Tumgik
#bu benim hikâyem
mecnunsaltrajedi · 1 year
Text
Tumblr uygulaması çok fazla Türkiyeye benziyor porno bloglari dolu takip eden kisi olunca profiline girmeye korkuyor insan onları kapatmıyor biz küfredince hesabi kapıyor :Ddd uyarı bile vermedi hayatımda bu kadar saçma bir uygulama daha görmedim
20 notes · View notes
master1wayne · 8 months
Text
Genel duyuru (okuyun lütfen)
Herkese iyi günler/akşamlar/geceler!
Dm kutuma "Yeni bölüm ne zaman? Her gün kaç bölüm atabilirsin?" gibi, sorular geliyor.
Bu da demek oluyor ki, redditten gelen kitle bu hikâyeyi zaten seviyor ve buradan az da olsa, şu an ulaşmaya çalıştığım kitle de, bu hikâyeyi beğendi.
Teşekkür ederim herkese!
Ama şu var ki, hâlâ beğeniler az.
Hâlâ şunu (normal olarak haklısınız) anlamayanlar var! Ben insanım:)
Her gün, her saniye ya da her dakika yazı yazamam. Anlıyorum sizler tabii ki, haklısınız!
Ancak ben bir iş üstüne uğraşıp, hem de kendi kişisel eğitimimi uygulamaya çalışıyorum. Hatta bugün yoğundum, yarın da yoğun olacağım.
Ama, amacım zaten sizleri öyle bekletmek falan değil! Şu an bir kısmını yazdım. Fakat bütünü tamamlamam ve kurguyu sağlamam lazım!
Benim hikâyem (romanım) sıradan bir yazı olmasını istediğim bir eser değil.
Piyasada, aslında yazı dili bozuk ve çok saçma hikâyeler var. Ancak hepsi direk seks kafasında olduğu için herkes bunu seviyor, fakat ben her bölüm seks koyarsam ya da her bölüm aynı şeyi işlersem.
Diğerlerinden farkım kalmaz...
Buraya kadar okuduğunuz için, çok teşekkür ederim!
Hikâye en kısa vakitte gelecek.
Yakında görüşmek üzere...
21 notes · View notes
titreyendizlerim · 1 year
Text
Başlamalıyım. Küle dönmesi gereken yangınlarım var, bir yerden başlamalıyım söndürmeye. Her neyse, sessiz ol çocuk. Alçak konuşurum, bana eğilmelisin. İnsan denilen aşağılığa kendimi kabul ettirebilmek için sesim hep yüksekti, artık kısık. Çünkü öğrendim ki insan; ağrılara sağır, sanrılara her daim açıkmış. Bilinmez bir yılda başladı benim hikâyem. Her çağda yeniden doğmuş kadar yorgun, yaşlıyım. Kâhretsin, anlatmaya başlamadan önce aklımda binbir cümle sıralıydı. Hepsini kaybettim. Keşke kaybettiğim tek şey bu gereksiz cümlelerden ibaret olsaydı. Yedi-sekiz yaşlarımda anne ve babamı kaybettim. Zihnimde kaybettim. Çekip çıkaramadım onları oradan. Onlarda çıkmak için çabalamadı. Klasiktir fakat en çok babama kırgınım. Bana bir kez güvenmedi, ben ona bir ömür güvenemeyeceğim. Edilen sövgüler kulağıma çarpıp durur onu her gördüğümde. Gariptir, yüzüne baktığımda hep gülerim, gülmesem gözlerim doluyor. Bana güzel travmalar bıraktı. Aklımda ona özel bir kırgınlık çekmecesi var. İki yabancıdan öteye gidemedik hiç. Her neyse, boğazındaki yumruyu yok et çocuk. Birkaç yıl sonra insanları kaybettim. Evet. Gözümde yok ettim onları. Bana dokunan o pislik içindeki ellerden sonra her gece içimde birini yok ettim. Sesimi çıkarmadım, belki de ilk kez orada kısıldı sesim. Keşke çocukluğumda masum bıraksalardı beni. Olmadı. Bazıları bana çocukluğumu sorar ara sıra, hep hatırlamıyorum derim. Gömdüm çünkü, nerede bilmiyorum. Bir miktar daha büyüdüm, ya da yaşlandım, saçmalıktan ibaret olan akademik başarılar dışında hiçbir gerekliliğim yoktu. Onlar da olmasa hâlen beni seven insanlar olur muydu diyorum kendi kendime. Sanmam. Ben dâhi kendimi sevemezken başkasından beni sevmesini beklemek aptallıktı, öğrendim.
58 notes · View notes
onderkaracay · 8 months
Text
🗣️ Atatürk ve Cumhuriyeti Birde O Günleri Yaşamış Birinden Okuyun
19 Mayıs 1919’un 100. yılı münasebetiyle düzenlediğimiz programın açılış konuşmasını, halen Indiana Bloomington’da yaşayan ve hayattaki en büyük halk bilimcimiz olarak kabul edilen Cumhuriyetimizle yaşıt Prof.Dr. İlhan Başgöz yapacaktı. Kurtuluşa giden yolun hikayesini Cumhuriyetimizle yaşıt asırlık bir çınardan daha iyi kim anlatabilirdi ki? Lakin ilerlemiş yaşının getirdiği sağlık sorunları sebebiyle İlhan hoca çok arzu etmesine rağmen aramızda olamadı.
Hazırladığı konuşmayı Başkonsolos Umut Acar okudu.
“Değerli Konuklar
Ben Cumhuriyetle yaşıtım, size anlatacaklarım yalnız duyup işittiklerim, okuyup öğrendiklerim değil, aynı zamanda kendi hayat hikâyem olacaktır.
Cumhuriyet yedi büyük savaşın ardından kurulmuştur. 1856 Kırım,, 1877 Osmanlı Rus, 1892 Yunan, 1911 Trablus, 1912 Balkan, 1914-18 Birinci Dünya Savaşı, nihayet 1920-22 Kurtuluş Savaşı. Bu savaşlardan yalnız sonuncusu zaferle bitmiştir. Ama bu zafer vatandaştan yalnız canını ve kanını istememiştir. Vatandaştan atını, arabasını, çorabını, kağnısını, keten bezini, pencere demirini alarak bu savaş kazanılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na niçin girdiğimizi bugün bile bilmiyoruz. Ama kardeşlerini bu savaşa kurban veren, Avşar kadını biliyor ve parmağını Alaman’a uzatıyor:
Mektup saldım da varmadı,
Tel vurdum aynı gelmedi,
Alamanya harbeylesin,
Gayri kardaşım kalmadı.
Savaş yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisini tümden harap etmiş, ekin tarlada çürümüş; toprak tohumsuz, evler erkeksiz kalmıştır. Kağnıya ve sabana koşulacak hayvan, çiftin sapına yapışacak erkek yokluğunda çifte, hayvan yerine kadınlar koşulmuştur. Bu ��öküşün en gerçekçi destanını, hemşehrim Şarkışlalı Serdari yazmıştır. Bu uzun destandan dörtlükler veriyorum:
Tahsildar da çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fakiri ezer
Yorganı döşeği mezatta gezer
Hasırdan serilir çulumuz bizim.
Evlat da babanın sözün tutmuyor,
Açım diye çift sürmeye gitmiyor,
Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor,
Başımıza bela dölümüz bizim.
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara halini kimse sormuyor
Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim.
Savaş yılları, Türk aydınlarının en yiğit, en idealist, en eğitimlilerini ölüme sürmüş, onlar geri gelmemiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın felaket tablolarından birini unutamıyorum. Bu tabloda Tarsus tren istasyonunda bir kadın görünür. Ordu, Kanal bozgunundan dönmektedir. Çul çaput içinde, hasta perişan, vagonlarda çuvallar gibi istif edilmiş, bir asker döküntüsü. Ak saçlı bir ana, yazması omuzuna düşmüş, saçları darma dağın, bir vagondan ötekine koşarak feryat ediyor: “Mehmedimi gördünüz mü? Mehmedim nerede? Mehmedimi gördünüz mü?” Falih Rıfkı Atay diyor ki: “Ana biz senin Mehmedini kumarda kaybettik.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin talihsizliği çökmüş bir ekonomi ve harabeye dönmüş bir memleket üzerine kurulmasıdır. Büyüklüğü de bundandır.
16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan Bandırma vapuru bu çöküşü tersine çevirecek bir umudu taşıyordu. Bu umudun adı Mustafa Kemal Paşa’dır. Üçüncü ordu müfettişliğine tayin edilen Paşa İstanbul’dan ayrılıyordu. Yanında 12 kişiden oluşan Erkan-ı Harbiye’sinden başka kimse yoktu. Karadeniz’in azgın dalgaları ile sarsılan Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylüyordu: “Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız maddedir! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz!”.
Bandırma vapuru ile bu küçük grup 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkınca bir şarkı söylüyorlardı: “Güneş ufuktan şimdi doğar yürüyelim arkadaşlar.”
O tarihlerde, ufuktan güneşin doğacağına dair hiçbir işaret yoktur. Tersine memleket bir zifiri karanlıktır. Adana Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş, başkent İstanbul İtilaf Devletlerinin işgalinde, Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri bulunuyor. Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri var. 15 Mayıs 1919’da Yunan birlikleri İzmir’e çıkmış; Batı Anadolu’nun verimli topraklarından memleketin kalbine doğru ilerlemekte.
Dahası var. Cumhuriyet, memleketin en önemli gelir kaynaklarını yabancı şirketlerin elinde bulmuştur. Demiryolları, limanlar, önemli tarım ve ticaret alanları, bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri büyük Batılı şirketlerin elindedir. Türkiye Cumhuriyeti bu şirketleri birer birer satın almıştır.
İzmir-Aydın demiryolu 2 milyon İngiliz pounduna satın alınınca öğretmenimiz ödev vermişti, sevincimizi dile getirmeliydik. Ortaokul öğrencisi idim, ödevimin başlığı “Demir yolumuz, bağımsızlık yolumuz” idi. Tütün rejisi 4 milyon Frank’a satın alınınca bu sefer ayınkacılar bayram etmişti. Ayınkacı tütün yetiştirici demektir. Köylümüz yetiştirdiği tütünü eşeğine yükleyip, pazara indiremezdi. Tütün ille de bir yabancı tekele, bu tekelin biçtiği fiyattan satılacaktı. İndirse kaçakçı sayılıyor, ya hapse atılıyor veya tütün kolcuları ile çatışıyor ve vuruluyordu. Bir ayınkacı türküsü şöyle der:
Hacılar köyüne bastığım oldu,
Tütünümün dengi yastığım oldu,
Aman dostlar bakın benim çareme,
Tütünün tozunu basın yareme.
Cumhuriyet savaşlardan çıkıp da, ekonomik gelişmesine odaklanınca 1930 Dünya Ekonomik Buhranı patlak verir. Buhranın Türkiye’ye etkisi, tarım ürünleri ve meyveyle sınırlı olan dışsatımı vurması olur. Buğdayın kilosu 15 kuruştan 3 kuruşa düşer. Köylü gelirinin bu kadar düştüğünü gören Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şöyle bir teklifte bulunur: “Bizim maaşlarımızla halkın geliri arasında büyük bir fark ortaya çıktı. Bu Cumhuriyet idaremize yakışmaz. Benim maaşım dâhil milletvekili maaşlarını yüzde elli azaltalım.” Teklif kabul edilir.
Cumhuriyet ilan edilince memlekette yatırıma harcanacak sermaye ve ekonomik hayatı idare edecek eğitilmiş insan yoktur. Bu nedenle Cumhuriyet ekonomik kalkınmayı devlet eliyle yapmaya karar vermiştir. Devlet sermayesi ile iki banka Etibank ve Sümerbank kurulmuş, vatandaştan birikimlerini bankaya yatırmaları istenmiştir. Devletine güvenen vatandaş da elinde avucunda ne varsa bankalara yatırdı.
Ben çamurdan yaptığım kumbarama her hafta babamın verdiği yüz paraları biriktirir, bankaya yatırırdım. Bu ekonomik kalkınma hamlesini bir yerli malı seferberliği izlemiştir. Biz bayramlarda ziyaretçilerimize şeker ve çikolata yerine incir ve fındık ikram ettik. Çayı Kazova’nın kızıl üzümü ile içtik. Çünkü şeker dışardan satın alınıyordu.
Cumhuriyet yurdun doğusuyla batısını, güney ve kuzeyini demiryolları ile birleştirmek istemiştir. Bu bir milli savunma sorunu idi. Atatürk diyor ki; “700 kilometre demir yolumuz var, bir kilometresi bile bizim değil.” 1932 yılında ilk tren Gemerek’e ulaştığında ben istasyonda idim. Halkın tabiri ile kara treni alkışlar ve yaşa var ol sesleri ile karşılamıştık.
Hoş bir fıkra var. İlk tren Erzurum’a varınca belediye başkanı nutuk veriyor; “Vatandaşlar, Cumhuriyet fabrikalar yaptı. Sanmam ki kâr edeler vallahi de zarar edirler, billahi de zarar edirler. Otobüsler aldı, yollar düzenledi, sanmam ki kâr ederler. Bunlar hep sizin içindir. Cumhuriyet ayağıza kadar tren getirdi bundan sonra iki ayda gittiğimiz İstanbul’a üç günde varacağız.” O vakit bir vatandaş sorar: “Peki biz 57 gün ne yapacağız?”
Değerli Dinleyicilerim
Ben 1929 yılından itibaren Cumhuriyetle beraber iyili kötülü olayların içinde çalkalandım. Size söyleyeceklerimin bir kısmına ben tanık oldum. Bunların arasında beni çok etkileyen bir olay var. Mustafa Kemal Atatürk 1937 yılında Sivas lisesinde benim bulunduğum sınıfa geldi. Atatürk adı etrafında oluşan efsanenin etkisindeyiz. Gözleri o kadar kuvvetli imiş ki gözlerine bakan çarpılırmış. İlkin korka korka, gözlerine bakıyoruz. Çarpılmadığımızı görünce o mavi gözlere 45 dakika doya doya baktık. Dersimiz hendese idi. (Yani geometri). Atatürk dişçinin kızı Saadet’i tahtaya kaldırdı. Geçen derste müselleslerin nasıl eşit sayılacağını okumuştuk. Saadet bunun için tahtaya iki müselles çizdi. Biz o vakit üçgene müselles derdik. Saadet müsellesin kenarlarına alfa, beta ve gamma harflerini koydu. Atatürk’ün birden kaşları çatıldı ve Saadet’e neden Yunan harfleri kullandığını sordu. Saadet, hocamız böyle yazdı, ben de onun için kullanıyorum deyiverdi. Matematik hocamız müdür Ömer Bey sınıfta idi. Atatürk aynı soruyu ona sorunca Ömer Bey topu bakanlığa attı. Bakanlık bir kitap göndermişti, onda bu harfler kullanılmıştı. Atatürk kitabı istedi o sayfayı buldu, yırtıp yere attı. Sonra gidip parmakları ile Yunan harflerini sildi yerine abc yazdı. Bize; “arkadaşlar Türk alfabesi matematik terimlerini de ifade etmeye yeterlidir.” dedi. Aradan bir hafta geçmeden abc’li yeni kitabımız geldi. Atatürk dilin sadeleşmesine ve halkın, aydınların dilini anlamasına çok önem verirdi.
Halkçılık onun inanışında kuru bir slogan değildi. Halkın arasına karışmaktan çok hoşlanırdı. Bir gece Atatürk kayıp, polis ve jandarma seferber olmuş her tarafı aramış taramışlar. Atatürk yok. Sabaha yakın Onu Samanpazarı’nda bir kahvede, halka karışmış Zeybek oynarken bulmuşlar.
Cevat Dursunoğlu şunları yazdı: “Mustafa Kemal Paşa Erzurum kongresine gitmektedir, yıl 1919. Ilıca köyüne varınca bir ağacın altına oturup kahve içmek isterler. Kahveler içilirken yolda bir kağnı belirir. Pılı pırtı yüklü kağnıda iki de delikanlı oturmaktadır. Kağnıyı yetmişlik bir ihtiyar sürmektedir. İhtiyar çağrılır. Paşa sorar: “Baba nereden gelip, nereye gidiyorsun?” İhtiyar: “Çukurova’dan gelirem, Erzurum’a gidirem.” Paşa sormaya devam eder: “Baba Erzurum’da ortalık karışık, savaş tehlikesi var. Eşkıya tehlikesi var, niye gidiyorsun? Çukurova’da geçinemedin mi?” İhtiyar Mevlut Dayı “O nasıl söz paşam Çukurova verimli topraktır, insanı diksen yeşillenir. Bizim uşaklar da çalışkandır, bey gibi geçinip gidiyorduk. Ama duymuşam ki padişah Erzurum’u düşmana verecekmiş, gelmişem ki görim, kimin malını kime verir?” der. Paşa yanındakilere der ki “Arkadaşlar bu milletle başarılamayacak hiçbir iş yoktur.”
Değerli dinleyiciler size Atatürklü yıllardan unutamadığım bir olayı daha anlatacağım. 1930’lu yılların başında sanıyorum, Atatürk, gece geç vakit Mısır Büyükelçiliğini ziyaret eder. Sabaha kadar yenir, içilir, eğlenilir. Güneş doğarken Atatürk Mısır elçisini balkona çağırır ve şunları söyler. “Buradan güneşin doğuşunu nasıl görüyorsam, esir milletlerin de birer birer kurtulacaklarını ve bağımsızlıklarını elde edeceklerini öyle görüyorum.” Atatürklü Cumhuriyet her zaman müstemlekecilere karşıt, küçük devletlerden yana, onurlu bir politika uygulamıştır. Cezayirli gençler Fransız müstemlekecilere karşı kanlı bir savaş verirken ellerinde Mustafa Kemal’in resmini taşıyordu.
Hindistan bağımsızlığının büyük lideri Gandi İngiliz parlamentosunda şöyle konuşuyordu: “Haydi beni tutuklayın, ama tutuklamakla iş bitmiyor. İşte Türkler kendi cenaze törenleri için hazırlanan tabutu istilacıların başında parçaladı.” Pakistan’ın ilk cumhurbaşkanı Muhammed Ali Cinnah 30 ağustos zaferimiz üzerine şöyle diyecekti: “Bu zafer bütün esir milletlerin zaferidir.”
İngiliz başbakanı Lloyd George, Çanakkale savaşının en büyük destekçisi idi. Türkler koca İngiliz İmparatorluğunu Çanakkale’de dize getirince Lloyd George parlamentoda şöyle konuşacaktı: “Tarih nadiren dahi yetiştirir, bizim talihsizliğimiz şu ki böyle bir dâhiyi bugün Türk milleti yetiştirmiştir, ne yapsak, ne tarafa gitsek Mustafa Kemal’in iradesini kıramadık, ben istifa ediyorum.”
Değerli dinleyicilerim ben yüz yaşına yaklaşmış bir faniyim. Öyle zannediyorum ki İngilizce, Türkçe, Fransızca kitaplarım, makalelerim ve Amerika’da Norveç’te, Rusya’da, İngiltere’de, İran’da ve Türkiye’nin birçok kentinde yaptığım konuşmalarımla bu kadar güçlüklerle bana emanet edildiğine inandığım Cumhuriyete karşı görevimi yaptım
Genç arkadaşlarım, Atatürk Cumhuriyeti özellikle sizlere emanet etmiştir. Onu çağdaş ve gelişmiş memleketlerin daha yücesine çıkarmak sizin çalışmalarınıza ve gayretinize bakıyor. Bu görevi başaracağınıza ben inanıyorum. Konuşmamı bitirirken hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum”
Prof Dr İlhan Başgöz
7 notes · View notes
etheromanie · 10 months
Text
"benim hikâyem bu kadarmış gibi geliyor. ben bu kadarını hayal edebildim çünkü. gerisi yok ki."
8 notes · View notes
mydestiny13 · 7 months
Text
Benim hayatımda hiçbir suç cezasız kalmaz Ben hepsinin kefaretini ödedim, şimdi sen katlan Otur bakalım çaresizlik ne demekmiş kavra Haksızlığa uğradığını düşünüyorsun ya Sen beni anlarsın şimdi o zaman
Şimdi doğru zaman Ben anlatamadım yıllardır kendine neler yaptığından O yüzden bu senin değil benim hikâyem kaltak Kaç kişinin gururu kırıldı? Sikinde olacak artık
#23
3 notes · View notes
anterfu · 1 year
Text
*
"Benim sende gözüm var, sende yaşanmamış bir hikâyem, acıklı bir sonum var.
Sevgili, benim sana senden habersiz bırakıp kaçtığım bir hayatim var."
Bir sana anlatabiliyorken seni, bunca susmak taşınır yük değil inan. Nasıl bir yara iziymişsen sen, kaynayan kemiğim kırıldı yine yerinden.
Meğer ne çok şeyi ört pas etmeye çalışmışım, çalışmışım da becerememişim.
Ağzından çıkan tek bir kelimenin muebbetindeyim; "sevdim."
Kulağına akıtamadıklarımı dokuyorum ya simdi sayfalara; elimde olsa satir araları bile bos kalmayacak. Sana öyle bir 'sen'i anlatacağım ki, o gözlerin bir kez de öyle isteyecek gözlerimle kavuşmayı.
Sesinden akacak sözcüklerim, seni sende boğacağım sevgiyle. Sen okurken satırlarımı, izlemek isterdim aslında seni, ama sen beni görmüyormuşsun gibi. Hiçbir şey söylemeye mecbur kalmadan, olduğu gibi. Belki -bencilce- bir gözyaşı olup, canından kopup, seni çizdiğim kelimelere konup yeniden doğuşumu izleyebilmeyi isterdim.
Çünkü zor,
Bir kelimenin esaretine kapılıp kaç gecemi, gündüzümü feda ettim ardından.
Senin dudaklarından cıktı ama benim kalbime oturdu sözcüklerin. Sustukça sana, sanki son nefesimi veriyorum. Yazıyorum, yazmasam hasta edecek beni içim.
Benim bırakıp kaçtığım bir hayatim var, sende. Unutmadığım bir gece, aklımdan çıkmayan o muebbetim "sevdim", ve geçmişten gördüklerim; resimlerin yanında hep bir siluetim.
Çünkü ağır,
"Çok sevdim" deyip gitmesi. Bu sözcükleri senin işitememen çok ağır. Eziliyorum, gömdüğümü sandığım yerden ilk dirilisi değil ya, seni sevmişliğimin.
İçimin gardiyanları alışık senin bas kaldırmalarına. Her mahkememde susmasaydın sen, dökülseydi dudaklarından muebbetimin -şimdiki- hali, yaka paça tıkmazdım kendimi içeri. Ama nasıl bir seni sevmişlikse, hep buldu kanunlarımın acık bir maddesini; ellerini cebine koyarak yine yürüdü caddelerde. Belki çıkarsın diye karsısına, her gün seni ilk tanıdığı yerlerde dolaştı hep, çıkmadın.
Hayat seni ilk karsısına çıkardığındaki gibi cömert davranmadı ona. Arka sokaklara itti onu. İssizliği öğretti, yalnızlığı. Acemiliğini atınca uzmanlığını kalabalıklar arasında yaptı. İlk unvanını âlisi, kimsenin bilmediği bir dilde konuşmaktı.
İyi biri olmayı, arınmayı emir vermişti ömrüne.
Zaman, o kadar çok şeyi gösterdi ki; seçimlerini, hatalarını, doğrularını. Kendi hayatini dışarıdan seyredebilmeyi öğrendi. Bu dönemlerde sen - en isteksiz verilen karar- aklındaydın.
Bilmediğin dillerde, belki de hiç dinlemediğin şarkıların esliğinde, bir günesin doğusunda defalarca özür diledim senden.
Yokluğun, en çok düşündüğüm yokluktu.
Simdi bulmuşken seni, gözlerin kelimelerimle meşgul olurken hiç bitsin istemiyorum bu an. Hayat çağırmasın, çünkü sen bunları okurken zaman diye bir kavram yok benim için.
Çünkü unutması mümkün değil,
Böylesine istenilen bir yaşanmamışlığı yasamadan. Seni hiç unutmamak içinse bu çaresizce kıvranışlarım, söz! Hiç unutmayacağım seni.
Zaten adinin yanına bile yakışmıyor ki. Oysa adim, adin gibi 5harfli, 2hecede dudağından döküldüğünde anlamı gibi çiçek acıyor.
Sen bilmiyorsun, ağzından çıkan sözcüklere yatırdım boynumu. Hani kessen de katili dudaklarındır, kaldırıp öpsen de.
Ama konuşmuyorsun. Ben bir seni dinliyorum, sende susuyorsun. Suskunluğun yırtıp geçiyor kulağımı, etimi kesiyor, gözlerimi yakıyor acıyorum.
"Acıyı sevmek olur mu?" (Mehmet Erdem)
Deliye donuyorum yokluğun baktıkça yüzüme ve ağzını bıçak açmadıkça. İçimde adini koyamadığım onlarca kasırga, gözlerimde gördüğün yalnızca bir esinti oysa. Bir parçalasan göğüs kafesimi, hadi onu da geçtim!
Yeni doğmuş bir bebeği gördüğündeki o ilk an, sokakta tanık olduğun bir kazanın çarpışma anında içindeki o duygu, çocukluğunda saklanmış bir oyuncağını bulduğundaki o ilk zaman hissettiklerin gibi sarılsan bana bir kere.
Kalbim çıkıp konacak göğsünün sağ kösesine.
Çünkü kokun,
-dan dan çektiğim nefes kan olup karışıyor kalbime. İçimdeki hersek seninle bambaşka bir bütün oluyor. Avuçlarım terliyor. Ensem buz kesiyor tenine yakınlığımda. Parmaklarımdaki alevi, söndüremiyorum. Sana dokunmak değil mesele, ezbere almak her çizgini.
Sana dokunmadan ölsem de, inanmam. İçim böyle yanıyorken sana, o bile mümkün değil.
Bunca tahammülsüzlüğümün nedenini merak ediyor musun hiç?
Benim cevabından korktuğum o kadar çok sorum var ki sana. Bilerek vazgeçiyorum.
Zaten tüm kanamalarımın adi olmuşsun, damla.
Gözüm donmuyor değil ya! Sensiz geçirdiğim her güne "alacaklısıyım" diyerek avutuyorum günlerimi.
Sonra biriktirdiklerime bir bakıyorum, hepsi dun.
Geçmeyecek.
Bugünüme taşıyamazsam seni kurtuluşum yok, geç anladım.
Bunun için-de özür dilerim senden.
Öğrendim,
Hayatin bir kere yaşandığını,
Bir fırsatın varsa konumsak için, susulmamasını
Ve
Beklemenin, kaybetmenin yarısı olduğunu.
Bu yüzden anlamadın sen, sana neden öyle sarıldığımı. Hiç kaybetmek istemiyormuş gibi iştahla bağlı olduğun bir duyguyu katık etmenin ne demek olduğunu.
Benim sende gözüm var.
Simdi o dudakların var ya,
Ya öldürecek beni sus pus feda edeceğim kellerimi sözcüklerine,
Ya da yaşatacaksın beni,
İnim inim "sen" diyeceğim;
Hayat içtikçe nefesinden "asığım" diyeceğim.
Ömrümde en çok seni sevmeyi isteyerek sevecek, ölürsem de aşırı dozda sevmiş/sevilmişlikten öleceğim.
Çok mu istediğim?
Bir kere sana en içten diyeyim; sevgilim.
7 notes · View notes
yetersizyeter · 9 months
Text
Hayat hep beklemediğim yerden mutsuz etti beni. En kırılmaz yerimden kırıldım. Hayatımı sırf sonunda ışık görüyorum diye yürüye yürüye bitirdiğim bir tünelde geçirdim sanki. Sonunda ışık var diye karanlıkta yürüdüm hayatım boyunca. Kırıldım, parça parça oldum ama kendi parçalarım yine kendi içime döküldü. Aldığım her nefesi bir mutsuzluk böldü. Bütün nefeslerim yarım kaldı. Bütün konuşmalarım başlamadan bitti. Ne zaman üşüsem yağmur yağdı ıslandım, ne zaman ne güzel yağıyor desem durdu yağmur. Beni mutlu eden her şey tek tek bıraktı gitti beni. Her şeyin sonunda, sessiz sakin, tek başıma, kendimle kaldım. Hayatıma giren insanlar avuçlarıma umutlarını bırakıp çekip gittiler, öylece kalakaldım. Ne için umut etsem gerçekleşmediğini kendi gözlerimle izlemek zorunda kaldım. Kimsede berabere bile kalamadım, ben hep yenildim, tek başıma kaldım. Yavaş yavaş eridi hayatım insanların gözlerinin önünde, bakıp güldüler. Her gittiğim yerde mutsuz oldum, her gittiğim yerde mutsuz ettiler beni. Sonra bana iki seçenek sundular, ya zigon sehpasından farkın kalmayacak ve gördüğün muameleye rağmen burada kalacaksın, ya da kalkıp gideceksin. Kalkamadım. Gidemedim. Beni mutsuz eden neresi varsa oraya kendi ayaklarımla gittim, orada kalmayı seçtim. Mutsuzluklarım birikti kocaman bir dağ oldu kimseye beni bu dağdan düzlüğe indir diyemedim. Kimi iyi etsem beni kötü etti. Kime su uzarsam beni susuz bıraktı. Kime elimi uzatsam çekti aldı elini benden. Düştüm ben. Hayatımın tam orta yerinde herkes gibi yürürken birdenbire düştüm, kimse düştüğüm yerden kaldırmadı beni. Ellerini uzatanlar oldu ama insanlara güvenimi öyle kaybetmiştim ki tuttuğum anda geri çekerler diye kimsenin elini tutamadım. Ayağa kalkmak için tek yol vardı, kendi kollarıma dayanmak, öyle de yaptım. Bir gün beni öyle hassas bir yerimden kırdılar ki bir daha kırılmamaya yemin ettim. Bir gün sizi de öyle çok kıracaklar ki güçlenmeye karar vereceksiniz. Mutsuz olmadan mutlu olmaya karar veremez insan, düşmeden ayağa kalkamaz. Oturdum düştüğüm yerde, ayağa kalkacağım dedim kendime. Yolum yoktu yol yaptım kendime, ellerimi yere dayadım, başka hiçbir yere değil kendime tutunarak kalktım ayağa. Yükselmem gerekti kendi üstüme bastım da yükseldim. Bu benim hikâyem değil. Bu hikâyede bir karakter yok, bir cinsiyet yok. Bu, her şeyi elinden alınmış, güçsüz bırakılmış, mutsuz edilmiş, tek başına kalmış bir insanın hikâyesi. Bu sizin hikâyeniz. Ve orada saat kaçı kaç geçiyor bilmiyorum, takvim hangi ayın hangi günü bilmiyorum, tek bildiğim ayağa kalkma vaktinizin geldiği. Ben düştüm, siz de düştünüz, daha da düşeriz ama şimdi kendi elinizi uzatın kendinize, kimseye ihtiyacınız yok, kendi elinizi tutun kalkın ayağa. Çünkü çok güzel günler kaldı yaşanacak. Çok güzel aşklar var tadılacak. Her şeyden öte siz varsınız, kimse için değil ama kendiniz için, tam şimdi, şu an, kalkın ayağa. Adım atmaktan korktuğunuz her yerin dibine kadar gidin. Yaşamak ne kadar süreceğini bilmediğiniz bir filmi izlemek gibi, her an bitebilir. İşte bu yüzden, ‘şimdi olmaz’ demek yok. Şimdi olur. Şimdi çok güzel olur. Şimdi en güzel olur.
Siz yeter ki kalkın ayağa.
Bir yaşam istiyorsanız, gidin alın onu.
#SINIR
@Beyza Alkoç
3 notes · View notes
ghostmansblog · 11 months
Text
Çokta bir hikâyem olmadı eski geçmişimde benim sizler gibi..beni seviyormuş gibi yapanlara bende inanıyormuş gibi yaptım..hepsi bu..🐞
3 notes · View notes
Text
yıllar öncesinin büyük aşkı
Geçtiğimiz günlerde şu malum fotoğraf uygulaması instagram’da arkadaşlarımın hikâyelerine bakıp vakit öldürüyordum ki mütemadiyen sizin de karşınıza çıkmış olan bu “takip etme önerileri” kısmı çıktı karşıma. En baştaki önerisi ise yıllar önceki ben’in takıntılı aşkı. Bu noktada belki de hikâyeyi biraz toparlamak, eskinin tozlarını biraz alıp aktarmak gerekiyor.
Bu takıntılı aşk, ki biz ona artık onunla hep gittiğimiz mekândan esinlenerek Ro diyeceğiz, takıntılı ben’in üniversite hazırlık yılında hayatına girdi. O zaman da 17-18 yaşlarımda olduğumu belirtirsek bir nevi çocukluk aşkı bile denilebilir, bilirsiniz o “çocukluk aşklarının” ne yere göğe sığmaz cinsten yerleri vardır o zamanlarda hayatlarımızda. Başlangıçta bana söylediği tüm o tatlı sözler, güzel jest ve hareketler başımı döndürmüş olacak ki daha ilk buluşmamızın ardından tüm metro yolculuğunu 32 diş sırıtarak geçirmiş, en az iki arkadaşıma “ne kadar harika bir date geçirdiğimi” anlatmak için gecenin bir yarısı son otobüsü kaçırmış bir de üstüne taksi aramak zorunda kalmıştım. Sonra ya manipülatör biri olduğundan ya da zamanla işin büyüsü kalktığından bilemiyorum o harika date birden toksik bir flörte dönüştü, daha doğrusu ben dönüştürdüm.
O yaşlarda ne hissedersem onu söylemenin ne kadar olgun ve akıllıca bir yaklaşım olduğuna o kadar inanmıştım ki reddedilmek, üst üste üst üste reddedilmek bile bir türlü beni geri püskürtemiyordu. Eh, tabii ara sıra istediğim ilgiyi de alamamak sinirlerime dokunduğundan kendi kendime bir kavga çıkartıyor, sonra hiçbir özür yahut telafi kimseden gelmemesine karşın kendi kendime barışıyordum. Şimdi üzerinden yıllar geçince aslında durum bana acınası değil, komik görünüyor sadece. Şu olaylardan iyi bir senarist başarılı bir sitcom rahatlıkla çıkartabilir bence.
Tabii tek kabahatli de ben değilim bu arada. Ro’nun da bana karşı yaklaşımı hiç sağlıklı değildi. Bir ilişkide sizi boğabilecek aklıma gelen iki şey vardır: ghosting ve lovebombing. Genelde manipülatörlerimiz bu silahlardan yalnızca birini sizin üstünüzde kullanmaya karar verir; Ro ikisini de seçmişti. Bir bakıyordum, sanki ben kendimi zorla ona yamamaya çalışıyor gibiydim; bir süre sonra bir bakıyordum ki bu Ro benim aşkımdan ateş böceğine dönüşmüştü. Sonra tekrar ghosting… Korkunç bir kısır döngü olduğunu anlayabilirsiniz.
Velhasıl kelam bu iş 1,5-2 yılı aşkın bir şekilde devam etti. Bir gün instagram’dan yine bir hikâyeme cevap verdi, sonra boom… görüldü yemiştim. Ders beklerken arkadaşlarınızla genelde böyle saçma sapan şeylerden bahsetmek iyi bi’ fikir olduğundan ben de bir kafede bu durumdan bahsettim. Yangını körüklemeye bayılan bir arkadaşım ise beni korkunç bir mesaj atmaya öyle iyi ikna etmişti ki dediklerini harfiyen yazıp yolladım ve Ro’yu takipten çıktım. Korkunç mesaj kesinlikle hakaret içermiyor bu arada, ama emin olun hayatınızda görebileceğiniz en toksik mesaj…
Bu vesileyle kapanan defter şimdi, üzerinden beş yıl geçtikten sonra Ro’nun takip önerilerinde karşıma çıkmasıyla yeniden açıldı, aşk ve duygu bakımından değil elbette… Bambaşka şeylere o kadar dalmıştım ki hatırlamak bana çok tuhaf geldi. Profiline girdim, geçen zamanda flörtleştiğim iki kişiyle o da takipleşiyordu, dünya küçük hakikaten. Sonra içimden bir ses ona tekrar bir takip isteği atmanın fena bir fikir olmadığını söyledi, çoğunluğa göre korkunç bir fikir olduğunu biliyorum. Ancak, artık ne sevgi ne aşk ne nefret, içinizde hiçbir duygu kalmamış birine bu türden bir adım atmanın ne zararı olabilirdi ki? Her şeyden önce büyümüş, değişmiştim. Artık o günkü pencereden bakmıyor, o günkü gibi giyinmiyor, o zamanlar sıktığım parfümü sıkmıyor, o günkü yürüdüğüm gibi yürümüyordum bile; her şeyim değişmişti. Zamanın aynı etkiyi onun üzerinde yapmış olmasında da kesinlikle şaşacak bir şey yok. Ne niyetle takip isteği gönderdim, emin olun bilmiyorum, ancak ne niyetle göndermediğim oldukça açık kafamda: eski hisleri ortaya çıkarmak aklımın ucunda bile yok. Mesaj atmayı dahi düşünmüyorum, kendisi yazmak isterse belki birkaç satır konuşabiliriz, bir sakıncası yok.
Bu olayların üzerine eski mesajlarımızı biraz okudum, tam bir arşivciyimdir bu arada kolay kolay mesaj silmem, onları da silmemişim dolayısıyla. Dönüp birazını okudum, hepsini okumaya emin olun cringe olma kapasitem el vermedi. Kendime hata bulduğum, ona hata bulduğum kısımlar da artık bir şey ifade etmiyor açıkçası. Beni şoke eden şu oldu: bir mesajlaşmamızda, onu her yerden engellediğimden bahsetmiş, tamamen unutmuştum bunu, o mesajı okuduğumda da hatırlayamadım doğrusu. Bir zamanlar hayatımın en büyük dramasıydı kuvvetle muhtemel bu engelleme olayı. Her yerde anlatmış, tüm sohbetlerimize bol bol meze olmuştu. Gecelerce düşünmüştüm bunu. Şimdi? Şimdi hatırlamıyorum bile. O zaman canımın çok yandığına adım kadar eminim, eski beni benden daha iyi tanıyan biri olamaz, bunu yapmak eminim ki çok acıtmıştır içimde bir yerleri. Şimdi de uğraştığım başka dertlerim, tasalarım var. Onları da unutacak mıyım ilerde? Yoksa bu sadece çocuksu bir heyecan diye mi sildim hafızamdan? Hiçbirinin cevabını bilmiyorum, bu engelleme mevzusu beni öldürmemişti belli ki, güçlendirdi mi onu da bilemiyorum; ama unutulmuş olduğu kesin.
2 notes · View notes
melody-in-oslo · 1 year
Text
Mademoiselle Noir.
Matmazel Kara nam-ı diğer Mademoiselle Noir hikâyesi hırsından kalbi kararmış bir prens ve tanrıça güzelliğine sahip siyah saçlı güzel bit kızımız arasında geçer. Prens Matmazel Kara ile evlenmek ister ancak Matmazel Kara'nın zaten bir eşi vardır ve teklifini geri çevirir. Prensin egosu buna dayanamaz ve prens , "benim olmayacaksa kimsenin olmayacaktır." Düşüncesi ile büyü yaptırır güzel prensesimize. Büyü ise kasaba halkının ondan nefret etmesi içindir. Prens, Matmazel Kara'nın ailesini öldürmek için suikastçılar gönderir. Eşi,annesi ve babası prens tarafından öldürülmüş koskoca kasabada yalnız kalmıştır. Prens , onu Rapunzel'in kulesine benzer bir kuleye hapseder. Hatta Mademoiselle Noir şarkısında "A man came across this old tower one day it was straight from a book he once read" yani "Bir gün bir adam bu eski kuleye rastladı, tıpkı bir zamanlar okuduğu kitaptaki gibi." Diyerek Rapunzel'e gönderme yapmaktadır. Gelelim hikâyemize, kuleye kapatılan Matmazel Kara'nın kulesini bir gün bir adam görür. Matmazel Kara yardım isteyebileceği birini gördüğü için sevinmiş ve ona "Benim adım Matmazel Kara ve gördüğün gibi gülümsemiyorum , ne kahkaha atıyor ne de yaşıyorum." Der. Ancak adam Matmazel Kara ile aynı dili konuşmuyordur. Matmazel Kara bir panter kadar siyah ve Rapunzel kadar uzun saçlı porselen misali beyaz ciltli güzel bir kızdır ve büyünün de etkisini sayarsak adam onu yaşayan bir ölü zanneder. Kasabaya gidip " uzun saçlı bir bayan gördüm ve bence o bir yaşayan ölü!" Der. Korkan insanlar silahlarını ve kılıçlarını alarak kuleye koşarlar. Kasaba halkı -büyünün etkisi ile- Matmazel Kara'dan korkarlar ve onun cehennemden gelen bir şeytan olduğunu sanırlar. Rapunzel misali upuzun saçlarını yakmaya karar verirler. Ama o bayan şeytan değildi sadece yalnız bir ruhtu. Saçları yanarken bile prensini bekleyen Matmazel Kara oracıkta ölüme terk edilir. İnsanlar onu kötü olarak gördü çünkü soluk bir cildi ve konuştuğu dil bambaşkaydı. Bizden farklı olanı yanlış anlar ve doğrusunu öğrenmek istemeyiz. Rapunzel de buna benzer bir hikâyedir, insanlar gerçekten yardıma ihtiyacı olan bir kızı geri çevirip çocuklarına Rapunzel'in hikâyesini anlattılar...
Tumblr media
6 notes · View notes
doriangray1789 · 2 years
Text
Işıklar Sana Evinin Yolunu Gösterecek Birbirimizi uzaktan uzağa sevmek bir göldü, biz de o göle atlayan iki balıktık. O ufacık gölün içerisinde birbirimizi bulduk ve hiç kaybetmeyiz sandık. Oysa hiçbir şey sandığımız kadar kolay olmadı. Yan yana olmak koskoca bir denizdi ve biz bu denizde birbirimizi kaybettik. Binlerce kilometreyi aştık, birbirimize geldik. Oysa şimdi her zamankinden zor bir savaş bekliyor bizi, buram buram hissediyorum bunu. Sonra kulaklığımı takıyorum, telefonumu atıyorum cebime, kendi kendime fısıldamaya başlıyorum içimden… “Işıklar sana evinin yolunu gösterecek…” Bir kez daha tekrar ediyorum: “Işıklar sana evinin yolunu gösterecek…” Sonra bir kez daha… “Işıklar sana evinin yolunu gösterecek…” Ben İzmir ve bu benim evimi bulma hikâyem. İzmir ve Ege'nin ışıklarla dolu karanlık dünyalarının hikâyesi devam ediyor... Üstelik aralarındaki mesafe artık sıfır kilometre! Işıklarınızı yeniden yakmaya geliyoruz, hazır mısınız? “Tüm bu belirsizliklerin ortasında emin olduğum bir şey vardı, o buradaydı ve artık yıldızlarla doluydu üstümüzü kaplayan bu gökyüzü... Her ne olursa olsun, her nasıl olursa olsun.” Beyza Alkoç'un 3391 kilometre’nin 2. Kitabı olup bir o kadar da güzeldi. Ege’nin İzmiri bu kadar çok sevmesine ne demeli peki? İtiraf etmeliyim ki, sıfır kilometre bende daha büyük izler bıraktı, onunla ilk kez inandım mesafelerin ne sevmeye, ne kavuşmaya engel olamayacağinı.. Tam 3391 kilometre öteden, farklı şehirden bile değil, farklı ülkeden sarıldı Ege İzmirine, bir mesajla başladı Ege Izmir aşkı ve öğle de devam etti. Mesafeler sevmeye engel degil engel oluyorsa bahanelerdir. Bu büyük aşk büyüdü, büyüdü ve artık Egeyle Izmir aynı sehirdelerdi.. üstelik aralarında tam tamına sıfır kilometre vardı. Bu iki kitap öğretti bana her birimizin içinde birer ışık perisinin olduğunu ve içimizdeki ışığını yakmanın kendi ellerimizde olduğunu.. Sanki o aşkı bende yaşadım onlarla, hep kendimi gördüm. Bundan sonra hep göğe bakıp, yıldızları seyredeceğim ve onları ne kadar ozledigimi söyleyecegim. "Göğe bak Ege, İzmir seni özledi.." Bizi seven her zorluğa katlanır, mesafeleri de aşar, yanımızda olmayı da başarır, sevmeyen mesafeleri, engelleri bahane edip kaçar. Bu hikayeyle yeniden anlamış oldum.
Tumblr media Tumblr media
5 notes · View notes
nefisekoylu · 8 months
Text
HATASIZ KUL OLMAZ
-Yeterince iyi değilim.
-İnsanlar ne düşünecek?
-Herkes bana bakıyor, sakin olmalıyım.
-Komik görünüyorum! Kendimi toparlamam lazım.
-Eyvah rezil oldum, şimdi ne yapacağım?
-Yine hata yaptım.
-Verdiğim kararlar yüzünden büyük zarara uğradım.
düşünceleri size tanıdık geliyor mu?
Tabii ki geliyor çünkü hepimizde olan düşünceler.
Hikâyemize sahip çıkmamız zor olabilir ama bu, hayatlarımızı ondan kaçarak geçirmek kadar zor değildir. Savunmasızlıklarımızı kucaklamamız tehlikelidir ama sevgi ve keyiften vazgeçmek kadar tehlikeli değildir.
Hangisi daha risklidir? İnsanların ne düşündüğünü bırakmak mı, yoksa gerçekten nasıl hissettiğimizi, neye inandığımızı ve kim olduğumuzu bırakmak mı?
Bütün kalbimizle, kendimize dürüst olarak yaşamak hayatlarımıza inanılmaz bir değer katar. Sabah uyanmak ve 'ne halledilmemiş ve ne kadarı tamamlanmamış olursa olsun, ben yeterliyim' diye düşünmek ne kadar rahatlatıcıdır.
Gece yatağa, 'evet hatalarım var ve bazen de korkuyorum ama bu benim özümde iyi kalpli bir insan olduğum gerçeğini değiştirmez' diye düşünerek girmemiz gerekir. Hayatı bütün kalbinle, kendine dürüst olarak yaşama devrimine katılmak için bir davettir.
Her birimizin 'Benim hikâyem önemli, çünkü ben önemliyim' demesiyle başlayan küçük, sessiz, temel bir harekettir.
Dağınık, kusurlu, asi, hayatında bir sürü hatalar yapmış, ama aslında altın kalpli kişiliklerimizle yola devam etmemiz için içimize enerji dolduran bir harekettir.
‘Hatasız kul olmaz.’ diye klişe bir atasözümüz vardır.
Hangimiz hayatımızın herhangi bir döneminde hata yapmadık ki? Yanlış kararlar verdik… Buradan da artık dönüşü yok dediğimiz anlar yaşadık… daha kötüsü olamaz dediğimiz büyük pişmanlıklar ve üzüntülerde yaşadık mutlaka.
İnsanoğlu olarak biz zaten yaşamı boyunca çeşitli sınavlardan geçmek üzere fani dünyaya gönderilmiş kullarız. Hata yapmak bizim doğamızda var.
Hata yapmak doğamızda olduğu gibi, aynı zamanda Allah tarafından doğamız gereği sahip olduğumuz diğer bir özelliğimiz hatalarımızı telafi edebilme, yanlıştan dönebilme, hayata yeniden umutla bakabilme özelliklerimiz.
‘Ölümden başkasına çare bulunur.’ Diğer biz özlü deyişimiz.
Hayata pozitif bakabilmek için kendimizi kusurlarımızla kabul etmemiz çok önemli.
Her hata, eksik, yanlış, komik, beceriksiz davranışımızdan sonra kendimizi suçlayıp yargılamak yerine evet bu kez komik duruma düştüm ama bir daha böyle bir olay yaşarsam, aynı hatayı yapmam diyerek yola devam etmek gerekir.
Önce kendimize tolere etmeyi, kendimizi hoş görmeyi, kendimizi sevmeyi öğrenmeliyiz. Bunu başaramadan çevremizde ki insanları tolere etmek, sevmek, affetmek mümkün değil.
İnsanların neredeyse %60’nın üzerinde ne yazık ağır depresyon belirtisi görebilirsiniz. Yani her 100 insandan 60’ı korkunç derecede öfkeli, tahammülsüz, karamsar, kaygılı, enerjisiz, umutsuz… derin bir karanlığın içinde.
Tüm bu karanlığın temelinde, sabah uyanmak ve 'ne halledilmemiş ve ne kadarı tamamlanmamış olursa olsun, ben yeni bir güne başlıyorum ve her şey daha iyi olacak' diye düşünmemek var.
Hatalar, kusurlar, beceriksizlik olacaktır. Biz kusurları ile güzel olan insanlarız. Kusurlarımızda ısrar etmeden, onları kabul ederek ve düzeltmeye çalışarak yolumuza motive bir şekilde devam etme çağrısı bu gün ki yazım.
Sonunda vaat edilmiş ödülü çok büyük olan bir yola çıktık diyelim. Doğumdan – ölüme kadar olan yaşantımızı bu yol tasvir etsin.
Yolun sonuna erdiğimizde mükâfatı çok büyük. Cennet ya da cehennem bizi bekliyor.
Yolda küçük tümsekler, derin çukurlar, büyük yokuşlar, uzun düzlükler, keskin virajlar olacak mutlaka… cennete erişmeyi ne kadar istediğimiz bu yolu ne kadar istikrarlı geçeceğimize bağlı.
Yolun sonunda ki ödülü büyük doğrudur. Cennette olabilir, cehennemde. Ben cenneti tercih ederim.
Dolayısı ile her önüne çıkan tümsekte geri dönerek, her virajda ısrarla aynı şarampole yuvarlanarak yolun sonuna erişmeye çalışmak bizi mahvedecektir. Kaygı, depresyon, başarısızlık, umutsuzluk, karamsarlık hayatımızı mahvedecektir.
Hatalarımızdan ders çıkararak, bir daha aynı hatalara düşmemeye çalışarak motive bir şekilde yola devam etmeliyiz.
Zor değil…
Zor olan karamsar, umutsuz, başarısız, kaygı dolu, hatalardan göz gözü görmeyen yaşantımıza ısrarla aynı şekilde devam etmeye çalışmak.
Kolay olan kendimizi severek, doğru yola girmeye çalışmak.
Hatalarımızı telafi edeceğimiz ve kendimizi daha çok seveceğimiz sabahlara uyandığımızda, güzellikler beraberinde gelecektir.
Hayatınızın ne kadar güzelleştiğine ve düzene girdiğine inanamayacaksınız.
Tumblr media
0 notes
otekivegan · 1 year
Text
Sen hiç bensiz kalmadın,
Sen de yalnız hissediyor musun kalabalıklar içinde kendini. Senin de boğazını bir şey sıkar gibi nefesinin kesildiği de oluyor mu hiç?
Bazen ayağa kalkacak güç bulamıyorsun değil mi? Ya da güç bela doğrulduğunda yeniden mi çekiyorlar seni.
Ne kadar çabalasan da elinden bir şey gelmiyor çaresiz mi kalıyorsun?
Her gün tükendiğini de hissediyor musun mesela?
Yorgun musun?
Önünde dünden kalan yemekler, susuzluktan kurumuş dudakların, gözlerinde de birikmiş yaşlar var mı?
Ya tutsak?
Göz göze geldiğin insanlar beni anlamadıkları gibi seni de anlamıyor değil mi?
Biri de çıkıp sarılsa diyor musun sende? Gelmiyor değil mi?
Bazen bu hayatın bir anlamı olmadığını düşünüyorum ? Sana da öyle geliyor mu?
Sen de kaybetmekten korkuyor musun?
Sen de ben gibi yaşadıklarına bir anlam veremeyip, bugünlere nasıl geldiğini anlayamıyorsun değil mi?
Bir şeyleri değiştirmek istedin olmadı değil mi? Ne gidebildin ne de…
Kaç gece uykusuz kaldığını hatırlıyor musun?
Gülmeyi, koşmayı, özgür olmayı özledin mi? Ya yemyeşil bir doğayı ve mavi gökyüzünü?
Hiçbir şey eskisi gibi zevk vermiyor değil mi? Tat alamıyorsun da artık.
Uzakta mısın sevdiklerinden? Bilmiyorsun değil mi nerede olduklarını, ya da sen neredesin.
Bir kafesin içinde gibi hissettiğin de oluyor mu? Etrafındaki duvarlara vura vura parçalandığını peki.?
Sağa dönsen olmuyor, sola dönsen olmuyor. Nereye dönsen başka bir acımı var hayatında?
Tenin de mi acıyor benim gibi. Ayaklarında titriyor mu?
Bağırsan da sesini duymuyorlar değil mi? Lime lime kopartıyor mu bu hayat parçalayarak etini?
Bu mu diyorsun hayat? Yaşamak böyle bir şey mi?
Hep senden bir şey almak istiyorlar değil mi?
Sen de mi kimseyi görmek istemiyorsun bazen. Hep mi zarar verdiler sana?
Alıp başını gitmek geliyor mu içinden?
Hepimizin benzer bir hikâyesi var bu hayatta. Bazen durduğumuz yeri bilmek istiyoruz, elimizi nereye koyacağımızı da. Olmuyor!
Bazen kayboluyor, kendimizi dahi bile bulamıyoruz.
Bu da benim hikâyem.
Ben 1457
Kulağımdaki küpede öyle yazıyor.
Bir inek…
Yarın senin de damağında t’adın olacak bir hayvan…
İnsan;
Yaşadıklarımızın ne kadar benzer olduğunu fark ettin değil mi?
Biliyor musun beni en çok neyin acıttığını? Çünkü sen hep arkanı döndün, hep görmezden geldin beni. Ne acımı anladın ne de…
Bir insanın değeri en çok öldüğünde anlaşılıyor değil mi? Sen bu dünyaya bırakıp gittiğinde kurtuluyorsun.
Ya ben?
Ya senin sofranda bir tat olacağım, ya da üstünde bir yerde. Belki evinin ortasında paspas. Ya da?
Bak etrafına; koltuğuna, halına, ayakkabına. Nerede görüyorsun beni. Her yerde mi?
Çünkü
Sen hiç bensiz kalmadın.
Oysa şimdi ben yokum, ne adım var, ne de…
Ben 1457 söyleyeceklerim bu kadar.
0 notes
kanayandizeler · 1 year
Text
el oldun. iki kelimelik kocaman hikâyem bu benim. içtiğin suyu bilirdim, sen bana sular seller kadar uzaksın artık.
0 notes
vedatcelik13 · 1 year
Text
Ben Selim Encü’yüm; babasını anne karnında kaybetmiş, yavrusunu anne karnında yetim bırakmış bir yetimim… “Hayat zordur” demişler, böyle bir ölmek daha da zormuş, bu ölümle anladım… Kırk yaşına dört çocukla girecektim, karlar üzerinde kırk parça olsun istemezdim bedenim, ciğerime çektiğim cigaram ciğerimle beraber bir kayanın altında kaldı...
Ben Osman Kaplan’ım; babamın oğluyum, gözü pek, alnı ak… Yoksulluğu ite kaka beş çocuğa bakıyordum… Her bir yaşım bir tesbih tanesi gibi savruldu Roboskî’nin kayalarına, ben böyle ölmemeliydim…
Ben Hüsnü Encü’yüm; tam sekiz yıl hasreti ile kavrulduğum bir evlat müjdesi almıştım. Hayalimde yavrucağımın yüzü, yanımda kardeşimle beraber düştüm toprağa… otuz yıllık ömrümün bakiyesi, yanan bir ceset kokusu…
Ben Nadir Alma’yım; babamdan kalma bir işim vardı, kaçakçıydım, tütün içerdim, mezarıma çiçek ekin…
Ben Mehmed Ali Tosun’um; on bir kardeşin biriyim, beni beyaz kefene sarmayın, beyaz karın üzerinde donarak öldüm, ama siz anama öyle söylemeyin…
Ben Zeydan Encü’yüm; kara toprağın kara bağrına, yanyana yürüdüğü kardeşi Orhan ile yanyana değil parça parça düşen… Şerafettin Encü sayıldım otopsi raporunda, mezarlıkta düzelttiler adımı… Ölüm çemberinden kurtulamadık… Ömür çemberimizi kırdılar… Babam hangimizin acısına yansın şimdi…
Ben Selam Encü’yüm; mühendis olacaktım. 23’üncü yaşıma giremedim, beni bombalayan pilot’un ben yaşında bir oğlu varmış, mühendis olacakmış… bir bahar daha göreydim ne olurdu?!
Ben Seyithan Enç’im; Dağları delemedik, göğsümüzü deldi kara gülleler. Ferhat’la Mecnun’a haber salın. Teknoloji çağı deyip küçümsedikleri zamanda bir genç, sevdiğinin sesini duyabilmek için öldürüldü… Vasiyetimdir: Beni sevdiğimin gamzelerine gömün…
Ben Hamza Encü’yüm; otopsi raporuna “aidiyeti bilinmeyen kol ve bacak” olarak geçtim ben! 80 kiloluk Hamza’sının on kilosuna iki gün sonra kavuşabildi anam! Bedenimin 70 kilosu Roboskî’nin dağına bayırına savruldu. Anam her dağa, her taşa fatiha okumasın da ne yapsın?
Ben Fadıl Encü’yüm; ‘Yüzümün üstüne kaç yüz düştü’ sayamadım, kaç yüz parçaya ayrıldı bedenim… her birimizin kaç parçası kaldı karlar altında… üç gün aradılar beni, vücut parçalarım bulunamadı, birçoğu gibi ben de eksik gömüldüm… Saatim kolumla beraber kayboldu bulursanız kardeşime verin…
Ben Hüseyin Encü’yüm; bacağım yok, kan kaybından öldüm, ruhum santim santim, gram gram çekildi, nasıldı anlatamam size…
Ben Nevzat Encü’yüm; sekiz kardeşin ikincisi, ocağına ateş düşen “otuz dört”lerin bilmem kaçıncısıyım… Benimle beraber yedi kişi eksildi sınıftan… Roboskî, yediveren gibi büyüyen bir kahırdır artık… Yedi kardeşimin isyanını duyuyor musunuz?
Ben Şêrvan Encü’yüm; Şêrvan “aslan avcısı” demek… Sırtıma bir hançer gibi saplandı bomba! Arkadan vuruldum! Şêrvanlar hep böyle mi ölür!?
Ben Cihan Encü’yüm; 15’e girmeden yetim, 18’e ayak basmadan öksüz kalan, 20’sini göremeden toprağa düşen biriyim… Askerin biri “bu son kaçağınız” demişti, sonumuz oldu… Katilim istediği zaman lambayı söndürsün, ben onu karanlığından tanırım!
Ben Adem Ant’ım; nişanlıydım, bu son “kaçakla” Garibe’me bir çift küpe alacaktım. Katırı da emanet almıştım, iki kere mahcup oldum…
Ben Salih Encü’yüm; Anamın gözbebeği yanarak öldü… Herkesin babası buradaydı, bir benim babam yoktu… korkudan olacak unutmuşum, benim babam mayın kurbanı idi, tek ayaklıydı, onca yolu gelemezdi…
Ben Özcan Uysal’ım; amcamın düğününe hazırlanan kızların ellerinde kaldı parlak fistanları… kız kardeşlerim, zülüfleri yerine gözyaşı dökecekler, yine yas tutmak kalacak bu toprağın analarına, yine yetim çocuklar büyütmek düşecek paylarına…
Ben Şerafettin Encü’yüm; 12’sinde öksüz kalan çocuk 17’sinde toprağa düştü, anasının yanına bir mezar daha kazıldı, domdom kurşunu değil koca bombalar bedenimdeki, yine teke tekte yenilmedik, yine haindi pusu, benim de hikâyem böyle bilinsin…
Ben Cemal Encü’yüm; okulun kantinine olan borcumu ödemek için gitmiştim kaçağa. Babam yanmış elbiselerimden tanımış beni, parçalarımı çuvala koymuş; Ceylan’ın annesi gibi…
Ben Aslan Encü’yüm; çıkmadan anama tembih ettim “kekliklerimi susuz bırakma” diye. Keklikleri sahipsiz, anamı da Aslan’sız bıraktı o koca bombalar. O gece, o beyaz karın koynuna bir Aslan düştü.
Ben Vedat Encü’yüm; üç gün sonra on sekizime girecektim, akan kanım buz kesmiş, ölmüşüm…
Ben Selahattin Encü’yüm; özlemlerimi soğuk toprağın bağrına gömen ve katırıyla ölenlerdenim. sizin hiç çocuğunuz bombalandı mı? Babamınki bombalandı, kahroldu!
Ben Salih Ürek’im; etrafa saçılan ceset parçalarını, katırların sesine karışan insan seslerini, kanı, acıyı, çaresizliği gördüm o gece. Yaralı bir ceylan gibi yüklediler bir katırın sırtına, ambulansların yolu kesilmiş, katır sırtında ölmüşüm…
Ben Yüksel Ürek’im; etlerim kıymaya döndü, katırımın etleriyle karıştı! bir parçam traktör yükü benim! yaşımı biliyor musunuz siz!?
Ben Bilal Encü’yüm; yaşım 16. Bir ailenin umudu, zor bir hayatın kahır dolu sonuyum… “Keşke biraz ölmesem” diyecektim, komadılar! Böyle yazılsın mezar taşıma…
Ben Celal Encü'yüm; Sizin hiç tebessümünüz çalındı mı? Benimkini çaldılar! Şimdi burada tebessümlerimin hırsızı, umutlarımın cellâdı olanlar hesap versin diye gözlerim açık bekliyorum…
Ben Serhat Encü’yüm; Şekerden hayallerim vardı benim, bombaladılar! Annem güvercininin acısını dindirecek merhem bulamaz, sorarsa siz ona şöyle deyin: O güzel insanlar, o güzel katırlarla gittiler, dönmediler...
Ben Mahsun Encü’yüm; sabaha çıkamadım, kardeşimi doktora götüremedim, doktorda olan babamın eve dönüp dönmediğini öğrenemedim. Artık büyüyemeyecek, evlenemeyecek, çocuk sevemeyecek, takım tutamayacak, ağlayamayacak, gülemeyecek, aşık olamayacağım.
Ben Savaş Encü’yüm; 14’ünde toprağa düşmüş bir fidanım… Ben doğmadan ömrüm kadar sürmüş ölüm yarışı, ömrümce de sürdü, ma êdî ne bes e!
Ben Orhan Encü’yüm; ak yeleli bir tay sırtladı beni, cennete uçurdu… Ben gittim, düşlerim kalacak bir ceviz ağacının kıyısında… Ağabeyim Zeydan ile artık ‘bir gömüyüz biz, bulutların altında…’
Ben Erkan Encü’yüm; ömrümün 13 senesini yaşadım, ‘üstü kalsın’ deyip ayrıldım aranızdan, ‘asker görürsen korkma’ dedi annem, bomba düştü, çok korktum… Bilmek ürkütüyor biliyorum, ama gene de söyleyin; kapanır mı bombanın açtığı yara çocuklarda?
Ben Şivan Encü’yüm; Şivan Perwer’in “Helepçe”sinde bir “ax hawar! hawar! hawar!” var ya o benim işte…
Ben Bedran Encü’yüm; yırtık elbiselerimin cebinden bir kek çıkmış, acıkırsam yiyecektim. Gövdemin sağ üst parçasını bulmuş babam, bacaklarım “kök saldı” toprağa, “kökümüzü kurutamasınlar” diye…
Ben Muhammet Encü’yüm; “otuz dört kaçakçı” idik biz… Şimdi siz, “Otuz üç kurşun”un yanına “otuz dört kaçakçı”yı da yazın, üç’ler yedi’ler kırk’lara ‘otuz dörd’ü ekleyin ve unutmayın…
Ben tam 365 gündür Reha Ruhavioğlu Encü’yüm; şairin dediğini diyorum:
“katır sırtında taşınan ölüler /
unutursam kalbim kurusun!”
*Reha Ruhavioğlu
0 notes