Tumgik
#ona hem o kadar kızgın hem onu o kadar özledim ki
muffindumatin · 5 months
Text
eski şarkıları dinlemesem iyi olur........
1 note · View note
gajder · 4 years
Text
HAYAL MİYDİ, GERÇEK MİYDİ BİLEMEDİM?!!!
Tumblr media
HAYAL MİYDİ, GERÇEK MİYDİ BİLEMEDİM?!!!
Tumblr media
Üsküdar’dan Eminönü’ne geçmek için vapura bindim. Yalnızdım. Hava çok soğuk, hafif yağmur çiseliyordu. Üşüyordum. Vapura binince hemen sıcak bir yer aradım alt katlara baktım ama herkes benim gibi düşündüğünden her yer dolmuştu oturacak yer yoktu. Sabahtan beridir  ayaktaydım ve ayaklarım çok ağrıyordu en azından 10-15 dakika oturabilsem dinlenirdim belki diye düşündüm. Yukarıya çıktım boş yer vardı biraz yanlardan esiyordu. Kuytu gördüğüm yere geçtim oturdum, sanki ayaklarım dünyanın yükünü taşıyormuşçasına hem ağrıyordu hem acıyordu. Öyle rahatladım ki, ayaklarımı yerden çekip, arkaya doğru kıvırdım daha rahat ettim. Soğuğu hissetmiyordum bile. Vapur hareket etti, kıyıdan biraz açıldıktan sonra çok şiddetli bir rüzgar esti, eserken de çok gürültülü bir ses çıkardı. Vapurun üstü kapalı fakat yanlar açıktı bu yüzden de esen rüzgarın şiddetiyle yağmur suları da içeriye vuruyordu. Biraz daha ilerledikten sonra denizin ortasında bir şey belirdi. Bembeyaz bir bulut mu duman mı anlayamadım. Bu beyazlığın içine girdik. Birden rüzgarın sesi kesildi, yağmur da yoktu. Etrafta sadece beyaz bir duman vapur durdu. Ne ileri ne geri gitmedi. Etrafıma baktım herkes yanındakilerle koyu sohbete dalmışlardı, kimi kitap okuyor, kimi başka şeylerle ilgileniyordu. Çok fazla karşıya geçmediğimden herhalde normal bir durum dedim. Birden yanımdan bir ses bana; - Merhaba dedi. Baktım, gözlerime inanamadım. Senelerce içimde sakladığım, kendime bile onu sevdiğimi söyleyemediğim adam … karşımda duruyordu. Gözlerinin içine baktım ve; - Merhaba, dedim. Gözlerimi ondan alamadım. Hayal gördüğümü düşündüm. O yeşil gözleri hala ışıl ışıl parlıyordu ve kalbim, onu gördüğüm ilk gün gibi yerinden çıkacakmışçasına çarpıyordu. - Nasılsın ? ne arıyorsun burada, dedim. -  Kısa süreliğine bir iş için İstanbul’dayım, dedi. Ne büyük tesadüftür ki koskoca İstanbul da on beş sene sonra karşılamak. Zaman sanki durmuştu. -      Sen neler yapıyorsun? dedi. -      Bir arkadaşım gelecekti Tekirdağ’ dan. Anadolu tarafına geçecek vakti olmadığı için ben bu tarafa geçmek istedim onu görmek için uzun zamandır görüşemiyorduk,  Saat 3 de Eminönü’nde buluşacağız, dedim. O ara saate baktım 14: 40 u gösteriyordu.   20 dakika var. Vapurda hareket etmedi hala dedim. -      Endişelenme yetişirsin, dedi. Ona bakarken zaman hiç bitmesin istiyordum. Ona anlatacak o kadar çok şeyim vardı ki, bilmesini istediğim, ona söylemek isteyip de bazı sebeplerden dolayı söyleyemediğim ve en önemlisi onun beni çok sevdiğini bildiğim halde ona seni seviyorum diyemediğimi.  Öylece gözlerine bakakaldım. O da bana bakıyordu tebessüm ederek ve bana, -      Seni çok özledim, dedi Önce başımı öne eğdim sonra, -      Bende seni çok özledim, dedim. Vapur herhalde dumanın kalkmasını bekliyordu, bu da benim işime gelmişti, çünkü onunla daha fazla vakit geçirecektim. Başladık konuşmaya saatlerce konuştuk. Bir ara Zeynep herhalde gitmiştir diye düşündüm. Ama Yiğit yanımdaydı . O bana anlattı, ben ona geçmişteki güzel günlerden bahsettik, Sonra gözlerimin içine baktı, yavaşça ellerimi ellerinin arasına aldı ve bana, -      Seni çok sevdim, dedi. -      O an O yeşil gözlerin içinde kayboldum, her yer yeşil oldu sanki. Ben tam ona ben de diyecekken, -      Sus ve dinle, dedi. -      Seni öyle çok sevdim ki, sana karşı hissettiğim bu duyguları hiçbir kimseye hissedemedim. Aradan yıllar geçti, unuturum sandım ama olmadı, unutamadım. Kimseyle evlenmedim. Kimseyi sevemedim. Hep seni aradım ve seni hala çok seviyorum. Şimdi söyle; bana söylemek istediğin bir şey var mı? Dedi. -      Sımsıkı sarıldım ona, başladım anlatmaya. Anlatamadığım her şeyi anlattım. Ben de seni seviyorum, dedim. Lütfen ayrılmayalım. Beni bırakma dedim. Ben de yıllarca hep seni sevdim dedim. -      Seni asla bırakmayacağım, dedi kulağıma. Ve vapur hareket etmeye başladı. Biz konuşmaya devam ediyorduk. Ona baktıkça mutlu oluyordum, seneler sonra kavuşmuştuk. Vapur Eminönü ne gelmişti. Rüzgar da yok, ama hafiften yağmur devam ediyordu. Herkes inmeye başladı vapurdan biz el eleydik. Saate baktım hala 14:40 eyvah saat durmuş dedim. İnsanlar inmek için itişmeye başladılar birden ellerimiz ayrıldı, kalabalıkta araya başkaları girdi, onu kaybettim. İndim aşağıda beklemeye başladım. Yok, deli olmak üzereydim. Onu bulmuşken kaybedemezdim, bu düşünce beni çıldırtacaktı. Bir el omuzuma dokundu, -      İşim erken bitti seni burada bekleyeyim dedim, dedi Zeynep’ti  bu, -      Ne bu telaş ne oldu? Dedi. -      Yiğit, dedim. O buradaydı. -      Hangi Yiğit? Dedi. -      Bizim Yiğit işte, -      Hımmm, dedi. -      Emin misin, bir yanlışın olmasın, dedi. Çok kızgın bir ifadeyle, -      Tabi ki eminim, dedim ve bağırarak olanları anlatmaya başladım. -      Gel canım, şöyle sakin bir yere, sana anlatacaklarım var, dedi. Yeni Caminin avlusuna götürdü beni burası çok güzel ve sakin huzur dolu, seninle burada konuşalım dedi. Bense hala ona kızgındım -      Ne kadar yol geldik bizi bulamaz çok ilerledik, dedim. -      Eminim o da burada yanımızda, deyince şaşırdım. -      Ne demek istiyorsun? Dedim. -      Bak canım Yiğit’i geçen yıl bu zamanlar trafik kazasında kaybettik. Dedi. -      Nasıl olur, ben hayal görmedim, dedim ve olanları ona anlattım. O da; -      Benim işim erken bitti, vapur saatlerini öğrendim ve  Eminönü’nde seni bekledim. 14:40 da gelir dediler. İnan bana vapurun kalktığı saatten en fazla 20 dakika da geldiniz. 14.40 da buradaydınız ve bak saat 15 ama nasıl olur dedim. Saatime baktım. Gördüklerime ve yaşadıklarıma inanamadım. Nasıl olur nasıl? Diye sorup duruyordum kendi kendime. Buna aklım ermiyordu. -      Neden olmasın? Dedi. Biliyoruz ki sen de o da birbirinizi çok sevdiniz. Belki de Zaman içinde, Rabbim Size özel bir zaman yarattı ve sizi kavuşturdu. Birbirinize söylemek istediklerinizi söylediniz. Rabbimin kudreti çok büyük, bence bunu fazla karıştırma. Dedi. Yiğit’in son sözleri kulaklarımda çınlıyordu. “Seni asla bırakmayacağım “ diyordu. Ölmüş olacağına inanamıyordum, birde olabilir mi diyordum iyice kafam karışmıştı. Son vapura kadar Zeynep’le birlikte oturduk, sakinleşene kadar aslında. Son vapurla eve döndüm. Ruh gibiydim. Eve gelir gelmez,  Yiğit’le ortak arkadaşlarımızı aradım Yiğit’i sordum. Herkes aynı şeyi söyledi. Geçen yıl bu gün onu kaybettik. Peki neden haberim olmadı? Dedim. Buna dayanamayacağımı düşündükleri için kimse söylemeye cesaret edememişti. Ellerimin arasından yitip giden Yiğid’ime ağladım. Onsuz geçen günlerime yandım. Pişmanlıklar içinde.  Seni Sonsuza Kadar Seveceğim YİĞİT... Gülten Ajder Read the full article
0 notes
shadow-and-mist · 5 years
Text
Lyra ve Muna: İkinci Bölüm
- Gezgin 
Kabilesinin yaşadığı topraklarda dostu Muna ile yürürken gözleri yalnızca yolun ilerisine kenetlenmişti. Yolun her iki tarafında kalan farklı ailelere ait çadırları görmezden gelmeye çalışıyordu, nasılsa her büyük çadırın üzerinde bulunan farklı simgelerin hangi ailelere ait olduğunu çok iyi biliyordu. Aşağıya doğru çapraz duran, ucu sivri iki ince bıçak ve ucundan dökülen damlalar; köyde her türlü iksiri yapan ve bu iksirlerle savaş yeteneklerini birleştirmiş korkutucu İkiz İğneler. Beyaz, düz bir sopanın üstünde duran güneş ve ay çizimleri ve onlara doğru uzanan iki siyah yılan; kabilenin saf-Elf medikal ustaları ve soylu düşünürleri; Gök-yılanları. İç içe geçmiş yeşil bir kare ve üçgenin tam merkezinde duran siyah bir ok; ağaçların üzerinde görmeye alışkın olduğu hedeflerin sahipleri; ailesinin de çok iyi anlaştığı özel okçu birliği; Düzen Korucuları. Merkeze doğru yürümeye devam ettikçe en büyük iki çadırı -ve dolayısıyla aileleri- görmesi kaçınılmazdı. Koyu kırmızı bir rengin üstüne beyazdan işlenmiş sivri kaplan dişleri; kabilede elf olmayan tek ırk -kedigil Nekkah’lar- tarafından yönetilen, acımasız Kan Avcıları. Tam karşısında, merkezde duran, yeşil renklerle çizilmiş yan yana uluyormuş gibi görünen iki muazzam kurt, kendi ait olduğu ve bütün kabilelerin yönetimini sağlayan büyük savaşçılar ve liderler; Yeşil Kurtlar. Yürümeye devam ettikçe kendi evinin etrafında kurulmuş, sabah çıktığında orada olmayan birkaç seyyar çadırı gördü. Kalabalıktan dolayı anlamakta zorlansa da, yeşil bir daire ile çevrelenmiş kalkan işaretini gördüğünde misafirlerin Nehir Bekçileri olduğunu fark etti. Birkaç dakika olduğu yerde kalakaldı. Yaşlarla taşmak üzere olan gözleriyle Muna’ya doğru baktı, kurt karşılık olarak sorgularcasına kafasını yana eğdi. Lyra, kendi çadırının önüne dahi bakmadan yerinden sıçradı ve kalabalığı yararak misafirlere doğru yönelmeye başladı. Hızla insanları çekiştirerek ilerlerken aniden karşısına çıkan birine çarparak, onlarca insanın arasında yere yuvarlandı. Genç avcıyı fark eden diğerleri yavaşça dağılmaya başladılar. Kıkırdamaları ve söylenenleri duyunca, gururu incinmiş Lyra büyük bir hışımla ayağa kalktı ve bağırmaya başladı.
“Ne gülüyorsunuz be?!”
İnsanlar hızla uzaklaşırken, arkada kalmış Muna, bağırışları duyunca birden havlayarak sahibine doğru koşmaya başladı. Büyük, yeşil çadırın önünde duran kurtlar da havlamaya ortak olarak Lyra’yı çevrelediler.
Lyra, sinirli bir şekilde etrafı süzerken, arkasını dönmüş kahkahasını saklamaya çalışan genç Nekkah’ı gördü. Onun kim olduğunu çok iyi anımsadı.
“Hey, Sin! Buraya baksana!”
Genç kızın bağırışları gittikçe şiddetleniyordu.
“Sana diyorum, bana bak!”
Genç Nekkah, yavaşça geriye döndü ve sıyrılmış kalabalıktan kıza doğru birkaç adım attı. Her adımıyla artan hırlamaları ve yerinden çıkacakmış gibi duran dişleri fark ettikten sonra sonra olduğu yerde kalmayı tercih etti.
“Dinliyorum, Lyra. Kendi aksaklığın için, yine beni suçlamayacaksın, değil mi?”
Büyük bir şevkle cümlesini bitirdikten sonra, sadece kendi ırkına özgün o sinsi, çıkarcı bakışı ile Lyra’yı sardı. Genç kız, herkesin odağında olduğunu fark etti. Yere düşmüş, üstüne bir de Sin tarafından alaya alınmıştı. Kızgın bir şekilde olduğu yerde bir şeyler geveledi, daha cevap verememiş iken, etrafındaki bütün kurtlar, çadırdan iki adamın çıkmasıyla sakinleşti. Adamlardan birisi oldukça yaşlı, siyah bir göz bandı ve yaralarla süslenmiş yüzüyle sert ve vahşi duruyordu. Diğeri ise genç, kahverengi uzun bir ceketin arkasında sallanan yeşil peleriniyle beraber, sempatik bir gülümseme taşıyordu.
“Bu kargaşanın nedeni sen misin, Lyra?”
“Tabii ki, o. Benim belalı kardeşim.”
Lyra, genç olanı görünce, gözlerinden akan yaşlara aldırmadan büyük bir sevinçle sıçradı.
“Abi!”
Ancak yanındaki sert adama ve içinde olduğu duruma bakınca, hevesi kursağında kalırcasına ekledi.
“Baba…”
Lyra ve Muna oldukları yere çöktüler. Abisi babasına bir şeyler fısıldadı ve babası kızına sert bir bakış atıp, çadıra tekrar girdi. Genç adam kalabalığı çabucak dağıttıktan sonra ortada kalan kız kardeşine doğru yürüdü. İkili büyük bir hevesle adama sarıldı, abisi gülümsemeler ile ikisine de karşılık verdikten sonra kolunu Lyra’nın omzuna attı ve beraber yürümeye başladılar.
“Gel benle. Biraz laflayalım.”
“Nasıl göründüğünü çok iyi biliyorum, ama, abi, Sin, gerçekten…”
“Sakin ol. Ben babamız gibi değilim. Bunu çok iyi biliyorsun.”
Lyra usulca onaylar gibi yapıp kafasını aşağıya eğdi. Abisi, parmağıyla hafifçe çenesinin altından kafasını geri kaldırdı.
“Şşşt. O kadar yoldan boynunu bükük görmek için mi geldim ben?”
Lyra, bu cümlelerle az önce olan şeyleri yok sayıp, durumun yeniden farkına vardı. Bütün bedeni sevinçle doldu, sıçrarcasına yürüyüp abisine büyük bir hevesle bakmaya başladı.
“Hem sana anlatacak çok şeyim var.” dedi abisi ve büyük bir zevkle arkasındaki pelerine işaret etti. Kız, çok da ihtişamlı olmayan büyükçe pelerini o vakit fark etti. Yeşil derinin üzerinde siyahtan yarısı pusula, yarısı saati anımsatan işareti gördü ve olduğu yerde kalakaldı.
“Abi… “
Abisi büyük bir gururla onayladı.
“Bu işaret… Gezginler?!”
“Doğru bildin, ufaklık.”
Lyra, aniden sıçrayarak tekrar abisine sarıldı. Gün boyunca akan gözyaşından fazlası, birkaç saniyeye sığmış, çocuğun uzun saçlarını nemlendiriyordu. Abisi yeniden kızı yatıştırmaya çalıştı.
“Abi… En büyük hayalin…”
“Hayalimiz.”
Kız aniden duraksadı. Sahiden de öyleydi. Abisi ile birlikte küçükken kurdukları hayaller, genç adam bundan bir yıl kadar önce evden ayrılınca yok olmuştu. Onu bekleyen kaderi haksız çıkarabileceğinin yaşayan kanıtı olan abisi, zamanla onun sadece özlediği dostu, kardeşi, ailesi haline geldi. Birlikte bir hayal paylaşmışlardı, abisi önce Nehir Bekçileri’ne, ardından da Gezginler’e katılarak kendi payını doldurmuştu. Sıra ondaydı, ancak kabileyi düşününce, yapılacak çok şey olduğunu biliyordu.
“Gel hadi.”
Lyra’nın düşüncelere dalıp gittiği o sırada abisi çoktan bir ateş yakmış, odunlarla harmanlamıştı bile. Kız yavaşça ateşe doğru yöneldi.
“Şimdi yiyecek bir şeyler bulmak gerek…”
Lyra abisini duyar duymaz çantasına yöneldi ve deri bir kılıf çıkardı. Kılıfı açtığında dört tane sarılmış, cansız balık göründü. Bu sefer genç kız ve kurt gururla poz verdi. Abisi aferin dercesine ikisinin de başını okşadı ve balıkları bir çubuğa geçirip, kızartmaya başladı. Bu sırada yerde oturan Lyra’nın suratını hafif bir endişe sardı. Köye girdiğinden beri abisinin kurdunu hiç görmemişti, hem Muna, abisinin kokusunu uzaktan ayırt etmekte zorlansa da, kendi kardeşinin varlığını kesin fark ederdi. Kara kurt, Luna, şüphesiz ki köyde değildi.
“Soracak çok şeyin olmalı. Başla bir yerden bakalım.”
“Luna nerede?” diye sordu genç kız, endişesini daha fazla saklayamıyordu. Abisinin suratını anlık bir burukluk kapladı ancak çok geçmeden bu ifadeden kurtuldu.
“Luna ile zor günler geçirdik. O şimdilik dinleniyor.”  Kız açıklamadan çok tatmin olmamış gibi duruyor, abisini daha fazla şey duymak için süzüyordu.
“Merak etme, o iyi. Diğer Gezginler’i ben yokken bir Yeşil Kurt’un koruması gerekiyor, değil mi?” Genç kız bu sözlerinden sonra Luna için endişelenmenin doğru olmadığını düşündü. Abisi, ateşin başında balıkları kızartırken kız onu iyice süzdü. Yüzündeki yorgunluk çok belli oluyordu. O sempatik gülüşüyle saklamaya çalışsa da, belli ki kafasında birçok şey dolaşıyordu. Ne için geldiğini dahi ona henüz sormadığını fark etti.
“Ben yokken gelmişsin. Haberim de yoktu. Eğer bilseydim, ilk ben karşılardım seni. Seni çok özledim.” Abisiyle çok fazla vaktinin olmadığını düşününce, kızın ağzından cümleler ardı ardına dökülmeye başladı. O artık bir Gezgin idi, çok fazla kalamayacağını biliyordu.
“Güneşten önce tepelere çıkmayı bıraktığını görseydim, üzülürdüm, Lyra.”
“Merak etme. Her sabah, Muna ile birlikte oradayız. İlk Rüzgar ile birlikte atış yapmaya başlıyorum. Tıpkı eskisi gibi. Hem de çok geliştim. Belki yarın sana da gösteririm, ne dersin?” diye, hevesle bitirdi konuşmasını Lyra. Abisi, hafif üzgün bir ifadeyle cevapladı.
“Lyra, üzgünüm…” Genç kız, az önce farkına vardığı şeyi yok saydığı için kendisine kızdı.
“Önemli değil.” ardından, zoraki bir gülümsemeyle hemen konuyu değiştirdi.
“Benim hayatım böyle geçiyor. Muna ile özgürlüğümüzü yaşıyoruz, ardından kabiledeki yaşlılarla uğraşıyoruz. Her şey bıraktığın gibi.” İkili ufak bir gülümseme paylaştı. Bu sırada abisi ilk balığı Lyra’nın önüne servis etti.
“Peki sen neler yapıyorsun, abi? Artık bir Gezginsin… Kim bilir nerelere gittin… Sahi, kabileye beni görmek için dönmüş olamazsın, değil mi?”
“Onlara katılalı sadece iki ay oldu. İlk seninle paylaşmayı çok isterdim. Nehir Bekçileri’ndeki dostlarımız beni en başta bırakmayı istemediler ancak onları ikna etmek çok da zor olmadı.”
“Seni bilirim, herkesi ikna etmeyi becerirsin.”
“Bir Gezgin olmak ise… gerçekten çok farklı.” Lyra, balığını yavaşça ayıklayıp yemeye başladığında sabahtan beri ilk kez yemek yediğini fark etti. Muna, tekrar acıkmış olacak ki, kokan balığa doğru koklayarak yöneldi. Kız her yediği lokma başına bir parça da Muna’ya vererek, abisinin laflarını dikkatle dinledi.
“Bir taraftan tam hayal ettiğimiz gibi; diğer taraftan hayal bile edemeyeceğimiz kadar farklı.” abisi kızarmış iki diğer balığı da Lyra’nın önüne koyup, son balığı afiyetle yemeye koyuldu.
“Eee? Bu kadar mı?” dedi Lyra, bir yandan balığı şevkle çiğnerken. Abisi ağzındaki lokmayı bitirip, konuşmaya devam etti.
“Eğer bir Gezgin isen, kendi kaderinin peşindesin. Bir şefin emri altında değilsin, ancak kimsesiz, veya yardıma ihtiyacı olan herkesin yanındasın. Üstelik saf-Elf olup olmaman kimsenin umrunda değil, her ırktan Gezgin var. Şu ormanın içinde bizimle yolu kesişmiş bodur Cüceler bile var.”
Genç kızın gözleri, duyduğu her kelimeyle daha da ışıldıyordu. Yemeği dahi unutup, ağzı açık bir şekilde dinlediği oluyordu. İstediği ve umduğu her şey, artık abisinin hayatındaydı. Ona çok imreniyor, bir yandan da heyecanlanıyordu.
“Ancak, Lyra… Bu özgürlüğün bedeli çok büyük.” abisi bir ısırık daha aldı. Onu ağzında çiğneyip, bitirene kadar geçen süre Lyra’ya günler gibi gelmişti. Sessizliğin içinde durgun bir akşam rüzgarı ve ateş çıtırtıları ahenkle oynuyordu.
“Gezgin olmak demek, evinin olmaması demek. Kalıcı bir evin olmamasından, sürekli seyahat etmekten bahsetmiyorum. Ailenin olmamasından bahsediyorum.”
“Peki ya diğer Gezginler? Ailen onlar değil mi?”
Elbette, ancak birçoğu, kendi kaderlerini keşfettiğinde birliği bırakıyor. Kalıcı bir bağ kurmak çok zor. Ayrıca, her Gezgin, bir zamanlar sandığımız gibi çok iyi sayılmaz… Hepimiz, çok zor sınavlardan geçerek Gezgin olduk, bu doğru, ancak bu bizim yeteneklerimizi kanıtlıyor. Kalbimizi ve içinden geçenleri değil.”
“Peki ya biz? Bak, beraber yemek yiyoruz. Hâlâ çadırda seni bekleyen bir yatağın var.”
“Babamı biliyorsun, kardeşim. Bugün, sırtımdaki pelerini gördüğünde yüzündeki hayal kırıklığını az çok tahmin edebiliyorsundur. Eminim ki köye geri döndüğümüzde o yatak, çadırdan atılmış olacak. Gezginler tarafından sözcü olarak gönderilmeseydim, benimle konuşmayı dahi reddederdi.”
Lyra, hayalini gerçekleştirdiği takdirde bunların kendi başına geleceğini de çok iyi biliyordu. Buna rağmen o sırada duyduğu acı ile, çaresizlikle yakınmaya başladı.
“Ama neden? Böyle olmak zorunda değil ki?”
“Gelenekler, kardeşim.”
“Gelenek, gelenek, yeter artık. Babamın gözüne girmeye çalışırız, onun takdirini kazanmaya çalışırız. Ona kendimizi kanıtlamak için daha ne yapalım, abi? Sen gittiğinden beri, kendince bana eğitim veriyor. Sen ortalıkta yokken, senin ��lmüş olmana hazırlık yaparak beni varis gibi yetiştirmeye çalışıyor. Senin öldüğünü düşünüyor. İnanabiliyor musun?”
“Lyra…”
“Diğer kabilelere değinmedim bile… Babam, şu aptal Kan Avcıları’na gösterdiği töleransın zerresini bize gösterse böyle olmazdı! O bütün ailelerin babası, Büyük Şef, ama bizim babamız olmayı beceremedi! Hepsi onun suçu! Bizi en başta böyle hayallere muhtaç bırakan o! Senin gitmeni sağlayan, benim hırçınlığımın nedeni, hatta annemin-”
“Lyra.” kızarak lafını kesti abisi. Kızın adı, çoğalarak, geceyle beraber ormanda gezintiye çıktı. Kız ise olduğu yerde kalakaldı. Kendini kaybetmiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Muna da hemen yanı başında kızı koklayarak ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Abisi yavaşça kıza doğru yöneldi, yanına oturdu ve onu sarmaladı.
“Bütün bunlar çok fazla, biliyorum. Ama ben, bugünden itibaren babamız için ölü bir adamım, Lyra.” Genç kız, sanki ayların birikimini kusarcasına, gittikçe şiddetlenen bir şekilde ağlamaya devam etti.
“Ama kardeşim…” dedi abisi, Lyra’yı sıkıca sardı ve o da gözyaşlarını serbest bıraktı.
“Hepsi geçecek. Sana söz veriyorum, bir gün bütün bunlardan kurtulacağız. Artık abin olmasam da-”
Kız birden olduğu yerden ayağa sıçradı. Nehir olmuş yeşil gözlerinin üstü, anlık bir nefretle perdelendi. Kızın kelimeleri, boğazından yukarıya çıkmaya direniyor gibiydi. Gırtlağı, boğuk bir acıya büründü.
“Ne dedin? “Abin olmasam da” mı dedin sen?
Abi…”
Abisini birkaç saniye o gözlerle süzdükten sonra, çimenlerin üzerinde geriye doğru birkaç adım attı. Muna da onunla beraber adım aldı. Birden abisine sırtını dönüp, Muna’nın üstüne çıktı ve güçlü bir ıslık çaldı. Bu ıslıkla beraber, Lyra ve Muna, gecenin karanlığına doğru hızla ilerlemeye başladı. Abisi ise arkalarından son hızla koşsa da, ikilinin hızına yetişemedi ve geride kaldı.
0 notes
emvsu-blog · 5 years
Text
Özledim. Hem de çok fazla. Biliyorum ki bu senin için hiçbir şey ifade etmiyor. Sevseydin ederdi. Fakat sevmiyorsun. Kızgın değilim sana. Kırgınım sadece. Merak etme bana neden bunu yaptın falan gibisinden şeyler yazıp başını ağrıtmıycam rahat ol. O faslı ben çoktan geçtim. Konuşmayalı kaç hafta oldu saymadım. Şimdi diyeceksin bu kız her özlediğinde yazıcak mı diye. Haklısın. Fakat yazınca rahatlıyorum. Kaç zamandır bu özlemi içimde taşıyorum.1.2 hafta mı hayır daha fazlası. Bazı zamanlar ciddi anlamda unuttum onu diyorum. Unuttum , bitti artık.Sonea özlediğimi fark ediyorum. Özlememem gerekiyor biliyorum. “Sen beni özledin mi ?” diye sormak isterdim sana. Ama soramam ki çünkü sen beni sevmiyorsun. Sevseydin özlemene gerek kalmazdı. Bana derdin ya çok ağlıyorsun diye. Biliyor musun artık ağlamıyorum. Gerçekten. Ağlamayalı çok uzun zaman oldu. Ağlamak istesem de olmuyor. Akan 2-3 göz yaşı fazlası yok. Ama ben ağlamak istiyorum. Ağlamayınca daha kötü her şey.. Sesin , sesini çok özledim. Gideceğin aklımın ucundan geçmezdi. Nasıl gittin. Bir arkadaşını tanımıyorum ki senin hakkında haber alayım. Bu çok çaresizce bir duygu. Artık hayal kurmuyorum. Umut etmiyorum. Çünkü biliyorum boşa. Hayallerime seni koysam kendimi kandırırım. Sen hiçbir zaman benim olmadın. Ben sadece geçici bir hevestim. O kadar basit miydim gerçekten? o kadar hiç miydim senin için ? Bana yazdığın bir yazı vardı ya , onu okuyup ağlıyorum hep. Artık onu açıp baktığımda boğazım düğümleniyor. Ağlayacak gibi oluyorum 2-3 yaş akıyor. Durduruyorum hemen kendimi çünkü güçlü olmak için ağlamamak lazım değil mi ?Eskiden konuşurduk hep sabahlara kadar. Şimdi ise birbirini tanımayan iki yabancıyız. Bu mesajı atma sebebim benimle konuş diye değil. Konuşmayacağını zaten biliyorum. Konuşacak olsaydın zaten çoktan konuşurdun. Sadece içimde tutamıyorum bir an da söyleyesim geliyor. Hep imkansızlığım olarak kalıcaksın,bunu bil çünkü artık bu özlemi içimde tutamıyorum.Bu mesajımada istersen cevap verme ne yazabilirsin ki zaten en fazla ‘üzgünüm’ olur. Gerek yok merak etme. Cevap verirsen zaten kesin ağlarım. Bakma öyle ağlamıyorum dediğime. Hala sulu gözüm , sadece tutuyorum kendimi.Ama her gün ağlamaktan gerçekten çok yoruldum.Beni güldürmeyi başarabiliyosun ama neden yanıma gelip gözyaşlarımı silmiyosun,neden ya neden.Seni o kızla görmekten, sizin sarılırkenki fotoğrafınıza gecenin bi yarısı açıp açıp saatlerce boş boş bakmaktan ve ağlamaktan çok yoruldum Emin ve bunlar yetmezmiş gibi birde canlı canlı görüp sizi uzaktan izledim bu canımı çok yaktı.
Sen benim içimde tuttuğum nefes gibiydin bırakırsam kaybolacak ve başkasının ciğerlerine dolacak ona nefes olacaktın ama şimdi tuttuğum bu nefes zehire dönüştü ciğerimi, içimi yakmaya başladı peki ben şuan napıyorum? Hala bekliyorum bu zehirle. Şunu asla unutma seni benim kadar seven olmayacak seni çok saf duygularla sevdim. Sanırım çok uzattım ben kusura bakma
0 notes
nopolyoon8-blog · 7 years
Quote
Özledim. Hem de çok fazla. Biliyorum ki bu senin için hiçbir şey ifade etmiyor. Sevseydin ederdi. Fakat sevmiyorsun. Kızgın değilim sana. Kırgınım sadece. Merak etme bana neden bunu yaptın falan gibisinden şeyler yazıp başını ağrıtmıycam rahat ol. O faslı ben çoktan geçtim. Konuşmayalı kaç ay oldu saymadım. Şimdi diyeceksin bu kız her özlediğinde yazıcak mı diye. Haklısın. Fakat yazınca rahatlıyorum. Kaç zamandır bu özlemi içimde taşıyorum. 2-3 Ay mı hayır daha fazlası. Bazı zamanlar ciddi anlamda unuttum onu diyorum. Unuttum , bitti artık. Sonra bir şiir okuyorum mısralarında seni buluyorum. Özlediğimi fark ediyorum. Özlememem gerekiyor biliyorum. “Sen beni özledin mi ?” diye sormak isterdim sana. Ama soramam ki çünkü sen beni sevmiyorsun. Sevseydin özlemene gerek kalmazdı. Bana derdin ya çok ağlıyorsun diye. Biliyor musun artık ağlamıyorum. Gerçekten. Ağlamayalı çok uzun zaman oldu. Ağlamak istesem de olmuyor. Akan 2-3 göz yaşı fazlası yok. Ama ben ağlamak istiyorum. Ağlamayınca daha kötü her şey. Şurama bir yumru oturuyor. Yüreğime bir sancı batıyor. Dalıp gidiyorum. Bu ne oluyor? çok sevmek mi , özlem mi ? çözemedim gitti. Insan görmediği birini nasıl bu kadar özleyebilir hala aklım almıyor. Sesin , sesini çok özledim. Hatırlıyor musun bana kitap okurdun. Sahi , bana öyle güzel kitap okuyordun ki gideceğin aklımın ucundan geçmezdi. Nasıl gittin. Seni unutmam için bana mesafe koydun hep. Kilometreler yetmezmiş gibi birde sen mesafe koydun. Bu hiç adil değildi. Özlediğim de gidip uzaktan dahi izleyemiyorum seni , ya da bir arkadaşını tanımıyorum ki senin hakkında haber alayım. Bu çok çaresizce bir duygu. Seni özlediğimde hep Nazım Hikmet okuyorum. Çünkü sen bana Nazım'ı hatırlatıyosun. Artık hayal kurmuyorum. Umut etmiyorum. Çünkü biliyorum boşa. Hayallerime seni koysam kendimi kandırırım. Sen hiçbir zaman benim olmadın. Ben sadece geçici bir hevestim. O kadar basit miydim gerçekten? o kadar hiç miydim senin için ? Bana yazdığın bir yazı vardı ya , onu okuyup ağlardım hep. Artık onu açıp baktığımda boğazım düğümleniyor. Ağlayacak gibi oluyorum 2-3 yaş akıyor. Durduruyorum hemen kendimi çünkü güçlü olmak için ağlamamak lazım değil mi ? Geçen yıl bu zamanlar yakındık hatırlıyor musun konuşurduk hep sabahlara kadar. Şimdi ise birbirini tanımayan iki yabancıyız. Bu mesajı atma sebebim benimle konuş diye değil. Konuşmayacağını zaten biliyorum. Konuşacak olsaydın zaten çoktan konuşurdun. Sadece içimde tutamıyorum bir an da söyleyesim geliyor. Hep imkansızlığım olarak kalıcaksın. Bu mesajımada istersen cevap verme ne yazabilirsin ki zaten en fazla ‘üzgünüm’ olur. Gerek yok merak etme. Cevap verirsen zaten kesin ağlarım. Bakma öyle ağlamıyorum dediğime. Hala sulu gözüm , sadece tutuyorum kendimi. Sanırım çok uzattım ben kusura bakma. -Ona içim yana yana yazdığım bir mesaj. Sonuç; cevap vermedi. Görüldü atıp bıraktı. Olsun ne diyebilirim ki..
0 notes