Tumgik
#yanan ruhlar
narcicegiiii · 10 months
Text
𝙳𝚞𝚢𝚐𝚞𝚕𝚊𝚛 𝚑𝚎𝚙 𝚟𝚊𝚛𝚍ı, 𝚊𝚖𝚊 𝚑𝚎𝚙 𝚐𝚒𝚣𝚕𝚎𝚗𝚖𝚎k 𝚣𝚘𝚛𝚞𝚗𝚍𝚊𝚢𝚍ı.. 🖤
26 notes · View notes
ihlamur-cicegi · 2 years
Text
şuan tek istediğim koca bir bardak buzlu kahve ve sabaha kadar sizinle yüz yüze bir evin içinde sohbet edip vakit geçirmek.
biraz güzel satırlara ve sohbetlere ihtiyacım var.
belki nefessiz kalana kadar gülmeye veya hıçkıra hıçkıra ağlamaya ihtiyacım var.
bir omuza, bir kalbe yada bir parmak ucuna sığınmama izin verilmesine ihtiyacım var.
saatlerce yürüyüp, en güzel yerinden güneşin doğuşunu izlemeye ihtiyacım var.
biraz reçelli kızarmış ekmek ve süt yeter kahvaltım için.
ama yalnızlığımı üzerimden atmam lazım.
ağır gelen şeyleri omuzlarımdan,
geride bırakıp sizlerle ilerlemem lazım.
bana bir geceler lazım,
bir de sizin varlığınız.
dokunamadıkça özler insan, mesafeler sevmeye engel değil. ancak geceli özlemden akan gözyaşları da mesafelere lanet okur.
4 notes · View notes
1-ruhubozuk · 8 months
Text
Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım.
Aşktan haberdar olduğumda sözler cılız bir hıçkırığa dönüştü, yüreğimdeki şarkı derin bir sessizliğe gömüldü.
Ey bana gizlerinin ve mucizelerinin varlığına inandığım Aşk 'ı soran sizler,
Aşk peçesiyle beni kuşattığından beri ben size aşkın gidişini ve değerini sormaya geliyorum.
Sorularımı kim yanıtlayabilir? Sorularım kendi içimdeki için; kendi kendime cevaplamak istiyorum.
İçinizden kim içimdeki benliği bana ve ruhumu ruhuma açıklayabilir?
Aşk adına söyleyin, yüreğimde yanan, gücümü tüketen ve isteklerimi yok eden bu ateş nedir?
Ruhumu kavrayan bu yumuşak ve kaba gizli eller nedir; yüreğimi kaplayan bu acı sevinç ve tatlı keder şarabı nedir?
Baktığım bu görünmeyen, merak ettiğim açıklanamayan, hissettiğim hissedilemeyen şey nedir? Hıçkırıklarımda kahkahanın yankısından daha güzel, sevinçten daha mutluluk verici bir keder var.
Neden kendimi beni öldüren ve sonra şafak sökene kadar tekrar dirilten, hücremi ışığa boğan bu bilinmeyen güce veriyorum?
Uyanıklık hayaletleri kurumuş gözkapaklarımın üstünde titreşiyor ve taştan yatağımın etrafında düş gölgeleri uçuşuyor.
Aşk diye seslendiğimiz şey nedir? Söyleyin bana, bütün anlayışlara sızan ve çağlarda gizli olan o sır nedir?
Başlangıçta olan ve herşeyle sonuçlanan bu anlayış nedir?
Yaşam 'dan ve Ölüm 'den, Yaşam 'dan daha acayip, Ölüm 'den daha derin bir düş oluşturan bu uyanıklık nedir?
Söyleyin bana dostlar, içinizde Yaşam 'ın parmakları ruhuna dokunduğunda Yaşam uykusundan uyanmayan biri var mı?
Yüreğinin sevdiğinin çağrısıyla babasından ve annesinden vazgeçmeyecek kimse var mı?
İçinizden kim ruhunun seçtiği kişiyi bulmak için uzak denizlere açılmaz, çölleri aşmaz, dağların doruğuna tırmanmaz?
Hangi gencin yüreği tatlı nefesli, güzel sesi ve büyülü dokunuşlu elleriyle ruhunu kendinden geçiren kızın peşinden dünyanın sonuna gitmez?
Hangi varlık dualarını bir yakarış ve bağış olarak dinleyen bir Tanrı 'nın önünde yüreğini tütsü diye yakmaz?
Dün kapısından geçenlere Aşk'ın sırları ve değeri sorulan tapınağın girişinde durmuştum. Ve önümden çok zayıflamış, yüzü hüzünlü yaşlı bir adam iç çekerek geçti ve şöyle dedi:
'Aşk bize ilk insandan beri bağışlanmış bir güçsüzlüktür.'
Yiğit bir genç karşılık verdi:
'Aşk bugünümüzü geçmişe ve geleceğe bağlar.'
Ardından kederli yüzlü bir kadın hıçkırarak şöyle dedi:
Aşk cehennem mağaralarında sürünen kara engereklerin ölümcül zehiridir.
Zehir çiy gibi taze görünür, susuz ruhlar aceleyle içer onu; ama bir kere zehirlenince hastalanır ve yavaş yavaş ölürler.'
Sonra gül yanaklı bir kız gülümseyerek dedi ki:
'Aşk Şafak 'ın kızları tarafından sunulan ve güçlü ruhlara güç katıp onları yıldızlara çıkaran bir şaraptır.'
Ardından çatık kaşlı, kara giysili, sakallı bir adam geldi:
'Aşk gençlikte başlayıp biten kör cahilliktir.'
Bir başkası gülümseyerek açıkladı:
'Aşk insanın tanrıları mümkün olduğunca fazla görmesini sağlayan kutsal bir bilgidir.'
Sonra yolunu asasıyla bulan kör bir adam konuştu:
'Aşk ruhlardan varlığın sırlarını gizleyen kör edici bir sistir;
yürek tepeler arasında sadece titreşen arzu hayaletlerini görür ve sessiz vadilerin çığlıklarının yankılarını duyar.'
Çalgısını çalan genç bir adam şarkı söyledi:
'Aşk ruhun çekirdeğindeki yangından saçılan ve dünyayı aydınlatan bir ışıktır.
Yaşam 'ı bir uyanışla diğeri arasındaki güzel bir düş olarak görmemizi sağlar.'
Ve paçavraya dönmüş ayaklarının üzerinde sürüklenen güçsüz düşmüş çok yaşlı bir adam titrek bir sesle şunları söyledi:
'Aşk mezarın sessizliğinde bedenin dinlenmesi, Sonsuzluk 'un derinliklerinde ruhun huzura ermesidir.'
Ve onun ardından gelen beş yaşındaki bir çocuk gülerek dedi ki:
'Aşk annemle babamdır, onlardan başka kimse bilmez aşkı.'
Ve böylece Aşk'ı tarif eden herkes kendi umutlarını ve korkularını bıraktı önüme sır olarak.
O anda tapınağın içinden gelen bir ses duydum:
'Yaşam iki yarıya ayrılmıştır: biri donar, biri yanar; yanan yarı, Aşk 'tır.'
Bunun üzerine tapınağa girdim, sevinçle diz çökerek dua ettim:
'Tanrım, beni yanan alevin besleyicisi yap...
Tanrım beni kutsal ateşine at...'
15 notes · View notes
oakinci70tr · 1 year
Text
Osmanlı Akıncı Bülent Ergincanlı
-(OAKINCI70TR)-
-(GÖNÜLDOSTLARI)-
🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷
🌹💗🌹⭐🌙🌹🌙🌙🌙🌹⭐🌙🌹💗🌹
🌹👉 "Sabır Sınavıdır Ömür Dediğin" 👈🌹
🌹♥️🌹⭐🌙🌹🌙🌙🌙🌹⭐🌙🌹♥️🌹
🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷🇹🇷
Ruhlar giderlerken, sonsuz bir yola,
Dünyada verirler, birkaç gün mola,
Sanma ki, bu geliş, tesadüf ola;
Sabır sınavıdır, ömür dediğin….
****
Güneş, doğmak için, sabahı bekler,
Kozalarda, çile çeker, böcekler,
Bil ki, her yürüyen, önce emekler,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin….
****
Tohum düşer, toprağında barınır,
Bahar gelir, yaprak ile sarınır,
İnsanoğlu kışa doğru arınır.
Sabır sınavıdır, ömür dediğin….
****
Ateşe düşmeyen çıra yanar mı?
O ateşte yanan gayrı söner mi?
Hakk’a giden yarı yoldan döner mi?
Sabır sınavıdır, ömür dediğin….
****
Nefsin bu gün doysa, yarın yine aç,
Sanma ki bedenin, nefsine muhtaç.
Gel şu meyhaneden, vakitlice kaç,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin.…
****
Nefsin işkencesi, düşmandan beter,
Onun zulmü ancak, savaşla biter.
Silah istiyorsan, irâden yeter,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin.…
****
Hor görme dünyada çile çekeni,
Sabırla beslenir, gönül kökeni,
Bülbüle diyor ki, gülün dikeni;
Sabır sınavıdır, ömür dediğin….
****
İhtiras seline,baraj kâr etmez,
Beşer arzuları, saymakla bitmez.
Dünyayı verseler, inan ki yetmez,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin.…
****
Zaman sermayesi, sanma ki çok bol,
Beşikten bastona, kaç adımlık yol?
Bu kânun değişmez, kim olursan ol,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin….
****
Rüyalar, ne büyük ibrettir oysa,
İnsan aç uyanır, rüyada doysa,
Ölüm uyanmaktır, yaşamak buysa,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin….
****
Nî’met sırrı gizli, hayır ve şerde,
Devâyı da verir, verdiği derde,
Akıl, isyan ile, aranda perde,
Sabır sınavıdır, ömür dediğin….
****
Gör ki, şu dünyanın, sırça köşküne,
Tapmış nice insan, dönmüş şaşkına,
Nedir bu sarhoşluk, Allah aşkına?
Sabır sınavıdır, ömür dediğin.....
☆♡☆(Cengiz Numanoğlu)☆♡☆
Osmanlı Akıncı Bülent Ergincanlı
-(OAKINCI70TR)-
-(GÖNÜLDOSTLARI)-
Tumblr media
4 notes · View notes
jotem · 2 years
Text
Tumblr media
Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim,
ama hiçbir sözcük bulamadım.
Aşktan haberdar olduğumda sözler cılız bir hıçkırığa dönüştü,
yüreğimdeki şarkı derin bir sessizliğe gömüldü.
Ey bana gizlerinin ve mucizelerinin varlığına inandığım Aşk'ı soran sizler,
Aşk peçesiyle beni kuşattığından beri size aşkın gidişini ve değerini sormaya geliyorum.
Sorularımı kim yanıtlayabilir?
Sorularım kendi içimdeki için;
kendi kendime cevaplamak istiyorum.
İçinizden kim içimdeki benliği bana ve ruhumu ruhuma açıklayabilir?
Aşk adına söyleyin, yüreğimde yanan, gücümü tüketen ve isteklerimi yok eden bu ateş nedir?
Ruhumu kavrayan bu yumuşak ve kaba gizli eller nedir;
yüreğimi kaplayan bu acı sevinç ve tatlı keder şarabı nedir?
Baktığım bu görünmeyen,
merak ettiğim,
açıklanamayan,
hissettiğim hissedilemeyen şey nedir?
Hıçkırıklarımda kahkahanın yankısından daha güzel,
sevinçten daha mutluluk verici bir keder var.
Neden kendimi, beni öldüren ve sonra şafak sökene kadar tekrar dirilten,
hücremi ışığa boğan bu bilinmeyen güce veriyorum?
Uyanıklık hayaletleri kurumuş gözkapaklarımın üstünde titreşiyor ve taştan yatağımın etrafında düş gölgeleri uçuşuyor.
Aşk diye seslendiğimiz şey nedir?
Söyleyin bana, bütün anlayışlara sızan ve çağlarda gizli olan o sır nedir?
Başlangıçta olan ve herşeyle sonuçlanan bu anlayış nedir?
Yaşam'dan ve Ölüm'den,
Yaşam'dan daha acayip,
Ölüm'den daha derin bir düş oluşturan bu uyanıklık nedir?
Söyleyin bana dostlar,
içinizde Yaşam'ın parmakları ruhuna dokunduğunda
Yaşam uykusundan uyanmayan biri var mı?
Yüreğinin sevdiğinin çağrısıyla
babasından ve annesinden vazgeçmeyecek kimse var mı?
İçinizden kim ruhunun seçtiği kişiyi bulmak için uzak denizlere açılmaz,
çölleri aşmaz,
dağların doruğuna tırmanmaz?
Hangi gencin yüreği tatlı nefesli, güzel sesi ve büyülü dokunuşlu elleriyle ruhunu kendinden geçiren kızın peşinden dünyanın sonuna gitmez?
Hangi varlık dualarını bir yakarış ve bağış olarak dinleyen bir Tanrı'nın önünde yüreğini tütsü diye yakmaz?
Dün kapısından geçenlere
Aşk'ın sırları ve değeri sorulan tapınağın girişinde durmuştum.
Ve önümden çok zayıflamış, yüzü hüzünlü yaşlı bir adam iç çekerek geçti ve şöyle dedi :
"Aşk bize ilk insandan beri bağışlanmış bir güçsüzlüktür."
Yiğit bir genç karşılık verdi :
"Aşk bugünümüzü geçmişe ve geleceğe bağlar."
Ardından kederli yüzlü bir kadın hıçkırarak şöyle dedi:
"Aşk cehennem mağaralarında sürünen kara engereklerin ölümcül zehiridir.
Zehir çiy gibi taze görünür, susuz ruhlar aceleyle içer onu;
ama bir kere zehirlenince hastalanır ve yavaş yavaş ölürler."
Sonra gül yanaklı bir kız gülümseyerek dedi ki :
"Aşk Şafak'ın kızları tarafından sunulan
ve güçlü ruhlara güç katıp onları yıldızlara çıkaran bir şaraptır."
Ardından çatık kaşlı, kara giysili, sakallı bir adam geldi :
"Aşk gençlikte başlayıp biten kör cahilliktir."
Bir başkası gülümseyerek açıkladı:
"Aşk insanın tanrıları mümkün olduğunca fazla görmesini sağlayan kutsal bir bilgidir."
Sonra yolunu asasıyla bulan kör bir adam konuştu :
"Aşk ruhlardan varlığın sırlarını gizleyen kör edici bir sistir;
yürek tepeler arasında sadece titreşen arzu hayaletlerini görür
ve sessiz vadilerin çığlıklarının yankılarını duyar."
Çalgısını çalan genç bir adam şarkı söyledi :
"Aşk ruhun çekirdeğindeki yangından saçılan ve dünyayı aydınlatan bir ışıktır.
Yaşam'ı bir uyanışla diğeri arasındaki güzel bir düş olarak görmemizi sağlar."
Ve paçavraya dönmüş ayaklarının üzerinde sürüklenen güçsüz düşmüş çok yaşlı bir adam titrek bir sesle şunları söyledi :
"Aşk mezarın sessizliğinde bedenin dinlenmesi,
Sonsuzluk'un derinliklerinde ruhun huzura ermesidir."
Ve onun ardından gelen beş yaşındaki bir çocuk gülerek dedi ki:
"Aşk annemle babamdır, onlardan başka kimse bilmez aşkı."
Ve böylece Aşk'ı tarif eden herkes kendi umutlarını ve korkularını bıraktı önüme sır olarak.
O anda tapınağın içinden gelen bir ses duydum:
"Yaşam iki yarıya ayrılmıştır: biri donar, biri yanar; yanan yarı, Aşk'tır."
Bunun üzerine tapınağa girdim, sevinçle diz çökerek dua ettim :
"Tanrım, beni yanan alevin besleyicisi yap... Tanrım beni kutsal ateşine at..."
Halil Cibran - Aşk
♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ٩(•̮̮̃•̃)۶ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥ ♥
0 notes
iririv · 2 years
Text
Çırılçıplaktı her şey,
Yatak,
Dolap,
Ruhlar.
Alabildiğine çıplak.
Dokunamıyorum.
Deli gibi yanan iki beden
Alabildiğine ateş,
Dokunamıyorum.
İrem Ç. 30.04.18
0 notes
tumitutscanlation · 4 years
Text
Heavenly Blessing – 198. Bölüm
Mega // Drive // Wattpad
Bölüm 198: Cehennemdeki Adam Yağmur Altında Bambu Bir Şapka Alıyor
Sözleri söylediği anda, tüm kalabalık sessizleşmişti, çünkü yaralarına tuz basmıştı. Geçen iki gün boyunca, Xie Lian’a yardım eden tek bir kişi bile olmamıştı. Bu su tüccarı ise en azından istemişti, sadece karar verememişti, ama diğerleri ona doğru tek bir bakış bile atmamışlardı!
Birisi homurdandı. “O zaman şimdi ne yapacağız? Eğer bunu yapmazsak, o zaman neden başka bir yol bulmuyoruz??”
Kalabalık tekrar kızışmaya başlamıştı, bazıları kendilerini öne atmaya bile çalışıyordu, ve tam bu sırada başka bir ses vahşice yükseldi.
“BU CURCUNAYI KİM ÇIKARTIYOR? ERKEK OLAN ÖNE ÇIKSIN, BU ATANIN BİR BIÇAĞI VAR!”
Başlarını kaldırdıkları zaman, Xie Lian gökyüzünden ilk düştüğü gün kılıcı çekmek isteyen tombul aşçıyı gördüler. Bir şey onu kışkırtmış gibiydi ve kükredi. “Bu küçük dostum haklı! Eğer geçen gün beni bir sürü kişi tutmasaydı, neredeyse o kılıcı çıkartıyordum! Ve şimdi, nasıl ben daha kımıldamadan, hepiniz bağrışmaya başladınız? ZAVALLILAR! Buna değer misiniz sanıyorsunuz? Gerçi, her gün bu kadar utanmaz insanı bir arada görmüyorum!”
Aşçı iri bir adamdı, sesi yüksek ve netti, ve öfkesinin doruğunda elinde bir kasap bıçağıyla, mutfağından yeni çıkmış gibi görünüyordu. En yüksek sesle şikayet edenler anında suspus olmuşlardı. Birkaç gün önce neler yaşandığını bilmeyenler de vardı ve bir süre sorguladıktan sonra, hepsi şok olmuşlardı.
“Olamaz? Kimse yardım etmeye çalışmadı mı?”
“Evet, iki gün boyunca onu öyleye yatmaya mı bıraktınız? Oturmasına falan bile yardım etmediniz mi?”
Konuştukça, diğerleri daha da utanıyorlardı ve karşı çıktılar. “Siz olsanız yardım edermişsiniz gibi konuşmayın, her şey olup bittikten sonra tatlı lafları herkes eder. Unutmayın, yukarıdaki hayaletimsi şeyler bir kez indiğinde, hiç birimizin kaçacak yeri olmayacak!”
“Heh, o zaman haberin olsun, eğer ben orada olsaydım, kesinlikle kılıcı çekip çıkartırdım!”
“Elbette, her şey olup bittikten sonra böyle konuşması kolay…”
“DURUN! Ne diye kavga ediyorsunuz? Kılıcı çekip çekmemek artık problem değil!”
Onlar tartışırken her iki taraftan gürültülü ve azılı sesler yükseliyordu, bir kavga patlak vermek üzereydi ve yağmur da yavaşça dinmişti. Ancak, siyah bulutlar gittikçe yoğunlaşıyordu, baskı o kadar güçlüydü ki, aşağıdaki yüzlerce insanı boğmak üzereydi. Aniden, kalabalıktan bir çığlık yükseldi ve pek çok parmak gökyüzünü işaret etti.
“GELİYOR!!!”
Xie Lian da başını kaldırdı. Siyah bulutlarda dönüp duran insan yüzleri aniden çalkalanmaya başlamışlardı ve kayan siyah yıldızlar gibi arkalarında uzun ‘kuyruk’larını sürükleyerek hızla aşağıya düşüyorlardı.
İnsan Yüzü Hastalığı geliyordu!
Kalabalık taş kesilmiş, benliklerini kaybetmişlerdi; kimisi kaçtı, kimisi saklanmak için evine gitti ve aynı zamanda da siyah kılıcı tutmak için geride kalanlar da vardı. Ancak yere atılan siyah kılıç kim bilir ne zamandır kayıptı ve elleri boş dönmüşlerdi.
Xie Lian öncesinde insanları tepkisi nedeniyle şok olmuş ve ancak şimdi bunu fark ediyordu. Haykırdı. “Kılıç nerede? KİM ALDI??”
Kimsenin cevap verecek vakti yoktu, sonuçta her yöne kaçışmaya başlamışlardı. Ancak düşmekte olan kindar ruhlardan nasıl daha hızlı hareket edebilirlerdi? Kısa bir süre sonra her yerden yaşayanların haykırışları ve çığlıkları yükseldi, ve kindar ruhların ulumaları!
Kindar ruhlar yaşayanlara yetiştikten sonra, kalın siyah bir duman gibi süzülüyor, pes etmez ve yapışkan bir halde her bir delikten sızıyor, yavaşça onların bedenlerine karışıyordu. Xie Lian onları uzaklaştırmak için durmadan savaştı, ama çok fazlaydılar, ve tek başına hepsiyle mücadele edemezdi. Hayaletler tarafından kovalanırken önündeki sayısız kişinin ağlamasını ve haykırışlarını çaresiz bir şekilde izledi, küçük tüccar ve karısı, ve tombul aşçı da yere yatmış siyah duman karmaşasıyla boğuşuyordu. Tüm bu zaman boyunca Yüzü Olmayan Beyaz yanında durmuş, durmadan alay ediyor ve her şeyi izliyordu.
Xie Lian hem öfkeli hem endişeliydi, ve kalbini sertleştirerek, kindar ruhlarla en çok dolu olan yere kükredi. “HEY –!”
Onların uyanışındaki deha oydu sonuçta, ve onun çağrısını yaratıklar doğal olarak fark etmişlerdi. Xie Lian kollarını ardına dek açtı.
“BANA GELİN!”
Çoktan yaşayanlarla sarılmış kindar ruhlar tereddüt ettiler, gidip gitmemek konusunda kararsızlardı, ama hala havada duran kindar ruhlar hemen yön değiştirerek doğrudan Xie Lian’a uçtular.
Başarılı!
Xie Lian’ın kalbi o kadar hızlı çarpıyordu ki duracak gibiydi. Neler olacağını, kendisinin başına ne geleceğini de bilmiyordu. Ama beynine hücum eden bütün kanıyla elinden gelen her şeyi yaptı. İntikamla yansa, her yeri morarana dek dayak yese bile yine de geri çekilmeyeceğini hissediyordu; eğer yüz binlerce ölünün ruhu daha gelse, yine de yenilmeyecekti!
Kendime acımamı ve kendimi yok etmemi mi izlemek istiyorsun?
EH, YAPMAYACAĞIM!!!
ASLA YAPMAYACAĞIM!!!
Yerden göklere dek her yeri sarmış olan siyah gelgit Xie Lian’ı sardı ve kindar ruhlar bedenine girerken inlediler. Bir anda, Xie Lian sanki tüm bedeni donmuş gibi hissetti ve titredi. Kısa bir süre sonra bir ikincisi geldi, sonra bir üçüncüsü…
Yaratıklar keskin haleleriyle bıçaklar gibiydiler, onu deliyor, bedenine geçiyorlardı ve her seferinde ondan geriye kalan bir parça sıcaklığı götürüyorlardı ve Xie Lian’ın yüzü gittikçe soluyordu. Yine de kararlılığını korudu ve geri çekilmedi.
Daha sadece birkaç yüz tanesi gelmişti, sadece kısa bir süreliğine durmuştu ve çok daha fazlası gelecekti. Tüm gökyüzünü kaplayan siyah bulutların hepsi onlardı!
Xie Lian gözlerini kapattı, kindar ruhların yanan öfkesini kendi gücüyle almaya hazırdı. Ancak beklenmedik bir şekilde, bir sonraki kindar ruhlar hiç gelmedi. Kafası karışmış bir halde gözlerini açtı ve şaşırarak, etrafındaki siyah gelgitin yok olduğunu fark etti.
Hepsi siyah bir maddeye bürünmüşlerdi zaten ve şimdi başka bir yöne doğru emiliyorlardı!
Donakalan Xie Lian başını kaldırarak baktı. Uzun caddenin sonunda siyah cübbeli bir savaşçı duruyordu ve elinde uzun siyah kılıç vardı.
Wuming?
Xie Lian ona İnsan Yüzü Hastalığını yaymadan önce gitmesini emretmişti, burada şimdi ne işi vardı?
Xie Lian neler olduğunu veya siyah cübbeli savaşçının burada ne yaptığını anlayamıyordu, ama bir an donakaldıktan sonra hemen ona doğru koştu. Bağırdı. “BEKLE! NE YAPIYORSUN? ONA DOKUNMA! KILICI BANA GERİ VER!”
Siyah cübbeli savaşçı sesini duymuş gibiydi ve hafifçe başını kaldırdı. Xie Lian onun gerçek yüzünü göremiyordu, tek gördüğü maskedeki çizili gülümsemeydi. Ancak, içinde tuhaf bir his vardı.
Siyah cübbeli savaşçının maskesinin altında sahiden de gülümsediğini hissediyordu.
Ancak, geçici bir histi. Ezici kara işkence ve çığlık atan gelgit bir araya gelerek bir fırtına yaratmıştı ve toplanıyorlardı, siyah cübbeli savaşçıyı bir anda yutmuşlardı.
O anda, Xie Lian içini parçalayan, kanını donduran bir çığlık duydu.
Bu sesi daha önce duyduğunu hissediyordu. Bu sesi daha önce duymuş olmalıydı!
Acı verici. O kadar acı vericiydi ki, sanki aynı ıstırabı çekiyorlardı; o kadar acı vericiydi ki, ölümden beter bir kaderdi; o kadar acı vericiydi ki, hem kalbi hem bedeni eziliyormuş gibi hissediyordu; o kadar acı vericiydi ki, dizlerinin üzerine çöktü, başına sarılarak o da bağırmaya başladı.
“AAAAAAAAAAHHHHHHHHHHHHHH!!!!!!”
Kalbindeki ıstırap verici acı patlaması geldiği hızla kaybolmuştu ve bilinmeyen bir süre geçtikten sonra, etrafını yavaşça bir sessizlik kapladı. Xie Lian da yavaş yavaş başına sardığı ellerini indirdi.
Sersemlemiş bir halde başını kaldırdı ve etrafına baktı. Etrafı insanlarla kaplanmıştı, çoğu bilincini kaybetmişti. Ama onları saran kindar ruhlar yok olmuşlardı.
Sahne aklını karıştırdı. İnsan Yüzü Hastalığına ne olmuştu? Kindar ruhlar nereye gitmişti? Kendisine ne olmuştu?
Kara işkenceden geriye de hiçbir iz kalmamıştı. Siyah cübbeli isimsiz hayaletin durduğu yeri tek hatırlatan şey yere düşmüş siyah kılıçtı. Ve, kılıcın hemen ucunda, küçük beyaz bir çiçek vardı.
Xie Lian tökezleyerek ayağa kalktı ve oraya gitti, çiçeği ve kılıcı aldı.
Yüzüne dokundu, kollarına baktı ve vücudunda farklı hissettiren hiçbir yer bulamadı, güçlü bir laneti üstlendiğini gösteren hiçbir şey yoktu. Şaşkın bir halde dururken, aniden arkasından bir ses yükseldi.
Yumuşak bir şekilde. “Ah.” Dedi.
Xie Lian arkasını döndü ve Yüzü Olmayan Beyaz’ı gördü, kollarını bağlamış ve ellerini kol yenlerine gizlemişti, geniş kol yenleri rüzgarda dans ediyordu.
Xie Lian henüz neler olduğunu kavrayamamıştı ama içine kötü bir his doğdu.
Yüzü Olmayan Beyaz ona baktı ve kıkırdamaya başladı. Kötü his gittikçe güçleniyordu ve Xie Lian kaşlarını çattı.
“Sen neye gülüyorsun?”
Yüzü Olmayan Beyaz karşılığında ona bir soru sordu. “Hala neler olduğunu anlayamadın mı?”
“Ne?” Diye sordu Xie Lian.
“O hayaleti tanıyor musun?” Diye sordu Yüzü Olmayan Beyaz.
“…Savaş meydanında ölmüş bir, bir ruh.” Xie Lian denedi.
“Evet.” Diye cevapladı Yüzü Olmayan Beyaz. “Ama aynı zamanda, o senin bu dünyadaki son inananındı. Şimdi ise yok.”
…İnananı mı?
Bu dünyada sahiden ona inanan bir kişi kalmış mıydı?
Xie Lian’ın zorla birkaç kelime söyleyebilmesi için uzun bir zaman geçmesi gerekmişti.
Kekeleyerek konuştu. “Ne, demek, artık yok?”
Yüzü Olmayan Beyaz tembelce cevapladı. “Ruhu parçalandı.”
Xie Lian bunu kabullenmekte güçlük çekiyordu. “Ruhu nasıl parçalanabilir??”
“Çünkü laneti senin yerine o aldı. Çağırdığın ölülerin ruhları onu yok etti, geriye bir parça bile bırakmadılar.” Dedi Yüzü Olmayan Beyaz.
“…”
Çağırdığı ölülerin ruhları mı?
Laneti onun yerine mi almıştı?!
Yüzü Olmayan Beyaz devam etti. “Ah evet, sahi. Ayrıca onunla ilk kez de karşılaşmıyorsun.”
Xie Lian sersemlemiş bir halde onu izledi. Yüzü Olmayan Beyaz eğlenmişe benziyordu.
“O hayalet hep seni takip ediyordu. İlk başlarda onun derin bir kin güttüğünü düşünmüştüm, bu nedenle yakalayarak sorguladım. Cevaplarının o kadar ilginç olacağını hiç tahmin etmezdim. Hayalet Festivalinde, fener gecesinde, gezen hayalet alevi ruhu. Hala hatırlıyor musun?”
Xie Lian mırıldandı. “Hayalet Festivali? Fener gecesi? Gezen hayalet alevi ruhu?”
Yüzü Olmayan Beyaz tembel bir şekilde ipucu verdi. “Bu hayalet, hayattayken, senin emrinde bir askerdi. Öldükten sonra, ölü ruhu seni takip etti. Senin için savaşta öldü; sen yüz kılıç tarafından deşilince vahşi bir hayalete dönüştü; ama yine senin yüzünden, İnsan Yüzü Hastalığının serbest bırakılmasıyla ruhu paramparça oldu.”
Xie Lian belli belirsiz bir şeyler hatırlar gibiydi ama daha önce bu inananın yüzünü hiç görmemişti, adını bile bilmiyordu, nasıl hatırlayabilirdi? Ne kadar hatırlayabilirdi?
“Belki de sahiden burada Ekselanslarına inananlar vardır…”
Evet. Vardı.
Sadece o vardı!
Yüzü Olmayan Beyaz başka bir şeylerde söylemiş gibiydi, ama Xie Lian o kadar sersemlemişti ki hiçbir şey duymuyordu ta ki, en sonunda Yüzü Olmayan Beyaz tekrar konuşana dek. “Senin gibi bir tanrı sahiden acınası ve gülünç. Ve senin inananın olduğuna göre o daha bile acınası ve gülünç, öyle ki tahayyül edilemez.”
“…”
Öncesinde Xie Lian’la dalga geçerken, Xie Lian hiçbir tepki vermemişti ama bu yaratığın onun inananını aşağıladığını ve acınası olduğunu söylediğini duyunca, sanki Xie Lian saplanan bir kılıçla uyandırılmış gibiydi. Kontrol edilemez bir öfke içinde gürledi.
Öne atıldı ama kolayca tutulmuştu, Yüzü Olmayan Beyaz soğuk bir şekilde konuştu. “Bana karşı kazanamazsın. Bu gerçeği anlayana dek sana daha kaç kez söylemem gerekecek?”
Xie Lian en başından beri ona karşı kazanmak istememişti zaten, ve kazansa da fark etmezdi. Sadece onu yorulana dek dövmek istiyordu.
Öfkeyle haykırdı. “SEN NE BİLİRSİN! NE CÜRETLE ONUNLA ALAY EDİYORSUN!!!”
Yüzü Olmayan Beyaz cevapladı. “Bir fiyaskonun takipçisiyle neden alay etmeye cüret edemeyeyim? Aptalsın ve senin inananın senden daha aptal. Beni dinle! Eğer beni mağlup etmek istiyorsan, o zaman benim öğretilerime kulak vermelisin. Yoksa, bana karşı kazanmayı hayal dahi edemezsin!”
Xie Lian elindeki her şeyiyle ona bağırmak istiyordu ama nefes almakta bile güçlük çekiyordu. Yüzü Olmayan Beyaz elini çevirdi ve açtı, elinde bir diğer ağlayan-gülen maske belirdi.
“Şimdi, baştan başlayalım!”
Tam maskeyi Xie Lian’ın yüzüne bastırıyordu ki beklenmedik bir şekilde, tam bu sırada, bir gümbürtü koptu.
Ufukta bir ışık çaktı ve fırtınalar gürledi, ve tuhaf bir ışık bulut katmanlarının arasında çaktı. Yüzü Olmayan Beyaz tedirgin olmuştu ve durdu.
“Bu ne? Bir Cennet Musibeti mi?..”
Bir an duraksadıktan sonra, düşünceyi reddetti. “Hayır, değil!”
Değildi.
Bir Cennet Musibetiydi, ama, sadece o değildi!
Bir adamın sesi tüm gökyüzünü doldurdu. “Eğer o sana karşı galip gelemiyorsa, peki ya ben?”
Xie Lian başını kaldırdı.
Kim bilir ne zamandır, beyaz bir zırh giymiş ve merhametli bir haleyle parlayan genç bir savaş tanrısı uzun sokağın sonunda duruyordu. Bedenini ince bir beyaz ruhani ışık sarmıştı ve adım adım ilerlerken elinde bir kılıç vardı, bu kasvetli, karanlık dünyada ışıktan bir yol açıyordu.
Xie Lian gözleri ardına dek açıldı.
Jun Wu!
Yağmur dinip, gökyüzü açıldıktan sonra, Xie Lian yanmış toprakta oturdu ve nefesini toplamaya çalıştı.
Jun Wu kılıcını kınına koydu ve yanına geldi. “Xian Le. Aramıza tekrar hoş geldin.”
Yorgun bir ifadesi vardı, yüzünde hala Yüzü Olmayan Beyaz tarafından bırakılan kandan izler bulunuyordu. Onlar dışında, Jun Wu’nun her yeri sayısız yarayla kaplıydı, kimisi büyük kimisi küçüktü. Aslında ciddi yaralardı, ama Yüzü Olmayan Beyaz’ın yaraları daha hayatiydi, öyle ki bedeni parçalanmış ve yok olmuştu, ondan geriye sadece ağlayan-gülen maske kalmıştı.
Onun ‘aramıza tekrar hoş geldin’ dediğini duyunca Xie Lian şaşırmıştı. Boynuna dokundu ve ancak o zaman lanetli kelepçenin kaybolduğunu fark etti.
Jun Wu gülümsedi. “Tahmin ettiğim gibi, yanılmıyordum. Geri dönüşün tahmin ettiğimden çok daha kısa sürdü.”
Xie Lian yavaşça bu bilgiyi sindirdi. Ardından yüzünde küçük bir gülümseme belirdi, ama acıydı da.
Nefesini topladıktan sonra konuştu. “Lordum, senden bir şey diliyorum.”
“İzin verildi.” Dedi Jun Wu.
“Ne olduğunu sormayacak mısın?” Dedi Xie Lian.
“Her şekilde, Üst Cennete dönüşün için bir hediye isteyeceksin, bu yüzden de bu benim sana geri dönüş hediyem olabilir.”
Xie Lian’ın dudaklarının ucu kıvrıldı ve ayağa kalktı, doğrudan Jun Wu’nun gözlerinin içine bakıyordu.
Tüm saygısıyla konuştu. “O zaman, dilerim Lordum beni bir kez daha ölümlü diyara sürgün eder.”
Bunu duyunca Jun Wu’nun gülümsemesi sordu. “Neden?”
Xie Lian içten bir şekilde açıkladı. “Bir suç işledim. İkinci İnsan Yüzü Salgınını ben serbest bıraktım. Her ne kadar sonuçları çok ciddiymiş gibi görünmese de.”
Sonuçta sadece isimsiz bir hayalet yok olmuştu ve belki bu dünyada, o isimsiz hayaleti kimse umursamıyordu. Bu nedenle de sonuçları çok ciddi görünmüyor olabilirdi.
Jun Wu yavaşça konuştu. “Eğer hata yaptığını biliyorsan, o zaman sorun kalmamıştır.”
Ancak Xie Lian başını iki yana salladı. “Bilmek yetmiyor. Eğer bir hata yaptıysam, o zaman cezasını çeken de ben olmalıydım, ama, ben bir yanlış yaptım, benim yerime cezalandırılan kişi…”
Başını kaldırdı. “Bu yüzden, ceza olarak, dilerim Lordum bana lanetli bir kelepçe verir, hayır, iki lanetli kelepçe. Birisi ruhani güçlerimi mühürlemek, diğeri ise şans ve talihimi yok etmek için.”
Jun Wu hafifçe kaşlarını çattı. “Tüm şans ve talihini yok etmek mi istiyorsun? O zaman sahiden inanılmaz şanssız olacak ve sahiden Talihsizlik Tanrısı olmayacak mısın?”
Geçmişte, Xie Lian kendisine Talihsizlik Tanrısı denmesini sahiden çok umursardı, ve hemen karşılık verirdi, bunu müthiş bir aşağılama olarak görüyordu. Ancak, artık böyle şeyleri umursamıyordu.
“Eğer Talihsizlik Tanrısı olacaksam, öyle olsun. Ben olmadığımı bildiğim sürece sorun değil.”
Talihi bir kez kapandıktan sonra, doğal olarak diğer talihsiz insanların yanına gidecekti, böylece de bir tür kefaret ödeyecekti.
“Oldukça utanç verici olur.” Diye hatırlattı Jun Wu.
“Fark etmez.” Dedi Xie Lian. “Ve dürüst olmam gerekirse, şimdiye kadar… neredeyse alıştım gibi.”
Her ne kadar alışmak istediği bir şey olmasa da, bir kez alıştıktan sonra, sahiden artık ona zarar veremezmiş gibi geliyordu.
Jun Wu onu izledi. “Xian Le, anlaman gerek, ruhani güçlerin olmadan, artık bir tanrı olmayacaksın.”
Xie Lian iç çekti. “Lordum, bunu herkesten daha iyi anlıyorum.”
Bir an duraksadıktan sonra konuştu, biraz utanmış ve biraz da ümitsizdi. “İnsanlar bir tanrı olduğumu söylüyor ve böylece ruhani güçlerim oluyor. Ama aslında, ben… sandıkları tanrı değilim ve diledikleri gibi yenilmez olamam.
“Bir tanrı bu kadar başarısız olabilir mi? Kendi insanlarımı korumayı diledim, ama cesetleri ıssız köşelere dağıldı; onların intikamını almak istedim, ama son saniyede durdum ve bu düşünceyi terk ettim. Yüzü Olmayan Beyaz benim bir ‘fiyasko’ olmam konusunda yanılmıyordu.
“Eğer artık bir tanrı değilsem, o zaman öyle olsun.”
Jun Wu dikkatle ona baktı ve uzun bir süre sonra konuştu. “Xian Le büyüdün.”
Bu Xie Lian’ın büyüklerinden duyması gereken bir sözdü. Ne yazık ki, ebeveynlerinin söylemeye fırsatı olmamıştı.
Bir an sonra Jun Wu konuştu. “Seçtiğin yol buysa, o zaman, pekala. Ancak, seni ölümlü diyara sürmek için bir nedene ihtiyacım var.”
Çocuk oyuncağı gibi bir cennet mensubunu öylece sürgüne gönderemezdi; cenneti ne sanıyordu?
Bu konuda ise Xie Lian’ın bir fikri vardı ve konuştu. “Lordum, sanki elimizde kalan her şeyimizle dövüşmemiş gibiyiz?”
Jun Wu hemen ne demek istediğini anlamıştı ve gülümsedi. “Xian Le, yaralıyım.”
“Ben de öyle.” Dedi Xie Lian. “Öyleyse eşitiz.”
Jun Wu başını salladı. “Öyleyse, seni durduramayacağım.”
Xie Lian gülümsedi, gözleri olasılıkların getirdiği heyecanla parlıyordu. “Ben de öyle.”
Ekselansları Veliaht Prens bir kez daha sürülmüştü.
Olağanüstü ve muhteşem bir ikinci Cennet Musibetinin ardından, Xian Le’nin Veliaht Prensi, öfkeli ve zalim bir şekilde cennete geri dönmüş ve daha beş dakika bile geçmeden Semavi İmparator tarafından bir kez daha aşağıya atılmıştı. Cennet mensuplarının hiçbiri bu adamın aklından neler geçtiğini anlayamıyordu???
Ama Xie Lian da diğer cennet mensuplarının ne düşündüğünü anlayamıyordu.
Sahiden bu kadar mı merak ediyorlardı? Günlerdir onu izliyor, onu izlemek için ölümlü kılığına giriyor, onu izlemek için hayvan kılığına giriyorlardı, günlerdir onu takip ediyorlardı! Erişkin bir adamın tuğla taşımasını izlemek sahiden bu kadar mı ilginçti???
O tam bunları merak ederken, arkasındaki ustabaşı ona bağırdı.
“ÇAYLAK, SEN, EVET SEN, SENİNLE KONUŞUYORUM! İŞİNİN BAŞINA GERİ DÖN VE TEMBELLİK ETMEYİ BIRAK!”
Xie Lian aceleyle doğruldu ve yüksek sesle cevap verdi. “AH!”
Ardından eski püskü sukamışından yelpazeyi aldı alevleri yellemeye başladı. Önünde birkaç tuğlanın üzerine kurulmuş küçük bir ocak vardı ve ocağın üzerinde pişmekte olan pirinçle fokurdayan bir büyük bir kazan.
Burası toprağı ve çamuru kazdığı bir inşa alanıydı. Ancak, tuğlalar çoktan taşınmıştı. Çok uzak olmayan bir yerde iki yeni yapılmış tapınak vardı ve onun şu anki görevi yemek pişirmekti. Yemeği karıştırdı ve karıştırdı, o tam elinden gelen her şeyi yaparken, iki araba iki büyük ilahi heykeli taşıyarak geldi. Xie Lian farkında olmadan tencereye bir şeyler atarken, işinin orta yerinde heykellere gizlice baktı.
İki ilahi heykel, saygın tapınaklarına taşınıyorlardı. Soldaki tapınağın salonundan kutlama sesleri yükseldi.
“General Xuan Zhen harika! General Xuan Zhen cömert ve nazik!”
Xie Lian konuşamadı.
‘Cömert ve nazik’ kelimeleriyle Mu Qing’i övmek, bu insanların aklı başında mıydı?
Ama görünüşe göre kendince sebepleri vardı. Sonuçta, herkes Mu Qing’in Xian Le’nin başkentinde kalan inatçı kindar ruhları temizleyerek yükseldiğini biliyordu, bu yüzden de ‘cömert ve nazik’ kelimeleri o kadar da mantıksız değildi. Her şekilde, Xian Le’nin eski başkenti ona minnettardı.
Sağdaki tapınağın salonundan, yenilmeyi reddeden haykırışlar yükseldi ve onlar da bağırdı.
“General Nan Yang harika! General Nan Yang cesur ve kudretli!”
Xie Lian başını salladı. İşte buna hiçbir itirazı yoktu. Sadece, bu övgü kadınlarla yüz yüze geldiği zaman pek geçerli olmayabilirdi.
Her iki taraftaki inananlar da tüm güçleriyle bağırıyorlardı, onlar kazanmak için her şeylerini verirken, Xie Lian’ın kulaklarını sağır edeceklerdi. İç çekti, düşünmeden alnını ovaladı, neden böyle yapıyorlardı?
Eğer birbirlerinden bu kadar nefret ediyorlarsa, bu sorunlarını birbirlerinin dibine tapınak kurmayarak çözemezler miydi?
Cevabı ise – elbette hayır’dı! Bu bölge fengshui’yle dolup taşan bir alan olduğu için, iki cennet mensubunun inananları da böyle enfes bir toprağı asla birbirlerini görmemek için terk etmeyeceklerdi; elbette diğerinin inananlarını çalmak ve birbirlerini tiksindirmek için ellerinden geleni yapacaklardı.
İki tarafın bağırmaktan kavga etmeye geçmeleri çok uzun sürmemişti. Kenarda, Xie Lian zamanlamalarının oldukça iyi olduğunu düşündü ve tencereye vurdu, yüksek sesle bağırıyordu.
“MİLLET, KAVGA ETMEYİ BIRAKIN! YEMEK HAZIR!”
Tartışmanın en hararetli yerinde, o kimin umurundaydı? Xie Lian başını iki yana salladı ve tencereyi açtı ve koku millerce öteden duyuldu. Şimdi başarmıştı işte. Kalabalık anında durdu ve bağırmaya başladılar.
“…HASİKTİR… BU KOKU NE??”
“KİM BOK PİŞİRİYOR??”
“VE BU ŞEY TENCERE DİBİ GİBİ KOKUYOR?!”
Xie Lian karşı çıktı. “NE! Bu gizli, kıymetli bir kraliyet tarifidir…”
Ustabaşı eliyle burnunu kapatarak yanına geldi, yüzü yeşile dönmüştü ve haykırdı, ayaklarını yere vuruyordu. “SAÇMALIK, NE GİZLİ, KIYMETLİ TARİFİ? NE KRALLIĞI?! SEN? DEFOL GİT BURADAN! İNSANLARI TİKSİNDİRİYORSUN!”
Xie Lian uzlaştı. “Tamam, peki, gidiyorum. Ama, lütfen bana ödemeyi yapar mısın…”
Ustabaşı öfkeyle haykırdı. “ÖDEMEDEN BAHSETMEYE NASIL CÜRET EDERSİN?! Neden bana, HAH! SEN! GELDİĞİNDEN BERİ! NE KADAR ÇOK HASARA YOL AÇTIN?? HA? Yağmur yağdığı zaman, şimşek çaktığı zaman, hepsi senin üzerine geliyor! Atlar ateş aldı ÜÇ KEZ! VE ÜÇ KEZ DE DEVRİLDİLER! Sen Talihsizlik Tanrısı gibisin! VE GELMİŞ BENDEN ÖDEME İSTİYORSUN! DEFOL GİT BURADAN! EĞER GERİ GELECEK OLURSAN AĞZINI BURNUNU KIRARIM!”
“Tamam, öyle demene gerek yoktu.” Dedi Xie Lian. “O şeylerin benim için geldiğini sen de fark etmişsin, ve her seferinde başka kimsenin zarar görmediğini, bu yüzden bence sadece ödemeden kaçmak istiyorsun?..”
O sözlerini bitiremeden ustabaşı ve birkaç işçi daha tencereden süzülen kokuya dayanamayarak kaçmaya başladılar, Xie Lian’ı toz duman içinde bırakmışlardı.
“DURUN??” Diye seslendi Xie Lian.
Etrafına baktı, ve kavga eden iki tarafın da kokudan kaçmış olduğunu gördü. Xie Lian’ın dili tutulmuştu.
Kendi kendine mırıldandı. “Eğer yemeyecektiyseniz, neden bu kadar büyük bir kazan kaynattınız? Sırf paranız var diye neden israf ediyorsunuz?”
Başını iki yana sallayan Xie Lian düşünüp taşındı, ardından iki büyük kase pirinç aldı, birisini Nan Yang Tapınağına diğerini ise Xuan Zhen Tapınağına sundu. En sonunda her şeyin yerine geldiğini hissederek ellerini birleştirdi, tümüyle tatmin olmuştu.
Eşyalarını almak için tekrar dışarıya çıktı, yerdeki şilteyi ciddiyetle sardı ve kılıçla bağlayarak her ikisini de sırtında taşımaya başladı. Bileğine sarılı olan beyaz ipek sargı gizlice ona sokuldu ve Xie Lian onu okşadı, başındaki bambu şapkayı düzeltti.
“Tamam. Ödeme. Ben de gösteri yapmaya giderim.”
Hala özel bir numarası vardı sonuçta – göğüste kaya kırma!
Patikadan ilerlerken Xie Lian aniden yolun kenarında küçük, minicik bir kırmızı çiçek fark etti, oldukça değerliydi. Eğildi ve nazikçe yapraklarına dokundu, oldukça neşeli hissediyordu.
Onunla konuştu. “Umarım bir gün tekrar karşılaşırız.”
O uzaklaştıktan sonra bile, küçük, minicik kırmızı çiçek hala rüzgarda dans ediyordu.
Dördüncü Kitabın Sonu
Çevirmen: Nynaeve
245 notes · View notes
Text
SEFERİ
Adımlarım eşeliyor toprağı. Başımdan aşağı kaynar sular değil, kan dökülüyor. Ruhumun yarası gözlerime perde oluyor. Kıpkırmızı bir dünyaya açıyorum kendimi. Griye karışan gerçekler şehri kirletiyor. Kaç vakit oldu bilmiyorum bir nefes almak için kaçalı bu şehrin kuytularına. Hangi hayatların süregeldiğini bilmediğim binaların bodrum katlarında seviştiğim günleri anımsıyorum. Bir avukatın dosyaları ve birkaç oyun pulu. Karanlığa karışıp yiten ne kadar hayat varmış bunu görmüştüm sahaflarda. İnsanlar onlarca eski zamanlardan kalma anılarını doldurdukları siyah beyaz fotoğrafları satıyor Kadıköy köşelerinde. Hem de 2 türk lirasına. Bir dünya karmaşa hakim suyun üstünde, ve yitip giden ruhlar gömülmüş derinlere. Anılar kaybolmuş insanlardan. Duygularını gömmüş, geçmişlerini karalamış, gündelik yaşamlara yetişmek için çocuk ruhlarını satmışlar ne kadar ucuza. Gözlerim gece sokaklarda dolaşırken ışıkları yanan pencerelere doğruluyor. Hangi hayatların hangi duygularda savrulduğunu düşünüyorum. Eşyalar birikiyor çocukluğumdan. Defterler ve kitaplar, üstü toprak ve tozla kaplanmış bir mavi örtü. Naif yaz akşamlarına kurulmuş hayatlar, biraz müzik ve esen melteme karışan deniz sesine biriken ince muhabbetler.
Birikmiş bir yalnızlığın eşi benzeri görülmez bitkinliği.
Önceden ait hissedecek yerler arardım. Ruhum bedenimle barışmıştı.Şimdi bedenim bile kavga ediyor ruhumla. Son birkaç aydır sabahları görüyor gözlerim. Gün doğumlarına kadar kendi karanlığıma gömülüyorum. Ve bedenim hareket edemeyecek kadar yorgun düştüğü vakitlerde gözlerimi bir parça uykuya kavuşturuyorum. Zaman geçiyor, yaşlanmıyorum belki şimdilik, ama eskiyorum. Sürüklenmek ne acı. Takılmak bu kronik rahatsızlıklara. Yaşamdan tat alamamak ne acı. Günü bitirmek için çabalamak. Ve bilmek insanlığın hepsinin böyle olduğunu aslında. Hepimiz bir entropiye kurban gidiyoruz.
Artık hatırlayamıyorum kim olduğumu. Şimdi geldi aklıma. Birkaç sene öncesinde kim olduğumu dahi bilmiyorum. Bölük parça anlar var aklımda. Anlara kilitlenmiş saklı hisler. Ve hatırlıyorum delicesine rüzgar eserken, denizin dalgaları hırçınca çarparken kayalara, ben dudaklarımda acı bir tütünün tadını taşıyordum. Aklımda ise karmaşa. Karmaşanın huzuru vardı aslında. Yoğun bir kaosun hakimiyeti, ne kadar hoştu. Oysa şimdilerde kenarından geçemiyorum. Zaten hırçın dalgalar kalmadı artık. Kirlenmiş denizler, toprağın bile rengi solmuş. Maskelerin üstündeki bir çift gözden ibaret her yer. Ne kadar yorgun duruyorlar, ne kadar donuk ve benzer.
İnsan büyüdükçe karışıyor insanlığa. İnsan büyüdükçe kaybediyor kendi insanlığını. Geceleri , 4 duvara sığan tek günah sevişmek değildir oysa. Aklımızla verdiğimiz savaşlar da var.
Günler geçiyor, savaşları kaybettiğini görenler gündüzlere sığınıyor.
Şimdilerde yorgunluğum okunuyor gözlerimden. Umutlarımın üstünden tırpanla geçilmiş. Kırıklarımın arasına yorgunluklar ekilmiş. Filizlenmişler. Beni ben eden ne varsa kökleri ruhuma saplanmışlar, gitmiyorlar. Ben bu koca savaşların ortasında kalmışım. Gözlerim kapanıyor.
Gün doğacak, ve ben ruhu sarhoş bir halde uykuya dalacağım. Gün başlayacak, dimdik duracağım. Koca bir çınar ağacı gibi. Gün batacak, ve ruhumu sarhoş ederek yıkılacağım.
Oysa görmek isterdim, insanlar ne yapıyor. Bilmek isterdim, beni kim gerçekten tanıyor?
10 notes · View notes
akif-sarier · 3 years
Photo
Tumblr media
Mevlana’nın Şems’e mektubu
Seni ne huzuru arayanlara, ne huzuru bulanlara, ne de huzurdan kaçanlara sordum. Güneşin sıcaklığını en iyi kim anlatabilir? Sıcaktan düşüp bayılan mı? Hayır, onun aşkı zayıftır. Güneşe yolculuk yapan mı? O da değil, gitse gitse nereye kadar gidebilir ki? Gölgeye sığınanlara ise güneşi hiç sormamalı. Aşk mabedim, Efendim, söyler misin, nedir bu çektiğim acıların manası? Bu ayrılığın esrarengizliği, yüreğime saldığın alevlerin lavlaşması içinse, yeterince erimedim mi ateş toplarında? Öyle yandım ki; Sen yandıkça, ben yanayım! Sen dondukça, ben de donayım!
Yine kehkeşânlara kaçarak mı özleteceksin kendini. Özlemlerim, boşluğa atılan kuru karanfiller gibi sere serpe dağılıyor harayellerin, acının koynunda İçime güneş doğmaz oldu artık sen gittin gideli. Göklere seninle buruç edecektim halbuki. Saçlarıma aklar düşmeye başlamış, sırf bu aşkın ceremesinden, serencame gökkubbeye niyaz edecek ve merhamet isteyecek kapılar dahi yüzüme kapanıyor. Sendedir bu boz bulanık sellere kapılan ömrümün mihrap ve minberi. Selâlar benim için okunuyor artık. Her seher vakti gözyaşım seccademde buğulanıyor, ama ne sesin geliyor uzaklardan, ne de nefesin.
Ezanlar okunur günbegün ve içli içli, ama alnımı, alnına değdirmedikçe huzura ermeyecek bir çağıldama örseliyor şakaklarımı. Alnımda sanki Dağıstanlı atlılar ve ellerim titriyor zaman zaman bu divaneliğin ağır tütsüsüne. Ve omuzlarım çökeliyor seni düşündükçe. Unutma, şaheserin olan ben, gün geçtikçe artık viraneye dönüyorum, ama sen halâ bana dönmüyorsun! Muradım; Rabbü’l Alemin; bu sevdanın kadrini ve kıymetini kimseye muhtaç etmesin.
Düşüncelerim, ipliği kopan tesbih taneleri gibi dağılıveriyor sensiz. Şimdi gözyaşlarımdan inci yapmak isterdim sana, keşke yanımda olsaydın. Kelimelerim şelâleleşiyor ne zaman sana dair bir şeyler yazmaya kalksam. Yanan alnım, müşfik avuçlarına ne kadar da muhtaç bilemezsin. Beni ne kadar ateşe versen de, hiçbir hatıramız küllenemez, bunu bilesin. Zümrüd-ü Anka gibi kendi külümden doğar ve katar katar Turnalar gibi kanat vurarak, yine revan olurum yollarına!
Gözlerimde bir mahmurluk, sensiz uykularımda arda kalan, sinemde yumru yumru yutkunamadığım bir sıkıntı, nefeslerim yetmez oluyor artık şu garip canıma. Ve gözlerimi tavana mıhlamış, bir tek seni düşünüyorum. Alnımda boncuk boncuk soğuk terler, sesinden gayri her ne var ise şu alemde, kulağım işitmez oldu artık. Göz kapaklarım tutulmuş, hayalin perdelenmesin diye, artık gözyaşlarımda hasretlik tuzu bile kalmadı acılarımı ılık ılık dindirecek!
Bir de üşümedir işliyor ruhuma apansız, kanım donuyor, sıcağın yok ki yanımda! O ayrılıktan kahroluyorum ve ardından sabah oluyor, yine bin bir eza ve cefa ile kahroluyorum işte! Biliyorsun, hünkârım sensin, sevgilim ve mabedim (sensin). Muradım; yedi göğün mevlâsı; bizi, bu kahırdan azat edesin!
Kelebekler senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını. Şu dar göğsümün kazasından çıkmaya çalışıyorum. Sonsuz genişliklerin sırrı iki dudağının arasında saklı. Bir kelâm söyle ne olur! Her hecenin tınısında duymak istiyorum. Rüzgarlar savursun beni, yağmurların hepsi alnıma düşsün, taşların hepsi göğsüme düşsün. Senin ayaklarını öpen kocaman bir dağ olayım. Çöller savrulsun, dağlar aradan çekilsin, yokuşlar ve inişler bitsin ki yürüğün yollara toz olayım.
Çöldeyim, susuzum,
Kuyularda Yusuf’um,
Sözlerin bana Züleyhâ,
Ateşlerde İbrahim’im,
Gözlerin bana derya,
Sancılar içinde Meryem’im,
Bakışın bana İsa,
Yaralar içinde Eyyub’um,
Hasretin bana şifa,
Ölüler içinde bir ölüyüm,
Ellerin bana musalla..
Ey kalbimizde olan nur gel, didinmelerimin ve arzumun sonu gel, hayatımızın senin elinde olduğunu biliyorsun, hayatı, kullarını sıkıntı yapma gel. Ey aşk, ey maşuk, engelleri aş ve inadı bırak da gel. Ey Hüdhüdlerin sahibi olan Süleyman, lütfedip de bizi aramak üzere gel. Ruhlar senin kaybolmandan ötürü inleyip feryat ediyorlar, miadını doldur da gel. Ayıplarını ört, iyilikleri saç, cömert olanların adeti de böyledir gel. Farsça ‘gel’ nasıl derler? ‘Biya’mı? Ya gel veya bizim davetimize hak ver de gel. Geleceğin zaman muradımız ne de açılır. Gelmeyeceğin zaman da muradımız ne kesat olur; gel. Ey Arabın Kürşadı! Ey İran’ın Kubad’ı! Kalbimi hatıranla fethedersin gel. İçim sana gel deyicidir. Ey varlığından olacak olan varlık, gel.
Gittin ya, kalsan ne güzel olurdu, gitmişin neye yarar? Sen gittin ama bak senle ilgili olan bir şey bende, sessizlik bende. Gittin, heyhat, pervane’ye döndü narin yüreğim sensizliğinde. Her yalnız aşık değildir, ama her yanmış aşkın kuyusunda yalnızdır. Ateşinden değil, ateşsizliğinden yanmışım. Ey aşkın sesi, nefesi gel bir an evvel. Dinsin artık kıyametin gürültüsü!
12 notes · View notes
epifizz · 3 years
Note
Sevilmemiş her ruh tehlikelidir. Can yakmak ister sevilmemiş ruhlar, yakmadılar değil esasen. Canı yanan birisi, haklıdır. Ve ben, canım yana yana, can yakmak istiyorum. Kimse bana acımadı ve kimsenin bir şeyi olamadım. Onlar da olmasın istiyorum, onlar da acı çeksin istiyorum. Bu beni kötü yapar mı epifizz
Kimseye etik bir yargı veremem. Ancak buna senin özelinde kötü diyemezsek senin canının yakılmasına da kötü diyemeyiz çünkü o insanların da birileri canını yakmıştır zamanında ki bu tavrı sergiliyor. O zaman sana kötülük edilmiyorsa ve bu sürekli kendini besleyen bir akışsa can yakmanın tamamı etik bir davranışa dönüşür. Senin davranışına “kötü” ya da “iyi” diyemem ancak bir davranışa gerekçe bulursak hepsi gerekçeli olur ve ortada yanlış diye bir şey kalmaz işte bunu da kabul edemem bu yüzden bunun sadece seni “haksız” kıldığını söyleyebilirim çünkü bu sürecin doğallaşmasını kabul edemem.
3 notes · View notes
narcicegiiii · 10 months
Text
Tumblr media
28 notes · View notes
ihlamur-cicegi · 2 years
Text
Ellerimle çiçekler yetiştirdim. Ellerimde çiçekler yetiştirdim.
5 notes · View notes
mavihayaller · 4 years
Text
her şeyi kaybeder, her şeye üzülür, her şeye alışır, elbet tekrar toparlar ve tekrar her şeyi kaybedersin. bu bir öngörüdür ve de bir döngüdür;
tutuşan ruhlar sokağına,
itfaiye giremedi.
ikinci yanan ruh benimkiydi.
gümüş madalya verdiler,
o da sirkeci’de para etmedi.
ben üçüncü sultan esteban.
aslında kralım,
boş zamanlarımda da
ek iş olarak,
gemileri yakarım.
gemi yakarım...
tutuşan gemiler denizine,
itfaiye giremez.
acele edin!
balıklar...
bari hepsini kuşlar yesin!
yanmaktan iyidir yenmek.
beni de öyle...
yakmayın, yiyin.
ben üçüncü sultan esteban.
aslında kralım.
boş zamanlarımda gemileri yakarım.
21 notes · View notes
Text
...
Her zaman kaybetmekten korktuğum ruhlar oldu..Buna en çok da kendim ruhum dahil.Bazen kendimi kaybettiğimi sandım,bazen ayaklarımın bana ait olmadığını hissettim,bazen yansımamın ben olmadığımı zannettim ve bazen insanların beni dinlerken kulaklarını tıkadığını fark ettim..Ama neden biz?Neden sadece canı yanan insanlara kulaklarınızı tıkadınız?Neden bunca derdin içinde bpğulmuşken bizi dinlemediniz..
1 note · View note
etaali · 5 years
Text
Tumblr media
İmam Hüseyin (a.s) büyük ve kutsal bir ruhtur. Gerçekte ruh büyük olunca beden zahmete düşer, küçük olunca da beden rahat eder.
Arapların ünlü şairi Mütenebbi'nin güzel şiiri vardır. Şöyle diyor şiirinde:
Ruhlar büyük olunca,
Bedenler onun isteklerine tabi olur.
Diyor ki: Ruh büyük olunca, bedenin ruhun ardından gitmekten başka çaresi kalmaz, zahmete düşer ve rahatsız olur. Fakat küçük ruh, bedenin istek ve arzularının arkasından gider. Beden neyi emrederse ona itaat eder. Küçük ruh, dilencilik, yağcılık ve yaltaklık etmek yoluyla da olsa beden için bir lokma yiyeceğin ardından gider. Küçük ruh, namusu rehin bırakmak şartıyla dâhi olsa makam ve mevkiin peşinden gider. Küçük ruh, evinde halı ve mobilya olması, rahatı olması, iyi uyuması için zillet ve bedbahtlığa kendisini teslim eder.
Fakat büyük ruh, bedene arpa ekmeği yedirir, sonra da gecenin bir vakti ayağa kaldırıp, geceyi uyanık geçireceksin, der. Büyük ruh, kendi vazifesinde en küçük bir kusurluluk görürse bedenine şöyle der: "Kafanı fırına sok ki, onun hararetini duyasın ve artık yetimlere ve dul kadınlara karşı görevinde ihmalkar olmayasın." Büyük ruh, büyük ilahi hedeflerin yolunda ölmeyi arzular, başı zehirli kılıçla yarıldığında bile Allah'a şükreder.
Ruh büyük olunca, ister istemez Aşura gününde bedeni üç yüz yara alır. Atların ayakları altında ezilen bir beden, büyük bir ruh oluşun cezasını çeker. Hamasetin cezasını ö-der. Hakperestliğin karşılığını verir, şehit ruhuna sahip olmanın cezasını öder. Ruh büyük olunca, beden onun istekleri peşinde zahmete katlanır.
Ruh büyük olunca, bedene "Ben bu kana değer vermek istiyorum." der. Kime şehit derler? Bir günde pek çok insan ölüyor. Örneğin bir uçak düşüyor, bir kısım insanlar ölüyor. Onlara niçin şehit denmiyor? Niçin şehit kelimesinin etrafını kutsal bir çember sarıyor? Ç��nkü büyük bir ruhu bulunan bir kimse şehittir. Şehidin kutsal bir hedefi olan ruhu vardır. O, akide yolunda ölen kimsedir. Kendisi için bir iş yapan değil, hak, hakikat, fazilet yolunda yürüyen kimsedir şehit. Şehit, sahip olduğu kana değer verir. Tıpkı servetine değer veren ve bu nedenle onu bankalarda stok etmek yerine bir hayır yolunda harcayan, böylece de her bir liranın karşılığında manevî ölçüyle yüz binlerce lira değer elde e-den, nihayet servetini kültürel, dinî ve ahlâkî yönlerde yararlı olacak bir kamu kuruluşunun hizmetine veren kişinin davranışı gibi.
Başka biri de kendi fikrine değer verir. Birçok zahmete katlanarak, faydalı ve ilmî değeri olan bir kitap meydana getirir. Diğer biri de teknik yeteneğine değer verir. Böylece beşerin kullanımına bir sanat eseri bırakmış olur. Ve nihayet biri de kendi kanına değer vererek, insanlığın refahı yolunda kendi kanını feda eder. Bunlardan hangisi daha fazla hizmet etmiştir?
Âlimlerin veya mucitlerin, kâşiflerin, zenginlerin beşere daha fazla hizmet ettiklerini düşünebilirsiniz. Ancak, hiç kimse insanlığa şehitler kadar hizmet edememiştir. Çünkü başkalarına yolu açan ve beşere özgürlüğü hediye edenler şehitlerdir. Beşer için adalet ortamını yaratan, böylece de bilginlerin ilimsel çalışmalarına imkân sağlayan, mucitlerin rahat bir zihinle kendi icatlarına yoğunlaşmalarına sebep o-lan, tacirlerin ticaret yapmalarını, öğrencilerin ders okumalarını ve herkesin rahatça işlerinin peşine gidebilmelerini sağ-layanlar, şehitlerdir. Ortamı başkaları için uygun hâle getiren onlardır. Onların misali, lambanın misali gibidir. Eğer lamba olmazsa, ne yapabiliriz?
Kur'ân-ı Kerim, Peygamber'i (s.a.a) bir lambaya benzetiyor. İnsanların, ihtiyaçlarını bertaraf edebilmeleri için karanlıkları aydınlatmaya, yani lambaya ihtiyaçları vardır. Allah rahmet etsin zamanımızın şairi Pervin İtisamî, bir şahit ile bir mumun dilinden ne güzel söylemiştir. Bir şahit, bir mahbup ve kendisine ilgi gösterilen bir güzel yüzlü, gece sabaha kadar bir mumun etrafında oturdu. Maharetler gösterdi, nakış yaptı, yetenek sergiledi. İşlerini bitirdikten sonra muma dönüp şöyle dedi:
Şahit muma dedi ki: Bu gece
Duvarı, kapıyı, tüm evi süsledim
Bir lahza yatmadım şevkten dün gece
En güzelinden elbise diktim
Ne güzel bir seherdir, bilmedi kimse
İğne, iplik ile ipek parçalar diktim
Maharetime ulaşamazsın gezsen de
Zira ben kendime marifet bahşettim
Yani ben kendime maharet bahşettim de bunları yapabildim. Mum da ona şöyle cevap verir:
Mum güldü ve dedi: Eridim bittim,
Sana aydınlık verebilmek için.
Sen incilerini dizebilesin diye,
Gözyaşı incilerimi ben akıttım.
Yani, "Sen diyorsun ki, 'Sabaha kadar incileri ipe dizdim.' Hâlbuki sen incilerini dizip süslenebilesin diye ben kendi incilerimi döktüm."
Ömrümün harmanını bitirdiysem de,
Senin şevkinin hâsılatını harmanladım.
Yani ben, senin hedefine ulaşman için sabaha kadar yanan ve atrafı aydınlatan şeyim.
Bana saydığın o işleri de,
Sen değil, aslında ben yaptım..
Şehit Murtaza mutahhari ra.
Hüseyni Hamaset kitabından..
3 notes · View notes
xunforgivenx · 5 years
Text
mevlana'nın şems'e yazdığı üç mektup
1. Mektup;
seni ne huzuru arayanlara, ne huzuru bulanlara, ne de huzurdan kaçanlara sordum. güneşin sıcaklığını en iyi kim anlatabilir? sıcaktan düşüp bayılan mı? hayır, onun aşkı zayıftır. güneşe yolculuk yapan mı? o da değil, gitse gitse nereye kadar gidebilir ki? gölgeye sığınanlara ise güneşi hiç sormamalı. aşk mabedim, efendim, söyler misin, nedir bu çektiğim acıların manası? bu ayrılığın esrarengizliği, yüreğime saldığın alevlerin lavlaşması içinse, yeterince erimedim mi ateş toplarında? öyle yandım ki; sen yandıkça, ben yanayım! sen dondukça, ben de donayım! 
yine kehkeşânlara kaçarak mı özleteceksin kendini. özlemlerim, boşluğa atılan kuru karanfiller gibi sere serpe dağılıyor harayellerin, acının koynunda içime güneş doğmaz oldu artık sen gittin gideli. göklere seninle buruç edecektim halbuki. saçlarıma aklar düşmeye başlamış, sırf bu aşkın ceremesinden, serencame gökkubbeye niyaz edecek ve merhamet isteyecek kapılar dahi yüzüme kapanıyor. sendedir bu boz bulanık sellere kapılan ömrümün mihrap ve minberi. selâlar benim için okunuyor artık. her seher vakti gözyaşım seccademde buğulanıyor, ama ne sesin geliyor uzaklardan, ne de nefesin.
ezanlar okunur günbegün ve içli içli, ama alnımı, alnına değdirmedikçe huzura ermeyecek bir çağıldama örseliyor şakaklarımı. alnımda sanki dağıstanlı atlılar ve ellerim titriyor zaman zaman bu divaneliğin ağır tütsüsüne. ve omuzlarım çökeliyor seni düşündükçe. unutma, şaheserin olan ben, gün geçtikçe artık viraneye dönüyorum, ama sen halâ bana dönmüyorsun! muradım; rabbü’l alemin; bu sevdanın kadrini ve kıymetini kimseye muhtaç etmesin. 
düşüncelerim, ipliği kopan tesbih taneleri gibi dağılıveriyor sensiz. şimdi gözyaşlarımdan inci yapmak isterdim sana, keşke yanımda olsaydın. kelimelerim şelâleleşiyor ne zaman sana dair bir şeyler yazmaya kalksam. yanan alnım, müşfik avuçlarına ne kadar da muhtaç bilemezsin. beni ne kadar ateşe versen de, hiçbir hatıramız küllenemez, bunu bilesin. zümrüd-ü anka gibi kendi külümden doğar ve katar katar turnalar gibi kanat vurarak, yine revan olurum yollarına!
gözlerimde bir mahmurluk, sensiz uykularımda arda kalan, sinemde yumru yumru yutkunamadığım bir sıkıntı, nefeslerim yetmez oluyor artık şu garip canıma. ve gözlerimi tavana mıhlamış, bir tek seni düşünüyorum. alnımda boncuk boncuk soğuk terler, sesinden gayri her ne var ise şu alemde, kulağım işitmez oldu artık. göz kapaklarım tutulmuş, hayalin perdelenmesin diye, artık gözyaşlarımda hasretlik tuzu bile kalmadı acılarımı ılık ılık dindirecek!
bir de üşümedir işliyor ruhuma apansız, kanım donuyor, sıcağın yok ki yanımda! o ayrılıktan kahroluyorum ve ardından sabah oluyor, yine bin bir eza ve cefa ile kahroluyorum işte! biliyorsun, hünkârım sensin, sevgilim ve mabedim (sensin). muradım; yedi göğün mevlâsı; bizi, bu kahırdan azat edesin!
kelebekler senin yüzünün değdiği bahçelere yayıyor kanatlarını. şu dar göğsümün kazasından çıkmaya çalışıyorum. sonsuz genişliklerin sırrı iki dudağının arasında saklı. bir kelâm söyle ne olur! her hecenin tınısında duymak istiyorum. rüzgarlar savursun beni, yağmurların hepsi alnıma düşsün, taşların hepsi göğsüme düşsün. senin ayaklarını öpen kocaman bir dağ olayım. çöller savrulsun, dağlar aradan çekilsin, yokuşlar ve inişler bitsin ki yürüğün yollara toz olayım. 
çöldeyim, susuzum,
kuyularda yusuf’um,
sözlerin bana züleyhâ, 
ateşlerde ibrahim’im,
gözlerin bana derya,
sancılar içinde meryem’im, 
bakışın bana isa,
yaralar içinde eyyub’um, 
hasretin bana şifa, 
ölüler içinde bir ölüyüm, 
ellerin bana musalla..
ey kalbimizde olan nur gel, didinmelerimin ve arzumun sonu gel, hayatımızın senin elinde olduğunu biliyorsun, hayatı, kullarını sıkıntı yapma gel. ey aşk, ey maşuk, engelleri aş ve inadı bırak da gel. ey hüdhüdlerin sahibi olan süleyman, lütfedip de bizi aramak üzere gel. ruhlar senin kaybolmandan ötürü inleyip feryat ediyorlar, miadını doldur da gel. ayıplarını ört, iyilikleri saç, cömert olanların adeti de böyledir gel. farsça ‘gel’ nasıl derler? ‘biya’mı? ya gel veya bizim davetimize hak ver de gel. geleceğin zaman muradımız ne de açılır. gelmeyeceğin zaman da muradımız ne kesat olur; gel. ey arabın kürşadı! ey iran’ın kubad’ı! kalbimi hatıranla fethedersin gel. içim sana gel deyicidir. ey varlığından olacak olan varlık, gel.
gittin ya, kalsan ne güzel olurdu, gitmişin neye yarar? sen gittin ama bak senle ilgili olan bir şey bende, sessizlik bende. gittin, heyhat, pervane’ye döndü narin yüreğim sensizliğinde. her yalnız aşık değildir, ama her yanmış aşkın kuyusunda yalnızdır. ateşinden değil, ateşsizliğinden yanmışım. ey aşkın sesi, nefesi gel bir an evvel. dinsin artık kıyametin gürültüsü!
2. Mektup;
ey dünyanın zarifi! selam senin üzerine olsun. benim hastalığım ve sağlığım senin elindedir. kulun derdinin dermanı nedir, söyle. bu, eğer alırsam senin dudaklarından aldığım öpücüktür. eğer vücudumla senin hizmetine ulaşmazsam ruhum ve kalbim senin yanındadır. madem ki sözsüz hitap oluşmuyor, o halde dünya niçin “buyur”la doldu?
ah ah! gönlüm çilem, aşkım, kederim, acım, gönlüm! sustukça hoş geçimlim, dile geldikçe parlayan alevim. kopup saçılan gerdanlığında soylu nedimelerini savrulan incileri yere inen hüzünlerim. aramadan bulduğum yola koyulmuş göçüm. bir türlü kavuşamadığım, kavuşmaya doyamadığım. dışında olamadığım, içinden çıkamadığım. gecelerin hakimi, gözyaşlarımın pınarı efendim. tozunu yıkamaya erişemediğim, pasını silemediğim. karanlığım, güneş’im. gönlüm, aziz dostum! nerelerdesin, ya dön artık yurduna, ya da iki satır yaz bize. kim gücendirdi senin o nazende yüreğini, hangi kem söz, hangi sinsi nazar seni benden kopardı ey şems. varım yoğum sensin. sen de yoksan, ben bir hiç'im bilmez misin? kavline mestan olan mevlâna’ya ayrılığı hediye etme, etme şems.
duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun, etme!
başka bir yar, başka bir dosta meylediyorsun, etme!
sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı, 
hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun, etme!
çalma bizi bizden, gitme o ellere doğru,
çalınmış başkalarına nazar ediyorsun, etme!
ey ay, felek harab olmuş, alt üst olmuş senin için,
bizi öyle harab, öyle alt üst ediyorsun, etme!
ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi,
sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun, etme!
sen yüz çevirecek olsan, ay kapkara olur gamdan,
ayın da evini yıkmayı kastediyorsun, etme!
bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan,
gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun, etme!
aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer,
aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun, etme!
ey cennetin, cehennemin elinde olduğu kişi,
bize cenneti öyle cehennem ediyorsun, etme!
şekerliğinin içinde zehir, zarar vermez bize,
o zehiri o şekerle sen bir ediyorsun, etme!
bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle,
huzurumu bozuyorsun, sen mahvediyorsun, etme!
harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı,
ey hırsızlığa da değen, hırsızlık ediyorsun, etme!
isyan et ey arkadaşım, söz söyleyecek an değil,
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun, etme!
senden önce kitaplarda arıyordum derinliği. kitaplardan utanıyorum. sen bütün kitaplardan daha derinsin, sana yazdığım mektuplardan utanıyorum, kendi kendini oku.
karanlıklardayım ve cinnetin sesi yüzümü kamçılıyor: bir baykuş kahkahası, bir kobra ıslığı. karanlıklardayım, zindanımı aydınlatan tek ışık cıvıltılarınızdı. yıldızım benim ve uzaklardasınız.
ey şems, sen kalbi bir gözyaşı kadar temiz ve bir çocuk bakışı kadar aydınlık bir insansın. çöldeki çakallar su içmiş. kaynağa ne? 
seninle öyle doluyum ki, kafatasım çatlayacaktı. damarlarımda akan kan, sendin. göğüs boşluğumdaki kalp senin kalbindi. damarlarım çatlayacak, göğsüm yarılacaktı. seni teneffüs ediyordum, hicran kanatları beni gökten yere indirdi. oysa seninle kanat çırpıyorduk.
sensiz her geceyi hummalı yaşadım, belki humma daha güzeldi. ne beklisi? ama uzviyet ne kadar dayanabilir ki bu gerginliğe? aşka teşekkür borçluyum. ben o hummanın içinde erimek istiyorum. o alevin içinde yanmak, kül olmak biricik muradım. kül olmak, ışık olmak, efsane olmak.
ben senim, sen de bensin. aynı kokuları, aynı heyecanları, aynı acıları yaşıyoruz. cennete araf’tan girilir. mecdelli meryem, isa’nın yaralı ayaklarını gözyaşlarıyla yıkadı ve saçlarıyla kuruladı. gelsen de yılların yorgunluğuna düçar, yolların dikenlerine bizar ayaklarını yıkayan olsam ey sertaçım.
ey şems’im! senin hasretin yanında selahaddin zerubumun gözyaşları, içimdeki ateşi bir nebze dahi söndüremiyor. illa sen. ancak sen. ah bir gelsen.
meccanen bir deli gibi yollara düşsem, yalvarsam, ağlasam, çatlasam göklerin sidresine namzet. sanemler devşirsem şahikalardan, sırf senin için uçurumlar yutsam, fasıl fasıl anlatsam yürek sancımı ve ağlasam. çatlarcasına ağlasam. gururum halvethane olmuş desem, hece yok desem. yollarında üryan olan gözlerimde çiseler umut umut dökülüyor desem. yine de gelmez misin şems’im!
bu sergüzeştin neresindeyim, bilemiyorum. kah kalkıyor, kah düşüyorum. ölü şiirlerle yatıyor ve üşüyorum. bilmiyorum acep var mıdır bu kör uykunun dibi.
ey şems, hangi söz gücendirdi nazende gönlünü. hangi kem göz incitti gece karası bakışlarını da ansızın çekip gittin bilinmez diyarlara. sen gittin ya bilmez misin bu dostun deli divane dolaşmakta. gel ey şems. sina’da bayılan musa aşkına, kudüs’te kan ağlayan isa hatrına, medine’de “ümmetim ümmetim” diye feryat eden muhammed muhtar nuru için gel şems. konya artık aşk kokmuyor şems. senin mevlânan
3. Mektup;
güller şems diye açmıyorsa, gülün kokusunu neyleyeyim, ayrılığı ağlatamayan gecenin karanlığını neyleyeyim. şems'siz sofranın balını böreğini neyleyeyim, beni kavurmayan acıyı neyleyeyim. gözümü yakmayan gözyaşını neyleyeyim, karanlığıma şems olamayan yari neyleyeyim. canını yoluma post eylemeyen dostu neyleyeyim, şems gibi bakmayan gözü neyleyeyim. yârenin yüreğine merhem olmayan sözü neyleyeyim, kır kalemimi ey felek! şems yoksa ne diye devran edersin alemde, zerrede alemi, alemde aşkı yaşamayan adem’i neyleyim.
sensizliğe alışmak, her türlü teselli sözü, bir ihanet geliyor kulağıma. ne tuhaf ki, dün seni bana kötüleyen diller, bugün sensizliğin efkârındaki mevlâna’yı teselli için dil döküyorlardı. her türlü teselli sözü bir ihanet geliyor kulağıma. parmaklarım alev alev yanıyor. kâğıt tutuşacak, mektup yanacak diye çekiniyorum. cehennemden betermiş, seni kazanmak için senden uzaklaşmak.
kırk senedir beklediğimdin, geç bulduğumdun, şimdi yoksun. daha kaç sene bekleyeceğim. çöldeki kumlar kadar susuzum, gelişin nisan yağmuru olsun. hani dergahımızın avlusuna bakırdan koskoca bir tas koymuştun. nisan yağmurları dolsun da orucumuzu bin bereketli yağmurla açalım diye. gönlümün nisan yağmurlarıyla ıslanan gülü açmayacak mısın halâ?
sözlerin kulaklarımda halâ taze, kelimeler yıldız yıldız, cümlelerin mehtapların en şahanesi. tebessümün geliyor gözümün önüne, vuslat gibi güzel bir sabah güneş gülüşlerin. biz birbiriyle genişleyen, kenetlenen ve sonsuzlaşan tek ruhuz.
gel şems, ayakların kudüm olsun, kolların rebap, soluğun ney olup vuslat müjdesini üfleyerek gel. nasıl bir pınarsın sen şems? içtikçe susadığım. nasıl bir ateşsin sen ey şems? yandıkça serinlediğim. sen görünüşte etten kemikten ibaret bir insan; ama bütün insanlığı kalbinde taşıyan.
senin yüzünü görmedikten sonra, varsayalım ki yüzlerce dünya görmüşüm, ne çıkar? güzelliğini kimlere sorayım senin, say ki herkese sormuşum, kim anlatacak? sana kavuşmadıktan sonra tut ki, cennette ebediyim, hurilerle eşim, devlet yar olmuş bana, ne çıkar bunlardan?
ayrılık bulutu senin ay yüzünü örttükten sonra, o bulut tut ki başıma inciler mücevherler yağdırmış, ne kârım olur bundan?
şu aşağılık büyücü karı olan dünya, madem ki yok olup gidecek bir gün, tahtını, bahtını, dünya hazinelerini bana bağışlamışlar kabul et, ne olur ki yani?
senin aşkın yüzünden bütün dünya beni kötülese pervam olmaz, say ki gerçek hakkında yüzlerce yalan söylenmiş, ne önemi olur bunların?
aşk suskunluğumdu benim, 
aşk yangınımdı benim, 
aşk vurgunumdu benim,
aşk yazımdı benim, 
aşk yasağımdı benim, 
aşk itirafımdı benim, 
aşk heyecanımdı benim! 
tek varlığım ve tek yokluğum, 
yaram ve merhemim,
kazanmadığım ama hep kaybettiğim. 
evet, buydu aşk! 
özledim, ey şems özledim, çık gel allah aşkına!
aşkın insanı büyüttüğünü, olgunlaştırdığını da öğrendim artık. bu yaşıma kadar kimse öğretmedi bana aşkın karşılıksız olduğunu. sadece gönülden sevenin bu acıyla kavrulacağını, sevilenin ise sevildiğini bilmeyeceğini.
şükürler olsun “sana” bana hayatta öğretilmeyenleri hissettirdin. hiç kimse için yapamayacaklarımı yaptım. pişman mıyım? hayır, hiç pişman olmadım ve aşkı sonsuzluğuma saklarken bile mutluyum. hayatımın son basamaklarında bana böyle bir aşkı yaşattın. seni sevmeme izin verdiğin için teşekkür ederim.
ek / anektod:
mevlana şems'i ararken, konya'da yalancılığıyla ün salmış bir adam, "şems'i bağdat'ta gördüm" der. bunun üzerine mevlana adama teşekkür eder ve hırkasını çıkarıp ona hediye eder. mevlana'nın yanındaki arkadaşı, adamın yalancı olduğunu bildiği halde, neden çıkartıp ona hırkasını verdiğini sorar. mevlana'nın cevabı ise; "yalanına hırkamı verdim, doğru söyleseydi canımı veriridim" der.
17 notes · View notes