Tumgik
#seksen numara
busrakrkc-blog1 · 1 year
Text
SEKSEN NUMARA
Gerçek bölünemez, tektir, dolayısıyla kendini tanımlayamaz; her kim onu tanımak isterse yalan olmak zorundadır.
7 notes · View notes
aynurantt · 3 years
Text
Tumblr media
Kızı, oğlu, gelini, damadı ve torunları toplanmış pür neşe tatile gitmeye hazırlanıyorlardı. Seksen yaşındaki yaşlı adam karısını iki yıl önce kaybetmiş, ayaklarından rahatsız olduğu için tek başına kalamayınca çocuklarının yanında kalmaya başlamıştı. Üç ay oğlu, üç ay da kızı olmak üzere sırayla bakıyorlardı. Ama buna da bakma denmezdi çünkü her gün duyduğu iğneli sözler yaşlı adamı yaşamdan soğutmuş mecbur kalmadıkça konuşmaz olmuştu. İşte şimdi de tatile gitmeye hazırlanıyorlardı. Yaşlı adam içinden dur bakayım beni ne yapacaklar diye düşündü. Çünkü fısıldaşmalar çoğalmıştı. Zaten fazla beklemesine de gerek kalmadı. O akşam sofrada oğlu baba biz iki haftalığına tatile gidiyoruz senin durumun malum onun için bizimle gelemezsin ama merak etme sana iki haftalığına bir bakıcı tutacağım biz dönene kadar o sana bakar deyince yaşlı adama söyleyecek söz kalmamıştı mecburen ,"Öyle olsun oğlum siz rahatınıza bakın" dedi. Oysa içinden beni de götürseniz nereniz eksilir, ben de içerde oturmaktan bıktım deniz havası bana da iyi gelir bir iki insan görür içim açılırdı ben sizleri büyütmek için gece gündüz çalışmaktan tatile gitmeye bile vakit bulamadım hem şunun şurasında ne kadar ömrüm kaldı ki diye düşünüyordu. Babası içi acıyarak bunları düşünürken ,oğlu da oh be kolay atlattık iyi ki ben de geleceğim diye tutturmadı diye düşünüp seviniyordu. İki gün sonra adet yerini bulsun gibilerden babalarıyla üstünkörü vedalaşıp gitmişlerdi. Tuttukları bakıcı yabancı uyrukluydu. Yaşlı adam onun yaptığı yemekleri yiyemiyor çoğu zaman aç yatıyordu. Aradan bir hafta geçmişti o gün yaşlı adam kendini hiç iyi hissetmiyordu en yakın arkadaşına telefon edip durumunu anlattı. Yarım saat geçmeden arkadaşı gelmişti. Yaşlı adam kesik kesik nefes alıyor konuşmakta güçlük çekiyordu. Arkadaşı onun öleceğini anlamıştı ama kendini zorlayarak metanetini korumaya çalıştı ve yaşlı adama çocuklarına haber vereyim gelsinler dedi. Yaşlı adam, "Hayır arkadaşım, onları çağırma rahatları bozulmasın eğer bana bir şey olursa o zaman söylersin. Sen beni yalnız bırakma yeter" dedi ve önceden hazırlayıp yastığının altına koyduğu parayı arkadaşına verip "Beni benim paramla gömün. Ben ölümün çocuklarıma yük olmasın istemiyorum." dedi. Yaşlı adam her ne kadar çağırma dese de arkadaşının içine sinmemişti gizlice telefon edip babasının durumunu oğluna bildirince oğlu keyfi kaçmış bir ses tonuyla, "Sen ona bakma numara yapıyordur onu getirmedik diye huzurumuzu kaçırmak istiyor." diye cevap verdi. Bu cevabı duyan adam içinden, sizin gibi evlatlar olmaz olsun; ben tanıdım tanıyalı babanız değil huzur bozmak, sizi rahat ettirmek için çalıştı derken gözleri dolmuştu.Yaşlı adam iki gün sonra ruhunu teslim etti, son sözleri beni karımın yanına gömün olmuştu. Babalarının ölüm haberini alan çocukları gönülsüz olsa da gelmişler ne bir acıma ne de bir damla gözyaşı dökmeden sessiz sedasız gömmüş, iki gün geçmeden herkes işinin başına dönmüştü. Onların bu tutumu komşuları bile isyat ettirmişti. Sözünü esirgemeyen bazı komşu kadınları, "Siz de evlat yetiştiriyorsunuz bekleyin görün." diye yüzlerine söylemişlerdi. Evet, bekleyip görmek gerekti. Çünkü buğday ekilen yerde arpa çıkmazdı ve herkes ektiğini biçecekti.
Yaşlıları horlamayalım, onları hastanelere veya huzur evlerine terk etmeyelim yalnız başlarına bırakmayalım.Bizim için ne kadar fedakarlık yaptıklarını, ömürlerini bize adadıklarını unutmayalım. Eğer onlar kadar ömrümüz olursa bir gün biz de aynı yaşlılığı yaşayacağız. Sevdiklerimiz bize de yırtık bir ayakkabı, eski bir dolap gibi davranırsa incinir üzülür ve kahroluruz... Yaşlılar çok kırılgan olurlar; onları terk etmek, onları yaşarken öldürmek demektir. Onlar çoğu zaman birinin onları hatırlaması umuduyla yol gözlerler. Çok çabuk yorulur erken uyumak isterler çünkü onlar için zaman hızlı geçer. Çoğu geceler onların sessiz hıçkırıklar arasında çocuklarını korunması için Allah'a yalvarıp dua ettiklerini duyarsınız. Unutulmak yutulması zor bir lokmadır. Bazıları nasıl bu kadar zalim ve bencil olabiliyor? Kendilerini bir ömür boyu çocukları için feda eden anne babalarını lüzumsuz bir eşya gibi kenara atabiliyorlar. Onlar terkedildikleri için göstermeden için için ağlarlar. Ufak bir hediye aldıklarında bir çocuk gibi sevinir ve onu bir mücevhermiş gibi saklarlar. Çünkü onlar için mühim olan hediye değil hatırlanmış olmaktır. Evet, sofrası dolu ama kalbi boş olan bütün hayırsız evlatlara Allah'tan merhamet ve vicdan diliyorum...
Alıntı
21 notes · View notes
nesrin-c · 3 years
Text
Tumblr media
Benim Ülkem Babamdır
Bahçede çocuklarla oynayan babama dedim ki bir gün, “çocukların en iyi oyun arkadaşı sensin babacığım.” Gülümsedi babam. Mutlu olduğunda “dostum” derdi bana, üzüldüğünde ya da kızdığında ise “serseri!” “Ben çocuklara sevmeyi öğretiyorum dostum” dedi, “yanaklarımı okşadıklarında, bir kediye, bir köpeğe, bir kuşa nasıl davranmaları gerektiğini anlıyorlar; can yakmadan, incitmeden, incelikle sevmeyi öğreniyorlar.” Babam yalnızca benim babam değil, çocukların, hayvanların, hatta tabiat ananın babasıydı.
Baharatlarla yarenlik ederdi babam. Kekik toplamaya giderdi dağlara. Topladığı kekikleri koklardık beraber. Babamla bir avuç dolusu kekik koklayabildiğim için şanslı hissediyorum kendimi. Kaç çocuğa nasip olur ki böyle bir mutluluk…
Kimsenin bilmediği baharatların kerametlerini bilirdi babam. Başım ağrıdığında mercanköşk yağıyla masaj yapardı başıma. Üşüdüğümde yenibahar katardı demlediği çaya ve pişirdiği çorbaya. İçim ısınırdı bir anda. İştahsızsam muşkat olurdu ilacım, karnım ağrıyorsa mahlep. Domatesli makarnaya kişniş katardı mutlaka. “Her baharatta bir duygu saklıdır” derdi. “Baharatlar bereketidir aşların ve ilacıdır hastalıkların. Ama şunu unutma, sevginin de bereketi ve ilacıdır.” Ben anlam veremedim pek bu sözlere. Şimdilerde anlıyorum ki, sarıldığım eşim fesleğen kokuyormuş meğer, öpüp kokladığım kızımda rezene tazeliği, ben daha çocukken solup da gidiveren annemde reyhan zarifliği varmış. Ah babacığım, bil ki sen baharatların en muhteşemisin…
İlkokulda alay ederdi arkadaşlarım benimle. “Senin baban erkeklere benzemiyor” derlerdi. Kendilerince birçok sebebi vardı böyle düşünmelerinin. Babamın tuhafiyeciden aldığı makaralar, yünler ve tığlar mesela. Nice anne baba çarşıdan yelek alırken çocuklarına, babam yedi numara tığla rengarenk yelekler örerdi bana. Ne kendisine, ne de bana çorap aldığını bilmem babamın; kendi örerdi üç numaralı tığla çoraplar ve patikler. İkimizin de ikişer tane sabun bezi vardı iki numaralı tığla örülen. Beraber yün eğirdiğimizi anlatırdım babamla. Babamla yaptığımız güreşleri duymazdan gelirlerdi de, yün eğirme anlarımıza kahkahalarla gülerlerdi. Öğretmenim de yadırgardı babamın el işine olan merakını.
Bir gün mahallemizdeki kahvehanenin önünden geçiyorduk babamla. Babamın kazağını işaret etti bir adam, “sen mi ördün bunu len?” dedi gülerek. “Ben ördüm” dedi babam. “Bizim kadınlarımız öremez böyle kazak” dedi adam. Kahvehane doluydu. Herkes gülmeye başladı babama. “Karı gibi adamsın valla” dediler, “eşin rahmetliden sonra evlenmene gerek yok, kadın işlerinin hepsini biliyorsun” dediler. Benim yüzüm kızardı babamla böyle konuştukları için. “Ben kadınlığımı eşimden aldım” dedi babam, “kadınlığı öğrenemeden adam olamazsınız!” “Ben adam değil miyim?” dedi iri yarı bir adam bir hışımla. Ses etmedi babam. Geçip giderken yine seslendi aynı adam, “erkeksen gel, bilek güreşi yapalım seninle!” Durdu bir anda babam. Döndü geri. “Gel oğlum” dedi bana,“sana bir bardak çay ısmarlayayım.” Kalbim küt küt atıverdi. Alay etmeler, babamı küstahça süzmeler. Dediler ki o adama, “bileğini kırma bari, acı bu ablamıza!” Kahvehanenin tam ortasına bir masa kuruldu. Masanın bir ucunda babam, diğer ucunda o adam. “Oğlumun çayı gelmeden başlamam” dedi babam. Yine gülmeler, alaylar, kabaca konuşmalar. Ben yan masadaydım. Çayımı getirdi garson. “Afiyet olsun oğlum” dedi babam gülümseyerek. Adama, “hazırsan başlayalım” dedi. “Beş saniye dayanırsan sana çay değil, kahve ısmarlayacağım” dedi adam kibirle. Babam çok daha zayıftı, kasları çok daha inceydi o adamdan ve ben babamı ilk kez biriyle bilek güreşi yaparken seyredecektim. Çok korktum ben, yumdum gözümü. Garsonun sesini duydum, saydı üçe kadar ve bilek güreşine tutuştu babamla o adam. Yumuluydu hâlâ gözüm. Üç saniye, beş saniye, on saniye… Yalnızca adamın sesi duyuluyordu. “Nasıl yani?” diyordu, “ne oluyor lan!” diyordu. Babamın sesini duydum birdenbire. Kızmıştı babam bana, “aç gözünü serseri!” dedi. Açtım gözümü. Gözümü açmamla, adamın bileğini masaya yatırdı babam. Kimseden çıt çıkmıyordu. Adamın yüzünde acı vardı. “Mola verelim, bir kez daha bilek güreşi yapalım, bu sayılmaz!” dedi adam. Kendisine kahve söyledi babam. “Senin kahve ısmarlayacağın yok, ben kahvemi içerken sen dinlen!” dedi. O alayların yerini şaşkınlık almıştı. Adam kalktı yerinden, “elimi yüzümü yıkayıp geliyorum” dedi. Ter basmıştı her yanını. Geldi iki dakika geçmeden. Oturdu babamın karşısına. Babam bana baktı, “yumma gözünü” dedi, “sakın yumma…” Garsonun işaretiyle yine tutuştular bilek güreşine. Üç saniye, beş saniye, on saniye… On beşinci saniyede belki, babam yine rakibinin bileğini yatırmıştı masaya. Babamı “karı” diye küçümseyenler, “helal olsun abimize” dediler, “saygılar beyim” dediler ve o iri yarı adam, babama dedi ki, ” eyvallah abi, ama açıkla bu işin sırrını!” “Erkeksen gel diye çağıran sendin, ama yalnızca erkek olan değil, adam olan kazandı!” dedi babam. “O yağ tabakası parmakların tığ kullansaydı, örgü örseydi, parmaklarını daha iyi kullanabilirdin bilek güreşinde “ dedi. Canım babam ilk kez racon kesiyordu ve ben babamla gurur duyuyordum! “Kalk gidiyoruz oğlum” dedi bana. Adama baktı öylece, “kahvem soğumuş, üzerine bir fincan soğuk kahve iç, bendensin!” dedi. Herkes sus pus olmuştu.
Eve girmemizle hıçkırarak ağlamaya başladı babam. Ben anlam veremedim buna. Bağırdı bana ilk kez. “Bunu istiyordun benden değil mi serseri?” dedi. “İngiliz anahtarı kullandığımı biliyorsun, ama tığ kullanmamı dert ettin kendine değil mi?” dedi. “Başımızı dik tutmamız başarı değil, bir herifi bilek güreşinde yenmem başarı sana göre değil mi?“dedi.”Küstüm sana” dedi. Sarıldım babama sımsıkı. Ben de hıçkırarak ağlıyordum. “Küstüm sana “dedi yine babam, bir sonraki sözüyse, “küstüm sana, ama geçti dostum…” Babamın en uzun süren küskünlüğüydü ve birkaç dakika kadar sürmüştü… Biz baba oğul çok güçlüydük; ben o gün bunu öğrenmiştim…
Karşı komşumuz teyze, babamla birbirlerine “komşucuğum” diye hitap ederlerdi. Akranım bir kızı vardı ve çok iyi anlaşırdık onunla. Babama “amcacığım” diye hitap ederdi, bana ise “arkadaşım” Teyzenin eşi de çok güzel insandı. Birçok erkek, birçok kadın, birçok akranım babamı yadırgarlarken, onlar sahip çıkardı bize. Ama komşumuza sorsanız der ki bana, “ben komşuluğu babanda gördüm cancağızım.” Pişirdiği her aşı tattırırdı bize. Evimizde hangi baharattan varsa, babam bir o kadarını komşumuza ayırırdı. Bir gün babam dedi ki, “oğlum, evlenir de bir kızın olursa Nisan koy adını. Komşu demek bahar bahçe demektir haneler içinde. Hanelere soba gibi kurulur komşuluklar, alıverir ayazını duvarların. Geriye bir ilkbahar ayı, nisan kalır. “ Tamir işleri olduğunda, babamı çağırırdı komşumuz. Babam örgü örüyorsa, tığını bırakıp ,alet çantasını alır, ona giderdi. Babam da, komşumuz da bütün cinsiyetlerden ötedeydi, can`dı. Şimdi elli beş yaşındayım ve otuz yaşında bir kızım var. Adı Nisan. O da babam gibi, komşucuğumuz gibi çok güzel bir can…
Üç gün oldu babamı yitireli. Seksen üçündeydi. Yorgan döşek yatıyorken benden sarımsaklı yoğurt istedi. Caydı sonra, “öbür tarafa ağzım kokarak gitmeyeyim” dedi. “Nane şekeri veririm sana babacığım” dedim. Benim de kabullenişimdi babamın ölümünü. “Bana kakaolu puding yapar mısınız?” dedi. Eşimle Nisan mutfağa koştular. Hastaneden taburcu edilmişti babam, son anlarını evde, bizimle geçirsin diye.
Son anlarında bile bir eli, diğer elini sıkı sıkı kavrıyordu babamın. Ben dört yaşındayken soluveren annemin ardından, hep öyle uyurdu. “Benim iki elim değil, bir elim var” derdi, “diğer elim annenin eli, sağ olsun hep tutuyor elimi…” Ah güzel annem benim, sen hep sağdın babamın yüreğinde ve benim düşlerimde. Babama yaşattığın sevgiler, içtenlikler, incelikler senden babama ,babamdan da bana geçti. Minnettarım bunun için sana.
Oğlun, dostun ve serserin olarak senden şefkati öğrendim babacığım. Kıyamamayı, kıyamaya kıyamaya sevmeyi öğrendim. Senin annemden öğrendiğin kadınlığı ve adamlığı ben senden öğrendim. İngiliz anahtarı da, tığ da kullanan bir oğlun var ve bunu sana borçluyum, bunun da ötesinde can olmayı.
On birinci doğum günümdü. Senden dünya küresi istemiştim. Almıştın elbette. Her gece küreyi defalarca çevirir, ülkelere bakardım uyumadan önce. Unutamadığım bir anımdır.
Şimdi yine küreyi çevirip de ülkeleri seyrediyorum öyle dalgın, öyle buruk; fısıldıyorum usulca, “ benim ülkem babamdır…”
Ergür Altan
77 notes · View notes
foreverinmyhead · 6 years
Text
toza dumana
Toza dumana gidelim yine, şenliğin kalbine. Çünkü ölüm döşeğinde bir ihtiyar tanımıştım. İnsanlara gerçekten bakmak istiyorsan oğlum, onların sana bakamayacağı bir yere git demişti. Kıyametin ortasına git. O kadar yaşlıydı ki, öldükten bir hafta sonra sanki on sene önce ölmüş gibi düşünmeye başlamıştı herkes. Ölenlerin ölü taklidi yaptığını düşünüyordum ben o zaman. Yaşayanların yaşıyor taklidi yaptığını hissediyorum şimdi. Toplum değil toplu mezar. On bir yıldır sabah yatıp öğlen kalkıyorum. Hava kararana kadar geçmiyor dalgınlığım. Belki de uykuda kaybettiğim bir şeyleri arıyorum. Kimi görsem rüyalardan bahsediyorum. Oysaki hatıralardan konuşmak lazım. Rüyalardan daha karanlık hatıralar var. Daha çok fikir verir biri hakkında. Şekeri bitmiş sakızı, toz şekere batırıp çiğnemeye devam etmen gibi senin. Ben de tüpte satılan çokokremi diş macunu tüpüyle değiştirmiştim bir sabah. Gülmüşlerdi sadece. Oysa bir çocuk numara çekiyorsa gerçekten yemek lazım, yemiş gibi yapmak değil. Yirmi sene sonra Beşiktaş’ta bıraktığımız o ev. Bırakabildiğimiz tek ev. Beş kat seksen iki basamak. Balkon demirlerinden uzak duruyorduk geceleri. Hep daha yukarı bakmak zorunda olan iki vertigozede. Kar taneleri birbirine benzemez. Sözcükler de benzemez. Ama bir cümle bir başka cümleyi hatırlatır her zaman. Koşan atlar düşen atları. Yağmur yağar, durur, tekrar başlar. Yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir oğlum. Spermden mezara kadar. Karanlıkta herkesle çarpışabilir insan. Yalan mı söylüyorum yine, olsun. Sen biliyorsun nasılsa. Bir sürü doğru söyledik ama hiç burnumuz kısalmadı.
17 notes · View notes
dayanilmazintinisi · 2 years
Text
Kafamın içi tıka basa doluyken ne ders çalışabiliyorum ne sevdiklerime vakit ayırıp, onlarla keyifli vakit geçirebiliyorum. Bu basit bir cümle, klişe bir durummuş gibi dursa da zihnimin nasıl işlediğini anlatayım. Anlatmaya az evvel açmamla kapatmamın bir olduğu dersin pdf'inden başlayayım. İslam felsefesi dersi. Konu Sühreverdi'nin epistemoloji anlayışı, mantığı, ruh anlayışı. Bu halde notları okumaya başladığımda canımı sıkan, beni üzen, inciten, kaygılandıran ne kadar durum varsa ardı ardına yığılıyor. Sonra okuduğum cümleden hiçbir şey anlayamıyorum. ''Neden bahsetmişti bu cümle? En iyisi baştan alayım anlarım.Acaba oyuna mı girsem, arkadaşlarım şuan ne yapıyor online mıdır acaba? Bir dakika cümleyi yine kaçırdım. Acaba finallerde tüm derslerimi verebilir miyim? Oof bu ders neden bahsediyor??'' İşte böyle. 2. paragrafa hiçbir şekilde geçemeyiş ve ilk paragrafı anlayamama döngüsü. Böyle durumlarda yapmam gereken şeyi bildiğim halde yapmayı atlıyorum. Burası bana iyi geliyor. Kafamın içindeki dayanılmazlığı buraya aktaracağım. yaptığım bu. evet spotify'dan beni rahatlatacak bir müzik ve tumblr sayfam. Artık başlayabilirim. Beni zihnimde en fazla yıpratan şey nedir? Vize notlarım. Vize notlarım çok güzel yalnızca iki dersim düşük. Bizde vizede çok yüksek not alsan da bir işe yaramıyor çünkü yüzde yirmisi alınıyor. Finallerde yüzde seksen alınıyor. İlk notlarım güzel gelse de boşa çalışmışlık ve çabalamışlık hissi beni ruhen yaşlandırıyor. Finallere moodum düşük bir şekilde hazırlanıyorum. Biliyor musunuz ben çok güzel defter tutardım, yazıma özenirdim notlarıma aşıktım diyebilirim. Ancak sınav vakti notlarımı dönüp okuduğumda sanki onları yazan ben değilmişim ve o notlara hiç çalışmamışım gibi nankör bir durumla karşı karşıya kalmak şuan bile gözlerimi doldurmaya yetiyor. Terapi gibi gelen şeyin ellerimde yok oluşu... Vizelerden sonra hiç not tutmadım yalnızca not okuyup, okuduklarımdan anladığımı açıklama olarak pdf'lere ekledim. Sınav haftası o notları okuyacağım bakalım ne kadar işe yaramış olacak. Vizelerden sonra hiç kaçırmadığım, alarmlar kurarak katıldığım canlı derslere de katılmadım. Kütüphaneden hiç çıkmayan ben ona da uzun bir ara verdim. Sabah 10'a kadar oturup o saatte yatıp akşam 7-8 gibi kalkmaya başladım. Kendimi güdülemeye çalıştımsa da bir türlü başaramadım. Ankara'ya gitmek benim için değişiklik olacaktı. Yani orda sıfırlanıp memlekete geri dönmenin iyi geleceğine inanmıştım. Sınavlar online olacağı için sınav tarihleri de değişti. Yola çıkacağım gün sınavlarım başlıyor. o halde tehir edilecekti. ettik.. Bir yarım saat önce online oyunda yazılı tacize uğradım. Kaç senedir oyuncuyum böyle bir şeyle hiç karşılaşmamıştım. Arkadaşlarıma karşı aşırı mahcup olmuş durumdayım ben çıkacağımı söyledim ama onlar çıkmayıp had bildirmek istediklerini söyledi. Bekledim gelmediler. Ben de 1 tur oynayıp çıktım. Sanırım yanımda olmalarını bekledim. Had bildirsem ben bildirirdim zaten. Şimdi bana da iyilik yaramıyormuş gibi bir tablo oluşuyor. İyilik değil. Beklediğim yanımda olmalarını istemem. Muhatap almalarını istememiştim. Bir süre onlarla oyun oynamak beni incitecek. Yani o anı tekrar hatırlatacağı için utanacağım. Gülmek gelmeyecek içimden. Başka kızlar harika bir şekilde küfür ediyor. çat. lafı çakıyor. Ben küfür etmeyi bile beceremiyorum. Şimdi tilki olup Sühreverdi'nin dükkanına dönme vaktim sanırım. Yazdım ve rahatladım. Müzikler de 10 numara. https://open.spotify.com/track/19FewfZ9196P9nE8Fipel1?si=5ea3f15a421b4ffc
0 notes
siiradam · 7 years
Photo
Tumblr media
Merdivenlerden hızlı hızlı adımlarla indim. Seksen altı basamak olmasına rağmen, seksen iki basamak saymıştım. İyi değildim. Boğazım kendi kalesine gol atan kaleci gibiydi. Hüzün verici bir durumdaydım. Gün yeni yeni aydınlanmaya başlıyor. Hastane önünde kalabalıklar oluşmaya erken saatlerde başlamıştı. Pazartesi günüydü. Hafta sonu pazartesi gününün gelmesini iple çeken yaşlılar heyecanla hastane kapısındaki ipi göğüslüyorlardı. Yolda gelirken ne zamandır dışarıya çıkmadığımı fark ettim. İş yerlerini yeni açan insanların yüzlerine baktım. Kimisi umutlu kimisi mecburiyetten çeviriyordu anahtarı. Kulak burun boğaz doktoru Zeynep Hanım tüm ihtişamıyla yavaş adımlarla ilerliyordu. Hastane koridoru biraz sonra başlayacak olan maç öncesi gibiydi. Hastalık hastası yaşlılarımızın oluşturduğu koridor enteresan diyaloglara sahne oluyordu. Onlar için beklemenin bir önemi yoktu. Yaşları gereği uzun süredir beklediklerinden zamanla işleri olmaz. Zeynep Hanım tüm asaletiyle gülümseyerek odasına girdi. Yaşlılar ise gayet hallerinden memnun tepelerinde duran sıra sayacına aldırış etmeden muhabbetlerini sürdürüyorlardı. Koltuk kapmaca teyzeleri de koridorda volta atımını sürdürüyor, nerede bir çoluk çocuk görseler onu hemen kaldırıp istedikleri kişiyi oturtuyorlardı. Bir nevi koltuk mafyası.Yeni oturan bir teyze şöyle diyordu: ‘’Geçen gün tuvalete iki defa yalnız gittim.’’ İşte bütün çok şükürlerin bir cümleye sıkıştığı durum.
Sıra bana geldi. Tanımasına imkan vermiyordum. Çok zaman geçmişti üzerinden. Hafızası kuvvetli bir kızdı ama ben beni hatırlayamayacağına kanaat getirmiştim. Allah kahretsin! Yanılmışım. Fikret! Sıcak bir gülümsemeyle beraber elimi sıktı. Birden sorular sormaya başladı. O konuşuyor ben dinliyordum. O konuştukça ben konuşmayı unutuyordum. Elim ayağım birbirine dolanıyordu. Ne oluyordu o dakika böyle kendimi kaybetmiştim. Uçurum kenarına kadar gelip arkamdan tekmeyi vuracağı anı beklemeye başlamıştım ki, ellerine sağa sola sallıyordu. Dalmışım. Bir süre sadece masanın köşesine odaklandım. O kadar çok odaklandım ki gözlerimden yaş geldi. Ona odaklanınca etrafımdakileri göremediğimi fark ettim. Halbuki ben o masanın köşesine odaklanırken pencereye kuş konmuştu. Sonra dışarıda kar yağmaya başladı. Kapı vuruldu iki kere. Saat onu bir geçiyordu. Fanustaki balık suyun üstünde yem arıyordu. Bunların hiçbirini fark edemedim. Çünkü bir yere dalarsanız orada boğulur gidersiniz. Sonra oradan çıkamaz vurgun yersiniz. Yapmayın böyle şeyler. Hayata dönün. ‘’İyi olmaya geldim, sen nasılsın,’’ dedim. ‘’ ‘’Seni gördüğüme sevindim. Boğazların mı yine?’’ ‘’Kış ayı malum.’’ ‘’Hiç dikkat etmiyorsun.’’   Muhabbet hiç iyi yönde ilerlemiyordu. Ne doğuya ne batıya hatta kuzey ve güney de değil. Önüme bakıyordum. Sürekli gelen ataklara müdahale etmek zorunda kalıyordum. Onunla üniversitede tanışmıştık. Bir kadına verilebilecek en güzel hediye ne deseler dört yılım derdim. Dört yılımı verdim sana hediye olarak karşılığı bu muydu ha bu muydu diye söylendim içimden? Sakinleşmem gerekiyordu. Onu son kez görmeye gelmiştim. Son kez bir cevap duymak için geldim. Boğazlarımı feda ettim. Dört yılın yanında boğazlarda ne ki zaten. Dün üç tane dondurma ardından iki litre buzlu su içtim. Niye bunu yapıyorum ki kendime. Niye? ‘’Evlilik teklifime neden bir cevap vermedin? Ve gittin?’’ Zeynep hiç beklemediği bir anda golü yedi. Top ağlarda. Tüm koridor Fikret diye bağırıyor. ‘’Başkasını seviyordum.’’ Üzerimden soğuk sular döküldü. ‘’Neden hayır demedin o zaman?’’ ‘’Senide seviyordum.’’ Örs, üzengi ve çekiç kemiklerim sızladı. Şimdi ne oldu Zeynep. Değdi mi bari bu olanlara? Beni yarı yolda bırakıp giderek zaferini başkasıyla mı kutladın? Allah kahretsin! Seni sevmiştim. Seni sevmiştim. Demek benden ayrılınca böyle oluyordu. İyi olunabiliyordu. Ben neden iyi olamadım Zeynep, neden? Keşke o gün kendimi de terk etseydim. Bunca yıllık benim ama kaldıramıyorum artık bazı şeyleri. Bunu hangi teoriyle hangi formülle açıklayabilirim ki sana? Bu benim tükenmişlik formülüm. Bende saftım o zamanlar. En küçük yapı taşım kalbimdi. Kimyasal ve fiziksel yollarla beni ayrıştıramazlardı. Erime ve kaynama noktalarım sen yanımda olduğun zamanlar karışıyordu. Tüm bilim dünyasını yerinden oynatmıştım o zamanlar. Şimdi ne oldu Zeynep, anladım ki oynatılan benmişim. 
Vurgun yemiştim. Hayata geri döndüm. Sıra bana gelmeden koridorda yanıma delikanlı bir çocuk oturmuştu. Lise sona gidiyordur diye tahmin ettim. Saçları üç numara, üzerinde Breaking Bad tişörtü vardı.
‘’Feride Hanım iyi doktordur. Bizim uzaktan akrabamız olur.’’ ‘’Ne güzel.’’ ‘’Sizin de mi boğazlar gitti?’’ ‘’Gittiler,’’ dedim. ‘’Çok uzaklara gittiler.’’ ‘’Zeynep kim abi,’’ diye sordu. Cevap vermedim.   Başka bir noktadan bakmaya başladığımızda artık acılarımızın eski acılar olmadığını, hatıraların birer mezarlığa dönüştüğü, geçmişin sadece kitabın üzerinde biriken toz olduğunu düşünüp üflediğini görüyorsun. Zaman bunların üzerini örtüyor kabul edelim. Canım hatıralarda oracıkta sıcak bir şekilde tatlı tatlı uyuyorlar. Uyusun da büyümesin... 
Düzen böyledir. Her şey değişir. Birileri gelir birileri gider. Kalan hep acı olur. Acını sev. Kalbine iyi bak dostum. Ben odadan içeriye girdiğim sırada yan koridordaki psikiyatri polikliniği hastaları bizi izlemeye devam ediyordu.
Sabit Emre Zengin
42 notes · View notes
leilay · 7 years
Quote
Orta sondaydım. En arka sırada oturur, sürekli tırnaklarımı yer ve uyurdum. Uyanık kaldığım saatlerde yaklaşık altı metre uzağımdaki, çaprazımda, en ön sırada oturan yeşil gözlü kızı seyrederdim. Hep toplardı saçlarını, hele o tokayı dudaklarının arasına alıp saçlarını topladığını görünce matematikten yüz almış gibi sevinirdim. En fazla 35 numara beyaz bi conversi vardı, minicik. Ben o yıllar abimin sadece bayramlarda giydiği siyah kundurayı giyerdim, 41 numara. Pembe bi yeleği vardı, düğmeleri kırmızı, onu üstünden hiç çıkarmazdı. Öyle etek de giymezdi ha, benimkinin aynısından gri pantolon giyerdi. Ben ara ara kolumu çizmek için cebimde sakladığım çiviyle adını sırama kazırken, o hiç oralı olmazdı. Her soruya parmak kaldırırdı, bende parmaklarındaki ojeleri seyrederdim. Hep siyah sürerdi, başka renk kullanmazdı. Gözleri vardı, allah sizi inandırsın güneşi kıskandırırdı. Oriflame'nin bi parfümünü sıkardı, sınıf çilek kokardı. Ders yedide başlardı, ben sabah ezanından sonra okulda olurdum, okula girerken ilk bana günaydın demesi çok hoşuma giderdi. Okul kapısına kadar eşlik etmeye çalışırdım, ben yanına yaklaştıkça o adımlarını hızlandırırdı. Konuşmaya çalışırdım, yüzüme bile bakmazdı. Sınıf başkanını dövüp yoklamayı hep ben alırdım, onun ismini üç kez söylerdim, o bi kez bile ‘burda’ demezdi. Bazen havanın soğukluğundan yararlanıp yanına giderdim. Aynı kalorifere ellerimizi değdirmek bile beni mutlu ederdi ama benimle hiç konuşmazdı. Bu sene beşiktaş kesin şampiyon derdim, umurunda olmazdı. Havalarda iyice soğudu derdim, kafasını bile sallamazdı. Lan seni seviyorum derdim, gözlerini kaloriferden ayırmazdı. Üç bin dört yüz seksen altıydı okul numarası ve benim edebiyat defterimde üç bin dört yüz seksen altı defa adı yazılıydı. Zil çalardı okulda, o çıkmayınca bende çıkmazdım sınıftan ve o sıralar eşşek gibi bağımlıydım sigaraya. Zaten o yıllar sadece iki şeye bağımlıydım, biri sigara diğeri Berfin. Adının anlamı farsçada 'kardan yapılmış’ demekti. Belki de o yüzden sevmedi beni. Ben siyahtım o beyaz, ben karanlıktım o aydınlık. Kardan filanda yapılmamışım ki ben ammına koyum. Alkolik babayla, saçsız bir annenin ürünüyüm, ne kadar beyaz olabilirim ki? Ders aralarında okulun arka tarafına giderdim hep, müdür yardımcısı Samet sadece oraya baskın yapmazdı. Dört beş nefeste bitirirdim sigarayı, ki çabucak göreyim karla kaplıyı… Bazen ben sigara içerken okulun bahçesinde elinde su şişesiyle dolanırdı. O yanımdan geçerdi, ben sigarayı hep tersten yakardım. O bazen bana bakardı,  ben gözlerime inanamazdım. Neden beni sevmiyorsun diye sorulmazdı ama ben sormuştum bi defasında. Ayrı dünyaların insanlarıyız demişti bana. Bi bok anlamamıştım o cümleden ve işin kötüsü başkada bişey dememişti. Dersten kaçıp koşarak babamın dükkanına gittim o gün. Babam her şeyi bilirdi nasılsa. Girdim dükkana kimseyi göremedim, birkaç saniye sonra soyunma odasından babam kemerini takarak çıktı, hemen ardından zayıfça sıska bi kadın. Yüzünü göremedim çünkü fuhuş operasyonlarında yakalanan hayat kadınları gibi kameralardan yüzünü saklamaya çalıştı sanki. 'Kaç tane dünya var baba?’ dedim, önce biraz ters ters baktı ardından iki lira bozuk para çıkardı cebinden, parayı cebime sıkıştırırken yüzünde iğrenç bi ifade vardı. Başını hafif sağa eğip sol gözünü kırptı bana bakarak. Beden dilinde 'aramızda kalsın’ demekti. Kafamı sallayıp 'bu hayatta kaç tane dünya var baba?’ dedim ikinci kez. 'Dayak yemeden eve git bence’ dedi, bende eve gittim.  “Okuldan mı kaçtın sen?” “Yok, Fırat hocanın babası ölmüş diye ders boştu, bıraktılar.” “Demee! Allah rahmet eylesin, niye ölmüş ki? Kaç yaşındaydı? Karısı ne haldedir şimdi kim bilir yazık ya.” “Kalbi şey olmuş ya daralmış dediler, sıkışmış da olabilir neyse. Kaç tane dünya var anne?” “O nerden çıktı şimdi oğlum?” “Çıktı işte bi yerden babam da bilmiyo, sen biliyor musun?” “İki olması lazım. Bi burası bide öteki taraf.” Odama koşup yeşil kravatımı çıkardım, ardından hangi kitap varsa koydum önüme. Ölümüne yalayıp yuttum sayfaları. Haritaya baktım demokratik kongo cumhuriyeti var öteki taraf yok, hazar denizi var öteki taraf yok, ya anasını sikim iki yüz tane ülke var öteki taraf yok.  Sabaha kadar uyuyamadım o gece. Ben dünyadaysam o öteki taraftaysa nasıl aynı sınıfta okuyoruz? Öteki tarafa geçmek için ne gerekiyor? Kafamda kırk tane soru vardı cevaplayamadığım. Bugün bile beynimi hala kemiren şeylere ilk o gün merhaba demiştim. İlk o gün sabah ezanına aziz allah demiştim. Zihninde duran sorulara yanıt veremeyince uyutmuyordu seni tanrı. Çözüm yoksa uykuda yoktu. Seni öldürmeyen allah sabaha kadar düşündürtüyordu. Okula bir saat kala kalkıp giyindim, salçalı ekmeğimi hazırlayıp çıktım sokağa, cebime de annemin sürekli sakladığı iki tane ceviz koydum. Birinden duymuştum cevizin zihni açtığını, şekli de beyne benzermiş zaten. Sokak lambası kadar uykusuzdum. Kafamda cevaplayamadığım sorular, yarısı bitmiş salçalı ekmek ve iki tane cevizle girdim okula. Hiç kimse yoktu daha erken olduğu için. Ağaca yaslanıp cevizleri çıkardım cebimden, birbirine vurarak kırmaya çalıştım olmadı, babam bi vuruşta yapıyordu oysa. O ancak kırmayı bilir zaten ammına koyum. Tam o an bi kelime takıldı kafama. Fark. Berfinle benim aramda fark varsa o farkları kaldırmak benim elimde diye düşündüm. İlk, müzik geldi aklıma. Ben azer bülbül den dokunmayın çok fenayımı dinlerdim o ceza dinlerdi. Cevizleri yere fırlatıp çorabımdaki elli kuruşu çıkarıp çarşıya doğru koşmaya başladım. Ne kadar koştum bilmiyorum ama internet kafeye girdiğimde son nefesini veren yoğum bakımdaki hastalar gibiydim. Cezanın şarkısını buldum, aynısını defterime geçirdim. Bi sayfa çıktıyı elli kuruşa çıkartmadı pezevenk dükkan sahibi. Kafeden çıkıp otobüs durağının arkasındaki parka oturdum. Ebem sikilene kadar ezberlemeye çalıştım, bi şarkıda nasıl bu kadar çok söz olduğunu bi türlü anlamadım. Şarkı dediğin sezen'in ki gibi olur abi. Kadın 'ben senin hayatından gittim olum’ der, şarkı biter. Yaklaşık dört saat oturdum çimenlerde, yüzlerce tekrardan sonra çantamı alıp yine koşmaya başladım. Son derse yetişmeli ve berfine farklı dünyanın insanları olmadığımızı kanıtlamalıydım. Koştum, koştum, koştum. Çamura battı pabuçlarım, ilk kez duyduğum tuhaf bi küfür işittim az daha bana çarpacak olan arabadan, dalağımın şiştiğini kemiklerime değmesinden hissettim ama yinede koştum. Bi okulun tel örgüsünden atlayıp sınıfa daldığımı hatırlıyorum bide ardından tuvalete koşup camı yumrukladığımı. Müdürün odasına götürdüler beni, ellerim kan içinde. Yumruklarımı sıkınca daha çok kan akıyordu. Raziye hocanın avuçlarıma siyah bişey sürdüğünü görünce bayıldı oracıkta annem. Soru üzerine soru yağıyordu müdürün odasında, herkes toplanmış başımda 'iyi misin, niye böyle bişey yaptın’ ayakları. Ardından koridorda babamın sesini duydum. Öğretmenler zor ayırdı beni babamdan, daha doğrusu babamın ellerini yüzümden ayırdılar. Tokat manyağı etti beni, yanaklarım kırmızı, içim buruk, kalbim kırık. Diğer avucumda sıkı sıkı tuttuğum cezanın şarkı sözleri. Annem ayılınca kalkıp eve geldik, hiçbir şey yemedim o gece. Odamdan da çıkmadım. Avucumda hala sıkı sıkı tuttuğum o lanet kağıt. Babam girdi birden odaya, annem çoktan uyumuştu. Onu görür görmez yanaklarımı tuttum çünkü çok acıtıyordu tokatları. 'Bişey yapmicam’ dedi yatağıma oturdu. Ayağında ki mantarı kaşıyıp ara ara bana bakıyordu. “Camın ammına koymuşsun, kim ödedi onun parasını? Ben! Baban! Olum ben senden bi bok beklemiyorum zaten, başıma iş çıkarma da git ne bok yersen ye.” “Arka sıraya geçmişlerdi baba. Fatih memelerine elliyordu resmen, ben daha elini tutmadım baba!” “Yine berfin meselesi demi? Ne zaman akıllanacaksın lan sen. Kız seni sevmiyor işte siktir et gitsin, o kaybeder olum. Ben camın derdinde değilim ki, camın ammına koyum. Çağırsaydın beraber yumuruklardık. Ben o dalyarak müdüre karşı boynumu eğdirdin diye dövdüm seni.” “Farklı dünyaların insanlarıyız dedi baba bana. Onun için gittim şarkı ezberledim ben, hemde anasının nikahı kadar upuzun şarkı. Sınıf başkanını dövdüm ben onun ismini söyleyebilmek için, karnıma sıkı bi yumruk yedim, berfin bakıyor diye acısını belli etmedim baba. Hala yüz üstü uzanınca acıyor.” Avucumdan kağıdı alıp baktı biraz, ardından yırtıp camdan aşağı fırlattı. Cebinden telefonunu çıkardı, bide sigarasıyla çakmağını. Az biraz kurcaladı telefonu sonra azer bülbül den duygularım darmadağın şarkısını açtı. İki tane sigara yakıp birini bana uzattı, 'kullanmıyorum ben baba’ dedim güldü sadece. Babamla karşılıklı sigaramı on dört yaşında içtim ilk kez, hemde azer bülbül eşliğinde. Berfinin acısı da gitti o an, yediğim tokatların sızısı da… Mustafa Görgüç
3 notes · View notes
jotem · 3 years
Text
Kızı, oğlu, gelini, damadı ve torunları toplanmış pür neşe tatile gitmeye hazırlanıyorlardı. Seksen yaşındaki yaşlı adam karısını iki yıl önce kaybetmiş, ayaklarından rahatsız olduğu için tek başına kalamayınca çocuklarının yanında kalmaya başlamıştı. Üç ay oğlu, üç ay da kızı olmak üzere sırayla bakıyorlardı. Ama buna da bakma denmezdi çünkü her gün duyduğu iğneli sözler yaşlı adamı yaşamdan soğutmuş mecbur kalmadıkça konuşmaz olmuştu. İşte şimdi de tatile gitmeye hazırlanıyorlardı. Yaşlı adam içinden dur bakayım beni ne yapacaklar diye düşündü. Çünkü fısıldaşmalar çoğalmıştı. Zaten fazla beklemesine de gerek kalmadı. O akşam sofrada oğlu baba biz iki haftalığına tatile gidiyoruz senin durumun malum onun için bizimle gelemezsin ama merak etme sana iki haftalığına bir bakıcı tutacağım biz dönene kadar o sana bakar deyince yaşlı adama söyleyecek söz kalmamıştı mecburen ,"Öyle olsun oğlum siz rahatınıza bakın" dedi. Oysa içinden beni de götürseniz nereniz eksilir, ben de içerde oturmaktan bıktım deniz havası bana da iyi gelir bir iki insan görür içim açılırdı ben sizleri büyütmek için gece gündüz çalışmaktan tatile gitmeye bile vakit bulamadım hem şunun şurasında ne kadar ömrüm kaldı ki diye düşünüyordu. Babası içi acıyarak bunları düşünürken ,oğlu da oh be kolay atlattık iyi ki ben de geleceğim diye tutturmadı diye düşünüp seviniyordu. İki gün sonra adet yerini bulsun gibilerden babalarıyla üstünkörü vedalaşıp gitmişlerdi. Tuttukları bakıcı yabancı uyrukluydu. Yaşlı adam onun yaptığı yemekleri yiyemiyor çoğu zaman aç yatıyordu. Aradan bir hafta geçmişti o gün yaşlı adam kendini hiç iyi hissetmiyordu en yakın arkadaşına telefon edip durumunu anlattı. Yarım saat geçmeden arkadaşı gelmişti. Yaşlı adam kesik kesik nefes alıyor konuşmakta güçlük çekiyordu. Arkadaşı onun öleceğini anlamıştı ama kendini zorlayarak metanetini korumaya çalıştı ve yaşlı adama çocuklarına haber vereyim gelsinler dedi. Yaşlı adam, "Hayır arkadaşım, onları çağırma rahatları bozulmasın eğer bana bir şey olursa o zaman söylersin. Sen beni yalnız bırakma yeter" dedi ve önceden hazırlayıp yastığının altına koyduğu parayı arkadaşına verip "Beni benim paramla gömün. Ben ölümün çocuklarıma yük olmasın istemiyorum." dedi. Yaşlı adam her ne kadar çağırma dese de arkadaşının içine sinmemişti gizlice telefon edip babasının durumunu oğluna bildirince oğlu keyfi kaçmış bir ses tonuyla, "Sen ona bakma numara yapıyordur onu getirmedik diye huzurumuzu kaçırmak istiyor." diye cevap verdi. Bu cevabı duyan adam içinden, sizin gibi evlatlar olmaz olsun; ben tanıdım tanıyalı babanız değil huzur bozmak, sizi rahat ettirmek için çalıştı derken gözleri dolmuştu.Yaşlı adam iki gün sonra ruhunu teslim etti, son sözleri beni karımın yanına gömün olmuştu. Babalarının ölüm haberini alan çocukları gönülsüz olsa da gelmişler ne bir acıma ne de bir damla gözyaşı dökmeden sessiz sedasız gömmüş, iki gün geçmeden herkes işinin başına dönmüştü. Onların bu tutumu komşuları bile isyat ettirmişti. Sözünü esirgemeyen bazı komşu kadınları, "Siz de evlat yetiştiriyorsunuz bekleyin görün." diye yüzlerine söylemişlerdi. Evet, bekleyip görmek gerekti. Çünkü buğday ekilen yerde arpa çıkmazdı ve herkes ektiğini biçecekti.
Yaşlıları horlamayalım, onları hastanelere veya huzur evlerine terk etmeyelim yalnız başlarına bırakmayalım.Bizim için ne kadar fedakarlık yaptıklarını, ömürlerini bize adadıklarını unutmayalım. Eğer onlar kadar ömrümüz olursa bir gün biz de aynı yaşlılığı yaşayacağız. Sevdiklerimiz bize de yırtık bir ayakkabı, eski bir dolap gibi davranırsa incinir üzülür ve kahroluruz... Yaşlılar çok kırılgan olurlar; onları terk etmek, onları yaşarken öldürmek demektir. Onlar çoğu zaman birinin onları hatırlaması umuduyla yol gözlerler. Çok çabuk yorulur erken uyumak isterler çünkü onlar için zaman hızlı geçer. Çoğu geceler onların sessiz hıçkırıklar arasında çocuklarını korunması için Allah'a yalvarıp dua ettiklerini duyarsınız. Unutulmak yutulması zor bir lokmadır. Bazıları nasıl bu kadar zalim ve bencil olabiliyor? Kendilerini bir ömür boyu çocukları için feda eden anne babalarını lüzumsuz bir eşya gibi kenara atabiliyorlar. Onlar terkedildikleri için göstermeden için için ağlarlar. Ufak bir hediye aldıklarında bir çocuk gibi sevinir ve onu bir mücevhermiş gibi saklarlar. Çünkü onlar için mühim olan hediye değil hatırlanmış olmaktır. Evet, sofrası dolu ama kalbi boş olan bütün hayırsız evlatlara Allah'tan merhamet ve vicdan diliyorum...
Nurten Yurtalan Çağıl.......* RENA *
Tumblr media
0 notes
tuzcularisin · 4 years
Text
Elifka’nın Mezatları
Yaş otuz yedi, bir seksen boy, doksan beş kilo, kalıtımsal bir hastalığı yok, annesi yetmiş iki yaşında, tek kardeş; açılışı yapıyorum. On beş altın! Var mı arttıran, on iki numara yirmi altın, kırk bir numara yirmi beş altın… On üç numara beş yüz elli altın, satıyorum, satıyorum, sattım!
İlk koca adayımı bu şekilde satın aldım. Çeyiz hazırlıkları için geçen bir aylık süreci tamamlamamıza iki…
View On WordPress
0 notes
odragend · 7 years
Text
Toza dumana...
Toza dumana gidelim yine, şenliğin kalbine. Çünkü ölüm döşeğinde bir ihtiyar tanımıştım. İnsanlara gerçekten bakmak istiyorsan oğlum, onların sana bakamayacağı bir yere git demişti. Kıyametin ortasına git. O kadar yaşlıydı ki, öldükten bir hafta sonra sanki on sene önce ölmüş gibi düşünmeye başlamıştı herkes. Ölenlerin ölü taklidi yaptığını düşünüyordum ben o zaman. Yaşayanların yaşıyor taklidi yaptığını hissediyorum şimdi. Toplum değil toplu mezar. On bir yıldır sabah yatıp öğlen kalkıyorum. Hava kararana kadar geçmiyor dalgınlığım. Belki de uykuda kaybettiğim bir şeyleri arıyorum. Kimi görsem rüyalardan bahsediyorum. Oysaki hatıralardan konuşmak lazım. Rüyalardan daha karanlık hatıralar var. Daha çok fikir verir biri hakkında. Şekeri bitmiş sakızı, toz şekere batırıp çiğnemeye devam etmen gibi senin. Ben de tüpte satılan çokokremi diş macunu tüpüyle değiştirmiştim bir sabah. Gülmüşlerdi sadece. Oysa bir çocuk numara çekiyorsa gerçekten yemek lazım, yemiş gibi yapmak değil. Yirmi sene sonra Beşiktaş’ta bıraktığımız o ev. Bırakabildiğimiz tek ev. Beş kat seksen iki basamak. Balkon demirlerinden uzak duruyorduk geceleri. Hep daha yukarı bakmak zorunda olan iki vertigozede. Kar taneleri birbirine benzemez. Sözcükler de benzemez. Ama bir cümle bir başka cümleyi hatırlatır her zaman. Koşan atlar düşen atları. Yağmur yağar, durur, tekrar başlar. Yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir oğlum. Spermden mezara kadar. Karanlıkta herkesle çarpışabilir insan. Yalan mı söylüyorum yine, olsun. Sen biliyorsun nasılsa. Bir sürü doğru söyledik ama hiç burnumuz kısalmadı. -Emrah Serbes
0 notes
hakkogarii · 7 years
Text
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört - 2
Parti'nin yaptığı en korkunç şeylerden biri de, sizi içgüdülerin, duyguların hiçbir işe yaramayacağına inandırmak, ama aynı zamanda sizi maddi dünya karşısında tümden güçsüz kılmaktı.
Hiyerarşik toplumun varlığı, uzun sürede, ancak yoksulluk ve cehalete yaslanarak sürebilirdi.
Dünyanın gerçek zenginliğini artırmadan sanayinin çarklarının nasıl döndürüleceğiydi. Üretimin sürdürülmesi, ama ürünlerin dağıtılmaması gerekiyordu. Uygulamada bunu gerçekleştirmenin tek yolu da, savaşın sürekli kılınmasıydı.
Ayrıcalıklı kesimlere bile sıkıntı çektirmek, bilinçli bir tutumun sonucudur; çünkü genel bir yoksunluğun hüküm sürmesi küçük ayrıcalıkların önemini artırır ve böylece bir kesim ile öbürü arasındaki farkı büyütür.
En sıradan Parti üyesinin bile işinin ehli, çalışkan ve belirli sınırlar içinde de olsa zeki olması beklenir, ama korku, nefret, yaltaklanma, zafer düşkünlüğü gibi ruh halleri bulunan saf ve cahil bir bağnaz olması da gerekir. Başka bir deyişle, zihinsel yapısının savaş haline uygun olması gereklidir. İlle de gerçekten savaşılıyor olması gerekmez; belirleyici bir zafer mümkün olmadığından, savaşın nasıl gittiği de önemli değildir. Gerekli olan tek şey, bir savaş halinin var olmasıdır.
Savaş her egemen kesim tarafından kendi uyruklarına karşı verilmektedir ve savaşın amacı toprak ele geçirmek ya da toprak yitirmeyi önlemek değil, toplum yapısının hiç değişmeden sürmesini sağlamaktır.
Yüksek kesimin amacı, bulunduğu yeri korumaktır. Orta kesimin amacı, Yüksek kesimle yer değiştirmektir. Aşağı kesimin amacı ise –bir amacı varsa kuşkusuz, çünkü Aşağı kesimin temel özelliği, ağır ve sıkıcı işlerin altında çoğu zaman gündelik yaşam dışında hiçbir şeyin bilincine varamayacak kadar ezilmesidir– tüm ayrımları ortadan kaldırmak ve tüm insanların eşit olacağı bir toplum yaratmaktır.
Kitleler kendi başlarına ala ayaklanmadıkları gibi, sırf ezildikleri için ayaklandıkları da görülmemiştir. Açıkçası, kıyaslama olanağından yoksun bırakıldıkları sürece, ezildiklerinin farkına bile varmazlar.
Proleterlerin korkulacak bir yanı yoktur. Kaderlerine terk edilmiş olan proleterler, yalnızca başkaldırı dürtüsünden yoksun olarak değil, aynı zamanda dünyanın daha farklı olabileceğini kavrama gücünden de yoksun bir biçimde kuşaklar ve yüzyıllar boyunca çalışacak, üreyecek ve öleceklerdir.
İnsan burada acıdan ve acının yaklaşmakta olduğunu sezmekten başka hiçbir şey duyumsayamıyordu. Kaldı ki, insanın gerçekten acı çekerken, hangi nedenle olursa olsun acısının artmasını istemesi mümkün müydü?
"Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar,"
O eski, derinlerde yatan duygu geri gelmişti; O'Brien'ın dost mu, yoksa düşman mı olduğu önemli değildi. Konuşulabilecek biriydi O'Brien. İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de.
Gerçek güç, uğruna gece gündüz savaşmamız gereken güç, nesnelere değil, insanlara hükmeden güçtür."
Bizim uygarlığımız ise nefret üstüne kurulu. Bizim dünyamızda korku, öfke, zafer ve kendini aşağılamadan başka bir duyguya yer yok. Başka ne varsa hepsini yok edeceğiz, hepsini. Devrim öncesinden bu yana süregelmiş düşünce alışkanlıklarını daha şimdiden kırıyoruz. Çocuk ile ana baba, insan ile insan, kadın ile erkek arasındaki bağları kopardık. Artık hiç kimse karısına, çocuğuna ya da arkadaşına güvenmeyi göze alamaz. İleride kimsenin karısı ve arkadaşı olmayacak. Çocuklar, tıpkı tavuğun altından alınan yumurtalar gibi, doğar doğmaz annelerinden alınacaklar. Cinsellik içgüdüsü yok edilecek. Dölleme, tayın vesikasının yenilenmesi gibi, her yıl yinelenen bir formalite olacak. Orgazmı ortadan kaldıracağız. Nörologlarımız şu sıralar bunun üzerinde çalışıyorlar. Parti'ye sadakat dışında sadakat diye bir şey olmayacak. Büyük Birader'e duyulan sevgi dışında sevgi diye bir şey olmayacak. Düşmanı bozguna uğrattıktan sonra atılan zafer kahkahası dışında hiçbir kahkaha atılmayacak. Sanat, edebiyat, bilim diye bir şey olmayacak. Kadiri mutlak olduğumuzda bilime gereksinimimiz kalmayacak. Güzellik ile çirkinlik arasında hiçbir ayrım olmayacak. Merak diye bir şey, yaşama sevinci diye bir şey olmayacak. Yaşamın tüm zevkleri yok edilecek. Ama durmadan büyüyen ve gittikçe ustalaşıp yetkinleşen bir iktidar esrikliği her zaman var olacak; bunu hiç aklından çıkarma, Winston. Zafer heyecanı, umarsız düşmanı ezip geçmenin coşkusu her zaman, her an yaşanacak. Geleceğin resmini görmek istiyorsan, bir insan yüzüne basmış bir postal getir gözlerinin önüne, sonsuza dek."
"Bazen," demişti, "seni aklının ucundan bile geçmeyecek öyle bir şeyle tehdit ediyorlar ki, dayanamıyorsun. O zaman, 'Bana yapmayın, başkasına yapın, bilmemkime yapın,' deyiveriyorsun. Sonradan, bunun yalnızca bir numara olduğuna, sırf onları durdurmak için söylediğine, aslında öyle düşünmediğine inandırabilirsin kendini. Ama öyle değil işte. O sırada bile isteye öyle söylüyorsun. Kendini kurtarmanın başka bir yolu olmadığını düşünüyorsun, kendini kurtarmaya can atıyorsun. Ötekinin başına gelmesini bal gibi istiyorsun. Ne acılar çekeceğini umursamıyorsun. Yalnızca kendini düşünüyorsun."
Şu gerçeklerin su götürmez olduğu kanısındayız: Bütün insanlar eşit yaratılmışlardır ve Yaradan onlara yaşam, özgürlük ve mutlu olmak gibi geri alınamaz bazı haklar bağışlamıştır. İnsanlar, bu hakların güvence altına alınması için, yasal yetkilerini halkın onayından alan hükümetler kurmuşlardır. Bu hakları yok etmeye kalkışan herhangi bir hükümeti değiştirmek ya da ortadan kaldırmak ve yerine yeni bir hükümet kurmak halkın hakkıdır.
0 notes
Photo
Tumblr media
BİR KİTAP, BİR ALINTI: Kendinizi bir grup arkadaşınızla beraber bir pazarda ya da bir sarayın bahçesinde imgeleyin. Elinde sihirli bir kutuyla bir sihirbaz içeri girer. Bu tuhaf adam yere kare bir örtü serer ve sonra muhtemelen 20 cm olan örtünün üzerine hasırdan yapılmış renkli bir kutuyu dikkatli bir şekilde yerleştirir. Adam kutuyu dikkatlice süzer, az biraz düzeltir, kutunun kapağını açar ve içinden kutuyla aynı boyutta fakat farklı renklerde dokuz tane daha kutuyu itinayla tek tek asıl kutudan dışarı çıkarır. Yaptığı numara bitti sanıyorsanız, yanılıyorsunuz ama henüz değil. Sihirbaz, dışarı çıkardığı yeni kutulardan birini açar ve onun içinden dokuz tane daha çıkarır. Kalan sekiz tanesini de açar ve her birinin içinden dokuzar kutu çıkarır. Tüm bunları doğudaki derin düşünmeyle yapar. Ve sanki daha önce hiç yapmamış gibi üçüncü parti kutularını çıkarmaya başlar ve etrafında ulaşabileceği tüm alanı kutu yığınlarıyla doldurana kadar da çıkarmaya devam eder. İlk çıkardığı dokuz kutu ve ilk dokuzludan çıkan seksen bir kutu yığınların altında artık görünmezler...
0 notes