Tumgik
#Ferman padişahın
turkudostu61 · 2 years
Text
Tumblr media
0 notes
sillagen · 3 months
Text
Annem salatanın içine nar koymuş. Canım anam Avşar soyunuz yerleşik hayata geçmemek için başına kafa tutmuş.Diyar diyar gezmişsiniz.. Bu kafa tutmada o kadar kan dökülmüş ki burada kanlıgecit denilen yer adını ordan almış. Daldaloğlu yani dedemiz boşuna " ferman padişahın dağlar bizimdir" dememiş. Dağlarda gezip, göçebe yaşamışsınız hatta Çerkezlerin atını çalımışsınız. Sen nar koyuyon salataya hele bak şuna hele oldum
20 notes · View notes
vatanizmtr · 7 months
Text
Bugün 22 kasım.Mondros'a rağmen Medine kalesini teslim etmeyen,ancak padişah emir buyurursa teslim olurum diyen,Sultan Vahdettin den ferman gelince de;İngiliz süngüsü altında esir olan padişahın emrine uyulmaz deyip direnişe devam eden Fahrettin Paşa'nın ölüm yıldönümü. Rahmetle
Tumblr media
21 notes · View notes
bulutbey79 · 2 years
Photo
Tumblr media
İslamiyet, vahşet dini midir? Müslüman din adamları, Hıristiyanları ölümden kurtarırken, Papalar, dünyayı Müslümanları öldürmeye davet ediyorlardı!   Sual: İslamiyet ve bilhassa Osmanlı sultanları insanları öldürmeye, katletmeye mi teşvik ettiler? Cevap: Fezleke-i târîh-i Osmânîde ve Abdurrahman Şeref Bey'in Tarih-i devlet-i Osmâniyyesinde deniyor ki: “Dâr-üs-se'âde ağası iken emekli olan Sünbül Ağa Mısır'a giderken, gemisi Rodos açıklarında, Malta korsanları tarafından basılıp, ağa şehid edildi. Venedik gemileri Mora'ya asker çıkarıp çocuk ve kadın demeden, binlerce Müslümanı öldürdü. Onsekizinci padişah Sultan İbrahim Han, çok merhametli idi. Hıristiyanların bu katliamını işitince pek üzüldü. Bunlara karşılık olarak, Osmanlı idaresinde bulunan Hıristiyanlara kısas yapılmasını, öldürülmelerini emir ve ferman eyledi. O zamanda Şeyhülislâm olan Ebüs-Sa'îd efendi, padişahın huzuruna çıkarak, böyle bir kararın ve haksız yere insan öldürmenin İslam dinine aykırı olduğunu bildirdi. Sultan İbrahim Han, bütün Osmanlı sultanları gibi, İslam dinine ve Allahü teâlânın kitabına çok bağlı olduğu için, bu nasihati kabul ederek, kararından vazgeçti...” İşte İslam dîni budur. Müslüman din adamları, Hıristiyanları ölümden kurtarırken, Hıristiyan papalar, patrikler, papazlar, dünyayı Müslümanları öldürmeye davet ediyorlardı! Bir de, küstahça karşımıza çıkarak, İslam dininin vahşet dini olduğunu iddiaya kalkışıyorlar ve İsa aleyhisselâm, “Sağ yanağınıza tokat atan kimseye sol yanağınızı da çevirin” buyurdu demekten de utanmıyorlar... İngilizlerle Yahudiler, yalanlarla, iftiralarla ve para, mevki vadederek, Müslüman evlatlarını aldatıp, Osmanlı devletini yıktılar. Gençler arasına dinsizlik modasını yaydılar. Kadınların, kızların açık gezmelerine, fuhşa, içkiye, ahlaksızlığa, dinsizliğe, ilericilik dediler. İslam âlimlerini, İslam bilgilerini yok ettiler. İngiliz casusları, masonlar din adamı şekline girerek, İslamın güzel ahlakını, ibadetleri bozdular. İslamiyet gitti, yalnız adı kaldı. İttihatçılar zamanında, kanun yapanlar, beyler, paşalar da, İslam düşmanı oldu! İslamı yıkıcı kanunlar çıkardılar. Dine, imana bağlılık, suç oldu. Birçok Müslümanı astılar, kestiler, dinin emirler https://www.instagram.com/p/Cie9kHoqViS/?igshid=NGJjMDIxMWI=
0 notes
golge-gezgin · 2 years
Photo
Tumblr media
https://golgegezgin.blogspot.com/2022/03/travel-ankara-148-etimesgut-turk-tarih.html
Ay dost canım hey Kalktı göç eyledi Avşar elleri hey Ağır ağır giden eller bizimdir Arap atlar yakın eder ırağı Yüce dağdan aşan yollar yollar bizimdir Ay dost canım hey Belimizde kılıcımız kirmani Taşı deler mızrağımın temreni Hakkımızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın, dağlar bizimdir Ay dost canım hey Dadaloğlu'm bir gün kavga kurulur Öter tüfek, davlumbazlar vurulur Nice koçyiğitler yere serilir Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir
( Dadaloğlu )
.
.
.
.
.
[ Ankara, Etimesgut, Bağlıca, 17.03.2022 ]
16 notes · View notes
benmisim · 2 years
Video
youtube
ferman padişahın, dağlar bizimdir.
5 notes · View notes
junoastroloji · 5 years
Text
15 Ağustos 2019, ASLAN Burcu'nda DOLUNAY - Ferman Padişahın Dağlar Bizimdir!
15 Ağustos 2019, ASLAN Burcu’nda DOLUNAY – Ferman Padişahın Dağlar Bizimdir!
Fotoğraf: Abdullah Evindar
15 Ağustos 2019 tarihinde, İstanbul’a göre 15:29 itibariyle DOLUNAY adını verdiğimiz Güneş – AY karşıtlığı tam halini alacak. DOLUNAY haritasını yorumlarken aşağıdaki göstergeleri dikkate alıyorum;
AY Aslan Burcu’nun 22 derecesinde ve haritanın 2’inci ve 3’üncü evlerinin sınırında,
Güneş Aslan Burcu’nun 22 derecesinde ve haritanın 8’inci ve 9’uncu evlerinin sınırında.…
View On WordPress
3 notes · View notes
menemennpastirma · 5 years
Video
youtube
Avşar - Dadaloğlu
Sözleri: Ay dost Canım hey Kalktı göç eyledi avşar illeri Ağır ağır giden eller bizimdir Arap atlar yakın eder ırağı Yüce dağdan aşan yollar bizimdir Ay dost Canım hey Belimizde kılıcımız kirmani Taşı deler mızrağımın temreni Hakkımızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın dağlar bizimdir Ay dost Canım hey Dadaloğlu yarın kavga kurulur Öter tüfek davlumbazlar vurulur Nice koçyiğitler yere serilir Ölen ölür kalan sağlar bizimdir
#müzik #şarkı #rock #türkçerock #avşar #dadaloğlu
(via https://youtu.be/SalYjFHtas8)
2 notes · View notes
Quote
Ay dost canım hey Kalktı göç eyledi avşar elleri hey Ağar ağar giden eller bizimdir Arap atlar yakın eder ırağı Nice dağdan aşan yollar Yollar bizimdir yollar bizimdir yollar bizimdir Ay dost canım hey Belimizde kılıcımız kirmani hey Taşı deler mızrağım cemrani Hakkımızda devlet etmiş fermanı Ferman padişahın gardaş dağları bizimdir dağları bizimdir Dağları bizimdir Ay dost canım hey Dadaloğlum bir gün kavga kurulur Tüfek öter davlumbazlar vurulur Nice koç yiğitler yere serilir Ölen ölür kalan sağlar sağlar bizimdir sağlar bizimdir
CemKaraca
1 note · View note
belkidebirharfimben · 5 years
Text
Mustafa Öztürk nereye koşuyor? (2)
Tekrar merhabalar muhterem karilerim. Bir önceki yazımızda sözverdiğimiz üzere, zamanının büyük müçtehid, müceddid ve müfessiri; hatta söylemeye cür'et ettikleriyle kendisinden önce gelmiş-geçmiş cümle âlimleri kabr-i pür-nurlarında titreten; hasbelkader çağına yetişenlere ise hayretle damaklarını şaklattıran Mustafa Öztürk'ün 'vahyin mahiyeti' üzerine söylediklerini irdelemeye devam ediyoruz.
Efendim, bu defa, Allah'ın avn u inayetiyle, Öztürk'ün 'mana Allah'tan lafızlar Aleyhissalatuvesselamdan' taksimini Bediüzzaman'ın 'vahyin ve ilhamın farkları' adına söyledikleriyle mizana vuracağız. 'İnşaallah' diyelim. Tevfik herdaim Allah'tan.
Peki neden böyle bir yol tutacağız? Çünkü sayın Öztürk'ün paşa gönlüne göre eylediği taksimden sonra işin az-buçuk vahiyden ilhama döndüğünü düşünmekteyiz. Evet. Yani, kendisinin yüce beyanlarının aksine, mevzuun "Vahiy olsun da ister çamurdan olsun!" denilebilecek kadar basit olmadığını düşünüyoruz. İndirilişin usûlünde yapılacak oynamaların mahiyetinde de hasarlar meydana getireceğini, onu vahiy mertebesinden ilham mertebesine düşüreceğini zannediyoruz. Bakalım doğru zannediyor muyuz? Ama bizi Öztürk'ün bozuk terazisi değil can karilerimiz tartacak.
Şuradan başlayalım. Mürşidim Şualar isimli eserinde diyor ki:  "Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor." Metnin ilerleyen kısmında ise bu nüansın sebebini anlamızı sağlayacak bir ayna-güneş örneği veriyor Bediüzzaman. Onu alıntılamayacağım. Çünkü yazıyı epey uzatacak. Özetle şu anlamı çıkarabiliyoruz oradan:
Güneşin, her yansıtma özelliği olan şeyde, 'o şeyin kabiliyetine göre' bir yansıması vardır. Ancak bu yansıma bizzat güneşin kendisi değildir. Neden? Çünkü o şeyin sınırlarıyla sınırlanır. Tozlu bir ayna güneşi kendi aynalığının ve de tozlarının sınırlarıyla yansıtır. Kırmızı bir cam güneşi kendi kırmızılığıyla kirletir. Lekeli bir yüzey güneşi lekelerinden zararlarla resimler. Vesaire... Lise fizik derslerinde en zayıf notları alanlarımız bile yansımanın güneşin kendisi olmadığını bilir. Yansıyan güneştendir ama güneş değildir. Gezegenleri etrafında çeviremez.
İşte aynen bunun gibi, başta insan olmak üzere, cümle mahlukatın latifelerine de Cenab-ı Hakkın kelam sıfatının bir yansıması olarak manalar gider. Arılar yollarını onlarla bulur. Güvercinler yuvalarını onlarla tayin eder. Bugünlerde modern bilimin endoktrinasyonuyla 'içgüdü' demeyi âdet edindiğimiz bu türden yönelişlerin tamamında bir ilhamın, ama seviye seviye, mertebe mertebe, cins cins payı vardır. Yani, tabir-i caizse, ihtiyaç halindeki her canlının sinesine bir ilham iner. Çünkü, mahlukatı rızık vermesine muhtaç oldukları gibi, yönlendirmesine de muhtaçtırlar.
Peki bu türden yönlendirişlerin tamamına 'vahiy' diyebilir miyiz? el-Cevap: Diyemeyiz. el-Soru: Neden? el-Cevap: Çünkü 'ilham' mahlukatın sınırlarıyla sınırlanan bir konuşma iken 'vahiy' bu sınırlardan aşkın bir tekellüm-ü ilahîdir. (Arı yönünü güvercinlerle veya yarasalarla aynı şekilde bulmaz.) Yani, vahiyde işler, "Biz ona şiir öğretmedik!" ayetinde de belirtildiği üzere, kişinin/şeyin sınırlarına, ihtiyaçlarına, ilmine, yoğunlaşmasına, amaçlarına, anlayışına, aklına, sezişine, menfaatine, sanatına, hatta o gün keyfinin yerinde olup-olmamasına göre şekillenmezler. Ya? İşte burada alıntı yapmaktan kaçamayacağım karilerim:
"Mesela: Nasıl ki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır. Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var."
Yani vahiyle ilham arasında hem geliş amaçları, hem geliş yolları, hem geliş şekilleri, hem muhatapları açısından büyük farklar vardır. Bir insan, eğer şiire kabiliyeti varsa, o kabiliyetin nisbetine göre, aldığı eğitime göre, yaptığı okumalara göre, o günlerde etkisinde olduğu şeylere göre, çağındaki eğilimlere göre, hatta sevdiğinin kaşına-gözüne göre, yani sınırlarıyla/renkleriyle bulanarak, ilhamına bir elbise biçer. İşte bu gibi şeylerde mana kalbe Allah'tan bir feyz-i ilahî sûretinde gelir. (İlham perileri yoktur yani.) Biçimlendirme ise kuldandır. Kul kendisinin eksikleriyle bulayarak o manaya bir giysi giydirir. İnsanlara arzeder.  Nihayetinde ürettiği beşerî birşey olur.
Fakat vahiy şiir değildir. İnsanın biçimlendirebileceği birşey değildir. Bizzat tekellüm-i ilahîdir. Yani Allah'ın konuşmasıdır. İnsan, ilhamını biçimlendirirken, kalbine inenden kalıbına göre birşey anlar, sonra o kalıba göre bir giysi biçer, gösterir. Böylece ürettiği kendisindeki yaralarla yaralanmış olur. Kendi zamanıyla sınırlanmış olur. Aklının, düşünüşünün, sezişinin, marifetinin, önyargılarının, görüşünün, sandıklarının,  sosyolojisinin ve hatta biyolojisinin esiri olur. Onların verdiği boyayla boyalanır. Peki vahiy böyle midir? Veya kendisini böyle ifade etmekte midir? Veya iman ettiğimiz İslam vahyi bize böyle mi anlatmaktadır? Bunları düşününce karşımıza şöyle bir resim çıkar: (Yine alıntı yapmaktan kaçamayacağım anlayışlı karilerim.)
"Kur'ân, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah'ın kelâmıdır; hem bütün mevcudatın İlâhı ünvanıyla Allah'ın fermanıdır; hem bütün semâvât ve arzın Hâlıkı namına bir hitaptır; hem rububiyet-i mutlaka cihetinde bir mükâlemedir; hem saltanat-ı âmme-i Sübhâniye hesabına bir hutbe-i ezeliyedir; hem rahmet-i vâsia-i muhîta nokta-i nazarında bir defter-i iltifâtât-ı Rahmâniyedir; hem Ulûhiyetin azamet-i haşmeti haysiyetiyle, başlarında bazan şifre bulunan bir muhabere mecmuasıdır; hem İsm-i Âzamın muhitinden nüzul ile Arş-ı Âzamın bütün muhâtına bakan ve teftiş eden hikmetfeşan bir kitab-ı mukaddestir. Ve şu sırdandır ki, 'Kelâmullah' ünvanı, kemâl-i liyakatle Kur'ân'a verilmiş ve daima da veriliyor."
Yani, tabir-i caizse, Kur'an-ı Hakîm, 6. yüzyılda Mekke'de dünyaya gelen Muhammed isminde (canımız ona kurban olsun) okuma-yazma bilmeyen birisinin kalbine gelen ilhamları/manaları metne dökmesi gibi birşey değildir. Hâşâ! Yüzbin defa hâşâ! Zaten o Fahr-i Kainat Aleyhissalatuvesselam da kalbine gelen ilhamları Allah'ın diline koyup söyleyecek bir düzenbaz değildir. Hâşâ! Milyon kere hâşâ! Kur'an-ı Hakîm kendisini nasıl ifade ediyorsa öyledir. Hem hükümlerinin tesiri de öyledir. Geçerliliği de öyledir. Belagatı da öyledir. Fesahati de öyledir. İhbar-ı gaybı da öyledir. Mucizatı da öyledir. Haberleri de öyledir. Kıssaları da öyledir. Bunlar, bir beşerin kalbine gelen duyuşları dile dökmesi değil, dile gelmez hakikatleri Rabbü'l-Âlemîn'den haber vermesidir.
İşte, "Aleyhissalatuvesselamın kalbine gelen manaydı, nasıl söyleneceğini ise o belirliyordu!" diyen, çaktırmadan bize demektedir ki: "Duyuşundan anladığını anlattı. Şiir gibi içine doğanlara kendince/kalıplarıyla bir biçim verdi. Beşeriyetiyle sınırladı. Renkleriyle boyadı." Hey yavrum hey! Sanırsın din yeni baştan yazılıyor! Sürümüne güncelleme geldi! Her neyse. Onları bilmeyiz, ama biz, hem Cenab-ı Hakkı böyle bir kitaba "Kelamım!" demekten, hem o düzmeceyi yapana "Habibim!" demekten tenzih ederiz. Evet. Bu yazıyı da çok uzattım. Fakat yine yarım kaldım. Bir yazı daha borçlanalım. Mustafa Öztürk'e gelen ilhamları konuşmaya devam edeceğiz.
2 notes · View notes
dramatik-buluntular · 6 years
Text
A: Ateist M: Müslüman
M: Sen şimdi Allaha inanmıyor musun?
A: Kuran hadisler ve siyeri okudum.. Çelişkilerle dolu. Bunlar bir yaratıcının kitabı olamaz.
M: Peki bu evreni kim yarattı?
A: Evrenin yaratılması ile ilgili bir tane bile kanıt yoktur. Fakat bilimsel teoriler var ve biz bilimle açıklamak için kanıtlar topluyoruz. Bilim sürekli araştırma peşindedir.
M: Bu müthiş düzen sence tesadüfen mi oluştu?
A: Bu düzen müthiş değil, sürekli yıldızlar sönüyor. Karadelikler gezegenleri ve yıldızları yutuyor.. Göktaşları tüm gezegenleri bombardımana tutuyor. 65 milyon yıl öncede dinazorlar bir göktaşı yüzünden yokoldu yeryüzünden.. Tesadüfen yaşıyoruz.. Ne zaman dünyadaki hayatın biteceğini kestiremiyoruz.
M: Peki sen insanın vücudunudamı göremiyorsun? Gözlerimiz kafamız yerine kıçımızda olurdu evrime göre ..
A: Evrimle ilgili hangi kitapları okudun ve ne biliyorsun?
M: ...................................
A: Mendel i okudunmu ? Genetik veya Biyoloji biliyor musun?
M: ...................................
A: Bilmediğin alanda neden fikir ileri sürüyorsun...
M: Evrime göre tesadüf geçerliyse gözümüzde tesadüfen kıçımızda olurdu.. Çok kullandığımız için penisimizde 70 metre olurdu...
A: Hayır olmazdı.. Genetik biliminden biraz anlasaydın bunları saçmalamazdın.. Mesela Genetikçiler ABD de keçilere örümcek geni aşıladılar ve keçilerden örümcek ağı elde ediyorlar.. Birçok hastalığın çaresini genetik bilimi sayesinde çözüyoruz.. Evrim yüzünden her yıl trilyonlarca dolar ilaç geliştirmeye harcanıyor. Çünkü virüsler ilaçlara karşı bağışıklık kazanıyorlar ve yenilerinin icad edilmesi gerekiyor.. Edemezsek insan ırkı dünyadan silinebilir..
M: Peki kurandaki denizlerin karşımaması mucizesine ne diyorsun?
A: Öyle bir deniz yok, çünkü tatlı su denize karışmadan duramaz.. Akıntılar , dünyanın dönüş hareketi ve rüzgarlar nedeniyle..
M: Peki demirin indirilmesine ne diyorsun? Bu damı yalan?
A: Demirin indirilmesi diye birşey yok.. Dünyanın oluşumunda zaten maddeler mağma halindeydi ve soğuyunca yerkabuğu oluştu milyarlarca yıl içinde.. Demir ve diğer madenler zaten oluşumun içindeydi.
M: Ateist olunca kızkardeşinle annenle yatma özgürlüğüne mi sahip olmak istiyorsun? Sizde yasak değil nede olsa..
A: Aile içi ensest genelde baskıcı muhafazakar toplumlarda olur.. İmamların ve muhafazakarların kendi kızlarına ve kızkardeşlerine tecavüz ettiğine dair haberleri sürekli görüyoruz. Fakat bu tüm topluma maledilemez. Ahlak dinden bağımsızdır ve aklın gereğidir.. 1 ve 2. derece akrabalarla yapılan evliliklerde çocukların sakat doğması yüksek derecede risklidir. Bu yüzden anne kardeş hatta teyze kızlarıyla bile evlenilmemesi gereklidir. Fakat senin muhammed in bu genetik bilgiden yoksun olduğu için teyze kızlarını helal kılmıştır kuranda.. Fakat bu toplum için son derece tehlikelidir ve sakat doğumları arttırır.
M: İyide bu kuran hatalıysa osmanlı nasıl 600 yıl boyunca 3 kıtaya hükmetti kuranla?
A: Onlarda bilmiyorduki o zamanlar genetiği. Ayrıca sadece kuranla hükmetmemiştir. Osmanlı hukukunun temelini Şer’i (İslam hukuku) ve Örfi hukuk sistemleri oluşturmaktaydı. Şer’i hukukun temelini Kuran ve hadis hükümleri oluşturmaktadır. Bu hükümler İslam hukukunun değişmez hükümleridir. Şer’i hukuk sadece Müslüman halka uygulanır, Müslüman olmayanlara uygulanmaz onlar kendi hukuk kurallarıyla yargılanırlardı. Örfi hukuk ise şer’i hukuka ters düşmemek şartı ile padişahın koyduğu kanun, kanunname ve ferman gibi kurallardır.Bu kurallar töreye uygun olurdu.Örfi konulardaki kurallar padişahın ağzından yazılır ve bunlara ferman denirdi.Fermanlar devlet hayatını ve sosyal hayatı düzenlerdi.Osmanlı Devletinde ilk kanunname Fatih Sultan Mehmet tarafından hazırlanan Kanunname-i Ali Osman’dır.Yani islam olmayanlara kuran geçersizdi.
M: Sende ne çok şey biliyormuşsun kafir putperest.
A: Ateistler putperest değil, tam tersi maddi veya hayali hiçbir puta tapmayanlardır. Mesela senin allah deiğin arapların eski ay putu AL İLAH tır.. ve Muhammedin babasının adıda ABD EL İLAH: Yani AL İLAH ın kuludur. Namaz , Oruç ve Hacı aynı putperestler gibi uyguluyorsunuz.. Onlar fazladan ıslık çalıyorlardı. Sizde ıslık yok sadece..
M: allah yok diyorsun kanıtlanamadığı için. Peki sen aklını gösterebiliyor musun?
A: Akıl beyindeki elektrokimyasal tepkimelerdir. Bunu sana Beyin tarama cihazlarıyla ispat edebiliriz. Ayrıca Aklın oluğ olmadığını basit matematik sorusuna cevap verdiğinde de anlayabilirsin. Yani 2+2: 4 diyen birisinin asgari derece de aklı vardır ve bunu bize göstermiş olur.
M: Peki hiç korkmuyor musun ya varsa diye?
A: Ya varsa sorusu bile yokluğun itirafıdır. Ayrıca kanıt olmadan ileri sürülen iddiaları çürütmek için kanıta ihtiyacımız yok.. Bu yüzden ya varsa dediğin anda kanıtsız bile olsa HANGİ TANRI VARSA diye sorarım sana ? Dünyada bilinen 4300 e yakın tanrı iddiası var.. Bu bile tanrı fikrinin insanların cehalet ve korkularından üretildiğini ispat ediyor.. Sana da en kısa zamanda kuran ve hadisleri okuyup sorgulamanı tavsiye ederim. En azından bu saçma korkularından kurtulursun...
(Kaynak: https://www.facebook.com/Tanrisizyasam3/posts/750741705266673?__tn__=K-R)
28 notes · View notes
alintikitap · 6 years
Photo
Tumblr media
Hava bulanırsa da yağmur yağar. Ne çok acılı insan. Görmüş geçirmiş. Bizim gibi mi eskinin insanı. Tek gazetesi dilden dile dolanan deyimleri. Bunalırsa dağa da çıkar ormana da. Çıkar da tahtacı olur. Diş biler zalime. Zalimliğini gören emlek köylü bir kadın, şalvarı şaltak Osmanlı, der, eğeri kaltak Osmanlı. Eken de yok biçen de yok, yiyen de ortak Osmanlı. Ne yapsın dağa çıkmasın da. Ferman padişahın demiş dağlar bizimdir. Boşuna mı demiş. Bunalmış, boğazına kadar gelmiş ki çıkmış dağlara dağlara. Yani mirim, kul bunalırsa dağa çıkar ya, hava bulanırsa da kasırga çıkar.
5 notes · View notes
16ulus57 · 3 years
Text
Çarşaf ve Peçenin Öyküsü...
Çarşaf sözcüğü dilimize Farsça “gece örtüsü” anlamına gelen çâder-şeb sözcüğünden geçmiştir.
Peçe sözcüğünün ise Türkçe mi yoksa Farsça kaynaklı mı olduğu kesin değildir.
Günümüzde birçok Müslüman, çarşaf ve peçenin İslamiyet’le birlikte ortaya çıkan ve Ahzap suresi 59. ayetinde sözü edilen “cilbab” olduğunu düşünürler.
Oysa Arap toplumunda ne Cahiliye döneminde ne de Hz. Muhammed döneminde çarşaf giyildiğine ilişkin hiçbir tarihsel belge yoktur.
Yine aynı şekilde fıkıh kitaplarında kadına nafaka olarak verilecek elbiseler teker teker belirtilirken hiçbirinde çarşafa rastlanmaz.
Örtünme daha çok ferace adı verilen giysi ile yapılır.
Kara çarşaf, Endülüs Emevileri döneminde İspanyol rahibelerinin giydiği bir elbise olarak Emeviler aracılığı ile İslam coğrafyasında görünmeye başlamıştır. Örtünme elbette İslamiyet öncesi Arap toplumlarında da vardı. Örneğin antik dönemlerin en önemli dini ve ticari merkezlerinden biri olan ve günümüzde Suriye sınırları içinde bulunan Palmira’da yapılan kazılarda bulunan tabletlerde, örtünmüş kadınların tasvirleri bulunur.
Fakat bu örtünme biçimleri günümüzdeki çarşafa benzemekten oldukça uzaktır.
Gerçekte çarşafın ve peçenin kökeni binlerce yıl öncesine, Sümerlere kadar uzanır.
Pagan inanca sahip Sümer toplumunda kendilerini Tanrıya adayan tapınak fahişeleri, diğer kadınlardan ayırt edilebilmek için çarşaf ve peçe takarlardı. Yalnız yanlış anlaşılmaması için belirtmekte fayda var.
O dönemde tapınak fahişeliği kutsal bir görev olarak görülürdü ve bu nedenle zaman zaman kralların kızları dahi kendilerini bu göreve adarlardı.
Zaman içinde, özellikle tek tanrılı dinlerin doğmaya başladığı zamanlarda çarşafın ve peçenin amacı tam tersi yönde değişime uğradı. Fırat ve Dicle ırmakları arasında uygarlık kuran Asurlular döneminde özgür kadınların kölelerden ayırt edilebilmesi için örtünmesi yasa ile zorunlu tutuldu.
Günümüzde Berlin Müzesi’nde bulunan Asurlular dönemine ait tabletlerde kadının örtünmesiyle ilgili 40. yasa şöyledir:
“İster evli kadınlar, isterse dul kadınlar veya Asurlu kadınlar olsun, sokağa çıkarlarken başlarını açmamış olacaklardır.
Fahişeler ve köleler örtülü değildir.
Örtünen fahişeler tutuklanacaktır...”
Asurlu kadınlar gibi Yahudi kadınların de başı açık olarak toplum içinde dolaşmaları yasaklandı.
Eski Ahit’te kadınların başını örtmesi gerektiği, üç farklı pasajda belirtilmektedir.
İşaya 3/20’de başa giyilen kıyafet demek olan “fara”, İşaya 3/23’te başörtüsü anlamındaki “tsnyafaah” ya da Tekvin 24/65-38/14.19’da yüzü kapatan örtü anlamında da “tsaayafa.”
Ayrıca vücudun üst kısmını örten örtü anlamında “radod” sözcüğü kullanılmıştır.
Fakat peçenin anlamı değişime uğramamıştı. Tevrat’ta Yaratılış Bölüm 38’de peçe, fahişelerin giydiği bir örtü olarak anlatılır:
“Yahuda onu görünce fahişe sandı.
Çünkü yüzü örtülüydü...”
Türklerde Örtünme Kültürü Osmanlı ile Başlar...
Türklerde örtünme kültürü ise İslamiyet’in kabulünden oldukça uzun zaman sonra başlar.
İslamiyet öncesinde Türk kadınları tıpkı erkekler gibi deriden yapılmış giysiler giyiyor onlar gibi yaşıyorlardı. Yalnızca giydikleri şalvarlar, ata erkekler kadar sık binmedikleri için daha uzun ve baldırlara kadar uzanıyordu.
Bu nedenle uzun konçlu çizme yerine daha fazla, etük, başmak gibi ayakkabılar giymektelerdi...
Başlarında tıpkı erkekler gibi kalpaklar bulunsa da bu bir dini inanıştan ya da zorlamadan gelmiyordu. Göçebe uygarlığının hâlâ süren etkilerinin bir sonucuydu.
Bedenini yabancı gözlerden saklamak gibi bir dertleri olmayan bu kadınlar 10.yy başlarında Arap gezgin İbni Fadlan’ı şaşkınlığa uğratmıştı.
İbni Fadlan’ın şaşkınlığı, Bulgar Türklerinde kadınlarının erkeklerde birlikte nehirde birlikte yıkandıklarını gördüğünde iyice artmıştı.
Abbasi Halifesi II. Melik döneminde çarşaf, İslamiyet’in yayılması amacıyla bir öge olarak kullanılmıştı.
Yine yanlış anlaşılmaması için konuyu açmakta fayda var. II. Melik döneminde Bizans’ın bazı toprakları Abbasilerin egemenliği altına girmişti ve Bizanslı gayrimüslim kadınların bal rengi çarşaf giymesi zorunlu tutulmuştu.
Bu kadınlar yalnızca iki koşulu yerine getirdikleri takdirde bu yasaktan kurtulabiliyordu... Müslümanlığı kabul etmek ya da Müslüman bir erkekle evlenmek…
İslamiyet’le birlikte örtünmenin önemi giderek artınca, Selçuklular döneminden başlayarak kentlerde tesettüre uymak için, kadınlar sokakta bedenini saran yeni bir üstlük giymeye başladı. Yine de bu örtünme biçimi yalnızca kentlerde uygulanıyordu.
Kırsal bölgelerde kadın ve erkeğin birlikte yaşaması ve çalışması geleneği ekonomik gerekçelerle değiştirilemediği için, bu kesimlerde sokağa çıkan kadının başına bir örtü alması örtünme için yeterli sayılıyordu. Kısacası Müslümanlığı kabul eden Türklerin 9. ve 11. yüzyıllarda yaşam biçimleri geleneksel Müslüman yaşamına uymuyordu.
İslamiyet’in kabulünden 14. yüzyıla kadar Türk kadınları yüzlerini kapamamış, çarşaf ve peçe gibi örtüler kullanmamış ve toplantılara erkeklerle birlikte “başları ve yüzleri açık” olarak katılmışlardır.
Mevlana:
Kadını Örtmeye Çalışırsan, Kendini Gösterme İsteği Artar...
Orta Asya geleneksel Türk kadını giysisi tıpkı İbni Fadlan gibi bir Arap gezgin olan İbni Batuta, 14. yüzyılda Güney Rusya, Kırım, Hazar dolaylarını gezdiğini, hiçbir Türk ülkesinde ne sarayda ne sokakta hiçbir yerde kadınların örtündüğüne rastlamadığını, Anadolu’daki Müslüman Türk kadınının serbestliğinin hiçbir Müslüman ülkede bulunmadığını yazar.
Bu özgürlük anlayışının izlerine, Mevlana’nın günümüz için oldukça şaşırtıcı gelebilecek düşüncelerinde de rastlanabilir.
Fihi Ma Fih adlı yapıtında Mevlana, kadınların örtünmeye zorlanmasının nasıl ters sonuçları olacağını şöyle vurgular: “Kadına her ne kadar gizlenme, örtünme emir edersen onda kendini gösterme isteği artar.
Eğer kadının doğasında kötülüğe dönük bir eğilim yoksa yasak etsen de etmesen de o kişiliği doğrultusunda hareket edecektir...”
Türklerin Orta Asya’dan bu yana sürdürdükleri bu özgürlükçü anlayış Osmanlı döneminde Bizans’a ait topraklar ele geçirilmeye başlanıncaya kadar sürdü.
Türklerde peçe giyilmesine ilişkin ilk tarihi kayıt I. Murat döneminde (1360-1389) dönemine aittir.
Tarihçi Şikari, Karaman Tarihi adlı kitabında Türk kadınlarının peçe takmaya başlamasını günümüz Türkçesiyle şöyle anlatır:
Yüz örtmek sonradan adet haline geldi. Karamanoğlu Alaüddin Bey, Hamidoğlu İlyas diyarında katliam yaptığında üç kabile Osmanlı topraklarına firar etmişlerdi.
O vakit bunları Murat Han görüp pek temiz ve efendi olduklarından kendi kentinde (Bursa’da) yerleştirmiş. İşte bu kabilenin kadınları oldukça güzel olduklarından herkes bunları seyretmeye dalınca, ulema bu kabilenin kadınlarına yüzlerini saklamasını emretti.
İşte ne vakit dışarı çıksalar, o kabile hatunları yüzlerini saklarlardı.
Fakat bu durum sonradan diğer kadın ve kızların da pek hoşuna gittiğinden herkes daima güzelce her tarafını örtmeye başladı.
Ancak Halifeliğin Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlıya geçmesi ve Mısır’dan Arap Yarımadası’na kadar bölgenin Osmanlı sınırlarına katılması bir milat oldu.
Toplum içinde kadının yaşam tarzında ve giyinişinde değişmeler ve yasaklar başladı.
Yine de Meşrutiyet dönemine gelinceye kadar çarşaf, yaygın bir giyim biçimi halini alamadı.
Çarşaf ilk başlarda baştan yere kadar uzanan, kolsuz, tek parçalı bir giysiydi. Meşrutiyet’in ardından çarşafta değişimler yaşandı.
Başı ve omuzları örterek bele kadar uzanan bir pelerin ve belden aşık kemiklerine kadar inen bir etek olmak üzere çarşaf, iki parçalı bir dış giyim haline geldi.
Fakat çarşaf giyen kadınların sayısı oldukça azdı.
Çünkü çoğunluk tarafından çarşafa, Hristiyan kadınların giydiği bir elbise gözüyle bakılıyor ve Hristiyan adeti olduğu gerekçesiyle uzak duruluyordu.
II. Abdülhamit’in Çarşafı Yasaklaması...
Türkiye'de gericilik Hacdan dönenlerin İranlı kadınlardan görerek benimsemesiyle 19. yüzyılda Osmanlı’da çarşaf giyenlerin sayısı gün geçtikçe artmaya başladı.
Bu dönüşüm öylesine hızlı olmuştu ki, yazar Leyla Saz, 1878’de İstanbul’da kadınların ferace giydiğini, eşinin valiliğe tayini üzerine gittiği Trabzon’dan İstanbul’a dönüşünde kadınların çoğunun çarşaf giymeye başladığını görüp şaşırdığını anlatır...
Gerçekten de çarşaf bu dönemde bir anda yaygınlaşmıştır; ta ki II. Abdülhamit tarafından yasaklanıncaya kadar...
15 Ağustos 1881 ve
27 Temmuz 1882 tarihli Levant Herald gazetesinde yayınlanan iki ayrı haber bu yasağa değinir...
Şeyhülislamın başvurusu ve padişahın buyrukları üzerine Emniyet Müdürlüğü, Devlet Şurası’yla fikir birliği halinde Müslüman kadınların topluma açık yerlerde nasıl davranmaları gerektiği konusunda bir yasa çıkarmıştır.
Bu kanuna göre, kadınların açık ve kalabalık yerlerde “çarşaf” giymeleri yasaktır.
Ama bu örtüyü tenha sokaklarda ve misafirliklerde kullanabilirler.
(15 Ağustos 1881)
Yeni İzmit valisi çevre köylerden pazarda satmak için pazara mal getiren ferace giymemiş ve ayağında pabuç olmayan Türk kadınlarının 5 gün hapis ve bir mecidiye para cezasına çarptırılacağı konusunda bir yasak çıkardı.
Bu yasağa karşılık köylü kadınlar, atalarından kalmış gelenek ve göreneklerini hiçe sayıp baskı altına alan bu yeni yasaya uymaktansa, köylerinde kalmayı tercih ettiler.
(27 Temmuz 1882)
II. Abdülhamit’in yalnızca belirli bir alanda çarşafı yasaklayan bu kararı, 2 Nisan 1892 tarihinde Saray Başkâtibi Süreyya Bey’e bir ferman yazdırıp çarşaf giyilmesini tümüyle yasaklayana kadar sürer.
Bir Cuma namazı dönüşü sonrası yolda gördüklerinden sonra çarşafı tümüyle yasaklayan II. Abdülhamit’in fermanının özeti günümüz Türkçesiyle şöyledir:
Padişah hazretleri bugün yüce cuma selamlığı töreninin ardından Teşvikiye’de bulunan devlet silahhanesini onurlandırdıktan sonra saraya dönerken geçtiği yol üzerinde acayip bir biçimde bellerinden bağlı siyah çarşaflara bürünmüş ve yüzlerini bile siyah renkte ve oldukça ince peçelerle örtmüş bazı kadınlar gözüne çarpmıştır. Bunların neredeyse çıplak denilecek derecede açık saçık bulunmalarına ve adeta matem elbisesi giyinmiş Hıristiyan kadınlarına benzemiş olmalarına bakarak birdenbire Müslüman olup olmadıklarında tereddüde düşmüştür.
Kanıt ve açıklama gerektirmez ki,
Yüce İslam Devleti’nin devamı ve yükselişi, devlet kurumunun fertlerini oluşturan bütün erkek ve kadın Müslümanların hal, durum ve hareketlerinde şeriatın faydalı ve kurtarıcı buyruklarına eksiksiz bir özenle uymalarına bağlıdır. Aksi durum, gerek ümmetin fertleri, gerekse devletin devamı için maddi ve manevi olarak sonsuz zararlar verecektir.
İşbu çarşaflar ise Müslüman kadınlarca tesettür emrine asla uygun gibi, kötü bir amaçla şuraya buraya girmek için bazı münasebetsiz erkekler tarafından bir yerde fesat aleti olarak kullanılmaktadır.
Dini açıdan ve toplumun iyiliği için açık olan çok sayıdaki zarar ve sakıncaya dayanarak bu konuda gereken kişilere yumuşakça ve uygun bir dille anlatılmak ve gerekli öğütler verilmek suretiyle kadınlarca çarşaf giyilmesinin yasaklanması padişahın emir ve fermanı gereğidir.
Peki II. Abdülhamit çarşaf giyilmesini neden yasaklamıştı?
II. Abdülhamit’in çarşafı yasaklamasının nedenleri hem bu emirden hem de geçmişte yaşadığı deneyimlerden ortaya çıkabilir.
Çarşafı açık saçık bularak örtünme amacı taşımadığına hükmetmesi,
Çarşafı matem tutan Hristiyan kadınlara özgü yani İslamiyet dışı bir elbise olarak görmesi,
Kötü niyetli kişilerin (erkeklerin) çarşaf giyerek güvenlik bakımından tehlike yaratma olasılığı
Abdülhamit’in çarşafı yasaklamasının nedenlerinden üçüncüsü, bizzat kendi yaşanmışlığından kaynaklanıyordu.
Akıl sağlığı yerinde olmadığı için V. Murat tahttan indirilip kendisi padişah olduğunda, V. Murat’ı yeniden Osmanlı padişahı yapmak isteyen dört kişilik bir çete Kasım 1876’da çarşaf giyerek kadın kılığında V. Murat’ı kurtarmaya çalışmışlardı.
II. Abdülhamit gibi son derece vesveseli ve her an öldürülme tehlikesi içinde yaşayan bir padişahın böyle bir olayı unutması mümkün değildi.
Çarşafın böyle amaçlar için kullanılabiliyor olması onu bu giyim tarzına karşı güvensiz yapmıştı.
Peki II. Abdülhamit’in çarşafı yasaklamasına karşın çarşaf nasıl oldu da kadınların giydiği bir elbise olmaya devam etti?
Bu elbette ki onun bu kadar yaygın bir giyim eşyası olmasıyla aynı nedendendi: Ekonomi…
Çarşaf üretiminde kullanılan kumaşlar büyük çoğunlukla Bağdat, Halep, Mekke ve Medine kentlerinden gelirken, ferace için kullanılan kumaşlar yabancı ülkelerden gelmekteydi.
Yani alım gücü düşük olan sıradan halk için çarşaf giymek çok daha ucuza geliyordu.
Üstelik çarşafın yasaklanmasından oldukça rahatsız olan yerli sermaye, 27 Ekim 1883’te Paris’te yayımlanan Le Courier d’Orient isimli gazetede bu yasağa veryansın ediyordu.
Bu nedenle, daha önce çarşafa yasak getiren II. Abdülhamit, 1889’da Osmanlı’nın yenilgisiyle biten Türk-Rus savaşından sonra bir fermanla geri adım atıyor; feraceyi yalnızca saray mensubu kadınlara özgü kılarak halktan kadınlara yasaklıyordu.
Kısacası çarşafın serbestliği ya da yasaklanması tam bir yap-boz oyunu gibi sürekli değişiyordu.
Çarşaf ve peçe Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kaldı.
Kıyafet Devrimi bir nebzeye kadar çarşaf ve peçe giyilmesinin önüne geçtiyse de tamamıyla kaldırmakta başarılı olamadı.
Zira kısacık sürede Türk kadınının günlük yaşamına yerleşen çarşaf ve peçe, İslamiyet’in bir unsuru olarak görülmeye başlamıştı.
Elbette ki bu anlayışın zamanla değişmeyeceğine ilişkin hiç kimse bir garanti veremez.
Zira İslam’a aykırı olduğu nedeniyle II. Mahmut’un getirdiği fese karşı çıkıp II. Mahmut’u gavur padişah ilan edenler; yalnızca 100 yıl kadar sonra, bu sefer de fesin İslam’ın bir sembolü olduğunu söyleyip şapka devrimine karşı fesi İslam adına sahipleniyorlardı.
Sn. Yalcin Ulukaya dan.
(Serenti)
1 note · View note
gozel · 4 years
Photo
Tumblr media
II. Abdülhamit Dönemi Raporlarında "Dersim Sorunu" ve Zihinsel Devamlılık
https://independent.academia.edu/SerhatBozkurt1 Serhat Bozkurt
II. Abdülhamit döneminde izlenen, imparatorluğun merkezileşmesi, güvenlik sorunlarının azaltılması ve İslam birliği politikaları çerçevesinde Dersim her zaman ciddi bir sorun olarak algılanmıştır. Öncelikle çetin doğa koşulları nedeniyle bölgeye asker sevk etmek ve bölgede konuşlanmak çok zor olduğundan buralarda merkezi otoriteyi oluşturmak çok zordur. Nitekim bu bölge tarihi boyunca da genellikle hâkim olunması zor bölgelerden biri olmuştur. Dolayısıyla, yoğun bir şekilde “imparatorluk elden gidiyor” korkusu yaşayan Osmanlı yönetimi, Dersimi kontrol etmenin zamanının geldiğini düşünmektedir. Ancak bundan daha da önemli meselelerden bir tanesi buradaki halkın bir kısmının Hıristiyan ve önemli bir kısmının da Alevi olmasıdır. Dolayısıyla bölge sadece merkezi otoritenin kurulması noktasında değil İslam birliği politikaları açısından da sorun teşkil etmektedir. Çünkü Osmanlı devlet görevlilerine göre burada yaşayan insanların inançları ne Hıristiyanlığa, ne İslam’a, ne de başka bir şeye benzemektedir. Hatta Osmanlı görevlileri, Ermenilerle çok yakın ilişki içinde olan bu halkı her an Hıristiyanlaştırılabilecek potansiyel bir tehlike olarak da görmektedir. Sonuç olarak Osmanlı Devleti için Dersim halledilmesi gereken kocaman bir sorundur.   “Sorun” diye tanımlanan bir durum çözüme kavuşturulmak isteniyorsa izlenecek en basit yol,  sorunun sebeplerinin ve bu sebepleri ortadan kaldırmak için yapılması gerekenlerin tespit edilmesi, bir çözüm planı oluşturulması ve bu planın uygulamaya koyulmasıdır. Eğer bu aşamalarda herhangi bir hata yoksa beklenen sonuç elde edilir. Beklenen sonuç yani çözüm elde edilemiyorsa o zaman bir yerlerde hata yapılmıştır. Bu durumda yapılacak iki şey vardır: 1- Çözüm planını tekrar gözden geçirmek 2- Bulunan çözümü  – sonuç alınamamasına rağmen- mutlak doğru kabul edip uygulamaya devam ederek “çözüm”ü de “sorun” yapmak. Sahip olduğu kimlikler nedeniyle zamanın ve rejimin değişmesine rağmen yüzyılı aşkın bir süredir “sorun” olmaya devam eden Dersim için daima ikinci şık seçilmiştir. “Dersim sorunu” Osmanlıdan Cumhuriyete “çözümü”yle beraber miras kalmış ve her iki dönemde de askeri harekât, baskı, şiddet, sürgün ve asimilasyon yani sorunu değil sorun olanı ortadan kaldırmak mutlak çözüm olarak görülmüştür. Bunun en büyük delilleri ise Osmanlı ve Cumhuriyet döneminde Dersim hakkında yazılan raporlardır. Dersim üzerinde ilk ayrıntılı raporlar bildiğimiz kadarıyla II.Abdülhamit döneminde hazırlanmıştır. Bilindiği gibi Osmanlı devleti hiçbir dönemde Dersim üzerinde egemenliğini tam olarak sağlayamamıştır. Fakat özellikle Osmanlının merkezileşme sürecinde yani 19. Yüzyılın başlarından itibaren Kürt bölgelerinin özerkliklerinin kaldırılmasıyla Dersim üzerine daha ciddi askeri harekâtlar yapılmıştır. Sadece harekâtlarla da yetinilmemiş, rüşvet, rütbe ve hediye vermek yoluyla aşiret ağaları da satın alınmaya çalışılmıştır. Fakat bir türlü başarılı olunamamıştır. Abdülhamit dönemine gelindiğinde durum devam etmiş, devlete asker vermeyen, vergi toplanamayan Dersimin suç listesi çevre illerden gelen “Dersimlilerin saldırısına ve yağmasına maruz kalıyoruz” şikâyetleriyle iyice kabarmıştır. Abdülhamit tarafından 4. Ordu Müşiri olarak bölgeye gönderilen aynı zamanda Hamidiye Alayları’nın kurucusu olarak bilinen Zeki Paşa ve Anadolu Umum Müfettişi Şakir Paşa’dan sarayın isteği doğrultusunda Dersim’in ıslahı için bir rapor hazırlamaları istenir. 1896’da hazırlanan rapor Dersim ıslahı konusunda yazılan ilk ayrıntılı rapordur[1] ve ileri sürülen görüşler daha sonra Cumhuriyet dönemi de dahil olmak üzere bir çok raporda tekrar edilmiştir. Dersim sorunun çözümü için önerilen yöntem askeri harekât, sıkıyönetim, sürgün ve asimilasyondur. Biz bu çalışmada raporu kısaca değerlendirdikten sonra, raporun bugünkü dile çevrilmiş haliyle transkripsiyonunu yani çevrim yazısını sunmaya çalışacağız. Askeri Harekât ve Sıkıyönetim Zeki ve Şakir Paşaların Dersim’in ıslahı için yazdıkları rapor hazırlık, icraata geçme, asli düzenleme ve sonuç olmak üzere dört aşamadan oluşur. Hazırlık aşamasında, ıslahat tümeninin nasıl oluşacağı, ıslahatın yapılması için tümendeki tabur sayısının çoğaltılması ve kullanılacak tabur ve topların hangi yollardan ve nasıl Dersim’e girmesi gerektiği anlatılır. Böylece daha raporun ilk aşamasında “iyileştirme, düzeltme” anlamına gelen “ıslahat” kelimesinin Dersim için karşılığının  “askeri harekât” olduğu anlaşılır. Askeri harekât Cumhuriyet döneminin de değişmez çözümüdür: “Dersim hükümeti cumhuriye için bir çıbandır”(Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in raporu1926)[2] ve “Dersimli okşanmakla kazanılmaz. Müsellah kuvvenin müdehalesi Dersimliye daha çok tesir yapar ve ıslahın esasını teşkil eder.”(B.E.Rs mütalaaları)[3] Raporda askeri harekatın yapılabilmesi için yolların bir an önce yapılması gerektiği belirtilir. Yol yapımı devletin Dersimde yaptığı en uzun süreli icraatlardan biridir. Her askeri harekat öncesi gündeme gelmiştir. Yollarda, “fakir ahalinin yirmişer para peşin yevmiye ve gün birer kıyye ekmek verilmek şartıyla” çalıştırılması önerilir. Halkın yollarda çalıştırılması Osmanlıda kullanılan bir yöntemdir. Halk vergi borcu yerine yollarda çalıştırılır. Raporda “fakir ahaliye” yevmiye verilmesinin istenmesi Dersimlilerin yol yapımına muhalefet etmesini önlemek amaçlıdır. Yolların halka yaptırılması Cumhuriyet döneminde de devam eden bir uygulamadır. Dersim 1937/38 harekâtı öncesinde yapılan yollarda “fakir ahali” kullanılmış fakat herhangi bir “yevmiye” verilmemiş ve halk devlete hayvan başına ödedikleri vergilerin yerine çalıştırılmıştır. Devlet bu sayede hem kendilerine askeri harekât olarak geri dönecek yolu halka yaptırmış hem de toplayamadığı vergileri toplamıştır. Yalnız bununla da kalmamış, yol yapımları asimilasyon için de fırsat olarak görülmüştür: “Kürtlerin askerliğini amele taburlarında geçirtmek ve bu yolları kendilerine yaptırmak ve bu esnada Türkçe öğretmek temsillerine çalışmak şıklarını da takip etmeği kabul edilmez bir fikir addetmiyorum”(1.Umum Müfettişi Abidin Özmen’in raporu, 1936) İkinci aşamada öncelikle Dersim sancağının lağvedilmesi, kazalardan Mazgirt ve Çemişgezek’in Elazığ’a bağlanması diğer kazalardan Ovacık, Kızılkilise (Nazimiye) ve Hozat’ta idare-yi örfiye yani sıkıyönetim ilan edilmesi ve sıkıyönetim mahkemelerinin kurulması istenir. Elazığ’a bağlanan kazalar Osmanlının çok fazla sorun yaşamadığı kazalardır. Ovacık, Kızılkilise ve Hozat ise muhalefetin en fazla olduğu kazalardır. Dersim’in idari yapısı 1848’de sancak kurulduğundan beri birçok kez değiştirilmiş ve 1880’de vilayet 1888’de mutasarrıflık sonraki dönemlerde de sancak olarak devam etmiştir. Genellikle askeri harekât dönemlerinde Dersim’e bağlı olan kazalarda değişiklikler sıkça yapılmış ve otoritenin sağlaması için yapılan bu değişiklikler sıkıyönetim ilanlarıyla da desteklenmiştir. Cumhuriyet döneminde de idari yapıda değişiklik yapılmasına devam edilmiştir. 25 Aralık 1935’te kabul edilen Tunceli Kanunu’yla Dersim  “Tunceli” adıyla yeniden “teşkil” edilmiş ve kanunda sıkıyönetim adı zikredilmese de sıkıyönetim ilan edilmiştir. Bu durum kanun maddeleri mecliste görüşülürken Trabzon milletvekili Raif Karadeniz’in “ layıhada idareyi örfiye kelimesi kullanılmamış ama yaptığımız şey bundan başka bir şey değildir”[5] sözleriyle de dile getirilmiştir. Sıkıyönetim, Tunceli Kanunu’nun süresinde yapılan uzatmalarla on bir yıl devam etmiştir. Sürgün Raporda askeri harekât sırasında halka nasıl davranılması gerektiği de anlatılır. Bu konuda en önemli kıstas “itaat”tir. İtaat edenler padişahın affına uğrayacak, muhalefet edenler ise cezalandırılacak ve reisleri uzak yerlere sürgüne gönderilecektir. Bunun için asla muhalefette bulunmamaları gerektiği babacan, şefkatli ama hakimane bir dille halka anlatılmalıdır. “Başlangıçta vurup kırmak gibi şiddetli hareketlerden uzak durulmalıdır” denilerek önce ikna yolu önerilir, olmazsa “çok kan dökülmeden” reisler yakalanıp “en dişlilerinin” Trablusgarp ve Yemen’e sürülmeleri istenir. İtaat edenlerin ise biriken vergi borçlarının silinmesi ve “Birinci ve Dördüncü orduda istihdam olunmaları hakkında ferman buyrulması” istenir.  Raporun ilerleyen kısımlarında ahalinin, yoksulluk nedeniyle reislerin ve şeyhlerin hakimiyetinde kalmaya mecbur olduğu ve reislerin de bunu kendi menfaatleri için kullandıkları söylenerek “reisler” ve “onların baskısı altında ezilen halk” ayrımı yapılmıştır. Her ne kadar böyle bir ayrım yapılsa da Osmanlının “ağalık/reislik kurumuyla” bir sorunu olmamıştır. Bu durum itaat eden ağaların orduda istihdam olunması ve belediye reisliği gibi çeşitli devlet görevleri verilerek yetkilerinin çoğaltılmasından da anlaşılabilinir. Sorun, “itaat etmeyen” reislerdir, onlar içinse çözüm sürgündür. Cumhuriyet döneminde de aynı çözüm uygulanır fakat bu kez reisler, “aileleri, akrabaları ve reis olmak istidadında bulunanlarla” beraber sürgüne gönderilir. “Aksi takdirde Dersimde kalan halkın başında yeni bir reis türeyebilir”( Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın raporu-1931)[6] denilerek raporlara kimlerin nerelere sürüleceğine dair ayrıntılı listeler de eklenir[7]. Cumhuriyet döneminde de halk “ağanın kayıtsız şartsız esiridir”(1.Umum Müfettişi İbrahim Tali’nin raporu)[8], “seyit ve ağaların çok zalimane olan tasallut ve tecavüzlerinden kurtarılabilirse en muti ve çalışkan bir halk kazanılmış olacaktır”(Halis Paşa’nın raporu)[9]  gibi ifadelerle “halk” ve “ onlara zulmeden ağalar” ayrımı devam eder. Fakat ağaları sürülerek egemenlik sağlanamayan Dersim’de “mazlum” olarak görülen halk da ağaların gördüğü zulme tabi tutulur ve sürgünden kurtulamaz. Önceleri Dersim içinde yer değiştirmeler olur “şimali Dersimin dağlık köyleri garbi Dersimin ova köylerine yerleştirilir”. Daha sonra ise Şark Islahat Planı(1926), Mecburi İskân Kanunu (1934) ve Tunceli Kanunu (1935) gibi plan ve kanunlarla sürgün, yasalarla güvence altına alınmış bir devlet politikası haline gelir ve liderlerinin sürülmesiyle otorite kurulamayan Dersim’de sıra halka gelir. Özellikle 1938’de  binlerce kişi batı illerine sürülür. Asimilasyon Zeki ve Şakir Paşaların raporunda Dersimlilerin “cehalet ve kabalıklarından kurtulmaları ve batıl inançlarının düzeltilmesi” için Dördüncü Ordunun dışında, kalabalık yerlerde askerlik yapmaları gerektiği belirtilir. Ayrıca “Dersime medeniyet götürüldüğünü gösterecek eserler” yapılması gerektiği anlatılır. Bu medeniyet eserlerinin ilk sırasında askeri kışlalar, hükümet konakları, jandarma koğuşları daha sonrasın da ise hastaneler ve okullar vardır. Dersimlilerin vahşi, bedevi, iptidai ve cahil olarak nitelendirilmeleri, oturdukları evlerin “ tepeden delikli birer in”( B. E. Rs mütaalası)[10] olarak görülmesi daha sonraki raporlarda da sıkça tekrarlanır. Dersimlilerin insan dışı vahşi varlıklar olarak gösterilmeye çalışılması aslında Dersimlilere uygulanan insanlık dışı uygulamaları meşrulaştırmaya yöneliktir. Bu uygulamalar Dersim’e medeniyet götürülmesi olarak sunulur. Tunceli Kanunu’nun görüşülmesi sırasında Dahiliye Vekili Şükrü Kaya da bu kanunun “cahil” ve “ihmal edilmiş” Dersim’in  “Cumhuriyetin feyizlerinden istifade etmesini temin edecek” bir kanun olduğunu söylemiştir. “Medeni usullerle” alınan tedbirlerden oluştuğunu söylediği bu kanun sonucunda yapılan askeri harekat ve uygulamalarla Dersim’e götürülen  “medeniyetin” bilançosu binlerce insanın öldürülmesi ve binlercesinin sürülmesi olmuştur. Raporda cahil ve kaba olarak nitelendirilen Dersimlilerin inançları da, halkın cehaletleri sonucu girdikleri “batıl bir inanç” olarak nitelenir ve Dersimlileri “doğru yola” getirmek için Kürtler içindeki Nakşibendi şeyhlerinin bölgedeki uygun yerlerde tekke açması önerilir. Fakat halkın bu şeyhlere güvenmesi için şeyhlerin hükümet tarafından gönderildiği gizlenmeli, verilen maaş gayrı resmi bir şekilde verilmeli ve “güya bunlar Allah rızası için girişimlerde bulunuyorlarmış gibi” görünmedirler. Alevileri Sünnileştirmeye yönelik bu ayrıntılı asimilasyon planında Kürt Nakşibendi şeyhlerinin kullanılmak istenmesi ilginçtir. Ayrıca Dersimdeki “eşkıyalığın” nedenlerinden biri olarak da Dersimlilerin inançları gösterilmiş ve   “ Müslüman ahaliye zarar vermek bile mezheplerince dinin gereklerinden kabul olunmuştur” denilerek Dersimliler, Müslümanlara düşman olarak gösterilmişlerdir. Eskiden şia mezhebinde oldukları halde zamanla ali Allah mezhebine yöneldikleri ve Ali’nin ululuğunu kabul etikleri için Hıristiyanların dinine yöneldikleri ve misyonerlerin süslü sözlerine kanıp Hıristiyanlığa benzeyen başka bir mezhep kabul edebilecekleri de raporda belirtilmiştir. Yazılanlardan da anlaşılacağı gibi Alevileri Müslümanlaştırmak için Nakşibendi tekkeleri açma planı yapan Osmanlı için bölgede çalışma yapan Protestan misyonerler rakip haline gelmiştir. Protestan misyonerlerin Alevilerle kurduğu ilişki,  İslam birliği politikası nedeniyle Alevileri de Müslümanlaştırarak ümmete dâhil etmek için çalışmalar yapan Abdülhamit’i rahatsız eder ve misyonerlere çeşitli yaptırımlar getirilirken Müslümanlaştırma çalışmaları için de gerekli tedbirler alınır. Fakat “özellikle Dersim bölgesinde Alevilere karşı alınan tedbirlerin hiçbirinde başarı kazanılamamıştır”[11]. Misyonerler ve Aleviler arasındaki ilişki misyoner kayıtlarında da yer almıştır. Protestan misyonerler  “Protestan milletine dâhil olmak isteyen çok sayıda Aleviden”[12] ve Protestan olduklarının kabul edilmesi için dilekçe veren Alevi köylerinden bahsederler. Alevilerin Protestan misyonerlere merak ve ilgi duyması ve aralarında bir “sempati ilişkisi” olması muhtemeldir. Bunun sebepleri olarak, Alevi inancında bütün dinlerin kutsal sayılması ve diğer dinlere önyargıyla yaklaşılmaması, Protestan misyonerlerin okullar, hastaneler, atölyeler gibi halkın ihtiyacı olan yapılar inşa ederek çekim oluşturmaları ve bazı Alevilerin “ Protestanlığı yüzyıllardır maruz kaldıkları toplumsal ayrımcılıktan bir çıkış yolu” olarak görmesiyle bir çeşit “politik himaye” beklemeleri sayılabilir. Abdülhamit’in ümmetçilik anlayışı yerini İttihatçıların ve Cumhuriyet devrinin Türkçü ve ulusalcı politikalarına bırakınca Dersim raporlarındaki asimilasyon vurgusu da değişir. Artık Sünnileştirme değil Türkleştirme vurgusu daha önemlidir. Aslında bu vurgu Abdülhamit dönemi raporlarında da vardır. Fakat bu raporlarda “ Dersim sancağı Türklerin pek kadim bir mevasıdır.” (Mutasarrıf Mardini Arif Bey’in raporu-1903)[13]denilerek Dersim’e yerleştirilen Türklerin “ ihtilâtlar neticesinde Kürtleştiklerinden” duyulan kaygıların dile getirilmesiyle yetinilir. Cumhuriyet dönemi Dersim raporlarında ise “ Dersim gittikçe Kürtleşiyor, mefkûreleşiyor, tehlike büyüyor” gibi ifadelerin yanında Türkleştirme yolları da sıralanır: “Memur göndermek, bunlara misyonerlik yaptırarak havali Kürtlerini Türkleştirmek,” “sürüleceklerin arazisine Türkleri iskân etmek”( Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey’in raporu 1926)[14],  “mektepler açmak ve Türklük propagandası yapmak”(Dahiliye Vekili Şükrü Kaya’nın raporu 1931)[15], “Kürtçe yerine Türk dilinin ikamesi için ilmi ve idari tedbirler almak (büyük kız çocuklarının okudulması)”(B.E.Rs mütalaaları)[16]. Sonuç 4. Ordu Müşiri Zeki Paşa ve Anadolu Umum Müfettişi Şakir Paşa’nın sarayla yapılan uzun müzakereler sonucu yazdıkları raporda yapılmasını istedikleri askeri harekât, Zeki Paşa’nın “Türklerle Kızılbaşlar arasında zaten mevcut husumeti şiddetlendireceği” ve bölgenin vilayet-i sittenin ortasında olması nedeniyle Ermenilerin işine yarayacak bir askeri harekâtın caiz olmayacağını söyleyip harekâttan vazgeçmesiyle ertelenir. Ayrıca Zeki Paşa, Dersim’de Hamidiye Alayları da oluşturmak istemektedir. Şakir Paşa ise askeri harekâtı savunur ve Hamidiye Alayları’nın Dersim’de kurulmasına karşı çıkar ve Hamidiye Alayları’nın Kürdistan’da kurulmasında Kürdistan’ın Şafii ve hilafete bağlı olması nedeniyle başarı sağlandığını fakat Dersim’in Alevi olması nedeniyle aynı başarının sağlanamayacağını söyler. Zeki Paşa’nın Dersim’de Hamiye Alayları kurma fikri  “imtiyazlı teşekküller oluşturmanın Dersimi büsbütün tehlikeli hale sokacağı” düşüncesiyle saray tarafından kabul görmez. Zeki ve Şakir Paşalar arasındaki bu anlaşmazlık ve devletin kararsızlığı nedeniyle 1907’ye kadar Dersim’e ciddi bir harekât yapılmaz fakat harekât yapılmasını öneren raporların yazılması devam eder ( Mutasarrıf Arif Bey’in raporu 1903 ve Celal Bey’in raporu 1906). Çeşitli kaynaklarda özet halinde yer alsa da tam metni daha önce yayımlanmamış olan Zeki ve Şakir Paşaların raporundan itibaren yazılan bütün Dersim raporları “ Dersim Sorunu”nun nasıl çözülmeye çalışıldığını oldukça net bir şekilde ortaya koymaktadır. Askeri harekâtların çözüm olarak görüldüğü süreç, harekâtların başarısızlığı sonucunda iyice sertleşmiş, insan hakları ve hukuk kuralları hiçe sayılarak yapılan Tunceli Kanunu ve bu kanunun zemin hazırladığı 1937/1938 Dersim katliamıyla devam etmiştir. Kürdoloji Çalışmaları Grubu Not: Bu yazı ve burada tartışması yapılan belge "Herkesin Bildiği Sır: Dersim" isimli kitapta bulunmaktadır.
0 notes
mimzedall · 4 years
Text
Eğil Dağlar [Yahya Kemal Beyatlı]
Tumblr media
Kurtuluş Savaşı, Türk Tarihi’nin en önemli kırılma noktalarından birisidir. Yakın tarihimize ait bir süreç olduğu için Kutluk Kağan’ın dağa çıkmasından ya da Selçuk Bey’in torunlarının kendilerine yurt arayışlarından daha fazla yer tutar düşünce dünyamızda. Çocukluğumuzdan beri ya bir filmle ya bir şarkıyla ya da bir kitapla hayatımızın içerisinde bulunur tarihimizin bu büyük olayı. Genellikle İnkılap tarihi kitaplarının soğukluğundan sıkılırız Kurtuluş Savaşı’nı araştırırken ya da öğrenmek zorunda olduğumuz zamanlarda. Bir hatırata rastladığımız zaman işin rengi değişir. Daha gerçek, daha yaşanmış bir şeyle karşılaşmış olmanın heyecanıyla yanaklarımız kızarmaya başlar. Benim böyle oluyor en azından. Eğil Dağlar ise ne tarih kitabına benziyor ne de hatırata. Kronolojik bir şekilde işgal günlerinin psikolojisinin okura verildiği, mükemmele yakın bir edebi derinlikle yazılmış, hatıralarla birlikte düşüncelerin, duyguların okura aktarıldığı müthiş bir eser, Eğil Dağlar.
Tumblr media
Yahya Kemal Beyatlı, İstiklal Savaşı yıllarında hocalık yapıyor bir yandan da köşe yazılarıyla okuyuculara ulaşıyor. Eğil Dağlar’da çoğunlukla İleri, bir miktar da Tevhîd-i Efkâr gazetelerinde çıkmış yazıları var. Yazılar 29 Ağustos 1919 tarihinde başlıyor. Bütün kitap boyunca Yahya Kemal’in göğsünün üzerine bir karabasan gibi çökmüş olan işgal altındalık, bilhassa İzmir’in ve tabi ki İstanbul’un işgal altındalığı ile sürüyor ve çok şükür ki kurtuluşla son buluyor. Şu kopan fırtına Türk ordusudur Yâ Rabbî! Senin uğrunda ölen ordu budur Yâ Rabbî! Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın Gâlib et, çünkü bu son ordusudur İslâm’ın. Yazılar 1919 yılından üç-dört yazıdan sonra 1921 senesine geçiyor. Buradan sonra da bana okurken çok uzun gelen bir hissiyat dolambacı içerisinde günlük olarak hadiseler zikrediliyor, fikirler öne sürülüyor. Yazarın kabiliyetini konuşmaya gerek yok, edebi manada mükemmel bir eser. Kelimeler, ilk kullanıldıkları gibi bırakılmış, sadece manaları sayfa altlarında verilmiş. Eski dilimizin ne kadar zengin olduğunu görüp ah ettim okurken. Ne kadar az kelimeyle yaşıyoruz şimdilerde. Bir yazısında son devir Osmanlı siyasetçilerine çatışı dikkate değer. Siyasetçi, iyi siyasetçi olmanın ne manası vardı ki mealindeki sözlerini eğitimci ve iktisatçı olsalardı daha iyi olurdu diyerek sürdürüyor. Ne kadar güzel bir tespit. İyi siyasetçilerimiz olacağına iyi eğitimcilerimiz olsa, iyi ekonomistlerimiz olsa daha güzel olmaz mı? Mustafa Kemal: Mustafa Kemal’in yazılardaki sıfatı “milletin timsali” yazar, Mustafa Kemal’den büyük hayranlıkla söz ediyor. “Çoktan, pek çoktan beri bu millet bir oğlunun şahsında böyle temessül etmemişti.” Milli Mücadele: Milli mücadele yanlısı yazılar yazarak tahminimce şimşekleri de üzerine çekiyor. Yazılardan, o dönemde milli mücadeleyi maceraperestlik, kavgacılık olarak adlandıranlar olduğunu çıkarabiliyoruz. Kitabın sonunda da sonradan yazılmış birkaç yazıda dönemin İstanbul’unda bir kutuplaşma olduğunu fark ettiren ifadeler var. Ara sıra “dış düşman, iç düşmandan iyidir” mealinde içimizdeki İrlandalılara çattığı da oluyor 21-22 yazılarında. Kitabı okurken bir yandan da Kurtuluş Savaşı kronolojisine baktım. Londra Konferansı sonrası hayal kırıklıklarını aynen yansıtmış 1921 yazılarında yazar. Diğer olayları da kronolojiye uygun bir şekilde yorumluyor. Ankara’da kabine değişimi oluyor mesela, hemen ardından bir dizi yazıda bu değişimden bahsediyor. “Bütün Türkler gibi İstanbullular da biliyorlar ki milli hareketin bütün bu cidali Osman’ın sancağını, Fatih’in tahtını, Selim’in hatırasını nisyandan kurtarmak içindir.” Yunanlılar: Yunanlılara sık sık çatıyor. Karaktersiz, adi bir millet olduğunu, hiçbir savaşı kazanmadıklarını, hep başka devletlerin kucağına oturarak başarı elde ettiklerini söylüyor. Yunanlıların Türkiye’yi işgallerinin komik, garip bir hal olduğunu anlatıyor. Aslanın kediye boğdurulması olayı işte. Venizelos, Kostantin çatışması da Yahya Kemal’in yazılarında zikrettiği olaylardan. Bilmeyenler için bahsedeyim dönemin olaylarından. Yunanistan, 1. Dünya Savaşı’nda Alman yanlısı bir siyaset güdüyor, kral Kostantin Almanya taraftarı. Fakat buna rağmen savaşa girmiyorlar. 1917 yılında bir darbe yapılarak Alman yanlısı Kostantin devrilip yerine İngiliz yanlısı oğlu Aleksandros geçiyor. İngilizlerden destek alan, Türkiye’ye saldıran bu Aleksandros. Bunun başbakanı da Venizelos. Allah’ın hikmeti, bize bunca kötülük yapan Aleksandros bir maymunun ısırması sonucu ölüyor, Venizelos terk-i diyar ediyor, Kostantin de memleketine geri dönüp kral oluyor. Yahya Kemal, olayı anlatmıyor, belki de o dönemde herkesin haberdar olduğundandır, ara sıra değiniyor sadece. “Yunanlılar mağlubiyetlerinden manen muztarip değildirler. An-asl asker ve erkek bir kavim olmadıkları için askerliğin şanından hiçbir zaman nasipleri yoktur. Ve şeynden de zerre kadar utanmazlar…” Osmanlı: Büyük Osmanlı hayallerini kuranlara da eleştiri getiriyor. Tabi ki, Enver Paşa’yı görmüş birisi olarak hayalperestliğin neler getireceğini görmüş bir insan. Büyük Osmanlı’yı yeniden inşa etmeye çalışacağımıza milli Türkiye’yi kuralım diyor. “Özleyeceğimiz şeyler eski saltanatın şanları, şerefleri, bayrakları, medeniyeti, musikisi, mimarisi, şiiridir, lakin şekli, idaresi, siyaseti değil.” “Bir zaman cetlerimiz bu Osmanlı namını ne kadar yerinde kullanırdılar, Osmanlı doğrudan doğruya kapu halkı, padişahın hizmetinde olanlar, hükümet adamlarıydı, hükümete bir hizmetle bağlı olmayan Türkler ve bütün Muhammed ümmeti bu unvanı taşımazdı. Osmanlı, Al-i Osman’a vazifeyle bir nisbeti ifade ederdi. Tanzimat paşaları, Avrupa’ya o yarım yamalak vukuflarıyla, devletin bütün tebaasını yoğurup yeni bir millet imal etmeye savaştıkları zaman, eserleri olan ucubeye bu unvanı taktılar. Bu milletin ne garip bir talihidir ki, üç dört beş asır evvel medeniyeti pek mükemmel iken Hıristiyan reaya sınıfı, Türkler gibi giyinmeye, Türkler gibi yaşamaya hatta Türkçe ibadet etmeye hâsılı her noktada onlara benzemeye özenirdi de o zamanın uleması ferman ve fetva kuvvetiyle onları en şedit cezalarla bu arzularından men ederdi. O zaman zorla men ettiğimiz bu temsile, temsil kuvvetine tamimiyle kaybettiğimiz son asırda fesli ulema heves ettiler. Zavallı millet iki defada da ukalasının akıl zorunu çekti.” “Türk milleti bir dinde ve bir mezhepte olan ve Türkçeyi müşterek lisan telakki eden, Kürt, Türk, Çerkez, Arnavut ve Boşnak unsurlarının Kurun-u Vusta’dan beri terkibiyle vücud bulmuş bir millettir. Bu kitle birdir ve ayrılmaz; ancak kendi inkişafını özler, kendinden olmayan ekalliyetlerin cemaat teşkilatını mekteplerini hür bırakır.” Dikkatimi çeken bir ifade de sivil toplumun oluşmayışı şikâyetiydi. Tabi, sivil toplum bugünkü adı, o zaman cemaatleşme deniliyor. Yine de her şeyin devletten beklenmesine, sivil toplumun oluşmayışına kızması bugünle aynı gibi. Bir şey değişmemiş yüz yılda. “Biraz izanı olan bir Türk, İstanbul halkının bu hazin günlerimizde bile devam eden gafletine baka baka teessüründen verem olur gider. Birçok kereler dediğimiz gibi hissiyle milli varlığına pek ziyade bağlı olan bu halk fikirce bilakis son derecede kayıtsızdır. İnönü askerlerinin yaralarını sardırmak için 185 bin lira veren bu halk, bir maaş aldı mı hemen Yunan bakkallarına yunan mağazalarına koşar bir aylık maaşın yekûnu olan 1 milyon 200 bin lirayı hem de her ay Yunanlılara cephane yetiştiren Yunan teşkilatının eteğine döker. Bazen dış yüzü bazen da yalnız iç yüzü mavili beyazlı olan bu dükkânlardan alışveriş eden Müslümanlar fark etmiyorlar ki Yunan ordusuna yataklık ediyorlar. Çünkü en basit muhakemeyle bu gafletin başka bir tabiri yoktur.” “O zaman hazin bir tefelsüfe koyulduk; mirasyedi, sefih, müsrif oğlundan servetini hiçbir zaman esirgemeyen müşfik fakat dur-bin bir anne nasıl daima çıkınlarında bir ihtiyat akçesi saklarsa, anne Anadolu da, müsrifliğini, sefahatini, mirasyediliğini asırlardan beri tecrübe ettiği İstanbul oğlundan nüfusunun, parasının bir kısmını öyle saklıyormuş. Ah keşke daima saklayaymış da; çünkü gördük, onun ihtiyatı İstanbul siyasilerini yalnız son harpte değil, ondan evvelki zamanlarda da güttükleri siyasetten daha hayırlıymış, keşke bize daima hudutlarımıza lazım olduğu kadar asker vereymiş. Keşke o zaman İstanbul daima tefahür ettiği ıslah ve temdin iddiasıyla: bu milleti nasıl ıslah edeyim, daha doğru dürüst nüfusunu kaydettirmekten çekiniyor der dururdu. Ama sultan Abdülhamid Yemen’de tam iki milyon Anadolu Türkünü Zeydi mezhebini tanımamak inadı için kumlara gömemez ve o iki milyondan doğabilecek beş milyon nüfusu kurutamazdı; harbi umumi hükümeti yine bir o kadar nüfusu cenubun kumlarına Sarıkamış’ın karlarına Galiçya’nın siperlerine kurban gönderemez ve aramızda bu kadar yetim bu kadar dul bu kadar evlenmeyen kız kalmazdı; milletin ketme-i nüfus itiyadını artık kötü bir itiyat gibi mütalaa edemeyiz çünkü hudutlarımızın müdafaasına yetecek kadar asker verdiğini daima gördük. Bugünse ırzını, malını canını kurtaran Anadolu hükümetinden hiçbirşeyini esirgemediği, varını yoğunu hahişle bezlettiği meydanda. Çünkü anne Anadolu anlıyor ki o zaman İstanbul’un siyaseti mirasyedice bir siyasiye idi.” 300 sayfayı aşkın bu kitap, yazarın kimi zamanlar ümit, kimi zamanlarda yeis içerisinde yazdığı yazılarla devam ediyor. Bir insanın, istiklali tehlikeye girmiş milleti için çırpınışları da var, bir yazarın toplumuna nasihat etme çabaları da. Neden bu duruma geldiğimize dair eleştiriler de mevcut, çok yerinde müthiş tespitleri de. Mesela yukarıda yapmış olduğum alıntı kitapta benim en fazla dikkatimi çeken nokta oldu. Anadolu Ana, her zaman bir miktar ketum davranıyor devletin isteklerine karşı. Her zaman bir miktar evladını gizliyor ki soyu yürüsün. Yoksa, devlete kalsa, bütün milleti kırar saçma sapan savaşlar için. Yazar ağırlıkla 1921 ve 1922 yıllarına ait yazılarında savaşın gidişini ve insanlardaki yansımalarını anlatıyor, bazen milli mücadeleye destek veriyor bazen Yunanlılara sövüyor bazen de derin analizler yapıyor müthiş kalemiyle. Neticede en sevdiğim yazı 31 Ağustos 1923 tarihli olanı oldu ki kazanılmış bir savaşın arından üzerinden yük kalkmış, kıvançlı bir yazı. Elimde 2005 yılında Yapı Kredi Yayınları ile İstanbul Fetih Cemiyeti’nin ortaklaşa bastıkları baskısı mevcut. Yahya Kemal Ensitüsü’nden Kazım Yetiş’in takdimi de okunmaya değer. Read the full article
0 notes
atillakul-blog · 4 years
Photo
Tumblr media
Ne sen baki ne ben baki Kanunî Sultan Süleyman, Bâkî gibi bir kabiliyeti bulup çıkarıp itibar eylemesini, padişahlığının çok haz duyduğu birkaç olayından biri olarak gördüğünü söylemiştir. Yazdığı her nazireden sonra da şaire sık sık lütuf ve ihsanlarda bulunuyordu. Nitekim Şair Nev’i bu duruma işaretle bir şiirinde şöyle demiştir: Bâkî’yi Sultan Süleyman etti Selman-ı zaman Bâkî neşeli, zarif, hoş-sohbet, nükteci, şakacı, bir şahsiyete sahipti. Nerede olursa olsun doğruyu söylemekten çekinmez biriydi. Bu itibarla bazen kırıcı olabiliyordu. Nitekim bir defasında Kanunî Sultan Süleyman da kendisine kırılmış ve onu Bursa’ya sürmüştü. Padişah bu kıymetli şaire haber gönderirken maksadını da şairce bildirmişti: Bâkî bed Bursa’ya red Nefy-i ebed Azm-i bülend Açıklaması: Huyu kötü olan Bâkî’yi Bursa’ya sürdüm. Orada devamlı kalsın. Yüksek kararım budur. Fakat padişahın bu hükümdarca ifadeleri şiirin sultanına çarpmıştı. Bâkî bu ağır ifadelere karşı derhal şu dörtlükle mukâbelede bulundu: N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâkî Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî Şahâ! Azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî  Açıklaması: “Şâir öncelikle kendine hitâben nasîhat ve tesellî makâmında şöyle demektedir: Üzme kendini ey Bâkî! Padişahın yüksek kararı senin Âsitâne’den, Cihan hakanının yanından uzaklaştırılman yönünde olsa ne olur ki… Zira açıkca biliyorsun ki bu dünya Hazret-i Süleyman aleyhisselama bile kalmadı. (Bu Süleymân’a mı kalacak? Bu isim benzerliği hatırlanmasa da muhatabın doğrudan padişah olacağı açıktır). Ey Padişahım! Kararınızda -sıklıkla vâkî olduğu üzere- celâliniz, gazabınız pek sarih biçimde görülüyor amma! Unutmayın ki bu dünya geçicidir, bana kalmadığı gibi, size de kalmaz.” Şairler Sultanı Bâkî’ nin fermanı tebellüğ ettiği anda irticâlen söylediği bu dört mısra birisi tarafından not edilip padişaha takdim edildiğinde; ferman geri alınmış ve Bâkî çok sevdiği padişahından ve ilim çevresinden ayrı düşmemiştir. https://www.instagram.com/p/B7liqXbHBmM/?igshid=17lwkedcfb5r9
0 notes