Tumgik
#eterik beden ne demek
ruhsalseyler · 2 months
Text
Astral Seyahat Yapanlar
0 notes
hasansonsuzceliktas · 10 months
Text
İnsanın dört boyutu ya da bedeninden sözetmiştik. Sırasıyle her bedenine ilişkin algısı geliştiğinde bir sonraki bedeninin (ya da boyutun), kendinde zaten var olan izlerini bulabilecek duruma ulaşılır. Örneğin fiziksel bedenini bilme va anlamada geliştikçe, onun ötesindeki ruhsallığına erişir, bulur; onda gelişim sağladıkça astral ve eterik boyutlarla, o boyutlara ait kendi varoluşunu kavrar. Zamanla zihinsel anlamdaki (ve o düzeye ilişkin olan gelişmiş farkındalığı ile) bedeninin/boyutun/ya da varoluş aşamasına ait idrakin aşılması o kişiyi, sırasıyle daha sonraki aşamalarda kavranabilecek olan nedensel-bilinçsel-kozal bedenlerine ve o boyutlara ilişkin varoluşun idrakine götürür… ‘Tekâmül’ün süreci böyle işler… Tekâmül, adı üstünde ‘kemâle erme yolu’dur.Erişilebilecek her üst beden, dışsal neden ve etkenlerden gittikçe daha bağımsız (sûfi deyişiyle azâde) halde olacaktır. Bu durum, izlemekte olduğunuz bütün mistik yollarda (yogi, fakir, tantrik, Zen, Tao, savaşçı, sûfî…) benzer gelişimi izler. Ama işin garibi, bütün bu gerçeklikler, ‘siz onları farkedemediğiniz sürece, yoktur!’ Erişilebilmeleri genel olarak iki şeye bağlıdır: ‘Kendinizi geliştirmek’ ve ayakbağınız demek olan ‘fazlalıklardan kurtulmak’. Yukarıdaki gelişim sırası ihmal edilir, iç içe sarmal halde olan boyutların bilgilerine rastgele ulaşılmak istenir veya özensiz, hazırlıksız, sırasız ya da zamansız erişilip her biri programsız geliştirilmek istenirse çeşitli problemler ortaya çıkabilir; psikolojik sorunlar ve dengesizlikler baş gösterebilir. Paranormal sanılan olayların, onları doğru anlamaya ya da kabule henüz hazır olmayan kişiler üzerinde zararlı etkileri olabileceği gibi; sonuca koşullanmış veya önyargılı ve saplantılarından kurtulamamış olanlarda sanal gerçekliklere kendini kaptırma, hayal ve düşgörme… gibi ileride zihinsel yapısını tahrip edecek düzeyde zararlı etkileri de olabilir. Örneğin durugörü, şifacılık, medyumluk… gerçektir; ama gerekli altyapı hazırlanmadan, bilgi ve deneyim eksikliği ile gelişmeye çalışılırsa çeşitli paranoyalar, megalomani, hattâ ileri durumlarda şizofreni ve bazı manik-depresif hâllerle karşılaşılması kuvvetle muhtemeldir. Yani yol kadar yöntem ve uygulamanın dozu da önemlidir; onu tayin edecek olansa siz değil, rehberinizdir.Yeri gelmişken belirtmemiz gereken bir husus da içsellik ve ruhaniyette yol alırken, ruhsal bedenimiz yanında astral ve eterik boyutlardaki gelişimimizin neresinde bulunduğumuzun da önemli olduğudur. Yani ruhsallık, salt bu nedenle dahi, yalnızca ikinci boyutta yol almakla geliştirilebilecek bir şey değildir.Yolculardan biri, yolun kenarında pinekleyen köyün ihtiyarına sormuş; “Bu yol nereye gidiyor baba?” Yaşlı adam yanıtlamış; “Bu yol hiçbir yere gitmez oğul, ben bildim bileli o hep buradadır”. Sonra da kendi kendine söylenmiş: “Ben ne bileyim nereye gittiğini… Yol orada duruyor ama, ben onu hiç yürümedim ki!” Yani varolduğunu bilmek, yolun kendisini bilmek demek değildir. Aslında çoğumuz bu durumda değil miyiz? Gerçekliklerin keşfedileceği yollar yanıbaşımızda dururken bir türlü yola koyulamayanların, ‘farkındalık’, ‘tekâmül’ ve ‘aydınlanma’dan sözetmemeleri; hele de kalkıp bu konularda bir şeyler biliyormuşcasına uluorta olumlu ya da olumsuz konuşmamaları çok daha iyi olur…Bu yollardan, mistik ya da spiritüel herhangi birini (veya birden fazlasını) izleyenlerinse bütün iyi niyetleriyle, içtenlikle ve hoşgörüyle, özgür biçimde konuşup tartışmaları; içlerindeki ışığı daha çok yansıtmaları hem gerekli hem de son derece yararlıdır. Çağdaş mistisizmin önemli simalarından Osho’nun belki de tek eksiği, pozitif bilimlere, özellikle de teorik fiziğe yeterince önem vermemesi olmuştur. Kuantumla zenginleştirilmeye çalışılacak Osho düşüncesi hiç kuşkusuz müthiş bir şey olurdu. Kendisi, eskilerden Tao, Budha, Konfüçyüs, Bodhidharma, Mevlânâ; klasiklerden Freud, W. Reich ve Wittgenstein; nispeten çağdaşlarımız sayılan Krishnamurti, Gurdjieff, Ouspensky, İnayet Han, H. D. Laing ve Fromm gibi isimlerden fazlasıyla
etkilenmiş (bu etkileri de hiç saklamaksızın); ancak onlardan yepyeni sentezlere erişerek düşünce ve algı dünyamızı zenginleştirmiştir. Şimdi ise görev, onun ve diğerlerinin bıraktığı yerden bizlere düşmektedir. Çünkü gerçek düşün insanları hiçbir zaman ‘statiklikten’ yana olmayıp, aksine sürekli değişim ve gelişimden yanadırlar.Yukarıdaki örneğe dönersek, nihayetinde yollar ya biryerlere çıkar, veya söz konusu olan fiziksel bir yol ise sonuna erişilir, ya da ona bağlantılı olarak yeni aşamalara ve yerlere doğru sürekli yürünür. Onun nereye çıkacağı, ya da onunla nerelere varacağınız, aslında yol kadar size de bağlıdır. Ama yine de sorun yollardan çok uygulama biçimlerinde, yöntemlerinde, amaçladıklarında ve uygulayıcıların onunla nasıl bir sonucu öngörmüş olmalarındadır. Tabii bir de yolun o kişiye ne denli uygun olduğuna…Bu tür süreçlerin ‘geliştirilebilir’ ve ‘erişilebilir’ olduğu da bir başka gerçektir. Ama dedik ya, içsel yolların hiç birisi sıradan insanın, sıradan akılla kavrayabileceği şeyler değildir. Çünkü bir yerden sonra ‘zihnin geride bırakılması’nı, sonra da ‘aşılması’nı gerektirirler. İnsan doğasının, onun gelişimine katkısı olabilecek en önemli özelliklerinden birisi, gelişme-araştırma arzusundan doğan ‘merak’tır. Kökeninde ‘kuşku’ yatar. Yanlışlardan arınma; daha iyiye, güzele, doğruya ve yararlıya erişebilmek için kuşku da, ona bağlı merak da gereklidir. Ama dinadamları, dinsel konularda kuşku duymayı yasaklayarak insan zihnini kendi yarattıkları dogmalara esir etmeyi amaçlamışlar, gelişimini engellemişlerdir. Bu, insana yapılabilecek en büyük kötülüktür. Çünkü zihnin özgürce gelişimine ve doğru biçimde yeniden yapılandırılmasına engel olur. Böylesi bir inancı-anlayışı benimsemiş olmak, o insanı ister istemez ‘tutucu’ yapacak; onun özgürce düşünme ve akıl yürütme yeteneğini köreltecek; o yapay ve katı zihinsel sınırlar ve kalıpların aşılmasına da tekâmülüne de engel olacaktır. Oysa ki buradaki görevimiz, ‘sanal duvarları şuursuz inançla örülmüş’, harcına bol miktarda ‘korku’ katılmış ve insanlarımızı gerçek-kendi’nden uzak durmaya zorlayan o yapay sınırları aşarak tekâmüle ve bilince yönelmek olmalıdır. Kuşkusuz ki konunun bir de ‘yetişkinlik’ ve ‘kapasite’ boyutu vardır; ve onlardaki göreceli gelişmişlik başlangıçta yola koyulabilmeyi, ona yaklaşabilmeyi, o ‘anlatılamayan’ı kısmen anlayıp ona ‘katılabilme’yi de kolaylaştıracaktır. Ancak ona tutucu biçimde bağlanmak, kaçınılmaz olarak ‘idrâke mani’ olma riskini de taşıyabilir ki, bunun panzehiri ‘özgürlük’ ve ‘sükûnet içinde’ farkındalıktır. Yakıtı yani enerjisi de her şeyden önce ‘kendini bilmek’tir. Sınırlı algılarımız, eğitim adına onca koşullanmışlığımız, üstüne üstlük her birimize din ve inanç adına yapılmış tüm yüklemeler... özgür ve tarafsız düşünmemizi engeller. Sonra da böylesine koşullu ve daraltılmış vizyonumuzla yaşamın kendisi dahil pek çok şeyi yargılar ve hemen herşey hakkında hüküm veririz. Tüm bunların ve benzer zihinsel biçimlendirmelerin sonunda ‘bize göre’ en doğru, hattâ tek doğru olan da tabii ki kendi görüş, düşünce ve inançlarımız oluverir. Zaten amaç belli, yöntem de buna uygun olduğundan, bizler ne kadar ‘ben özgür düşünceden yanayım’ desek de sonucun böyle olması, yani mutlaka biryerlerde saf tutup taraf olmamız kaçınılmazdır.…Hepimiz yaşayan, duyarlı (hisseden) varlıklarız. Aklımız, zihnimiz ve hâfızamız var. Duyularımızın gücü ve kapasitesi oranında bilgiyi ya da sanal-sözde bilgiyi toplayıp depo ediyoruz. Akıl ve zekâ da işlenmesine yardımcı oluyor. Buraya kadar sorun yok… Sorun, bütün bu sürecin ne kadar nesnel, özgür, gerçekçi ve bilinçli olabildiğindedir.Çoğu kez kendimizle, düşünce ve kanaatlerimizle ilgili eleştirilere kulak verir; hattâ kimi zaman onlardaki haklılık payını teslim eder, doğruluklarını kabul edebiliriz. Ancak sıra düzeltilmelerine geldiğinde, tutum ve davranışlarımızı gözden geçirip onları yeniden değerlendirmek, dönüştürmek zorumuza gider. Bu durumu bir anlamda kendi kendimizin suçlanması gibi görmeye başlarız.
O zaman da sadece bakmanın, görmenin, hattâ bilmenin de anlamı kalmaz. Başkalarının kimi eylemlerindeki kusur ve yanlışlıklar, onları kendimiz yaptığında bizi rahatsız etmiyorsa, bu henüz yeterince olgunlaşmadığımızı ve bencilliğimizi aşamadığımızı gösterir. Oysa ki tekâmül yolundaki örneklerimiz, yani bize kaynak oluşturabilecek olanlar sadece başkaları, onların davranışları ve yaşam biçimleri değil; doğru bir gözlemle kendimiz, kendi tutum ve davranışlarımız olmalıdır. Bu aynı zamanda kendimize karşı ne denli dürüst olabildiğimizin göstergesidir. Ama işin içinde eğer hoşgörü noksanlığı varsa, bu durumun başkalarına karşı katı ve hoşgörüsüz davranırken kendi kusurlarımızı görmezden gelmekle sonuçlanması kaçınılmaz olacaktır. Gerçekte ise bu, tıpkı başkalarına olduğu gibi kendimize karşı da hoşgörüsüz olduğumuzun, ancak bunu kasıtlı ve yanıltıcı biçimde yadsıyıp gizlediğimizin kanıtıdır. Asıl nedeni de bir türlü içsel huzura erişememiş olmamızdır. Çoğumuz inançlarımızı, yaşam felsefemizi, onlarda yer etmiş olan katı kuralları bize dayatıldığı biçimde önemser ve benimseriz ki, neredeyse özdeşleştiğimiz bütün bu yapay alışkanlıklar çoğu zaman gerçek-kendi’mizi ya da kendi-sanal-gerçekliklerimizi görebilmemizin ve yaşamla bütünleşebilmemizin önündeki engelleri oluştururlar.Neden kendimize gereken özeni göstermiyor, sonra da olduğumuzdan farklı görünmeye çabalıyoruz? Neden içsel gelişimimizi ihmal edip her türden içsel ve dışsal yapay kozmetiklere yöneliyoruz? Bütün başlangıç bilgilerini, tüm doğruları bir kenara itip, hırslarımızdan bir türlü arınmaksızın, gerilim ve umutsuzluklarımızın nedeni olan basmakalıp, sıradan ve içi boş, taklitçi bir yaşama kapılarak ve onca şuursuz itaatle zaman yitirerek ‘birlik’ten uzaklaşıyoruz? Sahi, neden acaba? Öncelikli olarak sorgulanması gereken budur.Uygulamalarımız sırasında bizde ‘denge’ ve ‘uyum’a neden olmayan bir uğraşın; ‘güzellikler’i ortaya çıkarmayan, yaşamımıza ‘düzen’ getirmeyen bir öğretinin bize uygun olmadığı çok açıktır. Bu, öğretinin kusuru da olmayabilir. Kim bilir belki de biz henüz ona hazır değilizdir. Sûfiler ‘insan’ı yoldaki tekâmül sürecine ve gelişimine göre dört ana kategoriye, daha doğrusu ‘dört mertebe’ye ayırır: Şeriat, tarikat, marifet, hakikat.Gurdjieff ise ‘Dördüncü Yol’ adıyla tanımladığı düşünce sisteminde insanın ‘yedi gelişim aşaması’ olduğunu öngörür. Bunlar, aşağıdan yukarıya doğru, sırasıyla şöyledir: İlk üçü;. Duygu insanı. İçgüdü insanı. Düşünce insanı (akıl dönemi). Sonraki ikisi; . Geçiş’teki insan. Birleşik (ya da birleşme aşamasındaki) insan. Son iki aşama da; . ‘Bilinçli’ insan... ve . Mükemmel insan (insan-ı kâmil)’dır Ona ve en büyük izdeşi olan Ouspensky’ye göre; İnsanların büyük çoğunluğu ilk üç kategoride yer alır (Osho da bu düşünceyi benimsemiştir).‘İnsanın dönüşümü’ sürecinde, beşinci aşamaya gelebilmiş insan artık ‘üstün insan’dır.Sürekli sözettiğimiz gibi, bütün bunlar ‘bilince erişme’ ve ‘onun farkında olma’ya ilişkin süreçte ne kadar yol alabilmiş olduğumuzla ilgilidir. Ama bütün bunların sadece teorik bakımdan incelenmesi ne kadar yetersiz ise, ‘güvenilir’ olsalar dahi salt birileri söyledi veya aktardı diye onlara inanılıp iman edilmesi de o kadar yanlış olur. Önemli ve doğru olan, onları yaşamak ya da deneyimlemektir; bunun için de önce onlara ‘erişilebilmeli’dir. Zihni aşmak, bir bakıma zamanı da aşmaktır ki; böylesi bir ‘aşkınlık’ meditasyona geçişin anahtarına sahip olduğunuzu gösterir. Çünkü zamanın olmadığı yerde kişisel ya da öznel zihin işlev göremez. Bugün adına ‘düşünce’ dediğimiz, çoğumuz için neredeyse tamamı dışsal ya da dış etkenlere bağımlı olan süreçle birlikte, zihnin aşılması sizi önce meditasyona, sonra da ‘bilince götürecek yol’a eriştirecektir. Zaten bir kez bilinçlenme yoluna girdiniz mi, düzeyinin ya da mertebesinin ne önemi kalır ki… Yukarıdakine benzer gelişim sıralamalarını, örneğin sûfiler başka türlü, Uzakdoğu mistikleri başka türlü yapmışlardır. Kuşkusuz bu adlandırma ve geçişler, bir kompartmandan bir başkasına
atlamak gibi, ya da aşılması gereken kesin sınırları ve sınıfları olan bir sürecin parçaları gibi anlaşılmamalıdır. Her türlü sıralama nihayetinde birer ‘kurgulama’dır ve anlaşılma kolaylığı sağlanması amacıyla yapılmış sanal mertebelendirmelerdir. Oysa ki bugün özellikle reiki ve feng-shui’de, hindu esaslı bazı tarikatlerde...; hattâ yoga’da bazı kurum, vakıf ve enstitülerden başka ‘kerâmeti kendinden menkul’ bazı üstadların (!) yönetimindeki programlara ücretini ödeyerek belirli sürelerle devam edenlere ‘inisiyasyon’lar ve ‘derece’ler veriliyor. Bunların özgüven, cesaret ve motivasyon artırıcı olma amacını aşanların her biri birer istismar aracı olmuş durumdadır.Kolaycı ‘kişisel gelişim’ çılgınlığı maalesef öylesi boyutlara varmış durumda ki, bunlara umut bağlayanları ister istemez ve kaçınılmaz olarak kitlesel hayal kırıklıkları ile zihinsel/ruhsal/davranışsal düzensizlikler beklemektedir. Genel anlamda gelişimin özeti şöyledir: Birinci aşamada duygu/içgüdü/düşünce insanı mertebelerini aşmak gerekir. İkinci olarak ‘geçiş’ sürecindeki insan hâline gelir ve ‘birleşme’ aşamasına ilk adımlarınızı atarsınız. Üçüncü aşama ‘bilinçli insan’ aşamasıdır ki, artık o büyük kaynaktan iyiden iyiye nasibinizi almaya başlamışsınızdır… Ve kısmen tanımlanabilir/nitelenebilir olan Dördüncü Aşama ise ‘insan-i kâmil’ denilen ‘mükemmel insan’ boyutudur… Ondan sonrasını isimlendirmek de, tanımlamaya çalışmak da burada yaşayan kimsenin haddi değildir! Kesin olansa, bir kez oraya vardınız mı, artık bu dünya ile ya da bu boyut ile işiniz kalmamıştır; buradaki göreviniz sona ermiştir… Gurdjieff’in düşüncesindeki tekâmül anlayışının sürecini, sufîlikteki ‘Nefsin Yedi Hâli’ ile kıyaslarsak; sadece sayı olarak değil, içerik bakımından da ne kadar benzeştikleri görülecektir. Şöyle ki...Sufîlik, bir bakıma insanın gelişim sürecinin şeması demek olan zihnin/nefsin/benliğin yedi hâlini/boyutunu özetle aşağıdaki şekilde tanımlar: Nefs-i Emmâre: Sadece kendisine ‘emredilenler’i uygulayan;aklını özgürce kullanarak irdeleme, değerlendirme ve sonuç çıkarma yeteneğine henüz erişememiş; o nedenle de tamamen ‘bağımlı’ bir benlik (ve zihin) hâlidir. Nefs-i Levvâme: Burada artık araştırmaya ve ‘kendini sorgulama’yabaşlayan, yani özeleştiri yapabilen bir zihin hâli söz konusudur. Bu da arınma yolunda mesafe alınmaya başlandığını gösterir. Eylem ve edimler değerlendirilir, tartılır, hesaplanır; yanlışlar düzeltilmeye çalışılır. Yani gözlerdeki ve kulaklardaki mühürler tamamen, kalplerdeki ise kısmen kırılmıştır. Bu da tutsaklıktan kurtulmaya başlanmış olunduğunu gösterir. Nefs-i Mülhimme: Kısmen arınarak ‘ilham’ boyutuna erişmişbenlik durumudur. Bu aşamada nedensellik üzerinde düşünülür; ‘hayâtın amacı’ Nefs-i levvâme’den daha çok ve daha derinliğine sorgulanır. Yaşamın salt maddî olan kavranışı önemli ölçüde aşılmış, yani bir başka ifade ile maddesel tutkular aşılmaya başlanmış ve bilgi’nin sınırlarını zorlayıp ‘sezgi katı’na adım atılarak, artık bu boyutta gelişip olgunlaşılabilecek duruma ulaşılmıştır. Nefs-i Mutmaîn: Yaşadıklarından, gördükleri ve edindiklerindenartık yeterince ‘tatmin olmuş’; bütün maddî değerlerin yapay, geçici ve gelişime ayakbağı olduğuna ikna olarak, doğru yolun onlardan kurtulmak ve ‘birlik bilincine yönelmek’ demek olduğunun idrakine erişmiş, şükür hâlindeki bir benlik durumudur. Ayrıca bu aşamada, sıradan kuşkuların yerini gittikçe ‘şuurlu iman’ almaya başlamıştır. Nef-i Râziyye: ‘Rızâ katı’dır. Birlik bilincinin iyiden iyiyehissedilmeye başlandığı, kişisel benliğin yokolduğu (daha doğrusu önce tümüyle aşılıp etkisiz hâle getirildiği, işlevini yitirdiği zihinsizlik hâlidir) bu mertebede insan zihnine yük olan tüm yapaylıklar; dünya yaşamında değerli kabul edilerek önem verilen tüm maddesel kıymetler gözden düşmüştür. Nefs-i Marziyye: Beşinci katta canlı ve cansız varlıkların rızâsınıalmayı başarmış olan insan, altıncı benlik katında tüm varoluşun (yaradanın) da ‘rızâsına erişmiş’tir. Yani kendisi tüm varlıklardan râzı’dır; yaradan da ondan.
Bu mertebe, ‘bütünselliğe’, yani ‘birlik olma’ya en fazla yaklaşılan erişim düzeyidir. Egonun tümüyle yokolduğu hâl’dir. Zaten o yokolduğu için ‘marziyye’ye erişilebilinmiştir. 7. Nefs-i Kâmile: Büyük sufîlerin ve hemen tüm üst düzey mistiklerin aktardığına göre, İnsan-ı Kâmil’ olarak da adlandırılan bu düzey en üst ve aşkın bilgelik hâlidir. Bu seviyede artık erdemin, şefkatin, hattâ sevginin ve aşkın bilinebilir ve tahmin edilebilir bütün sınırları (ve onlardan da ötesi) aşılmış; varoluşla tamamen ‘bir’ olunmuştur.…İnsanın ‘gelişerek oluşma’ yolunda bir varlık olduğunu hemen bütün Uzakdoğu felsefeleri gibi sufîler de kabul etmiştir. Örneğin Mevlânâ, Hacı Bektaş ve Hacı Bayram da bu konuyu uzun uzadıya izah etmişlerdir. Onların tekâmüle ilişkin açıklamaları şeriatın kulluk ve ibadet anlayışıyla sınırlı değildir. Sürekli gelişip dönüşürken insan bir taraftan kendisini, diğer yandan dünyayı oluşturup güzelleştirir. Bu süreçte zamana bağlı olmayan ‘kemalât’ kendiliğinden ve yavaş yavaş gelir. Ama onun görevi, varlığın birliğine vâkıf olarak yolda şuurlu bir biçimde, sürekli emek ve çaba sarfetmektir. Kişisel anlamdaki ruh, kendisinden doğup gelişmiş olduğu ana kaynağa yaklaşabildiği, onu idrak edebildiği ölçüde birliği hissedebilir, algılayabilir. Ama ne kadar öznelleşir ve zihinle ilişkisi öne çıkarsa o kadar bencilleşir ve kendi yaratımı olan ego’ya teslim olur. Geldiği kaynağın izlerini, aslî unsurlarını kuşkusuz içinde taşımaktadır; ama önemli olan bu gerçekliğin ne kadar farkında olabildiğidir. Birliğin yoluna girildiğinde bencilliğin yerini şefkat ve sevecenlik; tutkuların yerini ortak idealler; doyumsuzluğun, hırsların ve sömürünün yerini ise ‘birlikte varoluş’ ve ‘tekâmül’ düşüncesi alır. Tekâmül konusunda, yakın dönem mistiklerinden İnayet Han’ın (1882-1927) ilginç bir saptaması vardır: “Yol, boşluktur. Kişi kendisini ortadan kaldırdığında bir boşluk oluşur. İnsan ‘ben’ dediği sürece kendi yolundaki bir taştır. Kendini ortadan kaldırdığı zaman ise yoldur, boşluktur. Aslında herkesin aradığı ‘gerçek-kendi’dir, yani tanrı. Sahte benlik (ego) ortadan kalktığında insanın olabileceklerinin sınırı yoktur.” Meselenin bir de başka bir yönü var... Siz istediğiniz kadar iman etmiş olun, ruhunuzun varlığı kanıtlanmadıkça veya gerçekliği yanında nitelikleri de açıkça ortaya konulmadıkça sadece bir paradoks, varsayım veya sanal gerçeklik olarak kalacaktır. Kimilerine göre ruh, hücreler arası iletişimin, yani onların fizyolojik işlevselliğinin geçici bir sonucudur. Geçici olan organizma, onun iletişim ortamı ve olanakları ile işlevselliği ortadan kalktığında ruh da çözülerek yok olacaktır. Acaba biz, başka bir şeye kutsallık, tanrısallık izafe ederek onu ruh olarak adlandırma yanılgısına mı kapılıyoruz? Belki de bu nedenle Budha ve budistler, kişilerin kendilerine özgü, herşeyden ve varoluştan bağımsız bir ruhunun olmadığını (an-attâ) öngörmüşlerdir. Batı düşüncesine ‘no-self’, mistik düşünce yollarının hemen tamamına ‘benliksizlik’ olarak geçen anlayış da yine kişisel ve bağımsız bir ruhun olamayacağı paradoksuna oturtulmuştur. Bugün de kimi kuantumcular ‘kişisel ruhun’ simülasyon yoluyla yaratıldığını, dışsal etkenler ve zihinsel süreçler sonucunda da (gözlemleme, öğrenme, depolama, koşullanma) ‘benliğin’ oluştuğunu öne sürerler. Onların eksik bıraktıklarını kadim Doğu öğretileri ‘karma’ düşüncesi ile, bilimadamları da ‘genetik taşınım’ ile tamamlamaktadırlar.Aydınlanma yolundaki insan kendini sürekli yontup fazlalıklardan arındırarak, ustalarının yardımıyla tekâmül yolculuğunda güvenle yürüyecektir; aslında onun kaderi de budur. Bu sürece ‘gönül yolu’ denilmesi, o yola ‘kendini bilmek’le koyulabileceği ve sonunda gönüllerin bir olduğu yere, o bütünsel birliğe varılacağı içindir. Bu durumu, kişilerin kendi gerçekliklerini evrensel hakikatle uyumlandırma ve sonunda da tümüyle ona katılarak onunla ‘bütünleşme’ biçiminde açıklayabiliriz.Sufîlerle skolastik/ortodoks teologlar (ulemâ) arasındaki önemli farklardan birisi de, diğerlerinin
şiddetle karşı çıkmış olmalarına rağmen sufîlerin önemli bir bölümünün ‘evrim’ ve ‘tekâmül’ fikri yanında ‘genedoğumlar’a (reenkarnasyon) da inanmalarıdır. Üstelik sufîler cennet ile ödüllendirilmeyi (salt bir amaç olarak kabul edilmemesi için) de, cehennem ile korkutulmayı da önemsememişlerdir. Bütün ezoterik ya da mistik yollarda ifade edilmiş olduğu gibi, tekâmül için sadece bilgi yetmez; daha doğrusu temel bilimsel ve fiziksel bilgi kuşkusuz ki gereklidir, ama yeterli değildir; ‘ötesi’ne geçebilmek gerekir.Bunlar kimilerine ‘hayal’ ya da ‘masal’ gelebilir. Soralım; ‘Siz bütün fiziksel evreni görebiliyor ve orada olan biteni bilebiliyor musunuz?’… Peki, acaba ne kadarını? Sadece ‘bugünkü’ bilgimizle fark edebildiğimiz, gözlemleyip çözümleyebildiğimiz kadarını değil mi?. Bize göre de ‘tanrının lisânı bilimdir’, öyleyse bir adım daha atarak sorumuzu şöyle sorabiliriz: ‘Bilinebilir olanın ne kadarını biliyoruz?’ Ve hep sorguladığımız gibi; ‘Şimdilik bilemediğimizi yok mu sayacağız?’… Mesele budur! Günümüzden iki yüzyıl önce fizikçiler, ‘Gözle görülebilen ışığın iki tarafında en az onun kadar gerçek başka ışınlar da vardır. Fakat görünmez olduklarından (şimdilik) algımızın dışındadırlar’ diyorlardı. Ardından radyo dalgaları, elektromanyetik dalgalar ve ona bağlı, daha doğrusu onun bir türü olarak röntgen ışınları bulundu. Derken mikro dalgalar ve gamma ışınları. Bugün de bilim insanları İsviçre’de, milyar dolarlar harcanarak inşa edilen ‘Büyük Hadron Çarpıştırıcısı’ ile, diğer başka şeyler yanında ‘Higgs Parçacığı’nı boşuna aramıyorlar. Teoride ‘bulunan’ Higgs bozonunun varlığının kanıtlanması aslında bir anlamda ‘esîr’in de kanıtlanması demek olacaktır ki; işte o zaman hepimizin yolu daha bir kısalacak ve çok daha büyük bir güvenle ‘yol’umuza devam edebileceğiz... Bakalım, bekliyoruz. Nasılsa Hawking’e göre, daha bu yüzyılın son çeyreğine kadar vaktimiz var... Yani bilim geliştikçe, ‘fizik’ ile bilime dayalı ‘metafizik’ iç içe bir hâl almaya; bilimsel bilginin yanında sezgilerimiz ve çıkarımlama yeteneğimizle birlikte ‘ruhsallığımız’ da, ondan sonrası da önem kazanmaya başlamıştır. Fiziksel bilgiye dayanan bilimsel çalışmalar nasıl disiplin gerektiren bir süreç ise, insanın kendini bilmesini amaçlayan tinsel çalışmalar da en az o kadar disiplin ve özveri gerektirir. Usta’nın (mürşidin) görevi yolu göstermek, yeri geldiğinde uyarmak, kimi zamansa eleştirmektir. Ama aslâ elinden tutup sürekli birlikte yürümek değildir. Çalışma disiplini, düşünme disiplinini de beraberinde getirecek, her ikisi birden müridi muhtemel yanılgı ve yanlışlıklardan koruyacaktır. Nasıl herhangi bir bilim topluluğuna kendinizi kanıtlamadan giremezseniz, aynı şekilde üst düzey tinsel topluluklara da elinizi kolunuzu sallayarak giremezsiniz. Her iki durumda da ustaların size hangi fikir veya tasavvurun gerçek bilgiye dönüşüp dönüşmeyeceğine ilişkin yol gösterici ya da yolunuza ışık tutucu tavsiyeleri olabilir. Ve belki daha da önemlisi size kendi kendinizi eleştirebilme yeteneğini kazandıracaktır. Yani o yolu gösterir, yola çıkarır da nihayetinde yolu yine siz yürüyeceksinizdir. Danışma, tartışma ve istişare ise, usulüne göre yapıldığında her ikisinde de gereklidir. Mecazî anlamda ‘yolu kısaltır’, doğrulara erken erişmenizi sağlar....Bir insanın aklına esen her fikir ya da ona ‘dayatılmış’ her düşünce ‘bilgi’ sayılamaz. Bir de zamanla o konuda doğru bir bilgiye eriştikleri halde, başından beri öngördükleri ile çeliştiğini bilmelerine rağmen, başta inat ve ısrarla kabul etmiş oldukları temel ama ‘sanal’ esaslarla bağdaşmayan yeni bulgu ve doğruları görmezden gelme, gizleme ya da yoksayma yoluna gidenler vardır ki, bunlara en çok dinadamları ya da siyasetçilerin arasında rastlayabilirsiniz. Bu iki tür insan, özellikle geri kalmış ya da azgelişmiş toplumlarda önemli ve etkili kişiler sayılmaktadırlar. Toplumlar gelişip bilimsel bilgiye saygılı, özgür ve analitik düşünme yetişkinliği ve alışkanlığına sahip insanların sayıları arttıkça, dinadamları ile siyasetçilerin önemleri ve etkileri azalır.
Onların amaçları her ne pahasına veya hangi yöntemle olursa olsun yandaşlarını ikna edip yeni yandaşlar kazanarak toplumdaki ayrışmaları artırmak, bu sayede daha da ‘önemli’ kimseler hâline gelebilmektir. Dikkatle incelenebilirse toplumda egosu en yüksek olanların siyasetçilerle dinadamları olduğu görülecektir. Geri kalmış ve insanlarında kendi akılları ile düşünme alışkanlığı bulunmayan, özgürlüklerin değerinin bilinmediği toplumlarda nedense inançlar kıyaslanmadığı gibi onların doğruluğundan kuşku da duyulmuyor; belgelendirilmiş veya kanıtlanmış olup olmadıklarına, doğrulanıp doğrulanmadıklarına ise hiç bakılmıyor. Hattâ yerleşik inançlardan çıkar sağlayanların, bazen başkalarını inandırmaya çalıştıkları şeylere kendilerinin bile inanmadıklarını; utanma belasına, ‘zevâhiri kurtarma’ uğruna, ama çokça da kişisel ya da kurumsal çıkar uğruna inanmış ve kabul etmiş göründükleri, öyle iddia etmek zorunda oldukları kolaylıkla anlaşılabiliyor. İnancını bilme ya da bilgi sanmaya başlamanın kaçınılmaz sonucu budur. Öznel inancı nesnel bilgi ile kıyaslamaz ve doğrulamazsak hepimizin varacağı nokta da kaçınılmaz biçimde böylesi bir şey olacaktır. Sıradan inancını bilgi sananlar, gözlem ve deneye önem vermeyenler, doğruluğundan kuşkulanıp kıyaslamayanlar, onların da gelişip değişebilecek olduklarını düşünmeyenler, kanıtları olup olmadığını dahi araştırmayanlar; bilerek veya bilmeksizin mutlaka bir şeylere âlet oluyor veya istismar ediliyorlardır.Bilgi sanılanların yanlışlanabilirliklerini kabul edebilmek erdemdir. Üstelik bizi yeni doğrulara, tekâmüle ve aydınlanmaya götürebilecek bir erdem. Bu konuda, kişinin, bilgi sandığı sıradan bir malûmatın kaynağını ve doğruluğunu sorgulayabilme becerisi, kararlılığı ve cesareti de önemlidir. Dinsel inanç, yaşamınızdaki her şeyin önüne geçip en büyük idealiniz hâline gelirse, önce, sizden farklı düşünen diğerlerinden ‘ayrışır’sınız. Sonra bilinciniz o sürekli aynı tür akımdan dolayı gölgelenir; farklı fikir ve duyumları dikkate almayan, değerlendirmeyen, hattâ dışlayan zihinsel yapınız özgürce akıl yürütmenize engel olur; gittikçe zihinselleşerek sonunda gerçek-kendi’nize yabancılaşırsınız. Bugün yeryüzünde irili-ufaklı 300’den fazla din, 3000’i aşkın mezhep, tarikat, yol, kol, cemaat... vb var; ve herkes ‘en doğrusu benimki’ diyor. Nasıl emin olabilirsiniz ki...? Dahası da var; dinselliğiniz kökleşip belirli bir inanca veya yönteme olan sanal ve sözde bağlılığınız arttıkça artık tanrısallığa, birlik bilincine giden yolun pek de öyle size anlatıldığı gibi katı kurallara tâbi, statik, dar kalıplara sığabilen, ritüelik ve monoton, sürekli korkulması gereken, sabit ve hiç değişmeyen tekrarlar zincirinden ibaret olamayacağını düşünemez hâle gelirsiniz. Konuyu kısmen açıklayabilmek için, Fred Alan Wolf’ün veciz bir söylemini aktaralım: “Aklınıza gelen her şeyin kendi içinde sonsuz sayıda paralel gerçeklikleri vardır ve siz bunlardan hangisine odaklanmışsanız sadece ona bakmaktasınızdır.”Yani yanılgılarımız, ya sanal gerçeklikleri ya da konunun sadece görünürdeki bir yüzünü önemseyip zamanla benimsemekten; böylelikle de gerçek doğamıza gittikçe uzaklaşmaktan kaynaklanıyor. Tabii bir türlü çözümlenemeyen çelişkilerimizle mutsuzluklarımız da... Hayatta bir amaca sahip olmak başka, ‘hayatın amacı’ başka şeylerdir… İlki ‘kişisel’, ikincisi ‘evrensel’dir. Ama her ikisi için de ve onlardan önce ‘kendini bilmek’ gerekir.Sizi herhangi bir içsel öğretinin doğru kavranmasına götürecek olan bilginin özünü, kutsal olsun veya olmasın hiçbir kitapta ya da yazılı metinde bulamazsınız. Onlar size ancak bazı ipuçlarını verebilirler. Bu dünyada vakit geçirdikçe, yani yaşımız ilerledikçe asıl metamorfoz fiziksel bedenimizde değil, ruhsal yapımızda meydana gelir ve bir daha artık çocukça saflığımıza, temizliğimize geri dönemeyiz. Ama yine de yapılacak birşey kalmıştır: Doğru gözlem ve bilgi ile, erdem ve bilgelikle, sevgi ve şefkatle zihni dönüştürmek. Bu başarılamadığı sürece tekâmül imkânsızdır. Kişisel gelişim yolculuğumuzda
gerçekte geriye dönüş yoktur; ama gereken gelişim sağlanamazsa yanlış eğitim ve olumsuz çevre koşullarıyla göreceli olarak geri gidiş mümkün ve muhtemeldir. O nedenledir ki herkes önce kendini sorgulayabilmeli, gelişmenin neresinde olduğunu irdelemeli, kendi kendisini olabildiğince tarafsız bir gözle masaya yatırabilmelidir. Özdeğerlendirme ve özeleştirinin ardından da özgürce içebakış gelmelidir. Evrensel senfoni başka türlü farkedilemez, anlaşılamaz ve ona katılmak söz konusu olamaz. Bazı şeylerin, bu arada spiritüel kavramların açık seçik tanımlanmasından özenle kaçınılmalıdır. Bu hem zihinlerin üniform biçimde koşullandırılmaması hem de yol’da veya arayış içinde olanları kendi algı ve özgürlükleriyle başbaşa bırakabilmek için bir gerekliliktir. Çünkü yolu göstermekle hedefi işaret etmek farklı şeylerdir. Yani usta sizi yola çıkarır, ama yolun üzerinde yine de belirli, statik, ona varıldığında her şeyin sona ereceği (örneğin, ‘ebedî cennet’ gibi) bir ‘nokta hedef’ yoktur. İşin garibi, bu tür arayışlar öne çıktığında deneysellik, gözlemlenebilirlik, bilimsel gerçeklikler, aynı koşullar altında yinelenebilirlik... gibi konular gözardı edilerek ‘bilinemeyene bağlılığın’ ağırlık kazanmakta olduğu gözlemlenmektedir. * * * Nisargadatta Maharaj’a sormuşlar: ‘Peki şu andaki sorumu işitip yanıtlayan kim?’. Cevap vermiş: “Ateşin yanmasını, suyun akmasını, tohumların filizlenmesini, ağaçların büyümesini sağlayan aynı güç bana sorularınızın yanıtını verdiriyor!”... Ben de diyorum ki; ‘O güce sanskritçe, çince, arapça, japonca, türkçe... veya ingilizce herhangi bir ad vermenin nesi yanlış olabilir?’ Kimse sizin gibi inanmak ya da adlandırmak zorunda değildir ki... Kimi sözcükleri öylesine kirletmişiz ki, bir yandan da anlayışımızı çarpıtan, zihnimizi karmaşaya iterek aklımızı bulandıran bu tür yanlış anlayış ve gerçek dışı değerlendirmelerimizi yeniden gözden geçirerek düzeltebilmeliyiz. Örneğin; ‘benlik’ o kadar da kötü birşey değildir; ama yapay-dışsal etkilerden yeterince arındırılmış ve bilince yönelebilmiş ise. Böylesi bir yola girebilmiş öznel benlik, nasıl olsa bir süre sonra daha rafine ve arınmış hâle gelecektir.. ‘İnanç’ yararlı ve gereklidir; ama ‘şuurlu’ ise.. ‘Dindarlık’ ne güzeldir; ama eğer dinsellikten ve onun kalıplarından kurtulabilmiş ise.. ‘Sevgi’ hayattır; ama tutkularla kirletilmemiş, sahiplenme ile sakatlanmamış ve yeterince özgür bir ortamda gelişebilmesine fırsat verilmişse. Aksi halde ona erişemeyiz.. ‘Dua’ insanı yüceltir; ama biteviye yalvarıp yakarmak, sürekli kendini hatırlatmaksa; sonunda çıkar, ayrıcalık ya da karşılık bekleme biçiminde anlaşılıyor ise, sadece aşağılatır. Belki de o yüzden;. Yapay ‘ritüeller’le vakit geçirdikçe, ister istemez biz de yapaylaşıyoruz.. Yeterince paylaşmayı bilmeksizin ‘paylaşım’ nutukları atıyoruz.. Merhametsiz kaldıkça, şiddeti de hoşgörmeye başlıyoruz.. ‘İçsel arınma’ yerine ‘biat etme’yi yeğliyoruz.. Bilinçten uzaklaştıkça ‘varoluşun farkındalığı’na yabancılaşıyoruz.. Kendimizi gerçek anlamda sevemediğimiz için başkalarına da saygı duyamıyoruz. Çünkü öncelikli görevimizi ihmal edip ‘kendimizi bilmiyoruz’.. Teolojiyi dinbilimi, dinselliği ise dindarlık sanıyoruz.. Hayalî bir hedefe koşullanıp ‘gerçek şimdi’yi ıskalıyoruz.... Ve... Koskoca bir yaşamı boşa geçiriyoruz. O halde yapılması gereken şey, her türlü önyargıdan, bize en yüce hakikat adına bilmeden dayatılmış sanal gerçekliklerden zihnimizi arındırmak; sonra da özgürce, nesnel ve akılcı biçimde yola koyulmaktır. Başlangıçta en çok ihtiyaç duyacağımız araçlardan birisi akıldır, yöntemse önce ‘kendini bilmek’.İçsel yol fiziksel olmadığından, maddesel kriterlerle ölçülüp, aynı biçimde kıyaslanarak değerlendirilemez. Süresi doğrusal dünya zamanıyla ölçülemez; ‘yola koyulmuş’ olan kişileri yapay ve sıradan bir hiyerarşi içerisinde rütbelendirmekse hiç mümkün değildir.[embed]http://www.youtube.com/watch?v=V6Ywy25O1Kw[/embed]
0 notes
nedenolurcom · 2 years
Link
0 notes
blog40ambar · 5 years
Text
AURA
Eterik bedenin temel işlevi fiziksel bedenin sağlıklı kalmasını sağlamak ve onu evrensel enerji alanı ile bağlantıda tutmaktır. Sağlıklı bir insanda genişliği 15-20 cm kadardır. Hastalık, yorgunluk ve stres gibi durumlarda eterik bedenin genişliği azalır. Sadece bir kişinin eterik bedenine bakılarak sağlık durumu hakkında bilgi sahibi olunabilir. Eterik beden fiziksel bedeni koruyucu bir tabaka gibi kuşatır ve zararlı maddelerin bedene girmesine izin vermez. Eterik beden aynı zamanda dış dünyaya yaşam enerjisi saçar. Eterik bedeni sağlıklı ve güçlü olan insanlara 20 cm'den fazla yaklaştığınızda siz de kendinizi olumlu ve pozitif hissedersiniz. Eterik bedene sağlık bedeni de demek mümkündür.
DUYGUSAL BEDEN; Eterik bedenin üstünde bulunan ve sıvımsı yapıya sahip olan bir katmandır. Gökkuşağının tüm renklerini barındıran duygusal bedenin o anki rengi kişinin duygusal durumuna göre değişir. Zihinsel bedenden gelen üst düzey enerjiler duygusal bedene ulaşır ve burada bir değişimden geçerek zihinsel bedene iletilir. Kişinin duygusal yapısı bu katmanla ilgilidir. Üst katmanlardan gelen enerjiler burada duygusal anlamlar kazanır ve kişiye özel duygusal süzgeçten geçtikten sonra anlam kazanarak eterik bedene aktarılır. Aurada kişinin o anki ruhsal durumuna göre değişen renklerin en iyi algılanacağı alan burasıdır. Örneğin o anda çok öfkeli olan birinin koyu duygusal bedeninde koyu kırmızı renk hâkim olacaktır. Duygusal bedenin durumu kişinin duygusal yapısı ve anlık duyguları ile ilgili bilgiler verir.
ZİHİNSEL BEDEN; Duygu bedeninin bitiminde başlar ve ruhsal bedene kadar uzanır. Genelde rengi sarıdır. Fikirlerimizin yapısını barındırır ve düşünce formları bu bedende görülebilir.
Hastalıklarımızın büyük bir çoğunluğu zihinsel bedenimizden kaynaklanmaktadır. Tüm hastalıkların zihinsel nedenlerinin olduğu artık birçok araştırmacı tarafından ortaya konmuştur.
Zihinsel bedenin en önemli özelliği güçlü olduğu zaman kişinin başka insanların etkisi altında kalmaması ve özgür iradesiyle kendi kararlarını verebilmesidir. Zihinsel beden zayıfladığında ise kişi kararsızlık halindedir ve sürekli başka insanların etkisinde kalarak yaşamına devam eder. Başkaları ne der mantığını sürekli öne süren ve yaşamını başkalarının ne düşüneceğine göre planlayan bir kişinin zihinsel bedeni son derece sağlıksızdır.
RUHSAL BEDEN; Ruhsal bedenimizin titreşimi diğer bedenlere göre çok daha yüksektir ve algılanması da diğer bedenlere göre daha zordur. Evrensel enerjiler ruhsal bedenimizden auramıza girerler ve burada bir değişime tabi tutularak zihinsel bedene aktarılırlar. Ruhsal bedende ortaya çıkan bir sorun er geç daha alt bedenlere ve oradan da fiziksel bedene yansıyacaktır. Ruhsal beden kişinin bütün ile bağlantısını simgeler. Bütünle bağlantısı güçlü olan bir insanın ruhsal bedeni sağlıklı olacak ve evrensel enerjiyi en iyi şekilde alarak diğer katmanlara ulaştıracaktır. Bu evrensel enerji zihinsel katmanda bir değişimden geçecek, duygusal katmanda daha farklı bir yapıya bürünecek ve en son eterik bedenden chakralar vasıtasıyla fiziksel bedene geçerek kişinin yaşam enerjisi haline gelecektir. Ancak bunun için öncelikle ruhsal bedenin sağlıklı olması gerekmektedir. Ruhsal bedenin genişliği kişinin ruhsal gelişimiyle doğru orantılıdır. Ruhsal olarak gelişmiş bir kişinin ruhsal bedeni kilometrelerce uzağa yayılabilir. Ruhsal beden kendi yapısına en uygun olarak enerjileri alır ve alt bedenlere iletir. Ruhsal bedenin gelişimi ile alınan enerjinin kalitesinde de değişiklik olacaktır ve bu kişinin tüm yaşamını etkileyecektir. Ruhsal açıdan gelişmiş olan insanların yanında huzur, sükûnet hisleri duymamız ya da bu kişilerin şifa enerjisi dağıtmaları ruhsal bedenlerinin canlı, parlak ve güçlü olmasıyla ilişkilendirilir.
Büyük mistik Goethe der ki: “İnsanoğlu, dünyayı zincirleyen bütün güçlerden, iradesini kazandığında kurtulur.”
0 notes
ruhsalseyler · 2 months
Text
Enerjetik Bağ Ne Demek?
0 notes
ruhsalseyler · 3 months
Text
Astral Bağlantılar
0 notes
ruhsalseyler · 3 months
Text
Astral Seyahatin Faydaları
0 notes
ruhsalseyler · 3 months
Text
Başka Birinin Enerjisini Hissetmek
0 notes
ruhsalseyler · 3 months
Text
Astral Seyahatte Kaybolmak
0 notes
ruhsalseyler · 3 months
Text
İki Kişi Arasındaki Enerji Bağı
0 notes
ruhsalseyler · 5 months
Text
eterik beden temizliği
0 notes
ruhsalseyler · 2 years
Text
Eterik Bağ Ne Demek
Eterik Bağ Ne Demek
Eterik bağ, iki kişinin arasındaki bağlantıyı tanımlamak için kullanılan bir terimdir. Eterik bağ kordonları insanlar arasında sevgiyi, aşkı, şefkat gibi şeyleri taşıyan enerji kordonlarıdır. Bu eterik bağlar her zaman pozitif şeyleri taşımaz. Eterik bağlar sadece birbirini seven insanlar arasında olmaz. Geçmişte hayatımıza girmiş çıkmış ya da şu anda bir şekilde hayatımızda olan kişilerle…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
ruhsalseyler · 2 years
Text
Eterik Ne Demek
Eterik, cennetten çıkmış saf güzellik demektir. Bu dünyadan değilmiş gibi zarif, hafif ve hassastır. Mistikler ve ilahiyatçılar tarafından eterik alem, cennet veya öbür dünya olarak çeşitli şekillerde atıfta bulunulan geniş bir alandır. Eterik beden, insan enerji alanındaki veya aurasındaki ilk veya en düşük katmandır. Onu sürdürmek ve daha yüksek bedenlere bağlamak için fiziksel bedenle anında…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes