Tumgik
#türk ulusu
onderkaracay · 1 year
Text
Tumblr media
116 notes · View notes
judasizm1 · 5 months
Text
Tumblr media
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK ve kurduğu laik Türkiye Cumhuriyeti değerleri pazarlık konusu DEĞİLDİR. Pazarlık konusu yapan kim olursa olsun VATAN HAİNİDİR, ALÇAKTIR, O.Ç.dur (Operasyon Çocuğu).
Kim ki bu pazarlığın paydaşı olursa onu LANETLİYORUM!.
Telefonunda fetöşün bylock'u çıkan TFF başkanı zaat istifa etmeli.
Fenerbahçe ve Galatasaray dik durup sahaya çıkmadan ülkemize dönsünler. Biz Türk Ulusu olarak onların yanındayız. Yok arapların baskılarına boyun eğerlerse ben artık Fenerbahçe taraftarlığını bırakacağım. Galatasaraylı dostlarımız da aynı şeyi yapabilirler.
"YURTTA SULH, CİHANDA SULH"
GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
..
ATA'M İZİNDEYİZ..
7 notes · View notes
nefretim-kazand · 8 months
Text
Yılmak yok yıkılmak yok yorulmak yok hasta olmak yok Yaşasın Büyük TÜRK Ulusu
7 notes · View notes
bozkir06 · 8 months
Text
Araplaşma Türk Ulusu 🇹🇷
3 notes · View notes
srdnm · 1 year
Text
Saygıyla Anıyoruz
Türkiye 9. sınıf öğrencisi 3 gencin Yazdığı Yazıyı Konuşuyor..! Atatürk’ün hep “kahraman” olduğunu söylediler bize… Düşmanları nasıl yendiğini, ulusunu karanlıktan aydınlığa nasıl çıkardığını, yurdu nasıl kurtardığını, zaferden zafere nasıl koştuğunu, yurtsever biri olduğunu ve ulusu için neler yaptığını, her başarıyı kendisine değil de ulusuna mal ettiğini, dünyaya hükmeden kararlı bir devlet adamı olduğunu anlattılar. Her söyleyen, her söylediğinde gerçekten de haklıydı. O, bizim için hep ulaşılmaz, hep ayrıcalıklı biriydi. Atatürk’ü bir “kahraman” olarak değil de bir “insan” olarak düşündünüz mü hiç? Oysa O, saydığımız tüm üstün niteliklerinin yanında bir “insandı”. O da bizim gibi banyo yapan, yemek yiyen, pijama giyen, ağlayan, üzülen, gülen, seven birisiydi. Herkes gibi O’nun yaşamında da hırslar, heyecanlar, öfkeler, iniş ve çıkışlar vardı. Renkli bir kişiliği vardı… Erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüşen, şekerli kahve içen, fal baktıran, gecelik entarisi giyen, bağdaş kuran sade bir vatandaştı. Yemek seçmez, sofraya gelen her yemeği yerdi. Karnıyarığı, kuru fasulyeyle pilavı, gül reçelini ve kavrulmuş leblebiyi çok severdi. Arkadaşlarıyla sokaklarda korumasız yürüyen, Lebon’a pasta yemeye, Rejans’a Borç çorbası, Vefa’ya boza içmeye giden, aklına eseni yapmayı seven, özgür ruhlu bir entelektüeldi. Gramofonunu başucundan ayırmayan, vals ve tangoya bayılan, balolarda genç kızların en gözde kavalyesi olan bir salon adamıydı. Bir iğde ağacının kesilmesine üzülen, bir tayın ölmesine ağlayan, doğayı seven, ulu bir çınarın görkemiyle büyülenen ve bir dalının bile kesilmesine gönlü elvermeyen bu nedenle de o yılların teknolojik olanaklarıyla bir binayı yerinden 4. 80 metre kaydırtan bilinçli bir çevreci, insan sevgisiyle dolu bir askerdi. Sık sık Sarayburnu’na giderek halkın arasına karışmayı ve onlarla birlikte müzik dinlemeyi çok severdi. O’na Sarı Paşa derlerdi… Kararlı bir devlet adamı sertliğine ve cesur asker kişiliğine karşın, özel yaşamında çok duygusaldı. Belki de küllenmemiş aşklarıyla geçmişe özlem duyan, sık sık gözleri dolan bir adamdı… Selanik’teki çocukluk aşkını ve Fikriye’yi hiçbir zaman unutamadı. Başka aşklar da yaşadı. O’na neredeyse dönemin bütün kadınları âşıktı. Kadınlar, gazeteden kestikleri fotoğrafını, göğüslerindeki madalyonlarda taşırdı. Eşi Latife Hanım da genç kızlığında, Paris’te yayımlanan bir dergiden Paşa’nın fotoğrafını kesip madalyonuna koymuştu. Bunu da ilk karşılaştıklarında Mustafa Kemal’e göstermişti. Bu durum, romantik Mustafa Kemal’i, fazlasıyla duygulandırmıştı. O, genç kızlar için düş kurup özledikleri ve bir türlü ulaşamadıkları beyaz atlı bir prens, mavi gözlü çok yakışıklı bir asker, düşlere giren bir masal kahramanıydı. Atatürk, tüm insanlara değer verirdi; ama kadına ve kadın haklarına verdiği değer kuşkusuz tartışılamazdı. Kadını kadın olarak değil de Avrupalılar gibi insan olarak görürdü. Onların eğitimini önemli bulurdu. Kadınların erkeklerden daha bilgili, daha aydın, daha verimli olmaları gerektiğini söylerdi. Kadınları geri kalmış toplumların uygar olmadığını düşünürdü. Cumhuriyetin ilanından sonra Tarsus’a gittiğinde O’nu karşılayanlar arasında Kurtuluş Savaşı kahramanlarından iri yapılı, yağız çehreli Adile Çavuş da vardı. Adile Çavuş saygı, sevgi ve coşkusundan Atatürk’ün önünde yere kapanır, ağlayarak toprağı öper. “Bastığın toprağa kurban olayım Paşa’m! ” der. Atatürk, Adile Çavuş’un elinden tutarak onu yerden kaldırır. “Kahraman Türk kadını! Sen yerlerde sürünmeye değil omuzlar üzerinde göklere yükselmeye lâyıksın.” der ve toplumun anası olarak gördüğü kadını yerden kaldırır. O, Türk kadınına örnek olsun diye seçtiği, Sorbon’da eğitim gören modern Latife Hanım’la olan evliliğinde çok mutsuz oldu. Bu evliliği sürdüremeyeceğini anlayınca çaresiz kalıp boşandı, kendini bekarlığa mahkum ederek bir daha evlenmemeye and içti. Eşinden ayrıldığı gün gramofonda Sadettin Kaynak’ın şu şarkısını dinleyip ağladı. Gördüm seni bir gün yeni açmış güle döndüm. Coştum, şakıyıp aşk okuyan bülbüle döndüm. Bak ayrılığın şimdi karanlık kucağında Bir bağrı yanık, boynu bükük sünbüle döndüm. Ömrü boyunca evlat özlemiyle yanıp tutuşarak manevi çocuklarıyla avundu… Cumhurbaşkanı oldu; ama mutlu bir aile reisi olamadı. O’nu çoğu kez kahraman bir asker, başarılı bir devlet adamı, kararlı ve cesur bir devrimci, çağdaş bir halkçı, ender rastlanan bir deha; şık giyinen, yakışıklı bir lider fotoğrafı olarak tanıdık, sevdik ve anımsadık… O, koyduğu eşyaların yerinin değişmesini sevmeyen, değişiklik yapılacaksa bunu yalnızca kendisinin yapması gerektiğini düşünen birisiydi. O’nun doğasında kendisi seçmek ve düzenlemek, kendi istediği yere koymak vardı. Oysa O, bütün bu değerlerinin arkasında gizlenen, utangaç, ârif, duygulu, seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonların arasında yaşayan birisiydi. Kimi zaman acı, kimi zaman özlem çeken, kimi zaman ağlayan, kimi zaman pişmanlıklarla sarsılan bir yalnız adamdı. Bazen bir çocukla gülen, köpeğiyle dertleşen, atıyla yalnızlığını paylaşan bir yalnız adam. O, gerçekten yalnız mıydı? Devrim yapan her lider biraz yalnız değil midir? Halkından hiç kopmayan, halkla arasında perde olmasın diye koruma bile kabul etmeyen bir yönetici nasıl yalnız olabilirdi? Çiftlik’ten tohum almaya gelen köylülerle konuşan, şakalaşan bir halk adamı yalnız olabilir miydi? Değil yaşarken, öldükten sonra bile yalnız kalmadı. Norveçlilerin “Atatürk gibi olmak” diye bir deyimlerinin, tüm dünyada “Atatürk çiçeği” adıyla bilinen bir çiçeğin olduğunu hepimiz bilmiyor muyuz? Yunan Başkomutanı Trikopis, her “Cumhuriyet Bayramı”nda Atina´daki Türk Büyükelçiliğine giderek Atatürk`ün resminin önüne geçip saygı duruşunda bulunurmuş. Düşmanlarının bile saygı gösterdikleri ulu bir devlet adamı yalnız olabilir mi hiç? Haiti Cumhurbaşkanı, mezar taşının üzerine “Bütün ömrüm boyunca Türkiye´nin lideri Mustafa Kemal Atatürk´ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı mutlu öldüm.” cümlesinin yazılmasını vasiyet etmiş. Vasiyeti de yerine getirilmişti. Bu vasiyet bile Ata’mızın hâlâ yaşadığını ve yalnız olmadığını kanıtlamaya yetmez mi? Ne yapmak istediğini çok iyi bilirdi O. Adaletliydi. Başkalarını dinlerdi. Gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanan ve bu yüzden de kendisine söven bir köylüyü tutuklayıp yargılayanlara, “Bırakın o adamı, onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin.” deyip köylüyü serbest bıraktırmıştı. Hoşgörülüydü. Bilet almadan yolculuk yapan ve bunu mebus ayrıcalığı olarak gören milletvekillerine kızar ve onları çok ayıplardı. Toplantılarda sık sık görülmezdi; ama toplantıları kendi yaratırdı. Bir halk toplantısında, kendisine “Paşa’m, size diktatör diyorlar, ne dersiniz?” sorusunu yönelten gence, “Ben diktatör olsaydım, sen bana şimdi bu soruyu soramazdın! “yanıtını veren Sarı Paşa akıllı, hazırcevap bir yöneticiydi. Türk ulusunun Ata’sı, kurtarıcısı, kahramanı, Cumhuriyet’in mimarıydı. Milyonlarca seveni, uğruna öleni, yoluna baş koyanı vardı. Ömrünü ulusuna adadı, yüreğinde hep acıyı taşıdı, özel yaşamında ıssızlığı yaşadı… Aşklarını içine gömdü, baba olamadığı için çok üzüldü. Bedevi bir falcının kehanetini 26 yıl içinde sakladı ve ondan çok etkilendi. Cumhurbaşkanlığının 15 yıl süreceğini, ne zaman öleceğini çok iyi biliyordu… Savaşta yüz binlerce düşmanla çarpışıp onları yok etti; ama ölmek üzere olan atını vuramadı. Köpeği Foksi ölünce, onun doldurulmuş bedenini görmeye dayanamadı. Yeşile ve maviye tutkundu, kesilen bir ağaç için yas tutardı. Çankaya’dan Meclis’e giden yolun üzerindeki iğde ağacına sanki âşıktı. Bu benim ağacım der, gelip geçerken o ağacı selamlardı. Yol yapımı nedeniyle kesilen o ağaca çok üzülmüştü. Onu, bozkır Ankara’yı yeşile dönüştürecek bir umut simgesi olarak görmüştü. Çankaya Köşkü’nün bahçesindeki ağacı kesen bahçıvanın işine son verilmesini; ama bahçıvana başka bir iş bulunmasını söylemişti. Şarkılardan fal tutar, aşk ve özlem şarkıları çalınırken ağlardı. Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandaş gibi yaşamanın özlemi ve coşkusuyla, otomobilinden inip hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoğlu’na çıkar; aklına esti mi türkü söyler, coştu mu zeybek oynar, erleriyle güreş tutar, gece yarısı mutfağa inip aşçısıyla omlet ya da yakınlarının pek sevdiği menemene benzer bir yumurta yemeği yapardı. Sofrasında oturup da düşüncelerini söyleyen insanları cesaretli olarak görmez, üstelik söylemeyenlere çok kızardı. Bir şeye karar vermeden önce herkesin düşüncesini alırdı. Ankara’nın değişik yerlerinden gelen konukları kabul eden Latife Hanım’ın kabul günlerine O da arkadaşlarıyla katılırdı. Florya’da kaldığı günlerde, halkın arasında denize girerdi. Çocuklarla şakalaşır, gençlerle söyleşir, sandala binip saatlerce kürek çekerdi. O’na pencereden el sallayan tanımadığı yaşlı kadınların yalısına sandalını yanaştırıp kahve içmeye giderdi. Onlarla saatlerce söyleşirdi. Bir şenliğe rastlasa “Galiba burada bir düğün var.” deyip sünnet çocuklarını ya da gelinle damadı ziyaret eder, onlara armağanlar verirdi. Bazen de rastgele bir kapıyı çalıp Tanrı misafiri olur, onlarla birlikte sofralarında pilava kaşık sallar, dertlerini dinlerdi. Bir Adanalı kadar sıcakkanlı; Karadenizli olmamasına karşın, bir Karadenizli kadar cana yakın, bir Aydınlı kadar oturaklıydı. Kısacası O, Anadolu insanının mayasından, onun kumaşındandı. Kendisini Türk ulusunun öğretmeni olarak görürdü. Yakın arkadaşı Behçet Kemal Çağlar’dan, kendisinde gördüğü nitelikleri anlatan bir şiir yazmasını istemişti. Yarım saat sonra şiiriyle dönen ve Atatürk’ün yiğitliği, zaferleri ve devrimlerini bir bir dile getiren ünlü ozana, “Olmamış. Sen benim asıl niteliğimi yazmamışsın. Benim asıl niteliğim, öğretmenliğim, ben ulusumun öğretmeniyim, bunu yazmamışsın. “demiş ve buna da çok üzülmüştü. Atatürk aslında öğretmen değil, dünyada “Başöğretmen” olarak kabul gören tek liderdi. Bir geometri kitabı yazmıştı. “Üçgen, açı, dikdörtgen …” gibi tam 48 geometri teriminin Türkçe ad babasıydı. Bu yönüyle de Mustafa Kemal, gerçekten bir öğretmendi. En büyük düşü bir dünya turuna çıkmak, Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmekti. Çok çalışkandı. Onun için çalışma saati diye bir şey yoktu. Yapacağı işi bitirinceye kadar uyumadan, dinlenmeden, yemek yemeden çalışırdı. Uykunun dostu değildi. Zaman zaman geçirdiği kısa hastalıklar bir yana, sabah güneşini görmeden yatağına girmez ve uyumazdı. Uykuda geçirdiği zamana acırdı. Başladığı kitabı çok sevmişse onu bitirmeden uyumazdı. Binlerce kitabı vardı; ama bunlardan birini, Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu” romanını cephede bile başucundan ayırmazdı. Giyimiyle ve ev düzeniyle yakından ilgilenirdi. Gömleklerinin hepsi beyazdı, başka renk gömlek giymezdi. Lacivert kıyafeti hiç sevmezdi. Çok şık giyinirdi. Takım elbiselerinin modellerini hep kendisi çizerdi. Sabah kahvaltısını yapmak istemez, yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanın üzerine bağdaş kurup oturur ve kahvesini içerdi. Eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi. Yufka yürekliydi. Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz, böyle durumlarda sırtını dönerdi. Sportmen bir kişiliği vardı. Her gün at biner, yüzmeye gider, kürek çeker ve tavla oynardı. Kısacası spor yapmayı çok severdi. Değişik bir insandı.. Alçakgönüllüydü; ama hiç de uysal değildi, sertti. Yaşamı zor olaylarla geçmişti. Her şeyi kazanarak elde etmek ister, hak etmediği hiçbir koltuğa oturmazdı. İstanbul Üniversitesinin bir salonunda yapılan açılış törenine katılmıştı. Herkes tahta iskemlelere, O da kendisi için hazırlanan kırmızı renkli süslü koltuğa oturacaktı; ama oturmadı. Yanındaki profesörlere bakarak “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk yalnızca sizlere layıktır.” dedi. En kıdemli profesörü o koltuğa oturtup programı tahta iskemlede izledi. Böylece dünya lideri olmanın yolunu da herkese göstermiş oldu. Yoğurda “yuğurt”, tabancaya “tapanca”, sarhoşa “sarfoş”, derdi. Kendini övenleri ve yağcıları hiç sevmezdi. Lafı uzatanların sözünü “yani” diyerek keser, anlamsız sorulara sinirlenirdi. İlk mecliste, bir oturum sırasında üyelerden birinin “Paşam, laikliğin ne anlama geldiğini anlamadım, anlatır mısınız?” sorusuna çok kızmıştı. Elini kürsüye vurmuş, soruyu soran din bilgini üyeye, “Adam olmak demektir hocam, adam olmak!” diye yanıt vermişti. Herkese “çocuk” demeyi pek sever, armağan vermeye bayılırdı. Durup dururken odasına çıkar ve çok özel, seçkin, şık eşyalarını sofradaki dostlarına seve seve dağıtırdı. Eli çok açıktı. Kimine kravat, kimine gömlek, kimine kürk hediye ederdi. Sofradakiler bu özel armağanların değerinden çok, Atatürk’ten armağan aldıkları için sevinirlerdi. Bazen de cimriliği tutardı… Gardırobundaki on beş – yirmi zarif kalpağı arkadaşlarının başına tek tek yerleştirir sonra da ” lıh… Veremeyeceğim…” der, kalpaklarını geri alarak yakın arkadaşlarına şakalar yapardı. Her insan gibi düşleri ve aşkları vardı. Bursa’yı ziyaret ettiğinde onuruna bir akşam yemeği verilmiş. Kendisini neşeli ama düşünceli gören davet sahibi Laika Hanımefendi, cesaretini toplayarak Gazi’ye,” Paşam! Af buyurunuz, hiç âşık oldunuz mu? Sevdiniz mi? Diye bir soru yöneltmiş. “Sevmek!… Sevmeye acaba vakit bulabildik mi Hanımefendi? Ömrü, çeşitli mücadeleler içinde geçen, dağ, tepe, dere demeden dolaşan, çadırda, karargâhta ömür süren bir askerin sevmeye vakti kalır mı sizce?” diyerek soruya, soruyla yanıt vermiş. Ardından da “Biz de insanız Hanımefendi! Bizim de çarpan kalbimiz, bizim de his tarafımız var… Yoksa, askeriz diye, bu yönümüzden kuşku mu duyarsınız?” demiş. Bu yanıt da sevmiş, ama çok sevmiş; ancak sevgiyi dilediğince yaşayamayıp içine gömmüş Mustafa Kemal’in, Latife Hanımefendi ile evlenmesinden bir hafta önceki itirafı olmuştu. Yaşamının her döneminde onurunu duygularından üstün tuttu. Birdirbir oynayan komşu çocuklarının oyun çağrısını kabul eder; ama onların üzerinden atlaması için eğilmezdi. Ama eğil ki atlayalım diyen arkadaşlarına başını sallayarak “Ben eğilmem, üstümden böyle atlayabiliyorsanız atlayın.” dedi. Çok sık düş görür… Düşlerinin baş kahramanı Zübeyde Hanım’la, gelincik ve ayçiçeği tarlalarında buluşur, ömründe yalnızca bir kerecik giydiği mareşal üniformasıyla anasına kavuşmak için koşup durur, bir türlü ulaşamayıp ter içinde uyanırdı. Düşlerinde annesine ulaşıp onu kucaklayacağı gün, öleceğine inanırdı. Ölümü, Zübeyde Hanım’la randevu gibi düşünürdü. Bazı şeylerin olacağını önceden sezer, gördüğü kötü düşlere üzülürdü. Annesinin ölümünü de düşünde görmüş ve ardından da bu üzücü ölüm haberini almıştı. Ankara’da, sıkça ve gizlice, Çiftlik arazisi içinde olan Söğütözü’nde bir kulübeye kapanır, ömründe en sevdiği kadın olan annesi için saatlerce Kur’an okurdu. İnsanüstü değildi Atatürk; güzel insandı, tam insandı, büyük insandı. Onun büyüklüğünü yalnız biz değil, tüm dünya ulusları kabul etmişti. Kimi uluslar dünyanın tarihini değiştirdiğini, kimileri ise yüzyılın yetiştirdiği en büyük adam olduğunu belirtmişlerdi. Her insan gibi O da ölümlüydü. Doğa O’nu da zamanı gelince alacaktı. Öyle de oldu, 1938 yılının 10 Kasım günü bu büyük insan, bu güzel insan aramızdan ayrıldı. Biz, bu ölüme hazır değildik kuşkusuz, o nedenle inanamadık. Bu ölüme bizim gibi başka uluslar da uzun süre inanamadı. Kimi uluslar bunu derinliği ölçülemez büyük bir kayıp büyük bir acı olarak gördü. Kimileri onun ölümünden sonra dünyayı eskisi kadar enteresan bulmadı. Kimileri ise Doğu’nun Ata’sının kaybolduğunu, bir güneşin battığını söyledi. Yakasını ölümden kurtaramayan Ata’mızın o uğursuz ölüm haberi çok çabuk duyuldu. İstanbul’u taşa kesti, dondurdu. Dükkanlar kapandı, yaşam durdu. İnsanlar sustu, kendi içlerine çekiliverdi. İşte o gün İstanbul Üniversitesinde de saat dokuzu beş geçenin o uğursuz haberi duyuldu. Hukuk Fakültesinde çalışan bir Alman profesör ağlayan, üzülen öğrencilerin durumunu gördü ve çok şaşırdı. Derse girsin mi, girmesin mi bir türlü karar veremedi. Durumu anlatmak ve bilgi almak için rektörün yanına gitti. Ona: -Efendim, ne yapacağımı bilemiyorum. Kararsızım. Derslere girmeli miyim acaba ? diye sordu. Rektör: -Sizde böyle büyük bir adam ölünce ne yapılıyorsa onu yapın, yanıtını verdi. İşte o zaman Alman profesör, kollarını iki yana sarkıtarak: -Efendim, bizde bu kadar büyük bir adam ölmedi ki… dedi. Sevgili Atatürk, Bırakıp gittin bizi Sen’i unuttuk sanma Zaman alışmayı öğretir belki; ama Unutmayı asla!
Tumblr media
2 notes · View notes
aynodndr · 1 year
Text
Tumblr media
“Bir ülkeyi tanımak istiyorsanız,
o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın". demiş ya Albert Camus, bu sözün derin anlamını asla unutma Türkiye'm.
Bugünden sonra dünya insanları Türk Milletinin göz göre göre nasıl bir felakete itilip çaresiz bırakıldığını bir daha görmesin, duymasın diye bütün yaşadığımız her şeyi unutma unutturma Türkiye'm.
6 Şubat sabahından bu yana
kimi canlarımız toprağın altında yatarken, kimimiz de o enkazın üstünde her saniye canımızdan can kopararak isyan içinde kalırken uzaktan seyredip gündem değiştirenleri, pişkin pişkin gülenleri de unutma lütfen!
Bu kadim topraklardan, bu asırlık felâket sırasında yükselen bütün sesleri, sessizliği, kayıtsızlığı ve akıl almaz duyarsızlıkları da asla unutma, unutturma ki;
başka bir felâket daha yaşarsak ne olursa olsun en az zararla atlatıp derslerimizi aldığımızı gönül rahatlığıyla söyleyebilelim.
Biliyorum ki Türk Ulusu iyiliği de, kötülükleri de unutmaz. Yine de kulağımıza küpe olsun diye söylüyorum:
Şemdinli'de pişirdiği ekmekleri çuvalla sırtına yükleyip kar üstünde taşıyıp depremzedelere ulaştıran Anadolu kadınını;
Azerbaycan'da evindeki yorganları kırık dökük arabasına yükleyip deprem bölgesine gönderen kardeşimizi;
Yardım arabasından verilen iki paket ekmekten fazlasını almayan, sırtında kabanı yokken eksi on derece soğukta tok gözüyle dimdik duran o kocaman yürekli küçük çocuğu da unutmayalım.
Dünya devletlerinin yetmiş yedi ülkesinden gelerek kol kanat açarak can kurtaran, yaralarımızı saran siyaseti dış politikayı elleriyle bir kenara iten dünya insanlarını da unutmayalım.
Meksika'dan gelip canını dişine takarak son nefesine kadar insan kurtaran Prote adlı köpeği, ve diğer dilsiz canların örnek alınması gereken vefasını da unutmayalım.
Deprem haberini alır almaz bölgeye her türlü yardıma koşan tek vücut olmuş, insanüstü dayanışma örneği gösteren dört bucaktan yüreğini ortaya koyan şehirlerimizin, köylerimizin insanını,
Kahraman Mehmetçiklerimizi de, yine canlarını tehlikeye atarak çalışmalarını da hiç bir zaman unutmayalım.
Henüz yaraları sarılmamış, kömürün karası yüreğinden silinmemiş maden işçilerimizin kendi canlarını hiçe sayarak gecelerce, ter dökmelerini unutmayacağız.
Umreye gitmekten vazgeçerek biriktirdiği parasını son kuruşuna kadar afet bölgesindeki canlarına gönderen Hasan Amcayı da;
Deniz kumuyla ince demirlerle inşa ettikleri devasa yapıları kağıt gibi çöken binaların müteahhitlerinin, para babalarının depremden sonra yurttan kaçmaya yeltenmelerini de unutmayalım.
Kars'ta ki köyünde ineğini satarak afetzedelere gönderen Sarıgül teyzemi de;
Bu ülkenin her ücrasında ne zaman bir can acısa kendi derdiymiş gibi anında koşturan gecesi gündüzüne karışsa da tüm engelere rağmen sabırla dirençle mücadele eden Haluk Levent'i ve milyonlarca can yürekli Ahbap gönüllülerini asla unutmayalım.
Afadla işbirliği içinde olan, içtenlikle yardıma koşan yüce gönüllü insanlarımızı da vefayla hatırlayalım.
Ve unutmayalım unutturmayalım!
Bizi en hassas noktalarımızı kullanarak, ayrıştırarak bölmeye çaba sarfedenlere rağmen; hepimiz bütün kimliklerimizi bir kenara iterek sadece insan olarak (sağcı, solcu, Alevi, Kürt, hıristiyan, müslüman, museviyim demeden) bir araya gelerek cana can verebilmek için, umut olmak için insan üstü çaba sarfettik.
Unutmayalım, unutturmayalım!
"Bir insan kepçe olmak ister mi"diyerek çaresizliğimize ses olan Haluk Levent'in serzenişindeki gibi hepimiz o dağlar kadar sıra sıra dizilmiş enkazın yanında durup yumuşak bir kepçe olmak için yüreğimiz titreyerek bakarken;
Bir nefes daha kurtulur umudunu hiçe sayarak insafsız vicdan yoksunu inşaat baronlarının günahlarını ortadan kaldırmaya çalışan kevgir yüreklileri de unutmayalım.
Ve kesin olarak öğrendik ki,
Ve unutmayalım ki;
Bize öbür dünyada cenneti vaad ederek bu dünyadaki insanca yaşama hakkımızı her yolu mübah görerek gaspedenler asrın felaketinde ortadan kayboldular.
Depremde hayatını kaybeden canlarımıza saracak kefen bulamadık.
"Neredesiniz ey din tüccarları, neredeydiniz?" diye sormayı da unutmayalım!
Bu felaketin enkazı toplanıp yaralar sarılıp iyileştiğimizde de unutmayalım ve arsızca karşımıza dikilen din bezirganlarına da hadlerini bildirip iki çift söz etmeyi de unutmayalım:
"Dinini, imanını, inancını, parayla sattığın fikirlerini de al git. Her şeyini bireysel tercihinle, nerede yaşarsan yaşa.
Varsa insanlığın, paylaşacak yüreğin, iki lokma ekmeğinle kal, yoksa cebinde taşıdığın parayla pulla takas ettiğin cennetinde, cehenneminde senin olsun. Gölge etme başka ihsan istemez"
demeyi de unutmayalım.
Unutmayalım olur mu yorgun ülkem, bütün bu acılar son olsun diye unutturmayalım.
Gülsen Dede - 14 Şubat 2023
4 notes · View notes
zeynikey · 1 year
Text
Tumblr media
Türk Ulusu Seferberlikte
2 notes · View notes
siya-payizok · 2 years
Text
Bir ulusu unutturma yok etme çabaları; Güneydoğu da nedense daha çok türk bayrağına denk geliriz.Devletin uyguladığı ırkçı ve faşizm içeren politikalarının başında gelir bu hareket. Halka uygulanan piskoloji baskı ve kabullendirme çabaları gün geçtikçe daha da çok çoğalmakta.
2 notes · View notes
cihangir-uzunkaya · 2 years
Text
EMİR TİMUR
Atatürk'ün örnek aldığı ve "Asla Onun gibi olamayacağım" dediği dünyanın en büyük askerlerinden olan Emir Timur.
Şu ana kadar hangi tarih kitabı yazdı. Kaçımız biliyoruz bu kahramanı. Ankara Savaşı dışında Türk Tarihi kitaplarında adı kaç yerde geçiyor. Atatürk'ün öldüğü günden itibaren Tarihimiz inanın öğretilmiyor. Dünyanın büyük bir kısmını fethetmiş, Koskoca Osmanlı'yı yenmiş ama ortadan kaldırmayıp bağışlamış, ardından Büyük Doğu Çin seferine çıkmış, yolda ömrü yetmemiş fethe.
Başbuğ ATATÜRK'ÜN ifadesiyle :
"Eğer ölmeseydi, ki Çin alınıp dünyanın en büyük Türk kültürü Anadolu'dan Adriyatik'e kadar tesis edilir, dünyada insanlık düşmanlarının cirit atacakları tek bir yer kalmazdı. Yaptıkları düşünülünce sahip olduğu coğrafyada bolluk o kadar fazla olurdu ki fakir olmak suç sayılırdı. İnsanlık kültürü ve bereket Timur'un ordusu ile tesis edilip korunur, insanlık onurlu ve mutlu yaşardı...
Dünya böyle büyük bir askeri ve iyi bir insanı kaybetti...
Onun döneminde yaşasaydım Onun yaptıklarını asla yapamazdım."
—Atatürk—
"Biz ki Melik-i Turan, Emir-i Türkistan'ız, biz ki Türk oğlu Türk'üz; biz ki milletlerin en kadimi ve en ulusu Türk'ün başbuğuyuz!"
—Emir Sultan Timur—
Sümer Babil mezapotamya tarihi ve kültür.
Tumblr media
Aksak Timur (Timurlenk)
Sıfırdan kendi kurduğu "Büyük Timur İmparatorluğu" ile dünyanın 4'de 3'üne hükmetmiş, 27 Sultana diz çöktürmüş, 20 büyük seferin tamamını kazanmış, yaptığı yüzlerce savaşın hiçbirini kaybetmeyerek tarihe adını"Yenilmez Hakan" olarak yazdıran, Sahipkıran Emir Timur.
Sahip-Kıran Aksak-ı Timur yazarı
Ankara savaşı sona erdiğinde Timur, Yıldırım Bayezıt'a “ Devletlim, atınıza binebilirsiniz” teklifinde bulunmuş, Yıldırım Han ise, “ Ben sana yenildim. Yenilen Bey atına binmez. Tahtırevanda gitmek isterim.” Diyerek cevap vermiştir. Bunun üzerine Timur, kendisi için bir tahtırevan getirtmiş, Yıldırım Han'ı o tahtırevan ile yanında götürmüştür. Dönemin fesat tarihçileri ise olayı saptırarak, Timur'un Yıldırım'ı demir kafese koyarak onu Anadolu da gezdirdiği yalanını yazmıştır.
“Ülkeler kılıçla alınır ancak adaletle korunur. Nasıl ki gök yüzünde tek bir Tanrı varsa, yeryüzünde de tek bir Han olmalıdır.”
- Amir Temur
Timur, girdiği hiçbir savaşı kaybetmediği gibi, ard arda tam 20 meydan savaşı kazanarak bu alanda kırılamamış bir rekoru da elinde bulundurur. Daha önce ve sonra hiçbir hükümdar peş peşe 20 meydan savaşı kazanamamıştır.
Tarih onun aksak olduğunu, düşmanlarının barbar olarak niteledirdiğini, kellelerden kule yaptığını yazabilir. Lakin unutmayın; Tarihte “Timur yenildi” yazmaz…
Cengiz Han ve Ögedey'ın akınları ile yerle yeksan olan Semerkant'ın Timur'un dönemindeki hali. Şehri yeniden inşa eden Timur, en ilmi yüksek alimleri, en iyi tabibleri Semerkant'a toplamıştır. Döneminde şehirde bir çok medrese ve hastane bulunurdu. En amansız hastalıkların tedavisi, en iyi eğitimin alınacağı yer Semerkant'tı.
“Benim gücümden şüphe edenler, Semerkant da yaptırdığım binalara baksınlar”
- Amir Temur
İZMİR’İN FETHİ:
Ankara savaşında Yıldırım Bayezıd’ı mağlup eden Timur, Anadolu’da 9 ay kadar 150 bin askerli ordusuyla kaldı. Bu süreçte bölge halkının sıkıntıları dinleyip, beyliklere yeniden hayat verdi. Anadolu’da uzun süreden sonra böyle hareketli günlerin geçmesi, en çok Bizans’ın işine yaramıştı. Hatta Yıldırım Bayezıd’ın savaşı kaybedip esir düşmesi, Bizans da eğlencelerin tertiplenip, kutlamaların yapılmasını beraberinde getirmişti. Çünkü Bayezıd, Timur ile çarpışmadan önce İstanbul’u 3. defa kuşatmıştı. Bizans ellerini ovuştururken, Doğudan Batı’ya yürüyen Timur’un sırasıyla Altın Orda, Memlükler, Osmanlıyı yenerek sıranın kendilerine geldiğini farketmemiş, Timur’un bir manevra ustası olduğunu hesaba katmamıştı. Osmanlı’yı deviren Timur, bir anda İzmir’e doğru yöneldi. İzmir’in hristiyanların elinde bulunması bu fetihi ona daha da arzulatıyor, dininin bir vazifesi haline getiriyordu. Timur, büyük bir savaştan çıkmış ordusu ile İzmir sahil kısmını kuşattı ve her zaman olduğu gibi kale komutanına “Teslim olun, boşuna debelenmeyin” uyarısını gönderdi. Zira kendine bu denli güvenmesi haktı, çünkü bugüne dek kuşatıp da alamadığı hiçbir şehir, yenildiği tek bir savaş dahi yoktu. Fakat İzmir’in konumu çok farklıydı. 3 tarafı denizler ile çevrili ve donanmasız alınması imkansız olarak nitelendirilen bir şehirdi. Timur’un donanması yoktu. Ve daha önce Osmanlı’nın iki kez, Aydınoğulları Beyliğinin de bir kez kuşatmasına rağmen alamadığı İzmir’de, bu uyarıya kulak asmadı. Timur adeti üzerine 2. kez uyarısını gönderdi. İlk uyarı dikkate alınmaz ise, ikinci uyarıda daha önce aldığı bir şehirde yaptıklarını anlatır ve “direnirseniz size de aynısını yaparım” demeye getirirdi. Kale komutanına “İsfahan’da, Sivas’ta, Hindistan’da neler yaptığımı hiç mi işitmediniz” diyerek gözdağı verdi. Çünkü Timur bu şehirlerde çok acımasız metotlar kullanmıştı. Fakat bu uyarı da dikkate alınmadı. Artık kuşatma hız kazanmış, Timur’un saldırması bekleniyordu. Bütün dost, düşman tarihçilerin “Belki caniydi ama Askeri bir dehaydı” demesinin sebebini net olarak anlamamızı sağlayan bir strateji geliştirdi Timur. İzmir kalesinin çevreleyen denizi taşlar ile doldurdu ve süvarilerinin rahat hareket edebilmesi için savaş alanını genişletti. Daha sonra denizden kaleye kadar uzanan bir köprü inşa etti. Merdivenler ile kaleye tırmanışlar, hiç durmadan atılan mancınıklar, büyük İzmir kalesini düşürmeye yetmişti. Timur, “Donanmasız imkansız” denen İzmir’i 7. günün sabahında düşürmüştü ve yine adeti üzerine başta kale komutanı olmak üzere, içerideki bütün Bizans askerlerinin kellelerini alarak kule yaptı. Bu hadise Constantine’de duyulduğunda adeta şok etkisi yarattı. Bayezıd’ın yenilmesiyle sevince boğulan Bizans, kendilerine vurulan bu darbe ile neye uğradığını şaşırmıştı. Ve büyük bir donanma ile İzmir’e destek gemileri gönderdiler. Constantine’nden gelen bu donanma, İzmir açıklarından göründüğünde, Timur kale surlarına mancınıklarını hazırlattı ve beklemeye başladı. Fakat bir gariplik vardı, Mancınıklarda dev kayalar, ateş topları değil, kalede öldürdüğü askerlerin kelleleri vardı. Emri ile mancınıklar gelen Bizans gemilerine bu kelleleri fırlattı. Düşmana korku vermeyi seven Timur, bu sayede bir çok şehri de kılıç dahi sallamadan almıştı. Burada da bu taktiği işe yaradı. Gemilerin içine düşen kelleleri gören Bizans askerleri, korkudan gemileri limana yanaştırmadan geri çekildiler. Bir süre sonra Bizans, Timur’un Constantine’i kuşatma ihtimalini düşünerek kendisine sandıklar ile altınlar göndererek bağlılığını bildirdi. Ve İzmir ilk defa Türk ve müslüman bir devlet adamı tarafından fetih edilmiş oldu. Peki Bizans bağlılığını bildirmese, Timur İstanbul’a yürür müydü? Onuda başka bir zamana bırakalım…
“Nice cenkten zafer ile ayrıldım. Nice büyük orduları bozguna uğrattım. Bunlar sizin de malumunuzdur. Benimle cenk edip refaha eren kimse görülmüş müdür? Siz de eğer direnirseniz akıbetiniz aynı olacaktır. Biz Allah'ın yarattığı en öfkeli askerleriz. Benim ordularımı durdurmaya gücünüz yetmez.”
- Amir Temur
Tumblr media Tumblr media
*İkisininde ailesi sıradan vatandaştır,saraydan değildir.Tamamen kendi kabiliyetleri ile liderliğe erişmişlerdir.
*İkiside yoktan bir devlet kurmuşlardır.
*İkiside devlet kurmaya giden yolda idama çarptırılmışlardır.
*İkiside Türklük bilincinde ve millet sevgisi içinde olan liderlerdir.
*İkiside yobaz düşünceye savaş açmışlardır.
*İkisi içinde dünyada hiç bir şey "Türklük"den üstün değildi.
*İkiside ilime,bilime,sanata önem veren askeri dehadır.
ORTAK YÖNLERİ ÇOK OLAN İKİ BAŞBUĞ.
2 notes · View notes
onderkaracay · 1 year
Text
Tumblr media
🗣️ Anadolu'nun Üzerinde Yaşayanlar Anadolu'nun Kaderidir
Bu ülkede ki sorun; çalışmadan çalışanların hakkını çalanların, tüm toplumun sahip olduğu kaynakların sahibiymiş gibi cebe indiren ayrıcalıklı bir konuma taşınan hırsızların, çalmadan çalışanlardan üstün olması ve yasa ile korunmalarıdır.
Topraklar herkesindir. Madenler herkesindir. Enerji kaynakları herkesindir.
Tapu ve maden ruhsatları iptal edilerek kamulaştırmalar ile gerçek sahipleri arasında bu kaynakların sağladığı fayda eşit paylaşılmalıdır.
Yurttaşlık satışı ile kodamanların istediği bir toplumu parayla satın almak Anadolu üzerinde yaşayanlara kurumuş en büyük tuzaktır.
Var mı bu ahlak yoksunu düzeni yıkmak isteyen.
Yoksa bu düzeni devam ettirmek isteyenler ile ne oyalanıyorsunuz?
Onlara destek vererek bu aymazlığı meşru hale neden getiriyorsunuz?
Siyasetin tamamı bu sömürgeci güçlerin yararına hizmet ettiği halde neden yetkiyi vermeden uyanmıyorsunuz!
Coğrafyanın üzerinde yaşayanlar da o coğrafyanın kaderidir.
Coğrafya kader diyerek her zaman oraya sığınamayız.
Bu topraklarda Türk ulusu olmazsa zulüm yaşar herkes.
Türk ulusunu yok etmek istiyorlar.
Sen fanatik bir tutum içinde takım tutar gibi bunu örtülü ve senden gizleyerek dayatanlara güç olmaktan ne zaman uyanacaksın?
Vatanını kaybettikten sonra kendi ülkende sığınmacı durumuna düşünce mi aklın başına gelecek?
Yaşadıkların normal mi?
Bunu sürdürülebilir bir düzen haline getirmek için seni aldatanların peşine takılıyorsun.
Kendine gel, senin yüzünden kimse kendinde değil.
Her dört ya da beş yılda bir senden yetki alma zamanı geldiğinde seni hatırlayan oy vermen karşılığında haklarını pazarlık konusu yapan yetkiyi aldıktan sonra seni unutan ve sömürgeci kodamanlar ile kol kola girerek seni sömürenler nasıl senin temsilcin olabilir?
] Önder KARAÇAY [
4 notes · View notes
pazaryerigundem · 22 days
Text
ADD Keşan Şubesi’nden 19 Mayıs açıklaması
https://pazaryerigundem.com/haber/171809/add-kesan-subesinden-19-mayis-aciklamasi/
ADD Keşan Şubesi’nden 19 Mayıs açıklaması
Tumblr media
Atarürkçi Düşünce Derneğ Keşan Şubes Yönetimi 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı dolayısıyla yazılı açıklama yayımladı.
Erdoğan DEMİR / EDİRNE (İGFA) –  ADD Keşan Şubesi Yönetim Kurulu 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı nedeniyle yazılı bir açıklama yayınladı.
Açıklama şöyle;
SAMSUN’DAN DOĞAN GÜNEŞ ULUSUMUZUN YOLUNU AYDINLATIYOR
19 Mayıs 1919’da Samsun’da doğan güneşin 105. yıldır Ulusumuzun, yolunu aydınlattığı belirtilen açıklamada “Daha 13 Kasım 1918’de “Geldikleri gibi giderler” diyen Mustafa Kemal Paşa önderliğinde tarihin en haklı, en namuslu Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nı yok yoksul sürdüren Kemalistler; bir yandan yokluklar ve yoksunluklarla, bir yandan emperyalist işgalci yedi düvelle, bir yandan işbirlikçi Vahdettinler, Damat Feritler, ve Anzavur Ahmetlerle, bir yandan içlerindeki satılmış hainlerle, bir yandan da gerici isyancılar ve vatan savunması kaçkını tarikatçılarla mücadele ettiler. Suikastlar, ihanetler, kahpe pusular, kalleşlikler hiç bitmedi. Hepsini aştılar, vatanı bağımsızlığa, ulusu özgürlüğe kavuşturdular.” denildi.
105 YIL SONRA DIŞ VE İÇ SORUNLAR DEVAM EDİYOR
105 yıl sonra bugün de dış ve iç sorunlarla boğuşulduğu belirtilen açıklamada; “Emperyalizm kanlı elleriyle yine boğazımızı sıkıyor. Ülkemizi bölmek için bıkıp usanmadan tuzaklar kuruyor. İhanetler diz boyu. “Dahili ve harici bedhahlar” iş başında. ABD haydutluğunun peşine takılan öngörü yoksunu politikalar sonucu ülkemize doluşan milyonlarca sözde sığınmacı nedeniyle demografik yapımız perişan. Vatanımız fiili bir işgal altında değilse de, bazı zihinlerin işgal edildiği acı bir gerçek.
Ama ne gam!
Mustafa Kemal Atatürk fikir, ilke ve devrimleriyle yine gönlümüzde, yine rehberimiz.
Ulusumuzun Laik Cumhuriyet ve demokrasi bağlılığı her gün yeniden kanıtlanıyor.
Cumhuriyetin 105 yıllık birikimiyle bugün daha eğitimli ve daha zengin bir insan kaynağına sahibiz.
Atatürk’ün akıl ve bilim mirasının inançlı bekçileri kahraman kadınlarımız ve gençlerimiz tehlikenin farkındayız”
BÜYÜK ATATÜRK’Ü, KUVAYI MİLLİYE KAHRAMANLARIMIZI, AZİZ ŞEHİT VE GAZİLERİMİZİ ŞÜKRAN VE MİNNETLE ANIYORUZ
Açıklama şöyle tamamlandı: “Kemalizm’in namus sesini bir sis çanı gibi yurdumuz semalarına asma kararlılığı ile “Yeniden Atatürk Cumhuriyeti”ne ulaşmak için 35 yıldır yorulmadan yürüyen, Kurucu Genel Başkanı Prof. Dr. Muammer Aksoy’u, kurucusu Doç. Dr. Bahriye Üçok’u, Kalpaksız Kuvvacısı Uğur Mumcu’yu, Genel Başkan Yardımcısı Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı, örgüt emekçisi Şükrü Demirkürek’iemperyal güdümlü faşist cinayetlerle kaybetmenin, Genel Başkanı Şener Eruygur ve pek çok yöneticisininin iktidar destekli FETÖ kumpaslarıyla zindanlara atılmasının acısını dirençle göğüsleyen, yakıcı bedeller ödeyen, ama varlık nedeni olan Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini korumak ve savunmaktan, Atatürkçü Düşünce Sistemi’ni yaşatmak ve geliştirmekten milim sapmayan Atatürkçü Düşünce Derneği, 340 şubesi, 68 Temsilciliği ve onbinlerce üyesiyle dimdik ayakta.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına, Antep’te, Maraş’ta, Urfa’da, Ege’de, Karadeniz’de, Trakya’da, Toroslarda, Istrancalarda, Türkmen çadırlarında, Yörük obalarında yakılan çoban ateşleri nasıl umut ışığı olmuş, yurdun her köşesindeki Müdafaa-i Hukuk ve Reddi İlhak cemiyetleri inançla nasıl omuz vermişlerse, bugün Atatürkçü Düşünce Derneği de aynı inançla Ulusunun emrindedir.
Türk Ulusu “Asla kuşkum yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medenî niteliği ve büyük medenî yeteneği, bundan sonraki gelişimi ile, geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” diyen o büyük dahiyi hiç yanıltmadı, yine yanıltmayacak.
Atatürkçü Düşünce Derneği olarak; Büyük Atatürk’ü, Kuvayı Milliye kahramanlarımızı, aziz şehit ve gazilerimizi şükran ve minnetle anıyor, Ulusumuzun 19 Mayıs Atatürk’ü Anma ve Gençlik Ve Spor Bayramı’nı kutluyoruz.
Saygılarımızla”
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
judasizm1 · 7 months
Text
Ey Türk Ulusu!
KORKMA!
11 notes · View notes
gundemarsivi · 2 months
Text
Tumblr media
Bağımsızlık Ruhu Ve Direniş
✍🏻 Ekin, 7 Şubat 2019
https://www.gundemarsivi.com/bagimsizlik-ruhu-ve-direnis/
1911-1918 yılları arasında tam yedi yıl savaşan Balkan bozgununu, Sarıkamış felaketini, Kanal hezimetini yaşamış, yüzbinlerce kilometre kareyi çocuklarının kanlarıyla sulamış, varını yoğunu kaybetmiş yoksul, hastalıklı, çaresiz bir millet…
”Şartlar ne kadar kötü olursa olsun hiç vazgeçmeyen” Mustafa Kemal Atatürk.
Sadrazam Damat Ferit Paşa “Anadolu hareketleri, I. Dünya Savaşı’nda terfi etmiş bir kaç subayın işidir. Bu hareketler, alevi sönmüş bir saman ateşinden başka bir şey değildir” diyordu. Anadolu’da İttihatçılık ve Bolşeviklik yapıldığı ileri sürülüyordu.
İstanbul basınında çıkan aleyhtar yazılar Ulusal Mücadeleyi yapanları, hayalci olarak nitelerken ülkenin başına gelen tüm felaketlerin de sorumlusu olarak gösteriyordu. Mustafa Kemal bu fikirlere karşı tam bağımsızlık için “Ya İstiklal Ya Ölüm” parolasıyla karşılık verdi. Türk Ulusu kağnısıyla sırtında cephane taşıyacak, asker yürüyerek ve çoğu kez yarı çıplak ve yarı aç cepheye gidecektir. Yaralılar için, hastalar için ilaç bulunmayacaktır.
Hiçbir Ulus vatanını, bağımsızlığını bu kadar pahalıya kazanmamıştır. Bu nedenle bizim Cumhuriyetimizin rejim değişikliğinden öte anlamları vardır. Bizim Cumhuriyetimiz öncelikle Milli Mücadele’de bir ölüm kalım savaşında şekillenmiştir. Kanla, gözyaşıyla, ateşle yoğrulmuştur. Bağnazlık, cehalet, geri kalmışlık, emperyalizm prangalarını kırıp halkı özgürleştirmiştir.
Tarih unutmuyor. Tarih halkı için savaşanı da, halkına ihanet edeni de yazıyor.
“Milli Mücadele’yi yapan doğrudan doğruya milletin kendisidir, milletin evlatlarıdır. Millet analarıyla, babalarıyla, kardeşleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi… Milli Mücadele’de şahsi hırs değil, milli ülkü, milli onur gerçek etken olmuştur.”
(Atatürk, 1925)
Ben bu yazımda Milli Mücadele günlerinin isimsiz kahramanlarından birisini Çanakkale Ezineli Rüstem Efe‘yi (Çetinkaya) tanıtmak istiyorum.
Çanakkale Ezineli Rüstem Efe (Çetinkaya) 1887 yılında doğmuştur. Rüstem Efe, işgal üzerine arkadaşları ile birlikte silahlanmış ve Kuvayı Milliye’ye katılarak işgal kuvvetlerine karşı savaşmıştır.
Ezineli Rüstem Efe
Rüstem Efe ve arkadaşları, Yunan birliklerinin Ezine’de işaretlenen evlere baskın yapacağı haberini alınca, Kızılçeşme civarında işgalcilere baskın vermişler ve bu birliğe ağır kayıplar verdirmişlerdir. Daha sonra da Akköy yöresini işgal eden İngiliz askerlerine de Sarımsakçı Köprüsü mevkiinde saldırarak ağır kayıplar vermelerini sağlamışlardır.
Rüstem Efe ve arkadaşları hakkında yazılmış önemli bir kaynak olan Gıyas Yetkin‘in Ateşten Ateşe-Milli Kurtuluşun Halk Cephesi kitabından aşağıdaki alıntıyı paylaşmak istiyorum.
‘‘Yenilmez Efe, Akça Efe ile Dalkıran’ı çok iyi karşıladı. İki gün sonra Ezineli Rüstem de bir mektupla yola çıktı. Yenilmez, Yalı boyundan Akça ve Dalkıran da dağdan giderek Baharlar Köyünde buluşmaya karar verdiler. Yolda Yenilmez ve arkadaşı Musa kalabalık bir Yunan birliğine rastladılar. Derhal ateşe başladılar. Silahlarını atıp kaçan Yunan birliği burada dört ölü, otuz iki silah ve erzak yüklü dokuz atı da bırakıp kaçmıştı. Efeler Altınoluk’tan dağa sarıp Akça’nın kafilesine Doyran’da yetiştiler. Köylülerin de candan yardımlarıyla oradan Baharlar’a geçtiler. Burada Ezine’den Rüstem Efe, Edremit’ten Peynirci Abdullah ve Arnavut Aziz gruplarıyla birleştiler. Yanlarındaki fazla silahları köylülere dağıttılar. Efeler toplanıp durumu konuştular. Ermeni Çetesinin geçtiği yerlerden gelen bir köylüden bu vahşi sürü hakkında bilgi alan Akça Efe:
‘Arkadaşlar, bunların içinde maalesef Anzavurcu Türkler de varmış. Bunlar kılavuzluyormuş gavur sürüsünü. Onun için bir teklifim var. Biz çatışmayı burada değil başka bir yerde yapalım. Hain gavurcuların kulağı deliktir. Bizi burada sarar ve bastırırlar. Onun için bu gece usulca yer değiştirelim.’
Akça’nın fikrini Efeler beğendiler. O gece bütün kafile sessizce bulundukları yol kavşağından ayrılıp bütün çevreye hakim olan çamlık bir tepeye dağıldı. Akça’nın düşüncesinde ne kadar haklı olduğu ertesi sabah anlaşıldı. 14-08-1921 Pazar sabahı gün doğarken gözcüler, çok kalabalık bir düşman birliğinin akşam bulundukları konaklama yerine doğru indiklerini haber verdiler. Az sonra Ermeniler vadiye inip birleştiler. Bu sırada en öndekiler arasında bir karışıklık oldu. Bir silah patladı. Dürbünle bakan Akça:
‘Bizi orada bulamayınca ‘Yalan Söyledi’ diye haberciyi vurdular galiba. Hemen açılıp kuşatalım şu kafirleri. Biz Rüstem Efe ile köyün giriş yollarını keselim. Hüseyin ve Aziz… Biriniz köyün alt başını, biriniz de üst yanını tutarsınız… Dendi Efeler, kuş uçurtmayalım.’
Akça Efe ile Rüstem Efe yolları kestiler. Aradan 20 dakika geçti. Ermeni çetesinin öncüleri köyden çıkmıştı. Köy sokakları arasında koşuşmalar oluyor, bazı evler yanıyordu. Arada birkaç el silah patladı. Az sonra hepsi atlı olan çete tamamen köyden çıktı. Arkadan Rüstem Efe’nin köye girdiğini gören Akça:
‘Yaşa Rüstem Efe, tam zamanında köye girdin.’ dedi.
Çetenin önünde kalpaklı ve başlıklı Anzavurculardan on kadarı, şapkalı Ermenilerin arasında gülüşüp konuşarak ilerliyorlardı. Herkes silahını doğrultmuş, eli tetikte heyecandan titriyordu. Akça’nın silahının patlamasını bekliyorlardı. Bulundukları tepeye kadar sokulan bu sürüye açılan çok şiddetli ateş bilhassa ön safları birbirine karıştırdı. Akça:
‘Dikkat çocuklar! Bombalar!’ diye bağırdı.
İlk bombayı da o fırlattı. Bunu, arkadaşlarının 30’a yakın bombası takip etti. Ön saflar tamamen eridi. Yanlardan Hüseyin ve Aziz, arkadan da Rüstem, sıkı ateş açtıklarından devrilenler çoğalıyordu. Köye doğru sığınmak isteyenler Rüstem grubundan atılan bombalarla yere serildiler. Sağ kalanlar, Yenilmez Efe’nin çok geniş olan sınırında bir gedik açarak, buradan çemberi yarıp kaçtılar. Efelerden üç hafif yaralı vardı. 141 silah toplanmıştı. Bunları köylülere dağıttılar. Akça Efe, dokuz arkadaşı ve Rüstem Efe ile beraber Gemedere Çayı’ndan Ayvacık’ın karşısında olan yol çatına indiler. Yolculardan, Ermenilerin Bahçeli’ye doğru geçtiğini öğrenip o geceyi orada geçirdiler. Ertesi sabah Ezine istikametine doğru harekete geçen Efeler, Ermenileri bir daha bulamadılar. Çünkü bu çete, İngiliz mıntıkasına sığınarak Çanakkale’den Ağunya’ya geçmişti. Rüstem Efe, Akça Efe ile beraber Geyikli çevresine geldi. Hedefi, burada Yunanlıların kurduğu bir erzak ve cephane deposu idi. Depoyu, havaya uçurmak üzere nöbetçiler yemeğe oturduğu bir sırada çevirdiler. Muhafız kulübesinden ateş açan Yunanlıları kısa zamanda zararsız hale getirdiler. Sonra cephane ve erzak deposunun kapılarını kırıp içeri girdiler. Buradaki erzakı, Ermeni çetesinin yaktığı Çamobası halkına dağıttılar. Depoyu da üzerine gaz döküp havaya uçurdular…’’
Ateşten Ateşe-Milli Kurtuluşun Halk Cephesi, Gıyas Yetkin
Kuvayı Milliye’nin isimsiz kahramanlarından olan Çanakkaleli Rüstem Efe ve arkadaşları, kendi bölgelerinde efelenmişler ve işgale karşı kahramanca direnmişlerdir.
Zaferden sonra kasaplık yapan Rüstem Efe, Atatürk’ün naaşının Anıtkabir’e nakledilmesi sırasında, Çanakkale’den alınan toprağı Ankara’ya götüren kişidir.
Milli Mücadele’nin isimsiz kahramanlarından, Kuvayı Milliye Efesi Ezineli Rüstem Efe, 1966 yılında vefat etmiştir.
Ebedi Başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Kahramanlarına saygı ve minnetle…
Unutma;
Vazgeçenler değil, ancak mücadele verenler tarihe geçerler.
Kaynak: Ateşten Ateşe-Milli Kurtuluşun Halk Cephesi-Gıyas Yetkin-1963.
0 notes
ozel-buro · 3 months
Text
TÜRK MÜZİĞİ DOSYASI /// SONER YALÇIN : DİYANET BAŞKANI'DAN KİLİSE MÜZİĞİ ÖNERİSİ
SONER YALÇIN : DİYANET BAŞKANI’DAN KİLİSE MÜZİĞİ ÖNERİSİ E-POSTA : syalcin 21 Nisan 2016 Atatürk, yaptığı müzik devrimini soran Almanya’nın “Vossische Zeitung” gazetesi muhabirine şu yanıtı verdi: “Montesquieu‘nün ‘Bir ulusun müzik konusundaki eğilimine önem verilmezse, o ulusu ilerletmek olanaksızdır’ sözünü okudum, onayladım. O nedenle müzik konusuna pek çok özen gösterdiğimi…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
hetesiya · 5 months
Link
Süper Bir Aile Olarak Türk Ulusu
Kemal Göktaş
CHP İzmir milletvekili Birgül Ayman Güler'in ırkçılık bahsinde çokça tepki çeken sözlerini "bilimsellikle" açıklamaya çalışması, Kemalizmin Kürtlük tahayyülü ve söylemini yeniden tartışmaya açtı. Sadece "ayrımcı" bulunan sözleri nedeniyle değil "Meşru müdafa için saldırıdayız" cümlesi için dahi olsa Güler'in söyleminin analizi, "barış" için neye ihtiyacımız olduğu sorusuna odaklanmak anlamına gelecek.
Bilindik mesel(e)dir: Cumhuriyeti kuran kadrolar, Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürtlerin varlığını inkâr etmiyordu. Hatta Amasya Tamimi'nde Kürtlere siyasi haklar verileceği belirtiliyordu. Kurtuluş Savaşı döneminde vurgu "İslam’ı kurtarmak", "İslam milleti" gibi kavramlaraydı. Ancak Kurtuluş Savaşı’nın bitmesiyle Türk etnisine vurgu yapılmaya başlandı. Cumhuriyet’in bir milli devlet olarak tasavvuru, Kürtlerin de Türkleştirilmesi hedefini öne çıkardı.
Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında, Osmanlı ve İslam geçmişinden kopuş, her alanda olduğu gibi yeni bir ulusal devletin inşası bağlamında etnisite ve kimlik kavramlarında da kendini göstermişti. Kemalist ulusçuluk, Osmanlı’nın son dönemindeki devleti kurtarma reçeteleri olarak beliren Osmanlıcılık, İslamcılık ve Turancılık’tan oluşan stratejileri reddetti. Yeni Cumhuriyet, bir ulus inşa etme projesi çerçevesinde Türk etnik kimliğini temel aldı. (Yeğen, 2006, s. 78)
Osmanlı'da Müslüman kimliğiyle tanımlanan millet, Cumhuriyet döneminde Türk etnik kimliği ile tanımlanmaya başlandı. Ancak bu kimlik dönüşümü, Kemalist elitin öncülüğünde, aydınlanmacı bir despotizmin eşlik ettiği bir toplum mühendisliği çerçevesinde gelişmek zorunda oldu.
Kemalist Türk ulusal kimliği, Türk olmayan Müslüman etnisitelerin varlığını kabul etmiyor, gayrimüslim azınlıklar üzerinde ise asimilasyona dayalı bir politika hedefliyordu. 1924 Anayasası’nın vatandaşlık tanımının yapıldığı 88. maddesi üzerinde görüşülürken Celal Nuri (İleri) "Bugün bizim öz vatandaşımız, Müslüman, Hanefiyyül mezhep, Türkçe konuşur bir zattır" demişti. (akt. Yıldız, 2007, s. 301)
ETNİSİST SÖYLEM OLARAK TÜRKLÜK
Kemalizm, Türklük etrafında bir “biz” duygusu oluşturmak istemişti. Ahmet Yıldız'a göre bu “biz” için en rasyonel yol, “akrabalık bağları temelinde Türklerin süper bir aile olduğunu söyleyen etnik/soya dayalı teoriydi”. (Yıldız, 2007, s. 161)
Ancak bu durumun peşinen ırkçılık olarak tanımlanması da doğru değil. Çünkü UNESCO’nun yaptığı tanıma göre ırkçılık, “Ayrımcı gruplar arası ilişkilerin biyolojik temellerle doğrunabileceği yanıltmacasına dayanan anti-sosyal inanış ve davranışlardır.” Oysa etniklik, ırkçılıktan farklı olarak “kültürel özelliklerin ve farklılıkların iletişimi”ne dayanır. Etnik gruplar da kendileri dışındaki etnileri ötekileştirebilir ve yine ortak köken duygusuna sahiptir. Yani etniklik, kendi başına bir üstünlük ya da aşağılık ima etmez. Etnisizm, dilsel ve kültürel farklılıklara dayalı ayırımcılıktır. (Yıldız, 2007, s. 77)
Kemalizm, Türk ulusal kimliğinin etnik-soya dayalı sınırlarını belirlemek için ırkı, kurucu bir unsur olarak kullanmıştır, ancak ırkçılık sistematik bir söylem veya uygulamaya dönüş(e)memiştir. Çünkü Türkiye’deki ırkçılık, resmi bir politikaya dönüşmesini sağlayabilecek antropolojik ve felsefi gelenekten de, ırkçılığın sistematik uygulanmasını sağlayabilecek güçlü bir devlet yapısından da yoksun olmuştur. Ancak sistematik ırkçılığın olmaması söylem ve politikalarında ırkçı temaların olmasını engellememiştir. (Yıldız, 2007, s. 159)
Türkleştirme politikaları, Kemalist ulusçuluğun hem asimilasyoncu hem de etnisist karakterinin bir türevi olmuştur. Bu anlayışta asimile olanlar için dışlayıcılık yoktu, ancak asimile olmayanlar için dışlayıcı ve düşmanlaştırıcıydı.
Asimilasyon politikalarının uygulandığı en büyük grup ise Kürtlerdi. Kürtlerin asimilasyonu için iskan yasaları ile zorla göç ettirme, yatılı bölge okullarını Kürt illerinde yaygınlaştırarak Türkçe öğretilmesi, o illerde görevlendirilen memurların Kürt olmamasına özen gösterme, Kürt kelimesini hiçbir metinde kullanmama ve kullanılmasına da izin vermeme, Kürtlerin Türk olduğu yönündeki resmi propaganda gibi uygulamalar devreye sokuldu.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında bu asimilasyon ile bir kısım vatandaşlar okutturulmamak ve devlet işlerine karıştırılmamak isteniyor. Ve daha doğrusu asimilasyon politikaları ile ırkçı yönelimlerin "kamu idaresinde" yarattığı çelişkiye en iyi örneklerden biri Celal Bayar’ın hazırladığı Şark Raporu’nda verilmişti: “Bugün, Kürt diye, bir ku bu kısım vatandaşlar hakkında ne gibi bir sistem takip edileceği idare memurlarınca açık olarak bilinmiyor. Bunu bir sisteme bağlayarak, kendilerine açık talimat verilmesini, çok yerinde ve faydalı bir tedbir olarak görmekteyim.” (Bayar, 2006, s. 63)
Asimilasyon, Türk devletinin Kürtlere yönelik politikasında bir hedefti, ancak, tek belirleyen değildi. Kürtler 'milletleşmemiş' bir topluluk olarak görülüyor, bu yüzden asimilasyon politikasından büyük medet umuluyordu. Ama ne gam, asimile olmazlarsa da Türklüğün düşmanı bir "milliyet" olarak telakki edileceklerdi. (Bora, 2008, s. 37)
Güler'in sözleri ile gelinen aşamada, artık bir milliyet olarak görülse de Kürtlerin, hak talepleri Türklüğe yönelik bir saldırı sayılan "düşman" topluluk olarak algılandığını ortaya koydu. "Türk sorunu" denilen şey de tam da bunu ima ediyordu. Güler, pervasız görünen bir ifşayla aslında bir süredir ima edileni netlikle ortaya koyduğu içindir ki; CHP ve MHP sıralarından büyük alkış aldı.
Kaynakça:
Tanıl Bora, Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslamcılık, Birikim Yayınları, İstanbul 2008Ahmet Yıldız, Ne Mutlu Türküm Diyebilene - Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları (1919-1938), İletişim Yayınları, İstanbul 2007
Mesut Yeğen, Devlet Söyleminde Kürt Sorunu, İletişim Yayınları, İstanbul 2006
İsmail Beşikçi, Bilim-Resmi İdeoloji, Devlet-Demokrasi ve Kürt Sorunu, Yurt Kitap Yayın, Ankara 1991
Celal Bayar, Şark Raporu Cumhuriyet'in Gözüyle Kürt Meselesi, Kaynak Yayınları, İstanbul 2006
0 notes
youryasar · 8 months
Text
Türk ulusu çok büyüktür. Özgürlüğü ve barışı sever. Canı pahasına da olsa, Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşatacak güçtedir ve yaşatacaktır. 
Gazi Mustafa Kemal Atatürk
Cumhuriyetimiz100Yaşında 🇹🇷
1 note · View note