Yörük Kadını / MOR CEPKEN.
Herkes, Mor rengin kadın haklarında niye ön plana çıktığını, kadınları şiddetten korumak için oluşturulan yapılara niye Mor Çatı dendiğini bilmez.
Dünyada mitolojiler ve renklerin psikolojisiyle anlatılan bu kullanımın Türkiye’de benimsenmesi, Yörük kadınlarının Mor Cepken giyme geleneğine dayandırılıyor.
Yörük kadını yaşlanıp iyice deneyim kazanınca KEZBENCE olur adı.
O, Oymağın bilge kişisi, akıl danışılanıdır artık, göçebe yürüklüğün kadınlarına tanıdığı yüce bir haktır, mor cepken erkeklerin ise korkulu rüyasıdır.
Mor cepken, Karacaoğlan türkülerinde geçer, günümüzde Ege, Muğla, Antalya ve Toros Yürüklüğünde yaşlı kadınlar tarafından hala bilinir, Yörük kızlarının çeyiz bohçasına önce mor cepken konur.
Kenarları sarı simgelerle işlenmiş, yelek biçiminde, mor renkli bir giysidir.
Yörük kızları sevdikleriyle evlenirlerdi, başlık parası gibi alışkanlıkları yoktu.
Mor cepkenin evlilikteki yeri ise, zamanı geldiğinde, darda kalan Yörük kadınının erkeğine karşı kullandığı bir boşanma özgürlüğünün simgesidir.
Mor renk ihanete uğramış, aldatılmış, aşkın rengidir, mor çatı adı oradan gelir.
Bizler dünyaya mor cepkeni yeterince tanıtabilseydik 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü mor cepken günü olarak kutlardık, Evli Yörük kadını, ihanete uğrayınca ya da kocası tarafından aşağılanıp dövülünce, bir şekilde mor cepkeni giyip herkesin görebileceği bir yere otururdu, ben bu herifi boşadım demekti, o zaman akan sular durur, herkes işini gücünü bırakır.
Masal anaları ile doğum ebeleri mor cepken giyen kadının çevresini alırlar, kocasının insan içine çıkmaya yüzü kalmazmış, yanılır ortaya çıkarsa, ona selam verilmez, selamı alınmaz, konuşulmaz; acıksa aş, ekmek verilmezmiş, toplumun dışladığı, yapayalnız bir insan olurmuş.
Büyük ödün verip de karısına mor cepkeni çıkarttıramazsa ömür boyu dul kalacaktır, kimse ona Dul ve Şaşı kızını bile vermez artık, göçebe Yürüklüğünün kadınına tanıdığı hakka, özgürlüğe bakın siz.
1800 yılların sonlarında Nazilli Kasabasının Aydın dağlarında, dağa çıkarak kadın hakları için savaşan GİZEMLİ KADIN EFE de bunlardan biridir, Ege yöresinin unutulmaz bir eridir.
Mor cepken, Ege efelerinin giydiği bir giysidir, buralarda efelik kadın erkek işi değil yürek işidir.
Kybele, Artemis, Tahtacı Yörüklerinden bu yana Kadın baş Tacıdır bu topraklarda.
Mor cepken,Yörük kadınının haklarını koruyan, esirgeyen eski bir TÖREDİR, Binlerce yıl öteden beri sürüp gelmiştir.
Karı-koca mutlu olsunlar, mor cepken çeyiz bohçasında kalsın.
Not:Araştırmacılardan derlenmiştir.
14 notes
·
View notes
Zaman ve mekan sıkışması hakkında ki düşüncelerin nelerdir ?
Yaygın efsaneler, mitolojiler tarih öncesi toplumlarda bolluğun Mutluluğun egemen olduğu kolektif topluluklardan bahsederler,bu toplulukların özgün nitelikleri sınıflardan mülkiyet ilişkilerinden ve modern iş bölümünden bağımsız topluluklar olmasıdır,
Modern antropolojinin tarih öncesi topluluklar yani tarım toplulukları olmayan avcı-toplayıcı toplumlar üzerinde yaptığı araştırmalarda bu insanların zaman kavramından habersiz olduklarını ortaya koymuştur. Bir küçük burjuva anarşisti -anarko primitivizm olan Jhon zerzana göre zaman mekan sıkışması - zamanın kategorileştirilmesi tüm insan faaliyetlerinin derecelendirilmesi uygarlığın yani özel mülkiyetin ortaya çıkması ile başlamıştır. öyleyse zaman kavramı uygarlığın yani özel mülkiyetin ürünüdür zerzana göre zaman tahakkümün ruhudur ilkel insan zaman kavramından habersizdi çünkü köle değildi
“avcı-toplayıcı yaşamdaki "boş zaman bolluğuna" değinerek şöyle der; "sıkıntı ve günbegün öğütülme yerine, zevk verici bir yaşam tarzının eşlik ettiği bu boş zaman bolluğu, toplumsal yaşamın niçin öylesine durgun kaldığını gayet iyi açıklamaktadır. Jhjon Zerzan
özel mülkiyetin doğuşu ile birlikte doğal olmayan bir iş bölümü ortaya çıkmış insanın kendisi ile birlikte emeğide bir meta haline gelmiş ve marksın değimi ile kendi emeğine yabancılaşmış ücretli köle toplumu doğmuştur. Bu toplumda zaman özel mülkiyet ve sermaye birikimin derecelendirilmesi ve sistemleştirilmesinin pisagorcu bir aracıdır.
Zamanın matematikleştilmesi tüm insan faaliyetlerinin özel mülkiyet ilişkilerine uygun biçimde düzenlenmesi uygarlık ile birlikte ortaya çıkmıştır oysaki avcı toplayıcı toplumlar zamandan bağımsız ve doğal bir iş bölümüne sahiptirler
Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, gelip geçen bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları. Gorkinin bu müthiş tespitleri kendi emeğine ve doğaya yabancılaşmış ücretli köleni toplumun özetidir.
Rutin ve monoton iş yaşamından uzun çalışma saatlerinden, yoksulluktan, açlıktan ve sefaletten dolayı, en doğal insanı faaliyetlerine yabancılaşmış bir toplum. Teknoloji tarafından yalıtılmış, yaşamı maddi ilişkiler yerine, tüketim nesneleri ile çevrilmiş, doğadan tamamen arındırılmış, bir dünyada tüm zamanını atölyelerinde tüketen bir köle toplumu. Günümüzde burjuva toplumun nesnel yapısı budur. Serbest zamandan ve yaşamın zenginliklerinden faydalanmak yalnızca ayrıcalıklı sınıfların imtiyazıdır.
Terakkî saatin tekâmülüyle başlar. İnsanlar saatlerini ceplerinde gezdirdikleri,onu güneşten ayırdıkları zaman medeniyet en büyük adımını attı. Tabiattan koptu. Müstakil bir zamanı saymaya başladı. Fakat bu kadarı kâfi değil. Saat zamandır, bunu düşünmemiz lazım!
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Kapitalizm tarafından kutsanan ve yüceltilen, post modern bireyin, aşırı özerkleşme arzusu, onu özgürleştirmek bir yana, daha fazla tahakküme zorlamış yapay bir labirentin içine tutsak etmiştir. Tüm toplumsal faaliyetleri tüketim ile eşitlenen birey, doğal olandan koptukça, yabancılaşma yalnızlık, rutinleşme, tekdüzelik, tatminsizlik,ile baş başa kalmıştır.
Jean Baudrillard değimi ile orji sonrası toplumlarda yani post- endüstriyel toplumlarda maddi insanı ilişkilerin yerini tüketim ilişkileri almıştır tüketim biricik ahlak biçimine dönüşmüştür öyleyse uygarlığın başından beri doğal olmayan bir iş bölümü içinde tüm zamanı özel mülkiyet sistemine göre derecelendirilen insan devasa bir meday similasyonu tarafından yutulan hakikat ile birlikte absorte edilmiş ve palyatif bir varlığa dönüştürülmüştür
Harvey, “zaman-mekân sıkışması” terimiyle mekân ve zamanın nesnel niteliklerinde gerçekleşen devrimci değişimlere vurgu yapmaktadır. “Sıkışma” terimi ile kapitalist süreçte hayat hızının artışını ve mekânsal engellerin ortadan kalkışını ifade etmektedir. Ona göre bu terim, mekân telekomünikasyonun yarattığı bir “küresel köy”e dönüşmekte ve zaman da içinde bulunduğumuz anın dışına çıkamayarak kısalmaktadır (Harvey, 2010: 270). Harvey, modernite döneminde demiryolları, buhar gemiciliği, balon yolculuğu ve bunların fotoğraflanması ile birlikte telsiz, telgraf, radyo, X-ışınları, sinema, bisiklet, otomobilin zaman-mekân deneyimlemesini değiştirdiğini, iç içe geçirdiğini ve kamusal zamanın mekânda her geçen gün daha türdeş ve daha evrensel hale geldiğini belirmekte (Harvey, 2010: 297-300), bununla birlikte zaman-mekân sıkışmasının Fordist üretimden esnek üretime geçişle birlikte, postmodern dönemde hızını arttırdığını söylemektedir. Yeni organizasyon biçimleri ve yeni teknolojiler ile bu mümkün olmaktadır (Harvey, 2010: 317). Bu sistemde emek hareketlidir, modalar ve kısa süreli meraklar vardır (ki bu zamanın ufkunu yok eder), her şey para ekonomisinin konusu olabilmektedir ve üretim devri olduğu kadar tüketimin de devri hızlıdır, kitle turizmi yaygındır, kara-deniz ve demiryolu taşımacılığı hızlıdır. Bu durum mekânsal engellerin aşılması, mekânın zaman aracılığıyla yok edilmesi demektir (Harvey, 2010).
3 notes
·
View notes
Hoş geldin Kara Karga!
Şen Şair Yürekli Seyyah([28]) attı kolunu omzuna Zambaklı Filozof’un([29]), döndü [kehre] O’na [hüve]. Gel, izinden Kara Karga’nın! Düşelim muhabbete, içelim aşkın şarabını. “Daha içelim, daha içelim.”([30])
“Fazla anlaşıldığım için karanlıkta kalıyorum”([31]): Kara Karga
“Ararsam pınarın gözün ararım
Bulanmış da durulmuşu n'ideyim?”([32])
Karga öz ötücü([33]) [oscines] ve "kapkara" bir kuştur. Hakkında bu kadar yanlış kanaatler üretilmesine rağmen kültürler, dinler, mitolojiler, edebiyat ve günlük konuşmalarda onun kadar sağlam bir yer edinen başka bir kuş yoktur. Türüyle ilgili bilgilerde karga; “kişilik sahibi, cür’etli, faal, dengeli, akıllı, asil” gibi niteliklerle anılıyor. Kargalar çevreye kolaylıkla uyum sağlayan güçlü uçucu kuşlardır. Kendilerine özgü bir dilleri vardır, ötüşlerinin anlaşılabilir anlamlara geldiği artık bilinmektedir. Yaşadıkları bölgeyi kıskançlıkla korurlar. Çok akıllı oldukları hatta kabile toplantıları düzenledikleri, uçarken özel bir süzülmeyle alçalıp toprağın olumlu enerjilerini alabildikleri söylenir. Çok yükseklere uçabildikleri için bir şeyin iyi ve kötü yanlarını çok iyi görürler. Sayı sayabilen tek kuş denilmektedir. Seherlerde uyanıktırlar.
Kara Karga [ya da kuzgun] simyada iki dünya arasında birleştirici semboldür, yani düpedüz berzah; hayal âlemi. Simyacılara göre uçuş ve yere konuşundaki geçişsel enerjiler ve yaşam alanlarının hava elementi olması sebebiyle yer ve gök [ruhlar dünyası ve yaşam dünyası] aracıdırlar. Ayrıca insanın yükselişi [insanı kâmil] sırasında beden ve ruh geçididirler [berzah, geçit, kıstak]. Uçmak bedenin sınırlarından kurtulmak, yere konuş göksel enerjilerle bedene yeniden dönüşü simgeler.
“Ruhsal simyada Büyük İş’in başlangıç noktası karga ile sembolize edilir. Ruhun iç dünyası başlangıçta kara, karanlıktır [nigredo deneyimi]. Kara karga sembolü ile, insanı fiziksel bedenine hapseden fiziksel duyular dünyasından bilinç dünyasına çıkış anlatılmaktadır.”([34])
“Kılavuzu karga olanın…” sözünün aksine Kur'an’da karga insana kılavuzluk yapar.([35])
Kızılderililerde karga insanla doğa arasındaki dengenin simgesidir.
Castaneda’nın bilge dostu ve "hermetik" bilgesi Yaqui Kızılderilisi Don Juan’ın yorası [haberci kuşu] kargadır. Onda ölüm deneyiminin simgesi de kargadır.
Edgar Allan Poe’nun Kuzgun [Kara Karga] şiiri hepinizin malumudur. Eski kutsal günlerden bugüne kalmış bir kuzgun, kurtuluş için gönderilmiş melektir ve çorak ülkede tektir.([36])
İbn Arabî, İttihad'ül Kevni risalesinde([37]), “Özdeşlik Ağacı ve Dört Ruhani Kuş”tan bahseder. Kara Karga’nın hakikatini bize gösterecek enfes bir anlatıdır bu. İbn Arabî’nin verdiği şekliyle risalenin tam adı “İnsanlık Ağacının ve Dört Ruhani Kuşun Huzurunda, Varlığın Müşahedesinde Yaratılış İttihadı”dır. Semavi bir yükselişte [miraç] her birinde bir peygamberin durduğu yedi gök aşılır miraç son bulur. Kendi birliğini gerçekleştirip mükemmelliğe ulaşan insanı kamil yaratılışın bir prensibi olarak sunulur. Bu ağaçla ve dört ruhani kuşla sembolize edilir.
Bu kutsal ağaç alegorisi Kur'an’da da yer almaktadır. Hz. Peygamber’in miraç sonunda ancak bir insanın yapabileceği bir yolculuk olarak [melek buradan sonra eşlik edemez] yalnız başında seyr’ ettiği Sidretü’l-Münteha [son sınır ağacı ("[en] başlangıçta kökensel varlık ağacı" da denilebilir)] vardır. Burası “ara dünya [berzah, geçit, kıstak]”dır. Ağaç keşfen bilinir. Evrensel zuhurun kendisinden doğduğu prensibin tamamlayıcı görünümleri olarak Dört Ruhani Kuş ardı ardına doğar. Ve her biri birer konuşma yaparak kendi hakikatlerini bildirirler. Kur'an’da da geçen bu ağacın “kökü sabit dalları gökyüzündedir.”([38]) Kökleri aşağı dünyaları, dalları ise “zirve seyir” yerlerini simgeler. Birlik ve Özdeşlik Ağacı olarak aynı zamanda eşeyliliklerin [ikilik ve farklılıkların] de temsilcisidir. Ağaç kelimelerin tümüdür [cevamiu’l-kelim] ("işi bitirici konuşma" da diyebiliriz), sırlar ve hikmetler madenidir.
Ağacın dallarıyla yaprakları arasında Karga ve garip Anka kuşu durmaktadır. Daha ince dallarda ise Kartalla Gerdanlıklı Güvercin vardır. Kartal güvercine âşık olur ve onlardan [güvercinin nefeslenmesiyle (nefesi rahmani)] Anka kuşu doğar. Anka Batı’da, dünyayı çeviren okyanusun kıyısında konaklamaktadır. Kara Karga ise dişi Anka’nın oğludur.
İlk Aklı ya da Yüce Kalem’i temsil eden Kartal Allah’ın ışığı [nur] olarak bir tecelliyle var olmuş ilk varlıktır. Kartal bâtın, Karga ahir ve zahirdir. Bu nedenle varlığın gizliliğinin, dirilişinin ve ilk duruma dönüşünün habercisidir. Kapkara rengiyle karga zuhurun nihai gelişimini temsil eder. Bunlar Varlık hakikatini, kendilik bilgisini, insan olma yolunda mükemmelliğe ulaşmak olan insanı kamil’in hallerini insanın bilmesi içindir.
Karga nurlar heykelidir ve sırlar hazinesinin taşıyıcısıdır. Önce ve sonradır. His de hissedilen de ona ait olup resimler ondan zuhur eder. Şekillerin aslıdır ve misaller, örnekler, semboller onun sûretinin evreleridir. Genişliği [arzî (topoğrafya)] Allah dostları için ikram evidir. Hikmet dükkânı, nağmeler musikisidir. İlahi kelamların derin hakikatlerini birleştirip toplayandır. Hakk Teala huzuruna çağırmış ve kendisini tanımasını istemiştir. Her anlam Karga’dan fışkırır. Gözlerden saklanan, manaların aslı, şarkıların kaynağıdır. ŞAİR([39]) Karga’ya âşık olmuştur. O, ŞAİR “öylesine bilgili, öylesine yüce makamlı ve öylesine erdemli”dir. İlmi en mükemmel ilim, işi en mükemmel iştir ŞAİR’in.
Kara Karga’nın ŞİİR’i yalın halde, insanlık makamında bir şiirdir. Bu yalın insanlık halini asla eğitmeye, değiştirmeye, ehlîleştirmeye çalışmaz. Üryan Şair Ayrıksı Göz’ün([40]) şiiri gibi “üryan”([41]) bir şiirdir bu. Bütün yüklerinden, yüklemlerinden kurtulmuş, bütün ağırlıklarını atmış, gizlilik ve bilinmezlikten soyunmuş, çırçıplak, dosdoğru bir söyleyiştir. Karacaoğlan’ın “Ararsam pınarın gözün ararım / Bulanmış da durulmuşu n'ideyim?” dizeleri de bunu çok güzel anlatır. Ayn’ın([42]), pınarın [duru söz’ün] dupduru, şifa verici, iştah açıcı ve neşe verici kaynağından ab-ı hayat [hayat suyu] içmek varken; arıtılıp temizlenmiş, durulmuşsa da öncesinde bulanmış [tarihle, kültürle, metafizikle, felsefeyle, düşünceyle hatta (küçük harflerle) şiirle] olan suyu neden içsin insanoğlu? Pınarın gözesinden fışkıran dupduru suyun şenelten şiirini söyler Kara Karga.
Varlık’ın çağrısını işitip muhabbete koyulan Kara Karga Varlık Türküsü’nü tutturmuştur, çakırkeyf, şen bir şiir söyler. O hep “bir arada”, hem yerdedir, hem gökte; hem bilinendir, hem bilinmeyen; hem görünendir, hem görünmeyen; hem zahirdir, hem bâtın; hem ruhtur, hem beden; hem şiirdir, hem düşünce; hem de hiçbirisidir: Hepbirarada. Artık bilinmeyen ve henüz konuşulmadık dillerde, ilk en ilk çölsel dilde konuşur, yerde [artık] yeri olmayan çok özel bir yerden, özge diyar[lar]dan konuşur. Dokunulmadan kalmak, ayn’iyetini korumak isteyen çoklu bir haykırıştır o. Çocuğa ait aydınlık ve muzip kahkahayla, kendi yeri olmayan bir yerden konuşanı masalın çevrimine sokarak zevkli bir oyun başlatır hora teperek. Örneği çıkarılmış örgüleri söker atar. Olanın olduğu gibi olması en harikulade şeydir zaten. Kara’yı sever, tehlikeyi de ve geceyi; gecesel ışığın o dipsiz, serin aklığında sabahlar ve akşamlar. Ne “babasal” ne “anasal” bir söylemi vardır, hep kökene; kökenden daha eski bir kökene, yeniden hep kaynağa döner. Başlayan bir başlangıçtır bu. Delikanlı, karaşın ve şen bir başlangıç…
İbn Arabî’nin “Özdeşlik Ağacı ve Dört Ruhani Kuş” anlatısının sonunda Karga, konuşmasını çok ilginç bir şekilde tamamlar. Bu, günümüze kadar “Karga’nın mahkum edilişini”ne karşı çağlar öncesinden gelen bir manifestodur âdeta:
“Sağlam akıllı olduklarını iddia eden, bununla birlikte verdiği hükümlerde çoğu kez yanılgılara düşen kimileri, çok kaba ifadelerle, çirkin kelimelerle beni alaya aldılar. Ve güzel övgüleri (sena) benden esirgediler; sena giysisini bana giydirmediler. Ama bu yaptıkları çok geçmeden kendi aleyhlerine dönüverdi. Kendi kazdıkları kuyuya kendileri düştüler. Kötü amelleri onları çepeçevre kuşattı. Sanki ben onlarla birlikte derinliğimde (umkî), yani Cehennemindeydim de onlar birdenbire “imdat!” diye bağırmaya başladılar. Karşılığında ise, sadece “Girin Cehenneme ve artık Bana bir söz söylemeyin!” (Kur'an; 23/ 108) cevabını aldılar. Oysaki genişliğimde (arzî); yani Cennetimde, benim hakkımda güzel övgülerde, senalarda bulunanlar, onlar ve onların eşleri “Cennetin (çiçekli ve şırıl şırıl sular akan) bahçesinde sevinç içinde neşelenirler.” (Kur'an; 30/15; 43/70). Fakat beni zaten İlahi Yasa (eş-şer’u) övüyor, sena ediyor, onların ne önemi var! Dinlenilen Kutsal Kitaplar benim mertebemi açıkça bildiriyor. Dolayısıyla sözlerimde aşırı gitmiyorum ben.”([43])
([1]) İfade İbn Arabî’ye aittir.
([2]) Belki [de] _yalnız[ca] sembole yakınlık olabilir. Sembolü bir çeşit “fantazma” gibi görerek…
([3]) “Biz o mutlu birliği kelimenin tek anlamıyla Varlığı (Das Sein) kaybetmişiz. Ona erişmemiz, onu elde etmemiz için de önce onu kaybetmemiz gerekiyordu.” Friedrich Hölderlin, Hyperion 2, çev. Melahat Togar, Milli Eğitim Basım Evi, İstanbul,1965, s. 112.
([4]) Bu gidiş, bu uzaklaşma, bu unutuş yoksa biz olabilir sandığımız için midir? Yapabileceğimiz başka bir şey yok; uzaklaştık, unutacağız. O halde gelsin sanat, estetik, teknik: “Madem uzaksın, gittin seni yokluğa gömeceğim.” Çaresiz çare.
([5])İbn Arabî
([6]) “Arasında
Duyduğumla söylediğim Söylediğimle sustuğum Sustuğumla düşlediğim Düşlediğimle unuttuğum arasında [ki]: Şiir.” Octavio Paz
([7]) Melih Başaran, Gıyabında, Yerineler; Paradigma Yayınları, İstanbul 2004.
([8]) Bülbül de var burada evet. Lakin bülbül “Mantku’t-Tayr”ın işaret ettiği seyr ü seferinde kendi hakikatini Anka’da bulmuştur.
Kartal da var burada. Lakin başka bir çevrimde çoğun Anka, kimi zaman da Kirpi kisvesiyle çıkar karşımıza. Nitekim Simurg u anka [Zümrüdüanka] Kartal soyundandır. İbn Arabi’nin “Dört Ruhani Kuş”undan Kral Kartal Anka’nın babasıdır. Keloğlan’ın koruyucu kuşu, Zülkarneyn’in yıldız kuşu olan Anka Selçuklularda boynunda halka bulunan [gerdanlıklı] çift başlı kartal’dır. Mümkündür ki bir başka kavle göre Kartal burada daha çok, belki de_ düşüncenin hayaletidir.
([9]) "Bir düşünce her tür kurnazlığı güçleştiren bir sadakat gerektirir" Maurice Blanchot
([10]) “Gönül Kâfına gir, hakikatlerin Anka'sını avla.”Usûlî
([11])Semender, Devlet Kuşu, Tuğrul, Hümâ adlarıyla da bilinir.
([12]) “Otuz kuş”un Simurg’un doğru etimolojisi olmadığı, Pehlevice sn "kartal" ve murg "kuş"tan oluştuğu tespitini de burada anmak gerekir. [İslam Ansiklopedisi,c. 10, Simurg maddesi, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.]
([13])Ferîdüddîn Attâr, Mantıku't-tayr, çev: Abdulbaki Gölpınarlı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul.
([14]) “πόλλ’ οἶδ’ ἀλώπηξ, ἀλλ’ ἐχῖνος ἓν μέγα” Grek şair Archilochus.
([15]) Cahit Zarifoğlu, Zengin Hayaller Peşinde, Beyan Yayınları, İstanbul.
([16]) "Şiir Kirpisi" de kendini kolayca tehlikeye atmaktadır.
([17]) "Şiir Kirpisi" de otoyollara vurur kendini.
([18]) Martin Heidegger… Karaşın şair Ece Ayhan, Heidegger için böyle söylüyor.
([19]) Angelus Silesius
([20]) “Ebediyen ölmüş olacaksın, eğer burada ve şimdi çiçek açmazsan.” Angelus Silesius
([21]) Behçet Necatigil
“Ellerde, dudaklarda, ıssız yazılarda
Akşamlara gerili ağlara takılıyor
Yaralı hayvanlar gibi soluyor
Bunalıyor, kaçıp gitmek istiyor
Yollar, ya da anılar boyunca.
Alıp alıp geliyorum, uyumuyor bütün gece
Kımıldıyor karanlıkta ne zaman dokunsam
Solgun bir gül oluyor dokununca.”
([22]) Jacques Derrida, Şiir Nedir?, Babil Yayınları, Erzurum 2002.
([23]) Jacques Derrida, Şiir Nedir?, Babil Yayınları, Erzurum 2002.
([24]) Georg Trakl
([25]) Jacques Derrida, Şiir Nedir?, Babil Yayınları, Erzurum 2002.
([26])“Demek, giderek daha karanlık olan gecesel bir ışık. Bitirmek için adımlarımızı sıklaştıralım: Üçüncü yer’e, arşi-kökensel’den daha fazlası olmuş olabilecek bir yere, adaya ya da vaadolunan toprağa değil, ama belli bir çöle -vahiy <açımlama> çölüne değil-, çöldeki çöle, ötekiyi olanaklı kılan, açan, oyan veya sonsuzlaştıran çöle doğru…”Jacques Derrida, İman ve Bilgi Basit Aklın Sınırlarında "Din"in İki Kaynağı, çev. Melih Başaran, Toplumbilim, 10.
([27]) “Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur, Bir dem gelir şâdân olur, bir dem gelir giryan olur, Bir dem sanırsın kış gibi, Zemahşer-î olmuş gibi, Bir dem bişâretten doğar, hoş bağ ile bostan olur, Bir dem gelir söyleyemez, bir sözü şerh eyleyemez, Bir dem dilinden dürr döker, dertlilere derman olur, Bir dem çıkar arş üzere, bir dem iner taht-es serâ, Bir dem sanırsın katredir, bir dem taşar ummân olur, Bir dem cehâlette kalır, nesne bilmez na-dan olur, Bir dem dalar hikmetlere, Kâlînos û Lokmân olur, Bir dem dev olur ya peri, viraneler olur yeri, Bir dem uçar Belkıs ile, sultân-ı ins û can olur, Bir dem varır mescitlere, yüz sürer anda yerlere, Bir dem varır deyre girer, incil okur ruhban olur, Bir dem gelir İsa gibi, ölmüşleri diri kılar, Bir dem girer kibr evine, Fir’avn ile (Firavunla) Haman olur, Bir dem döner Cebrail’e, rahmet saçar her mahfile, Bir dem gelir gümrah olur, miskin Yunus hayran olur.”
Yunus Emre
([28]) Jacques Derrida
([29]) Zambaklı Filozof’un [Heidegger] düşüncesi [hatta şiiri diyelim] hep yolda olsa bile, onda hep bir nostalji, hep bir dönüş miti olmuştur. Elbette bu henüz varolmamış önümüzde bir başlangıçtır. Bundandır Zambaklı Filozof düşünce hayaleti Kartal’a tutulmuşsa bile Anka’ya bir komşuluğu vardır. Ömrü vefa eder “Kıryolu” [şiiri] ve “Niçin taşrada kalıyorum” yazısında Kara Karga’ya komşu olur. Bu muzip gülümsemeler Zambaklı Filozof’un da Şen Şair Yürekli Seyyah [Derrida] gibi “şen bir ironiye” sahip olduğunun açık göstergesidir.
Yanlış bitiştirmeler olabilir düşüncesiyle burada Anka’yı Şiir Pîri Arifi Ekber İbn Arabî’nin hep konukluğuna açıldığı şiir hayal[et]i olarak düşünmediğimizi belirtelim. Şiir Pîri, Üryan Şair Ayrıksı Göz Yunus Emre gibi Kara Karga’nın yakinidir. [İzin verilirse bir muziplikte biz yapalım. İbn Arabî; Arabın oğlu, yani kara, karaşın oğul. Daha baştan Kara Karga ile soydaş.] Cür’etimizin farkında olarak Anka [Şems öncesi ilk dönem] Mevlâna’nın yakinidir diyebiliriz. Şemsi Tebrizî ile başlayan süreç sonrasında o da Kara Karga’nın komşuluğunda konaklar olmuştur.
([30])“seninle başbaşayız üstelik sarhoşuz adamakıllı daha içelim, daha içelim.
…
bitsin bu delicesine koşu.
…
yeter, yeter... öleceksek ölelim hadi vur kendini şaraba kedere ve aşka vur. daha içelim, daha içelim.”
Ümit Yaşar Oğuzcan
([31]) Michel Foucault
([32]) Karacaoğlan
([33]) Daha baştan bu bile kargayla ilgili “kasıtlı” bir yanlış kanaat oluştuğunu, oluşturulduğunu göstermiyor mu?
([34]) Mehmet Saltık, Kuşdili Kılavuzu [Simyanın Ayak İzleri], Hermes Yayınları, İstanbul 2005, s. 103.
([35]) “Bunun üzerine Allah, kardeşinin cesedinin çıplaklığını nasıl gizleyebileceğini ona göstersin diye toprağı eşeleyen bir karga gönderdi. [Bunu gören Kâbil,] “Eyvah” diye haykırdı, “Yazıklar olsun bana! Ben, bu karganın yaptığını yapamayacak kadar ve kardeşimin cesedinin çıplaklığını gizleyemeyecek kadar aciz miyim?” [Maide, 31]
([36]) “…
Çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden Bugüne kalmış bir Kuzgun pancuru açtığım zaman. …" “Gerçi yolunmuş sorgucun” dedim, “ama korkmuyorsun Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından; Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?” Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
…
Sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla Melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan. … Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”
“Geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa? Ey kutsal yaratık” dedim, “uğursuz kuş ya da şeytan! Bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin, …"
Edgar Allan Poe
Türkçesi: Ülkü Tamer
([37]) İbn Arabî, İttihâdü’l-Kevni Risalesi, çev: Mahmut Kanık, İnsan Yayınları, İstanbul 1991.
([38]) “Allah’ın, güzel-doğru bir söz için nasıl bir misal verdiğini görmüyor musun(uz)? Kökü sapasağlam, dalları göğe doğru uzanan güzel-diri bir ağaç gibi[dir o]; ki, Rabbinin izniyle her mevsim meyvesini verip durur. Allah insanlara [işte böyle] misaller veriyor ki, [değişmeyen gerçeği] düşünüp kendilerine ders çıkarsınlar. Ve çirkin bir sözün durumu ise, kökü toprağın üstüne çıkarılmış, bütünüyle kararsız, dayanıksız çürük bir ağacın durumuna benzer.” [İbrahim; 21-24]
([39]) Burada geçen “Bilgili, erdemli imam [öncü]” tanımlamasını biz, “Söyleyemem şimdi ben ismini” dedikten sonra “Benim sembolik anlatımımı anlayan” diye devam eden İbn Arabî’nin kastına da uygun düştüğünü düşünerek ŞAİR diye anlıyoruz. Allah en doğrusunu bilir!
([40]) Yunus Emre
([41]) “Uş gine geldim ben bunda, sır sözün ayan eyleyem, Bir söz ile yeri göğü cümlesin beyan eyleyem. ... Bu bizden önde gelenler, manayı pinhan kılanlar, Ben anadan doğmuş gibi geldim ki uryan eyleyem.”
Yunus Emre
([42]) İbn Arabî’nin "a‘yân-ı sâbite" veya "madûm" dediği Varlığın ilk, benzersiz sûretleri, özleri. Ayn kelimesi aynı zamanda “göz, pınar, göze” anlamlarına da gelmektedir.
([43]) İbn Arabî, İttihâdü’l-Kevni Risalesi, çev: Mahmut Kanık, İnsan Yayınalrı, İstanbul 1991, s. 111-112.
4 notes
·
View notes