Tumgik
#asırlık bela
onderkaracay · 9 months
Text
🗣️ Atatürk ve Cumhuriyeti Birde O Günleri Yaşamış Birinden Okuyun
19 Mayıs 1919’un 100. yılı münasebetiyle düzenlediğimiz programın açılış konuşmasını, halen Indiana Bloomington’da yaşayan ve hayattaki en büyük halk bilimcimiz olarak kabul edilen Cumhuriyetimizle yaşıt Prof.Dr. İlhan Başgöz yapacaktı. Kurtuluşa giden yolun hikayesini Cumhuriyetimizle yaşıt asırlık bir çınardan daha iyi kim anlatabilirdi ki? Lakin ilerlemiş yaşının getirdiği sağlık sorunları sebebiyle İlhan hoca çok arzu etmesine rağmen aramızda olamadı.
Hazırladığı konuşmayı Başkonsolos Umut Acar okudu.
“Değerli Konuklar
Ben Cumhuriyetle yaşıtım, size anlatacaklarım yalnız duyup işittiklerim, okuyup öğrendiklerim değil, aynı zamanda kendi hayat hikâyem olacaktır.
Cumhuriyet yedi büyük savaşın ardından kurulmuştur. 1856 Kırım,, 1877 Osmanlı Rus, 1892 Yunan, 1911 Trablus, 1912 Balkan, 1914-18 Birinci Dünya Savaşı, nihayet 1920-22 Kurtuluş Savaşı. Bu savaşlardan yalnız sonuncusu zaferle bitmiştir. Ama bu zafer vatandaştan yalnız canını ve kanını istememiştir. Vatandaştan atını, arabasını, çorabını, kağnısını, keten bezini, pencere demirini alarak bu savaş kazanılmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na niçin girdiğimizi bugün bile bilmiyoruz. Ama kardeşlerini bu savaşa kurban veren, Avşar kadını biliyor ve parmağını Alaman’a uzatıyor:
Mektup saldım da varmadı,
Tel vurdum aynı gelmedi,
Alamanya harbeylesin,
Gayri kardaşım kalmadı.
Savaş yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisini tümden harap etmiş, ekin tarlada çürümüş; toprak tohumsuz, evler erkeksiz kalmıştır. Kağnıya ve sabana koşulacak hayvan, çiftin sapına yapışacak erkek yokluğunda çifte, hayvan yerine kadınlar koşulmuştur. Bu çöküşün en gerçekçi destanını, hemşehrim Şarkışlalı Serdari yazmıştır. Bu uzun destandan dörtlükler veriyorum:
Tahsildar da çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fakiri ezer
Yorganı döşeği mezatta gezer
Hasırdan serilir çulumuz bizim.
Evlat da babanın sözün tutmuyor,
Açım diye çift sürmeye gitmiyor,
Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor,
Başımıza bela dölümüz bizim.
Benim bu gidişe aklım ermiyor
Fukara halini kimse sormuyor
Padişah sikkesi selam vermiyor
Kefensiz kalacak ölümüz bizim.
Savaş yılları, Türk aydınlarının en yiğit, en idealist, en eğitimlilerini ölüme sürmüş, onlar geri gelmemiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın felaket tablolarından birini unutamıyorum. Bu tabloda Tarsus tren istasyonunda bir kadın görünür. Ordu, Kanal bozgunundan dönmektedir. Çul çaput içinde, hasta perişan, vagonlarda çuvallar gibi istif edilmiş, bir asker döküntüsü. Ak saçlı bir ana, yazması omuzuna düşmüş, saçları darma dağın, bir vagondan ötekine koşarak feryat ediyor: “Mehmedimi gördünüz mü? Mehmedim nerede? Mehmedimi gördünüz mü?” Falih Rıfkı Atay diyor ki: “Ana biz senin Mehmedini kumarda kaybettik.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin talihsizliği çökmüş bir ekonomi ve harabeye dönmüş bir memleket üzerine kurulmasıdır. Büyüklüğü de bundandır.
16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan Bandırma vapuru bu çöküşü tersine çevirecek bir umudu taşıyordu. Bu umudun adı Mustafa Kemal Paşa’dır. Üçüncü ordu müfettişliğine tayin edilen Paşa İstanbul’dan ayrılıyordu. Yanında 12 kişiden oluşan Erkan-ı Harbiye’sinden başka kimse yoktu. Karadeniz’in azgın dalgaları ile sarsılan Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylüyordu: “Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız maddedir! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz!”.
Bandırma vapuru ile bu küçük grup 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkınca bir şarkı söylüyorlardı: “Güneş ufuktan şimdi doğar yürüyelim arkadaşlar.”
O tarihlerde, ufuktan güneşin doğacağına dair hiçbir işaret yoktur. Tersine memleket bir zifiri karanlıktır. Adana Fransızlar, Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş, başkent İstanbul İtilaf Devletlerinin işgalinde, Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri bulunuyor. Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri var. 15 Mayıs 1919’da Yunan birlikleri İzmir’e çıkmış; Batı Anadolu’nun verimli topraklarından memleketin kalbine doğru ilerlemekte.
Dahası var. Cumhuriyet, memleketin en önemli gelir kaynaklarını yabancı şirketlerin elinde bulmuştur. Demiryolları, limanlar, önemli tarım ve ticaret alanları, bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri büyük Batılı şirketlerin elindedir. Türkiye Cumhuriyeti bu şirketleri birer birer satın almıştır.
İzmir-Aydın demiryolu 2 milyon İngiliz pounduna satın alınınca öğretmenimiz ödev vermişti, sevincimizi dile getirmeliydik. Ortaokul öğrencisi idim, ödevimin başlığı “Demir yolumuz, bağımsızlık yolumuz” idi. Tütün rejisi 4 milyon Frank’a satın alınınca bu sefer ayınkacılar bayram etmişti. Ayınkacı tütün yetiştirici demektir. Köylümüz yetiştirdiği tütünü eşeğine yükleyip, pazara indiremezdi. Tütün ille de bir yabancı tekele, bu tekelin biçtiği fiyattan satılacaktı. İndirse kaçakçı sayılıyor, ya hapse atılıyor veya tütün kolcuları ile çatışıyor ve vuruluyordu. Bir ayınkacı türküsü şöyle der:
Hacılar köyüne bastığım oldu,
Tütünümün dengi yastığım oldu,
Aman dostlar bakın benim çareme,
Tütünün tozunu basın yareme.
Cumhuriyet savaşlardan çıkıp da, ekonomik gelişmesine odaklanınca 1930 Dünya Ekonomik Buhranı patlak verir. Buhranın Türkiye’ye etkisi, tarım ürünleri ve meyveyle sınırlı olan dışsatımı vurması olur. Buğdayın kilosu 15 kuruştan 3 kuruşa düşer. Köylü gelirinin bu kadar düştüğünü gören Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şöyle bir teklifte bulunur: “Bizim maaşlarımızla halkın geliri arasında büyük bir fark ortaya çıktı. Bu Cumhuriyet idaremize yakışmaz. Benim maaşım dâhil milletvekili maaşlarını yüzde elli azaltalım.” Teklif kabul edilir.
Cumhuriyet ilan edilince memlekette yatırıma harcanacak sermaye ve ekonomik hayatı idare edecek eğitilmiş insan yoktur. Bu nedenle Cumhuriyet ekonomik kalkınmayı devlet eliyle yapmaya karar vermiştir. Devlet sermayesi ile iki banka Etibank ve Sümerbank kurulmuş, vatandaştan birikimlerini bankaya yatırmaları istenmiştir. Devletine güvenen vatandaş da elinde avucunda ne varsa bankalara yatırdı.
Ben çamurdan yaptığım kumbarama her hafta babamın verdiği yüz paraları biriktirir, bankaya yatırırdım. Bu ekonomik kalkınma hamlesini bir yerli malı seferberliği izlemiştir. Biz bayramlarda ziyaretçilerimize şeker ve çikolata yerine incir ve fındık ikram ettik. Çayı Kazova’nın kızıl üzümü ile içtik. Çünkü şeker dışardan satın alınıyordu.
Cumhuriyet yurdun doğusuyla batısını, güney ve kuzeyini demiryolları ile birleştirmek istemiştir. Bu bir milli savunma sorunu idi. Atatürk diyor ki; “700 kilometre demir yolumuz var, bir kilometresi bile bizim değil.” 1932 yılında ilk tren Gemerek’e ulaştığında ben istasyonda idim. Halkın tabiri ile kara treni alkışlar ve yaşa var ol sesleri ile karşılamıştık.
Hoş bir fıkra var. İlk tren Erzurum’a varınca belediye başkanı nutuk veriyor; “Vatandaşlar, Cumhuriyet fabrikalar yaptı. Sanmam ki kâr edeler vallahi de zarar edirler, billahi de zarar edirler. Otobüsler aldı, yollar düzenledi, sanmam ki kâr ederler. Bunlar hep sizin içindir. Cumhuriyet ayağıza kadar tren getirdi bundan sonra iki ayda gittiğimiz İstanbul’a üç günde varacağız.” O vakit bir vatandaş sorar: “Peki biz 57 gün ne yapacağız?”
Değerli Dinleyicilerim
Ben 1929 yılından itibaren Cumhuriyetle beraber iyili kötülü olayların içinde çalkalandım. Size söyleyeceklerimin bir kısmına ben tanık oldum. Bunların arasında beni çok etkileyen bir olay var. Mustafa Kemal Atatürk 1937 yılında Sivas lisesinde benim bulunduğum sınıfa geldi. Atatürk adı etrafında oluşan efsanenin etkisindeyiz. Gözleri o kadar kuvvetli imiş ki gözlerine bakan çarpılırmış. İlkin korka korka, gözlerine bakıyoruz. Çarpılmadığımızı görünce o mavi gözlere 45 dakika doya doya baktık. Dersimiz hendese idi. (Yani geometri). Atatürk dişçinin kızı Saadet’i tahtaya kaldırdı. Geçen derste müselleslerin nasıl eşit sayılacağını okumuştuk. Saadet bunun için tahtaya iki müselles çizdi. Biz o vakit üçgene müselles derdik. Saadet müsellesin kenarlarına alfa, beta ve gamma harflerini koydu. Atatürk’ün birden kaşları çatıldı ve Saadet’e neden Yunan harfleri kullandığını sordu. Saadet, hocamız böyle yazdı, ben de onun için kullanıyorum deyiverdi. Matematik hocamız müdür Ömer Bey sınıfta idi. Atatürk aynı soruyu ona sorunca Ömer Bey topu bakanlığa attı. Bakanlık bir kitap göndermişti, onda bu harfler kullanılmıştı. Atatürk kitabı istedi o sayfayı buldu, yırtıp yere attı. Sonra gidip parmakları ile Yunan harflerini sildi yerine abc yazdı. Bize; “arkadaşlar Türk alfabesi matematik terimlerini de ifade etmeye yeterlidir.” dedi. Aradan bir hafta geçmeden abc’li yeni kitabımız geldi. Atatürk dilin sadeleşmesine ve halkın, aydınların dilini anlamasına çok önem verirdi.
Halkçılık onun inanışında kuru bir slogan değildi. Halkın arasına karışmaktan çok hoşlanırdı. Bir gece Atatürk kayıp, polis ve jandarma seferber olmuş her tarafı aramış taramışlar. Atatürk yok. Sabaha yakın Onu Samanpazarı’nda bir kahvede, halka karışmış Zeybek oynarken bulmuşlar.
Cevat Dursunoğlu şunları yazdı: “Mustafa Kemal Paşa Erzurum kongresine gitmektedir, yıl 1919. Ilıca köyüne varınca bir ağacın altına oturup kahve içmek isterler. Kahveler içilirken yolda bir kağnı belirir. Pılı pırtı yüklü kağnıda iki de delikanlı oturmaktadır. Kağnıyı yetmişlik bir ihtiyar sürmektedir. İhtiyar çağrılır. Paşa sorar: “Baba nereden gelip, nereye gidiyorsun?” İhtiyar: “Çukurova’dan gelirem, Erzurum’a gidirem.” Paşa sormaya devam eder: “Baba Erzurum’da ortalık karışık, savaş tehlikesi var. Eşkıya tehlikesi var, niye gidiyorsun? Çukurova’da geçinemedin mi?” İhtiyar Mevlut Dayı “O nasıl söz paşam Çukurova verimli topraktır, insanı diksen yeşillenir. Bizim uşaklar da çalışkandır, bey gibi geçinip gidiyorduk. Ama duymuşam ki padişah Erzurum’u düşmana verecekmiş, gelmişem ki görim, kimin malını kime verir?” der. Paşa yanındakilere der ki “Arkadaşlar bu milletle başarılamayacak hiçbir iş yoktur.”
Değerli dinleyiciler size Atatürklü yıllardan unutamadığım bir olayı daha anlatacağım. 1930’lu yılların başında sanıyorum, Atatürk, gece geç vakit Mısır Büyükelçiliğini ziyaret eder. Sabaha kadar yenir, içilir, eğlenilir. Güneş doğarken Atatürk Mısır elçisini balkona çağırır ve şunları söyler. “Buradan güneşin doğuşunu nasıl görüyorsam, esir milletlerin de birer birer kurtulacaklarını ve bağımsızlıklarını elde edeceklerini öyle görüyorum.” Atatürklü Cumhuriyet her zaman müstemlekecilere karşıt, küçük devletlerden yana, onurlu bir politika uygulamıştır. Cezayirli gençler Fransız müstemlekecilere karşı kanlı bir savaş verirken ellerinde Mustafa Kemal’in resmini taşıyordu.
Hindistan bağımsızlığının büyük lideri Gandi İngiliz parlamentosunda şöyle konuşuyordu: “Haydi beni tutuklayın, ama tutuklamakla iş bitmiyor. İşte Türkler kendi cenaze törenleri için hazırlanan tabutu istilacıların başında parçaladı.” Pakistan’ın ilk cumhurbaşkanı Muhammed Ali Cinnah 30 ağustos zaferimiz üzerine şöyle diyecekti: “Bu zafer bütün esir milletlerin zaferidir.”
İngiliz başbakanı Lloyd George, Çanakkale savaşının en büyük destekçisi idi. Türkler koca İngiliz İmparatorluğunu Çanakkale’de dize getirince Lloyd George parlamentoda şöyle konuşacaktı: “Tarih nadiren dahi yetiştirir, bizim talihsizliğimiz şu ki böyle bir dâhiyi bugün Türk milleti yetiştirmiştir, ne yapsak, ne tarafa gitsek Mustafa Kemal’in iradesini kıramadık, ben istifa ediyorum.”
Değerli dinleyicilerim ben yüz yaşına yaklaşmış bir faniyim. Öyle zannediyorum ki İngilizce, Türkçe, Fransızca kitaplarım, makalelerim ve Amerika’da Norveç’te, Rusya’da, İngiltere’de, İran’da ve Türkiye’nin birçok kentinde yaptığım konuşmalarımla bu kadar güçlüklerle bana emanet edildiğine inandığım Cumhuriyete karşı görevimi yaptım
Genç arkadaşlarım, Atatürk Cumhuriyeti özellikle sizlere emanet etmiştir. Onu çağdaş ve gelişmiş memleketlerin daha yücesine çıkarmak sizin çalışmalarınıza ve gayretinize bakıyor. Bu görevi başaracağınıza ben inanıyorum. Konuşmamı bitirirken hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum”
Prof Dr İlhan Başgöz
7 notes · View notes
muslumannotdefteri · 2 years
Text
Yağmur - Nurullah Genç
youtube
Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kainat
Yıllardır bozu bulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Hasretin alev alev içime bir an düştü
Değişti hayel köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü
İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla
Evlerin arasına dikilir yesil yaprak
Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak
Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydim
Yağmur, gülsenimize sensiz, baldiran düştü
Düşmanlik içimizde; dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü
Bir güzide mektuptur, çağlarin ötesinden
Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına
Yayılır o en büyük mustu, pazartesinden
Beyazlik dokunmuştur gecenin siyahina
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin
Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamiş, mazide
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydim
Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bican düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü
Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hiradan
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
Paramparça, ateşler sahinin hayalleri
Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım
O mücella çehreni izleseydim ebedi
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü
Katil sinekler deldi hicabın perdesini
İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü
Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında
Tablosunu yapardim yıkılan her kulenin
Ebedi aşka giden esrarlı yollarında
Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin
Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü
On asırlık ocağın savururdum külünü
Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara
Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü
Badiye yaylasında koklasaydım izini
Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
Ne kaderi suçlamak kalırdı ne intihar
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya
Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü
Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi
Hakların temeline sanki bir volkan düştü
Firakınla kavrulur çölde kum taneleri
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir
Erdemin, bereketin doldurur haneleri
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların
Devlerin esrarını aynalara sorsaydım
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü
Güvenilen dağlara kar yağdi birer birer
Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü
Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından
Madeni arzuların ardında seyre daldım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydim
Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü
Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali
Hazindir ki; dertleri asmaya umman düştü
Ay gibisin; güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin
Mekanın fırçasında solmayan resim senin
Yağmur, birgün elimi ellerinde bulsaydım
Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü
Islaklığı sanadır ahımın, efgahımın
İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler
Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın
Nazarın ok misali karanlıkları deler
Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin
Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Yağmur, ayrılığıma seninle derman düştü
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü
Nefesinle yeniden çizilecek desenler
Çehreler yepyeni bir degişim geçirecek
Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler
Anneler çocuklara hep seni içirecek
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım
Kardeşler arasında heyhat, su-i zan düştü
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü
Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakiş da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakiş da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım
0 notes
caginmumineleri · 3 years
Text
Yine Cuma Namazından Taviz!
Tumblr media
Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu; hastalık, şiddetli yağış, aşırı sıcak ve soğuk gibi elverişsiz hava şartları yanında salgın hastalığın da Cuma namazının farz olmasını düşüren mazeretler kapsamında olduğunu belirten bir fetva yayımladı. Oysa Cuma namazları mesafe ve maske kurallarına uyularak tatbik ediliyor. Sokağa çıkma kısıtlamasının olduğu günlerde bile kuruyemişçiler dahi açıkken yine Cuma namazları yasaklara dahil edilmek için zemin oluşturuluyor. İslam Devleti’nin hüküm sürdüğü zamanlarda da salgınlar olmuş ancak hastalar toplumdan tecrit edilip namazlar yine kılınmaya devam edilmiştir. Günümüzde ki gibi bir uygulama 13 asırlık İslam Devleti hükümranlığında hiç olmamıştır. Diyanetin bu kararı hangi usule göre aldığı merak konusu…
“Örneğin H. 18. yılda Şam’da Müslümanlar, Romalılar ile şiddetli bir savaşa girdiklerinde veba sınavına maruz kalmışlardı. Yine 6. yüzyılın ortalarında ümmet, moda tabirle şarbon adıyla bilinen “eş Şakafe” belasına duçar kalmış, bela, Şam’dan Mağribe kadar yayılmıştı. Müslümanlar yine 8. yüzyılın ortalarında (H.749) Dimeşk’te (Şam) büyük taun olarak bilinen bir salgın ile denenmişlerdi.
Bütün bu vakalarda bile camilere kilit vurulmamış, Cuma ve cemaat namazı durdurulmamış, insanlar evlerine kapatılmamıştı. Aksine hastalar izolasyon altına alınmış ve tedavileri yapılmış, sağlıklı kimseler ise cihat ve dünyanın imarı işleriyle meşgul olmuşlardı. İşte hak budur!"
5 notes · View notes
zbostan · 4 years
Text
T.C Şikago Başkonsolosluğu
19 Mayıs 2019
19 Mayıs 1919’un 100. yılı münasebetiyle düzenlediğimiz programın açılış konuşmasını, halen Indiana Bloomington’da yaşayan ve hayattaki en büyük halk bilimcimiz olarak kabul edilen Cumhuriyetimizle yaşıt Prof.Dr. İlhan Başgöz yapacaktı.
Kurtuluşa giden yolun hikayesini Cumhuriyetimizle yaşıt asırlık bir çınardan daha iyi kim anlatabilirdi ki?
Lakin ilerlemiş yaşının getirdiği sağlık sorunları sebebiyle İlhan hoca çok arzu etmesine rağmen aramızda olamadı.
Hazırladığı konuşmayı Başkonsolos Umut Acar okudu.
“Değerli Konuklar
Ben Cumhuriyetle yaşıtım, size anlatacaklarım yalnız duyup işittiklerim, okuyup öğrendiklerim değil, aynı zamanda kendi hayat hikâyem olacaktır.
Cumhuriyet yedi büyük savaşın ardından kurulmuştur. 1856 Kırım,
1877 Osmanlı Rus, 1892 Yunan,
1911 Trablus,
1912 Balkan,
1914-18 Birinci Dünya Savaşı,
Nihayet 1920-22 Kurtuluş Savaşı...
Bu savaşlardan yalnız sonuncusu zaferle bitmiştir.
Ama bu zafer vatandaştan yalnız canını ve kanını istememiştir. Vatandaştan atını, arabasını, çorabını, kağnısını, keten bezini, pencere demirini alarak bu savaş kazanılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’na niçin girdiğimizi bugün bile bilmiyoruz.
Ama kardeşlerini bu savaşa kurban veren, Avşar kadını biliyor ve parmağını Alaman’a uzatıyor:
Mektup saldım da varmadı,
Tel vurdum aynı gelmedi,
Alamanya harbeylesin,
Gayri kardaşım kalmadı.
Savaş yılları Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomisini tümden harap etmiş, ekin tarlada çürümüş; toprak tohumsuz, evler erkeksiz kalmıştır.
Kağnıya ve sabana koşulacak hayvan, çiftin sapına yapışacak erkek yokluğunda çifte, hayvan yerine kadınlar koşulmuştur.
Bu çöküşün en gerçekçi destanını, hemşehrim Şarkışlalı Serdari yazmıştır.
Bu uzun destandan dörtlükler veriyorum:
Tahsildar da çıkmış köyleri gezer
Elinde kamçısı fakiri ezer
Yorganı döşeği mezatta gezer
Hasırdan serilir çulumuz bizim.
Evlat da babanın sözün tutmuyor,
Açım diye çift sürmeye gitmiyor,
Uşaklar çoğaldı ekmek yetmiyor,
Başımıza bela dölümüz bizim.
Benim bu gidişe aklım ermiyor.
​ Fukara halini kimse sormuyor.
Padişah sikkesi selam vermiyor.
Kefensiz kalacak ölümüz bizim.
Savaş yılları, Türk aydınlarının en yiğit, en idealist, en eğitimlilerini ölüme sürmüş, onlar geri gelmemiştir.
Birinci Dünya Savaşı’nın felaket tablolarından birini unutamıyorum.
Bu tabloda Tarsus tren istasyonunda bir kadın görünür. Ordu, Kanal bozgunundan dönmektedir. Çul çaput içinde, hasta perişan, vagonlarda çuvallar gibi istif edilmiş, bir asker döküntüsü.
Ak saçlı bir ana, yazması omuzuna düşmüş, saçları darma dağın, bir vagondan ötekine koşarak feryat ediyor:
“Mehmedimi gördünüz mü? Mehmedim nerede? Mehmedimi gördünüz mü?”
Falih Rıfkı Atay diyor ki:
“Ana biz senin Mehmedini kumarda kaybettik.”
Türkiye Cumhuriyeti’nin talihsizliği çökmüş bir ekonomi ve harabeye dönmüş bir memleket üzerine kurulmasıdır.
Büyüklüğü de bundandır. ​
16 Mayıs 1919’da İstanbul’dan ayrılan Bandırma vapuru bu çöküşü tersine çevirecek bir umudu taşıyordu.
Bu umudun adı Mustafa Kemal Paşa’dır.
Üçüncü ordu müfettişliğine tayin edilen Paşa İstanbul’dan ayrılıyordu. Yanında 12 kişiden oluşan Erkan-ı Harbiye’sinden başka kimse yoktu.
Karadeniz’in azgın dalgaları ile sarsılan Bandırma vapurunda Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarına şunları söylüyordu:
“Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah kuvvetine dayanırlar. Bildikleri şey yalnız maddedir! Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin kuvvetini anlayamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah ne cephane götürüyoruz; biz ideal ve iman götürüyoruz!”.
Bandırma vapuru ile bu küçük grup 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkınca bir şarkı söylüyorlardı:
“Güneş ufuktan şimdi doğar.
Yürüyelim arkadaşlar.”
O tarihlerde, ufuktan güneşin doğacağına dair hiçbir işaret yoktur.
Tersine memleket bir zifiri karanlıktır.
Adana Fransızlar,
Urfa, Maraş, Antep İngilizler tarafından işgal edilmiş,
Başkent İstanbul İtilaf Devletlerinin işgalinde,
Antalya ve Konya’da İtalyan birlikleri bulunuyor.
Merzifon ve Samsun’da İngiliz askerleri var.
15 Mayıs 1919’da Yunan birlikleri İzmir’e çıkmış; Batı Anadolu’nun verimli topraklarından memleketin kalbine doğru ilerlemekte.
Dahası var. Cumhuriyet, memleketin en önemli gelir kaynaklarını yabancı şirketlerin elinde bulmuştur. Demiryolları, limanlar, önemli tarım ve ticaret alanları, bayındırlık tesisleri, gümrük ve maliye gelirleri büyük Batılı şirketlerin elindedir.
Türkiye Cumhuriyeti bu şirketleri birer birer satın almıştır.
İzmir-Aydın demiryolu 2 milyon İngiliz pounduna satın alınınca öğretmenimiz ödev vermişti, sevincimizi dile getirmeliydik.
Ortaokul öğrencisi idim, ödevimin başlığı “Demir yolumuz, Bağımsızlık yolumuz.” idi.
Tütün rejisi 4 milyon Frank’a satın alınınca bu sefer ayınkacılar bayram etmişti. Ayınkacı tütün yetiştirici demektir. Köylümüz yetiştirdiği tütünü eşeğine yükleyip, pazara indiremezdi.
Tütün ille de bir yabancı tekele, bu tekelin biçtiği fiyattan satılacaktı.
İndirse kaçakçı sayılıyor, ya hapse atılıyor veya tütün kolcuları ile çatışıyor ve vuruluyordu.
Bir ayınkacı türküsü şöyle der:​
Hacılar köyüne bastığım oldu,
Tütünümün dengi yastığım oldu,
Aman dostlar bakın benim çareme,
Tütünün tozunu basın yareme.
Cumhuriyet savaşlardan çıkıp da, ekonomik gelişmesine odaklanınca 1930 Dünya Ekonomik Buhranı patlak verir. Buhranın Türkiye’ye etkisi, tarım ürünleri ve meyveyle sınırlı olan dışsatımı vurması olur. Buğdayın kilosu 15 kuruştan 3 kuruşa düşer.
Köylü gelirinin bu kadar düştüğünü gören Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne şöyle bir teklifte bulunur:
“Bizim maaşlarımızla halkın geliri arasında büyük bir fark ortaya çıktı. Bu Cumhuriyet idaremize yakışmaz.
Benim maaşım dâhil milletvekili maaşlarını yüzde elli azaltalım.”
Teklif kabul edilir.
Cumhuriyet ilan edilince memlekette yatırıma harcanacak sermaye ve ekonomik hayatı idare edecek eğitilmiş insan yoktur.
Bu nedenle Cumhuriyet ekonomik kalkınmayı devlet eliyle yapmaya karar vermiştir.
Devlet sermayesi ile iki banka Etibank ve Sümerbank kurulmuş, vatandaştan birikimlerini bankaya yatırmaları istenmiştir. Devletine güvenen vatandaş da elinde avucunda ne varsa bankalara yatırdı.
Ben çamurdan yaptığım kumbarama her hafta babamın verdiği yüz paraları biriktirir, bankaya yatırırdım.
Bu ekonomik kalkınma hamlesini bir yerli malı seferberliği izlemiştir.
Biz bayramlarda ziyaretçilerimize şeker ve çikolata yerine incir ve fındık ikram ettik.
Çayı Kazova’nın kızıl üzümü ile içtik.
Çünkü şeker dışardan satın alınıyordu.
Cumhuriyet yurdun doğusuyla batısını, güney ve kuzeyini demiryolları ile birleştirmek istemiştir.
Bu bir milli savunma sorunu idi.
Atatürk diyor ki; “700 kilometre demir yolumuz var, bir kilometresi bile bizim değil.”
1932 yılında ilk tren Gemerek’e ulaştığında ben istasyonda idim. Halkın tabiri ile kara treni alkışlar ve yaşa var ol sesleri ile karşılamıştık.
Hoş bir fıkra var.
İlk tren Erzurum’a varınca belediye başkanı nutuk veriyor;
“Vatandaşlar, Cumhuriyet fabrikalar yaptı. Sanmam ki kâr edeler vallahi de zarar edirler, billahi de zarar edirler.
Otobüsler aldı, yollar düzenledi, sanmam ki kâr ederler.
Bunlar hep sizin içindir.
Cumhuriyet ayağıza kadar tren getirdi bundan sonra iki ayda gittiğimiz İstanbul’a üç günde varacağız.”
O vakit bir vatandaş sorar:
“Peki biz 57 gün ne yapacağız?”
Değerli Dinleyicilerim
Ben 1929 yılından itibaren Cumhuriyetle beraber iyili kötülü olayların içinde çalkalandım. Size söyleyeceklerimin bir kısmına ben tanık oldum.
Bunların arasında beni çok etkileyen bir olay var.
Mustafa Kemal Atatürk 1937 yılında Sivas lisesinde benim bulunduğum sınıfa geldi.
Atatürk adı etrafında oluşan efsanenin etkisindeyiz.
Gözleri o kadar kuvvetli imiş ki gözlerine bakan çarpılırmış.
İlkin korka korka, gözlerine bakıyoruz.
Çarpılmadığımızı görünce o mavi gözlere 45 dakika doya doya baktık.
Dersimiz hendese idi. (Yani geometri).
Atatürk dişçinin kızı Saadet’i tahtaya kaldırdı.
Geçen derste müselleslerin nasıl eşit sayılacağını okumuştuk.
Saadet bunun için tahtaya iki müselles çizdi. Biz o vakit üçgene müselles derdik. Saadet müsellesin kenarlarına alfa, beta ve gamma harflerini koydu.
Atatürk’ün birden kaşları çatıldı ve Saadet’e neden Yunan harfleri kullandığını sordu. Saadet, hocamız böyle yazdı, ben de onun için kullanıyorum deyiverdi.
Matematik hocamız müdür Ömer Bey sınıfta idi.
Atatürk aynı soruyu ona sorunca Ömer Bey topu bakanlığa attı. Bakanlık bir kitap göndermişti, onda bu harfler kullanılmıştı. Atatürk kitabı istedi o sayfayı buldu, yırtıp yere attı.
Sonra gidip parmakları ile Yunan harflerini sildi yerine abc yazdı. Bize; “arkadaşlar Türk alfabesi matematik terimlerini de ifade etmeye yeterlidir.” dedi.
Aradan bir hafta geçmeden abc’li yeni kitabımız geldi.
Atatürk dilin sadeleşmesine ve halkın, aydınların dilini anlamasına çok önem verirdi.
Halkçılık onun inanışında kuru bir slogan değildi.
Halkın arasına karışmaktan çok hoşlanırdı.
Bir gece Atatürk kayıp, polis ve jandarma seferber olmuş her tarafı aramış taramışlar. Atatürk yok.
Sabaha yakın Onu Samanpazarı’nda bir kahvede, halka karışmış Zeybek oynarken bulmuşlar.
Cevat Dursunoğlu şunları yazdı:
“Mustafa Kemal Paşa Erzurum kongresine gitmektedir, yıl 1919. Ilıca köyüne varınca bir ağacın altına oturup kahve içmek isterler. Kahveler içilirken yolda bir kağnı belirir. Pılı pırtı yüklü kağnıda iki de delikanlı oturmaktadır.
Kağnıyı yetmişlik bir ihtiyar sürmektedir. İhtiyar çağrılır.
Paşa sorar:
“Baba nereden gelip, nereye gidiyorsun?”
İhtiyar:
“Çukurova’dan gelirem, Erzurum’a gidirem.”
Paşa sormaya devam eder:
“Baba Erzurum’da ortalık karışık, savaş tehlikesi var. Eşkıya tehlikesi var, niye gidiyorsun? Çukurova’da geçinemedin mi?” İhtiyar Mevlut Dayı:
“O nasıl söz paşam Çukurova verimli topraktır, insanı diksen yeşillenir. Bizim uşaklar da çalışkandır, bey gibi geçinip gidiyorduk. Ama duymuşam ki padişah Erzurum’u düşmana verecekmiş, gelmişem ki görim, kimin malını kime verir?” der.
Paşa yanındakilere der ki
“Arkadaşlar bu milletle başarılamayacak hiçbir iş yoktur.”
Değerli dinleyiciler
Size Atatürklü yıllardan unutamadığım bir olayı daha anlatacağım. 1930’lu yılların başında sanıyorum, Atatürk, gece geç vakit Mısır Büyükelçiliğini ziyaret eder.
Sabaha kadar yenir, içilir, eğlenilir.
Güneş doğarken Atatürk Mısır elçisini balkona çağırır ve şunları söyler.
“Buradan güneşin doğuşunu nasıl görüyorsam, esir milletlerin de birer birer kurtulacaklarını ve bağımsızlıklarını elde edeceklerini öyle görüyorum.”
Atatürk'lü Cumhuriyet her zaman müstemlekecilere karşıt, küçük devletlerden yana, onurlu bir politika uygulamıştır.
Cezayirli gençler Fransız müstemlekecilere karşı kanlı bir savaş verirken ellerinde Mustafa Kemal’in resmini taşıyordu.
Hindistan bağımsızlığının büyük lideri Gandi İngiliz parlamentosunda şöyle konuşuyordu:
“Haydi beni tutuklayın, ama tutuklamakla iş bitmiyor.
İşte Türkler kendi cenaze törenleri için hazırlanan tabutu istilacıların başında parçaladı.”
Pakistan’ın ilk cumhurbaşkanı Muhammed Ali Cinnah 30 ağustos zaferimiz üzerine şöyle diyecekti:
“Bu zafer bütün esir milletlerin zaferidir.”
İngiliz başbakanı Lloyd George, Çanakkale savaşının en büyük destekçisi idi. Türkler koca İngiliz İmparatorluğunu Çanakkale’de dize getirince Lloyd George parlamentoda şöyle konuşacaktı:
“Tarih nadiren dahi yetiştirir, bizim talihsizliğimiz şu ki böyle bir dâhiyi bugün Türk milleti yetiştirmiştir, ne yapsak, ne tarafa gitsek Mustafa Kemal’in iradesini kıramadık, ben istifa ediyorum.”
Değerli dinleyicilerim
Ben yüz yaşına yaklaşmış bir faniyim.
Öyle zannediyorum ki İngilizce, Türkçe, Fransızca kitaplarım, makalelerim ve Amerika’da Norveç’te, Rusya’da, İngiltere’de, İran’da ve Türkiye’nin birçok kentinde yaptığım konuşmalarımla bu kadar güçlüklerle bana emanet edildiğine inandığım Cumhuriyete karşı görevimi yaptım...
Genç arkadaşlarım,
Atatürk Cumhuriyeti özellikle sizlere emanet etmiştir.
Onu çağdaş ve gelişmiş memleketlerin daha yücesine çıkarmak sizin çalışmalarınıza ve gayretinize bakıyor.
Bu görevi başaracağınıza ben inanıyorum.
Konuşmamı bitirirken hepinizi sevgi ve saygı ile selamlıyorum.”
Prof.Dr. İlhan Başgöz
T.C. Şikago Başkonsolosluğu
19 Mayıs 2019
./.
4 notes · View notes
nurca · 2 years
Text
Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kainat.
Yıllardır bozbulanık suları yudumladım,
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları,
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım.
Hasretin alev alev içime bir an düştü,
Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü,
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde,
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü.
İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin,
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla,
Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin,
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla,
Evlerin arasına dikilir yeşil bayrak,
Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak.
Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım,
Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı,
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım.
Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü,
Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü,
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe,
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü.
Bir güzide mektuptur, çağların ötesinden,
Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına,
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden,
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına,
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin,
Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin.
Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım,
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış mazide,
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım.
Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü,
Göğsümüzden umutlar bican düştü,
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin,
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü.
Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan,
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar,
Mutluluk nağmeleri işitirler Hıradan,
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar,
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri,
Paramparça, ateşler şahının hayalleri.
Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım,
O mücella çehreni izleseydim ebedi,
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım.
Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü,
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü,
Katil sinekler deldi hicabın perdesini,
İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü.
Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında,
Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin,
Ebedi aşka giden esrarlı yollarında,
Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin,
Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü,
On asırlık ocağın savururdum külünü.
Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım,
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak,
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım.
Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü,
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü,
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara,
Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü.
Badiye yaylasında koklasaydım izini,
Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar,
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini,
Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihar.
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya,
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya.
Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım,
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu,
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım.
Haritanın en beyaz noktasına kan düştü,
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü,
Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi,
Hakların temeline sanki bir volkan düştü.
Firakınla kavrulur çölde kum taneleri,
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir,
Erdemin, bereketin doldurur haneleri,
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir,
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların,
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların.
Devlerin esrarını aynalara sorsaydım,
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler,
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım.
Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü,
İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü,
Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer,
Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü.
Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini,
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir,
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini,
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir,
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından,
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından.
Madeni arzuların ardında seyre daldım,
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini,
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım.
Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü,
Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü,
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali,
Hazindir ki; dertleri aşmaya umman düştü.
Ay gibisin, güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir, mevsim senin
Mekanın fırçasında solmayan resim senin.
Yağmur, bir gün elini ellerimde bulsaydım,
Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
Senin visalinle bir gülmüş te ben olsaydım.
Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü,
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü,
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan,
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü.
Islaklığı sanadır ahımın, efganımın,
İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler,
Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın,
Nazarın ok misali karanlıkları deler.
Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin,
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin.
Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım,
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar,
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım.
Yağmur, ayrılığıma seninle derman düştü,
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü,
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün,
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü.
Nefesinle yeniden çizilecek desenler,
Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek,
Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler,
Anneler çocuklara hep seni içirecek,
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin,
Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin.
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım.
Kardeşler arasına heyhat, su-i zan düştü,
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü,
Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın,
İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü.
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım,
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım,
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım,
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım,
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım,
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım,
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım,
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım,
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım,
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım,
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım...
1 note · View note
demlikhane · 7 years
Text
YAĞMUR
Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat En müstesna doğuşa hamiledir kainat.
Yıllardır bozbulanık suları yudumladım, Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları, Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım.
Hasretin alev alev içime bir an düştü, Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü, Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde, Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü.
İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin, Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla, Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin, Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla, Evlerin arasına dikilir yeşil bayrak, Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak.
Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım, Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı, Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım.
Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü, Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü, Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe, Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü.
Bir güzide mektuptur, çağların ötesinden, Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına, Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden, Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına, Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin, Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin.
Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım, Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış mazide, Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım.
Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü, Göğsümüzden umutlar bican düştü, Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin, En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü.
Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan, Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar, Mutluluk nağmeleri işitirler Hıradan, Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar, Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri, Paramparça, ateşler şahının hayalleri.
Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım, O mücella çehreni izleseydim ebedi, Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım.
Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü, Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü, Katil sinekler deldi hicabın perdesini, İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü.
Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında, Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin, Ebedi aşka giden esrarlı yollarında, Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin, Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü, On asırlık ocağın savururdum külünü.
Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım, Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak, Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım.
Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü, Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü, Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara, Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü.
Badiye yaylasında koklasaydım izini, Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar, Seninle yıkasaydım acılar dehlizini, Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihar. Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya, Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya.
Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım, Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu, Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım.
Haritanın en beyaz noktasına kan düştü, Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü, Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi, Hakların temeline sanki bir volkan düştü.
Firakınla kavrulur çölde kum taneleri, Ahuların içinde sevdan akkor gibidir, Erdemin, bereketin doldurur haneleri, Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir, Şemsiyesi altında yürürsün bulutların, Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların.
Devlerin esrarını aynalara sorsaydım, Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler, Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım.
Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü, İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü, Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer, Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü.
Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini, Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir, Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini, Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir, Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından, Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından.
Madeni arzuların ardında seyre daldım, Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini, Senin için görülen bir düş de ben olsaydım.
Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü, Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü, Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali, Hazindir ki; dertleri aşmaya umman düştü.
Ay gibisin, güneşler parlıyor gözlerinde Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray Tohumlar ve iklimler senindir, mevsim senin Mekanın fırçasında solmayan resim senin.
Yağmur, bir gün elini ellerimde bulsaydım, Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme Senin visalinle bir gülmüş te ben olsaydım.
Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü, Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü, İniltiler geliyor doğudan ve batıdan, Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü.
Islaklığı sanadır ahımın, efganımın, İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler, Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın, Nazarın ok misali karanlıkları deler. Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin, Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin.
Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım, Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar, Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım.
Yağmur, ayrılığıma seninle derman düştü, Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü, Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün, Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü.
Nefesinle yeniden çizilecek desenler, Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek, Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler, Anneler çocuklara hep seni içirecek, Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin, Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin.
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım, Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın, Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım.
Kardeşler arasına heyhat, su-i zan düştü, Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü, Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın, İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü.
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım, Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım, Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım, Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım, Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım, Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım, Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım, Senin için görülen bir düş de ben olsaydım, Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım, Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım, Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım, Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın, Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım...
1 note · View note
hildeiazam · 7 years
Quote
Yaradan'in adıyla insanlığa inen Nur Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat En müstesna doğuşa hamiledir kainat. Yıllardır bozbulanık suları yudumladım, Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları, Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım. Hasretin alev alev içime bir an düştü, Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü, Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde, Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü. İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin, Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla, Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin, Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla, Evlerin arasına dikilir yeşil bayrak, Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak. Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım, Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı, Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım. Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü, Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü, Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe, Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü. Bir güzide mektuptur, çağların ötesinden, Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına, Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden, Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına, Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin, Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin. Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım, Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış mazide, Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım. Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü, Göğsümüzden umutlar bican düştü, Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin, En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü. Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan, Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar, Mutluluk nağmeleri işitirler Hıradan, Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar, Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri, Paramparça, ateşler şahının hayalleri. Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım, O mücella çehreni izleseydim ebedi, Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım. Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü, Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü, Katil sinekler deldi hicabın perdesini, İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü. Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında, Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin, Ebedi aşka giden esrarlı yollarında, Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin, Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü, On asırlık ocağın savururdum külünü. Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım, Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak, Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım. Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü, Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü, Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara, Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü. Badiye yaylasında koklasaydım izini, Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar, Seninle yıkasaydım acılar dehlizini, Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihar. Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya, Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya. Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım, Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu, Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım. Haritanın en beyaz noktasına kan düştü, Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü, Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi, Hakların temeline sanki bir volkan düştü. Firakınla kavrulur çölde kum taneleri, Ahuların içinde sevdan akkor gibidir, Erdemin, bereketin doldurur haneleri, Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir, Şemsiyesi altında yürürsün bulutların, Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların. Devlerin esrarını aynalara sorsaydım, Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler, Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım. Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü, İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü, Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer, Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü. Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini, Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir, Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini, Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir, Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından, Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından. Madeni arzuların ardında seyre daldım, Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini, Senin için görülen bir düş de ben olsaydım. Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü, Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü, Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali, Hazindir ki; dertleri aşmaya umman düştü. Ay gibisin, güneşler parlıyor gözlerinde Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray Tohumlar ve iklimler senindir, mevsim senin Mekanın fırçasında solmayan resim senin. Yağmur, bir gün elini ellerimde bulsaydım, Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme Senin visalinle bir gülmüş te ben olsaydım. Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü, Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü, İniltiler geliyor doğudan ve batıdan, Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü. Islaklığı sanadır ahımın, efganımın, İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler, Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın, Nazarın ok misali karanlıkları deler. Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin, Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin. Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım, Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar, Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım. Yağmur, ayrılığıma seninle derman düştü, Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü, Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün, Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü. Nefesinle yeniden çizilecek desenler, Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek, Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler, Anneler çocuklara hep seni içirecek, Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin, Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin. Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım, Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın, Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım. Kardeşler arasına heyhat, su-i zan düştü, Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü, Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın, İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü. Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım, Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım, Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım, Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım, Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım, Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım, Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım, Senin için görülen bir düş de ben olsaydım, Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım, Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım, Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım, Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın, Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım...
Nurullah Genç
13 notes · View notes
demir45 · 4 years
Text
Bazen öyle çirkinleşiyor ki dünya Sorsan herkes kusursuz güya Nedir bu kibir nedir bu riya Mezar taşına kazınmış gerçekler Ansızın yerle bir olacak dünya! Kalbime kazınmış, kaderimdir ölüm Dünyada gitgide kuruyan bir gölüm Yüreğimde sevgiye ait yoksa bir gülüm Sahra Çölü’nden daha çöldür gönlüm Değişmezdir hakikat, sonumdur ölüm! Sorsak herkes iyi herkes iyiliğe müptela Nereden doğuyor o vakit kötülükler O iyi ben iyi, inanmaz sorsak bunu aptala Bu kibir bu bencillik insanlığın başına bela İnsanlık onuruna her gün açıyoruz yara! Kusursuz olsun demiyorum ki ben insana Sevgi bilsin, saygı bilsin, hâl bilsin hatır bilsin Yaradan’dan ötürü herkesi sevmeyi bilsin Haksızlık karşısında susmamayı bilsin Yoksa yüreğinde bunlar, zaten koskoca hiçsin! Kusursuz olsun demiyorum ki ben insana Ya göründüğü gibi olsun, olduğu gibi görünsün Dünya bir tarla, sevgi eksin, yüreğiyle sürsün Arşı âlem dese de sen bir sahrada çölsün İnsansızlık çölünde insan adına yetişen gülsün! Ey benim iyilikte yalnız kalan Arkadaşım! De ki: Dinim insanlıktır, Kâbe’mdir vicdanım Çölde gül olsam da yanımızdadır Allah’ım İlimdir pusulam, asırlık dostumdur kitaplarım Asla yalnız değilim, elbet vardır güzel dostlarım…
0 notes
onderkaracay · 3 years
Text
TÜRKİYE’NİN BAŞINDAKİ ASIRLIK BELA: BATI LİBERALİZMİ
XIX. yüzyılın ilk yılları… İngiltere’de görülmemiş bir devrim, Sanayi Devrimi bomba gibi patlıyor. Yeni bir çağ başlıyor: Emperyalizm çağı… İngiltere’ye artık yeni pazarlar, yeni kaynaklar lazım. Diğer ülkelerin kapılarını zorluyor… Hangi ülke zayıfsa, orada korumacılığı kaldırtarak, ürünlerini ve sermayesini o ülkeye boşaltıyor. Bu ülkeler, başlıca Çin, Hindistan ve Osmanlı İmparatorluğu...
● İngiltere 1820-1840 arasında pek çok ülke ile serbest ticaret anlaşması imzalar. Osmanlı Devleti ile yaptığı 1838 Ticaret Antlaşması da bunlardan biridir. Ülkeye önce Avrupa ticaret sermayesi girdi, ardından da Avrupa finans sermayesi… Antlaşma’nın başlattığı liberalizm Osmanlı ekonomisinde çok zararlı sonuçlar doğurdu: Ekonomik bağımsızlık bitti. Bağımsız dış ticaret politikası seçeneği ortadan kalktı. Sanayileşmeye geçiş engellendi. Mevcut sanayiler yok olmaya yüz tuttu. Ticaret yabancı egemenliğine geçti. Ucuz Avrupa malları; bendi yıkılmış seller gibi Osmanlı pazarlarını bastı, ülke Avrupa’nın açık pazarına dönüştü. 1838 Anlaşması ve bunu izleyen diğer anlaşmalar, dış borçlanmanın yolunu açtı. Ülkenin başına Düyun-u Umumiye belası musallat edildi. Devletin çöküşü hızlandı. Ülke sonunda Emperyalizm’in silahlı işgaline uğradı.
● Liberalizm “piyasa mekanizmasına inanan, bu nedenle devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkarak, en düşük düzeye indirilmesini savunan görüş”tür. İlk olarak, Sanayi Devrimi İngiliz iktisatçıları tarafından formüle edildi. Buna göre kutsal olan, yalnızca bireydir. Toplumda eşitsizlik esastır. Serbest piyasa dâima insanların lehine işler. Devlet denetimi ve kamu sektörü, bu mekanizmanın önünde bir engeldir. Devlet özelleştirme yoluyla küçültülmeli, etkisizleştirilmelidir. Oysa gerçek farklıydı: Liberalizm, bugünkü adıyla “Neoliberalizm”, tam da Batı’nın para babalarının, küresel şirketlerin dünya görüşüdür. Batı oligarşisi; kazanımlarını kaybetmemek, geleceğini güvence altına almak, daha da zenginleşmek için bu görüşü bütün dünyaya yayarak, zorla uygulatmaya çalışmaktadır. Bunda da büyük başarı sağlamıştır.
● Liberalizm XX. yüzyılın ilk yarısında gözden düştü. 1970’lerin ortalarına kadar, dışlanmış bir akım olarak kaldı. Ekonomide hâkim görüş devletçilikti. Sosyal devlet anlayışı ön plandaydı. Artık, ekonomik istikrar ve gelişmenin ancak devletin öncülüğünde sağlanacağına inanılıyordu. Derken, durum değişti: Liberalizm ve bireycilik yeniden canlandı: Amerika’da Chicago Üniversitesi’nde başlayarak, bütün ABD’yi etkisi altına aldı. Hayek ile M. Friedman gibi iktisatçılarla bunların öğrencilerinin çekirdeğini oluşturdukları küçük bir gruptan yola çıkan neoliberaller ve onları parasal olarak destekleyenler; muazzam bir “vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri, yayınlar, öğretim üyeleri ve yazarlar, halkla ilişkiler ağı kurarak doktrinlerini geliştirip, allayıp pullayıp dünya ülkelerine satmaya giriştiler. Milyarlarca dolar harcadılar ve sonunda hedeflerine ulaştılar: Neoliberalizm’in, insanlığın biricik doğal varoluş biçimi olarak görünmesini sağladılar. Türkiye’de üniversitelerde, iş dünyasında, medyada sürekli liberalizm borazanlığı yapanlar da bu geniş propaganda ve desteğin ürünleriydi.
● Neoliberalizm’in, dünyayı ele geçirmeye başladığı tarih Margaret Thatcher’in iktidara gelip, İngiltere’de “neoliberaldevrim”i başlattığı 1979 yılıdır. Slogan şuydu: Başka Seçenek Yok. “Toplum yoktur, yalnızca bireyler vardır”. Merkezdeki değer rekabettir; uluslar, bölgeler, işletmeler ve elbette kişiler arasındaki rekabet… “Eşitsizliklerle övünmek” gerekirdi. Thatcherizm ideolojinin tohumlarını 1980’lerde Doğu ve Orta Avrupa’ya, bu arada Türkiye’ye serpmiştir. Tohumları -General Kenan Evren’in koruması altında- Türkiye’de yeşerten, Turgut Özal ve partisi ANAP olmuştur. Turgut Özal Başkan Bush’tan, M. Thatcher’dan sürekli akıl alıyordu. Özal’ın “Ben zenginleri severim” sözünü hatırlayalım. Demek istiyordu ki, fakirlerin canı cehenneme! Dediğini de yaptı, bugün de yapılıyor.
● Neoliberalizm’in temel politikası şudur: Yüksek refah düzeyine ulaşmak isteniyorsa, bireysel girişimcilik serbest olmalıdır. Mülkiyet hakları güvence altına alınmalı, ticaret serbestleştirilmelidir. İktisadi kararların alınmasında serbest piyasa söz sahibi olmalıdır. Neoliberal iktisat politikası en kesin ifadesini “Washington Uzlaşması”nda bulmuştur. Washington Uzlaşması, üç önemli kurumun (Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, ABD Hazine Bakanlığı’nın) diğer ülkelere dayattıkları ortak iktisat politikalarını ifade eder. Neticede hemen bütün ülkeler bu “uzlaşma” etrafında uygulama birliğine zorlandı. Oysa Washington Uzlaşması’nın gerçek amacı diğer ülkelerde serpilmekte olan sanayileşme hareketlerini önlemektir. Şundan ki, gelişmekte olan ülkelerdeki sanayileşme Batılı sanayileşmiş ülkelerin, pazarlarını ve hammadde kaynaklarını kaybetmelerine yol açıyordu. Çareyi bu ülkelerin sanayileşmesini yavaşlatmakta, hatta durdurmakta gördüler. Bunun için de 10 maddelik bir program geliştirerek, adını “Washington Uzlaşması” (Washington Consensus) koydular.
Türkiye, Latin Amerika ülkeleri gibi sanayileşmeleri engellenmiş ülkeler; mali yardım için başvurdukları Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası kuruluşların zorlamasıyla, Washington Uzlaşması’nın önlemlerini “yapısal uyum programları” adı altında uygulamışlardır. “Yapısal uyum programları” demek; ekonomiyi serbest piyasaya terk etmek, küresel şirketlerin çıkarları ile uyumlu hale getirmek demektir.
Türkiye Washington Uzlaşması yoluyla Neoliberal politikaların, en katı şekliyle uygulandığı ülkelerden biri olmuştur. 2001 krizinin ardından ekonominin yönetimi IMF memuru Kemal Derviş’e bırakıldı. İstikrar Programı, Güçlü Ekonomiye Geçiş gibi yaftalar altında liberal önlemler; en katı şekilde uygulamaya konuldu, o gün bugündür de uygulanıyor.
● Peki sonuç ne oldu? İşte olanlar:
– Türkiye Batı’nın isteği doğrultusunda sanayileşmekten vazgeçti. Özelleştirme uygulamaları yoluyla kamunun elindeki tesisler özel sektöre ve yabancılara satıldı, kimileri kapatıldı.
-Gümrükler kaldırıldığı için ithalat arttı. Cari açık büyüdü. Açığın artması dış borçlanmayı getirdi
-Yatırımlar önemli ölçüde durdu. Tasarruflar düştü. İç ve dış kaynaklar inşaat ağırlıklı yatırımlara yöneltildi. Türk ekonomisi hizmet ve tüketim ağırlıklı bir ekonomi haline geldi.
Kısacası, ülke yeniden bir yarı-sömürge olma niteliklerini kazanmaya başladı.
Bugün ekonominin içinde bulunduğu krizde -Batı’nın bize 200 yıldır dayattığı- liberalizm uygulamalarının ve bunların ısrarla sürdürülmesinin birinci derecede rolü olduğu kolayca görülebilir.
Prof Dr. Cihan Dura
2 notes · View notes
samosanborucu · 5 years
Text
Emir Timur'un Doğum Günü
https://samosan.com/emir-timurun-dogum-gunu/ adresinde yayınlandı
Emir Timur'un Doğum Günü
Özbekistan’ın Gururu Emir Timur
Özbekistan’da en çok duyacağınız isimlerin başında gelen Emir Timur, Atatürk’ün “O şüphesiz ki gelmiş geçmiş en büyük komutandır” diye bahsettiği, Timur Devletinin kurucusu, Özbek halkının gurur kaynağı, hiç yenilmemiş büyük Türk komutanıdır. Özbekistan’a geldikten sonra ilk fark ettiğimiz şeylerin başında Türkiye Cumhurbaşkanlığı forsundaki 13. Yıldızla temsil edilen Timur Devleti ve kurucusu Emir Timur hakkında çok da net fikir sahibi olmadığımız olur.
Hatta bilgisizliğimiz o kadar vahimdir ki neredeyse hiç birimiz Ankara Havalimanı Esenboğa’nın, Timur’un ünlü fil taburu komutanı İsen Buga’dan geldiğini bile bilmez.
Emir Timur aslen Moğoldur. Moğollar, Cengiz’den üç kuşak sonra Müslümanlaşmış ve komşusu olan Türklerle karışmıştı. Timur’un ana dili Türkçe idi. Semerkant yakınlarında bir Türk boyu olan Batı Göktürklerin Barlaslar boyunda 1336 senesinde 9 Nisanda Özbekistan’daki Şehrisebz’de doğdu. Şehrisebz “yeşil şehir” demektir. Çağatay Devleti’nin Taşkent hâkimi olan babası Turagay, meşhur Nakşî şeyhi Emir Külâl’i severdi. Emir Külâl, Timur’a talebesinden Şemseddin Külâl’i hoca tayin etti. Bundan sonra Timur’un hayatında âlimler hep hürmet mevkiinde oldu.
Büyük komutan gençliğinde ayağına aldığı bir darbe ile yaralanmış ve bütün hayatı boyunca aksayarak yürümüştür. Düşman devletler ve İran bölgesi devletleri bu aksamasını farsça aksak anlamına gelen leng ekiyle bir çeşit aşağılama olarak isminin sonuna eklemişlerdi. Özbekistan’da Timur ile ilgili dikkat etmemiz gereken en önemli detay, Türkiye’de sıklıkla eklediğimiz Lenk ekinin aslında bir hakaret sayıldığı ve kullanılmaması gerektiğidir.
Büyük Türk Hakanlığı
Emir Timur, hayatı boyunca 27 hükümdarı dize getirmiş, hiçbir savaşı kaybetmeyerek tarihe adını yenilmez komutan olarak yazdırmıştır. Başta desteklediği Altınordu hânı Toktamış kendisine hıyânet edince üzerine yürüyüp devletini yıktı ki, tarihçilere göre Emir Timur’un en büyük hatasıdır. Bu sayede Ruslar bu topraklara yayılarak büyük bir devlet kurabilmiştir.
Emir Timur 34 yaşında Belh hâkimi oldu. Cengiz Han soyundan bir hanımla evlendiği için Gürgân (han damadı) diye tanındı. Evlilik itibarını arttırdı. Kendisini Cengiz Han’ın vârisi gördüğü için Türkistan’ın tamamına hâkim olarak Büyük Türk Hakanlığı tahtına oturdu. Bununla beraber Cengiz’in insafsızca yakıp yıktığı Müslüman Türk beldelerini ihyâ etti. Yine de Cengiz soyundan olmadığı için hiç bir zaman han unvanını kullanmadı. Yanında bu soydan birini sembolik han olarak gezdirdi. Ankara Savaşı’nda bu han ordunun bir kanadında kumandandı.
Her ne kadar ölümü sonrası çocukları zorlama bir secere ile onun soyağacını Büyük Hakan Cengizhan’ın soyuna bağlamaya çalışsa da gerçekte bu soydan gelmediği için Han ünvanını taşımamış ve Emir ünvanıyla hayatını tamamlamıştır. Zaten Moğollar Emir Timur’u sahiplenmez ve ona Damat anlamına gelen Küregen derler. O da otoritesini pekiştirmek adına yönetimi boyunca yanında sürekli Cengiz Han soyundan birini, Han ünvanıyla bulundurmuştur.
Parmağından hiç çıkarmadığı yüzüğünde Rasti-Rusti yani doğruluk selamettir yazar. Osmanlılar onu “Yenilmez Tatar”, Bizanslılar, ” İslam’ın Kılıcı”, Araplar “Bozkırdan Gelen Bela” adıyla anarlar. Emir Timur askeri tarihin dahi komutanıdır. Dünya tarihindeki ilk üniformalı birlikleri kurdurur. Ordusunun en büyük kısmını “Yakala ve Öldür” diye bağıran süvarilerden oluşturur. Timur İmparatorluğunu, Osmanlı’nın 200 yılda ulaştığı yüzölçümünün 2 katına 17 yılda ulaştırır. Emir Timur sonra Anadolu’ya yürüdü. Teslim olanlara merhamet gösterir; olmayanlara hiç acımazdı. Padişahın oğlunun müdafaa ettiği Sivas’ı aldı; yakıp yıktı. Sonra güneye döndü. Anadolu, bir müddet nefes aldı.
Yazık oldu
Emir Timur’un 6000 km yol yürümüş 300 bin kişilik ordusunda her türlü adam vardı. Zaptu raptı güç olan bu kadar askerin, harb sırasında yaptığı zulümlerin hepsini Emir Timur’a yüklemek yersizdir. 1402’de Ankara yakınlarında tarihin en büyük meydan muharebelerinden biri yaşandı. Osmanlı askerleri bir misli çokluktaki ordu ve filler karşısında dayanamadı, ama yok olmadı. Niğbolu gâlibinin bu mağlûbiyeti, Avrupa hükümdarlarını dehşete düşürdü. Elçi ve hediyeler gönderip Emir Timur’a dostluk bildirdiler. Memlûk Sultanı, meşhur tarihçi kadı İbni Haldun’u Emir Timur’a gönderip Mısır’a girmemesi için iknâ etti. Peki nasıl olmuştur da bu kadar önemli bir komutanla Yıldırım Bayezid karşı karşıya gelmiştir? Emir Timur ve Yıldırım Bayezid arasında geçen, Osmanlı İmparatorluğunun fiziken yıkılması ile sonuçlanan Ankara savaşı, belki de dünya tarihinin seyrini değiştiren en önemli olaylardan biridir.
Yıldırım Sultan Bayezid’in hükümranlıklarına son verdiği Anadolu Beylikleri’nin tahtını kaybetmiş beyleri, Timur’a sığınıp Yıldırım Sultan Bayezid’e karşı kışkırttı. Önünden kaçan iki hükümdar, Ahmed Celâyir ve Karakoyunlu Kara Yusuf, Yıldırım Sultan Bayezid’e sığınıp padişahı Emir Timur’a karşı kışkırttı. Eski Anadolu beyleri de Emir Timur’a gidip onu padişaha karşı tahrik ettiler. Timur, tekrar Anadolu’ya geldi. Padişah Bayezid; Bizans, Trabzon Pontus, Altınordu, Mısır ve Hindistan devletlerinin tâbi olduğu Emir Timur’u hafife aldı. Elçilerini soğuk karşıladı. Halbuki Timur sadece Anadolu’nun bağlılığını elde edip gidecekti. Ulemâ ve vezirler padişahı sulha teşvik etti. Ancak Avrupa’yı dize getirmiş Sultan Bayezid, alttan alacak adam değildi.  Halbuki büyük tarihçi ve âlim İbni Haldun, Emir Timur ile görüşüp kendine hayran bıraktıracak Mısır’ı işgalini önlemiştir.
Yıldırım Bayezid’e yolladığı,  “Ey Bayezid bugün dünyaya hükmeden Timur İmparatorluğu bana senin gibi babamdan kalmadı” diye başlayan ünlü mektubunda Osmanlı ile savaşmamak adına oldukça ılımlı davranmıştır.
Emir Timur, İslam’a zarar verdiğini düşündüğü, Osmanlıya sığınmış, Bağdat hâkimi yağmacı Ahmet Celayir ve onun dostu Karakoyunlu Kara Yusuf’u idam etmesini ya da kendisine vermesini istemiştir. Yıldırım Bayezid’e “Biz sizin kâfir ile cenk ettiğinizi biliriz. Amacımız sizi zayıf düşürüp ortak düşmanımız kafirlere kolaylık sağlamak değildir” diyen Emir Timur, bu isteği yerine gelirse kız alıp kız vermeyi, ebedi müttefik olup düşman ile beraber savaşmayı teklif etmiştir. Bayezid bu teklifi kabul etse belki İstanbul çok daha erken fethedilecek, Avrupa bir Türk kıtası olacaktır.
Yıldırım Bayezid teklifi ret edince iki ordu 1402 yılında karşı karşıya gelir. Yaptırdığı anayasasının ilk maddesi “Türklüğü yüceltmek için yaşa Türk’e kılıç kaldıran eli kır” olan Emir Timur bir Türk ordusuna karşı savaşmak zorundadır.
Savaşın öncesindeki gece 130 bin kişilik Timur’un ordusu bütün gece uluyarak 90 bin kişilik Osmanlı ordusunun moralini iyice bozar. Sabah Timur’un imamlığında 2 ordu askerlerinin kıldığı namaz sonrası başlayan savaşta binlerce genç ölür.  Osmanlı yenilmiş, Bayezid esir düşmüştür. Artık Osmanlının 11 sene sürecek fetret devri başlamıştır.
Padişah, iki oğlu Musa ve Mustafa ile beraber esir düştü. Emir Timur, padişah ve ailesine hürmet etti. Kızlarını oğullarına aldı. Gittiği yere beraber götürdü. Şerefine düşkün padişaha bu ağır geldi. Kendisi için kapalı bir araba rica etti. Kabul olundu. Sonraki bazı tarihçiler –ezcümle yazdığı Tamerlane adlı piyeste İngiliz yazar Marlowe- bu sebeple Timur’un padişahı kafes içine koyup gezdirdiğini söylemiştir ki doğru değildir. Astım hastası padişah Akşehir’de kederinden vefat etti. Emir Timur’un “Yazık oldu! Büyük bir mücâhidi kaybettik” dediği rivayet olunur
Şehzâde Süleyman, İsa ve Mehmed askerleri ile esaretten kurtulmuşlardı. Mehmed Çelebi babasını kurtarmaya teşebbüs ettiyse de muvaffak olamadı. Bursa düştü. Devlet hazinesi düşman eline geçti. Bir asırlık devlet arşivi yakıldı. Emir Timur Anadolu’da kalmadı. İzmir’i Rodos şövalyelerinden alıp geriye döndü. “Kılıcı hep müslüman kanıyla sulanmış” Emir Timur’un gayrımüslimlerle yaptığı tek muharebe budur. Anadolu’nun içlerine doğru yol alan Timur Ankara savaşının sonrasında 1403 yılında Osmanlının 7 senedir Rodos şövalyelerinden almaya uğraştığı İzmir’i de 7 günde fetheder.
Osmanlıların Timuroğulları’na tâbiyeti 1447’ye kadar devam etti. Bu zaferin Emir Timur’a ne kazandırdığı meçhuldür. Ama Anadolu birliği büyük yara aldı. Bununla beraber sonra gelen Osmanlı padişahları az zamanda felâketin yaralarını sardı. 50 yıl sonra İstanbul’u fethederek bir imparatorluk kurdu.
1992 yılında Özbekistan’ı ziyaret eden Süleyman Demirel ve Alparslan Türkeş  hatıra defterine yazarken Süleyman Demirel’in  muzipçe, büyük komutan Timur için Ankara Fatihi mi yazmalıyız sorusuna Türkeş’in İzmir Fatihi yazalım cevabı unutulmazlar arasındadır.
On üçüncü Yüzyılda İslam dünyasının en önemli şehirlerinden Semerkant’ı inşa ettiren Emir Timur, eğitim ve öğretmenlere çok önem vermiştir. Onun döneminde Semerkant’ta o kadar çok öğretmen vardır ki öğretmenler neredeyse okutacak öğrenci bulamamaktadır. Ölümü sonrası adeta öğretmenlere verdiği önemi vurgularcasına hocası Mir Seyyid Bereke ‘nin ayakucuna defnedilir.
Özbekistan, Timur Han’ı en büyük millî kahraman kabul etmiş. Adına caddeler, meydanlar, mektepler açmış. Büyük heykellerini dikmiş. Onun yaptırdığı eserleri hummalı biçimde tamir ediyor. Garplılar da kendisine alâka duyuyor; hakkında kitaplar, romanlar yazılıyor; ülkesi ecnebi turistlerle dolup taşıyor.
Emir Timur 1405’te Çin üzerine sefere çıktığı sırada vefat etti. Anadolu yerine Çin’e yürüseydi tarihin akışı değişirdi. Bu, Çin’in Müslümanlığı demekti. Vefatından sonra halefleri ihtişamını sürdüremediyse de, soyundan Uluğbey, Hüseyin Baykara, Bâbür gibi büyük hükümdarlar yetişti. Bâbür Hindistan’ın tamamını fethederek burada 1858’e dek yaşayacak Gürgâniye Devleti’ni kurdu.
Kabrimi kim açarsa!
Semerkand’daki muhteşem türbesinde başucunda yanından hiç ayırmadığı hocası Mir Bereke; hemen önünde de Emir Külâl’in oğlu Ömer yatmaktadır.
Gençliğinde bir çatışma sırasında attan düşerek sağ ayağı sakat kalmış; sağ elinin iki küçük parmağı kopmuştu. Bundan dolayı bilhassa muhalifleri Timur-Lenk (Aksak Timur) der. Nitekim 1941 senesinde Sovyetlerce kabri açıldığında 1.73 boyunda, sağ ayağı aksak bir cesed bulunmuştur. Kafatası Moskova’ya götürülerek buna göre büstü yapılmıştır. Kabrin kapağında “Mezarımı açan benden daha korkutucu bir düşmanla karşılaşacak” yazdığı söylenir. Kazının ertesi günü Hitler, Rusya’ya saldırmıştır.
0 notes
turkiyedeenerji · 6 years
Text
Havai fişek denen bela
Tumblr media
Hep yazarım, hep konferanslarımda dile getiririm. Havai fişek tam bir ekosistem felaketi. Sessiz havai fişek ürünler bile kuşların göç yolunu yanıltıyor. Havai fişeklerin ateşlenmesi ile birlikte meydana gelen patlamalardan dolayı travmalar oluşabilmektedir. Ayrıca, havai fişeklerin yanması ve patlaması sonucunda insanlarda en çok zararı eller görmektedir. Ayrıca ömür boyu kalıcı hasarlar da oluşabilmektedir. Bilhassa gözde ezilmeler, göz zarında ve göz bebeğinde sürekli hasarlar oluşabilmektedir. Ortamda uçuşan parçacıkların göze girmesi durumunda insan gözünü kaybedebilir. Havai fişeklerle ilgili kazalarda her yıl yaklaşık 450 kişi hayatını kaybetmektedir. Avrupa ülkelerinde kilise ve ibadet yerlerine, hastanelere, çocuk yuvalarına, huzurevlerine, dinlenme tesislerine yakın yerlerde havai fişeklerin atılması kesinlikle yasaktır. Bir dakikası ortalama bin dolar. Bütünüyle bir savurganlık. Birkaç dakikalık göz zevki bakın nelere mal oluyor? Yapılan hesaplamalarla yılda 100 milyon dolar bir bütçe dünyada sadece havai fişek için harcanıyor. Diğer yandan her gün 22 bin kişi açlıktan ölüyor. Güya havai fişek gösterisi için ilgili kaymakamlıktan izin almak gerekiyor. Takan kim. Kızı evleniyor, tuttuğu takım kazandı, oğlu sünnet oldu. Havai fişek atmalıdır, varsın yangın çıksın, varsın onlarca hayvan can çekişsin. Varsın kültür değerlerimiz zarar görsün, varsın hava kirliliği artsın. Ne fark eder ki? Meksika’nın Veracuruz kenti, yeni yılda havai fişek faciasıyla sarsıldı. Kutlamalar için hazırlanan Pazar yerindeki havai fişeklerin patlaması sonucu, 37  kişi öldü. Patlamanın ardından çıkan yangında en az 50 yaralı olduğu haber verildi. Filipinler’in Tacurong kentinde bir havai fişek mağazasının yakınında meydana gelen patlamada 9 kişi öldü, 32 kişi yaralandı. Tokat’ın Turhal ilçesinde düzenlenen festivalde havai fişek patlaması sonucu bir milletvekili de dahil 13 kişi yaralandı. Pakistan’ın doğusunda düğün alayını taşıyan bir otobüse havai fişek isbet edince çıkan yangında 40 kişi öldü. Diyanet İşleri Başkanlığı, Hz. Muhammed’in doğum günü kutlamaları çerçevesinde havai fişek ve lazer gösterilerine karşı çıkmış. Elbette yerinde bir çıkış. Bu yanlış uygulama, bu aşırı tüketim, Show nasıl dinimiz ile Hz. Muhammed’in öğretileri ile uyuşur ki* 1996 yılında Stockholm’deki bir su şenliğinde havai fişek gösterisi ardından yapılan analizde, cıva, kurşun, kadmiyum, bakır ve krom gibi maddelerin müsaade edilen limitin 5 katı olduğu tespit edilmiştir. Çin’in kuzeyindeki Zhendig kentinde 16 asırlık tarihi şehir kapıları havai fişek sonucu yanarak kül oldu. Batman’da gece mahalle arasındaki bir düğünden ateşlenen havai fişekler 400 yabani güvercinin ölümüne neden oldu. Soğukta evlerin çatılarına sığınan güvercinler havai fişeklerden ürkerek havalanınca körleşmiş olarak duvarlara, direklere çarparak can verdiler. ABD’nin Kaliforniya eyaletinin San Diego Körfezi’nde 20 bin havai fişek aynı anda ateşlendi ve bunun için 400 bin dolar ödendi.(Aralık 2012) Birçok hayvanın kulakları insanlardan daha hassastır. Havai fişek patlaması sonucunda sağır olurlar. Kelebekler, havai fişek patlaması ardından yaralanır veya ölür. Hayvanat bahçesi yetkilileri defalarca hayvanların havai fişek gösterilerinden sonra yaralandığını bildirmişlerdir. Acaba havai fişekler yeryüzünden neden yasaklanmıyor ki? Belki insanoğlu, tamamen kaybolursa, geri kalan ‘ötekiler’ huzurlu bir yaşam sürebilir. Read the full article
0 notes
26bozkurt-blog · 7 years
Text
Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur 
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından 
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur 
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından 
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat 
En müstesna doğuşa hamiledir kainat.
Yıllardır bozbulanık suları yudumladım, 
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları,
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım.
Hasretin alev alev içime bir an düştü, 
Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü, 
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde, 
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü.
İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin, 
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla, 
Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin, 
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla, 
Evlerin arasına dikilir yeşil bayrak, 
Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak.
Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım, 
Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı, 
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım.
Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü, 
Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü, 
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe, 
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü.
Bir güzide mektuptur, çağların ötesinden, 
Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına, 
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden, 
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına, 
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin, 
Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin.
Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım, 
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış mazide, 
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım.
Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü, 
Göğsümüzden umutlar bican düştü, 
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin, 
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü.
Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan, 
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar, 
Mutluluk nağmeleri işitirler Hıradan, 
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar, 
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri, 
Paramparça, ateşler şahının hayalleri.
Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım, 
O mücella çehreni izleseydim ebedi, 
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım.
Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü, 
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü, 
Katil sinekler deldi hicabın perdesini, 
İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü.
Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında, 
Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin, 
Ebedi aşka giden esrarlı yollarında, 
Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin, 
Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü, 
On asırlık ocağın savururdum külünü.
Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım, 
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak, 
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım.
Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü, 
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü, 
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara, 
Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü.
Badiye yaylasında koklasaydım izini, 
Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar, 
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini, 
Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihar. 
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya, 
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya.
Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım, 
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu, 
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım.
Haritanın en beyaz noktasına kan düştü, 
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü, 
Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi, 
Hakların temeline sanki bir volkan düştü.
Firakınla kavrulur çölde kum taneleri, 
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir, 
Erdemin, bereketin doldurur haneleri, 
0 notes
sarkisozleriarsivi · 7 years
Text
Taladro & Emar - Nakış Şarkı Sözleri
Emar: Saçları dalgalıdır yolları çıkmaz Benim aklım onun evi bir gün dışarı çıkmaz Onu taç ettim küçüldüm boynuma düştü adın Günlerim bir takvimin ayaklarına asılı Yollar bir sayfa sokaklar satır hatta Adımlarım kalem olsa tüm dünyayı dolaşsam da Yine de seni anlatamam yetmez Ama ne yazık gözünde benliğim bir bakış etmez Döksem içimi sen altında kalır gururum Asırlık bir yalanla kandırdım ruhumu Nasıldım nasıl oldum boşver değil mesele Sen asalet ben hüzün doldurdum keseme Terk ettim güç bela güneşin ülkesini Lakin artık bir anlamı yok gelmesinin Sana ayırdım hayallerimin en ücra köşesini Dünya cehennemin gölgesi mi? Ben kuruttum yüzüm yaşlandı yıllardır Baş kaldırıp gurura aşk aldım Ekmeğim suyumdun be geç kaldın Önce herşeydim şimdiyse tek başına aç kaldım Yazdıklarıma anlam akar içi dolar cümlelerin Dökülür tüm özelin, sökülür ruhun Gökyüzünden ittiğin dileklerimi tutuyorum Yüküm ağır ama sanırım unutuyorum Nakarat: Bir şeyler saklar gibi bakışların Ben ömrüme ruhunu nakışlarım bu bize yakışmadı.. Saklar gibi bakışların Ben ömrüme ruhunu nakışlarım bu bize yakışmadı.. Taladro: Saçlarını kesme kadın senden kopmadım Hasretin beni birkaç sahur zorladı Ve şimdi tuttuğum bütün dilekler hortladı Seversin diye neşeli papatyalar topladım Madem paran azdı mutluluk satsaydın Kalbine giden bütün riskli yollar sapaydı Korktuğumdan geçemedim ya malum Seni tutmadan bırakmak en büyük hataydı Kaparsa tatlı canını fırtınalar Özlersen haber yolla bende fazla hatıra var Hüzün ucu ucuna yetmek sana artamamak Senlik bir şey yok artık rahatına bak Sanki topladık semayı Birkaç mevsim iyiydik yine topladık belayı Bu şiir ayrılık temalı Uzaklaş, artık başkasında bul devayı Çalın lan bu gece yürekler kanasın İçin lan bu gece koyu bir sohbet yarasın Güneşle ay arası umut kumbarası Kanlı bir tükürük ciğer can pahası Temellerimi attım çıkarım ömrümün katını Sen kaç sene hatırlarsın gömdüğün kadını Bir daha çalmak mı gelir içinden kırdığın sazını Kaç yıl daha hatırlarsın katilin adını Hayatım zanlım ile bir mahpusta geçti Görünmeyen yüzünü gördüm o ara gençtim Yaptıklarını hatırladım özlemim geçti Artık senle ayrı bir dünyada olabiliriz pişti Hayra yormak zorundayım bütün günahları Adını dahi unuttum bir torba dolusu ilaçların Peki sen hangi sokağı seçtin? Bugün de huzur beni teyet geçti Acılar değişmeyecek Bence ağlamayı kes, gözyaşın yetişmeyecek Nemli bulutlarına kar tanesi ekle Beklemeyi bırak artık yaralar değişmeyecek Acılar değişmeyecek Bence ümitlenmeyi kes gözyaşın yetişmeyecek Nemli bulutlarına ağlamayı da öğret Umutlanmayı kes, yaralar değişmeyecek Nakarat: Bir şeyler saklar gibi bakışların Ben ömrüme ruhunu nakışlarım bu bize yakışmadı.. Saklar gibi bakışların Ben ömrüme ruhunu nakışlarım bu bize yakışmadı..
youtube
0 notes
arahmansvm · 7 years
Text
Nurullah Genç YAĞMUR Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur  Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından  Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur  Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından  Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat  En müstesna doğuşa hamiledir kainat. Yıllardır bozbulanık suları yudumladım,  Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları, Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım. Hasretin alev alev içime bir an düştü,  Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü,  Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde,  Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü. İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin,  Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla,  Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin,  Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla,  Evlerin arasına dikilir yeşil bayrak,  Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak. Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım,  Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı,  Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım. Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü,  Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü,  Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe,  Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü. Bir güzide mektuptur, çağların ötesinden,  Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına,  Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden,  Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına,  Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin,  Sükutu yar, sevinci dualar kadar derin. Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım,  Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış mazide,  Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım. Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü,  Göğsümüzden umutlar bican düştü,  Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin,  En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü. Melekler sağnak sağnak gülümser maveradan,  Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar,  Mutluluk nağmeleri işitirler Hıradan,  Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar,  Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri,  Paramparça, ateşler şahının hayalleri. Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım,  O mücella çehreni izleseydim ebedi,  Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım. Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü,  Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü,  Katil sinekler deldi hicabın perdesini,  İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü. Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında,  Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin,  Ebedi aşka giden esrarlı yollarında,  Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin,  Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü,  On asırlık ocağın savururdum külünü. Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım,  Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak,  Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım. Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü,  Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü,  Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara,  Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü. Badiye yaylasında koklasaydım izini,  Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgar,  Seninle yıkasaydım acılar dehlizini,  Ne kaderi suçlamak kalırdı, ne intihar.  Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya,  Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya. Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım,  Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu,  Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım. Haritanın en beyaz noktasına kan düştü,  Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü,  Mahkumlar yargılıyor; hakimler mahkum şimdi,  Hakların temeline sanki bir volkan düştü. Firakınla kavrulur çölde kum taneleri,  Ahuların içinde sevdan akkor gibidir,  Erdemin, bereketin doldurur haneleri,  Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir,  Şemsiyesi altında yürürsün bulutların,  Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların. Devlerin esrarını aynalara sorsaydım,  Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler,  Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım. Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü,  İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü,  Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer,  Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü. Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini, Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir,  Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini,  Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir,  Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından,  Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından. Madeni arzuların ardında seyre daldım,  Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini,  Senin için görülen bir düş de ben olsaydım. Şehirler kabus dolu; köylere duman düştü,  Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü,  Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali, Hazindir ki; dertleri aşmaya umman düştü. Ay gibisin, güneşler parlıyor gözlerinde Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray Tohumlar ve iklimler senindir, mevsim senin Mekanın fırçasında solmayan resim senin. Yağmur, bir gün elini ellerimde bulsaydım, Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme Senin visalinle bir gülmüş te ben olsaydım. Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü,  Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü,  İniltiler geliyor doğudan ve batıdan,  Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü. Islaklığı sanadır ahımın, efganımın,  İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler,  Sendendir eskimeyen cevheri efkarımın,  Nazarın ok misali karanlıkları deler.  Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin,  Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin. Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım,  Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar,  Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım. Yağmur, ayrılığıma seninle derman düştü,  Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü,  Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün,  Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü. Nefesinle yeniden çizilecek desenler,  Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek,  Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler,  Anneler çocuklara hep seni içirecek,  Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin,  Sana mü'mindir sema; sana muhtaçtır zemin. Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,  Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,  Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım. Kardeşler arasına heyhat, su-i zan düştü,  Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü,  Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın,  İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü. Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım,  Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım,  Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım,  Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım,  Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım,  Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım,  Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım,  Senin için görülen bir düş de ben olsaydım,  Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım,  Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım,  Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım,  Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın,  Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım...
0 notes