Tumgik
ruhtzschar · 5 years
Text
Tumblr media
Dimağım çatladı düşünmekten, bir mesaj aramaktan, bir anlam çıkarmaktan, beklemekten. Seninle ne yapmalı?
Soğuk, nemrut kaleni nasıl yıkmalı? Nasıl sızmalı soğuk odalarına? Nasıl ısıtmalı ve aydınlatmalı karamsar bakışını? Kırmalı vazgeçmişliğini. Hayal ettirmeli, istetmeli sana, bekletmeli, ne yapmalı? Kalenin derininde en gizli odanda, soğuk tahtında yakalamalı seni. Senin o aslında ince, şeffaf mizacını bir güzel bulmalı, dokunmalı. Akrepleri kovmalı saatlerinden, zamanın ayağını bağlamalı, durdurmalı görece. Seni bulmalı tam bek yerinde, oracıkta elimi daldırıp yüreğini söküp almalı, seninle ne yapmalı?
İran'a gitmeli seninle, tüm lümpen Avrupa sevdalılarına inat doğuyu görmeli en özel zamanlarda, pembe mihrablı camileri tek tek gezmeli, Şiraz'ı, Nasır el mülkü. Fars edebiyatı okumalı; Firdevsi, Hüsrev ve Şirin, Sadi Şirazi. Mukaddimeyi bitirmeli Kuran'dan sonra. Her akşam yemeği sonrası sofra başında uzun uzun konuşmalı Erzurumlu İbrahim Hakkı ile Darvin'i, İlyada ve Odessa ile Hüsrev ve Sohrab'ı, sembollerini. Lorenz hakkında, görelilik hakkında, gök hakkında, cebir ve fiziği öğrenmeli sırf bu yüzden. Sonra sofrayı kaldırıp susmalı seninle, seninle karşılıklı susmak fikri...
Ürdün'e gitmeli seninle. Şile bezinden, pamuktan gömlekler giyinip sokak sokak gezmeli kurak ılık havada. Baharatlı tavuk ve özbek pilavı yemeli seyyar satıcılardan ayaküstü, bizim memleketimize gelmeyen en büyük zeytinleri ve incirleri tatmalı. (vet tini vez zeytun 95:1) Lut gölünde yüzmeli seninle. Tuzdan bezip kıyıda kana kana su içtiğinde seni görmeli, uzun uzun izlemeli, saçların kuruduğunda aralarda kalan beyaz tuzları parmak uçlarımda toplayıp dilimin ucuna götürmeli. Petrada pembe kayalıkların arasından elele geçmeli. Geceleyin karanlık serin çöle uzanıp samanyolunu görmeli. Kirpiklerimize kumlar yapışana kadar beklemeli orda. Başka memleketlerde başka insanların ne acılar yaşadığını iyice bellemeli, ağzına su vermeli bir siyahi çocuğun, yoksul bir ananın eline bir gül, birlikte bir el uzatmalı yabancı yalnız bir yolcuya.
Aylarca, yıllarca, sessiz, sabırla, mülke ve paraya tamah etmeden, boynumuzu eğerek kibrimizin eriyip akmasını beklemeli, sonra ölmeli seninle aynı anda yan yana, bir terör saldırısında, bir trafik kazasında, birlikte haddi aşmadan genç yaşta ölmeli. Gösterişsiz, taşsız bir mezarın altında ebediyen beklemeli..
4 notes · View notes
ruhtzschar · 9 years
Text
BEDBAHT
Saate baktım onu yedi geçiyordu.  Evim ne kadar yakın olsa da, ne kadar nisan  ayında olsak da  kendimi tedirgin hissediyorum hava böyle karanlık olduğunda. Ama bu sefer o kadar hissetmiyorum bu tedirginliği çünkü ılık rüzgar beni iyi hissettiriyor. Bu havada kötü olan hiçbir şeyi düşünemiyorum, ruhum uyanıyor ve tanrıya daha çok şükrediyorum baharın sıcaklığını tekrar tekrar böyle güzel hissedebildiğim için. Yine de çantamda taşıdığım caydırıcı gazı çantanın içinde bulup ön göze yerleştiriyorum. Kullanacağımdan yada kullanabileceğime inandığımdan değil , bu güvende hissetmek için anlamsız olduğunun farkında olmadığım kadınsal bir ritüel. Ellerime bakıyorum yürürken bir yandan. Ellerimi seviyorum. Her zaman nemden yapış yapış olan o rahatsız ve rencide edici duygu olmuyor bu havalarda, ellerim kupkuru oluyor, bir kez daha çok seviyorum nisanı. Tam da yürürken kulaklığımdan gelen şarkıya kafamda klip çekmemi gerektiren bir hava var. Şurada yürüyeceğim yol  on beş dakika olsa da hiç üşenmeden koca çantamın içinden karıştıra karıştıra buluyorum kulaklığımı. I origins filminin soundtrack  parçasını açıyorum yine, Yüz kere dinleyebilirim çünkü.  Şarkıyı  dinlerken filmde başroldeki kızın gözünün içindeki noktaları düşünüyorum. O  noktaları düşünürken , insanın gözleri ile ruhunun ilişkili olabileceği ve bu yolla reenkarnasyon ile ilişki kurulacağı safsatasına inanmıyorum tabiki. Yürüyorum ve müzikle birlikte absürd şeyler hayal etmeye çalışıyorum, tüm beynimle deniyorum, beynimin ötesine çıkmaya çalışıyorum, renkleri karıştırıyorum, yürüdüğüm bu mozaik yolu kenardaki arabalar ile birlikte büküyorum, ama olmuyor, hiç uyuşturucu kullanmamış biri için bu şey o kadar zor ki rüyayı çizmek gibi. Aklımın sınırının tam olarak nerede bittiğini anlıyorum. Tam yanımdan kulaklarımda son ses müzik çaldığı için nefes sesini duymadığım bir köpek geçiyor. Dünyanın en masum köpeği olsa da onu aniden bu gece vakti yanımda gördüğüm için korkuyorum ve kulaklıkla müzik dinlerken aslında sağır bir insana dönüştüğümü ilk defa farkederek yolun biraz daha kenarından yürüyorum arkamdan arabalar gelebilir diye.  Eve yaklaşmış olmanın verdiği anlamsız huzurla eve  bir dakikadan daha önce varmak için pasajın içinden geçmeyi tercih ediyorum. O karanlık pasaja adım attığım anda bir korku buz gibi enseme üflüyor ama bunu yaşarken zaten birkaç adım daha attım ve kendimi takıntılı bir şizofren gibi hissetmemek için geri dönmüyorum. Zaten bunu düşünürken bir kaç adım daha attım. Yine ayak seslerini hiç duymadığım birisi hızla koşar adım yanımdan geçip beni geride bırakıyor, korkmuyorum çünkü neyseki bir köpek değil bir insan ve ileride ki nalburun kilidini açıp aceleyle içeri giriyor. Gülümsüyorum adamın bu hâlini düşünüp. “Bu gece vakti o nalburda neye ihtiyacın olabilir ki.”  Bir sonraki şarkıya geçiyor. Biraz daha ilerliyorum ve bir şey, biri, demir, sigara, toprak ve yağ kokan bir el ağzımdan tutup beni içeri çekiyor. Korku, dehşet, pişmanlık, öfke, isyan ve tanımlayamadığım bin duygu kaburgalarımın birbirine en çok yaklaştığı yere bileyli bıçaklar gibi saplanıyor. Diyorumki  tüm gücümle, var olan ve bu güne kadar hiç açığa çıkarmadığım, benimde miktarını asla bilmediğim ama inanılmazı umduğum tüm enerjimle çırpınır, yalpalanır kurtulur kaçar bağırırım. Büyük umutlar içerisindeyim. Bir insan hayatında ancak bu kadar çaresiz olabilir. Deniyorum ama umduğum o enerjinin azıcık, minicik bir kısmını dahi gösteremiyorum. Bu şey mekanik demirden bir hayvan, aç bir canavar gibi o kadar güçlü ki beni mengene gibi sıkıştırdı kolu ve iğrenç dev gövdisinin arasına. İçine çekildiğim yer hergün içinden geçtiğim pasajda, her gün gördüğüm nalburiye.  İçine hiç girmediğim , dikkat dahi etmediğim, içeride nelerin satıldığına , kimin oraya sahip olduğuna, kimin orada para kazandığına asla bakmadığım kafamda sadece sarı bahçivan çizmelerini canlandırtan dünyada umrumda olan en son yer . Şimdi orada birisi bana hayatımda yaşayacağım en korkunç dehşeti yaşatacak. Nalburiyenin içinde aşağıya biyerlere  inen merdivenlerden sürüklerken beni  hala çırpınıyordum ama ayaklarım kalkmıyor demir gibi duruyorlardı. Taş kesilmiştim. Ayaklarımın merdiven basamaklarına patır patır çarpışını izlerken nihayet gözlerimden damlalar aktı yanaklarımdan ve o canavarın ağzımı sarmalayan ellerini serinletti. Ağrılar karnımda, ensemde, kasıklarımda, heryerde idi. Her bir merdiven basamağı aşağı indiğimizde minicik kurtuluş  umudum daha da eriyor ben artık bana yapacağı şeyin hafif olması için ağrılı umutlar hissediyordum. Merdivenin son basamağında  kasıklarıma bir sıcaklık yayıldı. Altıma işedim. Canavar iğrenç kokuyordu. Hiçbir şey duymadığımı o an farkettim ve farkettiğim anda bir şeyler duydum. Duyduğum şey normal hayatımın son dakikalarında dinlediğim şarkının nakaratıydı. Kulaklık hala kulağımda. Merdiven bittiğinde beni birkaç adım kenara çekip kafamı duvara vurdu. Böyle dayanılmaz bir korkunun içindeyken kafanızın acısını hissedemiyorsunuz. Acıyı duyuyor ama anlamıyorsunuz. Kafamı duvara üçüncü vuruşunda alnım bişeye denk geldi ve loş bir ışık açıldı. Bu yaşadığım dünyada ki en trajik şey. Canavarın beni bir an bile bırakmaya niyeti yoktu, asla risk almıyor beni var gücüyle kendine sıkıştırıyordu. Ufak tefek sanayi makinalarının, tozlu nalbur malzemelerinin arasından  sürükledi ve rutubetli, karanlık ve iğrenç bu bodrum katını bitiren duvarın yanına geldiğimizde bir eliyle ağzımdan tutmaya devam ederken diğer eliylede ensemden tuttu. Elinin her pürüzünü hissediyordum öyle ki derimi çiziyordu. Yıllarca işçilik yaptığı, zor işlerde çalıştığı belliydi. Peki bütün o yıllar, kanaatkâr ve masum bir işçi gibi çalışır, diğer işçi arkadaşlarıyla basit şeylere gülüp eğlenirken kafasında hep bu canavarlıkları mı düşünürdü? Beni sıkıca kavrayıp var gücü ile nemli, boyasız duvara vurdu. Duvara o kadar şiddetli çarptım ki, kendimden geçtim ve yere yığıldım ama bayılmamıştım. Ne yazık ki bayılmadım. Alnımdan şakaklarıma, şakaklarımdan kulaklarıma doğru akan yoğun ve yapışkan bir şeyi hissettim . demir kokuyordu. Gözlerimi açtığımda, hareket edemiyor ve bağıramıyordum ama görüyordum . Bana yaklaştığında canavarın kan donduran, tanıdık yüzünü gördüm. Nalburiyede çalıştığını anladığım yirmili yaşların sonunda ve yüzü temiz sayılabilecek nalbur kalfasıydı. Onu bu sokaklarda defalarca görmüş ancak hakkında azıcık bile düşünmemiştin. Onu gördüğümde bana hiç bir şey yapmayacağı , acıyıp beni geri salacağı umuduna kısacık inanıp ona birkaç saniye aşık oldum. Böyle hissettim çünkü bu bana yaptığı ve yapacağı şeyden daha imkanlıydı. Elinde gümüş rengi geniş bir bant vardı. Küçüklüğümüzde sobalı evlerde otururken babamın soba borularını birbirine sabitlemek için kullandığı, sürekli alet dolabında duran banttandı. Bir an babamı hatırlayarak içinde bulunduğum durumla ailemi ilişkilendirmeye cesaret edemeden acılara boğuldum. Onunla ağzımı o kadar iyi bağladı ki yanaklarım çekildi. Gözyaşlarım  alnımdan akan kan ile buluştu şakaklarımda. Çızırtılı bir ses daha duydum. Başka tarafa savrulan kulaklık hala ceketimin cebindeki  telefona bağlı ve hala müzik çalıyordu. Uzaktan azıcık duysamda jefferson airplane olduğunu anladım. Kenarda ki levyeye benzer şeyi kavradı sonra. Tek hamlede kaldırdı ve tek hamlede kafama indirdi. O kadar hızlıydı ki levyeyi havada görmedim bile. Ama çok ağırdı. Levye kafama indiği anda kafatasım kırıldı ve serebral korteksim parçalandı ve beynimin bir kısmı lime lime oldu. Acıyı iliklerime kadar hissediyordum. Bu dehşet his demir tabletler arasında ezilmek gibiydi. Acıyla bağırdığım, inlediğim sanrısına kapılıyor hiç bir şey yapamadığımı sonradan alıyordum, sonra yine inlediğimi zannediyor, yine ayrımsıyordum gerçeği. Ölmek için yalvarıyordum tanrıya. Ölmeyi kurtulmaktan daha çok istiyordum artık. Midem bulanıyor, burnum oluk oluk kanıyordu, parmaklarım, dizlerim, göz kapakalarım istemsiz küçük hareketlerde bulunuyordu ve anladım ki beyin kanaması geçiriyorum. Milim milim ölüyordum artık. Keşke kalbimi hemen durdurabilseydim. İnsanlar çok çok büyük acılara katlandılar yüzyıllar boyunca ancak bu bir insanın dayanamayacağı kadar büyük bir acı. Jilet ile dolu kapkara bir okyanusta boğulmak gibi. Artık her yer karanlıktı. Benim mi gözlerim kapandı yoksa gözlerim mi karardı bilmiyorum ama duyularım tektek kapatıyordu kendini. Algım, bilincim sinirlerim çöldeki ayak izleri gibi yavaş yavaş azalarak bitiyordu. Karnıma bir şey oturdu, aynı anda kusmak istedim ağzım bağlıydı ve tüm kusmuğum boğazımda birikti ve genzimi yaktı. Canavar boğazıma yapıştı, iğrenç ve tırtıklı elleriyle boğazımı kavradı ve sıkmaya başladı. Beni boğuyordu. Beni neden öldürmek istemişti? Ben onu incitecek hiç birşey yapmadım ve yapmazdım. İçimi ferahlatan tek küçük şey bana tecavüz edip öldüreceğini sandığım canavarın beni hemen öldürmesiydi. Çıldırmış gibi sıkıyordu boğazımı. Nasıl bu kadar delice güçlüydü? Nefesim kesildi, vücudun ısındı, duyularım tekrar geri gelmiş gibiydi. Canavarın korkunç hırıltısını duyuyordum. Hırlamasından beni daha güçlü sıkabilmek için kendini sıktığını anladım. O beni sıktıkça kızarıyor morarıyor ölmek istediğim halde kendimi ölüme bırakamıyor, bir damla oksijen alabilmek için çırpınıyor ciğerlerimi şişiriyordum. Sonra bıraktım. Durdum ve hiç bir şey yapamıyordum artık. Kalbim daracık kalan kafesinde sıkıştı ve nihayet durdu. Canavar beni boğmasada zaten kusmuğumun nefes boruma kaçması ile acı içinde boğulacaktım. Havayı, yattığım yeri, kendimi, canavarı, hissedemesem de herşeyi duyabiliyordum. Beynim hala yaşıyordu. Nasıl oluyordu bilmiyordum ama öldüğümü kalbimin durduğunu çok iyi biliyordum. Beynimde yavaş yavaş içindeki oksijeni tükettiyordu, farkındaydım bunun. Tüm vücudum karıncalanıyordu ve buz kesiyordum. dehşetin en başından kalbimin durduğu ana kadar her şeyle birlikte beni çevreleyen ve sıkan, yoran, korkutan o tuhaf duygu da birden yok oluvermişti. Uykuya dalıyormuş gibiydim. Asla uyanmayacağım o leziz uykuya dalarken duyduğum en son şey kulaklığımdan gelen sesti. Nothing else matters çalıyordu. Uykuya dalma hissini andıran yumuşak bir duyumsama ile tamamem öldüm. Ölümün son anında dahi kurtulacağım ümidini bırakamadım. 21 yaşındaydım ve yaşamak istediğim bir sürü şey vardı. Üstelik âşıktım ve birkaç gün sonra doğum günümdü. Herşeyden önce insandım ve biriciktim. Hissettiğim tüm acılar ve sıkıntılar, içinde bulunduğum vahşetin hissettirdiği her hezeyan sonuna kadar yok oldu. Bir balondum ve içimde tuttuğum tüm havayı dışarı salmıştım sanki. Sanki dünyanın en kötü rüyasından uyanmış gibi rahatlamıştım. Tamamen öldüğümde bedenimi emen yer çekimini, vücudumu bastıran havayı, onlar yok olunca daha iyi anlamıştım. Artık havanın bir parçasıydım. Sonra bir şey oldu ve yükseldim. Büyük bir yaranın üstünü kapatan kabuğun yaradan yavaşça ayrılması gibi ayrıldım bedenimden ve koptum. En son bileklerimden koptum. Ruhun bedenden ayrıldığı en zor yerin bilekler olduğunu garipsedim. Bunu dünyadaki kimse bilemez. Daha da rahattım artık. Yumuşak bir yatakda uzanmakdan, uykudan, anne karnından daha rahattım. Aklımın sınırları açıldı ve öğrendim. Dünyada beni sınırlayan şeylerin akıl ve vücut olduğunu bildim. Bir taneydim ama sanki odanın heryerindeydim. Önümü arkamı heryeri aynı anda görebiliyordum. Zamanda yoktu artık, hisler, hezeyanlar beni acıtan, benim önüme geçen hiçbir şey yoktu. Havaydım. Aynaya bakmıyor ama nasıl göründüğümü biliyordum. Çıplaktım ve parlıyordum. Mahremiyet utangaçlığım ölü bedenimin içinde kalmıştı. Bir toz gibi savrulabiliyordum. Yer çekimi sanki ters dönmüştü. Yükselmek istiyordum ama ölü bedenime bağlıydım. Canavara baktım. Artık ona karşı en ufak bir fikredişim yoktu. Herşeyden kurtulmuştum ama fani iken bildiğim herşeyden değil evrendeki herşeyden. Bunu insanlar asla bilemezlerdi. Bu ölmekdi. Bu evreni hissetmekti. Asıl var olmanın ölmek olduğunu nasıl da anlamıştım. Ölmek hoş bir histi. Canavar hala karnımda oturuyor boğazımı sıkmaya devam ediyordu. Bir an için ona öldüğümü bildirmek istedim. Bedenime yaptığı her eziyet beni rahatsız ediyordu sanki gerçek manada ruhum çekiliyor gibi. Ölü bedenime bir annenin çocuğuna bağlı olduğu gibi bağlıydım ve onu seviyordum çok seviyordum. Gömülmedikçe rahata ermeyecek, sızlayacak onu bırakıp asla gidemeyecektim. Gömülmenin ruhun acılarını nasıl dindirdiğinide öğrendim. Tüm insanlık ölüleri gömmeye ikna edilmeliydi. Canavar artık can verdiğimi anladı ve durdu hala karnımda oturuyordu. Üzerimden kalkmadan cekedimin cebindeki telefonuma uzandı. Bir canavarın bedeninde eğreti duran nezaketle telefonun arkasını açıp içindeki operatör kartını çıkardı ağzına aldı ve bir köpek gibi çiğneyip tükürdü. Telefonumu günün maddi karı yapıp bir madalyon gibi göğüsledi incitmek istemez gibi yavaşça kenara bıraktı. Hırsız, katil, deli ve sapkındı. Dünyanın en kusursuz canavarı. Cebinden bıçağı parlak bir ustura çıkardı. Usturayı sanki demirin soğukluğunu ölmüş bedenime hissettirmek ister gibi yanaklarımda gezdirdi. Ölü bedenime korkunç şeyler yapacaktı. Ondan iğreniyordum. Yana düşmüş başımı kendine çevirdi, ağzımdaki gümüş bandı çıkardı ve usturayla dudaklarıma kesikler atmaya başladı. Beni tamamen soydu, vücudumun farklı yerlerini ustura ile kesti. Tamamen soğudum ve o da ölü bedenime tecavüz etti. Ruhlar da inleyebiliyor ve ağlayabiliyorlardı, öğrendim. Üşüdüm, eridim, parlaklığım soldu. Toprağa karışmanın hasretiyle inim inim inledim.
3 notes · View notes
ruhtzschar · 9 years
Photo
Tumblr media
Yüzün Fransa’da 60lı yıllardan bir Cezayirli artisti anımsatıyor.
Yüzün bir edebiyat akımı,           
Yüzün toprak tonunda kurak doğu esintisi,
Yüzün bir sığınışın hatırası, 
Adın milenyumlar öncesinde çöllerde pişmiş gibi ağır ve sıcak.    
Adın bileyli bıçak gibi ağzımda.
Ve ağzında lirik olduğunu umduğum
Ayrıca anlamadığım bir dilde  yangınlar var.       
Berrak sularda kuzgunlar sakalların, 
Karanlıktan korkanlara inat.
 Şu halinle bile tüm çağların en öz halisin.
Bir gün daha beklese elmasa dönüşecek gözlerin.                            
Belki annen yok,
Belki  akrep sokmuş  bileklerini.
Jileti batırıp akıtsan tüm zehri,
Hiçbir şeyin kalmayacak.
Mevsimine vurulmuş yalıçapkınları,
Saçlarının arasında.
Parmaklarında ayağı kırık  atlar .  
Kazara dokunsalar gözlerin avuçlarım cayır cayır yanacak.
Ulu orta gülümseme be adam,
Sedeflerin ayyuka çıkacak.      
Ve boğazının tam ortasında müstehcen adem elmasını,
Ne determinizm anlatabilir ne de hiççilik.     
Varolman zaten ilahi adaletsizlik.
r.
3 notes · View notes