Tumgik
#türk tarihinden
yfs-t-t-2623 · 9 months
Text
Tumblr media
Selçuklu Türkmenlerinin dışlanması
Selçuklu idarecilerinin Türkmenleri dışlama çabaları, Türkmenler arasında hoşnutsuzluğa ve öfkeye yol açtı. Bu durum, zamanla Türkmen isyanlarına neden oldu.
Selçuklu Türkmenlerinin dışlanmasına dair bazı örnekler şunlardır:
Selçuklu idarecileri, Türkmenleri devlet yönetiminde önemli görevlere getirmediler.
Türkmenler, devlet tarafından vergiye tabi tutuldular.
Türkmenler, devlet tarafından asker olarak kullanıldılar
1 note · View note
onderkaracay · 27 days
Text
Tumblr media
🎯 KİMSE KENDİSİ DEĞİLDİ 🎯
Her insan her toplum bir birikimdi
Türk birikimi kimdi?
Kimse kendisi değildi
Düşününce düşünce nelere kadir
Mustafa Kemal Atatürk kendisi miydi?
Kim bilir?
Tarihe adını altın harflerle yazmış atalarından hangisiydi
En çok Oğuz Kağan yakışırdı ona
Çünkü Mustafa Kemal'in üzerine birde Atatürk koydu
Zalimler onun yokluğunu bilip Anadolu'ya dadandı
Zalimlik üzerinde ne varsa yedi yuttu Anadolu'nun altını oydu
Bir gün istiklal ve Cumhuriyetini müdafaa mecburiyetine düşersen görevini üstlenen o çocuk asker
Büyüdü, büyüdü, büyüdü
Mücadele kitabını gemi kılığında
Geminin kaptanı Mustafa Kemal Atatürk kılığında mahşer denizinde zalimlerin üzerine sürdü
Madem kimse kendisi değildi o da Türk'ün gurur tarihinden dört büyük Türk ile dengini buldu
İnsan şiirinde ne diyordu büyük dahi
Adam oğlu insan düşünür ve yapar
Gereği düşünüldü ve yapıldı
Düşmanı savaş meydanında sildikten sonra alnının terini şöyle bir sildi
Önder Karacay
7 notes · View notes
reiralea · 1 year
Text
Merhabalar sevgili arkadaşlar! 🌺
Küçük bir duyuru yapmaya geldim. Türk Eğitim Derneği Afet Bursu verme kararı almış ve başvuruları başlatmış.
"Afet bursu kapsamında okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise düzeyinde bulunan, ebeveyn kaybı yaşamış olan çocuklarımıza nakdi burs, psiko sosyal ve akademik destek Türk Eğitim Derneği tarafından verilecektir." Şeklinde bir açıklama yaptılar. Başvuru kriterlerini aşağıya ekliyorum. Çevrenizde kriterlere uyan öğrenciler varsa bu duyuruyu onlara iletebilirsiniz.
Burs başvuru kriterleri
• T.C. Vatandaşı olmak
• 6 Şubat 2023 tarihinden önce depremden etkilenen 10 ilden birinde ikamet ediyor olmak
• Depremde ebeveyn kaybı yaşamış olmak
• 2022-2023 eğitim öğretim yılı itibariyle K12 düzeyinde (okul öncesi, ilkokul, ortaokul ve lise) eğitim görüyor olmak
Başvuru linki
15 notes · View notes
nefretim-kazand · 1 year
Text
Tumblr media Tumblr media Tumblr media Tumblr media
İZMİR’İN İŞGALİ -1
İLK GÜNÜNDE BİNLERCE TÜRK’ÜN VAHŞİCE KATLEDİLDİĞİ, İZMİR’İN İŞGALİNİN 101.YILINI YOĞUN ÜZÜNTÜYLE ANIYORUZ.
BU VAHİM OLAY İLE İLGİLİ TARİHİN DERİNLİKLERİNDE İŞGAL ÖNCESİ VE SONRASI TÜM YAŞANANLARI BİLİNMEYENLERİYLE BİRLİKTE AÇIKLIYORUZ.
BÖYLE ACI OLAYLARIN BİR DAHA YAŞANMAMASI İÇİN MÜMKÜNSE,
OKUYUNUZ, PAYLAŞARAK OKUTUNUZ.
Sevgili Okurlar,
1914 yılında Almanya'nın yanında I. Dünya Savaşı'na katılan Osmanlı Devleti, dört yıl çeşitli cephelerde zor şartlar altında mücadele etmiş ve kaynaklarının büyük bir kısmını kaybetmiştir.
30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı Devleti’ne bir oldu bitti neticesi dikte ettirilen Mondros Mütarekesi, devletin bir nevi ölüm fermanı niteliğinde olup, altı asırlık mevcudiyetine son veren en ağır hükümleri içeriyordu. Osmanlı topraklarını paylaşma hazırlığında olan galip devletler, mütareke ile "güvenliklerini tehdit edecek bir durum olduğunda herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkını" elde etmişlerdir.(1) Nitekim İtilâf Devletleri 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren Musul, İskenderun, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile memleketin çeşitli yerlerine, mütarekenin yedinci maddesine göre asker çıkardılar. Avrupa’nın Büyük Devletlerinin görünüşte asayişi korumak için yaptığı işgaller, gerçekte bir ilhakın bütün özelliklerini taşıyordu.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA VAHŞET ŞEKLİNDE SOYKIRIM YAPILMASININ MÜTAREKE SONRASINDA İŞGALLERE DEVAM EDİLMESİNİN SEBEBİ “TÜRKLERİN ANADOLU’DA YOK EDİLMESİ ” AMACINI TAŞIYORDU!
Sevgili Okurlar,
Esasen I. Dünya Savaşı sonunda Batı’nın Türkleri Anadolu’dan çıkarma projesi olan Şark Meselesi'nin (Bu günkü adıyla B.O.P) mutlaka halledileceğini, bu yolda Fransa ile mutâbakat sağlandığını belirten İngiliz Başbakanı Lloyd George, meselenin çözümünü, “Türklerin Avrupa'dan çıkarılmalarına ve ancak yararlı olduğu ölçüde, Anadolu'da bir müddet kontrol altında kalabileceklerine” bağlıyordu.(2) Lord Curzon da 1918 yılı başlarında, yaklaşık beş yüz yıl Avrupa politikasında entrika ve yolsuzluk kaynağı olan Türklerin Avrupa'dan - aynı zamanda Anadolu’dan kovulmalarının gerektiği görüşündedir.(3) Taraflarından hiçbir tahrike maruz kalmadan harbe giren ve Almanya'nın samimi ve pek faydalı müttefiki haline gelen Türklere karşı hiçbir taahhütlerinin olmadığı fikrinde olan İngiltere'nin (4) bu düşüncesini Milli Mücadele boyunca devam ettirdiği görülecektir.
18 Ocak 1919'da Paris'te Osmanlı topraklarını paylaşmak için toplanan Müttefiklerin, Osmanlı mirası üzerinde anlaşmakta güçlük çektikleri asıl mesele, daha önce İtalya'ya vadedilen toprakların verilip verilmeyeceği meselesi olmuştur. 1917 yılında imzaladıkları St. Jean de Maurienne Gizli Anlaşması ile Batı Anadolu'nun İzmir'den Konya'ya kadar geniş bir bölgesi İtalyan nüfuz bölgesi olarak tespit edilmiş idi. İngiltere ve Fransa kendi çıkarlarına zarar vereceği düşüncesiyle bu anlaşmayı geçersiz saymayı uygun bulmuştur. (5)
Amerika Cumhurbaşkanı Wilson bile, Batı Anadolu'daki Rumların Türklerin boyunduruğundan kurtarıldıktan sonra İtalya boyunduruğuna terk edilmemesi ve bu insanların yaşadığı Türk topraklarının Yunanistan'a bağlanması kanaatinde idi. Bu fikrin taraftarlarınca Wilson Prensipleri Cemiyeti adı altında bir de dernek kurulmuştu (6) Bu anlayış içerisinde İzmir bölgesinin Yunanistan'a verilmesi İtalyanların şiddetli itirazlarına rağmen kabul edilmiştir.
Anlaşılan odur ki, Anadolu'da üstlenecek ve Doğu Akdeniz'i kontrol edecek kuvvetli bir İtalya, İngiltere ve Fransa için önemli bir tehdit oluşturabilirdi. Bu sebeple İngiltere ile Fransa, İtalya'nın Akdeniz'de kendileri için tehlikeli olabilecek yayılmasını engellemeyi mümkün kılacak vasıtayı Yunanistan'ın Anadolu üzerindeki emellerinde bulmuşlardır. Yapılan gizli anlaşmaların hiçbirisinde Yunanistan'ın adı dahi geçmemesine rağmen, Türklere karşı savaşa katılma bedeli olarak Yunanistan'a Aydın vilâyeti (7) vadedilmiştir. Bu, Yunan emelleri ve Megali İdea'sı (8) için de büyük bir fırsattı. Yunan işgali, sadece kendilerine vadedilen bu alanla kalmayacak, Megali İdea'nın gerçekleştirilmesi yönünde genişleyecektir.
Gerek işgallerin başlamasından önce, gerekse işgaller başladıktan sonra Türklerin, Anadolu'da yapılacak işgallerde, Yunan kuvvetlerinin bulunmaması veya daha önceden diğer devletler tarafından asayiş sağlandıktan sonra Yunan kuvvetlerinin gelmesi yönündeki istekleri(9) dikkate alınmamış ve ustaca yürütülen İngiliz siyâseti ile sonuçsuz bırakılmıştır. 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul'un işgalinde(10) olduğu gibi İzmir'in işgalinde de Müttefik kuvvetler içinde Yunan askerleri yer almıştır. (11)
Türkler, İzmir’in işgalinde de Yunanlıların bulunmalarını istemedikleri gibi Yunanlıların İzmir’i işgal etmeleri ihtimali düşünülmüyordu.(12) Ancak diyarlı olanlar meseleleri takip edenler hadiselerin işgal doğrultusunda gelişeceğinin farkındaydılar.
Nitekim henüz Mondros mütarekesinin imzalanmasından bir hafta sonra 6 Kasım 1918'de İzmir Limanı'na mahşerî bir kalabalık toplanmıştı.. Şehrin Rum kesimindeki bütün dükkânlara Yunan bayrakları asılmış, camlara, duvarlara, kapılara Yunan Başbakanı Venizelos'un resimleri yapıştırılmıştı. O gün limana bir İngiliz zırhlısı gelecekti.
Zırhlı ufukta görününce Liman'da, Kordonboyu'nda, Pasaport Meydanı'nda toplanan mavi-beyaz kalabalık fırtınalı bir okyanus gibi dalgalanmaya başladı. Binlerce el, binlerce Yunan bayrağını sallıyor, biteviye çalan kilise çanlarının sesleri, vapur düdükleri ve "zito! zito!" diye bağrışmalar yankılanarak bütün şehre yayılıyordu. Bu çılgınca tezahürat, Binbaşı Dixon karaya çıkınca daha da arttı. Papazlar koşup düşman komutanını kutladılar. Kutsadılar.
Ona minnet ve şükran duygularını ifade etmek için takdis edilmiş tuz-ekmek sundular. Ayaklarına kapananlar, ellerine sarılanlar oldu. Sonra arkadaki ayak takımının önüne düşüp, âdeta tapınırcasına düşman gemisini tavaf ettiler.
Binbaşı Dixon, Mondros Mütarekesi'nin imzalanışı sırasında irtibat subayı olarak görev yapan Yüzbaşı Tevfik Bey ve yaveri ile birlikte Vali Vekili Nurettin Paşa'ya nezaket ziyaretinde bulunmak üzere rıhtımda bekleyen bir arabaya atlayıp uzaklaşınca kalabalık yeniden dalgalanmaya başladı. Çılgın guruplar hâlinde ilerleyen Rumlar Sokak aralarında rastladıkları Türkler'e saldırdılar. Başlarına çullanıp dövdüler.Türk dükkânlarına zorla Yunan bayrağı astırdılar. Mümin, mütedeyyin insanlara zorla istavroz çıkarttılar, istavrozu öptürdüler. Başlarından feslerini alıp yırttılar. Aksakallı ihtiyarların sarıklarını boğazlarına dolayıp sürüklediler.Aynı zamanda Metropolitlik olan Ayafotini Kilisesi'ne Yunan bayrağı çektiler.
Bu sırada Dr. Stefanopulos adında bir adam, zaten kontrolden çıkmış olan ayak takımını kışkırtan bir nutuk çekmeye başladı. Son derece tahrik ve tezyif edici kelimeleri tercih ederek Türklerin şeref ve haysiyetlerine saldırdı. İzzeti nefislerine saldırdı. Bayrağa, devlete, mukaddesata saldırdı ve kanlarının son damlasına kadar Türklerle savaşmaları için Rumlar'a yemin ettirdi. (13)
Bu yeminden sonra kalabalık güruhun daha da azgınlaştığı görüldü. Bazı binalarda hâlâ dalgalanmakta olan Türk bayraklarım gönderlerden indirip, parçaladılar! Yunan hükümetinin İzmir Rumların desteklemek için kurduğu Anadolu Bankası'ndaki(14) Türk bayrağını yere atıp üstünde tepindiler!
Saldırganlardan İzmir deki yabancılar da kurtulamadı. Kapısında Yunan bayrağı göremedikleri ecnebi müesseselerine zorla girip, camları çerçeveleri indirdiler. Sövüp, saydılar. Kendilerine müdahale edenleri dövdüler.
Bu kudurganlık akşam da devam etti. Anadolu Gazetesi "şehirdeki gazinoların baştan aşağı Yunan bayraklarıyla süslendiğini, Kozmos Gazetesi Müdürü Vitales'in Paris ve Klonaridi gazinolarında hâkimiyet-i Osmaniye aleyhinde irad-ı nutuk ettiğini" ve "şarkıcı madam Galinea’nın elinde iki Yunan bayrağı olduğu hâlde sahneye çıkarak Yunan marşını teganni ettiğini" yazmakta idi. (15)
O, gecenin geç vakitlerine kadar şehrin meydanlarında, meyhanelerinde, kahvehanelerinde söylenen marş, şu marştı:
E siz Türkon sfaksete, Ton tiranon sfaraksete! (16)
Bu şu demektir: Türkleri kesiniz! Zalimleri parçalayınız!
İZMİR VE EGE’YE YUNAN GELMEDEN AYLAR ÖNCE LOJİSTİK HAZIRLIKLAR BAŞLATILIYOR..
Sevgili Okurlar,
Bir İngiliz gemisinin İzmir Limanı’na girmesi üzerine tertiplenen bu kudurganlık, hükümetin acil tedbirler almasını gerektiriyordu. O tedbirler alınmadı!
O tarihten sonra alınması gereken tedbirler de alınmadı. Ve bakınız İzmir’de neler oldu: 20 Ocak 1919'da İzmir Limanı'na Anfiriti adında bir Yunan gemisi demirledi. Gemiden Dr. Conokasi başkanlığında kalabalık bir sağlık personeli ile çok sayıda ilaç sandığı çıkarıldı.
Bu gemi yerli Rumlar'a yardım (!) getiren ilk gemi değildi. İlaç sandıklarının içinde de ilaç yoktu! Silâh vardı! Nitekim o günkü Türk gizli teşkilatının başkanı olan Albay Hüsamettin Ertürk, Yunan donanmasının himayesinde Pire'den kalkan nakliye gemilerinin ambarlarına kadar silâh ve mühimmatla dolu olduğunu, Rum ahaliye gıda ve ihtiyaç malzemesi taşındığı iddia edilerek yurda silâh sokulduğunu, bu silâh ve mühimmat sandıklarının kiliselere dağıtıldığının tespit edildiğini yazmaktadır. (17)
Bunlar işgal hazırlığı idi. Hazırlıklar bununla bitmedi. Hem İzmir'de hem de İzmir yöresindeki kasabalarda Rumlar için Kızılhaç Hastaneleri açıldı. Bu hastanelere sağlık personeli yerleştirildi. Sandıklar dolusu ilaçlar gönderildi. (18)
Aslında bu hastaneler düşmanın Türk vatanının bağrında kurduğu mevzilerdi! Sağlık personeli de Türk çocuklarını arkadan vurmaya programlanmış Yunan askerleriydi. İlaç sandıkları ise silâh ve mühimmat doluydu.
DAVUL ZURNA İLE GELEN İŞGAL!
Sevgili Okurlar,
18 Şubat'ta İzmir Limanı'na bir gemi daha yanaştı. Bu gemiden çıkan Kızılhaç askerleri ile sandıklar dolusu silâh, bahsettiğimiz hastanelere sevk edilerek ileri karakollar tahkim edildi.
Hâlbuki Dışişleri Bakanlığına sürekli bilgi veriliyordu. Nitekim 5 Nisan 1919 tarihli yazıda şunlar söyleniyordu :
“31 Mart 1919 tarih ve 14731/305 sayılı yazıya cevaptır.
25 Şubat 1919 tarihinde İzmir Limanı’na gelen Yunan vapurundan, iki Rum tarafından çıkarılmak istenen bir bavul şüpheli görülerek kontrol edilmek istenmiş ve bu sırada Rumlar firar etmişlerdir. Sandık açıldığında içerisinde Yunan revolver mermileri olduğu görülmüştür.
27 Şubat 1919 tarihinde Pire’den İzmir’e gelen Adriyatikosya adlı Yunan vapurundan çıkan Yunan Konsolosluğu Kavası Dimo’nun yanında bulunan bir sandık içinde çeşitli cinste revolver mermisi bulunmuştur.
İzmir ve çevresinde meydana gelen çatışmalarda ölen Rumların üzerinde Yunan beylik revolverleri ve silahları olduğu görülmüştür. Mesela 1 Mart 1919 tarihinde Urla’da tabakhanede bekçilerle girilen çatışmada ölen Mihal Pamiraki oğlu Vasil’in üzerinde bir Yunan beylik tabancası bulunmuştur.
Görele civarındaki Yoran köyü olaylarında Yunan üniforması giymiş birçok kişi görülmüştür. Bütün medeni devletler tarafından en ağır cezayı gerektiren bir suç olarak kabul edilen bu durumla ilgili olarak, Kızılhaç kisvesine bürünen Yunan eşkıyasının ve yerli Rumların faaliyetleri ve meydana gelen başlıca olaylar, 2’inci Şubenin, 30 Şubat 1919 tarih ve 1674 sayı; 3 Mart 1919 tarih ve 1226 sayı; 4 Mart 1919 tarih ve 1312 sayı; 4 Mart 1919 tarih ve 1320 sayılı yazılarıyla arz edilmişti. Bu kez Bahriye Nezaretinin 3 Nisan 1919 tarih ve 62639/203 sayılı yazısından, çetelere Yunan harp gemilerinin de yardım ettiği anlaşılmıştır. İzmir’deki bir gambotumuzla gönderilen diğer gambotun o bölge sahillerinin gözetlenmesi için yeterli olmadıkları, bu gambotların görevlerini yaparlarken Yunan gemileri tarafından karşılık görmeleri sonucunda siyasi bir mesele çıkma ihtimali olduğundan, durumun 2 Mart 1919 tarihli yazıyla Bakanlığınıza arz edildiği bildirilmektedir.”
Söz konusu yazılarda da arz edildiği üzere yeterli şekilde muhafaza edilemeyen sahillerimizin her noktasına silah ve cephane çıkarılmaya devam edildiği apaçık ortadaydı. Kızılhaç adı altında sahillerimize uğrayan Yunan heyet ve gemilerinin gelmesiyle birlikte yerli Rumların hareketlerinde değişiklikler görülmekte ve taşkınlıklar baş göstermektedir.
Armstrong, hatıralarında yalnız Yunanistan'ın değil, müttefiklerin de Rumları Türkler'e karşı silâhlandırdığını ifşa etmektedir. İşgal kuvvetleri Fevkalâde Komiser Muavini olarak İstanbul'da görevlendirilen Harron Armstrong, mütareke hükümlerine göre Türk askerî birliklerinden toplanan silâhların depolarda muhafaza altına alındığını yazdıktan sonra, boşalan depoların sırrını şöyle açıklamaktadır:
"... Sonradan öğrendim ki, bu silâhlar Rum ahaliye dağıtılmış!"(19)
Bu yalanları dinleyince “Allah Allah öylemi olmuş!” demek geçiyor içinizden!
NURETTİN PAŞA İŞGALİN TEDBİRLERİNİ ALMAK İÇİN UĞRAŞIYOR
Sevgili Okurlar,
Osmanlı Hükümetini savunan yazar takımı Yunanlıların İzmir’i İşgalini “aniden gelişen bir olaymış”gibi anlatırlar.
Halbuki 17 Kolordu Komutanı olan İzmir Vali Vekili Nurettin Paşa, gelişen olayları ve Rumlar'ın silâhlandığını hükümete bildirmektedir. Fakat İstanbul’dan bu endişelerine cevap alamayınca kendisi harekete geçer.
Nurettin Paşa, “Yunanlılâr’ın İzmir'e asker çıkaracakları” gerekçesiyle karargâhını Aydın'dan İzmir'e nakleder. “Cemiyet-i İlmiye” adında bir direniş teşkilâtı kurar. Bu cemiyet İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile birlikte çalışmaya başlar. Müdafaa-i Milliye, Türkocağı ve İstihlas-ı Vatan cemiyetlerine yardımcı olur. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Ege bölgesi çapında düzenleyeceği kongre çalışmalarına katılır. Ege bölgesindeki her il ve ilçenin belediye başkanlarına ve müftülerine kendi imzasıyla telgraflar çekerek İzmir'de toplanacak kongreye katılmalarını(20) ister. Paşa böylece bütün bölgeyi Yunan işgaline karşı örgütlemeye çalışmaktadır.
Kongre 17 Mart Pazartesi günü Millî Sinemada toplanır. Kongreye 37'si Belediye Başkanı ve 37'si Müftü olmak üzere 165 delege katılmıştır. Çeşitli il ve ilçelerden gelen heyetler, gruplar hâlinde Paşa’nın makamına götürülür, Nurettin Paşa onlardan muhtemel bir Yunan işgaline karşı mukavemete hazırlanmalarını ister.
DENİZLİ MÜFTÜSÜ KAHRAMAN HULUSİ EFENDİ
Denizli heyetine Müftü Hulûsi Efendi başkanlık etmektedir. Müftü Efendi, Nurettin Paşa'ya şöyle bir teklifte bulunur:
Paşam “İzmir'i Yunanlılara verecekler. Biz boş durmayacağız. Halkımız asker, para ve iaşeyi temin eder. Noksanımız kumandandır. Böyle bir hâl vukuunda siz Denizli'ye gelin!”
Paşa, Müftü Efendi'ye şu cevabı verir:
Ben burada iken kimse İzmir'e çıkamaz!
Ancak Denizli Müftüsü Hulusi Efendi Paşa'nın başına gelecekleri görür gibidir: “Sizi ya azlederek veya terfi ettirerek İzmir'den uzaklaştıracaklardır. İşte o zaman bize geliniz, her ne olursa olsun İstanbul'a gitmeyiniz. (21)
Ahmed Hulûsi Efendi ise, İzmir Redd-i İlhak Kongresinden döndükten sonra memleketin elim bir akıbete sürüklenmekte olduğunu görerek derhâl yoğun bir teşkilâtlanma çalışmasına girişti.Onun bu faaliyetlerini Denizli mutasarrıfı Fâik Bey (Öztırak) şöyle anlatmaktadır: “Ahmed Hulûsi Efendi, benimle çok uzun ve mahrem görüşmelerde bulundu. Denizli sancağının kazaları olan Acıpayam, Buldan, Sarayköy, Tavas ve Çal’da bilhassa müftüler ve müderrislerle eşrafın rehberlik ettiği heyetlerin teşkilini temin ettiğini söyleyip, artık mukadder olan Yunan işgali önünde neler yapılması icap ettiğinin şimdiden düşünülüp lüzumlu tedbirlerin alınmasını teklif ve tavsiye etti. Bugün daha iyi anlıyorum ki, müftü efendinin sözlerinde hiç bir imkânın gerçekleşmesi şartı yoktu. Yapılması gereken vatanın istiklâli ve haysiyeti icabıydı. İlmi, irfanı, ahlâkı ile muhitin hürmet duyduğu muhterem şahsiyeti, sancağın her tarafında sevilen ve sayılan adamdı. Ahmed Hulûsi Efendi çok zor şartlar altında vazifeye çağırdığı kimseleri meziyet ve hususiyetleriyle çok iyi takdir ederek tayin ve tespit etmişti. O müstesna günlerin bendeki en derin intibaı şudur: Çok güç şartlar altında girişilecek hizmetlere lâyık manevi rehberler bulur ve onların telkinleri kalp ve vicdanlarda ümit izleri meydana getirebilirse elde edilemeyecek güzel neticeler, ufukların ardında demektir. Ben Ahmed Hulûsî Efendinin Mübeccel ve muhterem varlığında bu ebedî hakikatin en muhteşem misalini görmüşümdür.”
MÜFTÜ AHMET HULUSİ EFENDİ’nin
15 Mayıs 1919’da Milli Mücadeleyi Başlatan Fetvası
Muhterem Denizlililer…
Bugün sabahın erken saatlerinde İzmir, Yunanlılar tarafından işgal edilmiştir. Bu tecavüze karşı hareketsiz kalmak, din ve devlete ihanettir, vatana karşı irtikab edilecek cürümlerin Allah ve tarih önünde affı imkânsız günahtır. Cihad, tam manasıyla teşekkül etmiş dini farize olarak karşımızdadır.
Hemşehrilerim, karşımıza çıkarılan dünkü tebaamız Yunan’a biz mağlup olmadık. Onlar öteki düşmanlarımızın vasıtasıdır. Yunan’ın bir Türk beldesini ellerine geçirmelerinin ne manaya geldiğini , İzmir’in şu birkaç saat içinde irtikap edilen cinayetler gösteriyor.
Silahımız olmaya bilir, topsuz – tüfeksiz sapan taşları ile de düşmanın karşısına çıkacağız. İstiklal aşkı, vatan sevgisi hassasiyet şuurumuz ile kalbimizdeki iman ile mücadelemizin sonunda zaferi kazanacağız. Bu uğurda canını verenler şehit, kalanlar gazilerdir. Bu mutlak olarak cihad-ı mukaddestir.
Sizlere vatanımızı düşmana teslim etmenin çaresiz olduğunu söyleyenler, düşman esareti altında olanlardır. Onlar irade ve kararlarına sahip değillerdir. Bu vaziyette onların emri ve fetvası aklen ve şer’an caiz, makbul ve muteber değildir. Meşru olan münhasıran vatan müdafaası ve istiklal uğruna cihattır.
Korkmayınız…! Meyus olmayınız…! Bu livay-ı hamd’in altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız. Müftünüz olarak cihad-ı mukaddes fetvası’nı ilan tebliğ ediyorum.
KAMBUR İZZET ADLI İŞBİRLİKÇİ HAİN VALİ
Sevgili Okurlar,
Vahidettin ve Damat Ferit’e her dediklerini yaptırtan İngilizler, ilk önce Vahdettin ile Damat Ferit’e gönülden bağlı olan Kambur İzzet lakabıyla anılan İzzet Paşa’yı 11 Mart tarihinde Aydın ve havalisine vali olarak atanmasını sağlamışlardı. Aydın vilayetinin idare merkezi İzmir olduğundan, 23 Mart’ta göreve başlayan İzzet Paşa, zaman içinde İzmir valiliğine de uhdesine alıyordu.
Nitekim Ocak 1919’da İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı Richard Webb’in İngiliz Dışişleri Müsteşarlığına yazdığı özel raporda şöyle diyordu Webb: “ Görünürde ülkeyi işgal etmediğimiz halde, şimdiden valilerini atıyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz.”
İşte bu atamayla beraber İngilizler, işgal sırasında ortaya çıkabilecek tüm sorunları giderecek olan sağ kollarını da bulmuşlardı: Kambur İzzet Paşa!
Ali Fuat Türkgeldi, Sultan Vahidettin'in bu adama Kambur Felek'ten kinaye olarak Felek Bey dediğini yazar. Felek Bey, aynı zamanda olanı, biteni İngiliz Yüksek Komiserliği'ne yetiştiren adamdır.(22) Açıktan İngilizlerin adamıdır "Yunan hazırlıklarına karşı Türk savunmasını zayıflatmak için İtilâf Devletleri'nin Nurettin Paşa'nın geri çekilmesini istediklerinden"(23) bahseden Gotthard Jaeschke, Vali İzzet'in İtilâf Devletleri'nin dostu olduğunu kaydetmektedir.(24)
Devrin Türk gizli teşkilâtının Başkanı olan Albay Hüsamettin Ertürk, İzzet Bey'in "İngiliz Konsolosluğu'ndan aldığı talimatlarla hareket ettiğini" yazmaktadır.(25)
Ahmet İzzet Bey, 17 Mart'ta Millî Sinema'da kongre çalışmaları yapılırken Dahiliye Vekâleti'ne "Nurettin Paşa'nın kumandan olarak İzmir'de kalmasının katiyen münasip olmadığından" bahseden ve Paşa'nın İzmir'den uzaklaştırılmasını isteyen bir yazı gönderir.(26) Bu gün emsellerini bolca gördüğümüz Kambur izzet, Nurettin Paşa’nın yerine de Ali Nadir Paşa’nın, İzmir ve havalisinden sorumlu 17. Kolordu komutanı olarak atanmasını sağlamıştır. Ali Nadir Paşa Ermeni tehcirini bahane ederek Türk Milliyetçilerini tasfiye için kurulan Divani Harp heyetinde başkan olarak bulunmuştur. Selanik’i tek mermi atmadan düşmana teslim eden adamdır. Bu defa da İzmir’i yine tek mermi atmadan Yunana teslim edecektir.
İzmir'e gelir gelmez Yunan halkının dostu olduğunu ilân eden(27) bu Vali ihanet tarihine “Kambur İzzet” adıyla geçmiştir. Birinci ve ikinci Tevfik Paşa kabinesinde Evkaf Nazırıdır. İkinci Tevfik Paşa kabinesinde hem Evkaf Nazırıdır hem de Dahiliye Nazırlığı görevini vekâleten uhdesinde bulundurmaktadır. İbnülemin, onun kabineye girmek için fart-ı hırsı sebebi ile iki defa bayıldığından ve ağlayarak Tevfîk Paşa’nın ayaklarına kapanıp Evkaf Nazırhğı'nı kaptığından bahseder. (28) Cavit Bey'in notlarına göre Bakan olmasını bizzat Sultan Vahidettin istemiştir.
Aslında Kambur İzzet, İngilizlerin kabinedeki adamı olarak bilinir. Emirleri ya doğrudan doğruya İngilizlerden almıştır ya da dolaylı olarak Padişahtan! (29)
Bu Kambur İzzet, Türk vatanının parçalanması için Paris konferansında teklif üzerine teklif veren Kürtçülerin elebaş- larından Şerif Paşa’nın amcası, Abdülhamit devri Hariciye Nazırları'ndan Kürt Sait Paşa’nın kardeşidir! Kız kardeşini de hıyanet tarihine Nemrut Mustafa Paşa olarak geçen Kürt Mustafa Paşa'ya vermiştir! Bu Nemrut Mustafa Paşa, 19 Mayıs günü paylaştığımız Çok kıymetli Devlet adamlarımızdan Urfa Mutasarrıfı Nusret Bey’i suçsuz bulunduğu halde bir oldu bittiyle idama mahkûm edecek bu idam kararı aynı hızla Vahidettin tarafından onaylanacaktır. Celal Bayar, bir zamanlar kendisinin de tutuklanması için emir veren Vali Ahmet İzzet'i şöyle tanımlamaktadır: "... Vatana bağlılığı şüphelidir. Devleti ayakta tutan milliyetçiliğin gönüllü düşmanıdır." (30)
Galip Kemalî Söylemezoğlu ise "Dahiliye Nazırı iken ne vakit İngiliz Sefareti'ne gitmiş isem İzzet Bey'i Baştercüman Rayn’ın yanında, yahut kapısında gördüm" demektedir. (31) Yaklaşan Yunan işgaline karşı halkı teşkilâtlandıran Nurettin Paşa, işte İngiliz Sefareti'nden çıkmayan bu adamın, daha İzmir'e gelmeden önce başlattığı teşebbüsler sonunda görevinden alınmıştır. Nurettin Paşa önce İstanbul’a gidecek, sonra Anadolu’ya geçip Milli Mücadale’ye katılacaktır. Ali İhsan Paşa’dan boşalan Birinci Ordu Kumandanlığına tayin edilen Nurettin Paşa 30 Ağustos’ta İzmir’e giren muzaffer ordunun komutanları arasındadır. Milli meselelerde tavizsizliği Ali Kemal ve Hristomos gibi hainlerin halk tarafından linç edilmesine göz yumması sebebiyle hukuka aykırı davranması sebebiyle eleştirilmiştir. 1924'te ordudan emekliye ayrılan Paşa aynı yıl yapılan ara seçimde Bursa Milletvekili olarak Meclis'e girecektir. Nurettin Paşa 18 Şubat 1932de ölmüştür. (32)
Sevgili Okurlar,
Vali Ahmet İzzet hakkında İngiliz belgelerinde de bazı kayıtlara rastlıyoruz. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Londra'ya yolladığı 19 Ocak 1919 tarihli şifrede, yeni Tevfik Paşa kabinesi hakkında bilgi verilirken, Selânikli gizli bir Musevi olduğu söylenen Dahiliye Nazırı Mustafa Arifin yerine Ahmet İzzet'in tayin edildiğini belirttikten sonra diyor ki: - Bizimle işbirliği yapmaya hazırdır!(33) İngilizlerle işbirliği yapmaya hazır olan, hatta bazı kaynaklara göre İngilizler'in adamı olan bu Vali, Yunan işgalini önlemek için kurulan direniş örgütlerini baskı altına almıştır. İttihatçılık ve komünistlik yapmakla suçladığı Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti'ni kapatmıştır.
Nurettin Paşa'nın bizzat kurduğu ve himaye ettiği diğer milliyetçi teşkilatları kapatmıştır. Türk Milletine alçakça saldıran Rum Kozmos Gazetesi yazarı Laskaridis'i kapılara kadar uğurlamaktan utanmamış, fakat milliyetçi basın organları olan Anadolu ve Duygu Gazeteleri'ni kapatmıştır.
Kambur İzzet gerek işgal sırasında, gerek işgalden sonra Yunanlılarla mükemmel bir uyum içinde çalışmıştır. Görevini kalp krizinden öldüğü 5 Ocak 1920 tarihine kadar sürdürdü. Hizmetleri nedeniyle, zamanın Yunan hükümeti kendisini “Anoteron Taksiarhis” nişanı ile ödüllendirdi. Bu hain işbirlikçi Kürtçü İzzet’in ölüsü bile dönemin hükümeti tarafından kahraman muamelesi gördü ve cenazesi, Yunan hükümeti tarafından, korgeneral rütbesinde bir askerin cenazesine eşdeğer tutularak devrin askerî ve mülkî erkânının katıldığı görkemli bir törenle Emir Sultan Dergâhı Haziresi’ne defnedildi!
Kambur İzzet, İzmir'deki millî mukavemet teşkilatlarını teker teker çökertirken, tıpkı kendisi gibi "Saray'ın ve İngilizler'in âleti olmak dışında hiçbir niteliği bulunmayan"(34) Ali Nadir Paşa, 17. Kolordu Komutanı olarak İzmir'e tayin edilir. Cevat ve Fevzi Paşa'ların ısrarlı muhalefetine rağmen 17. Kolordu Komutanlığı'na atanan bu adam, tıpkı Kambur İzzet gibi şahsiyetsiz, haysiyetsiz, aciz, uyuşuk ve duygusuzdur. (35)
SEALANİK VE İZMİR’İ TEK KURŞUN PATLATILMASINA MÜSAADE ETMEDEN TESLİM EDEN HAİN ALİ NADİR PAŞA!
Sevgili Okurlar,
Ali Nadir Paşadenilen işbirlikçi hain Ermeni tehcirini bahane ederek Türk Milliyetçileri'ni tasfiye etmek maksadıyla kurulan Divan-ı Harp'te, hemen hemen içlerinde bir tek'Türk'ün bulunmadığı Nemrut Mustafa'larla, Moiz Zeki'lerle, Artin Musdicyan, Misak Mar- karyan ve saire ile birlikte çalışmayı içine sindirebilmiş, 27. Fırka Kumandanlığından emekli bir Tuğgeneral'di. Muhtemelen Türk değildi. Tarihçilerin, bir İngiliz veya müttefik işgaline boyun eğecek tıynette olduğunu kaydettikleri bu Paşa "muteberân" denilen vatansız aydınlarla, Başmabeynci Lütfü Simavî Bey'in hırsızlığından bahsettiği Hasan Tahsin adındaki başka bir haysiyetsiz Paşa ile birlikte Selânik'i düşmana teslim eden adamdır!
Atatürk'ün "hain ve korkak"(36) dediği “Vatan haini olması gerekçesi ile Yüzellilikler listesinin 22. sırasında yer alan bu cinsi, cibilliyeti belirsiz Paşa ile Kürt Vali bakınız İzmir'i nasıl düşmana teslim edecektir.
Kâzım Özalp, Nurettin Paşa'nın görevden alınmasından sonra 17. Kolordu Kumandanlığına vekâlet eden Albay Süleyman Fethi Bey ile Ali Nadir Paşa arasında geçen bir konuşmayı nakletmektedir. Ali Fethi Bey 17. Kolordu'nun yeni komutanına "İzmir'in işgal edilmesi hâlinde, hükümetten bir emir verilmediği takdirde işgale karşı nasü hareket edileceğini" sorar.
Aldığı cevap tam bir sorumsuzluk örneğidir:
- Orasını hiç düşünmedim!
- Orasını işgal vâki olduktan sonra mı düşüneceksiniz?
- Ne zaman lazım gelirse, o zaman düşüneceğim!(37)
6 Mayıs'ta Paris'te toplanan Amerikan Başkanı Wilson, İngiliz Başbakanı L'loyd George ve Fransız Başbakanı Clemenceau, Yunanlılar'ı İzmir'i işgale dâvet ederler. (38)
7 Mayıs da Paris Barış Konferansı'nda Venizelos, Türklere keyfiyetin ancak, karaya asker çıkarmadan az önce bildirilmesini teklif etmiştir.
11 Mayıs'ta İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Paris'ten aldığı emir üzerine ve işgali yönetmek vazifesi ile İstanbul'dan İzmir'e hareket eder.
Aynı gün İzmir Limanı'na Guiseppo Ferri adında bir İtalyan savaş gemisi gelir. Gecenin karanlığında gemiden çıkan fesli bir zat, dört İtalyan bahriyelisinin çektiği bir sandalla karaya çıkar. Hiçbir yerde vakit geçirmeden İtalyan Konsolosluğu'na gider, Konsolosla görüşür.
Bu zat, eski Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nında Bingazi Mebusu olarak bulunan ve daha sonra genç Türkiye Cumhuriyeti'nde İçişleri Bakanı olarak görev yapan Camî Baykut'tur.
Çok geçmeden onlara aynı İtalyan torpidosuyla İzmir'e gelen Moralızâde Halit Bey ile Ahmet Dino da katılır. Her ikisi de İtalyan Konsolosluğu ile yakın münasebette bulunan kimselerdir.(39) Sevgili dostum Nurdoğan Taçalan, soylu bir Arnavut ailesine mensup olduğunu belirttiği Ahmet Dino'nun İtalyan ajanı olduğunu yazıyor! (40)
Bu heyet o gece Belediye Başkan Vekili Osman Nuri Bey ile görüşür. Ona derler ki:
İzmir Yunanlılar tarafından işgal edilecek. Eğer bir beyannâme yayınlayarak İtalyan mandasını kabul ettiğinizi açıklarsanız İtalya Yunan işgalini önleyecektir!
Belediye Başkan vekili böyle bir beyannâme yayınlamaya yetkili olmadığını söyler. Bunun üzerine şehrin ileri gelenleri çağırılır, teklif tekrarlanır ve reddedilir. ()
Aynı gün Albay Kâzım Bey, Ali Nadir Paşa'yı ziyaret ederek "işgal söylentilerini duyup duymadığını, işgal hâlinde ne yapacağını" sorar.
Aldığı cevap şudur:
“Hükümet ne emrederse onu yaparım.”
Bu konuşmanın yapıldığı saatlerde İzmir'i işgal etmekle görevlendirilen l. Yunan Tümeni Elefterion Limanı'ndan gemilere bindirilmektedir. (42)
Galip Devletler kararıyle, izmir'in işgal emri Tümen komutanına ancak 12 mayıs 1919 saat 22,30'da bildirildi. 16 gemiye bindirilmiş olan tümen, Eleftron ve Mavros limanlarından 13 mayıs saat 10,00'da hareket etti. İcra emri de talimata göre yolda açıldı. (43) Amiral Calthorpe’un, işgal kararını Türklere takriben 10 saat kadar önce haber vermesi de, bu kurulca alınan karar dolayısıyladır. Kararın Türklere geç tebliğinin sebebi de, Türklere az zaman bırakmak ve muhtemel bir karşı koymanın önlenmesidir. (44)
İşgalden önce, İzmir’deki Türk yönetimi İtilâf Devletleri kuvvetlerine başvurarak, işgalin diğer büyük devletlerce yapılmasını istediyse de, karışılmayacağı cevabını almışlardır. (45)
13 Mayıs 1919
Paris Barış Konferansı’nda İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilme kararından sonra 13 Mayıs 1919’da İzmir’e bir donanma geldi. Filoya komuta eden İngiliz Akdeniz Filosu Kumandanı Amiral Calthorpe, İzmir valisine şehrin Mondros Ateşkes Anlaşması’nın 7. maddesi gereğince işgal edileceğini bildirdi. (46)
13 Mayıs'ta Yunan 1. Tümeni'nin onsekiz gemi ile Elefterion Limanı'ndan hareket ettiği öğrenilince çok sayıdaki düşman zırhlısı İzmir Limanı'na gelip demir atar.
14 Mayıs. Ali Nadir Paşa halk arasında dolaşan işgal söylentilerini Harbiye Nezareti'ne bildirir ve şâyet vuku bulursa işgal karşısında ne yapması lazım geldiğini sorar. Vali İzzet Bey de işgal söylentilerini Başvekâlete bildirip talimat ister.
Akıl alacak gibi değildir ama, acilen harekete geçilmesini gerektiren bu haberlere ne Başvekâlet makamını işgal eden Arnavut Damat Ferit inanır, ne de Gümüşhane Mebusu Hasan Fehmi Bey'in "Türk'ten ve Türklük'ten böyle p..ç çıkmaz" demek suretiyle Türk soyuna mensup olmadığına işaret ettiği Dahiliye Nazırı Mehmet Ali Bey!
Mehmet Ali Bey, Macaristan da yaşayan karışık soylu bir aileye mensuptur. Annesi Batmanlı bir Kürt aşiretinin kızı Hafize Hanım'dır, Elenora Luisa adında bir İngiliz kadınla evlidir. Türklükle hiçbir ilgisi yoktur ama Türk Devleti'nin Dâhiliye Nazırıdır!
İşte bu Dahiliye Nazırı, İngiliz Muhipleri Cemiyeti'nin, Sevr'i imzalaması münasebetiyle Fehmi Paşa Konağı'nda tertiplediği kutlama töreninde katılacak ve Kürtçü Abdullah Cevdet ile beraber İngiliz adaletini göklere çıkarıp, haşmetlu kral ve kraliçeye afiyet dileyecektir.
Üstelik İzmir Valisi Kambur İzzet'e bir telgraf çekerek işgal ile İlgili haberlerin kaynağı olduğu tespit edilen Maliye Müfettişi Muvaffak Bey ile İzmir Posta Telgraf Başmüdür Vekili Neşet Bey'in yakalanıp İstanbul'a gönderilmesini emredecektir.. (47)
Bu olaydan bir süre önce Kont Sforza'nın bir konuşmasından İzmir'in işgal edileceğini sezinleyen Galip Kemali Söylemezoğlu, durumu acilen Damat Ferit'e bildirmiş, Damat Ferit'de ondan bir nota yazıp getirmesini istemiştir.
Galip Kemali Bey, ertesi gün nota müsveddesi ile Başvekâlete gider, fakat aldığı cevap karşısında şaşkına döner:
İngiliz Yüksek Komiseri ile konuştum, bana İzmir'in işgal edilmeyeceğini söylediler, dolayısı ile notaya lüzum kalmamıştır!
Aynı saatlerde Aya Fotini Kilisesi’nde Rumlara duyuru yapılmaktadır “İzmir işgal edilecek hazırlıklı olunuz!”
İngiliz Yüksek Komiseri Calthorpe İzmir’dedir. Görevi işgali yönetmektir. Aynı saatlerde Jandarma Genel Komutanı Kemal Paşa’nın demeci ise “İzmir’de ortalık süt liman.”şeklindedir!
Vahidettin, Damat Ferid, Kambur İzzet, Ali Nadir ölmüştür.!
Ancak onun ve yardımcılarının karakterleri ölmedi, yaşıyor.
Bir göz atın bugünkü Türkiye’nin kimi yetkili makamlarına. O karakterlerden çokça göreceksiniz. Çünkü o makamlara, dikkatle seçilerek getirildiler. (48)
Değerli Arkadaşlarım,
15 Mayıs 1919 günü dünya tarihinin gördüğü en büyük vahşetlerden birisi yaşanacak yarın anlatacağımız gibi, Padişahın işgalden çok sonraları haberi olacak, Devletin Başbakanı, İçişleri Bakanı, Valisi ve Yetkili Generali halkın ve askerlerin direniş imkanlarını yok edecekler, 8650 suçsuz Askerlerimizin, Kadınlarımızın çocuklarımızın katledilmelerin de Rumlara ve Yunan askerlerine bir anlamda yardımcı olacaklardı.
Değerli Arkadaşlarım,
Türk tarihinin en acı olaylarından birisini anlatıyoruz. Vatanımızın idaresinde gayrı Türk, gayrı milli insanların bulunduğu, vahim bir durumda millet olarak başımıza neler gelebileceğini yarın anlatmaya devam edeceğiz. Bazı tespitlere göre 2.000 bazı tespitlere göre 8650 Türk’ün en vahşi biçimde katledilmesi sırasında yaşanan dehşet verici olayları, tüm bilinmeyenlerini değerlendirmelerimizle birlikte yarın anlatacağız.
Milletçe zor günler yaşıyoruz. Bu zor zamanlarda Tüm Değerli arkadaşlarımızın huzurlu sağlıklı ve güzel günler geçirmelerini diliyorum.
Sevgiler Saygılar selamlar.
16 .05.2020 Saat 06.25
Taner Ünal
KAYNAKLAR
1- Mustafa Turan İzmir'in Yunanlılar Tarafından İşgali
2- Paul HELMREİCH, Sevr Entrikaları (Çeviren: Şerif Erol), İst,1996, s. 6.
3- Bige YAVUZ, Kurtuluş Savaşı döneminde Türk-Fransız
ilişkileri 1919-1922, Ankara 1994, s. 31.
4- HELMREİCH, Sevr Entrikaları, s. 10.
5- HELMREİCH, Sevr Entrikaları, s. 13.
6- Fethi Tevetoğlu, Milli Mücadelede Kuruluşlar
7- Rıfkı Salim BURÇAK, “Türk-Yunan İlişkilerinin Bize Öğrettikleri”, Türk-Yunan ilişkileri Sempozyumu Bildirileri, Erzurum 1988, s. 47; Yuluğ Tekin KURAT, “Yunanistan’ın Küçük Asya Macerası”, III. Askeri Tarih Semineri, Ankara 19B6, s. 409
8- Suat AKGÜL, “Paris Konferansı’ndan Sevr’e Türkiye’nin Paylaşılması Meselesi”,Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi (AAMD) VIII/23 (1992), s. 393.
9- Asaf GÖKBEL, Milli Mücadele’de Aydın, Aydın 1964, s. 18; Hüseyin IŞIK, “Anadolu’da Yunan Mezalimi”, III. Askeri Tarih Semineri, Ankara 1986, s. 378. Akt Mustafa Turan
10- Sina AKŞİN, “Paris Barış Konferansında Yunanlıları İzmir’e Çıkartma Kararı”, III. Askeri Tarih Semineri, Ankara 1986, s. 177
11- Mustafa Turan İzmir'in Yunanlılar Tarafından İşgali
12- İzzet ÖZTOPRAK, Türk ve Batı Kam. Milli Mücadele, Ankara 1989, s. 47.
13- Anadolu Gazetesi, 10 Teşrinisani, 1334 (10 Kasım 1918) zikreden: Nurdoğan Taçalan, Ege'de Kurtuluş Savaşı Başlarken, Ankara 2007, s: 18.
14- Le Bonque d'Anatolie. Akt Necdet Sevinç İstiklal Harbinde Etnik İhanet.
15- Anadolu Gazetesi, 11 Teşrinisani, 1334, zikreden: Nurdoğan Taçalan, a.g.e., s: 24.
16- Anadolu Gazetesi, 11 Teşrinisani, 1334, zikreden: Nurdoğan Taçalan, a.g.e., s: 23.
17- Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası, İstanbul 1964, s: 310. Necdet Sevinç İstiklal Harbinde Etnik İhanet
18- Selahattin Tansel, Mondrostan Mudanya’ya kadar, c:1, Ankara 1973, s:175.
19- Necdet Sevinç İstiklal Harbinde Etnik İhanet.
20- Nurdoğan Taçalan, a.g.e., s: 200-201.
21- Nurdoğan Taçalan, a.g.e., s: 209.
22- Sina Akşin, a.g.e., c: 1, s: 174.
23- Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, İstanbul 2001, c: 1, s: 109.
24- Gotthard Jaeschke, a.g.e., c: 1, s: 84.
25- Hüsamettin Ertürk, a.g.e., s: 311.
26- Sina Akşin, İstanbul Hük ve Millî Mücadele, c: 1, İstanbul 1992, s: 253.
27- Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, c: 1, Ankara 1993, s: 187.
28- İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, c: 2, İstanbul 1969, Millî Eğitim Bakanlığı Yayını, s: 1718, 1 numaralı dipnot.
29- Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, c: 1, s: 79.
30- Celal Bayar, Ben De Yazdım, c: 5, İstanbul 1967, s: 1643.
31- Galip Kemalî Söylemezoğlu, Başımıza Gelenler, İstanbul 1939, s: 94.
32- Kamil Erdeha, Milli Mücadele vilayetler ve valiler, İst
33- Salahi Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi'nin Türkiye'deki Eylemleri, Ankara 1995, s: 7, Türk Tarih Kurumu Yayını.
34- Sina Akşin, İstanbul Hükümetleri ve Millî Mücadele, c: 1, s: 252.
35- Sabahattin Selek, Anadolu İhtilâli, c: 2, İstanbul 2000, s: 238.
36- Nimet Arsan, Atatürk'ün Tamim, Telgraf ve Beyannâmeleri, (1917-1938) Ankara 1964, s: 39.
37- Selahattin Tansel, Mondros'tan Mudanya'ya Kadar, c: 1, s: 184.
38- Salahi Sonyel, Kurtuluş Savaşı Günlerinde İngiliz İstihbarat Servisi'nin Türkiye'de Eylemleri, Ankara 1 Zeki Sarıhan, a.g.e., c: 1, s: 232.
39- Cemal Kutay, Türkiye İstiklâl ve Hürriyet Mücadeleleri Tarihi, c: 19, İstanbul 1961, s: 10787
40- Nurdoğan Taçalan, a.g.e., s: 205.
41- Selahattin Tansel, Mondros'tan Mudanya'ya Kadar, c: 1, s: 185.
42- Zeki Sarıhan, a.g.e., c: 1, s: 232.
43- Celal Erikan 100 soruda Kurtuluş Savaşımızın Tarihi s.22
44- Sina Akşin Paris Barış Konferansının Yunanlıları İzmir’e Çıkarma Kararı. III. Askerî Tarih Semineri Bildirileri (Gnkur. Bas., Ankara, 1986). sh. 181. Akt
45- Fahrettin Altay İzmir Faciasının Muhakemesi. Belleten XXXIII/89 (1959) sh. 147; Askerî Tarih Stratejik Etüd (ATASE) Arşivi. A. 1/1, K. 14, D. 72, F. 81/1.
46- Mustafa Turan, Yunan Mezalimi (İzmir, Aydın, Manisa, Denizli, 1919-1923), Atatürk Araştırma Merkezi Yayını, Ankara, 1999, s. 530 vd. EK. 7.
47- Zeki Sarıhan, a.g.e., c: 2, s: 236.
48- Prof.Dr.Cihan Dura Devletin Valisi Generalleriyle el ele İzmir’i tek mermi atmadan düşmana nasıl teslim etti? 25 Mart 2013İZMİR’İN İŞGALİ -1
İLK GÜNÜNDE BİNLERCE TÜRK’ÜN VAHŞİCE KATLEDİLDİĞİ, İZMİR’İN İŞGALİNİN 101.YILINI YOĞUN ÜZÜNTÜYLE ANIYORUZ.
BU VAHİM OLAY İLE İLGİLİ TARİHİN DERİNLİKLERİNDE İŞGAL ÖNCESİ VE SONRASI TÜM YAŞANANLARI BİLİNMEYENLERİYLE BİRLİKTE AÇIKLIYORUZ.
BÖYLE ACI OLAYLARIN BİR DAHA YAŞANMAMASI İÇİN MÜMKÜNSE,
OKUYUNUZ, PAYLAŞARAK OKUTUNUZ.
Sevgili Okurlar,
1914 yılında Almanya'nın yanında I. Dünya Savaşı'na katılan Osmanlı Devleti, dört yıl çeşitli cephelerde zor şartlar altında mücadele etmiş ve kaynaklarının büyük bir kısmını kaybetmiştir.
30 Ekim 1918 tarihinde Osmanlı Devleti’ne bir oldu bitti neticesi dikte ettirilen Mondros Mütarekesi, devletin bir nevi ölüm fermanı niteliğinde olup, altı asırlık mevcudiyetine son veren en ağır hükümleri içeriyordu. Osmanlı topraklarını paylaşma hazırlığında olan galip devletler, mütareke ile "güvenliklerini tehdit edecek bir durum olduğunda herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkını" elde etmişlerdir.(1) Nitekim İtilâf Devletleri 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren Musul, İskenderun, İstanbul ve Çanakkale Boğazları ile memleketin çeşitli yerlerine, mütarekenin yedinci maddesine göre asker çıkardılar. Avrupa’nın Büyük Devletlerinin görünüşte asayişi korumak için yaptığı işgaller, gerçekte bir ilhakın bütün özelliklerini taşıyordu.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞINDA VAHŞET ŞEKLİNDE SOYKIRIM YAPILMASININ MÜTAREKE SONRASINDA İŞGALLERE DEVAM EDİLMESİNİN SEBEBİ “TÜRKLERİN ANADOLU’DA YOK EDİLMESİ ” AMACINI TAŞIYORDU!
Sevgili Okurlar,
Esasen I. Dünya Savaşı sonunda Batı’nın Türkleri Anadolu’dan çıkarma projesi olan Şark Meselesi'nin (Bu günkü adıyla B.O.P) mutlaka halledileceğini, bu yolda Fransa ile mutâbakat sağlandığını belirten İngiliz Başbakanı Lloyd George, meselenin çözümünü, “Türklerin Avrupa'dan çıkarılmalarına ve ancak yararlı olduğu ölçüde, Anadolu'da bir müddet kontrol altında kalabileceklerine” bağlıyordu.(2) Lord Curzon da 1918 yılı başlarında, yaklaşık beş yüz yıl Avrupa politikasında entrika ve yolsuzluk kaynağı olan Türklerin Avrupa'dan - aynı zamanda Anadolu’dan kovulmalarının gerektiği görüşündedir.(3) Taraflarından hiçbir tahrike maruz kalmadan harbe giren ve Almanya'nın samimi ve pek faydalı müttefiki haline gelen Türklere karşı hiçbir taahhütlerinin olmadığı fikrinde olan İngiltere'nin (4) bu düşüncesini Milli Mücadele boyunca devam ettirdiği görülecektir.
18 Ocak 1919'da Paris'te Osmanlı topraklarını paylaşmak için toplanan Müttefiklerin, Osmanlı mirası üzerinde anlaşmakta güçlük çektikleri asıl mesele, daha önce İtalya'ya vadedilen toprakların verilip verilmeyeceği meselesi olmuştur. 1917 yılında imzaladıkları St. Jean de Maurienne Gizli Anlaşması ile Batı Anadolu'nun İzmir'den Konya'ya kadar geniş bir bölgesi İtalyan nüfuz bölgesi olarak tespit edilmiş idi. İngiltere ve Fransa kendi çıkarlarına zarar vereceği düşüncesiyle bu anlaşmayı geçersiz saymayı uygun bulmuştur. (5)
Amerika Cumhurbaşkanı Wilson bile, Batı Anadolu'daki Rumların Türklerin boyunduruğundan kurtarıldıktan sonra İtalya boyunduruğuna terk edilmemesi ve bu insanların yaşadığı Türk topraklarının Yunanistan'a bağlanması kanaatinde idi. Bu fikrin taraftarlarınca Wilson Prensipleri Cemiyeti adı altında bir de dernek kurulmuştu (6) Bu anlayış içerisinde İzmir bölgesinin Yunanistan'a verilmesi İtalyanların şiddetli itirazlarına rağmen kabul edilmiştir.
Anlaşılan odur ki, Anadolu'da üstlenecek ve Doğu Akdeniz'i kontrol edecek kuvvetli bir İtalya, İngiltere ve Fransa için önemli bir tehdit oluşturabilirdi. Bu sebeple İngiltere ile Fransa, İtalya'nın Akdeniz'de kendileri için tehlikeli olabilecek yayılmasını engellemeyi mümkün kılacak vasıtayı Yunanistan'ın Anadolu üzerindeki emellerinde bulmuşlardır. Yapılan gizli anlaşmaların hiçbirisinde Yunanistan'ın adı dahi geçmemesine rağmen, Türklere karşı savaşa katılma bedeli olarak Yunanistan'a Aydın vilâyeti (7) vadedilmiştir. Bu, Yunan emelleri ve Megali İdea'sı (8) için de büyük bir fırsattı. Yunan işgali, sadece kendilerine vadedilen bu alanla kalmayacak, Megali İdea'nın gerçekleştirilmesi yönünde genişleyecektir.
Gerek işgallerin başlamasından önce, gerekse işgaller başladıktan sonra Türklerin, Anadolu'da yapılacak işgallerde, Yunan kuvvetlerinin bulunmaması veya daha önceden diğer devletler tarafından asayiş sağlandıktan sonra Yunan kuvvetlerinin gelmesi yönündeki istekleri(9) dikkate alınmamış ve ustaca yürütülen İngiliz siyâseti ile sonuçsuz bırakılmıştır. 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul'un işgalinde(10) olduğu gibi İzmir'in işgalinde de Müttefik kuvvetler içinde Yunan askerleri yer almıştır. (11)
Türkler, İzmir’in işgalinde de Yunanlıların bulunmalarını istemedikleri gibi Yunanlıların İzmir’i işgal etmeleri ihtimali düşünülmüyordu.(12) Ancak diyarlı olanlar meseleleri takip edenler hadiselerin işgal doğrultusunda gelişeceğinin farkındaydılar.
Nitekim henüz Mondros mütarekesinin imzalanmasından bir hafta sonra 6 Kasım 1918'de İzmir Limanı'na mahşerî bir kalabalık toplanmıştı.. Şehrin Rum kesimindeki bütün dükkânlara Yunan bayrakları asılmış, camlara, duvarlara, kapılara Yunan Başbakanı Venizelos'un resimleri yapıştırılmıştı. O gün limana bir İngiliz zırhlısı gelecekti.
Zırhlı ufukta görününce Liman'da, Kordonboyu'nda, Pasaport Meydanı'nda toplanan mavi-beyaz kalabalık fırtınalı bir okyanus gibi dalgalanmaya başladı. Binlerce el, binlerce Yunan bayrağını sallıyor, biteviye çalan kilise çanlarının sesleri, vapur düdükleri ve "zito! zito!" diye bağrışmalar yankılanarak bütün şehre yayılıyordu. Bu çılgınca tezahürat, Binbaşı Dixon karaya çıkınca daha da arttı. Papazlar koşup düşman komutanını kutladılar. Kutsadılar.
Ona minnet ve şükran duygularını ifade etmek için takdis edilmiş tuz-ekmek sundular. Ayaklarına kapananlar, ellerine sarılanlar oldu. Sonra arkadaki ayak takımının önüne düşüp, âdeta tapınırcasına düşman gemisini tavaf ettiler.
Binbaşı Dixon, Mondros Mütarekesi'nin imzalanışı sırasında irtibat subayı olarak görev yapan Yüzbaşı Tevfik Bey ve yaveri ile birlikte Vali Vekili Nurettin Paşa'ya nezaket ziyaretinde bulunmak üzere rıhtımda bekleyen bir arabaya atlayıp uzaklaşınca kalabalık yeniden dalgalanmaya başladı. Çılgın guruplar hâlinde ilerleyen Rumlar Sokak aralarında rastladıkları Türkler'e saldırdılar. Başlarına çullanıp dövdüler.Türk dükkânlarına zorla Yunan bayrağı astırdılar. Mümin, mütedeyyin insanlara zorla istavroz çıkarttılar, istavrozu öptürdüler. Başlarından feslerini alıp yırttılar. Aksakallı ihtiyarların sarıklarını boğazlarına dolayıp sürüklediler.Aynı zamanda Metropolitlik olan Ayafotini Kilisesi'ne Yunan bayrağı çektiler.
Bu sırada Dr. Stefanopulos adında bir adam, zaten kontrolden çıkmış olan ayak takımını kışkırtan bir nutuk çekmeye başladı. Son derece tahrik ve tezyif edici kelimeleri tercih ederek Türklerin şeref ve haysiyetlerine saldırdı. İzzeti nefislerine saldırdı. Bayrağa, devlete, mukaddesata saldırdı ve kanlarının son damlasına kadar Türklerle savaşmaları için Rumlar'a yemin ettirdi. (13)
Bu yeminden sonra kalabalık güruhun daha da azgınlaştığı görüldü. Bazı binalarda hâlâ dalgalanmakta olan Türk bayraklarım gönderlerden indirip, parçaladılar! Yunan hükümetinin İzmir Rumların desteklemek için kurduğu Anadolu Bankası'ndaki(14) Türk bayrağını yere atıp üstünde tepindiler!
Saldırganlardan İzmir deki yabancılar da kurtulamadı. Kapısında Yunan bayrağı göremedikleri ecnebi müesseselerine zorla girip, camları çerçeveleri indirdiler. Sövüp, saydılar. Kendilerine müdahale edenleri dövdüler.
Bu kudurganlık akşam da devam etti. Anadolu Gazetesi "şehirdeki gazinoların baştan aşağı Yunan bayraklarıyla süslendiğini, Kozmos Gazetesi Müdürü Vitales'in Paris ve Klonaridi gazinolarında hâkimiyet-i Osmaniye aleyhinde irad-ı nutuk ettiğini" ve "şarkıcı madam Galinea’nın elinde iki Yunan bayrağı olduğu hâlde sahneye çıkarak Yunan marşını teganni ettiğini" yazmakta idi. (15)
O, gecenin geç vakitlerine kadar şehrin meydanlarında, meyhanelerinde, kahvehanelerinde söylenen marş, şu marştı:
E siz Türkon sfaksete, Ton tiranon sfaraksete! (16)
Bu şu demektir: Türkleri kesiniz! Zalimleri parçalayınız!
İZMİR VE EGE’YE YUNAN GELMEDEN AYLAR ÖNCE LOJİSTİK HAZIRLIKLAR BAŞLATILIYOR..
Sevgili Okurlar,
Bir İngiliz gemisinin İzmir Limanı’na girmesi üzerine tertiplenen bu kudurganlık, hükümetin acil tedbirler almasını gerektiriyordu. O tedbirler alınmadı!
O tarihten sonra alınması gereken tedbirler de alınmadı. Ve bakınız İzmir’de neler oldu: 20 Ocak 1919'da İzmir Limanı'na Anfiriti adında bir Yunan gemisi demirledi. Gemiden Dr. Conokasi başkanlığında kalabalık bir sağlık personeli ile çok sayıda ilaç sandığı çıkarıldı.
Bu gemi yerli Rumlar'a yardım (!) getiren ilk gemi değildi. İlaç sandıklarının içinde de ilaç yoktu! Silâh vardı! Nitekim o günkü Türk gizli teşkilatının başkanı olan Albay Hüsamettin Ertürk, Yunan donanmasının himayesinde Pire'den kalkan nakliye gemilerinin ambarlarına kadar silâh ve mühimmatla dolu olduğunu, Rum ahaliye gıda ve ihtiyaç malzemesi taşındığı iddia edilerek yurda silâh sokulduğunu, bu silâh ve mühimmat sandıklarının kiliselere dağıtıldığının tespit edildiğini yazmaktadır. (17)
Bunlar işgal hazırlığı idi. Hazırlıklar bununla bitmedi. Hem İzmir'de hem de İzmir yöresindeki kasabalarda Rumlar için Kızılhaç Hastaneleri açıldı. Bu hastanelere sağlık personeli yerleştirildi. Sandıklar dolusu ilaçlar gönderildi. (18)
Aslında bu hastaneler düşmanın Türk vatanının bağrında kurduğu mevzilerdi! Sağlık personeli de Türk çocuklarını arkadan vurmaya programlanmış Yunan askerleriydi. İlaç sandıkları ise silâh ve mühimmat doluydu.
DAVUL ZURNA İLE GELEN İŞGAL!
Sevgili Okurlar,
18 Şubat'ta İzmir Limanı'na bir gemi daha yanaştı. Bu gemiden çıkan Kızılhaç askerleri ile sandıklar dolusu silâh, bahsettiğimiz hastanelere sevk edilerek ileri karakollar tahkim edildi.
Hâlbuki Dışişleri Bakanlığına sürekli bilgi veriliyordu. Nitekim 5 Nisan 1919 tarihli yazıda şunlar söyleniyordu :
“31 Mart 1919 tarih ve 14731/305 sayılı yazıya cevaptır.
25 Şubat 1919 tarihinde İzmir Limanı’na gelen Yunan vapurundan, iki Rum tarafından çıkarılmak istenen bir bavul şüpheli görülerek kontrol edilmek istenmiş ve bu sırada Rumlar firar etmişlerdir. Sandık açıldığında içerisinde Yunan revolver mermileri olduğu görülmüştür.
27 Şubat 1919 tarihinde Pire’den İzmir’e gelen Adriyatikosya adlı Yunan vapurundan çıkan Yunan Konsolosluğu Kavası Dimo’nun yanında bulunan bir sandık içinde çeşitli cinste revolver mermisi bulunmuştur.
İzmir ve çevresinde meydana gelen çatışmalarda ölen Rumların üzerinde Yunan beylik revolverleri ve silahları olduğu görülmüştür. Mesela 1 Mart 1919 tarihinde Urla’da tabakhanede bekçilerle girilen çatışmada ölen Mihal Pamiraki oğlu Vasil’in üzerinde bir Yunan beylik tabancası bulunmuştur.
Görele civarındaki Yoran köyü olaylarında Yunan üniforması giymiş birçok kişi görülmüştür. Bütün medeni devletler tarafından en ağır cezayı gerektiren bir suç olarak kabul edilen bu durumla ilgili olarak, Kızılhaç kisvesine bürünen Yunan eşkıyasının ve yerli Rumların faaliyetleri ve meydana gelen başlıca olaylar, 2’inci Şubenin, 30 Şubat 1919 tarih ve 1674 sayı; 3 Mart 1919 tarih ve 1226 sayı; 4 Mart 1919 tarih ve 1312 sayı; 4 Mart 1919 tarih ve 1320 sayılı yazılarıyla arz edilmişti. Bu kez Bahriye Nezaretinin 3 Nisan 1919 tarih ve 62639/203 sayılı yazısından, çetelere Yunan harp gemilerinin de yardım ettiği anlaşılmıştır. İzmir’deki bir gambotumuzla gönderilen diğer gambotun o bölge sahillerinin gözetlenmesi için yeterli olmadıkları, bu gambotların görevlerini yaparlarken Yunan gemileri tarafından karşılık görmeleri sonucunda siyasi bir mesele çıkma ihtimali olduğundan, durumun 2 Mart 1919 tarihli yazıyla Bakanlığınıza arz edildiği bildirilmektedir.”
Söz konusu yazılarda da arz edildiği üzere yeterli şekilde muhafaza edilemeyen sahillerimizin her noktasına silah ve cephane çıkarılmaya devam edildiği apaçık ortadaydı. Kızılhaç adı altında sahillerimize uğrayan Yunan heyet ve gemilerinin gelmesiyle birlikte yerli Rumların hareketlerinde değişiklikler görülmekte ve taşkınlıklar baş göstermektedir.
Armstrong, hatıralarında yalnız Yunanistan'ın değil, müttefiklerin de Rumları Türkler'e karşı silâhlandırdığını ifşa etmektedir. İşgal kuvvetleri Fevkalâde Komiser Muavini olarak İstanbul'da görevlendirilen Harron Armstrong, mütareke hükümlerine göre Türk askerî birliklerinden toplanan silâhların depolarda muhafaza altına alındığını yazdıktan sonra, boşalan depoların sırrını şöyle açıklamaktadır:
"... Sonradan öğrendim ki, bu silâhlar Rum ahaliye dağıtılmış!"(19)
Bu yalanları dinleyince “Allah Allah öylemi olmuş!” demek geçiyor içinizden!
NURETTİN PAŞA İŞGALİN TEDBİRLERİNİ ALMAK İÇİN UĞRAŞIYOR
Sevgili Okurlar,
Osmanlı Hükümetini savunan yazar takımı Yunanlıların İzmir’i İşgalini “aniden gelişen bir olaymış”gibi anlatırlar.
Halbuki 17 Kolordu Komutanı olan İzmir Vali Vekili Nurettin Paşa, gelişen olayları ve Rumlar'ın silâhlandığını hükümete bildirmektedir. Fakat İstanbul’dan bu endişelerine cevap alamayınca kendisi harekete geçer.
Nurettin Paşa, “Yunanlılâr’ın İzmir'e asker çıkaracakları” gerekçesiyle karargâhını Aydın'dan İzmir'e nakleder. “Cemiyet-i İlmiye” adında bir direniş teşkilâtı kurar. Bu cemiyet İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti ile birlikte çalışmaya başlar. Müdafaa-i Milliye, Türkocağı ve İstihlas-ı Vatan cemiyetlerine yardımcı olur. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Ege bölgesi çapında düzenleyeceği kongre çalışmalarına katılır. Ege bölgesindeki her il ve ilçenin belediye başkanlarına ve müftülerine kendi imzasıyla telgraflar çekerek İzmir'de toplanacak kongreye katılmalarını(20) #izmir#
5 notes · View notes
yazdimdaneoldu · 1 year
Text
karanfil ve sen
Karanfilin değerinin yeteri kadar anlaşıldığını düşünmüyorum. Karanfilin hangi kategoriye girdiğini bile bilmiyorum; baharat mı acaba? İşte tam olarak bu kadar değeri bilinmeyen bir şey karanfil. Çayına katarsın, tat verir; ağzına atarsın, tat verir; babaannen kurabiyesine katar; tat verir. Hoş, ben babaannemi hiç tanımadım. Karanfilli kurabiyenin ne yüce bir nimet olduğunu da ev arkadaşımın annesi yollayınca anladım. Arkadaşıma kurabiyeye bayıldığımı söyledim bir kere ve her fırsatta annesi karanfilli kurabiye yolladı benim için. O arkadaşımla konuşmuyoruz artık ama annesini özledim, annesinin tatlılığını ve annesinin tatlılarını; karanfilli kurabiyesini özledim. Bu özlemimin bir kısmını kendi emeğimle gidermeye çalışırım belki bir öğlen vakti.
Siz hiç lokantada hesabınızı ödedikten sonra kasada sunulan karanfili attınız mı ağzınıza? Ben hatırlıyorum, epey küçüktüm; çok da küçük değildim sanırım. Babamla üniversite için kalacak yurt ayarlama amacıyla İzmir’e gelirken Çanakkale üzerinde bir esnaf lokantasında attım. O şeyin karanfil olduğunu biliyordum, yemekten sonra ağıza konulduğunu da biliyordum fakat amacını o zamanlar pek çözememiştim. Ağız kokusunu temizlemek içinse; bunun için naneli şeker sunulamaz mıydı? Karanfil sunuluyordu. Ağzıma attım. Biraz acı gibi ama bir o kadar da tatlı bir tat yayıldı içime.
Ben karanfili bir insana benzetiyorum. Uzaktan pek bir işlevsiz görünen ancak girdiği yerleri tatlandıran; eğlendiren bir insana benzetiyorum. Bu insana ihtiyaç duymazsın, ta ki onu tanıyana dek. İhtiyacın yoktu ama artık onsuz olmak da istemiyorsun. Yok, böyle olmadı. Aslında hiç ihtiyacın yok ama seçenek sunulsa onu seçersin. Onu istersin. Benim için de bu sendin sanırım. Sana ihtiyacım yoktu, hala yok ama seni istemeden de duramıyorum. Seninle girdiğim her yer, her oda, içtiğim her su, içime çektiğim her sigara dumanı daha bir tatlı oluyordu. İnsanın buna pek ihtiyacı olmaz ama istememesi için bir neden de sunulmaz.
Karanfille benzer yanlarınız olduğu kadar benzemeyen yanlarınız da vardı tabii. Ağzıma attığım karanfili çıkarmanın zamanı geldiğinde bunu bilirdim, çıkarırdım. Ancak seninle böyle bir şey pek olmuyordu. Seninle hayatın doyum noktasına ulaşsam da bunun devamının geleceğini hissediyordum. Seninle hayat, sonsuz bir yolculuktu. Her saniyesi farklı ve çok da tatlı bir yolculuktu. Sona ermemeliydi. Sonu gelmemeliydi. Sonu geldi.
Belki de karanfilin ağızdan çıkması gereken vakti ben değil, sen fark ettin. Belki de senin karanfilin bendim. Belki de ben senin karanfilin hiç olmadım. Olsam, sonum gelir miydi?
Son demişken bahsetmek istediğim bir şey var ki; bazı öpüşlerin son tüketim tarihi varmış. Tükeniyormuş öpüşler, öpüşlerin öncesinde gidişler… Daha yeni fark ettim bu tüketim tarihinden sonra öpüşleri unutuyormuşsun. O sırada midende hissettiğin kelebekler, çarpar gibi atan kalbin, karıncalanan dudakların; bunları unutuyormuşsun. Ben unuttum seninle öpüşmelerimizi. Bana nasıl hissettirdiğini, beni nereden vurduğunu, nereden iyileştirdiğini, nasıl iyileştirdiğini, iyileştirdikten sonraki bakışlarını, bakışlarındaki duyguları… unuttum. Bunları hala hatırlıyormuşum sıraladığıma bakma, bunlar hep oradan buradan duyduklarım, ben seninle öpüşlerimi unuttum. Unutmak ister miydin diye bana bir sorsan; istemezdim derim. Ben hala seni unutmamak için çabalıyorum. Belki bir gün gelir de çözersin diye gazete alıp bulmaca sayfalarını saklıyorum. Siparişlerimle birlikte gelen balonlu poşetleri saklıyorum. Sen gelirsin de benden yapmamı rica edersin diye türk kahvesi alıyorum, ben pek içmem. Sadece seni beklerken arada bir içesim geliyor, sonra bitiyor. Ben pek sevmem ama yine de sen gelirsin diye bitince almaya devam ediyorum. Sen gelir de oturur ayaklarını uzatırsın diye tekli koltuklarımı camın önüne karşı karşıya koyuyorum. Çünkü hatırlıyorum; bulmaca sayfalarını eline alıp koltuğa oturduğunu, kaşlarını çatıp kalemin arkasını dişlerinin arasında kemirdiğini, bir sütunu doldurduğunda yanağında gururla beliren minicik bir gamzenin 2 odalı güneş almayan evimde çiçek gibi açmasını hatırlıyorum. Çocuk hevesiyle halıya oturup balonlu poşeti patlatırken dudaklarının neşeyle kıvrılmasını ve gökyüzünü görmeyen evimde sen farkında olmadan sadece neşenle beni bulutların üstündeymişim gibi hissettirmeni hatırlıyorum. Hatırlıyorum, unutmamak için savaşıyorum.
Hala pilav yaparken bir şeyleri eksik yaptığımı düşünüyorum, sana sormak istiyorum çünkü pilav yapmayı bana sen öğrettin. Asla senin gibi yapamıyorum. Senin yaptığın pilavın bir başka tadı vardı. İçine sevgini katarken bir tutam da şefkat ekliyordun sanırım, bu benim pek alışık olduğum bir tat değildi. Domates sevmediğini biliyorum ve hala domates gördüğümde içim bir garip oluyor. Karınca lafı seni kaşındırıyor, hatırlıyorum; çünkü hala sen duyarsın diye söylemeye çekiniyorum, oysa artık duymayacağının da farkındayım. Annenin verdiği çaydanlıkta çay yapıyorum, içine bir tane karanfil atıyorum, seni unutmamak için sana ve hayata karşı savaşıyorum.
Biliyorum, gelmeyeceksin. Biliyorum, içimdeki bu umut ve unutmaya karşı açtığım savaş boşuna. Gelmeyeceksin, çok acı bir şekilde farkındayım; ama seni beklemekten ve kalan gücümle seni ve senden kalan hatıraları sevmekten başka bildiğim bir şey yok ki benim…
Buraya yeni bir tekel açıldı, sen bilmezsin, senden yıllar geçti çünkü. Ayfer Abla ve kocası Şükrü Abi var, arada büyük çocukları Murat Abi geliyor. Aslında tekel onun sanırım ama o gündüzleri başka bir yerde çalıştığı için haftanın 6 günü Ayfer Abla ile Şükrü Abi var; hafta sonu bir gün onlar tatil yaparken Murat Abi bakıyor tekele. Murat Abiyi de pek severim. Benim bir abim var, olmasaydı Murat Abinin kardeşi olmak isterdim. Pek tanımadığım insanları mümkün olmayacak bir şekilde seviyorum. Sana bu aileden neden bahsediyorum biliyor musun? Onları tanıdığım ilk zamanlar bana bir tabure çektiler, “Otur Meleğim” dediler. Onların Meleği olacak kadar beni tanıdıklarını düşünmüyordum. Oturdum ve bana bir fincan çay ikram ettiler. Çayda pek tanıdık ama bir yerden çıkartamadığım bir tat vardı. Muhabbet sırasında fırsat bulduğum bir arada, ki bu zor çünkü Ayfer Abla bir kere konuşmaya başladığında konu konuyu açar ve susmazdı, çayda karanfil olup olmadığını sordum. O an; anladım değil, fark ettim ya da hatırladım da değil ama pek oturtamadığım bir kelimede karanfilin çaylarda da kullanıldığını gördüm. O gün onların yanından ayrıldıktan sonra bir aktara gidip birazcık karanfil aldım. O gün bu gündür o çaydanlıkta yaptığım her çaya bir adet karanfil atıyorum. Karanfil bana seni hatırlatıyor; sen beni unutmuşken, ben seni unutmamak için sana ve hayata karşı savaşırken. Olur da bu savaşı kaybeder ve seni unutursam diye; seni hatırlamak için hala ve sadece sana dair yazıyorum.
3 notes · View notes
cihangir-uzunkaya · 2 years
Text
IYI GÜNLER IYI MESAİLER IYI HAFTALAR
TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN
BAŞBUĞ GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK'Ü
BENİMSEYEN FİKİRLERİNİN VE
İLKELERİNİN İZİNDEN GİDEN
YÜCE TÜRK MİLLETİ!
BAZI ÇAPSIZLAR YORUM YAPIYOR.
ÜÇ KURUŞLUK GENEL KÜLTÜRLERİ İLE
OKUDUĞU TÜRK TARİHİNDEN ÖRNEK
VERİYOR LAKİN CENGİZ HAN'LA ,TİMUÇİN HAN'IN AYNI KİŞİ OLDUĞUNU
BİLMİYOR.
BU CUMHUR İTTİFAĶI GÜDÜMLÜ ŞAHIS.
BENİMLE BAŞKALARININ GAZIYLA
DANS ETMEYE ÇALIŞIYOR VE LAF KALABALIĞI YAPIP SÖZDE EZME NİYETİYLE
BİR ŞEYLER KARALIYOR.
BAKIN ONUN AĞABABALARINA SESLENİYORUM!
YORUMA GELECEKSENİZ SİZ GELİN.ŞAYET ÖYLE BİR CESARETİNİZ VARSA!
VEYA FACEBOOK PROFİLİMDE TELEFON
NUMARAM MEVCUT İSTEYEN 7/24 AÇIK
ARAYABİLİR!
BENİMLE TELEFONLA DAHA ÖNCE MUHATAP
OLAN AKÇOMARLAR AĞZIMIN AYARINI ÇOK
İYİ BİLİR.BEN BU TOPRAKLARIN TÜRK EVLADIYIM.BEN SİZİN ALLAHINIZDAN KORKMAM BENİM ALLAHIM YOK ÇÜNKÜ!
BENİM TANRIM VAR!
KİMİ ZAMAN DANIŞMANLIĞIMI YAPAR
KİMİ ZAMAN BABALIĞIMI YAPAR
KİMİ ZAMAN YANLIŞ'DA YAPAR
AMA ONUNLA BENİM ARAMDADIR!
BİYOLOJİK BABAMIN DAHİ BİR YERE ĶADAR
HATIRI VARDIR.GEREKİRSE ONUDA SİLERİM.
ALLAHIN BİR KULUNA EYVALLAH ETMEM!
BU BÖYLE BİLİNE!
ADAMA ADAM GİBİ DAVRANIRIM!
BEYEFENDİYE BEY OLDUĞUNU HİSSETTİRİRİM.
YALNIZ İTE,KÖPEĞE,ÇARA,ÇAKALA
TAHAMMÜLÜM YOKTUR!
BENİM DOSTLARIM VARDIR SAYILARI ÇOK
AZDIR,NEYZEN TEVFİK'İN DEDİĞI GİBİ CİĞERPARELERİM VARDIR.ONLAR BİLE
KORKULARINDAN GEMİYİ TERK EDİYORLAR
ONLARINDA HESABI GÖRÜLECEKTİR.
BEN MAZLUMUN FERYADIYIM!
HESAP SORULACAKTIR!
MAZLUMUN AHI YERDE KALMAYACAKTIR!
ULAN OROSPU ÇOCUKLARI İNSANLAR ÇARESİZLİKTEN 50-100 TL YE KADINLARINI
SATAR DURUMA GELDİ LAN!
İNSANLARDA AHLAK,NAMUS,ŞEREF HAYSİYET BIRAKMADINIZ ALDINIZ ULAN HEPSİNİ!
BU YANINIZA KALACAKMI SANIYORSUNUZ?
KANINIZI İÇECEZ DAHA!
BU BÖYLE BİLİNE NET!
ESEN KALIN LÜTFEN..
Tumblr media
2 notes · View notes
pazaryerigundem · 5 days
Text
Mahmutköy Kuru Fasulyesi'ne Coğrafi İşaret Tescil Belgesi
https://pazaryerigundem.com/haber/176094/mahmutkoy-kuru-fasulyesine-cografi-isaret-tescil-belgesi/
Mahmutköy Kuru Fasulyesi'ne Coğrafi İşaret Tescil Belgesi
Tumblr media
Keşan TSO (Ticaret ve Sanayi Odası) tarafından 2022 yılında coğrafi işaret başvurusu yapılan Edirne’nin Keşan ilçesi Mahmutköy Köyünde yetiştirilen Keşan Mahmutköy Kuru Fasulyesi’nin tescil süreci tamamlandı. Keşan Mahmutköy Kuru Fasulyesi, Edirne’nin 12. Trakya Bölgesi’nin 29. Coğrafi İşaret Tescilli ürünü oldu.
Erdoğan DEMİR / EDİRNE (İGFA) – Keşan Mahmutköy Kuru Fasulyesi’nin Coğrafi İşaret Tescil Belgesi’ni almasından sonra Yönetim Kurulu Üyesi Mustafa Anbarcı şu açıklamalarda bulundu:
“Bölgemiz iklimi ve konumundan kaynaklı birçok ürünü yetiştirmeye elverişli bir toprağa sahiptir. Keşan, İpsala ve Enez ilçelerinde yetiştirilen sebze, meyve ve bakliyat ürünleri bölgemizden ulusal ve uluslararasına dağıtılarak birçok kişinin sofrasına misafir olmaktadır.Bölgemizde coğrafi işaret tescil belgesini almış verimli topraklarımızdayetiştirilen;İpsala Pirinci, Siğilli Bamyası’nın yanı sıra şimdi de Keşan Mahmutköy Kuru Fasulyesi coğrafi işaret tescil belgesini aldık. Keşan TSO olarak 2022 yılında başvurusunu yaptığımız Keşan Mahmutköy Kuru Fasulyemiz 23 Mayıs 2024 tarihinde Türk Patent ve Marka Kurumu tarafından tescil edildi. Keşan Mahmutköy Kuru Fasulyesi’nin üretimine, 75 yılı aşkın bir süre önce Balkanlardan göç edenlerin getirdiği ata tohumları ile başlanmıştır. Ülkemizin diğer bölgelerinde yetiştirilen kuru fasulyelerine baktığımızda Mahmutköy Kuru Fasulyesi’nin birçok farklı ve kendine has ayırt edici özelliği bulunmaktadır. Horoz cinsi (ince kabuklu) olan Mahmutköy kuru fasulyemiz taneleri orta büyüklükte, oval, tombul yapılı, lekesiz, beyaz ve parlaktır.
 Çabuk pişer ve pişerken kabuk atmaz. İkinci ürün olarak anıza ekilmesi, geçici hasat yapılması ve kış mevsiminde böceklenme olmaması da ürünün çabuk pişmesinde en büyük etkendir.Keşan Mahmutköy Kuru Fasulyesi tanelerinin boyu 14-18 mm, 100 tane ağırlığı 75-90 gr. aralığındadır.Haziran ayı sonunda veya Temmuz ayı başında yapılan ekim işlemleri sırasında hayvansal gübre kullanılmaktadır. Hayvansal doğal gübre ürünün yetiştirilmesinde ve olgunlaşmasında önemli yere sahiptir. Bu gibi ayırt edici özelliklere sahip olan Keşan Mahmutköy Kuru Fasulyemiz için kurum ve kuruluşlar ile yaptığımız görüşmeler sonucunda 6769 sayılı Sınai Mülkiyet Kanunu kapsamında 12.01.2022 tarihinden itibaren korunmak üzere 23 Mayıs 2024 tarihinde tescil edilmiştir. Bölgemizin verimli topraklarında yetiştirilen Çeribaşı Kirazı ve Mecidiye Kavunu’na da coğrafi işaret tescili almak içinbaşvurularımız yaptık ve tescil süreci devam etmektedir. Oda olarak en kısa zamanda bu ürünlerinde coğrafi işaret tescili belgesini alarak, bölgemize kazandıracağız.Bölgesel ürünlerimizin markalaşması ve tanıtılması için Keşan TSO olarak çalışmalarımıza devam ediyoruz.” dedi.
Tumblr media
BU Haber İGF HABER AJANSI tarafından servis edilmiştir.
0 notes
elazigsurmanset · 21 days
Text
“Onaylı Randevu Uygulaması sağlıkta şiddeti artırır!” (ÖZEL HABER)
Tumblr media
MHRS’de ‘Onaylı Randevu’ sistemine geçiş konusunda İzmir Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhun Özyurt BSHA’ya “sağlıkta şiddeti tırmandıracak vakalar yaşanabilir” değerlendirmesi yaptı. Merkezi Hekim Randevu Sistemi kısa adıyla MHRS’de başlatılan yeni sistemde hastalara, ‘Onaylı Randevu’ şartı getirildi. Uygulama 13 Mayıs Pazartesi itibariyle başladı. MHRS internet sitesi, mobil uygulama ya da ALO 182 üzerinden alınan randevuların, randevu tarihinden bir gün önce, akşam saat 20.00’a kadar onaylanması zorunluluğu getirildi. Randevuya gelemeyecekler ise de bunu bildirmeleri gerekiyor. Peki bu yenilikten hekimler ve hastalar nasıl etkilenecek? AKP Hükümeti’nin sağlıkta dönüşüm adı altında yıllardır uyguladığı sistemde yapılan yeni düzenlemelerden biri de muayene süreleri oldu. Hekimin standart muayene süresi 20 dakika iken günümüzde birçok hastanede bu süre fiiliyatta 5 dakikaya düşürüldü. Şimdi bu soruna bir yenisi daha eklenerek onaylı randevu sistemi devreye girdi. ONAYLI RANDEVU SİSTEMİ ELEŞTİRİLİYOR Bilim Sağlık Haber Ajansı (BSHA) konuyu İzmir Tabip Odası Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ceyhun Özyurt ile görüştü. Özyurt, MHRS’de onaylı randevu dönemine ilişkin eleştirilerde bulundu. Hastaların, hastane randevusu aldıktan sonra bir de bu randevuyu onaylamaları konusunda en büyük sıkıntının yaşlı hastalar noktasında yaşanacağına dikkat çekerken, sağlık alanında yapılacak düzenlemelerde konunun muhatapları olan hekimlere, hekim meslek örgütlerine danışılmadan ‘ben yaptım oldu’ mantığıyla gerçekleştirilmesini de eleştirdi. “ONAYLI RANDEVU SİSTEMİ YAŞLI YURTTAŞLARI ZORLAYACAK!” Prof. Dr. Özyurt, “MHRS’de onaylı randevu şartı konusunda belirtmek istediğim öncelikli detay yaşlı hastalarla ilgili olacak. 65 yaş ve üstü kanser hastaları bu sistemin dışında dediler ama 60 yaşında kanser olmayan hastaların da birçoğu android telefon kullanmayı biliyor mu? Oğlunun ya da kızının aldığı randevuyu onaylatmayı biliyor mu? Bunları nasıl garanti edeceğiz? Olmadı diyelim, onaylamadı. Randevusu var, onaylamadı ve iptal edildi. Ertesi gün hastaneye gidecek. Oğlum randevu aldı, ben muayeneye geldim diyecek. Listede adın yok diyecekler. Onaylamamışsın diyecekler. Şimdi bu hasta ne yapacak? Hastanelerde şiddet olayları önlenemez haldeyken, bu durum da tuzu biberi olacak. Hasta ya da yakını bu nedenle doktorla bir kapışma yaşanabilir. Onun dışında dışarıda bekleyen hastalar arasında da bir gerginlik ortaya çıkabilir. Doktorla randevu onayı yapmamış hastanın, sürtüşmesini izleyen hastalar olacak. Onlar da randevu olayı vermelerine rağmen belki de içeri girmeyecek muayene olamayacak. Onaylı randevu sistemi ne kadar sağlıklı ilerler kestirmek zor” dedi. “ONAYLI RANDEVU DÜZENLEMESİ DE KONUNUN PAYDAŞLARIYLA GÖRÜŞÜLMEDİ!”  Sağlık alanında gerçekleştirilen yeni uygulamaların, hayata geçirilmeden önce konunun paydaşlarıyla görüşülmeden gerçekleştirilmesini eleştiren Özyurt, “Eğer bir karar alıyorsanız ve bu radikal bir karar ise bunu alanın paydaşlarıyla birlikte çerçevesinde hayata geçirmek gerekir. Türk Tabipleri Birliği, tabip odaları, meslek örgütleri, STK’lar, üniversite hastaneleri gibi yapılarla paylaşılmalıdır. Ortak akıl zarar getirmez belki de Sağlık Bakanlığı’nın atladığı bir pencere açılabilir. Birlikte istişare edilerek doğru olan yöntem bulunabilir” diye konuştu. “BEŞ DAKİKALIK MUAYENEDE HASTA HANGİ ŞİFAYI BULABİLİR?”  “MHRS’de yapılan yeni düzenleme hem hekim hem de hasta açısından sıkıntılı bir sürecin yaşanmasına neden olacakken bir de muayene süreleri ile ilgili mevcut işleyişe bakmak gerekir” diyen Özyurt şunları söyledi: “Hasta muayeneye bir sağlık problemi ile geliyor. Bir şikayeti var, yakınması var. Güzel bir muayene olayım, derdime şifa bulayım derdinde. 3 dakikada, 4 dakikada, 5 dakikada hangi şifayı bulabilir hasta? Hekimin hastaya sadece ne şikayetin var demesi, hastanın şikayetini anlatması bile 5 dakikadan uzun sürer. Muayene etmeye fırsatı kalmadan zaten 5 dakika da doluyor.” “Hekimin hastaya fiziki muayene yapmasını da dikkate alırsak muayene sürelerinin 5 dakika olması konusu kabul edilemez” diyen İzmir Tabip Odası Başkanı Ceyhun Özyurt, “Fiziki muayene yapılamaması vaka atlamaya da sebep olur mu?” sorusunu şöyle yanıtladı: “Olmaz mı? Tabii ki olur. Hastanın gözüne bakmak bile bir muayene biçimidir. Hastanın şikâyeti neyse ve başvurduğu doktorun branşı neyse en azından o organların muayene edilmesi gerekir. Örneğin gözleri ile ilgili bir sıkıntısı varsa göz muayenesi yapılmalıdır. Ya da kalpten bir sıkıntısı varsa kalbinden illaki bir muayene olacak. Doktor onu bir dinleyecek, bir elektrosunu çekecek, yakınmaları nedir dinleyecek. İllaki anemnez dediğimiz hastanın öyküsü dinlenmeli, zaman baskısı olmamalıdır. Ve bu hasta öyküsünden hareket edilerek tetkik ve tahliller yapılabilir. Ne hasta memnun kalacak ne de hekim. Hekim de ‘ben bir şeyleri eksik yaptım’ duygusuna kapılacaktır. Bir hekim hastayı fiziki ve sözlü şekilde muayene gerçekleştirmeden mesleğini tam olarak gerçekleştiremez.” MUAYENE SÜRESİNİN STANDARDI NEDİR?  Hekim muayene süresinin standardı konusunda açıklama yapan Özyurt, “Dünya Sağlık Örgütü tarafından hekimin hastayı muayene etme süresi noktasındaki söylemi ‘20 dakika idealdir’ şeklindedir. Her hasta için bu süre 20 dakika sürmeyebilir, daha kısa da olabilir. 20 dakika belki uzun bir süre olabilir ama idealdir. Ama 10 dakika, 15 dakika, 5 dakika olmamalıdır. Bir yandan MHRS randevularının onaylanması meselesi, bir yanda da muayene sürelerindeki bu zaman baskısı söz konusu. Türkiye’de kaç kişinin zar zor alabildiği bir randevuyu alıp onaylama şansı var? Özetle tekrar söylemek isterim ki sağlık alanında yapılacak düzenlemelerde meslek örgütlerinin de görüşleri alınmalı ve düzenlemeler ortak akılla hayata geçirilmelidir” vurgusunda bulundu. (BİLİM SAĞLIK HABER AJANSI)  Read the full article
0 notes
aykutiltertr · 27 days
Video
youtube
Böyle Mi Esecekti Son Günümde Bu Rüzgar - Seniha ✩ Ritim Karaoke Orijina...  ⭐ Video'yu beğenmeyi ve Abone olmayı unutmayın  👍 Zile basarak bildirimleri açabilirsiniz 🔔 ✩ KATIL'dan Ritim Karaoke Ekibine Destek Olun (Join this channel to enjoy privileges.) ✩ ╰┈➤ https://www.youtube.com/channel/UCqm-5vmc2L6oFZ1vo2Fz3JQ/join ✩ ORİJİNAL VERSİYONU Linkten Dinleyip Canlı Enstrüman Çalıp Söyleyerek Çalışabilirsiniz. ⭐ 🎧 ╰┈➤ https://youtu.be/-GeUgx49-V8 ✩ (MAKE A LIVE INSTRUMENT ACCOMPANIMENT ON RHYTHM IN EVERY TONE) ✩ Aykut ilter Ritim Karaoke Ekibini Sosyal Medya Kanallarından Takip Edebilirsiniz. ✩ İNSTAGRAM https://www.instagram.com/rhythmkaraoke/ ✩ TİK TOK https://www.tiktok.com/@rhythmkaraoke ✩ DAILYMOTION https://www.dailymotion.com/RhythmKaraoke ⭐ Böyle Mi Esecekti Son Günümde Bu Rüzgar - Seniha ✩ Ritim Karaoke Orijinal Trafik (Hüzzam Vahde Düyek) Eser Adı:Böyle mi esecekti son günümde bu rüzgâr Makamı:Hüzzam Bestekarı:Teoman Alpay Söz Yazarı:Teoman Alpay Formu:Şarkı Usulü:Düyek 8/8 Böyle mi esecekti Son günümde bu rüzgar? Son günümde bu rüzgar? Böyle mi esecekti Son günümde bu rüzgar? Son günümde bu rüzgar? Bütün kuşlar vefasız Mevsim artık sonbahar Mevsim artık sonbahar Bütün kuşlar vefasız Mevsim artık sonbahar Mevsim artık sonbahar Unutmuş ellerimi Eşim, dostum, sevgilim Kalbim acılarla hep Bölünmüş dilim, dilim Bütün kuşlar vefasız Mevsim artık sonbahar Mevsim artık sonbahar Bütün kuşlar vefasız Mevsim artık sonbahar Mevsim artık sonbahar Seniha (şarkıcı) Madde Tartışma Oku Değiştir Kaynağı değiştir Geçmişi gör Araçlar Vikipedi, özgür ansiklopedi Bu maddenin konusu kayda değerlik yönergelerini sağlamayabilir. Konudan bağımsız ve güvenilir kaynaklar kullanarak maddeyi geliştirebilir ve kayda değer olduğunu ispat edebilirsiniz. Maddenin kayda değerliği kanıtlanamazsa Vikipedi'nin silme politikası gereğince hızlı silinmesi, kayda değerliği tartışmalı ise silinmeye aday gösterilmesi yerinde olacaktır. Kaynak ara: "Seniha" şarkıcı – haber · gazete · kitap · akademik · JSTOR Bu madde Ocak 2024 tarihinden bu yana işaretli olarak durmaktadır. Seniha Doğum Seniha Gözetlik 5 Ağustos 1987 (36 yaşında)[1] Türkiye İstanbul, Türkiye Tarzlar Klasik Türk müziği Meslekler Şarkıcı Etkin yıllar 1999-2005 Seniha (doğum adı: Seniha Gözetlik ; d. 5 Ağustos 1987; İzmir), Türk sanat müziği şarkıcısı. Yaşamı 1987 yılında TRT İstanbul Radyosu klarnet sanatçısı Alaattin Gözetlik'in kızı olarak İzmir'de doğdu. 1999'da 12 yaşındayken çıkardığı, Türk Sanat Müziği şarkılarının bulunduğu Maviş albümüyle tanındı.[2] Klip çektiği albüme ismini veren Maviş ve Sen Hep Mazideki parçaları TV kanallarında yayınlandı. İkinci albümü Rüya Gibi 7. Kral TV Video Müzik Ödülleri'nde aday gösterildi. Albümleri Maviş (1999) Rüya Gibi (2000) Seniha Söylüyor (2002) Yana Yana (2005) Video Klipleri Maviş Sen Hep Beni Mazideki Hadi Git Rüya Gibi Yana Yana Kaynakça ^ "17 yaşında assolist oldu!". Milliyet. 2 Ocak 2004. 17 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 17 Mayıs 2021. ^ "Yaşı küçük sesi büyük". Hürriyet. 30 Kasım 1999. 17 Mayıs 2021 tarihinde kaynağından arşivlendi. Erişim tarihi: 17 Mayıs 2021. Dış bağlantılar Discogs'ta Seniha (şarkıcı) diskografisi iTunes'ta Seniha 17 Mayıs 2021 tarihinde Wayback Machine sitesinde arşivlendi. gtd Klasik Türk müziği şarkıcıları Ahmet Çalışır · Ahmet Özhan · Ahmet Üstün · Gaye Su Akyol · Alâeddin Yavaşca · Ali Osman Akkuş · Aslı Hünel · Ayla Gürses · Aylin Vatankoş · Ayşe Mine · Ayşe Tunalı · Behiye Aksoy · Bekir Sıdkı Sezgin · Belkıs Özener · Sibel Can · Deniz Kızı Eftalya · Dilek Türkan · Ebru Gündeş · Eda Karaytuğ · Sibel Egemen · Emel Sayın · Ender Doğan · Bülent Ersoy · Esra İçöz · Faruk Tınaz · Gönül Akkor · Gaye Aksu · Gönül Yazar · Hâfız Burhan · Hâfız Post · Halil Altınköprü · Hamiyet Yüceses · Seçil Heper · Hüner Coşkuner · İnci Çayırlı · İsmet Yazar · Kâmuran Akkor · Kutlu Payaslı · Mediha Demirkıran · Mehmet Başdurak · Melihat Gülses · Meral Mansuroğlu · Meral Uğurlu · Metin Milli · Mine Koşan · Yılmaz Morgül · Mualla Gökçay · Mualla Mukadder Atakan · Muazzez Abacı · Muazzez Ersoy · Mustafa Keser · Mustafa Sağyaşar · Münip Utandı · Müslüm Gürses · Zeki Müren · Müşerref Akay · Müzeyyen Senar · Nalan Altınörs · Necdet Tokatlıoğlu · Necdet Yaşar · Nesrin Sipahi · Neşe Karaböcek · Nigar Uluerer · Niyazi Sayın · Ömer Altuğ · Semahat Özdenses · Melahat Pars · Perihan Altındağ Sözeri · Pınar Dilşeker · Radife Erten · Recep Birgit · Sabite Tur Gülerman · Safiye Ayla · Safiye Soyman · Şevval Sam · Sami Özer · Samime Sanay · Seniha (şarkıcı) · Adnan Şenses · Serap Acar · Serap Mutlu Akbulut · Sevim Tanürek · Sevim Tuna · Sinan Erkoç · Galip Sokullu · Suzan Güven · Suzan Yakar Rutkay · Şükran Ay · Taner Şener · Tuğçe Pala · Turhan Özek · Yaşar Özel · Yesari Asım Arsoy · Yeşim Salkım · Yıldırım Bekçi · Yıldırım Gürses · Yıldız İrengün · Zekai Tunca · Zeki Duygulu · Ziya Taşkent
0 notes
hetesiya · 2 months
Text
Resmi Tarih Yalanları | Doğanay
RESMİ TARİH YALANLARI
Irkçılık, çağımızın en mühim sorunlarındandır. Bu sorun İslam ümmetini paramparça etmiş, dünyaya iki tane dünya savaşı hediye etmiş, ülkemizde de yıllardır devam eden çatışmaların müsebbibi olmuştur. Bu yüzden bu konuyu etraflıca ele almak ve kafamızda bu tip önyargıları atmak için bu yazıyı yazmak elzem oldu. Öncelikle belirtmek gerekir ki ırkçılıktan kastımız vatanseverlik ve kişinin milleti ile iftihar etmesi değildir. İslamiyet kan bağına ehemmiyet verir, bu yüzdendir ki akrabalar ile yakın ilişki kurmayı emreder. Kendi milletimiz de sahip olduğumuz kan bağından dolayı bizim için diğer milletlerden yüksek bir dereceye sahip olmalıdır. İslam’ın bin yıldır kılıcı olan Türk milletine mensup olduğumuz için sonuna kadar iftihar ederiz. Şüphesiz ki dünya tarihinde İslamiyet’e en büyük hizmeti yapan, Müslümanlara en uzun süre liderlik yapan, adı İslamiyet ile en çok özdeşleşen millet Türk milletidir. Tarihe ne kadar tarafsız bakarsak bakalım bu apaçık hakikati inkâr edemeyiz. Vatan ve millet sevgisine dayalı milliyetçiliği Batılıların “manevi duygulardan yoksun, tamamen aynı düşünen ve aynı amaca hizmet eden dünya insanı” yaratma projesine karşı önemli ve faydalı bir silah olarak görüyorum. Bizim eleştirdiğimiz milliyetçilik insanlara bir sürü ön yargı yükleyen, insanları ayrıştıran ve ilmi unsurlara dayanmayan fitne unsuru ideolojidir.
Şunu da vurgulamak gerekir ki kökü İslam’a dayanmayan bir Türk milliyetçiliğinin hiçbir temeli olamaz. Bir insan Türklerin yüce bir millet olduğunu iddia ediyorsa bunun için bir delil getirmelidir. “Türkler yüce bir millettir çünkü Türk milleti en köklü tarihe sahip millettir” diye bir iddiada bulunsa bu doğru olmaz çünkü Mezopotamyalıların, Mısırlıların, Yunanlıların ve Çinlilerin tarihi şüphesiz Türk tarihinden daha köklüdür ve bu milletler medeni hayata Türklerden daha önce geçmiştir. Örneğin yazı MÖ 3200 yılında icat edilmiş ve milattan önce Amerika yerlileri de dâhil hemen hemen bütün milletlerce kullanılmıştır, Türklerin ise ilk yazılı eseri taa MS 700 yılında yazılmış olan Orhun kitabeleridir. “Türkler yüce bir millettir çünkü Türk milleti tarihteki en başarılı millettir” diye bir delil getirilse denir ki Türk milletinin de her millet gibi tarihte güçlü olduğu zamanlar da zayıf olduğu zamanlar da olmuştur. “Türkler yüce bir millettir çünkü Türk milleti en zeki millettir” diye bir delil getirilse Türk milletinin IQ ortalamasının pek çok milletten daha düşük olduğu gerçeği bu delili de çökertir. İşi daha da zorlayıp “Türkler yüce bir millettir çünkü Türk milleti en güzel en yakışıklı millettir” diye bir delil getirilse bunu diyen arkadaşa güzel bir Rusya turu yaptırırız ki bu iddiasının yanlışlığını bilfiil idrak etsin. Türk milletinin yüceliğine karşı geçerli tek delil şu olabilir: “İslam hak dindir ve Türk milleti İslam’a en büyük hizmeti yapan millet olduğu için yüce bir millettir.” İslam’a inanmayan ve ölçüsü İslam olmayan bir insanın Türk milliyetçisi olması beklenemez, böyle olduğunu iddia ediyorsa bile onun milliyetçiliği içi boş bir slogandan ibarettir.
Ümmetçi bir imparatorluğun kalıntıları üzerinde kurulan ve ulus-devlet modelini benimseyen Türkiye Cumhuriyeti toplumu bir arada tutmak ve tek millet şuuru yaratmak için fazlaca Türk milliyetçiliğine başvurmuş, aynı zamanda herkesin etrafında toplandığı neredeyse tanrısal bir Atatürk figürü yaratmıştır. İnsanları ümmet bilincinden millet bilincine geçirmek kolay olmamıştır; bunun için Türklüğü ve Kemalizm’i yücelten sayısız resmi tarih yalanı uydurulmuş, Türk kökenli olmayan vatandaşların varlığı görmezden gelinmiş ve bu vatandaşlar asimilasyon politikasına maruz bırakılmış, özellikle Cumhuriyet’in ilk yıllarında o dönemdeki faşist İtalya ve Almanya’dan bu tip konularda fazlaca etkilenilmiştir. Kemalist milliyetçilik dünyadaki hemen hemen bütün milliyetçiliklerin aksine muhafazakâr değildir, hatta Batı medeniyeti ve kültürünü daima Türk medeniyeti ve kültürünün önüne koymuştur. Kemalistler bu çelişkiyi aşmak için ise makul bir muhafazakâr-milliyetçi politikadan çok tamamen hayali ve romantik bir milliyetçilik yaratmıştır. Mustafa Kemal Sümerlilerden tutun Kızılderililere kadar herkesin Türk kökenli olduğunu inanıyordu (O dönemde kurulan bankalara Sümerbank ve Etibank isimlerinin verilme sebebi de budur). Aynı zamanda Yunan medeniyetini de Türklerin kurduğuna inanıyor ve Anadolu’yu en aşağı yedi bin yıllık Türk yurdu olarak tanımlıyordu. Bu komik ve temelsiz iddialardan oluşan Türk Tarih Tezi 1930’lu yıllarda üniversitelerde dahi okutuldu, hatta buna itiraz eden profesörler işlerinden oldular. Günümüzde Kemalizm eskisi kadar güçlü olmadığından Türk Tarih Tezi ve resmi tarih yalanlarından büyük kısmı etkisini yitirdi, ancak yine de bu rejimden bize miras kalan çok ciddi ön yargılar vardır. Şimdi günümüzde MEB tarih kitaplarında anlatılan resmi tarihi kronolojik bir şekilde inceleyelim ve bu tarihte anlatılan en meşhur yalanları ifşa edelim, bunu yaparken hem gülelim hem de bilgilenelim.
Resmi Tarih Yalanı: Türk milleti binlerce yıl önce gökten zeplinle inmiştir ve günümüze kadar tek bir çizgi hâlinde süregelmiştir.
Resmi tarih bunu açık bir şekilde söylemese de Türk tarihini anlatım tarzı böyle bir algı yaratmaktadır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Türklük, Kürtlük, İngilizlik gibi isimler insanlar tarafından yaratılmış soyut kavramlardır, hiç kimse alnında Türk yazarak doğmaz. Bu kavramların gelişerek bugünkü hâlini alması ise Fransız İhtilali’nin yarattığı milliyetçilik akımının sonucudur. Resmi tarih iki bin yıl önce birden Hun diye bir kavmin çıktığını, bu kavmin torunlarının Göktürkleri oluşturduğunu, Göktürklerin çocuklarının ise Karahanlı, Selçuklu ve en son da Osmanlı İmparatorluğunu kurduklarını iddia eder. Hatta kültürümüze sonradan giren her şeye karşı tutum takınır, Arapça ve Farsça kelimelere düşmanca yaklaşır. Öztürkçenin gökten indiğini zanneder, hâlbuki Öztürkçe de daha önce başka Asya dillerin karışmasıyla oluşmuş bir dildir, gökten vahyolunmamıştır. Hiçbir şey Türklüğe ait değildir, Türklüğe özgü de değildir. Her millet sürekli olarak etrafıyla etkileşim içindedir ve bu etkileşim yepyeni medeniyetleri doğurur. Dilimizin kökeni içindeki yabancı kelimelere rağmen Orta Asya’ya dayanıyor olabilir, ancak kültürümüzün ve genetik özelliklerimizin Orta Asya ile alakası yoktur. Öztürkçe, Arapça, Farsça, Fransızca, İngilizce karışımı bir dil konuşuyoruz, Akdeniz yemeklerini yiyoruz, Batılı gibi giyiniyor ve Batılı gibi yaşıyoruz, o kadar farklı milletle karışmışız ki fiziksel olarak Orta Asyalılara hiç mi hiç benzemiyoruz. Şimdi bütün bunları göze aldığımızda onlarca kültürün elementlerini içeren Türk milletinin kökenini Orta Asya’ya atfetmek ne kadar doğru olur? Biz ne kadar Orta Asyalıysak o kadar Anadoluluyuz, o kadar Orta Doğuluyuz, o kadar Balkanlıyız; tarihimizin ve kültürümüzün zenginlikleri arasında ayrım yapılmasına izin veremeyiz.
Birçok insan ırkların genetik olarak kesin çizgilerle ayrıldığını zanneder, hâlbuki bu özellikle Anadolu gibi çokça el değiştirmiş coğrafyalarda mümkün değildir. Osmanlı İmparatorluğu belki de dünya tarihinin en fazla milletten insanı barındıran imparatorluğuydu, özellikle Ermeni ve Rum nüfusunun kalabalık olduğu yüz yıl önceye kadar bu topraklarda Türkler kahir ekseriyet değildi. Bunun sonucunda muhakkak ki hem kültür, hem de gen alışverişi ziyadesiyle olmuştu. Günümüzde Türkiye’de homojen bir gen haritası yoktur: Karadenizliler daha çok Kafkasyalılara-Lazlara, Egeliler daha çok Yunanlara, Doğulular da daha çok Suriyelilere, İranlılara ve Ermenilere benzer. Balkan göçmenleri ise Balkan milletleriyle karıştıklarından Balkanlılara benzer, birçoğunda sarışın fenotip görülür ki Mustafa Kemal Paşa bir Balkan göçmeni olarak buna bir örnek teşkil etmektedir. Bunun tek bir açıklaması vardır: Anadolu’nun ve Balkanların muhtelif yerlerine yerleşen Türk boyları komşu oldukları milletlerle karışmıştır. Böyle bir coğrafyada tek bir ırktan bahsetmek mümkün değildir, Osmanlı’nın dağılması insanlar arasında ülke sınırları koysa bile genetik sınırlar koymamıştır. Hele hele Türklerin çekik gözlü, kısa boylu, zayıf, tüysüz (Özbek, Kırgız, Kazak gibi) Orta Asya milletleriyle akraba olduğunu iddia etmek bilimsel olarak mümkün değildir.
Bu söylediğimiz tabi ki sadece Türk milleti için geçerli değildir, dünyada Japonlar gibi tarih boyunca izole olmuş milletleri saymazsak hiçbir milletin tam anlamıyla bir ırk teşkil ettiğini söylemek mümkün değildir. Örneğin günümüzde Arap diye adlandırdığımız kavimler tek bir ırk değildir, bu kavimlerin hiçbiri Hz. Muhammed (s.a.v)’in kavminden gelmiş de değildir. Günümüzde Arap dediğimiz kavimler aslen Arap olmayan ancak İslam’ın yayılış aşamasında Arapçayı kendilerine dil olarak seçmiş, yani Araplaşmış kavimlerdir. Iraklıların, Suriyelilerin, Mısırlıların, Tunusluların tarihi Arap tarihinden daha eskiye dayanır; yani bu milletler Araplar yokken de vardı. Bu sebeptendir ki peygamberimizin Arapları öven bazı hadisleri günümüzdeki hiçbir Arap’a hitap etmez, peygamberimizin içinde yaşamış olduğu 1400 yıl önceki Arap kavmine hitap eder.
Resmi Tarih Yalanı: İslamiyet öncesi Türk tarihinde toplumsal eşitlik vardı.
Dünya tarihindeki hiçbir toplumda tam anlamıyla eşitlik söz konusu olmamıştır, sadece yüz yıl önce bile kadın ve erkeğin eşit olduğunu savunsaydınız büyük ihtimalle sizinle alay ederlerdi. Buna rağmen İslamiyet öncesi Türk toplumunun görece daha eşit bir toplum olduğu doğrudur. Ancak bu gurur duyulacak değil, utanılacak bir gerçektir. Zira bir toplum ne kadar gelişmişse eşitlik o kadar azalır, herkes farklı görevleri yapmaya başlar ve farklı yönleriyle öne çıkar, farklılık da eşitsizliği beraberinde getirir. En çok eşitlik avcılık-toplayıcılık döneminde vardı, herkes benzer şekilde yaşar ve benzer işleri yapardı. Ondan sonra devletlerin kurulması ve toplumsal hayatın başlamasıyla iş birliği önem kazanmış ve herkes farklı alanlarda uzmanlaşmaya başlamıştır, bu da beraberinde tabii olarak eşitsizliği getirmiştir. Eşitsizlik kötü bir şey değildir, bu gelişmiş toplumların bir özelliğidir. Günümüzde eşitliğin en fazla olduğu toplumlar Afrika kabileleridir ki hiç kimse bu kabileleri iyi bir toplum örneği olarak görmez. İslamiyet öncesi Türklerde de göreceli eşitliğin var olması bu toplumun ilkel göçebe yaşantısının bir sonucudur, o dönemdeki diğer göçebe milletlerde de durum bundan farklı değildi. Resmi tarihin bunu gurur duyulacak bir şeymiş gibi anlatması şüphesiz tarihi çarpıtmak demektir.
Resmi Tarih Yalanı: İstanbul’un fethi Orta Çağ’ı kapatıp Yeni Çağ’ı açmıştır.
Tarihçiler arasında Orta Çağ’dan Yeni Çağ’a geçişi başlatan evrensel olarak kabul edilmiş bir hadise yoktur, bu durum her tarihçiye göre farklılık gösterir. İstanbul’un fethi Doğu Roma’lı entellektüellerin Antik Yunan eserleri ile birlikte Batı’ya kaçmalarını ve orada Rönesans’ı başlatmalarını sağladığından Orta Çağ’ı kapatma konusunda ciddi bir pay sahibidir. Buna rağmen Orta Çağ’ın kapanmasındaki bütün payı İstanbul’un fethine yüklemek yanlış olur, günümüzde birçok Batılı tarihçi de Orta Çağ’ı kapatan olay olarak başta Amerika’nın keşfi olma üzere birçok farklı olayı işaret etmişlerdir. Bu konuda İstanbul’un fethini merkeze koyan da vardır koymayan da, bu tamamen izafi ve insanların belirlediği bir mevzudur. Aynı şey Kavimler Göçü için de söz konusudur. Batı’da genellikle Orta Çağ’ı başlatan hadise olarak Batı Roma’nın yıkılması gösterilir. Bizim resmi tarihimiz ise buradan da Türklere pay çıkarmak için bu noktayı Kavimler Göçü olarak alır (Kavimler Göçünün de Türklerle ne kadar alakası olduğu konusunu ise apayrı bir bahistir. Resmi tarihimiz Avrupa’yı istila eden Hunların Türk/Türki kökenli olduğunu iddia etse de Hunların hiçbir yazılı eser bırakmamış olması kökenleri hakkında kesin bir kanıya varmamızı imkânsız kılıyor).
Zaten çağ kavramı da başlı başına hayal ürünüdür, soyuttur. Bu sınıflandırma son yüzyılda tarihin analizini kolaylaştırmak için yapılmıştır. Yoksa beş yüz yıl önce yaşayan bir insan kendini herhangi bir çağda görmüyordu, hiçbir zaman bir çağın kapanıp başka bir çağ açıldığını da düşünmüyordu. Aslında bakarsak çağ kavramı temelde Batı’nın kendi tarihini iyi ve kötü olarak ayırması ve böylece insanları yönlendirmesi amacıyla oluşturulmuştur. Nasıl her devrim kendinden önceki sistemi kötüleyerek hak iddiasında bulunuyor ve kendini meşru göstermeye çalışıyor ise Batı da “aydınlanma” diye tabir ettiği Rönesans ve Reform sonrası gelen dünya düzenini yüceltmek için sürekli Ortaçağ’ı kötülemiş, küçümsemiş, hatta bu çağa “karanlık çağ” demiştir. Doğu tarihinde ise ne Ortaçağ vardır ne de Rönesans, bu kavramların hepsi Batı’ya özgüdür. Bu kavramlar üzerinden herhangi bir şeyi savunmak bile başlı başına Batı merkezci tarih yorumuna hizmet etmek demektir.
Tarihi belirli dönemlere ayırmak tarih anlatımında kolaylık sağlasa da aslında cahil insanların kafasına yanlış ön yargılar yerleştirdiğinden tehlikeli bir faaliyettir. Bunun en güzel örneği “Kuruluş, Yükselme, Duraksama ve Yıkılış Dönemleri” olarak ayırdığımız Osmanlı tarihidir. Osmanlı tarihi ile ilgili yapılan bu isimlendirme sadece Osmanlı’nın sınır değişimi göz önüne alarak yapılmıştır, diğer alanlardaki bütün değişimler ve ilerlemeler göz ardı edilmiştir. Osmanlı’da halkın en çok refah içinde yaşadığı asır, eğitim seviyesinin en yüksek olduğu asır, hukuk sisteminin ve bürokrasinin en iyi işlediği asır şüphesiz 19. yüzyıldır. Osmanlı hiçbir zaman duraksamamıştır ve gerilememiştir; sadece Avrupa’dan daha yavaş şekilde ilerlemiştir.
Resmi Tarih Yalanı: Osmanlı 1. Dünya Savaşı’na katılmadı, Almanya yenildiği için yenik sayıldı.
Bu yalan belki de resmi tarihimizin en ünlü yalanıdır. Türklerin yenilgilerini sürekli örtmeye çalışan resmi tarih 1. Dünya Savaşı için bunu yapamayınca direk olarak aslında bu savaşa katılmadığımız gibi bir safsatayı öne sürmüştür. Hâlbuki Türkiye bu savaşta birçok cephede aktif olarak görev aldı: Doğu’da Ruslara ve Ermenilere karşı, Güney’de İngilizlere karşı, Çanakkale’de ise İngiliz-Fransız ordusuna karşı mücadele etti. Bazı cepheleri kazansa da bütün cephelerde çok önemli kayıplar verdi, büyük sorunlarla boğuştu. Hatta Birinci Dünya Savaşı’nda Sırbistan’dan sonra nüfusa oranla en çok insan kaybı olan ülke Osmanlı’dır, nüfusunun yaklaşık 14%’i bu savaşta hayatını kaybetmiştir.[1] Bu savaşa girmediğimizi iddia etmek savaşta hayatını kaybeden yüzbinlerce askerimize yapılan bir zulümdür. Resmi tarihçiler savaşa girdiğimizi kabul etmek zorunda kaldıktan sonra bu sefer yeni bir yalan uydurdu: “Savaşta yenildik ancak bütün yenilgilerimiz Alman subayların suçu”. Hâlbuki Almanya’nın yanında Almanya’nın askerî ve maddi desteği ile girdiğimiz bu savaşta hep beraber yenildik, burada suçu başka bir devlete atmanın da bir anlamı yok. Madem yenildiğimiz cepheler tamamen Almanların suçuydu, o zaman kazandığımız Çanakkale ve Kut’ül Amare cepheleri de tamamen Almanların başarısı değil mi?
Resmi Tarih Yalanı: Kurtuluş Savaşı’nda yedi düvele karşı savaştık.
İstiklâl Harbi hepimizin iftihar ettiği bir savaştır; lâkin bu savaşı milliyetçi duyguları okşamak için aslından fazla büyütmek, hatta milletin bütün kaderini buna atfetmek kabul edilesi değildir. Kurtuluş Savaşı devletler bazında düşündüğümüzde bir Türk-Yunan savaşıdır. Ne İngiltere ne Fransa ne de İtalya savaşa direkt olarak katılmış değildir, sadece Yunanistan’a siyasi destek vermişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sonrası İtilaf devletleri galip çıkmış bile olsa dört yıl süren savaştan dolayı bitkin haldeydiler. Ekonomileri savaşta o kadar zarar görmüştü ki bırakın yeni bir sömürge peşinde koşmayı, kendi sömürgelerini bile zor kontrol altında tutuyorlardı. Bundan dolayı kuvâyı milliye direnişine karşı bile ciddi bir hamle yapmayı göze almadılar, Yunanistan’ı öne sürüp sonucu beklemekle yetindiler. Yunanistan savaşta yenilince de fazla ısrarcı olmayıp kendi ülkelerine gittiler. Hatta İtalya devleti Yunanistan’a duyduğu kinden dolayı çekilirken silah ve mühimmatlarını Türk ordusuna bırakmış, Türkiye’yi Yunanistan’a karşı desteklemiştir. Kurtuluş Savaşı’nı yedi düvele karşı yapılmış olarak görmek mübalağadır. Bu harp Batılı devletler tarafından desteklenen Yunan ordusu ile Rusya ve Hintli Müslümanlar tarafından desteklenen Türk ordusu arasındaki bir savaştır. Öğrencilik hayatımız boyunca tarih derslerimizin yarısını bu savaşa ayırmamıza, hatta her yıl dört kere -sanki Türk tarihinde kutlanacak başka hadise olmamış gibi- sadece bu savaşa özel milli bayramlar kutlamamıza karşın Kurtuluş Savaşı’nda verdiğimiz zayiat (9,000 şehit) 1. Dünya Savaşı’nda verdiğimiz zayiatın (535,000 şehit[2]) yaklaşık sadece 1/60’ıdır. Yani Kurtuluş Savaşı’ndan 60 kat daha büyük ve önemli savaşımızı tamamen görmezden gelmemize rağmen (Kut’ül Amare ve tarihi Medine müdafaamız daha düne kadar kimse tarafından bilinmiyordu bile) Kurtuluş Savaşı’nı neredeyse her gün anıyoruz. Bunun sebebi Kemalist rejimin meşruiyet iddiasını İstiklal Harbi üzerinden sağlamasıdır. Nasıl bugün AK Parti hükümeti sadece bir gece sürmesine rağmen neredeyse sürekli 15 Temmuz’u anıyor ve 15 Temmuz üzerinden meşruiyet iddiasında bulunuyorsa zamanında Kemalist rejim de İstiklâl Harbi’ni aynı şekilde kullanmıştı.
Ayrıca şunu belirtmek gerekir ki zaten İtilaf devletleri Osmanlı’nın doğal kaynakları açısından en zengin topraklarını elde etmişti. Altından petrol ve doğalgaz çıkan her yeri aldılar, Türklerin çoğunlukta olduğu Musul ve Kerkük’ü bile bize bırakmadılar. Batum da petrol zengini olan bir şehirdi ve bu şehri de Rusya’ya teslim etmek zorunda kaldık. Bize bıraktıkları topraklar onlar için uğruna savaşmaya değmeyecek topraklardı. Anadolu’nun en önemli stratejik özelliği boğazlara sahip olmasıydı ki boğazları da bizden aldılar. Günümüzde boğazlar uluslararası su sayılmakta ve Türkiye oradan geçen gemilerden vergi dahi alamamaktadır. Bu konuda Kurtuluş Savaşı’nda savaşan kişileri tabi ki de suçlamıyoruz, onlar ellerinden geleni yaptılar. Ancak Kurtuluş Savaşı’nı abarta abarta anlatan resmi tarihe itiraz ediyoruz, sonuçta Batılı devletler bu savaştan sonra en önemli hedefleri olan Ortadoğu topraklarını yine de elde etti. Bu savaşta kesin olarak kendimizi galip, Batılıları da mağlup olarak görmek doğru değildir, iki tarafın da verdiği tavizler ve elde ettiği kazanımlar vardır. Bu savaşın tek mağlubu Yunanistan olmuştur.
Resmi Tarih Yalanı: Kurtuluş Savaşı Mustafa Kemal Paşa tarafından 19 Mayıs 1919’da başlatıldı.
Tarihi yorumlarken yapılan en büyük yanlışlardan birisi bir sürecin sonu bilindiğinden dolayı başını ve ortasını da o sonuca göre yorumlamaktır. Örneğin biz Türklerle Ermeniler arasındaki ilişkinin 1915’te büyük bir felaketle son bulduğunu bildiğimizden sanki bu iki milletin başından beri çatışma hâlinde olduğu önyargısına sahip oluyoruz. Hâlbuki 1915’e kadar Osmanlı ordusunda Ermeni askerler dahi mevcuttu ve çoğu yerde Türkler ile Ermeniler barış içinde yaşardı. Biz bu filmin sonunun kötü biteceğini bildiğimizden ortasını da olumsuz şekilde yorumlama hatasına düşüyoruz. Tarihe bu hatalı bakışın bir başka tezahürü de Kurtuluş Savaşı sürecidir. Biz Kurtuluş Savaşı sonunda Mustafa Kemal Paşa’nın lider olduğunu ve yeni bir devlet kurulduğunu bildiğimizden sanki Kurtuluş Savaşı’nın başından beri Mustafa Kemal Paşa tarafından yeni bir devlet kurmak niyetiyle yapıldığını farz ediyoruz. Hâlbuki Kurtuluş Savaşı’nda savaşan çoğu insanın kafasında yeni bir devlet kurmak yoktu, mevcut Osmanlı hükümetini kurtarmak için mücadele ediyorlardı. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın Kurtuluş Savaşı’nda lider olması pek sonra olmuştur, uzun süre boyunca Mustafa Kemal Paşa’nın başta Kâzım Karabekir olmak üzere diğer paşalara bir üstünlüğü yoktu.
Eğer milli mücadelenin hedefi yeni bir devlet kurmak değildiyse açılan meclise neden 1921’den sonra “Türkiye Büyük Millet Meclisi” denildi de “Osmanlı Büyük Millet Meclisi” denilmedi? Bu sual cehaletten kaynaklanan bir sualdir. Zira “Osmanlı” kelimesi 19. yüzyıldaki Osmanlıcılık akımı adına Osmanlılık kimliği yaratmak için uydurulmuştur. 19. yüzyıl öncesinde yaşamış hiç kimse kendisine Osmanlı dememiştir. Bizim Osmanlı dediğimiz devlet için Batı dillerinde Ortaçağ’dan beri “Türkiye, Türkiye Krallığı, Türk İmparatorluğu” gibi isimler kullanılıyordu. Örneğin aşağıda gördüğünüz Sevr antlaşması Osmanlı hükümeti ile yapılmasına rağmen devletimiz için “Ottoman” değil, “Turkey” ismi kullanılmıştır. Bu isimler 19. yüzyılın ikinci yarısında Türkçeye de girdi ve bizim Osmanlı dediğimiz devlete Türkçede de “Türkiye” denmeye başladı. TBMM ismindeki Türkiye kelimesi mevcut devlet için kullanılan bir tabirdir, yeni bir devlet kurma niyetiyle konulmamıştır. İstiklal Harbi boyunca milli mücadelecilerin kullandığı ay yıldızlı kırmızı beyaz bayrak bile mevcut Osmanlı hükümetinin bayrağıdır, eğer milli mücadeleciler yepyeni bir devlet kurma peşinde olsalardı öncelikle kendilerine yeni ve farklı bir bayrak seçerlerdi.
Peki, Kurtuluş Savaşı’nı gerçekte kim başlatmıştır? Kurtuluş Savaşı, Enver Paşa ve Talat Paşa’nın ülkeden ayrılmadan önce kurdukları Karakol Cemiyeti tarafından başlatılmış ve örgütlenmiştir. Bu cemiyet ordunun terhisini engellemiş ve Anadolu’ya bolca silah, erzak ve İttihatçı subay kaçırmıştır. Mustafa Kemal Paşa ilk başta İttihat Terakki’ye ve Enver Paşa’ya karşı beslediği olumsuz duygulardan dolayı bu oluşum içinde yer almak istememiş, Fethi (Okyar) Bey’in ve Kazım (Karabekir) Paşa’nın tekliflerine rağmen direnişe katılmamıştır. Bu dönemde Mustafa Kemal Paşa İstanbul’da Sultan Vahdettin’in yanındaydı ve çözümü sultan ile yakın ilişki kurmada görüyordu. Ne var ki İzmir’in işgali Mustafa Kemal Paşa için bir milat oldu ve bu tarihten sonra silahlı mücadeleyi desteklemeye başladı. Mustafa Kemal Paşa Karakol Cemiyeti tarafından 19 Mayıs 1919’da Samsun’a getirildi ve milli mücadeleye dâhil edildi. Mustafa Kemal Paşa milli mücadeleyi başlatmadı ancak sahip olduğu şöhret ve rütbesini kullanarak milli mücadele unsurlarının birleştirilmesini ve tek elden yönetilmesini sağladı, bu hareketteki en büyük etkisi de bu oldu.
Kurtuluş Savaşı’nın 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal tarafından başlatıldığı küçüklüğümüzden beri bize ezberletilen bir yalandır. Bu çarpık anlayışının en büyük sebebi resmi tarih yazımının dayandığı “Nutuk”tur. Nutuk, tarihi bir kaynak değil, Mustafa Kemal Paşa’nın kendi seçimlerini savunduğu ve muhaliflerini yerdiği bir propaganda kitabıdır. Recep Tayyip Erdoğan’ın son on yedi yılımızı anlatışı ne kadar tarafsız olabilirse bir siyasetçi olarak Mustafa Kemal Paşa’nın o dönemi anlatışı da ancak o kadar tarafsız olabilir. Meşhur Türk tarihçisi Erik Jan Zurcher Nutuk hakkında şu değerlendirmede bulunuyor: “Nutuk, 1925-1926 yılları arasındaki temizlik hareketinin bir savunmasıdır ve Mustafa Kemal’in Mart 1926’da yayınlanan “hatıralar”ı gibi, Nutuk’un da ana teması aslında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın eski liderlerinin eleştirisidir. Mustafa Kemal eski çalışma arkadaşlarını gözden düşürmeye çalışırken, onları baştan sona tereddüt içerisinde, yeteneksiz ve hain olarak sunar ve kendisini ise hareketi başından itibaren yöneten kişi olarak tanımlar. Nutuk’ta, Mustafa Kemal’in Mayıs 1919’da Anadolu’ya varışıyla başlanıp, ulusal direniş hareketinin önceki aşamasının gözardı edilmesi anlamlıdır. Nutuk, tarihsel gerçeği açıkça başkalaştırarak bağımsızlık mücadelesini Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalarını muhafaza etme mücadelesi olarak değil, yeni bir Türk devleti kurma hareketi olarak sunar.[3]” Peki, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini milli mücadelenin tek lideri olarak göstermesine hiç itiraz gelmemiş midir? Elbette gelmiştir, lâkin o zamanın otoriter rejiminde bunu sesli olarak dile getirmek imkânsızdır. Örneğin, Kazım Karabekir Paşa “İstiklâl Harbimiz” isimli kitabıyla Nutuk’a cevap yazmış ancak bu kitabı o dönemde toplatılıp imha edilmiştir.
Resmi Tarih Yalanı: Türkiye Cumhuriyeti Misak-ı Milli sınırları üzerinde kuruldu.
Resmi tarih Türklerin çoğunlukta olduğu bölgeleri Misak-ı Milli olarak adlandırır, Kurtuluş Savaşı’nın hedefinin bu bölgeleri elde etmek olduğunun altını çizer. Buna hukuki bir destek için de o dönemdeki ABD başkanı Wilson’ın şu ilkesini gösterir: “Her millet çoğunlukta olduğu yeri yönetme hakkına sahiptir.”
Ne var ki haritaya baktığımızda Güneydoğu’daki hemen hemen hiçbir şehirde Türklerin çoğunlukta olmadığını, hatta bu topraklardaki insanların yakın geçmişe kadar Türkçe bile bilmediğini görürüz. Bu bölge eskiden beri Kürdistan olarak adlandırılırdı ve burada tamamen farklı bir kültür ve dil vardı. Bu bölgenin Misak-ı Milli sınırları içinde olmasının mantıklı bir açıklaması yoktur. Sürekli Wilson’un “Her millet çoğunlukta olduğu yeri yönetme hakkına sahiptir.” ilkesini hatırlatarak Kurtuluş Savaşı’nın haklılığını kanıtlamaya çalışan resmi tarih bu ilkeye göre Güneydoğu’da Kürdistan devleti kurulması gerektiğini görmezden gelir. Bu ilkeyi işine gelince kullanırken işine gelmeyince hemen unutur.
Biz kesinlikle Kürdistan’ın kurulmasını istemeyiz; aksine İslam âlemi bölünmesin, daha da birlik olsun isteriz. Ancak resmi tarihin ve Kemalist rejimin Kürt varlığını tamamen görmezden gelen, Kürtleri zorla Türkleştirmeye çalışan bu algı operasyonuna karşıyız. Güneydoğu’yu “Türklerin çoğunlukta olduğu yerler” listesine koymak resmi tarihin Kürtlerin varlığını dahi reddeden kör zihniyetinin tezahürüdür. Bir gün Yunanistan Ege’yi işgal etse ve Ege’deki Türklere “Siz Türk değilsiniz, Yunansınız. Bundan sonra dilinizin hiçbir geçerliliği yok, artık gittiğiniz okullar bile Yunan okulu olmak zorunda ve sadece Yunan tarihini öğreneceksiniz, her gün okula ‘Ne mutlu Yunan’ım diyene’ diyerek başlayacaksınız.” dese bizim tepkimiz nasıl olurdu? Peki, 1923’te Kürdistan topraklarının ortadan bölünüp Türkiye’de kalan kısmında yapılan asimilasyon politikasının bundan ne farkı var?
Resmi Tarih Yalanı: Türkiye’ye demokrasiyi Mustafa Kemal Atatürk getirdi.
Bu yalan resmi tarihin en komik yalanlarından biridir, üzücü bir şekilde birçok cahil insan hâlâ bu yalana inanmaktadır. Bu yalanın ortaya çıkmasındaki en önemli faktörlerden birisi aslında birbirinden bağımsız olan Cumhuriyet ile Demokrasi kavramlarını kar��ştırmaktır. Bugün İngiltere, Hollanda, Danimarka gibi ülkelerde krallık vardır ancak demokrasileri dünyanın hemen hemen bütün devletlerinkinden üstündür; bugün Çin, İran, Kuzey Kore, Suriye gibi ülkelerde de Cumhuriyet vardır ancak bu ülkelerin hiçbirinde demokrasi yoktur.
1923 öncesini ve sonrasını karşılaştırdığımızda çok rahat bir şekilde görürüz ki 1923-1950 arasındaki tek parti dönemi Türk demokrasisi için ilerleme değil, gerileme dönemidir. 2. Meşrutiyet döneminde padişahlık tamamen sembolik ve etkisiz hâle gelmişti. Bu dönemde farklı görüşten gazeteler, dergiler, cemiyetler mevcuttu; hatta 1913 Bab-ı Ali baskınına kadar çok partili seçimler de vardı. Bu dönemde azınlıkların da kendi kanunlarıyla yönetilmek ve kendi okullarında okuyabilmek gibi geniş hakları vardı. 1923-1950 arasındaki dönemde ise muhalefet partileri hayalî bahanelerle zorla kapatıldı, bu dönemde muhalif gazete ve dergi açmak yasaktı, bırakın muhalifi hükümeti destekleyen cemiyet kurmak bile yasaktı (Türk ocakları ve feminist cemiyetler hükümete muhalif olmadıkları halde kapatılmıştır). 1. TBMM son derece karışık ve çeşitliyken 2. TBMM sonrası Meclis’te sadece Kemalistlerin varlığına izin verildi. Bu dönemde azınlıklara asimilasyon politikası uygulandı, Tevhid-i Tedrisat kanunu ile azınlıklar zorla Türk okullarına gönderildi. Bu dönemde hükümete muhalif herkes ya idam edildi, ya hapsedildi, ya da sürgün edildi. Toplumun her şeyini kontrol eden CHP o kadar baskıcı bir hâl almıştı ki Kurtuluş Savaşı’nın kahramanları olan Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy gibi isimleri bile sıkça hedef aldı. Karakol Cemiyeti’ni kurarak İstiklal Harbi’ni başlatan kişiler olan Kara Kemal ve Kara Vasıf 1926’da İzmir suikastı bahanesiyle yargılandı, Kara Kemal hiçbir delile dayanmadan idama mahkûm edildi. Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında demokratik bir Cumhuriyet var mıydı bilemiyoruz, ancak varsa bile bunu hayata geçirmek için samimi bir eylemi olduğunu iddia etmek imkânsız. Şu da var ki Mustafa Kemal Paşa’nın saltanatı kaldırmasındaki amacı iktidarı halka vermek değil, kendisine muhalefet etme ihtimali olan bir hanedanı kaldırıp tek gücü kendisinde toplamaktı. O devirde diğer paşalarca savunulan Meclis Hükümet sisteminin de Mustafa Kemal Paşa tarafından reddedilmesinin sebebi, bu sistemin Meclis’i güçlendirip Mustafa Kemal Paşa’nın yetkilerini kısıtlamasıydı.
Türk tarihindeki pek çok demokrasi hamlesi Batı’nın desteğini kazanmak için yapılmıştır. Islahat fermanı ve 1950’de çok partili hayata geçiş bunun mühim birer örnekleridir. 2. Dünya Savaşı sonrası kurulan yeni dünya düzeninde Batı’ya yanaşmak zorunda kalan Türkiye’nin, NATO merkezli Batı ittifakına katılabilmek için ülkede diktatörlük olduğu imajını yıkması gerekiyordu. İsmet İnönü bu yüzden demokrasiye geçiş kararı aldı. 1950 yılı ile birlikte 1913’ten beri askıya alınan demokrasi Türkiye’ye yeniden gelmiş oldu. Tabi ki de 1950’de birden çok demokratik bir ülke olmadık, ancak toplumun kendi yöneticilerini seçebilmesi bu yolda çok önemli bir adımdı.
Şunu da söylemek gerekir ki günümüzde sürekli demokrasiyi yüceltip terakkiyi tamamen demokrasiye bağlayan zihniyet de bize dayatılan çarpık algı propagandasının ürünüdür. Demokrasi kendi başına iyi bir sistem olmadığı gibi diktatörlük de kendi başına kötü bir sistem değildir, bu sistemleri iyi veya kötü yapan şey uygulanma biçimleridir. Bugün ABD gibi demokrasinin simgesi hâline gelmiş ülkeler bir hayli kötü yönetilmektedir. Rusya ve Çin gibi diktatörlük ile yönetilen ülkeler ise hem büyüme hızı açısından hem de dünya siyasetine yaptıkları etki açısından son yıllarda ABD’ye fark atmışlardır. Şimdi ABD demokrasisinin Rus diktatörlüğünden üstün olduğunu söylemek mümkün müdür? Türkiye tarihinde de özgürlüklerin zirve yaptığı 1970’li yıllar ülkeyi neredeyse iç savaşa sürükleyen sağcı-solcu çatışmasına sebep olmuştur. İttihat Terakki’nin demokrasiyi takip ettiği ilk yıllar olan 1910’lu yılların başı ise birçok farklı milletin bağımsızlık talep etmesine ve imparatorluğun parçalanma eşiğine gelmesine sebep olmuştur. Yani Türkiye’nin demokratikliği ve refahı hiçbir zaman doğru orantılı olmamıştır. Tıpkı bunun gibi Atatürk’ün diktatör olduğu gerçeği de onu daha kötü bir devlet adamı yapmaz. Bu sadece verilere bakılarak yapılmış bir durum tespitidir, bir eleştiri veya hakaret kesinlikle değildir. Atatürk’ün diktatör olması yaptığı inkılapların kötü olduğu manasına da gelmez. Şahsen ben harf inkılabı, hilafetin ilgası, tekke ve zaviyelerin kapatılması gibi pek çok inkılabın haklı sebepleri olduğunu düşünenlerdenim. Lâkin sırf inkılapları insanlara şirin göstermek amacıyla bu inkılapların demokratik/hümanist yollarla yapıldığını iddia etmek doğru ve bilimsel bir yaklaşım değildir.
Tek Parti Döneminde Ekonomi
Atatürk dönemini yüceltmek için dönemin siyasi koşullarının mükemmelliğinin yanında ekonomik koşullarının da mükemmel olduğu iddiası savunulmak zorundaydı. Bu yüzden resmi tarih yazıcılığında Atatürk döneminde Türkiye’nin büyük iktisadi atılımlarla tarım ülkesi olmaktan çıkıp ciddi bir sanayi ülkesi olduğu iddiası dile getirilir. Kimi muhafazakârlar ise buna karşılık İsmet İnönü döneminde ekmeklerin bile karnelerle alındığını hatırlatarak sık sık Kemalist rejimi kötüleme çabasına girmektedir. Bu iki yaklaşım da tarihi hadiselerin tarihsel bağlamlarından kopartılarak ezberletilmiş bilgiler haline gelmesinin vahim bir sonucudur.
Öncelikle şunu dile getirmek gerekir ki Atatürk döneminde bırakın büyük sanayi atılımlar yapmayı, Türkiye’nin sanayileşmesi gerektiği fikri bile CHP içinde tartışmalıydı. O dönemde “köycülük” ideolojisini benimseyen pek çok Kemalist, sanayileşmenin ve şehirleşmenin geleneksel Türk kültürünü bozacağını, Türk kültürünün saf haliyle korunması için Türkiye’nin köylü nüfustan müteşekkil bir tarım devleti olarak kalması gerektiğini savunuyordu. Bu tarz ideolojilerin de katkısıyla Türkiye’nin sanayileşmesi ve şehirleşmesi Batılı devletlere nazaran bir hayli geç oldu. Atatürk döneminde açılan birkaç ufak fabrika olsa da Türkiye o dönemde ciddi bir sanayi atılımı yapamadı. Zaten o dönemde Türkiye’nin büyük çapta bir sanayi devrimi yapacak ne bir birikimi ne de nüfusu vardı (Unutmayın ki Türkiye’nin en zeki ve eğitimli insanları Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmüşlerdi, kalan nüfus çoğunlukla vasıfsız ve eğitimsizdi.)
Buna rağmen Atatürk döneminde nispeten yüksek bir ekonomik büyüme görüldüğü ve 1939 yılında kişi başına düşen milli gelirin 1914 (savaş öncesi) seviyesine ulaştığı doğrudur. Ne var ki bunun temel sebebi Atatürk’ün politikalarının başarısı değildir, bu eğilim savaştan yeni çıkan bütün devletlerde vardır. İktisadi büyümeyi açıklayan Solow büyüme modeline göre bir ülkede yaşanan ani maddi kayıplardan sonra ülkenin ekonomik büyüme seviyesi hızla artar ve kendiliğinden ani kayıp öncesindeki seviyeye ulaşır. Solow büyüme modelini detaylı şekilde açıklamak burada mümkün değilse de bunu çok basit bir şekilde kafanızda canlandırabilirsiniz: Diyelim ki bir yerde toplam 10 işçi ve 10 makine var, işçiler birer makine kullanarak üretim yapıyorlar. Buraya yeni bir makine almak üretimi pek fazla arttırmaz, zira yeni gelen makineyi kullanacak sayıda işçi yoktur, mevcut işçiler zaten kendi makineleriyle meşguldürler. Diyelim ki makine sayısı bir deprem sonucu aniden 5’e düştü, yani 10 işçi 5 makineyi kullanmak zorunda kaldı. Bu durumda yeni bir makine almak üretimi ciddi miktarda arttıracaktır çünkü yeni makineyi kullanacak sayıda işçi vardır. Yeni makine satın almak bu durumda kârlı ve verimli olduğu için satın alınan her yeni makine bir yeni makine daha satın almayı sağlayacak kadar büyük bir kâr getirir. Makine sayısı bu şekilde yavaş yavaş artarak 10’a ulaşır, yani eski seviyesine gelmiş olur. Türkiye’nin 1. Dünya Savaşı sonrasında yaşadığı durum da böyledir; savaşın yarattığı ani mali kayıp, savaş sonrasında büyüme hızının artmasını ve zamanla savaş öncesi dönemin seviyesine ulaşmasını beraberinde getirmiştir. Bu eğilim savaştan çıkan bütün devletlerde mevcuttur. Mesela Almanya mağlup olduğu iki dünya savaşından sonra da hızlı bir büyüme yakalamış ve kısa sürede eski gücüne ulaşmıştır. Japonya da 2. Dünya Savaşında iki tane atom bombası yiyerek mağlup olduğu hâlde bugün dünyanın en büyük ekonomilerinden birisine sahiptir.
1939 yılından sonra ise Türk ekonomisi hızlı bir şekilde düşüşe geçti, fakirlik arttı ve kaynakların tükenmemesi için mecburen karne uygulaması gibi kısıtlayıcı politikalara başvuruldu. Bunun sebebi de İsmet İnönü’nün beceriksizliği değil, Türkiye’nin maruz kaldığı 2. Dünya Savaşı tehlikesiydi. 2. Dünya Savaşı esnasında seferberlik ilân etmek durumunda kalan Türkiye, çalışan nüfusun büyük bir kısmını askere alınca üretim büyük ölçüde düştü, kıtlık başladı. Burada önemli olan nokta şudur ki Türkiye’yi 1923-1938 yılları arasında İsmet İnönü yönetseydi de Türkiye benzer şekilde büyürdü ve Türkiye’yi 1938-1945 arasında Atatürk yönetseydi de Türkiye benzer şekilde küçülürdü. Burada önemli olan kişiler değil, ülkenin içinde bulunduğu şartlardır. Farklı dönemleri içinde bulunduğu şartlardan soyutlayıp birbirleriyle karşılaştırmaya çalışmak ancak ahmak bir insanın yapabileceği bir hatadır.
Tarihimizi Dramatize Etmek
Tarih anlatımımızda yakın tarihimizdeki savaşlara dair çok sayıda yalan ve abartı mevcuttur. Örneğin Çanakkale Savaşı’nda ordumuzun yiyecek yemek bulamadığı ve kuru ekmek-hoşaf ikilisiyle beslendiği anlatılır. Hâlbuki Çanakkale Savaşı’nda yemeğin geç gelmesi gibi istisnai ufak durumlar dışında ordumuz gayet iyi beslenmiş ve besin sıkıntısı çekmemiştir. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu kendi askerini besleyemeyecek kadar aciz bir devlet değildir, resmi tarih yazıcıları askeri başarılarımızı yüceltmek isterken aslında kendi devletimizi aciz göstermiş oluyorlar. Yine bilhassa İstiklâl Harbi ile alakalı askerlerimizin silahı olmadığını, silahsızlıktan taşlarla ve baltalarla savaştıklarını mekteplerimizde çok kez işitmişizdir. Bu da doğru değildir çünkü Mondros Mütarekesi akabinde Türk ordusunun terhis olmasına Karakol Cemiyeti büyük oranda izin vermemiş ve ordunun silahlarını Ankara’ya kaçırmıştır. Türk ordusunun İstiklâl Harbinde yeterince silahı vardı. Bu harplerde istisnai durumlarda birkaç elim hadise yaşanmış olabilir, lâkin bu istisnai hadislere bakarak umumu böyle zannetmek tarihe hastalıklı bakmak demektir. Bu savaşlar müdafaa savaşları olduğundan ve Türkiye topraklarında yapıldıklarından dolayı askere erzak ve silah sağlamak bizim için daha kolaydı, burada daha ziyade zorluğu anavatanlarından uzakta savaşan düşman askerler çekmiştir çünkü anavatanlarından kendilerine erzak ve mühimmat ulaşması pek zor olmuştur. Bütün bunları söylememiz kesinlikle askeri başarılarımızı ve askerlerimizin fedakârlıklarını küçümsediğimiz anlamına gelmesin, bizim niyetimiz daha makul ve gerçekçi bir tarih anlatısıyla tarihe daha sağlıklı bakabilen insanlar yetiştirmektir.
[1] “World War 1 Casualties As A Percentage of Pre-War Population.” Brilliant Maps, 14 June 2015, brilliantmaps.com/ww1-casualties/.
[2] Baş, Mehmet Fatih. “War Losses (Ottoman Empire/Middle East).” 1914-1918-Online. International Encyclopedia of the First World War, 20 Nov. 2017, nzhistory.govt.nz/war/ottoman-empire-facts.
[3] Gönen Yasemin Saner, translator. “Bir Dönemin Sonu: Nutuk.” Modernleşen Türkiye'nin Tarihi = Turkey, a Modern History, by Zürcher Erik Jan., İletişim, 2004, p. 259.
0 notes
kamuilanlari · 2 months
Text
Devlet Memurlarına Tarihi Zam: Türk Parasıyla 80 Bin Lira!
Devlet Memurlarına Tarihi Zam: Türk Parasıyla 80 Bin Lira! Devlet Memurlarına Tarihi Zam: %8,5 Artış ve 2.300 Euro Tek Seferlik Ödeme 1 Temmuz 2024 tarihinden itibaren geçerli olacak olan yeni toplu iş sözleşmesine göre, memurlar maaşlarında %8,5 oranında bir artış ve aylık 50 Euro ek ödeme alacaklar. Bu artış, memurların ekonomik refahını desteklemek ve enflasyonun etkilerini hafifletmek amacıyla yapılıyor.Hollanda Hükümeti ve sendi... Devamı ve Detaylar için https://www.kamuweb.com/kamu-haberleri/devlet-memurlarina-tarihi-zam-turk-parasiyla-80-bin-lira.html?feed_id=66252 memur alımı kamu personel alımı
0 notes
onderkaracay · 25 days
Text
Tumblr media
🎯 DÖRT GEMİ, DÖRT BÜYÜK TÜRK DESTANI 🎯
TÜRK'ÜN, ANADOLU'NUN VE İNSANLIĞIN KADERİ GEMİLERLE DEĞİŞİYOR.
Bir büyük insan düşünün Anadolu'yu su basacak diyor
İnananı gemiye doluyor, inanmayanı sularda boğuluyor
Nuh tufanı böyle efsane oluyor
Bir büyük sultan düşünün
Gemileri karadan yürütüyor
Tarihin, insanlığın ve İstanbul'un kaderi değişiyor
O küçük çocuk tarihe sığmayan Fatih Sultan Mehmet oluyor
Bir adam düşünün; yüreğinde vatan, bir gemi düşünün içi dolu adam.
Tam bağımsızlık diyor
Teslim olmam, vatanı teslim etmem diyor
Koca Türk ulusu peşine takıyor
Altı asırlık esaret ve zulümden kurtarıyor
İşgalcilere teslim bayrağı açan padişahı dinlemiyor
Teslimiyetçi ve işbirlikçi mandacılara karşı ilk itaatsizlik bayrağını 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun'da açıyor
Ve Anadolu'ya geçiyor
Tarihin en büyük ulusunun makus talihini yeniyor ve Atatürk oluyor
Türkler o zaman biz olma bikincine varıyor
Ne zaman ki o büyük dahi yaşama veda ediyor
Yeri bir türlü dolmuyor
Anadolu'ya din, siyaset ve sermaye adı altında yeniden başka bir zulüm doluyor
Gün geliyor bir çocuk daha 19 Mayıs günü doğuyor
Küçük yaşta ilk yarasını bu zulümden alıyor
Hiç kimse ile paylaşmadan bu yarayı açan o silahın arkasında kim varsa onu bulacağım ve hesabını soracağım diyor
Bütün yaşamını bu zulüm nasıl bitirilir düşüncesi ve mücadelesi ile geçiriyor
Kaleyi içten yıkmak için o zulmün arkasında olan bir niyetin içine sızarak bilgi ve belge toplayarak o büyük güne hazırlanıyor
İlk yarayı büyüyen 12 Eylül 1980 gününün bir başka benzeri 12 Eylül 2012 tarihinde düşmanın kendi ayaklarına kurşunu sıktırıyor
Aynı ataları gibi gemisini yaparak mücadeleye koyuluyor
Susuz şer denizinde gemisini yüzdürüyor zalimlere mahşeri yaşatıyor zalimlerden birinin ibretin maddi delili olarak canının alındığına geriye kalan tüm zalimlerin ve onlara tapanların yaratanın gazabı ile kalpleri kömür gibi oluyor ve kalp karası sürülerek yaşattıklarını yaşasınlar diye canlı ölülere döndürüldüklerini görüyor
Bu ibret sonrası ne kadar fitne, fedat, bölücülük adına faaliyet gösteren araç ve niyet varsa tarih olduğunu insanlığın aslında sadece iki tarafı olduğunu yeryüzüne insanlık bir sır ile geldi diyerek hatırlatıyor
Bugün ikiye bölünmüş insanlığın bir kısmı negatif şeytani tarafı diğer tarafı insani tarafı savunmak için savaşını veriyor
Kitlenin kütleye, cehalete ve ihanet boyutunda maddi gücüne insanlığa ve yurduna saldırısına sırrın verdiği kudret gücü ile bir Türk dünyaya bedelin ispatı olarak yürek meydanına çıkarak adeta meydan okuyor
Zulüm boş durur mu?
Türk'e karşı kazanacağını sanarak Türkleri kuşatmak adına bütün dünyayı 21 Aralık 2025-21 Ocak 2016 tarihinden sonra ibret anlaşılır anlaşılmaz telaşa kapılıyor ve dünyada ne yaşanıyor ise bu ibret ile bağlantılı olduğunu onun dışında kimse anlamıyor
Sabır ile insanlığın yıllarca yaşam pahalılığı ve her türlü zulüm uygulanarak Anadolu'da Türklüğü yok etme niyeti karşısında toplumun sorumsuzluğunu üzülerek seyrediyor
Ne zaman ki Anayasa ile son darbeyi vurmaya kalkıyorlar beyin savaşları komutanının taktiklerini uygulayarak yeniden ibreti idrak ettirmek için sahneye çıkıyor zulmün şirazesini iyice bozuyor
İnsanlığını kaybetmemiş her insanın yüreğinde sevgi ve devrim tohumu yüklendiğini yıllardır gönül kongreleri yaparak hatırlatıyor çaresizliğin pençesinde kalan insanlığı yavaş yavaş uyandırıyor
Biz insanlığa karşıyız diyemeyen zulmü adeta bir kez daha felç ediyor
Her saldırıyı bertaraf edecek bir ilahi sır ile donatıldını ve düşmanı düşünce gücü ile püskürtüyor
İnsanlık fikrinin yerine kim veya hangi zalim zulüm dışında ne koyabilir ki?
Nasıl haklı çıkıp kazanabilir ki
Elli yıllık yaşam mücadelesi ile beşyüz yıl yaşında olan tefeci zulüm kapitalizmi düşünce gemisi kitabı ile yıkıyor
Kitabını zaten yazarken sırrı ona Mustafa Kemal Atatürk'ün yazdığı Nutuk kitabının devamı olduğunu yaz diyor o da yazıyor
Zulüm* ilk çıktığı adrese geri döner başlatanı bitirir diye yaz diyor o da yazıyor
19 Mayıs 2015 tarihinde
Bir gemi daha kalkacak Anadolu'dan**
Yerini bir yaratanın bir de Türklerin bildiği yerden diye yaz diyor, yazıyor
"Gönülden kopan bir derya bu
Mahşer denizine*** döndüğünde; kurtulanlar da olacak, alabora olup boğulanlar da.
Sular duruldugunda bir gemi daha çoktan kalmış olacak sağ kalanlarla!"
Bütün bunları tek başına nasıl yaptım;
Atalarımın neler yaptığını ilk önce çok iyi öğrendim.
İlmi sırrın iki kaynağı var biri düşünce ikincisi ona layık olacak ahlak.
Bu ikisine hiç ödün vermeden sahip çıktım.
Kimseyi satmadım kimseye satılmadım.
Anlamak ve sahip çıkmak adına sorumlu bir yurttaş olmam gerektiği ilkesinden hiç taviz vermedim.
Korku nedir bilmem, tehdit nedir tanımam. Çünkü Türk'üm ben dedim.
Mustafa Kemal ve Türk ulusunun o eşsiz mücadelesi unutulamaz unutturulamaz dedim.
Yetmiş beş yıldır bu uğurda yaşamını kaybeden insanlardan utanarak nasıl mücadele vermem dedim.
Deniz Gezmiş'in mücadelesi yarım kalamaz dedim.
Ne mutlu Türküm diyene, ne mutlu o kutlu mücadeleyi anlayana, ne mutlu Atatürk benim diyebilene.
Bugün benim senin, insanlığın Türk'ün doğum günüm, bugün doğum günün.
Tüm Türklere ve insanlığın yanında duranlara kutlu olsun.
Dört gemi, dört Türk asırlar geçiyor Anadolu'nun kaderini değiştirecek iradeyi gemiler ile ortaya koyuyor ve insanlığı Anadolu'ya yeniden getiriyor.
Şeytana uymuş gafil burada sır nerede diyor.
Kim demiş Türkler denizci değil diye.
Önder Karaçay
* Mobbing Bank kitabının ilk satırları
** Mobbing Bank kitabı sayfa 331
*** Mobbing Bank kitabı sayfa 23
5 notes · View notes
kamuweb · 2 months
Text
Devlet Memurlarına Tarihi Zam: Türk Parasıyla 80 Bin Lira!
Devlet Memurlarına Tarihi Zam: Türk Parasıyla 80 Bin Lira! Devlet Memurlarına Tarihi Zam: %8,5 Artış ve 2.300 Euro Tek Seferlik Ödeme 1 Temmuz 2024 tarihinden itibaren geçerli olacak olan yeni toplu iş sözleşmesine göre, memurlar maaşlarında %8,5 oranında bir artış ve aylık 50 Euro ek ödeme alacaklar. Bu artış, memurların ekonomik refahını desteklemek ve enflasyonun etkilerini hafifletmek amacıyla yapılıyor.Hollanda Hükümeti ve sendi... Devamı ve Detaylar için https://www.kamuweb.com/kamu-haberleri/devlet-memurlarina-tarihi-zam-turk-parasiyla-80-bin-lira.html?feed_id=66251 memur alımı kamu personel alımı
0 notes
tripuck · 3 months
Link
0 notes
sonbilgiler · 3 months
Text
Serpme Kahvaltının İncisi: Bursa'nın Tadı
Türkiye'nin zengin kültürel mirası içerisinde kahvaltı kültürü önemli bir yer tutar. Ülkemizin her bir yöresinde farklı lezzetler ve geleneksel tatlar bulunur. Bu noktada, Bursa kahvaltısı da özel bir yere sahiptir. Bursa'nın benzersiz lezzetleriyle dolu kahvaltıları, yerli halk ve ziyaretçiler arasında büyük bir popülerlik kazanmıştır.
Bursa kahvaltısının en ısrarla tavsiye edilen versiyonu ise serpme kahvaltıdır. Bursa serpme kahvaltı, adını taze, çeşitli ve bol miktarda sunulan yiyeceklerin masaya serpilmesinden alır. Kahvaltılık peynirler, zeytinler, reçeller, tereyağı, bal, domates, salatalık gibi malzemelerin yanı sıra, yöresel lezzetler olan İnegöl köftesi, pideli köfte, su böreği gibi özel yiyecekler de serpme kahvaltıda yerini alır. Her biri özenle hazırlanan bu lezzetler, misafirlere doyumsuz bir deneyim sunar.
Bursa kahvaltısı, sadece yemek değil aynı zamanda bir sosyal etkileşim ortamı da sunar. Aileler, arkadaş grupları veya turistler, keyifli bir sohbet eşliğinde bu zengin kahvaltıyı paylaşırken birbirleriyle bağ kurarlar. Bursa'nın tarihi ve kültürel dokusunu hissetmek isteyen herkes için, serpme kahvaltı deneyimi kaçırılmaması gereken bir aktivitedir.
Bursa kahvaltısı, sadece yerel halk tarafından değil aynı zamanda şehri ziyaret eden turistler tarafından da ilgi görür. Hem lezzetli yiyecekler hem de benzersiz bir kültürel deneyim sunmasıyla, Bursa kahvaltısı kent turizminde önemli bir rol oynar. Zengin tarihinden ve doğal güzelliklerinden beslenen Bursa kahvaltısı, bu kadim şehrin ruhunu yansıtan bir gastronomi deneyimidir.
Bursa kahvaltısı ve özellikle serpme kahvaltı, Türk mutfağının çeşitlilik ve zenginlik açısından önemli bir parçasıdır. Bu lezzet dolu kahvaltı deneyimi, hem yerel halka hem de ziyaretçilere unutulmaz anlar yaşatır. Bursa'yı keşfederken, mutlaka bu eşsiz kahvaltıları denemenizi öneririm.
0 notes
mustafakemalbatur · 3 months
Text
KKDF İADESİ HAKKINDA KARAR. İADE EMSAL KARARI
İlgili karar ihracat işlemi için yurtdışından gelen ödemenin daha sonra çeşitli nedenlerle ihracatın yapılamaması ve ardından iade edilmesine yönelik verilen emsal nitelikte çok önemli bir karardır. KKDF kesintisinin usulsuz, haksız olarak yapılmış olmasına yönelik kesinleşmiş önemli bir karardır. İdare mahkemesinden alınan karar ve KKDF kesintisi nedeniyle istinaf aşamasında alınan emsal karara aşağıda ulaşabilirsiniz.
İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
DAVACI                            :
VEKİLİ                               : AV. MUSTAFA KEMAL BATUR
DAVALI                               : BÜYÜK MÜKELLEFLER VERGİ DAİRESİ BAŞKANLIĞI
VEKİLİ                               :
                                              Büyük Mükellefler Vergi Dairesi Başkanlığı – Barbaros Mahallesi Ardıç Sokak No:10 Ataşehir/İSTANBUL
DAVANIN ÖZETİ              : Davacı şirket tarafından, xx.xx.xx tarihinde haksız olarak kesildiği ileri sürülen xxx.xxx.xxx-TL KKDF bedelinin iadesi talebinin reddine ilişkin xx.xx.xxxx günlü, xx sayılı işlemin; hukuka aykırı olduğu iddia edilerek iptali ile kesilen xxx.xxx.xxxx-TL’nin davacıya ödenmesine karar verilmesi istenilmektedir.
SAVUNMANIN ÖZETİ     : Yapılan işlemde hukuka ve mevzuata aykırılık bulunmadığı belirtilerek davanın reddine karar verilmesi gerektiği savunulmaktadır.
TÜRK MİLLETİ ADINA
Karar veren İstanbul x. İdare Mahkemesi’nce duruşma için önceden belirlenerek taraflara tebliğ edilen xx.xx.xxxx günü saat 10:00’da davacı şirket vekili Av. Tuğçe Hacer Aslan ‘nın ve davalı idare vekili  ‘ın geldiği görülerek duruşma açılıp gelen taraf vekillerine usulüne göre söz verildi, duruşma bitirildikten sonra dava dosyası incelendi, işin gereği görüşüldü:
Dava, davacı şirket tarafından, xx.xx.xxxx tarihinde kesilen xxx.xxx.xxxx-TL KKDF bedelinin iadesi talebinin reddine ilişkin xx.xx.xxxxgünlü, xx sayılı işlemin iptali ile kesilen xxx.xxx.xxx-TL’nin davacıya ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılmıştır.
12.5.1988 tarih ve 88/12944 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi’nin 1. maddesinde; kalkınma planı ve yıllık programlarda öngörülen hedeflere uygun olarak yatırımların yönlendirilebilmesi ve ihtisas kredilerinde kredi maliyetlerinin düşürülmesi amacıyla 1211 sayılı Kanun’un 3098 sayılı Kanun’la değişik 40. maddesinin II-(b) ve (c) fıkralarına dayanılarak Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası nezdinde “Kaynak Kullanımı Destekleme Fonu” kurulması hükme bağlanmış; 2. maddesinde, teşviki öngörülen yatırımlar ile ihtisas kredilerinin bu Kararın kapsamında bulunduğu belirtilmiş; 3. maddesinde, Fonun kaynakları ile Fona yapılacak kesinti oranlarına yer verilmiş; 4. maddesinde de Fona kesinti yapılmayacak krediler açıklanmıştır.
              Yukarıda yer alan Kararnameye dayanılarak Fona yapılacak kesintiler ile bu Fondan ihtisas kredilerine ödenecek primlerin oranı uygulamaya ilişkin esas ve usullerini belirlemek amacıyla çıkarılan 6 sıra no.lu Tebliğ’de, Kararname’ye paralel düzenlemelere yer verilerek, 2. maddesi uyarınca da bankalar ve finansman şirketleri dışında Türkiye’de yerleşik kişilerin yurtdışından sağladıkları kredilerden % 3 oranında fon kesintisi yapılacağı hükme bağlanmıştır.
4389 sayılı Bankalar Kanunu’nun, Bakanlar Kurulunun kredilerin kalkınma planlarının amaçlarına uygun olarak yönlendirilmesi için fon kurmaya, kaldırmaya, kaynağını kredilere tahakkuk ettirilen faizlerden veya sair suretlerle sağlamaya yetkili olduğuna ilişkin 20. maddesinin 1 numaralı fıkrasının (b) bendi, 3.7.2001 tarih ve 24451 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 4684 sayılı Kanun’un 16. maddesinin (e) bendi ile 1.1.2002 tarihinden itibaren yürürlükten kaldırılmış, aynı Yasanın Geçici 3. maddesinin (d) bendinde ise, Kaynak Kullanımı Destekleme Fonu kesintilerinin, bu konuda yeni birdüzenleme yapılıncaya kadar yürürlükten kaldırılan hükümlere göre tahsil edilmeye devam olunacağı ve doğrudan bütçeye gelir yazılmak üzere hesaplarına intikal ettirileceği, kesinti oranlarını sıfıra kadar indirmeye ve onbeş puana kadar yükseltmeye ve tümüyle kaldırmaya Bakanlar Kurulunun yetkili olduğu kuralına yer verilmiştir.
Dosyanın incelenmesinden; xx.xx.xxxx tarihinde davacı şirket ile xx. S.A. tarafından sözleşmeye istinaden davacı şirketin Türkiye İş Bankası A.Ş. xx Şubesinde bulunan hesabına xxx.xxx.xxx USD ödeme bedeli gönderildiği, sözleşmenin şartları yerine getirilemediğinden sona erdirilmesi üzerine ihracatın gerçekleştirilemediği, davacı şirket tarafından peşin ödeme bedelinin geri gönderilmesi aşamasında söz konusu bedelin yurtdışından sağlanan kredi olarak nitelendirilmesi suretiyle Türkiye İş Bankası A.Ş. xx Şubesi tarafından %3 oranındaKKDF kesinti bildirimi ile tahakkuk ettirilerek davalı idareye ödendiği, davacı şirket tarafından, sözleşmenin sona erdirilmesi nedeniyle iade edilen ve hiçbir işlem görmeyen bedelin kredi olarak nitelendirilmesi ve buna bağlı olarak KKDF kesintisi yapılmasının hukuka aykırı olduğu belirtilerek iptali ile KKDF bedeli olarak kesilen xxx.xxx.xxxTL’nin iadesine karar verilmesi istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Dava konusu olayda; KKDF kesintisi yapılmasına neden olan olayın, davacı şirket ile xx  S.A.arasında sözleşme şartlarının birtakım nedenlerle yerine getirilememesi nedeniyle sona erdirilen ve bu nedenle davacı şirket tarafından peşin ödeme bedelinin yurtdışına iade edilmesinden kaynaklandığı görülmektedir.
Bu durumda yukarıda yer verilen mevzuat hükümleri ve tarafların dosyaya sunmuş olduğu belge ve bilgilerin birlikte değerlendirilmesinden; dava konusu KKDF kesintisinin, davacı şirketin xx S.A. ile akdettiği ancak birtakım nedenlerle sona erdirilerek iade edilen peşin ödeme bedeli üzerinden gerçekleştirildiği dolayısıyla davacı şirket tarafından yurtdışından sağlanan bir kredinin söz konusu olmadığı, davacı şirket tarafından iade edilen bedelin fon kaynağı olarak “yurtdışından sağlanan kredi” şeklinde nitelendirilmesinin ve bu nitelendirmeye dayanılarak iade bedelinden KKDF tahsil edilmesinin hukuka aykırı olduğu sonucuna varılmıştır.
Öte yandan, Anayasanın 125. maddesi ile düzenlenen, idarelerin her türlü işlem ve eylemlerinden doğan zararları tazminle yükümlü olduklarına yönelik kural uyarınca, yapılan yargılama ile hukuka aykırılığı saptanan işlem nedeniyle davacının mahrum kaldığı parasal haklarının davalı idare tarafından davacıya ödenmesi gerekmektedir.
Açıklanan nedenlerle; dava konusu işlemin iptaline, davacının tazmin talebinin kabulü ile, xxx.xxx.xxx-TL’nin davalı idarece davacıya ödenmesine, aşağıda dökümü yapılan xxxxxxxTL yargılama gideri ile Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca duruşmalı işler için belirlenen xxxxxxx-TL vekalet ücretinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine, artan posta ücreti avansının kararın kesinleşmesinden sonra davacıya iadesine, kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren 30 gün içerisinde İstanbul Bölge İdare Mahkemesi nezdinde istinaf yolu açık olmak üzere, xx.xx.xxxx tarihinde karar verildi.
KESİN KARAR İSTİNAF
İstinaf Yoluna Başvuran (Davalı)    : Büyük Mükellefler Vergi Dairesi Başkanlığı
Vekili                                                   :
Karşı Taraf (Davacı)                         :
Vekili                                                   : Av. Mustafa Kemal Batur
İstemin Özeti                                       : Davacı şirket tarafından, xx.xx.xxxx tarihinde haksız olarak kesildiği ileri sürülen xxx.xxx.xxx-TL KKDF bedelinin iadesi talebinin reddine ilişkin xx.xx.xxxx günlü, xx sayılı işlemin hukuka aykırı olduğu iddia edilerek iptali ile kesilen xxx.xxx.xxx TL’nin davacıya ödenmesi istemiyle açılan davada; mevzuat hükümleri ve tarafların dosyaya sunmuş olduğu belge ve bilgilerin birlikte değerlendirilmesinden; dava konusu KKDF kesintisinin, davacı şirketin xx S.A. ile akdettiği ancak birtakım nedenlerle sona erdirilerek iade edilen peşin ödeme bedeli üzerinden gerçekleştirildiği dolayısıyladavacı şirket tarafından yurtdışından sağlanan bir kredinin söz konusu olmadığı, davacı şirket tarafından iade edilen bedelin fon kaynağı olarak “yurtdışından sağlanan kredi” şeklinde nitelendirilmesinin ve bu nitelendirmeye dayanılarak iade bedelinden KKDF tahsil edilmesinin hukuka aykırı olduğu öte yandan, Anayasanın 125. maddesi ile düzenlenen, idarelerin her türlü işlem ve eylemlerinden doğan zararları tazminle yükümlü olduklarına yönelik kural uyarınca, yapılan yargılama ile hukuka aykırılığı saptanan işlem nedeniyle davacının mahrum kaldığı parasal haklarının davalı idare tarafından davacıya ödenmesi gerekmektedir.” gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline, davanın davanın kabulüne ilişkin İstanbul x. İdare Mahkemesi Hakimliğince verilen xx.xx.xxxx tarih veE: 202x/xxxx, K: 202x/xxxx sayılı kararın, KKDF kesintisinin mevzuata uygun olduğu davacının dilekçede belirtilen hususlarla ilgili idareye yaptığı herhangi bir başvurusunun bulunmadığı iddialarıyla kaldırılması ve işin esası hakkında yeniden karar verilmesi davalı idare tarafından istenilmektedir.
Savunmanın Özeti                              : Kararın hukuka uygun olduğu, istinaf başvurusunun reddi gerektiği savunulmaktadır.
TÜRKMİLLETİADINA
Karar veren İstanbul Bölge İdare Mahkemesi xx İdari Dava Dairesince gereği görüşüldü:
07.06.1988 tarih ve 19835 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 12.05.1988 tarih ve 88/12944 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının amaç başlıklı 1 inci maddesinde ” Kalkınma planı ve yıllık programlarda öngörülen hedeflere uygun olarak yatırımların yönlendirilebilmesi ve ihtisas kredilerinde kredi maliyetlerinin düşürülmesi amacıyla 1211 sayılı Kanunun 3098 sayılı Kanunla değişik 40 ıncı madde II-b, c fıkralarına dayanılarak Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası nezdinde ‘Kaynak Kullanımı Destekleme Fonu’ kurulmuştur.” düzenlemesi yapılmış, 20.06.2001 tarih ve 4684 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun Geçici 3 üncü maddesinin (a) bendinde “Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu kesintileri, bu konuda yeni bir düzenleme yapılıncaya kadar yürürlükten kaldırılan hükümlere göre tahsil edilmeye devam olunur ve doğrudan genel bütçeye gelir yazılmak üzere Hazine hesaplarına intikal ettirilir. Kesinti oranlarını sıfıra kadar indirmeye veya onbeş puana kadar yükseltmeye veya kesintiyi tümüyle kaldırmaya Bakanlar Kurulu yetkilidir. Bu kesintiler vergi kanunlarındaki tahakkuk ve tahsilat hükümlerine göre takip edilir. Kaynak Kullanımını Destekleme Fonundan ihtisas kredilerine ödenmesi gereken destekleme primleri nedeniyle bankalara ödenmemiş birikmiş borçlar, Hazinenin görev zararı borcu olarak kabul edilir ve bu borçların tasfiyesine ilişkin hükümler çerçevesinde işlem yapılır.” hükmüne yer verilmiştir.
01/01/2013 tarih ve 28515 sayılı Resmi Gazete’de 02/01/2013 tarihinden itibarenkullanılacak kredilere uygulanmak üzere yayımlanan 2012/4116 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile bankalar ve finansman şirketleri dışında Türkiye’de yerleşik kişilerin yurt dışından sağladıkları döviz ve altın kredilerinde KKDF kesintisi oranı; ortalama vadesi bir yıla kadar olanlarda %3, ortalama vadesi 1 yıl (1 yıl dahil) ile 2 yıl arasında olanlarda %1, ortalama vadesi 2 yıl (2 yıl dahil) ile 3 yıl arasında olanlarda %0,5, ortalama vadesi 3 yıl (3 yıl dahil) ve üzerinde olanlarda %0 olarak belirlenmiştir.
07/06/1988 tarih ve 19835 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 88/12944 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı eki “Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu Hakkında Karar“ın “Müeyyide Uygulaması” başlığını taşıyan 8. maddesi, 96/9006 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının 5. maddesi ile yeniden düzenlenmiş ve “Müeyyide uygulaması ile ilgili olarak,
a) Zamanında ve tam olarak yatırılmayan fon kesintileri ile fon kesintisi indirimi uygulanan kredilerde, vergi, resim ve harç istisnası uygulaması paralelinde, ihracatın veya taahhüdün gerçekleşmemesi veya ihracat veya taahhüdün kısmen gerçekleşmesi durumunda indirimli uygulanan fon kesintileri tama iblağ edilir ve tahsili gereken fon kesintileri bankalar, özel finans kurumları veya finansman şirketlerinden, …
Fon’a yatırılması gereken, fon kesintisi istisnasının uygulandığı, destekleme priminin ödendiği tarihler ile Fon’a yatırıldığı tarih arasında geçen süre için ve bu sürede yürürlükte bulunan cezai faiz oranları üzerinden hesaplanacak cezai faizi ile birlikte geri alınır.
d) Fon kesintisi indirimi uygulanan ithalat işlemlerinde, vergi, resim ve harç istisnası uygulaması paralelinde ihracatın veya taahhüdün gerçekleşmemesi veya ihracat ve taahhüdün kısmen gerçekleşmesi durumunda indirimli uygulanan fon kesintileri tama iblağ edilir ve tahsili gereken fon kesintileri, fon kesintisi istisnasının uygulandığı tarih ile tahsil edildiği tarih arasında geçen süre için ve bu sürede yürürlükte bulunan cezai faiz oranları üzerinden hesaplanacak cezai faizi ile birlikte gümrük idarelerince firmalardan tahsil edilir.
İlgili idarelerin maddi hata veya hatalı yorumu sonucu ödenen destekleme primlerinin geri alınmasında cezai faiz tahsil edilmez. Para-Kredi ve Koordinasyon Kurulu’nca yapılacak incelemeler sonucunda ihracat ve taahhüdü mücbir sebep halleri nedeniyle gerçekleşmediğine karar verilen kredilere ait fon kesintileri alınmaz.
Bu madde esaslarına göre Fon’a yatırılacak tutarların ve bunlara tahakkuk ettirilecek cezai faizlerin tahsilinde 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümleri uygulanır.” hükmüne yer verilmiştir. Cezai faiz oranı, 04/11/2000 tarih ve 24220 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 28/09/2000 tarih ve 2000/1387 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yeniden kanuni faiz oranının iki katı olarak belirlenmiştir.
12/05/1988 tarih ve 88/12944 sayılı Kaynak Kullanımını Destekleme Fonu Hakkında 6 nolu Tebliğ‘in 2. maddesinde de aynı yönde düzenlemeler yer almıştır
Dosyanın incelenmesinden; davacı şirket ile x Amerikada faaliyet gösteren xx S.A.arasında xxxxxxxx adlı ürünün ihracı için xx.xx.xxxx tarihinde sözleşme yapıldığı, bu şirket tarafından xx.xx.xxxx tarihinde ürün bedeli olarak xxx.xxx.xxx USD ödeme bedelini davacı şirketin İşbankası xx Şubesinde bulunan hesabına yatırıldığı, bu dönemde Covit-19 pandemisi nedeniyle xx.xx.xxxx tarihli ve xx sayılı Resmi Gazetede yayımlanan İhracı Kayda Bağlı Mallara İlişkin Tebliğ ile Hidrojen Peroksit ihracatının yasaklandığı, bu Tebliğin ilanı üzerine davacı şirketin ihracatın gerçekleşeceği şirket ile yazışma yapılarak xxxxxxxx ihracatının yasaklandığı ve sonrasında ise üretiminin sağlanamadığının bildirildiği, xx S.A’nın bedelin iadesini talep etmesi üzerine xx.xx.xxxx tarihinde bu bedelin iade edildiği, peşin ödeme bedelinin geri gönderilmesi aşamasında söz konusu bedelin yurtdışından sağlanan kredi olarak nitelendirilmesi suretiyle Türkiye İş Bankası A.Ş. xx Şubesi tarafından %3 oranındaKKDF kesinti bildirimi ile tahakkuk ettirilerek davalı idareye ödendiği, davacı şirket tarafından, sözleşmenin sona erdirilmesi nedeniyle iade edilen ve hiçbir işlem görmeyen bedelin kredi olarak nitelendirilmesi ve buna bağlı olarak KKDF kesintisi yapılmasının hukuka aykırı olduğu belirtilerek KKDF bedelinin iadesi istemiyle yapılan başvurunun reddine ilişkin işlemin iptali ile KKDF bedeli olarak kesilen xxx.xxx.xxx-TL’nin iadesine karar verilmesi istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Davacı şirketin, Hidrojen Peroksit adlı ürünün ihracı için döviz olarak peşin ihracat bedeli aldığı, Hidrojen Peroksit cinsi eşyanın xx.xx.xxxx tarihli ve x sayılı Resmi Gazetede yayımlanan İhracı Kayda Bağlı Mallara İlişkin Tebliğ ile Hidrojen Peroksit ihracatının yasaklanması nedeniyle ihracatının gerçekleştirilmediği görülmektedir.
Davacı şirketin döviz olarak aldığı peşin ihracat bedelinin ihracatın gerçekleşmemesi nedeniyle 1 yıldan önce iade edildiği, ortada gerçek anlamda bir ihracaatın bulunmaması karşısında ihracat nedeniyle yurt dışından temin edilen döviz cinsi bedel iade işleminin kredi olarak değerlendirilmesinde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
Nitekim, Danıştay 10.Dairesinin 11.03.2019 tarih veE: 2016/763, K: 2019/1890 Sayılı kararı da bu yöndedir.
Gelir İdaresi Başkanlığı tarafından verilen 08.04.2014 tarih ve 39861 sayılı ve 10.06.2016 tarih ve 62668 sayılı,25.04.2014 tarih ve 47678 sayılı özelgelerde,3 yıldan önce yurt dışına iade edilen ve karşılığında ihracat gerçekleşmeyen peşin ihracat bedellerinin yurt dışından sağlanan kredi olarak değerlendirilmesi ve %3 oranında KKDF kesintisine tabi olması gerektiği açıklamasına yer verildiği görülmektedir.
Bu durumda dava dosyasında yer alan bilgi ve belgelerin değerlendirilmesinden, Covit-19 pandemisi nedeniyle xx.xx.xxxx tarihli ve x sayılı Resmi Gazetede yayımlanan İhracı Kayda Bağlı Mallara İlişkin Tebliğ ile Hidrojen Peroksit ihracatının yasaklanması   nedeniyle davacı şirket tarafından Hidrojen Peroksit adlı ürünün ihracatının gerçekleştirilemediği ve ihracatın gerçekleşmemesi olayının mücbir sebep olarak kabul edilecek bir olaya dayandığı dikkate alındığında yapılacak ihracat karşılığında döviz cinsinden davacı şirketin  Türkiye İş Bankası A.Ş. xx Şubesine yatırılan peşin ödeme bedelinin iadesinden Türkiye İş Bankası A.Ş. xx Şubesi tarafından %3 oranındaKKDF kesinti bildirimi ile tahakkuk ettirilerek davalı idareye ödenen bedelin iadesi istemiyle yapılan başvurunun reddine ilişkin işlemde bu gerekçeyle hukuka uyarlık dava konusu işlemin iptali ile kesilen KKDF’nin davacıya iadesine ilişkin mahkeme kararında sonucu itibariyle hukuki isabetsizlik görülmemiştir.
Açıklanan nedenlerle; dilekçede ileri sürülen iddialar söz konusu kararın kaldırılmasını sağlayacak nitelikte görülmediğinden, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunun 45. maddesinin 3. fıkrası uyarınca istinaf başvurusunun yukarıda belirtilen gerekçeyle reddine, aşağıda dökümü gösterilen kanun yolu aşamasına ait yargılama giderlerinin istinaf yoluna başvuranın üzerinde bırakılmasına, posta gideri için alınan paranın kullanılmayan kısmının ilgilisine iadesine, kararın taraflara tebliği için dosyanın ait olduğu Mahkemeye gönderilmesine, 2577 sayılı Kanun’un 45. maddesinin 6. fıkrası uyarınca kesin olarak, xx.xx.xxxx tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Bu karar önemli olmakla beraber emsal niteliğindedir.
Tam metne ulaşmak için: https://www.batur.av.tr/blog-post/gerceklesmeyen-ihracat-sonrasi-kkdf-kesintisi-ve-iadesi
0 notes