De ki ‘’Ben bir aslanım, Kendi nefretimin alevinden yanmış demirim. Ben alevime düşen heybetin gölgesinden doğmuşum’’, De ki ‘’Ben bir şairin dostuyum.’’ Ve dinle şimdi şairi
Otur ve bana bir kadeh uzat! Uzun bir acının parmağı gibi kandan, Bana her acıdan bir kadeh doldur.
Ah, bu ne karanlık bir ormanın ruhu! Ah, derin bir öfkenin gördüğü kuyu! Şu acıyla kabaran ellerime bir bak! Şu derin bir kederle duyduğum iştiyak, Beni öldürüyor günden güne. Görüyorsun ya hep mutsuzum. Hep ekmek ve biraz tuzum var Bu anlamın derisi gibi çatlayan duvar bir de hep bu sesler var.
...
Tüten bir ejderha gibi alevsizim Mutsuzum, yalnızım, sensizim Ve bazen gitmek istiyorum buradan Lakin ölüm müdür benim yurdum? Cehennem miydi hayalini kurduğum?
...
Guruba düşen bir yaprak gibi içime düşecek hüzün Varsın korkak desinler, üzgünüm Gitmek istiyorum buralardan.
Otur ve bana bir kadeh uzat! Uzun bir acının parmağı gibi kandan, Bana her acıdan bir kadeh doldur.
De ki ‘’Ben bir aslanım, Kendi nefretimin alevinden yanmış demirim. Ben alevime düşen heybetin gölgesinden doğmuşum’’, De ki ‘’Ben bir şairin dostuyum.’’ Ve öldür şimdi şairi.
Eşyaları ve elbiseleri bu kadar sık değiştirmemeliyiz.
Ruhumuzun şeylere yayılmasına müsaade etmeliyiz. Ruhumuzun birbirine yayılmasına... Bazı kokular sadece birbirimizi hatırlatabilmeli. Giydiğimiz bir terlik, taktığımız bir gözlük, kullandığımız bir bardak çok hatırayı taşıyabilmeli. Gittikçe birbirimiz olmayı başarırız o zaman.
Ne yabancı kadınların yabancı güzelliklerinin önemi kalır, ne yabancı erkeklerin başarılarının. Onun fazla kiloları senin fazla kiloların olur, senin kâr getirmeyen işlerin onun kâr getirmeyen işleri...
Onun güzel kokusu senin güzel kokun olur, senin geniş omuzların onun geniş omuzları...
O zaman uzun uzun küsebilirsiniz de ve hiç korkmazsınız ayrılık ihtimalinden çünkü alışmışsınızdır beklemeye ve hayatınızda yeni bir tad olsun diye terketmeyeceğinizi bilirsiniz birbirinizi. O bir gömleği ütülerken "Adım adım barışalım" der, gömleğin ona söylediklerinden, sen çalışma masanın çekmecesinde gördüğün bir not yüzünden... "Ekmek, havuç, domates, dolmalık biber ve çikolata..." Adım adım barışırsınız o zaman. Bu kadar ayrılık olmaz hayatlarınızda. Ama vaktiniz yok ruhlarınızın birbiri üzerine yayılmasına...
...dönmeni bekleyeceğim. sen rüyalarıma girip kötü düşleri dağıtmasan da olur. çünkü ben onlardan korkmam...
yine de seviyorum hayatı. sen beni sevmesen de kalbime kötü düşünceleri doldurmam. zavallılar gibi çadırımda ağlamam.
"Platon'a göre şeyler bir resimdi, bir taklitti. Neyin taklidi? Değişmeyen ideaların. İnsan bu resmin içinden, bu resmi anlamaya çalışıyordu. Fakat bu nasıl mümkün olabilirdi? Çünkü anlamaya çalıştığı şeyin içindeydi. İşte bu bilmeyi ve anlamayı imkânsız hâle getiriyordu. Şu hâlde Platon bize ne öneriyordu? İşte bu noktada Parmenides'i aşıyor ve ruhumuz diyordu 'Bu resmin dışında ve ressamın kendisinde.' Bedenini terk eden ve ruha yoğunlaşan, resmin kendisine ressamla birlikte bakıyordu. Kendisini o resmin içinde görüyor ve bunun bir taklitten, bir hayalden ibaret olduğunu anlıyordu..."
"Şimdi o bir peygamber mi?" diye sordu.
"Evet, Zeyd, o bir peygamber. Ne yaptığını kendi gözlerinle gördün. Sence bir yalancıya benziyor muydu? Kazandı Zeyd. O kazandı. Bir yalancının muzaffer olduğu nerede görülmüş? Böyle bir şey olabilseydi, ben de olurdum. Bir yalancının savaş meydanında 'Ben peygamberim!' diye bağırdığı nerede görülmüş? İnsanlar gerçek peygamberleri, gerçekleri, söylüyorken terk edip gittiler. Onun sözleri nasıl bir yalan ki binlerce insan hâlâ onun için ölüme koşuyor. Seni görmeden önce yaralılar arasında geziyordum. Birisi 'Muhammed'i son kez görseydim.' diyordu. Hangi yalancı bu kadar sevilmiştir? Allah'la konuşmayan birisi ölüm bu kadar yakınken 'Ben peygamberim!' diye bağırır mı? Elinin altında Arabistan'ın bütün zenginlikleri varken bir dilenci gibi kendi hırkasını kendi elleriyle yamar mı? Hangi yalan? Ne için yalan? Her şeyini feda edip karşılığında hiçbir şey almazken, taşlanmak aşağılanmak, savaşmak pahasına söylenmiş ne tür bir yalan bu?"
Her gün bir kötü huyundan vazgeçsen, her gün bir zaafını, bir erdemle değiştirsen, her yeni gün başka bir yetimin başını okşasan, bir zalime meydan okusan, kendin sürekli fakirleşirken, her geçen gün daha da cömertleşsen, her gün insanların yolları üzerinden bir taşı kaldırsan veyahut bir yeteneğe kendini gerçekleştirmesi için yardım etsen, her gün büyüklerin sözlerinden küçüklere bir şeyler öğretsen, her yeni gün büyük bir adamın bir sözüne hayat versen…
Ah her sabah kendine bir iyilikler listesi hazırlasan ve her akşam kendini acımasızca sorguya çeksen, o kadar çok sorgulasan ve eleştirsen ki kendini başka hiç kimseye ve hiçbir şeye zaman kalmasa… Öyle meşgul olsan ki nefsini ezmekle, her çekiç darbesiyle ruhuna kıvılcımlar sıçrasa ve tenin nurunu gizleyemeyecek kadar incelse bile farkında olmasan…
Gözlerin kızarmış okumaktan, alnın kırışmış düşünmekten, bacakların yorulmuş hakikatin yollarında yürümekten, ellerinde çekiçlerden nasırlar, sırtında kamburlar insanlığın acılarından, taliplerin birer birer ümidi kesip uzaklaşırken, yolunu gözleyen çaresizler her geçen gün artmış, ölümün soluğu ensende gezerken, yüz yıl sonra için planların hazırlanmış ve Azrail kabzetmeye geldiğinde canını hala yapılacak işlerin kalmış ve aksakallı başın önüne düşse ama ağır çekicin düşmese elinden…İsterse cenazende kimse olmasın, cesedin kimsesizler mezarlığında, isimsiz bir çukura indirilsin, sen ki ölümü yenmiş ve dirisin.