azak Denizi’dir. Rusya ilk olarak bu deniz kıyısında bazı bölgeleri ele geçirerek Kafkasya, Balkanlar ve Hatta Akdeniz bölgesinde etkili bir güç haline gelmiştir. Putin de dünya çapında ciddiye alınan bir güç haline getirmeyi düşündüğü Rusya’nın bu bölgeyi mutlaka alması gerektiğini düşünmektedir. Bu sebeple, savaşın en çetin muharebeleri, Azak Denizi çevresinde ve özellikle de deniz kıyısındaki Mariopol gibi şehirlerde yapılmaktadır. Kırım Yarımadası da bu denizden çıkışı kontrol ettiği için önemlidir. Fakat Kırım’ın başka önemli özellikleri de vardır. Kırımsız Rusya, sadece Doğu Karadeniz’de etkin bir güç haline düşecektir. Eğer tüm Karadeniz’de etkin bir güç olacaksa, Rusya’nın mutlaka Kırım’ı ele geçirmesi gerekmektedir. NATO’nun son yıllardaki genişlemeleriyle Karadeniz’in tamamında etkinlik kuracak konuma geldiği dikkate alınınca, Kırım’a sahip olmanın Rusya için ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bunu aşağıdaki haritalardan da açıkça görmek mümkündür.
Tumblr media Tumblr media
Sonuç olarak; Rusya’nın birinci hedefinin Azak Denizi çevresindeki Ukrayna topraklarını ele geçirmek ve bunu bir anlaşma ile Ukrayna’ya kabul ettirmek olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Rusya’nın tarih boyunca daima birinci planda tuttuğu sıcak denizlere inme planının başlangıç noktası ve dayanağı burasıdır. Rusya, askeri alandaki başarısızlığına paralel olarak savaşın başında açıkladığı Ukrayna’yı ele geçirmek, yönetimi değiştirmek, faşist unsurlar dediği askeri grupları yok etmek vb. birçok hedefinden vazgeçmiş ve önümüzdeki günlerde diğer hedeflerinden de vazgeçmesi mümkündür. Ancak Kırım ve Donbas bölgesini almaktan asla vazgeçmeyecektir. Bu sebeple, Kiev bölgesinden çektiği birlikleri de bu bölgeye kaydırarak Donbas ve Kırım’a bir hinterland sağlamaya çalışmaktadır.                           Read the full article
0 notes