Tumgik
#karacahil
karacahil · 5 months
Text
*... Otobüs şoförüsünüz 🚌 yolcular "geçmiş yaşantılarından" oluşuyor. Her durakta birileri iniyor, birileri diğer durakta biniyor. Tıpkı binmeleri gibi bazen geçmişe takılıp kalıyoruz onu içeri buyur ediyoruz. Ve tıpkı inmeleri gibi bazen de geçmişi hiç dert etmeyip takmıyoruz. Üstelik en güzeli de ne biliyor musunuz? En sonunda hiç kimse şoför ile kalmıyor. Her yolcu geçici. Şoför yoluna tek başına devam ediyor...*
56 notes · View notes
sadeceadam · 3 years
Text
Allah'ım sen bizi doğal afetlerden ve de doğal afet sırasında insan ayırımı yapan karacahil insanlardan koru
yahudi cenazesinde neticede insan ölmüş diye ayağa kalkan bir peygamberin ümmeti olduğumuzu unutturma yarabbi..
4 notes · View notes
Text
🔥🔥🔥
Beyni sakatlara ithâfen..!!📌
Ahir zaman Cehennemlik ehli..Kendi eliyle kazıp, mezarına ateş 🔥🔥dolduran karacahil sürüsü.. الله م
Sen hepsini ıslah eyle demek, gelmiyor içimden..!!😏 Bidiğin gibi yap,
يا رب العالمين آمين أجماعين
آمين يا موعين.. 🤲🏻 😔😥
#Beynisakatlar
#Süslüman
#Yılbaşı #Çamağacı 🌲
🔥🔥🔥
Karga ile papazın hâli gibi;
-Ulan demiş sana Hiristiyan desem kilisenin çanına pislemezsin, Müslüman desem rakı içmezsin, söyle len söyle nesin sen..!?
🤔😏🥺
#Ahirzamangerizekâlısıneolsun
#Süslümanboşserisi
🔥🔥🔥
Tumblr media
0 notes
kaanozer · 6 years
Photo
Tumblr media
Satranç sonsuz eski, ama aynı zamanda sonrasız yenidir; kuruluşu mekanik, ancak sadece hayalgücü ile etkilidir; geometrik açıdan sabit bir alanla sınırlı olmakla birlikte kombinasyonlarında sınırsızdır, sürekli kendini geliştiren, ancak yine de verimsiz, hiçbir yere götürmeyen bir düşünme eylemidir; hiçbir şey hesaplamayan bir matematik, esersiz bir sanat, temelsiz bir mimaridir.
Stefan Zweig’ın, 1942 yılında, Hitler iktidarından kaçarak sürgün hayatı yaşadığı Buenos Aires’te yayımladığı Satranç adlı romanı, hem yazarın intiharından önce bıraktığı bir veda mektubu hem de doğrudan Nazizm’i hedef aldığı tek kurmaca eseridir. New York’tan Buenos Aires’e yapılan bir gemi yolculuğunda, dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, kendisi için beklenmedik bir rakip olan Dr. B. ile karşılaşır. İsimsiz bir amatör olan bu gizemli rakibin satrançla tanışmasının olağanüstü bir hikâyesi vardır. Bir Nazi kurbanı olan Dr. B., o kara günlerde sadece satranç sayesinde ayakta kalabilmiştir.
Hikâyenin diğer kahramanı Czentovic ise iletişim kurmakta zorlanan, yaşamında satranç dışında hiçbir şey olmayan, kazanmaya kurulu bir saat, soğuk, küstah, kuralcı, yüzeysel, kültürsüz, karacahil bir “dahi”dir. Bu kısa anlatıda, Zweig’ın tüm izleklerini bulmak mümkün: dünün dünyasından bugünün dünyasına geçiş, marazi tutkular, sapkın zekâlar, felaketlerini yaşamları boyunca taşıyan bireyler, fazişm ve kaba şiddet karşısında Avrupa’nın ve dünyanın kaderi…
Elimden her nesneyi almışlardı. Zamanı bilmeyeyim diye saati, yazı yazmayayım diye kalemi, bileklerimi kesmeyeyim diye bıçağı; sigara gibi en ufak bir sakinleştirici bile benden esirgendi. Tek bir söz söylemesine ve tek bir soruyu yanıtlamasına izin verilmeyen gardiyandan başka bir insan yüzü görmedim, bir insan sesi duymadım; göz, kulak bütün duyular sabahtan geceye, geceden sabaha kadar en ufak bir besin almıyordu, insan kendi kendisiyle, kendi bedeniyle ve masa, yatak, pencere, leğen gibi dört-beş dilsiz nesneyle çaresizlik içinde tek başına kalıyordu.
Suskunluğun siyah okyanusundaki cam fanuslu bir dalgıç gibi yaşıyordu insan, kendisini dış dünyaya bağlayan halatın kopmuş olduğunu ve o sessiz derinlikten hiç bir zaman yukarı çekilmeyeceğini ayrımsayan bir dalgıç gibi hatta…
Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla. Bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp durdu.
Ama ne kadar soyut görünürse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçbir şeye katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz.
Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır. Yalnız. Yalnız.
Bize hiçbir şey yapmadılar, bizi tümüyle hiçliğin içine yerleştirdiler, çünkü bilindiği gibi yeryüzünde hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar baskı yapmaz.
Satrancın çekiciliği tek bir şeyden kaynaklanır; stratejinin farklı beyinlerde farklı biçimlerde gelişmesinden.
Ancak her ne kadar maddeye bağlı değil gibi görünseler de, düşünceler bile bir dayanağa gereksinim duyarlar, aksi durumda öteye beriye çark etmeye ve anlamsız bir şekilde kendi etraflarında dönmeye başlarlar; düşünceler de hiçliği kaldıramaz.
İnsan kendisini ne kadar sınırlarsa o kadar yakınlaşır sonsuzluğa; bilhassa da dünyaya sırt çevirmiş gibi görünen insanlar, kendilerine has maddelerle termitler misali tuhaf ve kesinlikle eşsiz bir dünya maketi inşa ederler.
Ama en kötüsü sorgulama değildi. En kötüsü, sorgulamadan sonra hiçliğime geri dönmekti; aynı masanın, aynı yatağın, aynı leğenin, aynı duvar kağıdının olduğu aynı odaya.
Sözcüklerle anlatılamayacak bu durum dört ay sürdü. Eh, dört ay, yazması kolay: Altı üstü birkaç harf! Söylemesi de kolay: dört ay, iki hece! Çeyrek saniye içinde dudaklar böyle bir sesi çabucak uyduruvermiş: dört ay! Ama boşlukta, zamansızlıkta geçen bir dört ayın ne kadar sürdüğünü hiç kimse ne bir başkasına, ne de kendine anlatamaz, ölçemez, gözünde canlandıramaz; insanın çevresindeki bu hep aynı hiçliğin, bu hep aynı masa, yatak, leğen ve duvar kâğıdının ve hep aynı suskunluğun, insana bakmadan yemeğini içeri iten hep aynı gardiyanın, insanı çıldırtana kadar boşlukta dönüp duran hep aynı düşüncelerin insanı nasıl yiyip bitirdiğini ve yıktığını kimse kimseye anlatamaz.
Yeryüzünde beni sorgulamayan, bana işkence yapmayan bir insan var mıydı gerçekten?
Siyah ve beyazdan oluşan her iki ben de yarışa girişmeden edemiyordu ve her ikisi de yenmek, kazanmak için kendine göre bir hırsa, bir sabırsızlığa kapılıyordu; siyah olan ben, beyaz olan ben’in yapacağı her hamleyi heyecanla bekliyordu. Bir tanesi bir yanlış yapınca, öteki ben sevinçten havalara uçuyor ve aynı anda da kendi beceriksizliğine kızıyordu.
Satrançta kendine karşı oynamak, kendi gölgenin üstünden atlamak gibi bir çelişkidir.
Besbelli ruhumuz için yorucu ve tehlikeli olabilecek şeyleri kendiliğinden yok eden gizemli güçler var beynimizde, çünkü ne zaman geriye dönüp hücre günlerimi düşünmek istesem, sanki beynimde ışık sönüyordu.
Benim gibi insanları yok edecekler, yaşamak için birazcık hava bile bırakmayacaklar. Peki nereye kaçmalı? Dünya bize kapılarını kapatacak, bense yabancı ve düşman olarak hor görüleceğim bir devletin tutsaklığında yaşamayı istemiyorum.
Gerçi kendi deneyimlerimden “kralların oyunu”nun gizemli çekiciliğini biliyordum; insanoğlunun düşünüp bulduğu oyunlar arasında, rastlantının her türlü despotluğuna karşı koyan ve zafer kupalarını yalnızca akla ya da daha çok tinsel yeteneğin belirli bir biçimine veren tek oyun. Ama satranca oyun demekle, haksız bir kısıtlama yapmış olmuyor mu insan? Satranç aynı zamanda bir bilim, bir sanat değil mi, yerle gök arasında süzülen Muhammed’in tabutu gibi bu iki kategori arasında gidip gelmiyor mu, bütün karşıt çiftlerin bir kerelik bileşimi değil mi? Hem çok eski hem de yepyeni, düzeneği hem mekanik hem de hayal gücüne bağlı, hem sabit geometrik bir alanla sınırlı hem de bileşimleri sınırsız, hem sürekli gelişen hem de kısır, hiçbir şeye götürmeyen bir bir düşünme, hiçbir şeyi hesaplamayan bir matematik, yapıtları olmayan bir sanat, maddesi olmayan bir mimari, bununla birlikte varlığıyla tüm kitap ve yapıtlardan daha dayanıklı olduğu su götürmez, bütün halklara ve bütün zamanlara ait olan tek oyun; can sıkıntısını öldürmesi, zihni açması, ruhu canlandırması için tanrı’nın onu yeryüzüne gönderdiğini kimse bilmez.
Başlangıcı ve sonu nerededir?
Böyle olağanüstü, dahice bir oyunun ister istemez göreceli ustalar yaratacağı gerçeğini uzun zaman önce anlamıştım; ama dünyayı yalnızca siyah ile beyaz arasındaki dar yola indirgeyen, otuz iki taşı bir oraya bir buraya, bir ileri bir geri oynatarak hayatının zaferini kazanmaya çalışan kıvrak zekalı bir insanın yaşamını kafada canlandırmak ne kadar güç, ne kadar olanaksızdı; bu insanın yeni bir oyuna başlarken piyon yerine atı yeğlemesi olay yaratır ve bir satranç kitabının ufacık bir köşesinde adının geçmesiyle ölümsüzlüğe ulaşmasını sağlar; bu insan, bu akıl insanı, aklını kaçırmadan on, yirmi, otuz, kırk yıl boyunca bütün düşünme gücünü tekrar tekrar aynı gülünç amaca yöneltir: bir tahtanın üzerinde tahta bir şahı köşeye sıkıştırmak!
Şimdi siyah ile beyaz tek ve aynı kişilikte birleştiklerinde, ortaya tek ve aynı beynin eşzamanlı olarak bir şeyi bilmesinin ve ama bilmemesinin gerekmesi, beyaz olarak hareket ettiğinde daha bir dakika önce siyah tarafken istemiş ve amaçlamış olduğunu bir komutla bütünüyle unutmayı başarabilmesi gibi saçma bir durum ortaya çıkar.
Bu tür bir çifte düşünme eylemi, bilincin mutlak anlamda bölünmesini, beynin işlevinin sanki mekanik bir aygıtmışçasına istendiği zaman açılıp kapatılabilmesini koşul kılar; demek ki satrançta insanın kendi kendisine karşı oynamak istemesi, kendi gölgesinin üzerinden atlamak istemesi gibi anlamsız bir zıtlık durumudur.
İşte o zaman bir Rembrandt, bir Beethoven, bir Dante, bir Napoleon hakkında en ufak fikri olmayan birinin, kendini büyük bir insan olarak düşünmesi, aslında o kadar kolaydır ki. Alternatif çeviri
Arkadaşım bana Czentovic’in çocuksu kendini beğenmişliğinden birkaç klasik örnek verdikten sonra, “Ama böyle hızla gelen bir ün, böyle boş bir kafayı nasıl sersemletmez ki?” diye bağladı sözü.
Banat’tan gelme bir köylü gencin, ansızın bir tahta üzerinde bir kaç taşı birazcık oraya buraya oynatmakla bütün köyünün odunculuktan ve en yorucu işlerden bir yılda kazandığını bir haftada kazanması durumunda kendini beğenmişlikten başının dönmemesi diye bir şey olabilir mi? Hem ayrıca, bu dünyada bir zamanlar bir Rembrant’ın, bir Beethoven’ın, bir Dante’nin bir Napoleon’un yaşadığı hakkında en ufak bilgisi bulunmayan birinin kendini büyük bir insan sayması son derece kolay değil midir? Bu gencin dünyaya, kapalı beyninde bildiği tek şey, aylardan beri hiç bir satranç oyununu kaybetmemiş olduğu ve dünyamızda satrancın ve paranın dışında daha başka değerlerin de bulunduğunu bilmediğinden, kendine hayranlık duymak için her türlü nedeni var.
Ama her şeye karşın bu ayakta beklemenin çektirdiği işkence aynı zamanda benim için bir iyilikti, bir zevkti, çünkü bu oda hiç olmazsa benimkinden başka bir odaydı, biraz daha büyüktü ve bir yerine iki penceresi vardı; ve yatak yoktu, leğen yoktu, pencerenin pervazındaki, milyonlarca kez baktığım o çatlak yoktu. Kapının rengi başkaydı, duvarın önünde başka bir sandalye duruyordu ve solda bir dosya dolabıyla bir giysi dolabı vardı, bu ikincinin içindeki askılarda üç-dört ıslak asker paltosu, bana işkence yapanların paltoları asılıydı. Yani bakacak yeni, başka bir şeyim olmuştu en sonunda ve açlıktan çılgına dönmüş gözlerim her ayrıntıya hırsla saldırıyordu.
Gelgelelim nasyonal sosyalistler, ordularını bütün dünyaya karşı silahlandırmadan çok önce bütün komşu ülkelerde aynı ölçüde tehlikeli ve eğitimli bir başka orduyu, zarar görmüşlerden, geri plana itilmişlerden, aşağılanmışlardan oluşma bir lejyonu örgütlenmeye koyulmuşlardı.
Yapacak, duyacak, görecek hiçbir şey yoktu, her yerde ve sürekli hiçlikle çevriliydi insan, boyuttan ve zamandan tümüyle yoksun boşlukla. Bir aşağı bir yukarı yürürdü insan, düşünceleri de onunla birlikte bir aşağı bir yukarı, bir aşağı bir yukarı yürüyüp dururdu. Ama ne kadar soyut görünürlerse görünsünler, düşünceler de bir dayanak noktasına gereksinim duyarlar, yoksa kendi çevrelerinde anlamsızca dönmeye başlarlar; onlar da hiçliğe katlanamaz. İnsan sabahtan akşama kadar bir şey olmasını bekler ve hiçbir şey olmaz. Bekleyip durur insan. Hiçbir şey olmaz. İnsan bekler, bekler, bekler, şakakları zonklayana dek düşünür, düşünür, düşünür. Hiçbir şey olmaz. İnsan yalnız kalır.
Yalnız. Yalnız.
5 notes · View notes
turkudostu61 · 3 years
Text
1935'de uçak yapan ülkeye "18 sene önce araba varmıydı" diye soruyor karacahil 😡
0 notes
marksist68 · 6 years
Photo
Tumblr media
Artık yeteri kadar para kazandıysanız yeter deyin bu karacahil zorbalığa, Susup para kazanırken insanlığınızı, çoluğunuzu çocuğunuzu, mertliğinizi, namusunuzu, geleceğinizi kaybettiniz. Yeter deyin, yeter... Karikatür : Murat Sayın
3 notes · View notes
anjia9527 · 4 years
Text
Pinterest Best Practices Updated at 2020
Pinterest Best Practices Updated at 2020
[ad_1]
Tumblr media
Pinterest best practices for 2020. If you want to get traffic from Pinterest you need to implement these Pinterest best practices in your Pinterest strategy. Getting traffic to your blog through Pinterest is easy if you know how to do it. Learn how to use Pinterest for your blog and increase your pageviews right now. #PinterestBestPractices #BlogTraf
[ad_2] Source by karacahill
View On WordPress
0 notes
gamze3458 · 7 years
Text
Bir sayfa iletisine bi yorum yazıyorum Hemen karacahil zıplıyo, Cevap yetiştirip tatmin olcak ya! Yahu bi zahmet Elinde akıllı tel var Aç web sayfasını, Yaz bakalım iletimdeki bilgiyi Bi araştır, Ne kadar doğrudur, Sonra gel cevapla Yada gerçekten bişi öğren! Bizde her şeyi bilmiyoruz Bildiğimiz öğrendiğimiz doğruluğu kesin olan Şeyleri kaynak göstererek paylaşıyoruz. Misal kurandan bi sure veriyorum, Benmi yazdım onu kurana! O orda var! Yüzlerce islam profesörü çevirmiş. Kaynak kuran, sure ismi belli Git bağımsız araştır. Hem cahilsin hem öyle kalmakta ısrar ediyorsun Hemde saldırıyorsun! Sıktın artık, Ama minik bi emek ver.. Evde patates soymaya, anandan öğrendiğinle kulaktan dolmaya, Yahut da dedenden babandan gördüğün Başkalarının veya Medyanın önüne koyduğundan İbaret değil hayat! Bilgi çağı, bilgiye en kolay ulaşılan çağ. En basitinden, İşaret parmağınla google amcaya yaz, Yemek tarifinden, tarihe vs vs kadar şıp önünde!
3 notes · View notes
karacahil · 4 months
Text
Türkçede ölen biri için "Hayatını kaybetti " denir. Aslında kaybolan veya kaybedilen bir şeyin bulunma ihtimali ve bir de bulucusu vardır. Ama biz burada kaybetmeyi ölüm gibi bir dönüşü olmayan bir göç hâli için kullanıyoruz. Burada "kaybetmenin, bir daha bulunamama" durumunu elbeteki onun başındaki "Hayat" kelimesi mümkün kılıyor. Çünkü kaybedilen çoğu şeyin elbet bir gün ortaya çıkma ihtimali vardır. Ama hayat, tekrar bulunmayacak, ikinci bir defa sahip olunamayacak kadar değerli ve azizdir. Bunun içindir ki hayatını kaybetti deriz. Bir daha bulamamak üzere...
45 notes · View notes
kiliminisekiz · 5 years
Text
hakan fidana söyledik uyardık öldürüleceksin dedik o köepek gibi, kanunu dini imanı vicdanı insanlığı ülkemize sadakati insanımıza sadakati hiçe sayıyor abd ye çalışıyor sorosa çalışıyor soros orospularına çalışıyor o azaptan kurtulmak için dünya kadar servetin olsa bir o kadar daha olsa olsa vermeyi kabul edeceğin bir azaptır yürümekte olduğun küfür ihanet sapıklık yolu astsubaydan bozma dangalak cahil hakan fidan soytarı karacahil namus ne demek haberi yok yalak yaltak bundan ne olur yakıt olur yakıt o da olacak
0 notes
otadam · 7 years
Text
hop!
Bir selamla gireyim dedim bu akşam ki konuma. Selam olsun okuyana okumayana. Hatta bazılarınıza daha özel bir selam sunmak istiyorum. Bu 'eleştirme' ya da 'düşündüklerini söyleme' adı altında kendi leşliklerini sunanlara. Yok ama yok, o büyük eleştirmenler şahane düşünceleriyle elbette ki kendilerinden aşağıda olan herkese -çünkü kimse onlardan üstün olamaz (bu nedenle de hiçbir surette eleştiri kabul edemezler) - çok aydın yollar sunarlar. İzninizle bir ağız dolusu küfürle birlikte kıçımla gülüyorum hepsine. Merhametten, medeniyetten, iyilikten, insanlıktan, hatta atıp tuttukları dinlerinden bile tamamen uzakta, karacahil, bencillik dolu, yobaz, aşağılamalardan oluşmuş, gerçekliğin hiçbir zerresini içermeyen o düşüncelerini... Meyveli ağacı taşlama meselesi de değil, basbaya iğrençliğin daniskası bu. Kendi bilinçlerindeki pislikleri dışarı döktüklerini de fark edemeyecek kadar aptallar da üstelik. Bu fikirvari saçmalıklara aldanıp peşlerine takılan beyinden uzak ikiayaklılar cinsine hiç girmeyeceğim bu yazıda. Eleştiri sizin düşüncelerinize uygun olmayan insanları gömmek değil, bir özneyi iyi ve kötü yanlarıyla incelemektir. Hatta ve hatta sadece olumsuz olmak zorunda da değildir, iyi eleştiriler de vardır. Eleştiri aşağılamak değildir! Onları da anlıyorum tabii, ulaşamadığın, kendine alamadığında, egonu güzelce besleyebilmek adına başkaları ezerek tepelerine çıkarak kendilerini büyük görmek istiyorlar. Bir zevkten öte ihtiyaç bu onlar için, kendi küçüklüklerinden, yetemiyor oluşlarından dolayı öyle sancılılar ki dayanamıyorlar tabii, İşin tuhafı o çok 'değerli' gördükleri ve bilmişlik içeren fikirlerini kendileri de öyle seviyorlar ki açık açık söylemeye yüzleri tutmuyor. Sahte kimlik ya da gizlilik altında beyan ediyorlar. Madem çok biliyorsun, madem sen baya ahım şahım bir şeysin de fikirlerin var ya, o kıçı kırık iki kelime yanına yapıştırdığın birkaç hakaret içerikli kelimeyle sunabildiğin, çık adam gibi söyle. Ben buyum ve sen böyle böyle yanlışsın ya da kötü birisin vs, dök içini. Ama olmaz. Gizlen gizlen gizlen, seni bulamayacaklarını düşün o minik aklınla sonra dök içindeki tüm pislikleri, karalamaya çalış beceriksizce karşındaki insanları. Bir de kendini iyi bir iş yapmış gör. Ah bir de o gücünün yetebileceğini düşünüp daha zayıf olanı haksız yere ezme çabası içine girip böbürlenmeye çalışanlar yok mu? Ulan zaten sen bir bok olsan o düşünceleri kendine yakıştırmaz ve kimseye karışmadan yoluna bakarsın. S**tiğimin karakter yoksunları. Sen düşünce dediğin o hakaretleri sıralamakta özgürsün ama karşındaki insan istediğini yapmakta özgür değil öyle mi? Git kardeşim. Bas git nereye gidiyorsan, gidebildiğin yere kadar yolun var. Bakmazsan görmezsin. İşte bu kadar basit! Gerçek büyüklük başkaları üzerinden ya da onları ezip tepelerine çıkılarak kazanılan değil de kendi olduğun halinle kazanılır. Lütfen daha fazla çirkinleşmeyin de kendinize gelin. Ayıp! Kimseyi elemeden herkes adına konuşuyorum. Buyrun. Hepiniz üstünüze alının.⁠⁠⁠⁠
12 notes · View notes
barmansblog · 6 years
Photo
Tumblr media
İnsani değerleri yok olan Arabın kültürünü din sanan Karacahil bir nesil çogalıyor (Manisa Province)
0 notes
ismail5658-blog · 7 years
Photo
Tumblr media
30 AĞUSTOS ATATÜRK'LE İLGİLİ PAYLAŞIMIMIN ALTINA BİR MECZUP AŞAĞIDAKI YORUMU YAZMIŞ. "Bizde sizleri hem dünyada hemde ahirete helak olacağinizdan dolayi çok mütluyuz" KENDİLERİNİ BU DİNİN SAHİBİ GÖREN BU KARACAHİLLER ALLAH'IN İŞİNE İYİCE KARIŞMAYA BAŞLADILAR. ÖTEKİ DÜNYADA KİMLERİN HELÂK OLACAĞINI KESİN İFADEYLE YAZDIĞINA GÖRE... BUNLARDAN MAALESEF ÇOK VAR...
0 notes
karacahil · 2 months
Text
Dervişin Teselli Koleksiyonu adlı kitaba başladım. Kitapta dûanın 3 türlü kabul oluş durumu vardır diyor yazar:
İstenilenin aynen verilmesi
İstenilenden daha iyisinin bahşedilmesi
İstenilenin verilmemesi
Sonuncusu için ise "verilmemesi" durumunun altında yatan hikmeti, Mevlana'nın bir sözü ile destekliyor:
" Tut ki Ali'den Zülfikâr sana miras kaldı. Sende Ali kolu ve yüreği yoksa Zülfikâr neye yarar? "
O zaman şöyle bir dua ile geceden herkese selam söyleyelim:
" Dûa ile kalınız. Cevabı için sabır ile.."
37 notes · View notes