Tumgik
ceviri-translation · 3 years
Video
youtube
Öteki Zekalar, James Bridle
Başlayabiliriz. Herkese merhaba! Bu hafta Berlin’de olamadığım için üzgünüm, ama bu şekilde konuşma fırsatım olduğu için de çok memnunum. Konuşmamın bazılarınızın ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Her ne kadar biraz daha hafif bir şekilde ele alacak olsam da üzerinde düşünebileceğiniz ve hatta eğer canlı olarak izliyorsanız üzerinde tartışabileceğimiz birkaç konuya değinmeyi umuyorum. Birkaç konu başlığım var: en son yazdığım kitabım Yeni Karanlık Çağ (New Dark Age) ve bunun ne anlama geldiği üzerine konuşacağım. Özellikle Bilgisayımsal Düşünme (Computational Thinking) fikrini ve bundan sonra gelen diğer bahisleri biraz daha açacağım. Zira bu kitabı yazalı bir kaç sene oluyor... Üstelik bugün bütün bir dünya olarak kitapta bahsettiğim durumdan çıkmaya çalıştığımız zamanlardan geçiyoruz. Dolayısıyla bu konular üzerine düşünmek için kritik bir eşikteyiz ve bu konuşma da bunun için iyi bir fırsat. Konuşmamın sonuna doğruysa bugün için düşüncelerim ve Bigisayımsal Düşünmenin bizi nasıl bugünlere getirdiği üzerine üzerine konuşacağız. 
Ama öncelikle bir süredir üzerinde düşündüğüm ve yazdığım konular hakkında bugün neredeyiz ona bir bakalım. Uzunca bir süre adına bulut (cloud) dediğimiz bu figürle ilgilendim. Bugün bulut dediğimde çoğunlukla Bilgisayımsal Buluttan (Computational Cloud) bahsettiğim anlaşılıyor: yoğun bir şekilde bağlı olduğumuz, ama artık neredeyse görmediğimiz  bilgisayarların ötekiliğinden bahsediyorum. Bu konuyu nadiren sorguluyoruz. Tamamen görünmez kılmasa da, bir şeyin görünürlüğünü zorlaştırmak, iktidarın çalışma şekillerinden biri. Bu bağlamda, teknolojinin iktidarı uygulama yollarıyla ilgilenen kişilerin, bahsettiğim bu bulutu biraz olsun yeryüzüne indirip, neden onu bir bilgisayar gibi algılayıp, hem de üzerinde düşünmemiz gerekmeyen bir şeymiş gibi farz ettiğimizi anlamaya çalışmaları gerekiyor. Bu nedenle son yıllarda benle beraber bir çok başka sanatçı da bulutu maddeleştirmek, gerçekten neden yapıldığını anlamak için bir hayli çalıştık ve fark ettik ki bulut aslında veri merkezlerinin, fiziki binaların içinde birbirlerine kablolarla bağlı makinelerden, bilgisayarlardan oluşuyor. Bu oldukça önemliydi, ve bu çalışmalardan gerçekten keyif aldım. Fakat şimdi bulutu yeniden ele almanın, bulanık ve muğlak oluşunun aslında ne demek olduğu üzerine düşünmenin, bulutu salt bilgisayımsal bir şey olarak ele almanın kendisinin, bizi yine hesaplamalı düşünme tuzağına düşürdüğünü fark etmenin önemini anlıyoruz. Peki bu bilgisayımsal düşünme problemini nasıl anlayacağız ve bundan kendimizi nasıl sakınacağız?
Ben bunu tarih içinden okumayı seviyorum: bu tarih bizzat bulutlarla ve hatta hava durumu tarihsel verileriyle ilintili. Bilgisayımsal düşünmeyi anlamanın yollarından biri şu: 1910’lu yıllarda yaşamış Lewis Fry Richardson adında bir adamdan bahsedeceğim, ki kendisi benim bir nevi kahramanım olur. Richardson bir meteorologdu ve İngiltere’de savaş öncesinde gözlem evlerinde hava durumuna nasıl tepki verileceğinin ötesinde, nasıl daha iyi tahmin yürütülebileceği konusunda bir sürü deney gerçekleştiriyordu. Kafasında şöyle bir fikir vardı: dünya hakkında eğer yeterince veri toplanabilirse buradan hareketle bir takım hesaplamalar yapılabilir, ki bugün buna algoritmalar diyoruz. Bu sayede geleceğe dair hava durumu hesaplanabilir - nitekim o döneme kadar bu başarılamamıştır-. Evet, bunun için bir takım pratik metotlar vardı ama sağlam bir hesaplama henüz gerçekleştirilememişti. Ve böylece, bilgi toplamaya başlar. Sonra, 1. Dünya Savaşı patlak verir. Richardson bir Quaker ve bir pasifisttir, yani bir vicdani retçidir. Savaşa ön saflarda sedye taşıyıcısı olarak katılır ve oradayken savaş öncesinde topladığı bir güne ait hava durumu verilerini yanına alır. Savaş sırasında yalnızca kağıt ve kalem kullanarak aylar boyunca çalışıp yalnızca bir günlük havayı tahmin edebilen bir algoritma bulur. Bu işlem aylarını alır. 1922’de “Sayısal Süreçlerle Hava Tahmini” (Weather Prediction by Numerical Process) adında bir kitap yazar. Burada Avrupa haritası üzerine çizdiği bir grid görselini göstereceğim.
Tumblr media
Gördüğünüz gibi incelediği yerin okumasını yapmak için orayı karelere bölmek ister ve her bir karedeki havanın durumu için geleceğe dair hesap yapmak için bir algoritma kullanır. Tabi işin içinde muhteşem bir matematik söz konusudur ama çok da geliştirilemez çünkü henüz bilgisayarlar yoktur. Bilgisayarlar olmadan havanın hesaplanması daha ziyade entelektüel bir egzersizdir. 24 saat sonranın hava durumunu hesaplayabilmek için aylarca çalışması gerekmektedir. Senelerce bu çalışma bir kitabın parçası olarak kalmıştır. Daha sonra İkinci Dünya Savaşı patlar ve bilgisayarlar sahneye çıkar. Özellikle ENIAC, ilk depolanmış program bilgisayarı olarak Richardson’un hesaplarını hava durumunun kendisinden daha hızlı bir şekilde yapabilir. Böylece bir çok Amerikalı meteorolog ve bilgisayar bilimci aynı prosedürü uygulayarak Kuzey Amerika’yı gridlere bölüp, veri toplarlar ve veriyi bir bilgisayar programına girip havayı tahmin etmeyi başarırlar. Bu yine haftalar süren bir süreçtir ama bilgisayarın toplam hesaplama süresinin 23,5 saat olduğunu fark ettiklerinde, görevin başındaki kişi şu cümleleri kaleme alır: “Richardson’ın rüyası gerçek oldu.” Artık bilgisayarın hesaplama süresi hava durumunun kendisinden daha hızlıdır. Bu bir dönüm noktasıdır çünkü artık bilgisayar programlarının dünyanın kendisinden daha hızlı çalışabileceğini anladığımız andır.. Bu an itibariyle dünyanın kendisinin hesaplanabilir olduğu düşüncesi artık zihinlerde yerini almıştır. Doğru veriler ve doğru algoritmalar kullanılırsa gelecek tahmin edilebilir. Geleceği tahmin etmek aynı zamanda geleceği kontrol edilebilir kılar. Buradan tek bir gelecek olduğu ve hepimizin ona doğru yol aldığı ve doğru bir matematikle bunun öngörülebilir olduğu fikri doğar. Dolayısıyla bu matematiği kim biliyorsa o geleceği kontrol edebilir çünkü ne olacağını bilir ve herkesten önce davranabilir. O zamandan beri bilgisayar teknolojilerindeki her gelişme bu inancı pekiştirmeye yaramıştır. Daha sonra bilgisayar bilimindeki tüm gelişmeler, son 50-60 sene içerisindeki teknolojik gelişmeler özellikle mikroçiplerin üretilmesi de bu inancı pekiştirir. 
Bu gördüğünüz grafik Moore Yasasını anlatıyor:
Tumblr media
1950’lerde Intel’den Gordon Moore bilgisayarların gücünün, yani bilgisayarın tek bir çipte gerçekleştirebileceği hesaplamanın her 18 ila 24 ayda iki katına çıkacağını öngördü ki sonunda haklı da çıktı. Bilgisayarlar icatlarından beri her 18 ayda bir, iki kat güçlendiler. Bu tabi muhteşem bir şey. Bu bir nevi kendini gerçekleştiren kehanet de geleceğe dair bilgisayarların hep daha da güçleneceğini, gelecekte her daim problemleri çözebileceğimizi, ve gün geçtikçe tahmin kuvvetimizin artacağını ve bu hesaplamaya dair inancın kuvvetlenmesi yine her şeyin öngörülebilir ve kontrol edilebilir olduğu inancını pekiştirdi. Tüm bunlar bilgisayımın gelişimiyle alakalı bu biçimlendirici temele dayanıyor gibi gözüküyor fakat birazdan anlatmaya çalışacağım gibi bir yandan da bu inanç zihinlerimizde o kadar derinlere işlemiş, ve ürettiğimiz makinelere ve tüm hayat tarzımıza o kadar yerleşik ki bunu artık sorgulamıyoruz bile, ve bu inanç bizi yolda bırakmakta, paramparça olmakta. Bunun sonuçları apaçık. Bu grafik hep aşağı doğru giden bir grafik.
Tumblr media
Bu grafik zaman bazlı ilaç araştırmaları için harcanan parayla, keşfedilen yeni ilaç sayılarını karşılaştırıyor ki buradan şunu anlıyoruz: ilaç araştırmalarına harcanan rakamlar arttıkça, çok daha azını geri alıyoruz. Buna farmakolojide Eroom Yasası deniyor yani Moore Yasası’nın  tersten okunuşu, çünkü tam tersini yapıyor: bir sorunu çözmek icin ne kadar bilgisayar kullanırsak çözüm o kadar zorlasıyor, çünkü yapılan bu: sorunları hep daha fazla bilgisayarla cevap veriliyor. Burada şunu belirtmek isterim ki bu yaklaşım problemli olmakla beraber, bir yandan da bugün koronavirüsle ilgili bir aşı bulmak için en büyük umutlarımızı yine bu araştırmalar vadediyor. Ama aynı zamanda şunu da gösteriyor: farmakoloji sektöründe kullanıldığı şekliyle bilgisayar odaklı araştırmalar bugün insanlık açısından büyük bir dayanışmayla desteklenmediği, bütün bu bilimsel aktiviteler sosyal pratiklerle iç içe geçmediği müddetçe tam anlamıyla yeterli olamayacaklar. Bu konuya sonra da değineceğim ama özetle Eroom Yasası şunu söylüyor: ilaç araştırmalarına devasa bilişim odaklı yatırımlar yapmak aslında bizim açımızdan en iyi sonuçları üretmiyor. 
Bu görsellerde de benzer bir şeyi görebiliyoruz: teknoloji, üzerinde tahmin yürütmek istediğimiz hava durumunun kendisinin öngörülebilirliğini engelliyor. Şöyle ki bunlar Kuzey Atlantik türbülans diyagramları. 
Tumblr media
Grafikler şunu söylüyor: bugün Kuzey Atlantik üzerindeki hava kütleleri gitgide daha türbülanslı, daha sarsıntılı hale geliyor. Bu tamamen iklim değişikliğine bağlı atmosferin ısıtılmasıyla alakalı. Atmosfer ısındıkça, denge azalıyor ve bu büyük hava kütleleri birbirlerine çarpınca türbülans ortaya çıkıyor. Bu nedenle uçuşlar daha sarsıntılı hale geliyor. Bu dönemde bir uçağa binecek kadar şanslı ya da aptalsanız bunu hissetmiş olmalısınız. Bu tamamen iklim değişikliği kaynaklı ve etkilerini bedeninizde hissedebiliyorsunuz. BU SU DEMEK: GELECEGIN TAHMIN EDILMESI GUCLESIYOR CUNKU BUGUN  ONCESINE ORANLA GELECEK HAKKINDA DAHA AZ BILGI SAHIBIYIZ. 
Bu da şimdi göstereceğim grafikle alakalı: 
Tumblr media
Moore Yasası gibi yukarı ve sağa doğru gidiyor. 1955’den beri Hawai’deki Loa Dağında ölçülmüş olan karbondioksit seviyelerini gösteriyor ki bu kademeli artış küresel ısıtmanın en önemli sebeplerinden biri. Birçok insanın bilmediği bir şey var ki karbondioksit yalnızca atmosfer için kötü değil ama aynı zamanda direkt olarak bize de zararı var. Bundan birkaç sene önce atmosferdeki karbondioksit oranı milyonda 400 birim seviyelerini geçti (bugün 414 birim seviyesinde). Şu an bir ofisin içindeyseniz, ya da yatak odanızda veya oturma odasında pencereler kapalı ve ısıtıcılar açıksa, karbondioksit seviyeleri çok rahat milyonda 1000 birimi geçebilir. Avrupa’da sınıflarda yapılan araştırmalar gösteriyor ki kapalı sınıf ortamlarında sık sık milyonda 1000-1500 birimleri bulabiliyor bu seviye ve bu ortamda bilişsel kabiliyetlerimiz %20 oranında azalıyor. Berrak bir şekilde düşünme ve problem çözme kabiliyetimiz yüksek karbondioksit seviyeli ortamlarda düşüyor. Bu yüzden atmosfere bile bile bunu pompalıyor olduğumuz gerçeği bana inanılmaz geliyor ki şu an çok daha karmaşık problemleri çözmek için aklımızı en verimli biçimde kullanabilmeye ihtiyaç duyuyoruz. Bizi daha aptal yapan bir şeyi düzenli olarak havaya salıyoruz. Ben bunun tamamen ikiz bir etki olduğunu düşünüyorum. Bilgisayımsal düşünme bizi salt teknolojinin -insani yaklaşımlardan tamamen ayrıştırılmış haliye teknolojinin- kurtarabileceğine, daha eşit, daha adil bir dünyaya erişebileceğimize ikna ediyor, ki bu şu an çok naif de gelse kulağa, ilk dönemlerde algı bu yöndeydi. İklim krizinin sebep olduğu şiddet ve tehlikeyle beraber, bu güçlerin birlikte çalıştığını görüyorum. Çünkü ikisi de daha farklı düşünememe kabiliyetlerimize hitap ediyor, ve bizi oldukça tehlikeli sulara sürüklüyorlar. 
Bu bilişsel krizin apaçık olduğu bir örnek olarak GPS kaynaklı ölümleri veriyorum genelde. GPS kaynaklı ölüm, Amerika’da doğal park görevlilerinin, insanların GPS ekranlarında parlak kırmızı çizgiyi takip ederek gitmemeleri gereken yerlere gitmeleri fenomenine verdikleri isim.. İnsanlar GPS’lerini takip edip araçlarıyla ölüm vadilerine yuvarlanıyor ya da derelere, göllere düşüyorlar çünkü GPS’lerindeki çizgi onlara oraya gitmeleri gerektiğini, o yolun güvenli olduğunu söylüyor. Bütün kritik karar verme yetilerini, tamamen güvendikleri bir teknolojiye emanet ediyorlar. Bu çok ciddi ve önemli bir konu ama bir yandan da gülünç bulabiliriz ya da aptallıkla ilişkilendirebiliriz. Ama aslında beynimizde çok derinlerde bir yerlerdeki duyarlılığımızla alakalı bir mevzu bu. Bu konu psikolojik çalışmalarda otomasyon önyargısı olarak geçer. Buna klasik bir örnek vermek gerekirse: oldukça deneyimli, eğitimli, kullandıkları teknolojiden haberdar birkaç pilotu bir uçak simülasyonuna bindirirler ve kritik bir anda bir kaza simülasyonu esnasında otomasyon sistemi onlara aslında yapmamaları gerektiklerini bildikleri bir şeyi yapmalarını söyler. Vakaların 99%’unda pilotlar aksini biliyor olmalarına rağmen, kendilerine söyleneni yaparlar. Çünkü beynimizin bir parçası işlevlerini teknolojiye devretmek, kolay yolu seçmek istiyor. Teknolojinin, bizi uçuruma da sürüklese, bir uçağı düşürecek de olsa, bizim için daha iyi cevapları olduğuna inanıyor. Beyinlerimiz dijital önerilere son derece duyarlı halde. Düşününce çok anlaşılır bir durum aslında. Mesela, beni dinlerken acaba kaç defa telefonu elinize alıp kaydırdırdınız orada burada dolandınız ve şuna veya buna tıkladınız? Çoğu beyninizin berrak bir şekilde düşünme kabiliyetine karşı net bir saldırı neticesinde meydana geliyor. 
Beyninize, topluma yapılan bu saldırı, teknolojinin bu denli bilinçli donanımı ve bizim ona olan inancımız, ifadesini yalnızca GPS kazalarında ya da deneylerde bulmuyor. Dış dünyanın tamamında ama özellikle otomasyon söz konusu olunca daha da görünür oluyor. Mesela bu görseldeki Rugeley, Staffordshire’daki Amazon depolarını ele alalım. 
Tumblr media
Burası Avrupa’daki en büyük Amazon tesisiydi -bilmiyorum hala öyle mi-. Bu mekanda çok ilgi çekici, özellikle etrafımızı saran dış dünyanın teknolojik bir şeye, insani olmayan bir şeye dönüşmesiyle ilgili kayda değer bir şeyler oluyor: Amazon burada kaotik depolama (chaotic storage) diye adlandırılan bir depolama sistemi kullanıyor. Bu sistem mekanı daha verimli kullanabilmekle ilintili. Zira Amazon gibi bir firma olduğunuzda milyarlarca farklı türde şey satıyorsunuz ve insanlar siparişlerini alfabetik sırayla ya da türe göre vermiyorlar. Mesela bir kitap, bir çamaşır deterjanı ve bir DVD ya da bir t-shirt aynı anda sipariş ediliyor ve eğer Amazon tarafında bu şeyler insan zihnine göre depolanmış olsa, kitapların bir uçta, çamaşır deterjanlarının öbür uçta olduğu bu kocaman depoda, siparişi hazırlayan kişinin kilometrelerce yürümesi gerekir. İşte bu nedenle kaotik depolama sistemini kullanıyorlar: Bu sistemde her şey görünüşte tamamen gelişigüzel bir şekilde, birbirine karışmış bir halde depolanıyor. Ama aslında insanların zevk ve ihtiyaç sepetlerini hesaplayabilen çok karmaşık bir algoritma bu sistemi belirliyor. Bir bakıyorsunuz, kitaplar, yanında t-shirtler, onun yanında çamaşır deterjanları ve bu haliyle mekan çok daha verimli bir hale geliyor. Fakat aynı zamanda mekanı insanlar için tamamen okunaksız hale getiriyor. Netice itibariyle mekan içerisinde yönünü bulabilmenin tek yolu -tıpkı bir yönüyle yaşadığımız karmaşık dünyada olduğu gibi- teknolojik aygıtların desteğiyle mümkün kılınıyor. Bu nedenle Amazon depolarında -ve ya bir çok başka depo için de aynısı mümkün olabilir- çalışanlar yanlarında onlara ne yöne ya da hangi noktadan hangi noktaya gitmelerini söyleyen kişisel GPS gibi küçük aygıtlar taşıyorlar. Mekan bu şekilde daha verimli bir şekilde kullanılıyor. Öte yandan böylece çok daha kolay bir şekilde işe alınabilen ya da aynı şekilde kolayca işten çıkarılabilecek, herhangi bir eğitim ya da yatırım gerektirmeyen, sıfır saat sözleşmeleriyle işe alınan, tuvalet aralarını gözetleyebildiğiniz, saniyesine kadar ne kadar süre öğle yemeği arası verdiğini kontrol edebildiğiniz bir işgücü tipi yaratıyor. Bir yanda şirket için verimliliğe dayalı bir sistem ve çalışanlarını tam gözetleme imkanı doğarken, öte yanda işgücü açısından tamamen bir vasıfsızlaştırma (deskilling) süreci gözlemleniyor. Bu noktada teknolojinin uygulanması bir çok insanı aptallaştırıyor ve iktidarı yüksek düzeyli, varlıklı zümrenin yönetimine devrediyor. Bu senaryoda teknolojinin insanları güçlendirdiğine dair hiç bir unsur göremiyorsunuz ama bu fiili olarak bu şekliyle uygulanıyor ve bu durum her yerde geçerli.
Bu yine çok sevdiğim bir başka örnek: Susana Zubov da Gözetim Kapitalizmi Çağı (The Age of Surveillance Capitalism) adlı kitabında bu konuya değiniyor. Daha önce Pokemon Go adlı oyunu oynadıysanız ya da oynayan birini gördüyseniz biliyor olabilirsiniz. Bu oyun da yine bir alan içerisinde parlak bir noktayı takip ederek oynadığınız diğer bir durum yaratıyor. Ben şu detayı bilmiyordum: Oyun esnasında insanların her ne içinse Pokemon Gym adında toplaştıkları yerler, öncesinde Starbucks, McDonald’s ve Target gibi büyük şirketlere satılıyormuş. İnsanlar oyunu oynayıp Pokemon toplarken usulca ve doğrudan şehrin içinde bu perakende noktalarına yönlendiriliyor ve farkında olmadan bu farklı dükkanların içine giriyorlar. Nereden nereye.. bizi bir şeyi satın almaya ikna etmeye çalışan koca reklam panolarından, kendi arzularımızı takip ettiğimize inandırarak resmen yönlendirmek istediği yerlere doğrudan götüren teknolojilere…Bugün bilişsel yetilerimizin neredeyse yok olması söz konusu. Bu tabi aynı zamanda sosyolojik ama politik de bir durum. Bu sosyal medya aracılığıyla, haberler aracılığıyla meydana geliyor. Öngörü, kontrol ve hesaplama süreçlerinin bütünüyle iç içe geçmesinin bir neticesi. 
Bu gördüğünüz 1980’lerde Amerikalı haber sunucusu Walter Cronkite.
Tumblr media
Gayet sakin ve açık bir şekilde iklim değişikliği, onun gerçek etkileri, üzerine düşünmemiz gerektiği, neler yapmamız gerektiği konusunda konuşuyor. Diğer yandaysa Youtube size iklim değişikliğiyle alakalı bunun bir komplo olduğuna dair şüphe aşılayan bir video serisi öneriyor. Bu tabi son 30-40 yılda petrol şirketlerinin gizlemeye gerek görmedikleri politikaları. 1970’lerde, 1980’lerde yazılmış Exxon bildirilerini okuduğunuzda yanıltıcı bilgilendirmenin (misinformation) bir şirket politikası haline geldiğini okuyorsunuz. Eğer zamanınız varsa bu konuda tarihsel örnekleri anlatan Drilled adında bir podcast var, dinlemenizi tavsiye ediyorum. Ama bu durumda bunu yapan Youtube, yani Google, ki dünyanın en büyük şirketlerinden biri. Burada çok sıradışı bir şey açığa çıkıyor: benim Yeni Karanlık Çağ diye adlandırdığım bu anda artık önceden yaptığımız gibi gelecekle ilgili tahmin yürütemiyoruz ve onu kontrol edemiyoruz. Bunu yapabilme kabiliyetimiz bizim pek de iyiliğimizi istemeyenler tarafından toptan ele geçirilmişe benziyor. Burada gördüğümüz size bir sonra ne göstereceğine karar veren milyonlarca insanın takip ettiği algoritmalar bunu fark ettiler çünkü onları teşvik eden şey tıklama başına para kazanmak. Dolayısıyla size uçlarda içerikleri göstermek istiyorlar ve bu uçlar da genelde komplo teorilerinden oluşuyor, ya da politik uçlar, sahte bilim, sözde bilim ve en nihayetinde ırkçılık, mizojini içerikleri… Ve internetin karanlık köşelerinde yeşillendiğini bildiğimiz diğer her şey… Ben kimsenin bunu bilerek ve isteyerek yaptığını düşünmüyorum. Bir Google fanı değilim ama temelde bu denli bir radikalleşme bir platform kurmak için yola çıktıklarını düşünmüyorum. Fakat bunu gerçekleştirmiş oldular. Daha ziyade, daha çok ilgi çekmesi için bir algoritmayı eğittiklerini ve bu algoritmanın daha fazla dikkat çekmek için insanlara daha uçlarda içerikleri göstermesi gerektiğini keşfettiğini düşünüyorum. Bu nedenle bundan birkaç sene önce düz dünya (flat earth) diye deli saçması, kimsenin duymadığı bir konunun bugün dünyanın dört bir yanında yüz binlerce insan tarafından ciddiye alındığını görüyoruz. Tıpkı milyonlarca insanın küresel ısıtmanın bir düzmece olduğuna ya da bir virüsün genetik olarak üretildiğine inanması gibi. Bu inançlar toplumu parçalara ayırıyor. Bu inançlar teknolojinin, teknoloji hakkında açıkça düşünmemizi engellemesinden kaynaklanıyor. 
Bunun açıkça yapıldığına şahit olabileceğimiz o kadar çok örnek var ki... Son olarak bir tanesinden daha bahsetmek istiyorum. Çok net bir örnek. Bu konuyla ilgili benim ilgimi çeken kısım şu: çok tuhaf, tekinsiz bir görüntü, ancak konuya doğrudan baktığınızda teknolojinin bu tuhaf etkileri problemi o kadar aşikar ki... Bu tuhaflık hesaplamanın bir yan ürünü değil, bizzat hesaplamanın ta kendisi. Teknoloji dünyada derin bir tuhaflığa sebep oluyor. Buna cevabımız “hmm bu düzeltmemiz gereken bir yan etki” olmamalı. Bunu yapan teknolojinin ta kendisi. Teknoloji şeyleri tuhaflaştırıyor ve benim açımdan buna doğrudan bakabilmek ve bundan ders çıkarabilmek çok kıymetli. Bu duruma bakıp teknolojinin yarattığı tuhaf, rahatsız edici çıktılarını; teknolojinin bir sonucunu değil, bizzat kendisini fark etmemiz çok önemli.
-Bu duyduğunuz köpeğim Bruno, bir süre daha bu şekilde havlayabilir, ben devam edeyim-
Bugün bu ismi hak etmese de Yapay Zeka (Artificial Intelligence) dediğimiz şeyi içeren yeni aletler elimize geçince ilk yaptığımız şey, dünyayla alakalı yalanlar üretmek, onu daha az bilinebilir ve daha karmaşık kılmak. Bu animasyonlarda da bunu görüyorsunuz. 
Tumblr media
Hiç durmadan sınırsız sayıda tamamıyla sahte yüzler üretiliyor ve daha sonra sahte haber sitelerinde durumu daha da bulandırmak, bizim kafamızı daha da karıştırmak için kullanılıyor. Yapay zeka ile yapılan ilk şey daha fazla bulanıklık ve kafa karışıklığı üretmek. Yapay Zeka’nın kullanıldığı diğer bir alan da tabi bizi yenmek. Yapay Zeka oyunlarda insanları yenmek için test ediliyor. Bu yine bir tür güçsüzleştirme (disempowerment) sistemi: insanın en keyif aldığı şey olan oyun oynama alanının insansızlaştırılması. Makineler bu hedefle eğitiliyor. Elimizdeki her şeyi bizden alana kadar, duyularımızı, politik failliğimizi elimizden alana kadar, otomasyon aracılığıyla işlerimizi elimizden alana kadar geliştirilmek üzere eğitiliyorlar. Ama önce oyunlarımızı ve onlardan aldığımız keyfi elimizden alacaklar. Peki bu, bugün geliştirdiğimiz teknolojiler hakkında bize ne söylüyor? Teknolojiler bizim hemen karşımızda rakip konumunda konumlanıyorlar, bizi yenebilecekleri bir konuma. Ve bu son derece agresif bir konum. Ben bunu son derece etkileyici bir o kadar da açıklayıcı buluyorum. Eğer biri size Yapay Zeka’nın bugün geldiğimiz yerde herhangi bir şekilde bizim faydamıza olduğunu söylüyorsa, uzun vadede bizi yenmek üzere eğitim gören makinelerden ne gibi faydalar göreceğimizi sorun o kişiye! Mübalağa etmiyorum. Onları resmen kendimize muhalif sistemler olarak yetiştiriyoruz. Aksi nasıl olabilirdi birazdan buna değineceğim. Ama ben bunun ciddiye alınması gerektiğini, ve ürettiğimiz bu yeni teknolojilere dikkatle bakıp, kimdir bunu üreten, ne için üretilmiştir, ne için kullanılmaktadır gibi soruların sorulması gerektiğini düşünüyorum. Ve bu teknolojilerin etkileri konusunda son derece açık gözlü olmak gerektiğini düşünüyorum. Teknolojinin gerçekten nasıl işlediğinin anlaşılmasının genel anlamda bir eksikliği anlamındaki bu bilgisayımsal opaklık (computational opacity) ve yine bu teknolojilerin sebep olduğu iktidarın merkezileşmesi meselesi, bir arada, bizim açıkça düşünmemizi ve bu şeyleri kullanım şekillerimizi değiştirmemizi engelliyorlar. 
Bence bu Yeni Karanlık Çağ’da hesaplamalı düşünmenin merkezinde duran en kilit örneklerden biri dünyayla ilgili hep daha fazla bilgiye sahip olmanın, dünyayı daha fazla anlamanın, Aydınlanma’dan beri kültürümüzde yer alan bu merkezi fikrin aslında çok da anlamlı bir gelişime vesile olmadığını, saf bilgiyi aramanın, bilgiye saf erişimin, aksine dünyadaki karmaşıklığı açığa çıkardığını görüyoruz. Bu öyle bir karmaşıklık ki, belli ki elimizde bununla mücadele edecek gerekli araçlar da mevcut değil. Son 20-30 seneyi birçok farklı türden otoriteyi yıkmakla geçirdik, ve ben de tamamen bundan yanayım. Bir takım otoriteleri devirmenin iyi olacağını düşünüyorum fakat eğer yerine farklı düşünme biçimleri koymadıysak, bu yolda kendimizi bugün de sık sık karşılaştığımız, özellikle kaos köktenciliğine ve komplo vari düşünme biçimlerine son derece savunmasız bir vaziyette bırakıyoruz. 
Bense bu problem için bir çözüm aramamak için çok çaba sarf ettim. Hatta bence çözümcülüğün kendisi ilk etapta bizi bu duruma düşüren bir tür bilgisayımsal düşünme. Bu nedenle çözümle ilgili düşünmeyi sevmiyorum. Ancak karşı-manevra kavramı üzerine düşünüyorum. Bugün kendimizi içinde bulduğumuz bu durumdan çıkaracaksak eğer, dönebileceğimiz farklı sapaklar, yola çıkabileceğimiz farklı patikalar üzerine düşünüyorum. Üç manevra hakkında konuşacağım ki çok da özel değiller ancak yine de bugün için küçücük de olsa umut veren ilgi çekici hikayeler bunlar. Bu manevralar, üzerine konuştuğumuz teknolojilerin kime ait olduğu, kimin bunları işlettiği ve kimin idare ettiği; bu teknolojileri kimin yorumladığı, kullandığı, şekillendirdiği ve değiştirebildiği; ve son olarak “kim kimdir” soruları üzerine kurulu. 
İlk manevra bu teknolojiler kime ait, kimdir bunları işleten ve kimdir bunları idare eden sorularıyla alakalı. Bu manevraların hiçbiri teknolojiden tamamıyla kurtulmakla ilgili bir argüman değil. Aksi çok saçma olurdu çünkü halihazırda şu anda insanlığın oluşturduğu, ilginç biçimlerde bir araya gelip düşünmemizi sağlayan en sıradışı bu toplaşma, gezegenimizin etrafını kaplayan bu iletişim ağı sayesinde buradayız ve konuşabiliyoruz. Hiçbiri bundan kurtulma amacı taşımıyor ama artık çok bariz ki teknolojiyi hangi şekiller içine soktuğumuz, kime yönelik olduğu ve hangi amaçla kullandığı üzerine radikal bir biçimde düşünmeliyiz. Yeni Karanlık Çağın ilk manevrası bu teknolojileri baş aşağı edebilmekle ilgili. Özellikle NASA ile ilgili tuhaf bir hikayeden bahsedeceğimm bir konferans sırasında gerçekleşiyor: Ulusal Jeo-Uzamsal İstihbarat Teşkilatı (National Geospatial Intelligence Agency), ellerindeki Hubble teleskobundan daha nitelikli ihtiyaç fazlası iki uyduyu NASA’ya alması için teklif ediyorlar. Bir istihbarat teşkilatının elinde, NASA’nin elindekilerden daha nitelikli uyduların olduğu bilgisi başlı başlına tuhaf. NASA bugün bu uyduları bilimsel kullanım için yenilemekle meşgul.. İlkinin adı WFirst, dunyadan disari, farklı gezegenleri incelemek için kizilötesi bir teleskop. Yani bu teleskopu yeryüzüne doğru çevirmek yerine, baş aşağı edip, yeni yıldız ve gezegen keşfi için kullanacaklar. Ben bunun teknolojiyi bize karşı değil ama bizim için kullanımına ilişkin çok güzel bir örnek olduğunu düşünüyorum. Bu uyduların gayesi bir yerde baş aşağı edilmiş oluyor. Bu aslında tamamen teknolojinin kime ait olduğu ve onu kimin işlettiğiyle ilgili olumlu bir örnek.
Bu da beni ikinci manevraya getiriyor. Bu da elimizdeki teknolojileri gerçek anlamda dağıtmakla alakalı. Bu gördüğünüz 1960’lardan Paul Baran’ın farklı ağ biçimlerini açıkladığı bilinen bir diyagram.
Tumblr media
İnternetin bu dağıtılmış şekline henüz ulaşamadık, merkeziyetsizleştirilmiş ağ seviyesinde, B noktasında takılıp kaldık. Doğrusu tam anlamıyla merkeziyetsizleşmiş de diyemiyoruz daha ziyade farklı merkezlerde merkezlenmiş diyebiliyoruz. Son 50 senede teknolojiler söz konusu olduğunda, iktidar farklı büyük şirketler, devletin farklı organları etrafında merkezileşti. Gerçek anlamda bir dağıtım gerçekleşmedi. Bu dağıtım ancak hepimiz bu ağlara daha eşit bir şekilde bağlanabilirsek mümkün olacak. Bu da ancak her birimiz bu ağların inşasında daha etkin olup, onların nasıl işlediğini daha derinden kavrayabilirsek mümkün olacak. Burada başarmamız gereken çok gerçek hedeflerimiz var. Bunu birkaç şekilde yapabiliriz. Mesela bana sorsalardı bu konuşmayı Youtube üzerinden yapmazdım. Denklerarası (peer-to-peer) bir teknoloji kullanmayı seçerdim. Bunlar daha önemli hale gelecek. Mesela şu an google’a yazın nedir bu denklerarası teknolojiler ve onları kullanmaya başlayın, mesela duckduckgo,ffs). Örneğin ben Zoom ya da Skype yerine Whereby, Jitsi gibi teknolojileri kullanmayı tercih ediyorum. Google’dan bulabilirsiniz. Bunu yapmayı seçtiğinizde olağanüstü bir şey oluyor. Farklı teknoloji tiplerini kullanmayı seçtiğinizde, bu teknolojiyi kavrıyor ve zaten yaptığınız şeyleri halen yapabiliyorsanız, ağın kendisinin şeklini tamamen değiştiriyorsunuz. Şu an mesela iletişim kurabilmek için Youtube’nin bu aptal çirkin kutusunu kullanarak Google’a güç veriyoruz. Ama bunu yapmak zorunda değiliz, farklı ağlar, farklı iletişim yolları, başka teknolojiler mevcut. Bu teknolojilerin nasıl kullanılacağının bilgisi, bizim onların nasıl çalıştığı ve onları kullanmanın bizdeki etkileri üzerine daha fazla eğilerek, onlarla daha ilişkili olmamızı gerektiriyor. Evet bunları kullanmak daha zor olabilir ancak değişimi gerçekleştirmenin tek yolu bizim onlarla daha cok ilişkilenmemizden geçiyor. Bugün elimizde en azından daha fazla vaktimiz varken bu ağın şeklini değiştirebileceğimiz teknolojileri kullanalım çünkü bunu başardığımız takdirde, ağı yalnızca dağıtmış olmuyoruz, iktidarı da dağıtıyoruz, gücü yeniden dağıtıyoruz. Ve bu gerçek dünyada gücü yeniden dağıtabilmek için çok önemli bir başlangıç noktası: her gün kullandığımız teknolojilerin bilgisini ve anlayışını yeniden dağıtmak. Bu ikinci menavraydı.
Son ve üçüncü manevra “kim kimdir” sorusuyla ilgili. Bu biraz daha garip. Ancak bugünlerde yine de üzerinde en çok düşündüğüm bu ve umarım size de üzerinde düşünecek bir malzeme verir. Yapay zeka formlarının bu kadar muhalif ve rekabetçi, özellikle de bu kadar dar görüşlü, kapitalist ve çıkarımcı olmalarını çok tuhaf buluyorum. Kapitalizmle zekayı birbirine karıştırdık gibi görünüyor. Bugün Zeka’nın bir nevi çıkarım (extraction) olduğunu düşünüyoruz; gerek veri toplamak olsun, bilgiyi işlemek olsun, insanları oyunlarda yenmek olsun, piyasaları daha verimli kılmak olsun… Bunların hiçbiri zekayla ilgili değil. Eğer son yıllarda insan dışı varlıkların bilişsel yeteneklerine ilişkin keşiflerimize biraz olsun dikkat kesildiyseniz bunu biliyor olmalısınız. 
Bugün İnsanlığın dışındaki dünyayla ilgili keşfettiklerimiz gerçekten sıradışı. Hala daha çok azını anlıyoruz ama yine de bir kere içine girince o kadar parlak ve heyecan verici ki… Teknolojinin odağında bu tür bir kapitalist kurumsal zekanın olması belli ki bizi yok ediyor.. Eğer önümüzdeki on yıllarda bu gezegende daha iyi yaşamanın yollarını araştıracaksak, kendimizi insan olmayanların zekalarına açmamız gerekiyor. Bugün bunun tamamen mümkün olduğunu ve hemen elimizin altında bir bilgi olduğunu anlıyoruz. Insan olmayanların zekasına dair bu yavaş kavrayışın bir sembolü, bu gördüğünüz ünlü ahtapotu tanıyor olabilirsiniz. Ahtapotların zekasıyla ilgili herkesin bu kadar heyecanlanmasının sebebi onların bizden önemli şekillerde ayrışmaları. Fiziksel olarak çok farklılar... Nörolojik olarak çok farklılar: ahtapotların beyni tüm sekiz bacağına kadar uzanıyor.. Beyinlerinin yarısı bütün vücutlarına dağılmış vaziyette. Görünüşe göre bacakları bağımsız olarak hareket ediyor ya da kafatasındaki beyniyle gevşek bir konfederasyon oluşturmuş gibi duruyor. Ahtapotlar bu anlamda tek bir birey olmaktan ziyade, bir failler kolektifi gibi hareket ediyor ve her biri kendi işlevini gördüğü gibi, birlikte de hareket ediyor ve ahtapotun yapması gereken şeyi yapıyorlar. 
Ahtapot beyniyle ilgili bir diğer şaşırtıcı sey, bu kadar farklı olmamıza rağmen, ahtapotlarla bizim bilinen en eski ortak atamız, dört milyon yıl önce okyanusun derinlerinde yaşamış bir yassı kurt. Beynimizin dışında hem bizim hem ahtapotların ortak olarak bir de gözlerimiz var. Hatta gözlerimizin yapısı şaşırtıcı derecede birbirine benziyor: Küçük yuvarlak ve yumuşak jelle kaplı küreler, arkasında ışık reseptörleri var. Ikimizde de var olan bu gözler ortak atamızda yoktu. Bu demek ki göz bu iki ayrı evrimsel dalda ayrı ayrı evrimleşti. Sonrasında ahtapotların sahip oldukları iletişim, farkındalık ve problem çözme yetileriyle ilgili müthiş yeteneklerini fark etmeye başladık. Mesela kaçış konusunda çok iyiler. Ahtapotların zihinleri de bizden ayrı ve farklı bir şekilde evrimleşti. Bu gösteriyor ki zeka, kademeli olarak gelişen, bizim ve yaratılarımızın en tepede konumlandığı bir ağaçtan çok, çiçek gibi açan bir şey, farklı formlarda zekalardan oluşan bir bulut... Ahtapot bize bunu öğretiyor. Gelecek için ihtiyaç duyduğumuz başka yollarla, başla problem çözme yetileriyle ilgili düşününce bu bana umut veriyor. Gelecekle ilgili daha iyi bir eylem planı için aslında Yapay bir zekaya değil, bu dünyada bulup fark edeceğimiz ve birlikte düşüneceğimiz farklı zekalara ihtiyacımız var. Ve bizim de ahtapotların kollarının konfederasyonu gibi bir ağdan oluşan varlıklar olduğumuzun farkındalığı, düşünmeyle ilgili daha önce düşünmediğimiz gibi düşünmemize yol açıyor. İnsan biyomuyla ilgili son keşiflere bakın mesela. Bağırsağımızda taşıdığımız iki kilogramlık bakterilerin beynimizle doğrudan bir iletişimi var. Öyle ki bağırsağımızın sağlığı doğrudan bilişsel yetkinliğimizi etkiliyor. Tıpkı ortamdaki karbondioksitin düşünme kabiliyetimizi etkilediği gibi, kendi bedenimizde yaşayan farklı tür organizmaların yapısı da bizi etkiliyor. Modern biçimde düşündüğümüz gibi münferit bireyler değiliz aslında. Farklı varlık topluluklarının oluşturduğu son derece ağsal varlıklarız. Aslında hep iletişim içinde olduk ama daha yeni fark ediyoruz bunları. Bu farklı varlıklarla kurabileceğimiz farklı iletişim ve dayanışma yollarını da henüz keşfediyoruz. 
Görselde gördüğünüz Pando, dünya üzerindeki mümkün en büyük birey. 
Tumblr media
Bir ormana benziyor ama aslında Amerika Birleşik Devletlerinde 43,6 hektarlık bir arazide bir arada duran 18000 yaşındaki kavak ağaçlarının oluşturduğu tek bir klonal birey, bir arada çalışan tek bir organizma. Bu ağaçların kökleri, bitkiler, ve mantarlar arasındaki bazı bilim insanlarının son 20 yılda açığa çıkardıkları Wood Wide Web adındaki bu iletişim ağı, aralarındaki atmosferdeki gaz, sinyaller ya da yer altından gönderilen besin maddeleri şeklindeki iletişimi gözler önüne seriyor. Biz bunu ancak fark ediyoruz. Wood Wide Web görselindeki bu iletişim ağı yer altındaki farklı yaşam biçimleriyle de gerçekleşiyor. Mantar ve ağaçlarla ilgili araştırmalara ağ söyleminin girmesi araştırma laboratuvarlarının o dönem yeni yeni ortaya çıkan internetle çalışmaya başladığı 1970’li yılları buluyor. Ancak yapay bilgisayar ağlarını inşa edip diagramları çizmeye başladığımızda, ağ metaforunu kullanıp, uygulamaya başlayabildik. Bizim açımızdan etrafımızı saran doğal dünyayı anlamak o kadar öncelikli bir mesele ki... İnşa ettiğimiz teknolojiler dünyayı bir problem olarak çözmek, onu fethetmek için değil, ama onu daha iyi düşünmemiz için var olmalılar. Dünya üzerinde yeniden düşünmek için her gün kullandığımız aletler, aslen dünyayı bir problem olarak çözmek için kullanacağımız aletler değiller. Bu aletler yaygın kullanım şekillerine rağmen dünya üzerinde bir egemenlik kurmak için kullanılmamalılar. Ama bu aletler üzerine de zaman içerisinde düzenli olarak yeniden düşünürsek, dünya üzerinde tefekkür edip, onu yeniden şekillendirebileceğimiz araçlar olarak hayatlarımızda yerlerini alabilirler. 
Sanırım yeterince konuştum. Sabrınız için teşekkür ederim.  
Lütfen eğer bunu canlı olarak izliyorsanız, sohbet üzerinden konuşalım çünkü ben burada neredeyse yapayalnızım ve belki siz de öylesinizdir. Çok teşekkürler.
1 note · View note
ceviri-translation · 3 years
Video
youtube
Toz Dünyalar, Toz Sözcükler, Michael Marder
Bu, deneysel bir formatta biraz deneysel bir yazı ve sunum. Çünkü, ortaya çıkardığım şey neredeyse sunulamaz bir şey. Sizin de muhtemelen özette okuduğunuz gibi bunun sebebi Spinoza’nın Etika’da izlediği geometrik sunum yöntemi üzerinden tartışarak, Spinozacı bir yolla ilerlemiş olmam. Ama, nasıl gideceğini göreceğiz. Başlamadan önce, hızlıca aşinalık kazanmakta olduğumuz bu format üzerine kısaca birkaç şey söylemek istiyorum. Kanlı canlı sunumlar yerine bu çevrimiçi sunum formatı, Zoom sunumu ve bizim belirli konumuz toz üzerine. Bence dijital sunumlarla kanlı canlı sunumlar arasındaki ana farklardan biri bu. Çünkü mesele şu: Aramızda ne tür bir toz var?
2016’da toz üzerine yayımladığım kitapta yazdığım gibi, tabii ki gözlüklerimin üzerinde toz var, burada havada süzülen tozlar var, bilgisayar ekranımın üstünde toz var. Ve bu sizler için de geçerli, gözlük takanlarınız aynı dertten muzdarip olabilir, ne kadar silersek silelim bilgisayar ekranlarımız tozla kaplı ve bir de havada süzülen tozlar var. Yani bu çevrimiçi yan yanalıkta aramızdaki tozu paylaşmıyoruz. Değil mi? Benim için kanlı canlı sunumlar ve çevrimiçi varoluş ve yan yanalık arasındaki ana fark bu, çevrimiçinde toz ayrı tutuluyor ve karışmıyor. Yani bu konuşma durumu tuhaf bir şekilde yazmaya benziyor, bahsettiğim toz katmanları arasından bilgisayar ekranına baktığım zamanlara. Dediğim gibi sunacağım bu yazı deneysel bir yazı ve sunum şekli de deneysel. Kanıt araçlarını büyük çoğunlukla kastedilen tanımların, aksiyomların ve önermelerin…vb. inin temeline dayanarak oluşturacağım. Çünkü aksi takdirde bu sunumu çevrimiçi takip etmek imkânsız olurdu. Bunların Spinoza’nın kendisinin de takip ettiği geometrik yöntemi temel alarak yapılmış çıkarımlar olduğu konusunda bana güvenip, inanmalısınız. Ama basılı hali çıktığında, tabii ki her şeyi kontrol etmekte özgürsünüz, muhtemelen gelecek sene içinde basılacak. Çünkü bu yazı aynı zamanda bir süredir toz üzerine beraber çalıştığım Tomas Saraceno’nun daveti üzerine yazıldı. Şimdi bu kısa protokolü geçtiğimize göre, 
Giriş: Toz üzerine düşüncelerimde, Spinoza’nın Etika’sını takip eden yarı-geometrik tanımlar, aksiyomlar ve önermeler olarak ortaya çıkan enfes bir ironi var. Bu düşüncelerin keskin formu, şüphesiz ki dağınık ve gelip geçici içeriğiyle örtüşmemektedir. Bu sert, matematiksel ve geometrik formlarla toz üzerine olan içerik arasında bir çeşit boşluk vardır. Ama söz konusu tezat siz dinleyicileri biraz olsun güldürmek için değildir. Düşüncenin formu ve içeriği arasında ortaya çıkan çelişkiler patlamaya hazır, tehlikeli bir spekülatif enerji barındırır. Bu enerji serbest bırakıldığındaysa anlayışa bir dizi şok yaşatır, sadece daha önceden anlaşılmış olanı temel alarak anlayan, rahat ve esasen muhafazakâr olan anlama yetisine bir dizi şok yaşatır, değil mi? Yani felsefi olarak anlamak üzerine düşündüğümüzde, kavrayabileceğimiz ya da anlayabileceğimiz yeni hiçbir şey yoktur. Çünkü zaten sadece halihazırda anlaşılmış olanı temel alarak anlarız. Ve yani yeni bir şeye, orijinal bir şeye varmak için yapmamız gereken bu yetiyi rahatından etmektir. Ve belki de demek istediğim şu; konuşulan şeyin içeriği ve formu arasındaki bu çelişki, anlamayı rahatından etmek için şok etmenin yollarından biridir.   
Şokun etkisindeki anlayış, bir nesneyi halihazirda var olan bilişsel matrislere dahil etmekten uzaklaşır ve kendisini toza katmaya teşvik edilmiş olur. Şimdi Giriş kısmının açıklamasına geçebiliriz: Baruch Spinoza tozla yakinen aşinaydı, Hollanda’da bir lens zımparacısı olarak çalışan bu Portekizli Yahudilerin torunu, şüphesiz ki oldukça fazla toz solumuştu. Teleskoplar ve mikroskoplar için yaptığı yüksek kaliteli lenslerle tanınmasına rağmen, Spinoza, felsefi yazıları sayesinde ölümünden sonra şöhrete kavuşacaktı. Bu yazıların başlıcası Etika’sıydı. Öklid geometrisi üzerinden şekillendirilmiş bir yapısı olan bu kitap doğaya boyun eğmekten akla, duygulardan insan özgürlüğünün ihtimallerine uzanan çeşitli mevzularla ilgiliydi. Benim toz üzerine düşüncelerim Etika’ya, sessizce bazı temellerini ve açıklamalarını bozan -özellikle de töze dair olanları- bir dipnot veya giriş minvalinde görülebilir. Spinoza’dan açıkça ödünç aldığım şey ise eserinde bahsettiği ispatın geometrik düzenidir, tanımlar ve aksiyomlardan önermelere, onların kanıtlarına ve derinlemesine açıklamalarına doğru bir izlek: tek bir kelimeyle özetlemek gerekirse tozlaşma. O halde sözü uzatmadan tanımlara geçelim. Bu konuşmanın başka bir versiyonunu açmaya çalışacağım, böylece bu makale formatını takip etmemiz gerekmeyecek. Size sunmak istediğim altı tane tanım var, lütfen bunları bu sunumda bahsedeceğim her şey için bir çerçeve olarak aklınızda tutun. 
Birinci Tanım: Dünyalar derken daha önce veya henüz yazılmamış kelimelerden bahsediyorum. Daha önce veya henüz dile getirilmemiş ya da biçimi sabitlenmemiş olan. Ama zaman ve mekânda birbirlerine eklemlenmiş, zaman ve mekân hissini ifade eden. Yani dünyalar budur. Daha önce veya henüz dile getirilmemiş kelimelerdir. Daha önce veya henüz dile getirilmemiş, ama birbirlerine eklemlenmiş.  
Kelimeler derken -bu İkinci Tanım- dünyaların sembolik anlam birimlerine damıtılmış parçalarından bahsediyorum. Yani her kelime, dünyanın sembolik anlam birimine damıtılmış bir parçasıdır.   
Üçüncü Tanım: Eklemlenme derken neyi kast ediyorum? Eklemlenmenin benim için üç anlamı var. Birincisi, şeylerin fiziksel olarak birleşmesi, şeyleri fiziksel olarak mekânda bir araya getirmek. İkincisi, konuşmada seslerin kasti bir şekilde çıkarılması. Ve üçüncüsüyse, bir açıklamada düşüncelerin art arda dizilmesi. Ya da kısaca eklemlenmenin 3D ve 0Dnin birleşmesi olduğunu söyleyebiliriz. 
Dördüncü Tanım: Anlam derken neyi kast ediyorum? Anlam derken tekrar edilebilir veya yinelenebilir eklemlenmelerden bahsediyorum. Tekrar edilmesi mümkün, mutlak anlamda biricik ve tekil olmayan eklemlenmelerden. 
Beşinci, tekrar edilebilirlik derken neyi kast ediyorum? Tekrar edilebilirlik derken günümüzün parçalarının geçmişin ve geleceğin parçalarına çevrilmesinin imkânlılığından ve imkânsızlığından bahsediyorum. 
Ve Altıncı, nihayetinde son tanım: Çeviri derken neyi kast ediyorum? Çeviri derken, gene üç şey arasında, zaman ve mekân düzleminde, nihai olmayan denklikler kurma pratiğinden bahsediyorum.    
Bu denklikler nelerin arasındadır? Birincisi, bir kelimeyle diğeri arasındadır, genelde çeviriden söz ettiğimizde aklımıza gelen budur. Çeviri, bir dilde bir kelime ile başka bir dilde bir kelime arasında kurulmuş denkliklerdir. 
ma çeviri buna ek olarak başka anlamlara da gelir. Çevirinin benim için ikinci anlamı, bir dünyayla başka bir dünya arasında nihai olmayan denklikler kurmak, oluşturmaktır. Yani, sadece bir kelimeyle diğer bir kelime arasındaki denklik değil, aynı zamanda bir dünyayla diğer bir dünya arasındaki denkliktir. Son olarak, çeviri aynı zamanda bir kelimeyle bir dünyanın bir unsuru arasında denklikler kurmaktır, değil mi? Benim için çevirinin üç parçalı anlamı budur. Şimdi tanımlar kısmına dair kısa bir açıklama. Bu listede tozun bir tanımı olmaması benim hatam değil, bir gereklilik meselesidir. Çünkü fark etmişsinizdir ki tozu tanımlamadım. 
Tozun tanımlardan sıyrılarak tanımlandığı söylenebilir, geçici oluşumlarında öyle farklı, dağınık ve çok çeşitli şeyleri bir araya getirir ki. burada anlayışımızın alışkanlıkla başvurduğu farklı tasnif sistemleri çöker. Küf sporlarından kıyafetlerin mikroelyaflarına, polenlerden ölü deri hücrelerine, karbon parçacıkları ve kum tanelerinden toz akarlarına ve daha nicesine. Toz, yaşayanla ölünün, geçmişle geleceğin, yakın ve uzağın, kendimizin kıymıklarıyla geniş dünyanın tuhaf bir kombinasyondur. Belirli kombinasyonlarıyla geçici bir kümedir. Aynı zamanda, evrensel ve varoluşsal ölçeklerde, bireysel bir varoluştan önce gelenlerin ve onun ardında kalanların çerçevesidir. Bitkilerin ve hayvanların, fabrikalar ve emisyonlarının, insan bedenleri ve yıldızların bireysel varoluşları. Değil mi?  
Yani başka bir deyişle, bütün bunlar tozun tanımlanmayacağı anlamına gelir, hatta belki de toz tanımlanamazlığıyla tanımlanır. Böylece tanımlar kısmının sonuna geldik. Şimdiyse iki aksiyomdan bahsedeceğim, çok kısalar, fakat devamında gelecek her şey için ve hatta benim toza dair ve onun dışındaki bütün çalışmalarım açısından çok önemli bunlar. 
Birinci Aksiyom: Eklemlenmenin öncesinde ve sonrasında, ve onunla eşzamanlı olarak parçalanma gelir.. Hatırlarsınız ki tanımlardan biri eklemlenmeydi, ama gerçekten eklemlenme için, önünden ve arkasından gelen, arasına karışan parçalanmayı da hesaba katmamız gerekir. Bu Birinci Aksiyom.  
Ve İkinci Aksiyom: Toz, olmuş olan ve olacak olandır. Toz, olmuş olan ve olacak olandır. Şimdi önermelere geçmeye hazırız. 
Sekiz adet önerme var, dolayısıyla oldukça kısalar. Size geometrik açıdan kısa ve öz olmayan yerlerde bazı kanıtlar sunacağım ve bazı önerme sonuçları ve notlar da. 
Önerme Bir: Dünyalar, kelimeler olmadan anlaşılamaz ve kelimeler, dünyalar olmadan kavranamaz. Dünyalar ve kelimeler arasında bir çeşit karşılıklı bağımlılık durumu vardır -en azından biz insanlar açısından- dünyalar, kelimeler olmadan anlaşılamaz ve kelimeler, dünyalar olmadan kavranamaz.
Şimdi, bu Birinci ve İkinci Tanım’dan dolayı zaten net ve önceden bahsettiğim geometrik kanıt da bu. Ama buna dair bir Önerme Sonucu da var. Kelimeler başka kelimelere bağlandığında, sadece bu diğer kelimeler hâlâ kendi dünyalarına işaret ettiği, indirgendiği, kendi dünyalarını ifade ettiği sürece anlamlıdırlar. Dolayısıyla her çeviri düzeyi eşit değildir, ya da başka bir deyişle her çeviri kendince meçhuldür, bazı çeviri edimleri dünyaların ve kelimelerin tozlarından başka bir şey içermez. İkisi birbirlerine veya başka kelimelere ve dünyalara bağlanmadığında tozlaşma oluşur. 
Bu Önerme için Bir Numaralı Not: insan olmayan faillerin dünyalarını yorumlamak için kelimelere veya kavramlara ihtiyacı yoktur. Eklemlenme aracındaki daha ince kademeler, örneğin titreşimleri içerenler burada öne çıkar. Anlam ve duyu, titreşimlerin genellenebilir biçimlerinin veya mekânsal düzenlemelerin tekrarlarından doğar. Fakat anlam, anlamsızlıktan yola çıkar ve anlamsızlığa doğru geri sapar, aynı zamanda kendisinin ötekisine gebeymişçesine anlamsızlığı içinde taşır. Bu Aksiyom Bir’e göredir. Orada, hatırlayacağınız gibi, eklemlenmenin önünde, arkasında ve içinde parçalanma yer aldığından bahsetmiştim. 
Not İki: Yine de, kelimeler ve dünyalar içine ufalanmadan önce toz, anlaşılmaz ve çözülemez olanın çatlaklarında toplanır. Önerme İki: Eklemlenme, kelimelerle dünyaları eklemler, ama aynı zamanda kendisine, dünyaların ve kelimelerin içinde işleyecek şekilde atıfta bulunur.   
Bu Önerme için iki Kanıtım var. Birincisi, dünya oluşturmak, dünya olacak bir şeyin farklı yönlerini birbirine uydurmaya ve bu uyum için mekânsal ve zamansal parametreleri düzenlemeye dayanır. Dünya oluşturmak budur.  
Dünya olacak bir şeyin farklı yönlerini birbirine uyumlamak ve bu uyum için mekânsal ve zamansal parametreleri düzenlemektir. Dolayısıyla, her dünya esasen ilişkiseldir. Hem kendiyle kurduğu ilişki hem de ötekiyle kurduğu ilişkidir. Bir dünyanın ötekisi, ya başka bir dünya ya da dünyasızlıktır. Bu sebepten ötekiyle ilişkisi ya başkasının dünyasına ya da o dünyanın sonuna ulaşır, tozlaşmasına, toza dönüşmesine.   
İki Numaralı Kanıt: Yazılı veya sözlü olmasına bağlı olaraktan dünya oluşturmak, harflerin, sembollerin ve seslerin anlamlı dizilimler halinde toplanmasıdır. Bu dizilimler hem dünyadaki şeylerin, havadaki titreşimlerin, boyanmış veya oyulmuş maddelerin hem de bu dünyaya içkin anlamların yoğunlaşmasıdır. Dolayısıyla her kelime esasen ilişkiseldir. Kelimenin kendiyle ilişkisinin ve ötekisiyle ilişkisinin bir formudur. Bir kelimenin ötekisi ya başka bir kelime ya da kelimesizlik, sessizliktir. Bu sebepten, bir kelimenin ötekisiyle ilişkisi ya daha kapsayıcı bir anlam yapısı inşa eder ya da kendini sessizlikle, ses üretimine indirgenemeyecek titreşimlerle karşılaştırır. 
Bu Önermeye dair bir Önerme Sonucu daha: Aslında eklemlenme, Kartezyen modernitenin ayırdığı iki ontolojik rejimi birbirine eklemler: Akıl ve beden, anlam ve madde. Hatırlayalım, tanımına göre eklemlenme mekândaki şeyleri birbirine eklemler ama aynı zamanda sesleri, kelimeleri eklemleyip fikirleri birbiri ardına dizer. Yani, bu eklemlenme kavramında Kartezyen ayrımın üstesinden gelinir. Çünkü bu şekilde bir eklemlenme, akıl ve bedeni, anlam ve maddeyi birbirine eklemler. Aynı zamanda bu belirli bir Latince kelimedir, her kelimenin ve dünya oluşturma mekanizmasının işleyişidir. Dolayısıyla, eklemlenme her daim kendinden fazlasıdır. 
Önerme Üç: Parçalarına ayrılırken bile, toz eklemlenme oyununu oynar. Yani parçalarına ayrılırken bile, toz bu eklemlenme oyununu oynar. Kanıt: Kelimelerin ve dünyaların zaman ve mekânda eklemlenmesi dinamik ve sonludur. Parçalanmanın eklemlenmenin karanlık diğer yüzü olduğunu farz edersek bu gölge tozdan beslenir, tozu barındırır ve toz oluşmasına sebep olur. 
Not: Tozun eklemlenmeleri birkaç şeyi içerir. Birincisi, gerekli bir bütünlükten ve sabit bağlantılardan yoksun çeşitli şeylerin fiziksel olarak birleşmesi: akarlar, kozmik parçacıklar, deri kırıntıları, kıyafetler. İkincisi, tozun eklemlenmeleri, bir araç ve bu araç üzerinden yolculuk eden ve kıpraşan titreşimlerin ve ışık dalgalarının alıcısı arasında, orta bir yerde konumlanmayı içerir. Yani toz, -Marshall Mcluhan’ın deyimiyle- hem araç hem de mesajdır. Değil mi? Hem mesajı taşıyan araçtır hem de mesajın kendisidir ve bir anlamda bu araç üzerinden hareket eden titreşimlerin ve ışık dalgalarının da alıcısıdır. Tozun eklemlenmelerinin üçüncü anlamı, tozlaşmış olana doğru izi sürülebilecek çatlaklı bir semantik dizilim ve parçalı bir anlatı olmasıdır. Değil mi? Birazdan bir anlamın tozlaşmasının ve çatlaklı semantik dizilimlerin ve parçalı anlatıların toza indirgenmesinin ne demek olduğunu göreceğiz. 
Önerme Dört: Toz sadece dünyayı doldurmakla, dünyadaki şeyleri kendine dönüştürmekle yetinmez, aynı zamanda kendi içinde bir dünyadır. Yani toz, dünyayı doldurur ve kendi içinde bir dünyadır. Kanıt: Eğer dünya, daha önce veya henüz olmamış kelimelerin eklemlenmesini gerektiriyorsa ve dahası tozun eklemlenmeleri, eklemlenmenin tüm olası kavramlarını kullandıysa, o halde toz dünya oluşturur. Tekrardan, burada geometrik kanıt aracının büyük kısmını geçiyorum, ama mevcut olduğu konusunda bana güvenin. Buna dair bir Önerme Sonucu: Toz, bir şey toza dönüşürken başka bir şeyin varlığını yitirdiği ölçüde var olur. Değil mi? Yani, burada ters oran gibi bir şey vardır, toz, bir şey toza dönüşürken başka bir şeyin varlığını yitirdiği ölçüde var olur. Bu bir şey, dünyadaki varlıklara ya da ufalandıkları ölçekte dünyaların yıkımını ve gayridünyalaşma sürecini canlandıran bütünlüklü dünyalara işaret edebilir. Toz gayridünyalaşmayı olumlu bir şekilde ifade eder, toz gayridünyalaşmanın dünyasıdır. 
Not Bir: Tozun disiplinsel alanında -tozun içine dahil olabildiği ölçüde disiplinsel bağlamda- , astrofizik tozun dünya oluşturma yetisine ışık tutar. Not İki: Jacob von Uexküll’ün öncülük ettiği fenomenolojik biyoloji diye adlandırabilecek alanın ışığında toz, toz akarlarının ve benzer bir şekilde mantarların ve mikropların dünyasıdır. 
Önerme Beş: Toz dünyaları var olduğuna göre, toz kelimeleri de var olmalıdır. Değil mi? Toz dünyaları var olduğuna göre, toz kelimeleri de var olmalıdır ve bu Önerme için iki kanıt mevcut. Birincisi, Birinci ve İkinci Tanım’ı takip ediyor ve bu tanımların İkinci ve Dördüncü Önerme’yle bir araya gelmesinden oluşuyor. Ama İkinci Kanıt belki de daha ilginç olan, hemen seslendirebilirim: tozlaşmış, tozlaş-mış, toz-la-ş-mış, t-oz-la-ş-mı-ş, t-o-z, ne demek istediğimi anladınız, değil mi? Bu, kelimelerin ve toz kelimelerinin tozlaşmasıdır. Önerme Sonucu Bir: Paralel bir şekilde, gayridünyalaşan toz dünyalarıyla beraber toz kelimeleri de gayrikelimeleşmektedir. Bu paralelliği biraz ileriye taşırsak, ifade ettikleri şey maddenin ve anlamın parçacıklarına ayrılmasıdır, gayrikelimeleşmenin kelimeleşmesi.  
Anlamın tozlaşması yeni eklemlenmeleri ivedilikle hem imkânsız hem de gerekli kılar. Bu noktada Samuel Beckett’ın oyunlarının gayrikelimeleşmenin kelimeleşmesinin tehlikeli ve çelişkili eşiğinde durduğunu not düşebiliriz. Buradan hareketle, toz evrenselliğine rağmen en eşsiz, tekrarlanamaz ve çevrilemez şeydir.. 
Önerme Sonucu İki: Toz kelimeleri, toz dünyalarından ayırt edilemez. Maddeden anlam damıtma eylemleri ve daha önceden veya henüz olmayanın işaretleri yok olma noktasına kadar ufalmıştır. Kendi içinde toz, aşağı yukarı bir şeyden diğerine doğrudan bir geçiş sağlar: toz kelimelerinden toz dünyalarına, toz dünyalarından toz kelimelerine. 
Not Bir: Toz kelimeleri toz için kelimeler değildir, örneğin başka dillerin tozu adlandırmak için kullandıkları kelimeler değil, tozun kelimeleri ve toza içkin kelimelerdir. Kelimelerin kendilerini tozlaştırırsak, toz olana kadar parçalarsak ne olur?
Bu kelimeler dünyaları belirleyen anlardan farklı değillerdir, biçimlendirme ve biçimsizleştirmenin çift taraflı geçişine işaret etmek yerine anlamı tuzla buz edip nanopartiküllere ayıran, toza dönüşene kadar öğüten. Bu onların eklemlenmesidir. 
Ve Not İki: Toz kelimeleri, kelimesizliğin sınırında, dolayısıyla belirli bir sessizliğin kıyısında var olurlar. Önerme Altı: Toz kelimeleri, zaman ve mekânda eklemlenir ve zaman ve mekânın anlamını eklemler. Kanıtlar geometrik olduğundan hızlıca geçiyorum ama bu önermeye dair bir not var. Ölü deri hücreleri ve kozmik parçacıklar, siyah karbon ve sentetik mikroelyaflar; tozun içinde yakın ve uzak, güncel ve tarihsel olan birbirine karışır. Söz konusu karışım, önceden belirlenmiş zaman ve mekân parametreleriyle, Newtoncu fiziğin sınırları dahilinde deneyimlendiğinde kafa karıştırıcıdır. Ama kendi koşullarında deneyimlendiğinde, toz belirdiği her yerde ve her zamanda mesafeleri ve süreçleri yeniden ayarlar. Birdenbire zaman ve mekânın anlamını gösterir ve yeni eklemlenmelerin gerçekleşeceğinin garantisi olmamasına rağmen bu anlam da aniden dağılır, yeni eklemlenmeleri bekler. Değil mi?  
Yani, tozun karışımı Newtoncu fiziğin sınırları dahilinde kafa karıştırıcıdır, ama Einstein’ın zaman-mekân kavramıyla yaptığı şekilde bunu biraz mantığa oturtabiliriz. Dolayısıyla tozun zamanını ve mekânını sorgulayabiliriz ve bunlar her seferinde bir saniye sonra dağılmak üzere yeniden belirecektir. 
Önerme Yedi: Mazide kalmış dünyaları tasvir edecek veya ifade edecek kelimeler yoktur. Kanıt: Dünyalar toza ufalandığında, onları anlamlandırmak için kullanılan kelimeler de içlerinde ufalanır. Dışarıdan uygulanan anlaşılabilirlik, dünyayı dünya yapan hissi kaybeder ve bunun yerine onu bir anlam nesnesine indirger. Bu sebepten, toza dönüşen dünyalar sağlam kalmış kelimelerin perspektifinden anlaşılamaz. Ama toz kelimeleri sayesinde az da olsa bir anlamı muhafaza ederler. Burada eklemek isterim ki, biraz Theodor Adorno’nun estetik teorisini takip ederek ilerliyorum. Adorno’ya göre paramparça olmuş, hasar almış bir gerçekliği anlamak için paramparça olmuş, hasar almış bir özne gereklidir, değil mi? Yani, neyin ne olduğunu, tüm bir dünya içine ufalanmışçasına neyin toza dönüştüğünü anlamak için hasar almış, toza dönüşmüş bir eklemlenme şekli gereklidir.  
Ve Önerme Sonucu: Sadece toz kelimeleri ve çatlaklı semantik dizilimler toz dünyalarını ifade edebilir, gayridünyalaşmanın dünyasını açıklığa kavuşturabilir. Şimdi son önermeye geldik. Önerme Sekiz: Çevrilemez toz, evrensel bir çevirmendir. Kanıtıysa şu: Toz, Tanım Dört ve Önerme Beş’e göre çevrilemez. 
Fakat Aksiyom İki’ye göre toz, olmuş olan ve olacak olandır. Bunu Önerme Üç ve Beş’le bir araya getirdiğimizde toz, içinde var olmanın, eklemlenmenin ve söylemin evrensel bir boyut kazandığıdır. Öyle ki, Anaxagoras’ın dediklerini açmak gerekirse, tozun içinde her şey diğer her şeyle konuşur. Kısaca açıklayayım, fragman B11, Diels-Kranz 59’da Pre-Sokratik Anaxagoras şöyle not  düşer -bu bir alıntı-: “Her şeyde, her şeyin bir payı vardır”. Değil mi? Ve ben de tam bu noktada tozu çevrilemez, evrensel bir çeviri aracı olarak konumlandırıyorum. 
Önerme Sonucu: Tozla olmak her şeyle olmaktır, tozu eklemlemek, belirli bir şey, bir şey ya da hatta bir dünya sonsuz düzlemlerinde fokurdamadan öncesindeki ve sonrasındaki her şeyi de eklemlemektir. 
Not Bir: Gayridünyalaşmanın dünyası olarak toz, dünyalık ve dünya olma haline uygun bir şekilde çevirinin potansiyellerine sahiptir. Bu koşullarda, teklik kategorileri -örneğin tek bir dünya, tek bir kelime ve birçoğu- bunun yanı sıra parça ve bütün kategorileri de radikal bir şekilde tekrar gözden geçirilir.
İki Numaralı Not: Tozla olmak, yani aynı zamanda toz olmamız nasıl bir his? Zamanda olmanın, tozda olmanın çatlamasına değinmez mi, tozla dolmadan önce toz olan bu çatlamaya? İçi dâhil her yanından eklemlenme taşan parçalanmaya bağlı değil midir? İlginiz için teşekkürler. 
Gülşah: Bu şahane sunum için teşekkürler Michael, oldukça yüklüydü. O yüzden, sanırım dinleyicilere sindirmek ve sana da dinlenmek, rahatlamak için bir an vermeliyiz. Serginin küratörü Sarah’nın bir sorusuyla başlayacağız. Şöyle yazmış: Bir toz çemberinde bir sanat işi -bu sergide, Kum Fırtınası’ndaki işlerden biri olduğunu farz edelim- toz çemberinin görselleştirilmiş bir hâli midir yoksa toz dolanıklığının bir anını mı belgelemektedir? Görselleştirilmiş bir tozdan kopuk, yeni bir toz dolanıklığı mıdır?  
Michael: Evet, senin tozun dolanıklığı dediğin şeyi düşünürsek, size daha önce sunduğum pre-Sokratik Anaxagoras okumasına ve benim muaddel okumama dönmek isterim. Tozun içinde, toz olarak her şey diğer her şeyle konuşur. Dolayısıyla tozun dolanıklığından bahsedeceksek, işin içine seyirciyi, gösteriyi ve gösterinin görselleşmesini sağlayan mecrayı da katmalıyız. Değil mi? Bu bağlamda, tozla olmaktan bahsettiğimde, hepimizin toz olduğundan da bahsediyorum. Bahsettiğin çembere dâhil olan bu toz olma durumu. Ama çember oldukça kapalı bir figür, değil mi? Belli ki bir sonsuzluk şekli, ama gene de sınırları iyice çizilmiş, kapalı bir geometrik şekil. Bu sebepten geometrik temsillerden bahsettiğimizde, daha ziyade sonsuz toz düzlemlerini tercih ediyorum. Newtoncu fizikteki sonsuz mekâna benzer sonsuz düzlemler. Sanırım bu tozun ne olduğunun ve ne yaptığının hakkını daha çok verir. Ve tabii her daim işin içine kendimizi katmalıyız, seyircinin bakışını katmalıyız, gösteriyi ve ikisi arasında olan biten her şeyi de. Yani mesele ilişki ve ilişkili koşullardır ve bütün bunlar tozun ve girdabının içine dahildir veya onlar tarafından yakalanmış veya tutulmuştur. 
Gülşah: Sanırım Sarah bu mevzuyu detaylandırmak istiyor, sözü ona vereceğim. 
Sarah: Evet, tahmin edebileceğin gibi bu konuyu daha ziyade güzel sanatlar perspektifinden gerçekten merak ediyorum. Cevabın için teşekkürler, yani sınırsız yapıları tercih ettiğini söyledin. Yani tozu sınırsız bir ağ olarak düşünebilir misin?  
Michael: Evet, sınırsız bir ağ olduğunu söyleyebilirsin, ama bu ağın içindeki eklemlenmeler durmaksızın yeniden gruplaşır ve tekrardan ufalanır, değil mi? Bu yüzden, genellikle ağlarla veya tözle bağdaştırdığımız sabitliğe sahip değildir. Bu sebepten, konuşmamın başında Spinoza’nın çalışmalarında en çok itiraz ettiğim şeylerden birinin töz olduğunu söyledim. Yani eğer toz bu evrensel tözse, genellikle kullandığımız anlamıyla bir töz değildir, çünkü herhangi bir sabitliği, altyapısal bir temeli yoktur. Ama tam olarak toza dair sevdiğim şey de bu kadar geçici olmasıdır. Geçiciliğindeyse etrafımızı sardığımız benzer varlıklardan çok daha basittir. Ve kendimizi farz ettiğimizden de daha basittir, değil mi? Bunların hepsi sınırları çizilmiş şeyler. Yani evet, toza dair güzel olan şey de budur; tüm geçiciliğinin, biçiminin alabileceği sonsuz ihtimalin, sonsuz ağlar yaratmasının yanı sıra Batı düşüncesinin göz önünde bulundurmaya alışık olduğu tüm temellerden daha esaslıdır. O halde kendi failliğinin de olduğunu söyleyebilirsin? Belli bir failliği olduğunu söyleyebilirsin, ama buradaki mesele o failliği hangi açıdan veya bakış açısından sorgulayacağın, düşüneceğindir. Bu büyük bir mesele. Çünkü o zaman, Tanrı’nın bakış açısına sahipmiş gibi yapman gerekir, değil mi? Tozun failliğinden bağımsız olmak, çünkü eğer toz her şeyi kendi içine süpürüyorsa, o zaman tüm diğer faillikler; bağlantılar, eklemlenmeler ve anlamlı ilişkiler kurmak adına içine dahil edilmiştir. Yani eğer toz o derece tümleyiciyse, onu tasvir edeceğimiz açıyı nasıl bulabiliriz ki? Belli ki sadece içinden bulabiliriz, sadece içinden, kendimizi ondan ayırmak yerine onunla özdeşleşerek ve kendi varoluşumuzda, maddeliğimizde, düşünselliğimizde tozun ve tozun failliğinin izlerini görerek… O sebepten bir tarafta insan failliği diğer taraftaysa toz failliği var gibi düşünemeyiz. Öncelikle tozun kendi içimizde, kendimiz üzerinden ve biz olarak nasıl davrandığını görmeliyiz, değil mi? Ondan sonra tozun failliği dediğin şeyi düşünmeye çalışabiliriz, evet.  
Sarah: Tamam, teşekkürler. 
Michael: Tabii. 
Gülşah: Michael benim de bir sorum var. Bir şey toza dönüşürken, başka bir şeyin varlığını yitirdiğinden bahsettin, yani her seferinde bir şey toza dönüştüğünde başka bir şey varlığını yitirir. O halde bu tanım dâhilinde tozun içinde olan toz akarlarını, yosunları ve mantarları nasıl konumlandırıyorsun?
Michael: Evet, bu tanım dâhilinde bu canlılardan Jacob von Uexküll’ün fenomenolojik biyoloji denebilecek çalışmalarıyla bağlantılı olarak bahsettim. Ve von Uexküll, gerçekten de dünyayı içinde yaşayan belirli canlıların bakış açısından tasvir etmeye çalışıyor. Yani bir oda, aynı oda, bir nesne, objektif olarak aynı büyüklükteki bir mekân, bir köpeğin bakış açısından, bir sineğin bakış açısından, bir insanın bakış açısından nasıl gözükür? Değil mi? Bunlar farklı dünyalar olacaktır, bazı kısımları ayrışacak, bazı kısımlarıysa kesişecektir, vesaire. Yani toz akarlarını, mantarları ve mikropları düşünmenin en ilginç şeklinin von Uexküll’ün düşünme şekli olduğunu düşünüyorum. Toz onların dünyası. Ben gayridünyalaşmanın dünyası dedim, ama toz akarlarının bildiği tek dünya bu, içinde besin bulmanın, üremenin belli yollarını anlamlandıkları vesaire, değil mi? Yani bu toz dünyasının tuhaf bir örneği, tamamen olumlu ve olumlu bir şekilde, ufalanmayla veya gayridünyalaşmayla vesaire herhangi bir ilişkisi olmayan bütün bir dünya, değil mi? Eğer bir toz akarının bakış açısını hayal edersek ve onunla özdeşleşirsek. 
Gülşah: Jorella Kariki’den bir sorumuz var: "Maddenin hâl değiştirmesi veya tozlaşması için dışarıdan bir kuvvet gerekir, ilk ayrılma anına sebep olacak bir çarpışma veya kargaşa. Fiziksel anlamda, bunu iki kütle arasındaki fiziksel bir karşılaşma, fiziksel bir kuvvetin icrası olarak düşünebiliriz. Toz soyutlamalarında bu kuvvetleri nereye koyuyorsun?”. 
Michael: Evet, teşekkürler, bu çok yerinde bir soru. Tabii ki de toz, genelde entropi olarak düşündüğümüz şeyin görünmeyen yüzüdür. Entropi bir çeşit… yani burada anahtar kategori bir enerji olarak kuvvet değil bence, değil mi? Her enerji sisteminin görünmeyen yüzü enerjinin tükenip gitmesi, sıyrılıp uzaklaşması ve sistemden dışarı çıkmasıdır. Ve toz arta kalandır, bir bakıma entropinin işinden arta kalandır. Ama öte yandan, enerji üzerine düşüncelerimin çoğunda enerji kavramının bu geleneksel, ders kitabı tanımına karşı çıktım. Başlangıçta bir bolluk oluşu, yavaş yavaş enerjinin veya kuvvetin dağılması ve sonsuza dek kaybolana dek varoluşun kademeli entropisi. Ve şüphesiz ki toz bizim dikkatimizi buna çeker. Benim daha çok ilgimi çekense sonun enerjisi dediğim şey. Fizikte öğrendiğimiz bu entropik, bu duraksamayan entropik kuvvete karşı sonunda enerjinin yükseldiği veya daha belirginleştiği hakiki durumlar. O halde belki de tozu enerjinin her zaman dağıldığı ve tükenip gittiği bu karamsar sürecin hatırlatıcısı değil, olumlu bir hatırlatıcı veya artakalan olarak bile düşünebiliriz. Nihayetinde tozun, süpernova patlamalarından arta kalan o kozmik tozun, yeni galaksiler ve gezegenler vesaire ve başka kozmik cüsseler oluşturabildiğini biliyoruz. Yani o bağlamda toz, sadece bir süreç tamamlandıktan sonra arta kalan değildir, yeni bir başlangıcın, yaratının öncüsüdür, değil mi? Bu yüzden, bu ikisini de, bu iki veçheyi de tozu düşünüşümüze dahil etmeliyiz, hem entropik bir artık hem de varoluşa bir başlangıç olarak; en azından tozun katılaşmasından yeni bir şeyin ortaya çıkma ihtimali olarak. 
Gülşah: Gayridünyalaşma tabirini biraz açabilir misin? Bu kavramı hem tozla hem de tozun oluşumuyla ilişkili olarak kullanıyorsun. 
Michael: Evet, yani gayridünyalaşma şudur, eğer dünyadan farklı seviyelerde eklemlenen belli anlam yapılarını -düşünce, kavram seviyesinde ve aynı zamanda sadece mekânda birleştirilen şeyler seviyesinde- anlıyorsak, değil mi? Dünya budur. Hem mekânsal ve hem de anlamsal bağlamda eklemlenmeler toplamıdır. Öyleyse gayridünyalaşma, parçalanmanın eklemlenmenin önüne geçtiği andır, eklemlenen şeylerin gitgide daha çok ayrıldığı, aralarındaki mesafenin herhangi bir ilişkiselliği, herhangi bir ilişkiyi kaybedecekleri kadar büyüdüğü. Tabii bahsettiğim gibi parçalanma, eklemlenmenin içinde her daim işlemektedir, ama bazen parçalanma o kadar ilerler ki eklemlenmenin önüne geçer. Gayridünyalaşma budur, dünya yaratan anlamlandırma zincirlerinin, mekânsal zincirlerin ve ağların ayrışmasıdır. Ve bu bağlamda dünyalar, içlerindeki eklemlenme ve parçalanma dengesi değişken olduğu müddetçe var olup yok olabilirler. Ve genellikle yok olduklarında, bu süreçten hızlıca veya yavaş yavaş bolca toz oluşur. Yani budur, bu sorunu tam olarak yanıtlıyor mu bilmiyorum Gülşah. Evet. 
Sarah: Benim bir sorum daha var. Tozun parçası olduğumuz için tozu görmemiz gerektiğini söyledin ve sonra Uexküll’den bahsettin. Örneğin, keneyle ilgili meşhur bir örneği vardır -yani keneyle çalışıyordu- tabii onların bizden tamamen farklı bir zaman algısı var.  
Michael: Tahminimce tozun bizden tamamen farklı bir zamanı ve algısı var, ama zamanda farklı bir varoluşu da var. Ve Uexküll laboratuvarlarda veya farklı yerlerde birçok gözlem yapmıştır. Ne kadar yaşadı, tam olarak bilmiyorum. Sanırım 70 yıl ve 50 yıllık bir gözleme dönemi olmuştur. Ama bu bile yeterli olmayabilir, yani bir insan yaşamı. O halde mesela Uexküll gibi toza dair gözlem yapmak için ne kullanabilirsin? Çılgın bir soru olduğunu biliyorum ama tozu nasıl daha iyi anlayabileceğimizi, daha iyi görebileceğimizi anlamaya çalışıyorum. Evet, belki de burada konuşma esnasında laf arasında bahsettiğim bir mevzuya dönmek faydalı olur, tozu sadece zaman ve mekânda olan, vuku bulan bir şey olarak düşünmemeliyiz. Belki de daha radikal olan, zaman ve mekânın oluşmasını ve anlamlılığını toz üzerinden ve toz sayesinde düşünmek olacaktır. Yani çok basit bir örnek olarak, bir şeyin zamanını o şeyin toza dönüşmesi için geçen zaman üzerinden ölçebiliriz, değil mi? O halde, bu zaman ölçeği olur ve zaman ölçeği her nesne için, her varlık için eşsizdir, çünkü her birinin toza ufalanmasının zaman ölçeği farklı olacaktır. Aynı şeyi mekân için de söyleyebiliriz, değil mi? Mekân için de aynı şey. Bu mevzuya 2016’da toz üzerine yayımladığım kısa kitapta değinmiştim. Belki de mekânı bir vakum, etrafımızı saran büyük bir boşluk olarak düşünmek yerine daha olumlu bir yerden, ağzına kadar, bazıları toz olan mikro parçacıklarla dolu bir şekilde düşünebiliriz. Mekâna belli bir somutluk addedilir, örneğin tozu gün ışığında dans ederken gördüğümüzde, değil mi? Yani, mekânın bu doluluğu ve içeriden var edilişi toz üzerinden örneklendirilebilir. Tekrardan ifade etmek gerekirse, her varlığın toza dönüşme sürecine göre zaman ölçeklerinin değişkenlik göstermesi gibi, tozun mekândaki yoğunluğu da değişkenlik gösterir değil mi? Bir kum fırtınası durumunda bu yoğunluklar kocaman, muazzam büyüklükte olacaktır. Ve daha şeffaf koşullarda bu yoğunlaşma daha az olacaktır. Yani tekrardan, bence doğru izlek mekânın var edilişini toz yoğunlukları üzerinden düşünmek olacaktır.  
Gülşah: Çok teşekkürler Michael. Başka sorusu olan var mı? Veya sen bir şeyler eklemek ister misin, bahsettiğin diğer mevzulardan birini açmak ister misin? 
Michael: Peki başkalarından soru var mı?  
Gülşah: An itibariyle başka bir sorumuz yok, ama oldukça yüklü bir sunumdu. İnsanların üzerine uzun süre düşüneceğine eminim. Ve tabii Sarah ve ben soru sormaya devam edebiliriz. 
Sarah: Evet Michael, sanırım ben bir kitap alacağım.  
Michael: Çok teşekkürler, eklemek isteyeceğim son bir düşünce şu olabilir, tozu nihilist bir yerden düşünmeme fikri. 2016’da toz üzerine ilk düşünmeye başladığımdan beri yapmaya çalıştığım tozun olumlu halini düşünmek; tozu olumlu, dünya oluşturan, dünya yaratan bir unsur olarak düşünmek.. Tabii ki biçim bozan ve dünya bozan unsurlarına da ek olarak. Ve bence bu şekilde devam etmek şu içinden geçmekte olduğumuz dönemle, etrafımızda mantar gibi biten dünyanın sonu anlatılarıyla başa çıkmamıza da yardımcı olabilir. Şu an pandemide her zaman olduğundan daha da çok, ama tabii her türlü çevresel meselede, küresel ısınma mevzusunda, vesairede. Tabii ki içinde nihilist bir kısım var, ama bunun üstesinden gelip tozun da yardımını alarak nihilizmi geçmeliyiz ve tozun içinde bulundurduğu olumlu, dünyayı aydınlatan unsurları görmeliyiz, değil mi? Yani bu konuya yaklaşmakta benim genel çerçevem bu olur. Virüslerin tozla taşındığını bilmemize rağmen biz de deniyoruz. Tabii ki yakın zamanda virüsün hava yoluyla bulaşmasının sadece insandan insan olmadığını bilimsel olarak ispatladılar, insandan havaya, havadan insana da geçebiliyor, değil mi? O halde havada virüsler her türlü parçacık üzerinde seyahat eder, toz, karbondioksit parçacıkları vesaire, evet. Şüphesiz ki o zaman toz virüs için bir dünya haline gelir, toz akarları ve mantarlar için dünya olduğu gibi. 
Sarah: Evet kesinlikle. Çok teşekkürler Michael. 
Michael: Evet, teşekkürler Sarah, bu davet ve bu yeni çalışmamı paylaşma fırsatı için çok teşekkür ederim. Umarım faydalı olmuştur. 
Gülşah: Konuşmamızı sona erdirmeden, aslında son bir sorum var. Bir kelimenin tozlaşması için parçalanmadan başka neler gerekir?  
Michael: Evet, verdiğim örnek oldukça basit, neredeyse Dadaistti değil mi? Bir kelimeyi semantik bir birim olarak alıp daha küçük birimlere, harflere vesaire bölmek. Ama tabii ki Latince gibi sözde ölü dilleri de düşünebiliriz. Tabii ki Latince öğrenebilirsiniz, ama Latincenin dünyası, yaşayan bir dil olduğu dünya artık yok. O dünya toza indirgenmiş durumda. O halde, -benim bu konuşmadaki yaklaşımıma göre- artık karşılık geldiği bir dünya olmayan bir dili çevirmenin veya o dile çevirmenin belli bir zorluğu ve limitleri vardır, değil mi? Yani kelimeler ya bu anlam katmanlarını veya onları kapsayan semantik öğeleri kaybederek ya da bir dünyayla o ya da bu sebepten bağlantılarını kaybederek toza indirgenirler. Mesela o dünya artık mevcut değilse. Ve evet, kelimelerin gayrikelimeleşmesinin ve toza dönüşmesinin muhtemelen bizim düşünebileceğimizden çok daha fazla yolu vardır. Ama bu sürekli oluyor ve eğer eklemlenme konusundaki sezgim doğruysa, eklemlenme mekânda şeyleri birleştiriyorsa, düşünceleri bileştiriyorsa, şeylerin yavaş yavaş toza ufalanması gibi düşünceler ve kelimeler de ufalanır. Kelimeler ve düşünceler gibi ideal anlam birimlerini bu süreçten muaf tutamayız. Onlar da toz olana dek ufalanırlar, maddeselliklerinin kanıtı budur. Eğer yeni materyalizmin tüm öğretilerini dinlerseniz bu fikirler sadece somut şeylere uygulanmakla kalamaz. Radikal materyalizmin anlam birimlerine, düşüncelere, kelimelere ve daha nicesine de uygulanması gerekir. Ve o yüzden şeylere olanların düşüncelere ve kelimelere de olabileceğini ve her zaman da olduğunu ifade etmek çok önemli. Bu kalemin durmadan parçacıklarını kaybedip yavaş yavaş toza dönüşmesi gibi kullandığımız her kelime, her düşünce de parçacıklarını kaybederek yavaş yavaş toza dönüşür. 
Yani demek istediğim, Latinceye zemin veren Roma imparatorluğunun dünyası gibi, bir dünyanın kaybı kadar dramatik bir olay olması gerekmez. Kelimelerin ve düşüncelerin gündelik kullanımında toz dökme süreci zaten halihazırda mevcuttur, değil mi? Ve tekrar doğmalarının sebebi onları kullanan, tekrar kullanan, yineleyen ve onlara dönen yaşayan bir eylemliliğin hâlâ var olmasıdır, değil mi? 
Gülşah: Sergideki işlerden biri, Ayat Najafi’nin işi -sana daha önce bahsetmiştim- Gılgamış Destanı’ndan bölümler içeriyor. Ve bu işte artık var olmayan iki dilde de ifadeler var, Akadca ve Sümerce. Bu dillerdeki kısımlar birkaç tarihçinin yardımıyla kaydedildi. Oldukça ilginç bir tecrübe, iş o kısımlarda seni anlamlandırabileceğin dillere geçmek için sabırsız hale getiriyor, çünkü video farklı diller arasında sürekli olarak değişiyor. Keşke görebilseydin. Yakında serginin yayını çıkacak, bu yayında farklı arka planlardan gelen sekiz yazarın katkıları yer alıyor. Yayını Depo’nun web sitesinde paylaşacağız. Aynı zamanda sergiyi gezme fırsatı olmayacaklar, İstanbul’da olmayanlar için de serginin bir video turunu hazırlıyoruz, ikisini de yakın zamanda Depo’nun web sitesinde bulabilirsiniz. Geldiğiniz için teşekkürler ve Michael, sergideki birçok işe bağlam sağlayan bu harika konuşma için teşekkür ederiz.   
Gülşah: Evet, çok teşekkürler. Teşekkürler, benim için zevkti.
Michael Marder: Evet, görüşmek üzere!
Çeviri: Gülşah Mursaloğlu
Son okuma: Aslı Seven
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Aslı Seven tarafından seçilmiştir.
1 note · View note
ceviri-translation · 3 years
Video
youtube
Dilin Ortaya Çıkışı, Chris Knight 
Teşekkürler Camilla [Power]. 
Evet, yazılı halini istiyorsanız en iyisi Wild Voices [Yaban Sesler] indirin. Burada dersler verip BaYakalarla saha çalışması yapan Jerome Lewis ile beraber kaleme aldığımız bu makalede her şeyi bulabilirsiniz. Jerome sayesinde sanırım sekiz yıl kadar önce Kongo'daki bu avcı-toplayıcılar hakkında şaşırtıcı şeyler keşfettim - ormanla nasıl konuştuklarını, nasıl maymunların, şempanzelerin, gorillerin, çalı domuzlarının lisanını kullandıklarını… Ardından farkettim ki aslında lisan bu yaşam şekline, bu eşitlikçi avcı-toplayıcı yaşam tarzına özgü bir şeydi ve bu geniş bağlam olmadan –muazzam bir ortaklaşalık ile neredeyse topluma yön veren çocuklar ve kahkalarla dolu eşitlikçi bir bağlam– bu çatı olmaksızın hiç şüphe yok ki söylem veya lisan olarak adlandırdığımız bu harika sistem evrimleşemezdi. O halde şöyle yapalım, tek bir kavram hakkında düşünmenizi istiyorum – herhalde hepiniz bunu düşünmüşsünüzdür – kendi sesinizi bulduğunuzda – bir ses bulma üzerine düşünün. Ne demek kendi sesini bulmak? Ne anlama geliyor mesela – düzgün bir sesiniz var diyelim, çığlık atabilirsiniz, bağırabilirsiniz vesaire, sesiniz kısık falan değil, yine de nedendir bilinmez bir bakmışsınız nutkunuz tutulmuş. Zira iddia edeceğim üzere salt bir sesininizin olması, dudaklarınızın, dilinizin, dilbilgisiyle başa çıkmamızı sağlayan beynimizdeki binbir çeşit karmaşık şeylerin olması, aslında atalarımız konuşmaya başladığında yaşananlarla çok da ilgili değil. İddiam o yönde ki bir noktada kimi atalarımız – muhtemelen 300 bin yıl kadar önce, Homo Sapiensin bir tür olarak ortaya çıktığı zaman – bizim bu atalarımız kendi seslerini bulmuşlardı. Düşünürseniz bence bana hak vereceksiniz ki bir ses bulmak sadece biyolojik, bilişsel ve hatta sadece psikolojik bir durum değil. Sizinle olduğunu bildiğiniz bir dinleyicinin olmasıyla alakalı bir şey. İnsanlarla aynı dalga boyunda olmanız gerekli, öyle değil mi? Tamamen farklı bir grup insanla aynı odada olsaydınız aynı dalga boyunda olmazdınız. Sizin onlara söyleyecek birşeyiniz yok, onların size söyleyeceği bir şey yok. Bilmiyorum, diyelim ki Avam Kamarası ya da benzeri bir yerdesiniz. Jeremy Corbyn mesela, biliyorsunuz, asla kendi sesini bulamadı. Kendisi yanlış yerde, orası Eton ve benzeri yerlerden gelen insanlara ait korkunç bir klüp. Hiçbir zaman kendi sesini bulamadı. Öyleyse iddia edeceğim üzere lisanın nasıl ve niçin evrildiğini anlayabilmek için sosyal bir teoriye ihtiyacımız var ve lisan sesli ve sessiz harfleri çıkarabilmekle ne kadar alakalıysa bir o kadar da bizi dinleyen ve birlikte olduğumuz insanlarla ilişkili.Öyleyse belki de başlarken, umuyorum ki bir çoğunuz lisanın ilk olarak ortaya çıktığı zaman aslında neler olup bittiği hakkındaki bir konuşma dinlemeye gelirken ki birçoğunuz derken kastettiğim aslında hepiniz bir anlamda Darwincisinizdir. Tahminim böyle bir konuşmaya gelmiş olan birçoğunuz yaradılışçı değilsinizdir örneğin. Lisanın nasıl evrildiğiyle ilgili olup bir tür Darwinci evrim sürecinin lisan ve konuşma yetisine sahip olduğumuz olgusundan sorumlu olduğunu varsayacaksınız. Yine de yeterince bilinmeyen bir şey var ki o da Darwinciliğin başarısına rağmen ki biliyorsunuz Darwincilik o kadar olağanüstü bir teori ve o kadar güçlü ki bu günlerde dünyanın yuvarlak olup hareket halinde olduğunu söyleyen teori kadar güçlü, öyle ki biz nadiren bunu bir teori olarak düşünüyoruz zira dünyanın yuvarlak olup hareket etmesi salt bir gerçek. Bence dünyadaki eğitimli insanların tümü bizim bir tür Darwinci doğal seçilim süreci üzerinden evrildiğimizin farkında. Daha az bilinen şey ise bilim camiası dediğimiz bu topluluğun Darwinci bileşeninin, lisanın nasıl veya niye evrildiğine dair hiçbir fikrinin olmaması. Tamamen muamma. Tamamen tartışmalı. Yine de söylemeliyim ki bunun sebebi bir teorimizin olmaması değil. Aksine sorun çok fazla teorinin olması. Binbir çeşit teori. Mesele elimizde kabul görmüş bir teori benzeri bir şeyin olmayışı. Halbuki Darwinci evrim bakımından diğer bir çok şey hakkında kabul görmüş teoriler var. Mesela biliyorsunuz cinsiyet niye var konusunda büyük ölçüde hemfikiriz, yani bağışıklık sistemi ve parazitlerle alakalı bir şey…  Yani aşağı yukarı hemfikiriz ölüm niye var. Biyolojik evrimle alakalı envai çeşit şey var Darwincilerin hemen hemen hemfikir olduğu fakat mesele lisan olunca gerçekten hiçbir mutabakat yok. Haliyle şu soru ortaya çıkıyor: neden bu kadar zor? Kimileriniz düşünüyor olabilir yani bazılarının bana söylediği gibi, “Chris, bu çok açık. Yani biliyorsun ki lisan olmadan düşüncelerimizi paylaşamazdık. Düşünceleri paylaşıp iletişim halinde olmanınsa bariz faydaları var,” ve bu tabii ki doğru ama aslında bir teori değil. Çünkü bakınız madem bu o kadar iyi birşey, o zaman cevap verilmesi gereken soru, oldukça akıllı akrabalarımızın, şempanzelerin, gorillerin, orangutanların – bir tür lisan sahibi olmak bu kadar faydalı birşeyse – neden dilleri yok? Tabi ki biliyorsunuz yer yer dile getirildiği üzere şempanzeler biliyorsunuz ki aslında şahane sesli iletişim sistemlerine sahip. Öyleler – yemek çağrıları, vahşi bağırışları, panthoot vesaire. Yine de herhangi bir dilbilimcinin size söyleyeceği üzere – lisan tabi ki de kelimelerin ve dilbilgisinin bir birleşimi veya dilbilgisel yollarla birleşen kelimelerdir – şempanzelerdeki panthoot ya da yemek çağrısı veya çiftleşme çığlığında gerçekten dilbilgisinden söz edemeyiz. Yani primataloglar bu şeyleri tartışırken aslında uğraşları bu beşeri olmayan iletişim sistemlerinin – bazen el hareketleriyle, bazense sesli – lisanla uzaktan yakından ilişkili olduğunu iddia etmek değil. Lisan – bizim kastettiğimiz, bir dilbilimcinin kastetiği anlamıyla standartların çok ötesinde – bu muazzam gezegenimiz üzerinde yaşayan başka herhangi bir canlının yaptıklarıyla kıyaslandığında standartların çok ötesinde. O zaman biraz  hızlanayım, bunu çabucak geçmeliyim… Darwin Türlerin Kökeni'ni yayınladıktan hemen sonra, malum fazlasıyla tartışmaya yol açsa da Darwincilik bir anda bayağı popüler olduğu için –çok değil, beş ya da on yıl içerisinde – insanlar lisanın kökeni hakkında kafa yormaya başladılar. O kadar çok dayanaksız görüş, o kadar fazla teori vardı ki profesyonel dilbilimciler kendi camialarında bu konuda bir şey yapılması gerektiğine kanaat getirdiler. 1866'da Linguistic Society of Paris [Paris Dilbilim Cemiyeti] - o günlerde bu topluluk, biliyorsunuz, en gözde dilbilim camiasıydı, Paris gerçekten de herşeyin merkeziydi - cemiyeti kurmalarıyla beraber bir yasak koymayı gerek gördüler. Açıkça belirtmişlerdi, evrensel bir lisanı veya lisanın kökenini konu alan hiçbir makale veya sunu kabul edilmeyecekti.  Lisan tamamen tabulaştırılmıştı. British Linguistic Society [İngiliz Dilbilim Cemiyeti] de aynı şeyi yaptı ve akabinde Fransız, Alman, yani her yerde, Amerikan... Yani oldukça şaşırtıcı gerçekten de - bir şeyin tartışılmasını yasaklamanın kolay olmadığını düşünebilirsiniz - ama amacına ulaştı. Zira biliyorsunuz fiilen yüz yılı aşkın bir süre saygın bir oturumda, saygın bir çatı altında lisanın evrimsel ortaya çıkışı sorusunu dillendirmek neredeyse imkansızdı. İnsanlar bunu yapabiliyor olsa da lisanın kökeni hakkında konuşmaya başladığınız vakit biliyorsunuz marjinal olduğunuzu ilan ediyordunuz – bir nevi çatlak bir ses. Ta ki 90lara gelindiğinde - doğrusu 1990, bir tarih vermek gerekirse - baraj kapakları birden açıldı ve lisanın kökeni hakkındaki teoriler bir çığ gibi büyüdü. Şu an bu periyodun içerisindeyiz, daha önce söylediğim gibi, teorilerin yetersizliği değil, çok fazla teorinin varlığı söz konusu. Belki de Paris Dilbilim Cemiyetinin niye böyle bir yasak koyduğunu açıklasam iyi olur. O dönemde ne gibi teorilerin ortalıkta dolaştığından bahsedeyim sadece. Max Müller, lisanın tarihi ve kökeni hakkında konuşan çok karizmatik ve popüler bir kişilikti. Ardından – ya acaba niye – kapıyı kilitlediğimizi mi düşünüyorlar? Kapı kilitli değil. Herkes gelebilir. Kapıyı kitlemedik, lütfen, gelebilirsiniz… Neyse… Max Müller teorilerin bir kısmını listelemişti. Hepsinden bahsetmeyeceğim ama bir fikir vermesi adına, “bow-wow teorisi” vardı. Quack-quack teorisi gibi. Kimi ata insanlar bow-wow, quack-quack diyerek şeylerin seslerini çıkarmayı becermişti. Köpek bow-wow der, ördek quack-quack der, sen de bu sesleri – ne hakkında konuşmak istiyorsan onun sesini – çıkarırsın. Böylece köpek için kullanılan sözcük bow-wow, ördek için quack-quack, eşek içinse hee-haw olur vesaire. İşte bow-wow teorisi bu. Ardından pooh-pooh teorisi var ki bu bir çeşit – pooh-pooh bir nevi duygusal nidalar anlamına geliyor. Pooh! Yani bu duyguların içgüdüsel dışavurumları anlamına geliyor, sevincin, acının, rahatlamanın vesaire. 
Ding-dong teorisi var. Ding-dong teorisine göre hakkında konuşmak istediğin tüm şeyleri – sen konuştukça bir çeşit doğal rezonans yakalıyorsun – her nasılsa kendi sesinle bir nevi temsil etmeye çalışırsın. Bir de ta-ta teorisi var. Ta-ta teorisi, ağzınızın bir nevi el kol hareketleri yaptığını ve hakkında konuştuğunuz şeyin – dilinizi ve dudaklarınızı kullanarak – bir nevi maketini yaptığınızı ileri süren teoridir. Ağzınızı geniş açarsanız, bu büyük bir şey olabilir. Mesela daha az açarsanız biliyorsunuz bu küçük bir şey olabilir. Tiz sesler küçük şeyler için, pes sesler büyük şeyler için. İşte ta-ta teorisi bu. Burada duracağım… Görüyorsunuz – sonuncusu aslında kanıtlandı, bir dereceye kadar – Evet, yani bu teoriler aslında şey değil... Aslında hepsinin haklı olduğu bir nokta var, bow-wow teorisi de dahil. Wild Voices [Yaban Sesler] aslında bu teorinin bir versiyonu - Jerome ile birkaç sene önce yayımladığımız makale – bir nevi – hayvan çağrılarını ele alıyoruz. Zira biliyorsunuz bazı şeylerin sanki sesli imzaları var. Her şeyin yok tabii ama bazı şeylerin kesin var. - Heave-Ho – Efendim? - Heave-Ho -  Ah pardon, elbette, Camilla bir teoriden daha bahsetmemi istiyor. Gayet tabi. Hayır hayır, heave-ho teorisini unutmuşum. Heave-ho teorisi şöyle – HEAVE-HO-HEAVE-HO – birlikte iş yapar gibi. Mesela hepiniz bir şey yapmaya çalışıyorsunuz, devasa bir kütüğü tepeye yuvarlıyorsunuz diyelim. Bir nevi işgücünü koordine etmek için de sesler çıkarırken heave-ho diyorsunuz ya da başka bir şey. İşte bu heave-ho teorisi. Bakın bu teoriler mutlak yanlış diye bir şey yok. Her biri gayet zekice teoriler. Tüm bu teorilerin sorunu, problemin mekanizmayı keşfetmek olduğunu varsaymaları. Sanki mekanizmayı keşfedince - bow-wow, heave-ho, ta-ta, her neyse - birden - hangi hayvan veya insansı atada bu mekanizma varsa – 'İşte! Bu mekanizmayla bunu yapabiliyorlar. Böyle olması gerekiyor. Hemen ardından lisan ortaya çıkıp evrilecek ve herkes konuşuyor olacak.' Halbuki problem çok daha uğraştırıcı ve çok daha zor. Öyleyse, Camilla'nın değindiği gibi, insan kültürünün kökenleri üzerine kitabımı yayımladığımda - 1991'de basılan kitabım, Blood Relations: Menstruation and the Origins of Culture – lisanı kitabın dışında tutmuştum çünkü bir farkettim, çağdaş dilbilimi tam anlamamıştım özellikle de Chomsky'i anlamamıştım. Yeterince bilgi sahibi olduğumu hissetmediğimde birşeyler yazmaya devam etmektense en iyisinin farklı yerlerden insanları – bu ülkeden, özellikle Avrupa'dan ve nihayetinde dünyanın her yerinden – muhtelif tüm psikologları ve nöropsikologları ve dilbilimcileri ve primatologları ve arkeologları ve paleontologları birtakım konferanslarda ağırlamak, bir nevi bu gibi etkinlikler yapma üzerindeki tabuyu kırmak olduğuna kanaat getirdim. Bunu yaparken niyetim ise dünyaya, bu insanlara, 'Bakın! Şahane bir teorim var' demek değildi. Aslında tem tersiydi. Sadece bu problemin ne kadar zor olduğunu dillendirmekti. Eğer bir çözüm bulunacaksa, biliyorsunuz, bunu yapmak için toplu bir çabaya, ciddi bir müşterek girişime ihtiyacımız vardı. Böylece 1996'da Edinburgh Ünversitesinden bir İngilizle, Jim Hurford ile ekip olduk ve ilk Evo-Lang [Evrim-Dil] konferansını düzenledik ki bence çok iyi bir konferanstı, çok başarılı bir konferanstı. Akabinde her iki yılda bir dünyanın çeşitli yerlerinde konferanslar düzenlendi. Yine de söylemek istediğim şey, her ne kadar bu konferanslar son derece verimli olup dünya genelinde aklınıza gelebilecek hemen hemen her uzman dünyanın farklı noktalarında düzenlediğimiz bu etkinliklere katılsa da, şunu söylemem lazım ki onca yıldan sonra – artık yirmi yıldan fazla oldu – lisanın evrimsel ortaya çıkışı üzerine hemfikir olmaktan yıllar öncesi kadar uzağız. Hala bir teorimiz yok. Bir teorimiz var diyebilirim aslında, hatta bence Jerome Lewis ile beraber geliştirdiğim teori doğru teori, yine de biliyorsunuz mutabık kalınmış değil. Bu şeyler üzerine muazzam ihtilaf var. Gecikmeden şu bir nevi biçimsel noktayı vurgulayayım: diğer hayvanların yaptıklarıyla kıyaslandığında lisanın standartların çok ötesinde olduğunu söylerken, herhangi bir lisanın biçimsel özelliklerinden birisi – İngilizce, Fransızca, Almanca ve Swahili, her neyse – dijital biçimsel yapısıdır. Lisan dijitaldir. Powerpoint hazırlamamaya, ekrana birşeyler yansıtmamaya karar verdim, yine de merak ediyorsanız, Toronto Üniversitesinden harika bir minik eğitim aracı gibi bir şey var – böyle diyebiliriz herhalde – ve buna sagittal kesit deniyor. Bir insanın buradan kesitini gösteriyor ve sadece burnunuzun, ağzınızın, dudaklarınızın, dişlerinizin bir tür profilini gösteriyor. Yaptığınız şey minik tuşlara basmak ve bu tuşlara basarak ayırt edici özellikler denilen şeyleri açıp kapatıyorsunuz. Biz insanlar dilbilimcilerin eklemleyiciler dediği şeylere sahibiz. Sayıları oldukça fazla. Konuşma organları, biliyorsunuz, bu farklı eklemleyicilere ayırılıyor. Dudaklarınızı açabilir veya kapatabilirsiniz, sesinizi kesip açabilirsiniz, genizden konuşmayı kapatıp açabilirsiniz, diliniz dişlerinizin tam arkasında olabilir ya da başka birçok farklı pozisyonda olabilir. Bu pozisyonlar, ayırt edici özellikler teorisine göre – Roman Jakobson tarafından birinci dünya savaşından hemen önce geliştirilen bu çok etkin teori aralarında Noam Chomsky'nin de bulunduğu kişilerce benimsenmişti – en önemlisi değiştirgeçlerden sınırlı bir sayıda var – ayırt edici özellikler, açıp kapatabildiğiniz şeyler – tüm dünya genelinde, dünyadaki tüm dillerde yaklaşık oniki tane var – nasıl ölçtüğünüze göre biraz farklılık gösterebilir – ve dilerseniz sesbilimin bu bir nevi oniki atomundan, dünyadaki her lisanın tüm sesli ve sessiz harflerini üretebilirsiniz. Mesele kapalı ya da açık olmaları. Hatta sadece sesbilim yönünden kapalı ya da açık değil, anlambilim açısından da kapalı ya da açıklar. Diğer bir deyişle, anlama göre kapalı ya da açıklar. Bunu açıklamanın gerçekten kolay bir yolu var, tek yapmanız gereken bir sessiz harf alın, İngilizce'de p. p sessizdir. p seslendirilebilir ve elbette p seslendirildiğinde b elde edersiniz. O halde pin kelimesindeki ilk sessiz harfe seslendirme eklediğinizde, sadece seslendirmeyi açtığınızda, bin elde edersiniz. Mesele pin veya bin dediğimde bunu dinleyen kişi p ya da b sesini duyduğunda, seslendirmeyi birazcık yükseltsem bile, p ile b arasında birşey duymaz. Bir noktada şöyle düşünürsünüz, 'Sanırım Chris'in tuhaf bir aksanı olsa da b demeye çalışıyor ve muhtemelen kelime de bin.' Yani p ile b arasında kademeli artan bir hareket elde etmezsiniz. Daha çok veya az birşey katiyen değildir, kapalı ya da açık birşeydir. Aynı şey anlam için de geçerlidir. İlk sesli harfi daha fazla seslendirdiğinizde pin daha dolu ve daha derin ve daha bin gibi olmaz. Bir noktada anlarsın ki pin değil bin demeye çalışıyorum ve pin imgesinden bin imgesine geçersin, birdenbire, anında ve ikisi arasında katiyen başka birşey yoktur. Elbette bu bir nevi prensibi kullanarak tüm bir cümlenin anlamını değiştirebilirsin. Biliyorsunuz, mesela size hoşçakalın demek için 'Yarın görüşürüz' diyebilirim. İkinci kelimedeki g harfini çıkartabilirim ve 'Yarın örüşürüz' demiş olurum. Peki, görüşmek ile örüşmek tamamen farklı şeyler. Gel gör ki bir cümlenin tamamen iki farklı anlamı arasında tamamen bedavaya gidip geliyorum. Bu şaşılacak birşey. Hiçbir hayvan iletişim sistemi yok ki – bu arada bilmediğimizden değil – burada, UCL'de primatlar üzerine çalıştığımız gibi başka hayvaları da çalışıyoruz ve arkadaşlarımdan bazıları uzun yıllar bonobolarla yaşadılar, şempanzelerle yaşadılar, tabir caizse onlarla konuştular, nasıl iletişim kurduklarını öğrendiler – kesinlikle bildiğimiz şey, bu sesbilimsel sözdizim ya da sesbilime ve anlambilime tesir eden dijital yapının eşi benzerine hayvan iletişiminde rastlamıyoruz. Aksine tüm primat sesli iletişim sistemleri temelde kademeli. Bir şempanze çağrısı duyan bir kişi – HuhHuhHuhHuhHuh gibi bir şey - bunu denemeyeceğim bile sonra herkes bana gülmeye başlıyor, ters giden birşeyler var bu adamda diye düşünüyorlar – bir panthoot duyan kişi 'Bu bir panthoot mu acaba?' diye düşünmüyor. Panthoot anlamı - işte ne bileyim, uyarılma veya öfkeleniyorum ya da sinirleniyorum gibi birşey – bunu duyan kişi o duygunun, öfkenin, uyarılmanın kesin niceliğiyle ilgileniyor. İlginç olan şey ise bunun bir süreklilik üzerinde bir nokta olması. Söylediğim şey lisan söz konusu olduğunda ilgilendiğimiz şey bu değil. Yani bununla ilgileniyor olabilirsiniz, kişinin ne söylediğini önemsemiyor olabilirsiniz, ne kadar kızgın olduğu veya ellerini ne kadar salladığıyla ilgilenebilirsiniz, benim bazen yaptığım gibi. Lisanın ilkeleri ise taban tabana zıttır. İlgilendiğiniz şey her sesli veya sessiz harfin bir sürekliliğin tam olarak neresinde olduğu değildir. İlgilendiğiniz şey farklı anlamlar arasındaki dijital ayrımlardır, kapalı açık ayrımlarıdır. Kesin bir şey daha var ki bununla bağlantılı – lisanın biçimsel bir özelliğini ele almıştım - hayvan iletişimiyle karşılaştırıldığında standartların ötesine geçen – lisanın işlevsel bir özelliği olarak da standartların çok ötesinde ve bu ikisi birbiriyle ilintili. İşlevsel şey şu: lisan, gerçek dünyada yön bulmaya yaramaz. Size epey önemli birşeyi hatırlatmak istiyorum. Felsefede dünya iki tip gerçekten meydana gelir. Bir kaba gerçekler vardır, bir de kurumsal gerçekler vardır. Aralarındaki fark gerçeklerin inanç temelli olup olmadığıdır. Farzedelim yerçekimine inanmıyorsunuz ama Dover'daki bir falezden aşağı doğru yürüyorsunuz. Yerçekimine inanmamanız önemli değil, yine de aşağı düşersiniz. Biliyorsunuz, inanç bir nevi konu dışı, tamamen farklı bir kategori. Bilim insanları ise – fizikçiler, kimyacılar, astronomlar – yalnızca bu tür gerçeklerle, inanç temelli olmayıp her halükarda doğru olan gerçeklerle ilgilenir. Bu gerçekleri ölçüm araçlarımızla vs tespit edebiliriz, katiyen inanç temelli değildirler. Bir de tamamen farklı tip gerçekler vardır biz insanların her daim içerisinde yaşadığı ve bu gerçekleri karşılayan felsefi terim - merak ediyorsanız - kurumsal gerçeklerdir. Yani sosyal gerçekler de denebilir ama kurumsal gerçeklerin daha yerinde bir tabir olduğunu düşünüyorum. Kurumsal bir gerçeğin şahane bir örneği ise paradır. Dikkat ederseniz para yalnızca ona inanırsanız vardır. Tamam mı? Parayı bir araçla ölçemezsiniz. Mesela parayı bir radyasyon dedektörüyle ölçemezsiniz, biliyorsunuz. Ağırlık birimleriyle ölçemezsiniz. Para... Farzedelim yerel para birimine güveninizi yitirdiğiniz. Para birimine inancınızı yitirdiniz. Bir bakmışsın tüm o para - cüzdanınızdaki kağıt para mesela - kağıt parçasından ibaret. Yırtabilirsin, çeşit çeşit şey yapabilirsin, burnunu silebilirsin, vesaire. Artık para değildir o para birimine güven çöktüğü için. Para birimi – para olarak, kağıt olarak değil para olarak - inanç sayesinde vardır. Şöyle bir çelişki var. O para, mesela yirmi poundluk bir banknot – bu yirmi pondluk banknot bu iki on pondluk banknota eşit ve bu nesnel bir gerçek. Bu nesnel bir doğru, her ne kadar tamamen öznel bir şeye, yani inanca dayanıyor olsa da. Tamam mı? İnanç olmadan nesnel gerçekler ortadan kalkıyor. Cebinizdeki tüm gerçekler, para birimine güven çöktüğü vakit artık yok. Hepimiz, insan olduğumuzdan beri – ve kesinlikle her zaman paraya sahip değildik, para çok yeni bir şey - doğaüstü güçlere inandık. Her çeşit şeye inandık, hayaletlere, ruhlara - biliyorsunuz – inanç sistemimiz yüzünden bize göre dünyada varolan şeylere. Kimi zaman buna din diyoruz. Kapitalizmin de bir çeşit din olduğunu iddia edebilirsiniz - gerçi dünya dinlerinin çoğuyla kıyaslandığında çok çok tuhaf bir din. Yine de tüm mesele... Basitçe değinmeye çalıştığım nokta, sanki bir gerçeklik var, kaba gerçeklik, fizikçilerin kavrayabildiği, bir de -buna şey de diyebiliriz – sanal gerçeklik var. Biz sanal bir dünyada yaşıyoruz – sanal bir dünya, aslında bir kurumsal gerçekler dünyasıyla aynı şey - inanç yüzünden varolan gerçekler. Artık asıl meseleye geliyorum. Lisan, gerçek dünyada yön bulmak için değil tüm insanların içinde yaşadığı sanal dünyada yön bulmak için var. Bunun hakkında düşünmenizi istiyorum çünkü idrak edeceğiniz üzere eğer sanal bir dünya içerisinde yaşamıyorsanız lisana ihtiyacınız yok demektir, manasını tamamen yitirecektir. Hatta lisan sahibi olmak tamamen işe yaramaz birşey olacaktır. Şimdi şempanzeleri bir düşünün. Herhangi bir Darwinci size bizim bir tür maymunsu mahluktan evrildiğimizi söyleyecektir. Diyecektir ki biz - atalarımız - günümüz maymunlarının veya bonobolarının atalarından, işte ne bileyim, altı milyon yıl önce, yedi milyon yıl önce ayrışmaya başladık. Gelgelelim herhangi bir Darwinci bence diyecektir ki 'Yani evet. Maymun kuzenlerimizin yaptığı pek çok şey insanların yaptığı diğer şeylerle hemen hemen aynı kategoride yer alıyor.' Mesela insanın alet yapması. 'Oh! insanlar alet yapıyor'. Yani evet ama şempanzeler de alet yapıyor. Tamam mı? Şempanzelerin yaptığı binbir çeşit şey var - biliyorsunuz, yuva yapıyorlar, alet yapıyorlar, ilaçları var - şempanzelerle insanların yaptığı binbir çeşit şey var olsa da bunları insanlar yapınca beşeriyetimizin ayırt edici izleri haline gelmiyorlar. Gelgelelim dini soracak olursanız... Yani, Volkers Sommer bize burada bir sunum yapacak ki kendisi şempanzelerin dini olduğunu idda ediyor, zira farkına vardığı bir şey, şempanzeler yer yer diyelim bir şelale gördüklerinde epey hayrete düşüp büyülenebiliyorlarmış. Hatta bunun aslında bir nevi suyun ruhuna veya bunun gibi birşeye tapınma olduğunu düşünebilirsiniz. Bununla birlikte bence primatologların çoğu şempanzelerde olmayan bir şeyin dini ritüel olduğunu söyleyecektir - görünüşe göre böyle birşeyleri yok - ortak halüsinasyonlar, müşterek inançlar veya gerçekte varolmayan şeyler inşa etmek adına özel bir çaba gösteriyor değiller. Benim tek söylediğim, eğer ki lisan sanal gerçekliğin içerisinde yön bulmak için varsa – nereye geldiğimi görebilirsiniz artık – sanal gerçeklik olmadan lisan ortaya çıkamazdı. Hatta başlamazdı. Sanal gerçeklik varolmasaydı lisan sahibi olmanın hiçbir manası olmazdı. Camilla – kendisi bu akşamın açılışını yapmıştı - Evo-Lang [evrim-dil] ile benim Blood Relations kitabımdan bahsetmişti. Keza Hillary Callan ve Morna Finnegan ile beraber birkaç sene önce yayımladığı Human Origins: Approaches From Social Anthropology adlı bir kitaptan bahsetmiş olabilir. Burada UCL'de hepimiz söylediği şey şu: insan kökenlerini araştırırken ortaya çıkan bu problemleri anlamak için – mesela dinin kökeni, işte ne bileyim, cinsel ahlakın, insana has akrabalık biçimlerinin kökeni veya lisanın kökeni – hakikaten avcı toplayıcılar hakkında birşeyler bilmeniz lazım. Çünkü avcı-toplayıcılar - bu gezegen üzerinde geçirdiğimiz zamanın büyük kısmını avcı-toplayıcı olarak geçirdik, avcı-toplayıcı olarak evrildik, tüm içgüdülerimiz aslında eşitlikçi avcı toplayıcıların içgüdüleri – kökenlerimiz hakkında tüm bu problemlerin etnografik anlamda zengin bu çerçevede tespit edilmesi çok önemli. O kitapta Jerome ile ben bir bölüm kaleme aldık. İlkin Wild Voices makalesini yazıp Current Anthropology dergisinde yayımladık, sonra Camilla'nın kitabı için başka bir makale kaleme aldık, epey iddialı bir başlığı var: Towards a Theory of Everything. [Herşeyi Açıklayan bir Teoriye Doğru] Bunu söylememizin bir sebebi var. İddiamız şuydu - ve bunun tamamen arkasındayım - lisanın kökeni teorisi diye birşey olamaz. Dinin kökeni teorisi diye birşey olamaz. Akrabalığın ve evliliğin kökeni teorisi diye birşey olamaz. Çünkü bu şeylerin hiçbiri diğerlerinden bağımsız varolamaz. Bunlar birbiriyle öyle derinlemesine bağıntılıdır ki ancak her şeyi açıklayan bir teoriniz olduğunda diğer bileşenleri açıklayabilirsiniz. İşte bu yüzden bu çabadan tümüyle vazgeçtik, biliyorsunuz, neredeyse 100 yılı aşkın süredir. Zira herşeyi açıklayan bir teori nasıl olabilir ki? Yani bu çok fazla değil mi? Yine de kimi bilim insanları evrenin kökeni ve güneş sisteminin kökeni hakkında teorilerinin olduğunu düşünüyorlar, yaşamın kökeni vesaire ve ilginçtir mesele en önemli şeye geldiğinde, yani işte buradayız, insanız, hayattayız, çabucak pes ediyoruz zira bu mesele bize çok çetrefilli geliyor. Jerome ile ben ise aslında meselenin o kadar da çetrefilli olmadığını iddia ediyoruz. Aslında bazı şeyler gayet basit, biliyorsunuz, bilimi ciddiye alıp bilimin temel prensiplerine bağlı kalırsak, özellikle de modern Darwinciliğin temel ilkelerine, sözüm ona yüzey gen Darwinciliğine sadık kalıp enerjimizi din veya ataerki veya ideoloji ve bunun gibi şeylere harcamazsak, gerçekten hem her şeyi açıklayan hem de çok basit bir teori geliştirebiliriz çünkü başlangıçta her şey oldukça basitti. Avcı toplayıcı toplumlar basit değiller, oldukça komplikeler. Yine de bizim avcı toplayıcı sosyal sistemimizin işleyişiyle ilgili net bir saydamlık söz konusu. Toplumun her üyesi ne olup bittiğini hemen hemen anlayabiliyor. Tüm toplumun temel presipleri her yerde ve herkesçe erişilebiliyor ki günümüz dünyasında durum bunun tam tersi, biliyorsunuz, kapitalizm denilen bu çok ama çok tuhaf sistem söz konusu olduğunda… Kapitalizm çok karmaşık ve belli nedenlerden ötürü sistemin başındakiler sistemin gerçekte nasıl işlediğine dair fazla fikir sahibi olmamızı istemiyorlar sanki… Devam edeyim. Lisan bizim türümüzde kısmen bir içgüdüyse eğer bu çok acayip bir içgüdü. Noam Chomsky bu konuda harika bir iş çıkarmıştı lisanın biyolojik ve hatta genetik bir temeli olduğunu gösterdiğinde. Sonradan bu lisan içgüdüsü fikirine dönüştü. Bazılarınız Steven Pinker'ın The Language Instinct [Dil İçgüdüsü]  kitabını mutlaka okumuşsunuzdur. 90larda en çok satan kitaplardan biriydi. Bu fikre göre - ki bence şüphesiz bu böyle - her çocuk lisan içgüdüsüyle doğar. Yine de bu demek değil ki doğduğunuzda dilinizdeki tüm kelimelerle ve dilbilgisel kurallarla dünyaya geliyorsunuz. Bunun anlamı, bir veya iki yaşındaki bir çocuğun - bebeklik yıllarında – beyninde öyle bir mimari var ki anne-babasından ve kardeşlerinden ve diğer insanlardan duyduğu bayağı yetersiz, oldukça kusurlu sesli girdileri – tümüyle eksik olmasa da cümle parçacıklarını - bu ses parçacıklarını, bu ses dizimlerini kapıp oldukça hızlı bir şekilde kendi ana dilinin, çevresindeki lisanın altında yatan dilbilgisini kavrayabiliyor. Bu hayret edilesi bir şey çünkü bu içgüdü nereden geliyor? İçgüdülerimizin çoğunun nereden geldiğini biliyorsunuz. Mesela biliyorsunuz hepimizde cinsel bir içgüdü var – nereden geliyor? Biliyorsunuz şempanzeler, goriller, orangutanlar, hepsinde bol miktarda cinsel içgüdü var. Annelik içgüdüsü, nereden geldiğini biliyoruz. Saldırganlık, diğer tüm içgüdüler... Lisan içgüdüsü – peki bu hangi cehennemden geliyor?.. Çünkü şempanzelerde emaresine bile rastlamıyoruz. Herhangi bir yetileri varmış gibi gözükmüyor ki bu şaşırtıcı değil. Yani niçin bir şempanze lisan denilen bu tuhaf şeyi algılama yetisiyle doğsun ki? Bu sadece insanlarda olan birşey. Zaten ne işine yarayacak ki? Kesinlikle bir lisan içgüdüleri yok. Bunun hakkında biraz daha dikkatli düşünmeliyiz ki Jerome ile ben bunu yaptık ve artık gayet emin olduğumuz bir şey varsa o da cevabı doğru yerde aramıyor oluşumuz. Şempanzeler, goriller, orangutanlar, hatta pek çok diğer canlı ilgili içgüdüye sahip ve bu içgüdü oyun için. Bu: oyun içgüdüsü. Niye bunu söylüyorum? Oyun – oyunbazlık – ile lisan veya diğer sembolik iletişim biçimlerinin ne alakası var? Gregory Bateson seneler önce – onlarca yıl önce - San Diego Hayvanat Bahçesi’nde maymunların kavgayla karışık oyunlarını izliyordu ve nefis bir içgörü yakaladı. İki maymunu izliyordu – biri diğerini ısırıyor ama ısırığın kastı oyun oynamaktı. Bunun bir ısırık olmadığına karar verdi, bir ısırıkmış gibi gözüküyor – ağzını açıyorsun, oyun arkadaşının boynunu ısırıyorsun ama gerçekte ona zarar vermek istemiyorsun. Belli bir noktada duruyorsun. Bu bir ısırık, ama aslında değil. Bu bir sahte ısırık. Bateson dedi ki 'Doğru, bu bir çimdik, ısırık değil.' Çimdiğin olayı, ısırığın aksine, gerçekten birini ısırırken o kişi – ısırığın kurbanı – diyelim ki bir aslansın, bir antilopu ısırıyorsun – kurbanın senin niyetini anlamasına gerek yok. Niyetin antilopu yemek. Burada niyet, biliyorsun, fiziksel olarak ısırmak. Bir oyun ısırığında ise niyet birden tek önemli şey olur. Eğer şöyle bir durumdaysan, mesela diyelim bir maymunsun, başka bir maymun seni ısırıyor ve anlıyorsun 'Aha! Niyeti oynamak.' Hepimiz bunu biliyoruz, yani, ne zaman parkta yürüyüşe çıksanız – işte ne bileyim, kocaman bir köpeğin minnacık bir köpek tarafından kovalanışını izlemek harika birşey. Küçük köpeğe müsaade ediyor – biliyorsunuz, büyük köpek sırt üstü yuvarlanıyor, küçük köpek sanki büyüğün karnını ısırıyor. Elbette büyük köpek küçük köpek tarafından ısırılmaya hazır olmasaydı oyun çabucak sonlanırdı. Oyuna devam etmek adına büyük köpek biliyor ki kaybetmeye devam etmesi lazım, kazandığı takdirde bu oyunun sonu demek. Isırmayla alakalı olarak şunu iddia edebilirsiniz – ki Bateson bunu iddia ediyor – çimdik veya sahte ısırık temelde bir nevi sembolik bir ısırık. Bu bir ısırık, ama aslında değil. İddiamız – Jerome ile argümanımız ki bu noktada bence yalnız değiliz, bence pek çok kişi artık bizimle aynı fikirde bu konuda – lisan içgüdüsü, oyun içgüdüsü denilen bu çok daha kapsamlı şeyin özel, özelleşmiş bir gelişimi. Bizim durumumuzda oyunbazlık toplum adına çok daha önemli hale geldi, hayatın bebeklik ve gençlik evrelerinden yetişkinliğe yayıldı ve hakikaten tüm toplumu ele geçirmeye başladı, avcı-toplayıcı toplumların harika oyunbazlığı – herkes her daim gülüyor ve oyun oynuyor herhangi bir avcı toplayıcı kampında. Bu oyun içgüdüsü, bu oyun içgüdüsünün bir özelliği, bu oyun içgüdüsünün özelleşmiş gelişimlerinden biri, sanki bu seslerle oyun oynamaktır. Bu seslerle oyun oynuyorsanız, aslında bu bizim lisan dediğimiz şey. Mesela bir çimdik, diyebilirsiniz ki bu bir ısırık ama aslında değil. Halbuki daha felsefi ve hayli şık bir fikre göre bu bir ısırık ama başında bir eksi işareti var. 'Aslında değil' yerine buna bir eksi diyelim, öyle ki bu eksi işareti artı işaretini bir nevi tersine çeviriyor. Böylelikle tersine çevrim nosyonunu elde ediyoruz ki bu fikir Jerome ile Current Anthropology dergisinde yayımladığımız makalenin merkezinde yer alıyor. Bu çok önemli fikre göre lisanın özelliklerinden biri onun negatifliği, tersine çevrimidir. Bunu gayet hızlı geçmek istiyorum tersine çevrim ile ne kastettiğimiz hakkında bir fikir vererek. İnsanların yaptığı pek çok şey bir bakıma diğer primatların yaptıklarının tersine çevrimidir. Bariz bir tanesi bizim gülümsediğimiz gerçeğidir. Şempanzeler de gülümser ama onlar gülümsediklerinde şöyle görünürler – şempanzelerin kocaman dişlek bir gülümsemesi vardır. Bu aslında bir korku sırıtmasıdır. Gülümseme değildir. Korkmuştur. İtaatkar bir şempanzenin saldırgan bir alfa erkek karşısında neredeyse 'bana vurma, beni ısırma' demesidir. Bir nevi dişlerin sanki agresif bir şekilde sıkılmasıdır ama özünde itaatkardır. Biz insanlar bunu pek sık yapmayız. Yapsak bile bu pek sık olmaz. Gelgelelim bunu yaptığımızda bunun bambaşka bir anlamı vardır. Buradaki iddia - ve yine bence primatologlar bu fikirle gayet barışıklar - insan gülümsemesi tersine çevrilmiş bir korku sırıtışıdır, endişe kaynağının, tehdidin ortadan kalkmasına rağmen devam eden bir korku sırıtışıdır. Korku içerisinde – artık korkmak için sebep kalmadığında ise birdenbire rahatlayıp yüz ifade biçimini koruyor ve rahatlamış bir gülümsemeye dönüşüyor. Yakınlarda bulamadım ama çocuklarımla bir fotoğrafım var, Chessington World of Adventure'dayız. Water-suit dedikleri o korkunç şeyden aşağı kayıyoruz bot gibi birşeyle ve hepimizin yüzünde özellikle de bende öyle bir korku sırıtışı var ki - küçük bir makineyle tam biz suya çarparken resmimizi çekmişler - yani hala hatırlıyorum, öyle cesurum ki tekrar bindim ve işte bir iki kez daha yaptım bunu gururla söylüyorum - o suya çarptığınız andaki hissiniz 'Hayattayım', biliyorsunuz bu harika birşey. Korku sırıtışınız, rahatlamış biçimde, bir gülümseme halini alıyor. Aynı şey ama farklı da... Aynı şeyin rahatlamış hali. Bir bakıma çimdikle ısırma arasındaki fark gibi. İşte dediğim gibi. Daha da mühimi, insanların yaptığı bir şey daha var. Benim şu sıralar yazdığım kitabın adı When Eve Laughed: the Origin of Language [Havva Güldüğünde: Dilin Kökeni] İnsanların yaptığı özel bir şey var – biz kahkaha atıyoruz. Bu ilaç. Hepimizin kahkaha atmaya ihtiyacı var. Kahkahaya alışığız. Biliyorsunuz kapitalizmin gölgesinde kahkaha atmak çok zor, stres altındaysanız kahkaha atmanız çok zor. Bir sonraki öğün nereden gelecek bilmiyorsunuz, başınızı bir çatı altına sokmak zorundasınız ya da sürekli patronunuzla berabersiniz, nefesi ensenizde, gülmek zor. Ama kahkahaya ihtiyacımız var ve elbette kişi kendi emsalleriyle kahkaha atar. Astlarınla ve üstlerinle kahkaha atmazsın. İşte kahkaha tersine çevrimin bir başka örneğidir. Etolog Irenäus Eibl-Eibesfeldt bunu anlamış. Diğer hayvanların sık sık - gruplar halinde yaşadıkları zaman - mobbing dediğimiz şeyi yaptıklarını anlatıyor. Mesela bir şempanze sürüsü, yakınlarında yaşayan bir başka rakip şempanze grubuyla karşılaştığında düşmanlarını taciz ediyorlar. Bir yılanı da taciz edebilirler. Yani mobbing, sahiden kavga etmek yerine sesler çıkararak rakibine gözdağı verip bir nevi zararı minimize etmeye çalşmaktır. Mobbing sesleri kendinden emin, saldırgan olmak ve rakibini sindirmek üzere tasarlanır. Elbette bu mobbing sesleri diğer yandan - bir nevi sana iyi hissettirmeli sen bu sesleri çıkarırken. Böylece biraz bir ritim geliştirirsin, diğerleriyle bir bağ kurduğunu hissedersin mobbing esnasında. Farzedelim bir kısmımız bir alfa erkeğin tehdidindeyiz ve mobbing yapıyoruz – HuhHuhHuhHuhHuhHuh – düşmanı sindirmek için, tamam mı? Korku sırıtışının ters çevriminden gülümsemenin ortaya çıkmasıyla aynı şey. Bir noktada düşman kuyruğu kıstırıp kaçıyor. Bizse bu mobbing sesinden keyif aldık - bu ritmik, bulaşıcı sesten, bayağı tehditkar sesten. Artık aynı sesi rahat koşullarda çıkarıyoruz. İşte bu kahkahadır. Kahkaha bulaşıcıdır sanki, bir nevi tehditkardır – tehlikeli olabilir. Kahkahayı düşünürseniz, toplu kahkaha hep birinin ya da birşeyin zararınadır. Hep üstte olduğumuzun işaretidir. Gerçekten trajik birşeye bile kahkahayla gülebiliyorsan şunu demeye getiriyorsundur, 'Gül ki ağlamayasın'. Hepimiz birşeye kahkaha atarak duyguların üstesinden geliriz. Eibl-Eibesfeldt'in kahkahanın kökenini mobbing ile açıklayan teorisi - aslında kahkaha tersine çevrilmiş mobbingdir çünkü mobbing tehlikenin ortadan kalkmasını amaçlar - bence çok iyi bir teori. Böylelikle bir tersine çevrim teması gibi birşey var elimizde. Nihayet politik tersine çevrime geldik. Bu güncel teori, bugüne kadar avcı toplayıcıların olumsal eşitlikçiliğini açıklamaya aday başlıca teorilerden bir tanesi - adil avcı toplayıcılar, Afrika ve diğer bölgelerdeki avcı-toplayıcılar, hırsızlık yapmayan avcı toplayıcılar, bunlar eşitlikçidir, siyaseten eşitlikçidir, cinsiyet eşitliği söz konusudur, kadın dayanışması ve iktidarı hep had safhadadır ki bu kısmen kahkahayla mümkün, kahkaha eşitleyici bir araçtır – bu iyi bildiğiniz teoriyi Christopher Boehm geliştirdi ve buna “tersine başatlık” deniyor. Normalde insan olmayan primatlarda başatlık söz konusu - çatışma, rekabet, besin kıtlığı, cinsel kıtlık, verimli seks, vesaire - erkekler seks için kavga ediyor, dişiler besin alanı yüzünden kavga ediyor. Bir nevi diktatörlük söz konusu. Doğrusal bir hiyerarşi mevcut. Baskın erkek en tepede - belki birkaç taneler – bir hiyerarşi, en altta ise bütün diğer itaatkarlar var. Boehm'e göre nerede başatlık varsa orada direnç söz konusudur. Bu direnç en alttakilerden gelir, birlik olup baskıya baş kaldırırlar. Çoğu primatta – yaygın birşey, şempanzeler, goriller, orangutanlar - baskının genellikle eril dominans olduğu düşünüldüğünde, baskıya karşı direcin çoğunlukla dişilerden gelmesini beklersiniz. Boehm diyor ki baskıya karşı direnç bir koalisyon kurmaktan geçiyor. Gelgelelim avcı toplayıcılarınki gibi herkesin katıldığı bir koalisyon, tüm toplumun bir nevi harmoni halinde – bunda hiç şüphe yok, avcı toplayıcılarda bunu görüyorsunuz -  herkesin katıldığı bir koalisyon nasıl ortaya çıkıyor? Bu biraz zor bir soru. Bizce buna birkaç cevabımız var. Mühim olan kahkahanın, kahkahayla dışa vurulan tüm rahatlığın, baskı koşullarının gölgesinde mümkün olmadığı. Zira baskı varsa kaygı var, korku var. Diğerlerini domine ediyor olsanız bile her daim tetikte olmadığınız takdirde kaybetme korkusu yaşarsınız. Yine herkesin kahkaha atması için gereken atmosferin ortaya çıkması mümkün olamazdı eğer ki bir şekilde karşı direnç, baskıya direnç, muhtemelen dişilerin ön ayak olduğu karşı direnç, herkesin katıldığı bir koalisyonla sonuçlanmayıp baskın hale gelmeye çalışan herhangi bir birey üzerinde baskın olan aktörün tek bir vücut haline gelen toplum ta kendisi olmadığı takdirde. İşte bu tersine başatlık fikri. Şimdi Camilla'dan moadjo hakkında konuşmasını isteyeceğim. Camilla söze başlamadan şunu söylemek istiyorum, eğer şu fevkalade basit soruyla ilgileniyorsanız: İlk kelime neydi? Mesela, ateş miydi? İşte ne bileyim, et miydi? Anne miydi? Hayır, hayır, hayır. Tüm bunlar için iyi deneme diyebiliriz. Dilerseniz şöyle diyelim, ilk kelime bir kelimeden daha fazlasıydı. Moadjoydu. Her şey yolunda mı? Bunu yapmak istiyor musun?---Şunu tak. Aksi halde kaydetmez… Tamam, Chris'in de dediği gibi, Christopher Boehm tersine başatlık hakkında konuştu. Ancak tersine başatlığın etnografisini avcı toplayıcılarla tayin etmeye çalışırken anlattığı şey erkeklerin bir grup halinde harekete geçip düzen dışına çıkan kişileri öldürmeye çalışması, infazlar gibi, korkunç bir şey yapmış birini öldürerek ondan kurtulmalarıydı. Tüm bunlar gerçekten hayati görünüyor – gereğinden fazla baskın hale gelmiş birini aşağı indirmek. Gelgelelim Boehm'in problemi tersine başatlığı yanlış yerde aramasıydı zira cinsiyeti tamamen gözardı etmişti. Tüm bu taktiklerin eril taktikler olduğunu düşünmüştü. Halbuki moadjonun en iyi etnografisini ortaya koyan Dasa Bombjakova - kendisi aslında Jerome Lewis'in öğrencisidir - ile Jerome Lewis'in kendisi oldu. Moadjo tersine başatlığın temel tekniğidir. Nasıl işlediğine gelirsek, gerçekten yaşlı bir kadın - belki tuhaf birisi, topluluk adına aslında çok da önemli olmayan birisi, topluluk içerisinde oldukça marjinal olabilecek birisi – herkesçe 'Şu adam! Biraz fazla oldu. Çok aşırıya kaçtı. Artık bitti. Haddini bildirmek lazım.' diye düşünülen bir kişinin davranışlarını ayırt etmekte bayağı yetenekli bir kadın, bu kişinin eylemlerini veya duygularını veya onunla alakalı bir şeyi taklit etmek üzere bir şey yapmaya başlıyor - bir karikatür gibi biraz. Bu kadın – hatta hiç kimse - isim zikretmiyor, kim olduğu vesaire, kimse bundan bahsetmiyor - öncelikle bu kadına bakacaklar - 'Kim bu? Ne oluyor? Ne napıyor bu kadın? - ve yaşlı kadın bu taklit, pandomimi yaparken yavaş yavaş anlıyorlar ki 'Aaa! Bildim.' Ardından kendileri de bu kadına katılmaya başlayabilirler - hareketlerine ve pandomimine. Veya kahkahayla gülmeye ve yorum yapmaya başlayabilirler, ta ki topluluktaki herkes olan biteni izleyip dahil olana dek. Olan bitenin dışında kalan tek bir kişi hariç, çünkü alaya alınan ta kendisi. Moadjo kendisini hedef alııyor. Yani bir nevi mahcup edici bir davranış. Kendi kendini devam ettiren bir düzenek bu. Bu böyle devam ediyor ta ki hedef tahtasındaki adam - erkek olduğunu varsayıyorum - ya kaçıp gidiyor, zira bu utanca katlanamıyor, ya da en sonunda o da diğerlerine katılıp gülmeye başlıyor. Kişi bu ikisinden birini yaptığı an, artık önceden ne yaptıysa herkesçe affediliyor. Artık bitti. Unutuldu. Görev tamamlandı. Tüm bu tekniğin olayı 'Evet! Şu adamı yeniden hizaya sok.' Aslında yapılan şey bu adamı yakalamaktı. Eğer kahkaha furyasına katılırsa, diğer insanların kendisini nasıl gördüğünü görüyor. Kendisini diğerlerinin gözünden görüyor. İşte bu araöznellik olarak bilinen şeyin temel bileşeni. Bu insana özgü birşey ve lisanın bir nevi zorunlu öncüsü, başka hiçbir büyük-maymunun yapamadığı birşey. Aslında bunu gözlerimizden anlayabiliyoruz. Biz birbirimizin gözlerine bakıp karşımızdakinin ne düşündüğünü anlamaya çalışırız - aslında büyük-maymunlar da bunu yapıyor, anlamaya çalışıyorlar - ama biz ne düşündüğümüzü görsün diye diğer kişinin içimize girmesine izin veriyoruz. Böylece biz gerçekten başkalarına nasıl göründüğümüz üzerinden kendimizi anlıyoruz. Bu moadjo gerçekleşirkenki dönüm noktası, o kişinin birdenbire, söz gelimi insan ırkına yeniden katılması oluyor. Çünkü anlıyor – nasıl bir - 'Ne aptalmışım! Nasıl bu kadar aptal olabildim' Artık bunu görebiliyorum.' Artık bir nevi geri döndü. Tüm işbirliğimiz – yani tüm bunlar lisanın ortaya çıkması için atılması gereken temeller. Chris'in söylediği gibi, bir ses bulmaya başlayabilmek için bizi dinlemeye ve söylediklerimiz hakkında düşünüp düşüncelerimiz hakkında ne düşündükleriyle bize geri dönüş yapmaya gönüllü insanlar gerekiyor. Yine birbirimizin hislerini anlayarak kendi duygusal hallerimizi yoğumlayabilmemiz gerekiyor. Bu büyük-maymunların yapabildiği birşey değil. Onlar hep birbirlerinin düşüncelerini okumaya çalışıyor lakin kendi düşündüklerini açık etmek istemiyorlar. Makyavelci büyük-maymunlarda bu sadece tek yönlü – bu yuvarlak koyu renk gözleri sanki güneş gözlükleri gibi, halbuki bizim gözlerimiz - yani en son ne zaman güneş gözlükleri takan biriyle sohbet ettiniz? bu biraz bir büyük-maymunla konuşmaya benziyor - biz bunu sadece gözlerimizle yapıyoruz, neyle ilgileniyorsak, ne düşünüyorsak göstere göstere açık ediyoruz. Birbirimizin ifadelerini okuyup empatiyle karşılık veriyoruz. Tüm bunlar Sarah Hrdy'nin bu araöznelliğin nereden ortaya çıkmış olabileceğine dair fikirlerine dayanıyor – müşterek çocuk bakıcılığının dişil, sözümona annelerin ve koşullara bağlı olarak diğerlerinin koalisyonundan, araöznellik, empati, ortak zihin-okuma ile hiper sosyal işbirlikçi gözlerden. İşte bunların gerekli temelini sağladığı evrim... Bu arada moadjo hakkında son birşey söyleyeyim - moadjonun taklitçiliği tamamen bedensel jestlerden oluşuyor, biz her ne kadar o ara seslerin kayıtlarını işitsek de. Temelde konuşma öncesi olduğu için – sahnelenen birşey - çok eskilere gidiyor olabilir. Müşterek çocuk bakıcılığı için Homo erectus dönemine kadar gidiyor olabilir… Hatta topluluk içinde kötü davrananlara polislik yapmak için de kullanılmış olabilir – eşitlikçiliği, işbirliğini vesaire sağlamak adına bu çocuk bakıcılığı koalisyonları içinde çirkin davranışlara karşı bir nevi ön-moadjo. Tamam mı?İşte buradan - Jerome ve ben ve ekibimizin diğer tüm üyeleri – bizce başlangıç noktası bu. Bu moadjo elbette özel bir sözcük. Bunlar Mbendjele, Kongo'nun insanları, Jerome Lewis ve ailesi onyıllardır bu insanlar üzerine çalışıyor. Peki ben niye yerel adı moadjo olan bu özel performansa odaklanıyorum? Çünkü hakikaten başka herhangi bir şeyi düşünseniz bir yere varamıyorsunuz. Ritüel fikrini ele alsanız, ki gayet iyi bir kavram aslında, yani ritüel Emile Durkheim'ın 1900 civarında ortaya koyduğu bir kavram, müşterek temsiller diye adlandırdığı olgunun kaynağı olarak. Bunlar tüm insanların içinde yaşadığı sanal gerçekliğin elemanları. Durkheim'in ritüel fikri ki aslında dini ritüelden bahsediyor – bu kanla ilişkili, adet kanamasıyla ve av hayvanlarının kanıyla alakalı… Yine de bu ritüelin bir nevi ön habercisinin ne olduğunu kestirmek güç. Yine ritüel ile bu açıklamaya çalıştığımız bu diğer şey – konuşma - arasındaki ilişkinin tam olarak ne olduğunu tespit etmek oldukça zor. Moadjoda ise bir anlamda hepsi mevcut. Kahkaha zaten var. Direnmekten ortaya çıkıyor. Büyük oranda - moadjolar büyük oranda dişil zira kadınlar büyük oranda birbirleriyle gruplaşıyor, özellikle de yaşlı kadınlar. Dasa Bombjakova'nın vurguladığı noktalardan birisi, eğer bir erkek bir diğer erkekle alay etmeye başlarsa - jestlerle ve moadjo denilen bu performansla - muhtemelen bir kavga çıkardı. Yani yaşlı kıdemli büyükannelerin sahip olduğu özel bir sosyal ayrıcalık var, bir nevi dokunulmazlar. Kahkahayı başlatabiliyorlar. Diğer herkes gülmeye başlıyor ta ki tüm çocuklar gülene, herkes kahkahadan yarılana kadar, kahkahanın hedefindeki kişi dışında. Yine de bu büyük oranda - tamamen olmasa da büyük oranda - dişil bir olgu. Bir nevi tabandan yükseliyor. Kahkahanın kendisi ve bizzat moadjo bir anlamda kendi varoluşsal koşullarını kendisi yaratıyor. Başka önkoşulları yok. Tüm sistemin bir nevi kendi içinde faal olduğunu görebilirsiniz. Jerome'un söylediği şey ise çok güzel. Diyor ki Mbendjele sözümona en etkili noktayı yakalamışlardı. Mbendjele, orman ruhlarını memnun ettiklerini düşünüyorlar. Orman ruhlarını memnun ediyorlar çünkü orman ruhları onların ödüllerini, yemeleri için hayvanları ve bitkileri, ancak hoşlarına giden sesleri işittiklerinde veriyor. Öyleyse bebekler ağladığında, insanlar tartıştıklarında, insanlar birbirlerine bağırıp çağırdıklarında, bu ruhları sinirlendiriyor. Bu ruhları çok acımasızlaştırıyor. Diyecekler ki, 'Bizim kaynaklarımızdan size yok ama moadjo bizi, orman ruhlarını memnun ediyor.' Jerome'un vurguladığı şey ise bunun hakikaten böyle olduğu. Moadjo – bu kahkaha performansı - eşitleyici bir araç olduğu için ve özellikle çirkin davranış sergileme potansiyeline sahip erkekleri bir nevi hizaya çektiği için, biraz da şansın yardımıyla - bu kadınların cömertliği, biliyorsunuz, bu adamlarla sadece alay edip onları aptal durumuna düşürmek istemiyorlar, bu adamları geri kazanmak istiyorlar – işler yolunda gittiğinde, bu adamlar ne yapıyor? Kendi salaklıklarını farkedecekler, belki bencilliklerini de, işte biliyorsunuz, nerede hata yapıyorlarsa. Bununla birlikte herkesi memnun etmek için ne yapmaları gerektiğini de farkedecekler. Yapmaları gereken şeylerden biri de tabi ki avcı toplayıcı topluluklarda ava çıkıp yiyecek getirmektir. Yani kahkaha hakikaten güvende olmaya bağlı. Endişeliyseniz gerçekten kahkaha atamazsınız. Endişeliyseniz gerçekten oyun oynayamazsınız. Bolluğa dayanıyor. Zira bir grup yemek arayan kadını bir araya dahi getiremezsiniz eğer ki etrafta bol miktarda yiyecek yoksa. Yeterince yiyecek yoksa kadınlar birbirlerinden ayrılacaklardır, hatta kendi lahana sepetlerini kollayıp kıskançlık yapmaya bile başlayacaklardır. Öyleyse bu kahkahaya, bu moadjoya muhtaçsınız. Bunun için güvenlik lazım, bolluk lazım, ama fark ettiniz mi? Bu faydalı bir döngü gibi. Aynı zamanda güvenliği sağlıyor. Bolluk yaratıyor. Taciz ve şiddetin önüne geçiyor. Erkekleri hizaya çektiği için - dişileri de hizaya çekiyor tabi, işbirliği bakımından – ormandan daha çok yemek toplayacaksınız, kahkaha attığınız takdirde, dangalaklık yapmak yerine diğerleriyle keyif aldığınız takdirde. Ne demek istediğimi görüyor musunuz? Bu faydalı bir döngü çünkü moadjo güvende olmaya ve bolluğa dayanıyor ve aynı zamanda yine bu koşulları kendisi üretiyor. Böylece bir anlamda yerden yükseliyor. Lisana çok girmemiş olsam da Camilla herşeyin nasıl başladığından bahsetmişti. Zira moadjoda tüm bu sesler mevcut. Ardından Dasa'nın dediği, moadjoda kelimeleri kullanmıyorsunuz. Her çeşit ses mevcut. Kalın otların üzerinde yürümenin bir sesi var. Bal çıkarmak için ağaca kesikler atmanın bir sesi var. Bir hayvanın öldürülüşünün bir sesi var. Ormanın her türlü sesini moadjoda kullanıyorsunuz. Bu sesler hali hazırda kelimelerin başlangıcı ve bu başlangıcın sebebi moadjonun bir anlamda eşitlikçiliğin sosyal ve politik koşullarını kendisinin yaratıyor olması ki bu koşullar sağlanmadan bu kelimelerin anlamı olmazdı. Artık bitirmek istiyorum birazdan. Biliyorum muhtemelen bir beş on dakikaya daha ihtiyacım olacak sonra da bitireceğim. Artık büyük oranda kabul gördüğü üzere lisanın sırrı metafor diye tarif ediliyor. Metaforun anlamı - bir metafor tam bir ifadedir. Doğru olmayan bir şeydir. Kelime anlamıyla doğru değildir. Yani işittiğiniz bu yanlış ifade. Klasik bir örnek verecek olursam Shakespeare'in Romeo ve Juliet'inden – Romeo diyor ki 'Juliet güneşin ta kendisi'. Biliyorsunuz, bu tabii ki doğru değil. Güneş yukarıda, gazlardan oluşan sıcak bir balon, Juliet ise bir kadın. Elbette burada bir şeyler dönüyor. Yine de Romeo 'Juliet güneşin ta kendisi' derken kastettiği – gerçekten de kelimenin tam manasıyla Juliet'in sabahları doğudan yükselen o şey olduğunu söylüyor olamaz ama elbette Juliet sabahları yanında ve ışık saçıyor. Belli ki bu metaforu işiten kişi dikkatini kelime anlamının ardında kastedilen anlama yöneltiyor, yani Juliet'in ışık saçmasına, Romeo'nun hayatının ışığı olmasına, bu özel metafor hakkında söylenebilecek türlü çeşit şeylere. Burada önemli olan, lisan bünyesindeki her şey - dildeki tüm kelimeler kökeninde metaforlardır. Bazen metafor olduklarını bile bilmeyiz, hatta çoğu zaman. Mesela deseniz ki, işte ne bileyim, derenin ağzı - Thames'in ağzı. İyi de Thames'in bir ağzı yok – bak, ne dili var, ne dişleri, ne dudakları - ama işte bu bir metafor. Bedenin bir uzvundan, yani ağızdan geliyor. Evin arkası olabilir, başın altı. Biliyorsunuz, bir okulun başı olabilir. Bu şeyden bahsetmiyorum, biliyorsunuz bu bir bütün. Tüm bunlar birer metafor. Bunlara ölü metaforlar diyoruz, bir kere aşina olup sıradanlaştıklarında, aslında metafor olduklarını unuttuğumuzda… Artık biliyoruz ki yeni sözcükler türetmemize yarayan metafor ilkesi aynı zamanda dilbilgisel işaretleri ve dilbilgisel yapıları doğuruyor. Gerçekten çok kısa: İngilizce'de gelecek zamanda diyorsun ki 'it's going to rain' [yağmur yağacak] Bu biliyorsunuz gelecek zaman şeyinde yağmur. Bu aslında 'it's going – to rain'. 'it is going’ [gidecek] kökeninde bir metafor, zira hava bir yerden başka bir yere gidiyor. Londra'dan Paris'e gider gibi, hava yağmura doğru gidiyor. 'it's going to rain' kısaldıkça, 'it's gonna rain', birkaç on yıl sonra bu muhtemelen olacak 'gnn'. İşte gelecek zaman, 'gnn fall', 'gnn drop', 'gnn break', 'gnn rain', anladınız mı? Bizse bunun ardında bütün bir metafor olduğunu, bir yerden başka bir yere gitmek olduğunu unuttuk. Dikkat edin şunu diyemezsiniz - Londra'ya gidiyorsanız, 'gnn London' diyemezsiniz. 'I'm going to London' demelisiniz. Yani bu ifadenin metaforik kullanımının – bu 'going to' metafor ifadesi - sadece gelecek zamanda kısaltması var. Dilbilgisel işaretlerin kısaldıkça daha da kısalmasının bir sebebi var çünkü bunlardan kısıtlı sayıda var, söyleyebileceğiniz diğer tüm şeylerle kıyaslandığında. Bu yüzden bu şeylerin kısaltmaları var. Vurguladığım nokta herşeyin metafordan doğuyor olması. Peki bu Darwincilik bakımından niye ilginç ve önemli? Jerome ile Wild Voices makalesinde yaptığımız şey, Evo-Lang güruhunun katiyen bahsetmediği bir şeyden yola çıkmak oldu. Lisanın kökeni hakkında konuşan herkes - şaşırtıcı olan şey, doğal yaşamda sinyallerin nasıl evrildiğini açıklayan temel teorik alanı göz ardı etmeleri. Buna maliyetli sinyalleşim teorisi deniyor, İsrailli bir ornitolog olan Amotz Zahavi tarafından geliştirildi. Hepsini açıklamaya zamanım yok. Bu oldukça ilginç. Basitçe, hayvanlar güvenilir sinyaller talep ediyor. İlgilendikleri sinyalde güvenilirlik gereksinimi duyuyorlar ve sinyalin güvenilirliğine kanıt arıyorlar. Babunlar, maymunlar, şempanzeler – yani bunlar Makyavelce zekaya sahipler, birbirlerini kolayca kandırabilirler – kandırmaca bir sinyali kabul etmiyorlar. Hiçbir şempanze —belli bir sesin aslında yanıltıcı bir ses olduğunu farkeder veya keşfederse – bir taklit olduğunu - bu taklit sinyali kabul etmez, dikkate almaz. Öyleyse hayvanlar aleminde, özellikle de primatlarda, güvenilirlik için daimi bir baskı vardır ki bu şu anlama gelir, lisanla benzerlik gösteren herhangi bir şey her daim reddedilir, kabul edilmez, edilemez. Oldukça önemli birşey söyleyeyim. Maymunlar ses çıkarırken dillerini kullanmaz. Bir panthoot mesela – HuhHuhHuhHuhHuhHuhHuh – dil statiktir, hiçbir şey yapmaz. Dudaklar bile hareket etmez. Biz insanlar ise konuşurken gerçekten çok tuhaf bir şey yapıyoruz. İki şeyi birleştiriyoruz ki bu ikisi primatlarda tamamen ayrıdır. İnsan olmayan primatlar – maymunlar, goriller - ya yiyorlardır ya da ses çıkarıyorlardır. Bir şey yerken dillerini ve dudaklarını kullanırlar, çeneleri de yukarı aşağı hareket eder. Ses çıkardıkları an ise tüm bu hareketlilik durur, yemeyi keserler. Yemeyi keserler çünkü ses çıkarıyorlardır. Ya yiyorlardır ya da ses çıkarıyorlardır, yani dillerini, dudaklarını, bizim eklemleyici dediğimiz tüm bu şeyleri kullanırlarken —  bunlara sahipler bu arada – eğer ses çıkarıyorlarsa bunu kullanmazlar. Niye şempanzeler veya diğer primatlar ses çıkarırken dillerini kullanmazlar? Meslektaşlarım arasında ki bunlar saygın meslektaşlarım, özellikle saygı duyduğum isimler - bana söylenen - isim zikretmeyeceğim - diyorlar ki şempanzelerin dillerini kullanmamasının nedeni dillerinin esnek olmamasıymış. Esnek bir dilleri yokmuş. Dilleri esnek değilmiş. Şimdi size soruyorum, bunu bir düşünün. Bir şempanzenin dili esnek olmayabilir mi? Dillerinin, dudaklarının, çenelerinin esnek olmadığını söylemek size anlamlı geliyor mu? Yani bunun hiç manası yok. Şempanzenin ses çıkarırken dilini veya dudaklarını kullanmamasının nedeni bunun tam tersi. Çünkü dilleri fazla esnek. Çünkü bu hayvan istediği gibi dilini manipüle edebilir, aynı şekilde dudaklarını da. Bu yüzden sesli sinyalleşimde bunları kullanmıyorlar. Zira bir sinyali manipüle edebilirsen, taklit edebilirsin. Bir sinyali taklit edebiliyorsan, o sinyal güvenilir değildir. Bu sinyal şempanzelerce güvenilir değilse, o zaman yok sayılır çünkü şempanze toplumu eşitlikçi değildir. Neşe ve ahenkle birbirleriyle işbirliği yapmazlar. Bol miktarda çatışma ve rekabet vardır - işbirliği de vardır elbette – öyle ki kardeşler arasında bile her daim bir çatışma unsuru vardır. Her daim bir yanıltılma ihtimali olduğu için de riske girmezler. Dinleyici – bu nasıl yapılıyor şimdi emin değilim – dinleyici dikkatini - bunu yapmak zorundayım yoksa kaydetmiyor – dinleyici bir sinyalde taklit olabilecek her şeye dikkat kesilir. Bu şempanzeler hakkında düşünmenizi istediğim – Camilla gözlerden behsetmişti - bu şempanzeler ve goriller – Anthony bunun hakkında konuşacak birazdan -  bunlar sanki güneş gözlüğü takmış soyguncular gibidir. Ne düşündüğünüzü görmek isterler, bilmek isterler, ama ne düşündüklerini bilmenizi istemezler. Aynı şey çıkardıkları seslerde de böyledir. Farz edelim, işte ne bileyim, ben ve arkadaşım mesela bir banka soyduk - Anthony olabilir mesela kendisi burada. Sonra işte biliyorsunuz, bana diyor ki parayı şuradaki sokakta bir tavan arasına gizlemiş ve tabii ki buna inanmıyorum.  Diyor ki 'Gerçekten, doğru söylüyorum Chris! Para orada'. Sonra Anthony'e bakacağım, yani bu çok bariz değil mi? Ne söylediğiyle ilgilenmeyeceğim. Ne derse desin, beni gammazlıyor olabilir. Parayı bambaşka bir yere saklamış olabilir ki sonradan parayı alıp kaçsın, ki biliyorsunuz bu parada benim de bir payım var. Öyleyse neye bakıyorum? Taklit edemediği şeylere. Mesela alnındaki ter damlacıklarına bakıyorum. Göz teması kuruyor muyuz? Göz teması kurarken işte biliyorsunuz rahat mı? Tüm bu taklit etmesi güç sinyallerle ilgileneceğim. Bu mafyavari banka soyguncusu senaryosundan, şempanzeler hakkında karşılıklı şüphe şeysinden çok da hoşlanmıyorum aslında. Yine de kabul edelim, şempanzeler Makyavelce canlılar. Hep bir çatışma halindeler. Birbirlerini aldatmanın yollarını arıyorlar. Sadece şunu söylüyorum, bir şempanze başka bir şempanzeye bakıp çağrısını işittiğinde, taklit olabilecek herhangi bir şeyi görmezden gelecektir. Dil veya dudaklarla değiştirilmiş her ses - zira bu şeyleri isteyerek kontrol edebilirsiniz - bu yüzden görmezden gelinecek. Anlayabiliyor musunuz? İnsanın evriminde ne olması gerektiği fikrini tamamen tersine çeviriyorum. 'Daha esnek bir dil geliştirmemiz gerekiyordu.' Hayır. Güvenmeye gönüllü olmalıyız, dile bile, her ne kadar vücuttaki en esnek organ olsa da. Moadjo işte bunu yapıyor, görüyorsunuz değil mi? Moadjo size bir çerçeve sunuyor - kahkaha dolu, eğlenceli, oyunbaz bir çerçeve - çünkü şakalar başka birisini hedef alır, grubun dışından birisini - çirkin davranış sahibi o kimse grubun dışından birisi, ta ki insan ırkına katılana, kendine gülmeyi öğrenene ve kendini başkalarının gördüğü gibi görene dek – elbette sonra gruptan biri oluyor. Bu esnada biz hepimiz grubun içindeyiz. Zaten tüm bu şey bir oyun gibi. Vurgulamaya çalıştığım şey, ancak bu oyunbazlığa, bu güven atmosferine sahip olduğunuzda bireyler kendi sesini bulabilir ki dilin ortaya çıkışının sırrı bence buradan geçiyor.Şimdi son birşey… En başta bahsetmiştim Jerome'un şu şahane öngörüyü yakalamasından. Taklit hakkında konuştum. Ardından şunu anlattım, biz insanlar bir bakıma – çünkü biz metaforlar kullanırız - her metafor yanlış bir ifadedir biliyorsunuz - metaforlara bayılıyoruz çünkü kelime anlamının ardına, kastedilen anlama bakıyoruz. İşte lisan böyle işler. Yeni kelimeler böyle ortaya çıkar, dilbilgisel yapılar böyle biçimleniyor. Yine de evrimsel bir anlamda bir yandan ses çıkarırken diğer yandan yiyebilme yetisini, gırtlağımız açık konumdayken dudaklarımızı ve dilimizi kullanma yetisini, bunun ilk olarak nasıl ortaya çıktığını çözümlemek biraz zor. Volkers'ın keşfettikleriyle kendi çalışmalarımı sentezleyip, Evo-Lang konferanslarına katılıp, yıllarca bunun hakkında kafa patlatınca ortaya çıkan resim şu: İnsanların sesli aldatmalarının tabir caizse ilk kurbanları başka insanlar değildi. Bu kurbanlar avladığımız hayvanlardı. Jerome - ben bunu yapamıyorum, denemeyeceğim bile - Jerome bunu bu etkinlikte defalarca anlattı, o size gösterecektir, diyelim bir avcısınız ve küçük bir duikerin peşindesiniz - küçük bir antilop, şu büyüklükte, oldukça küçük bir beyni var, zavallı şey - bu hayvanı yemek istiyorsunuz. Şöyle birşey yapıyorsunuz – maaamaaamaaamaaa - bu ses 'hadi oynayalım' demek. Bu küçük zavallı duiker de 'tamam, hadi oynayalım' diye düşünüp ortaya çıkıyor. Hayvanı yemeye çalışıyorsunuz – öldürüp yemelisiniz - elinizden kaçırsanız bile - maaamaaa - yine geliyor. Bu zavallı hayvan bunu anlayamıyor. Çünkü onun dünyasında kimse yalan söylemiyor. Onun dünyasında böyle birşey asla olmuyor. Bir insanla ne sıklıkta karşılaşıyor olabilir ki? Biliyorsunuz istatistiksel olarak bir insanla karşılaşması hakikaten çok düşük -büyük talihsizlik - zaten insanla karşılaşanı avlıyorlar. Biliyorsunuz o genler zaten aktarılmıyor. Demek istediğim – ve sonra Jerome yapabileceğiniz diğer tüm şeyler hakkında konuşuyor, kurbağaların, çalı domuzlarının, gorillerin, çıkarabileceğiniz her ses hakkında -  ormanda hayatta kalıp avlanabilmek için bu sesleri çıkarmanız gerekiyor. Erkekler ormana gittiğinde yalnızca dikkatli ve sessiz olmazlar. Aslında neredeyse tersine bir ses çıkarırlar – sesleri negatiftir ormanın seslerine benzediği için. Biliyorsunuz kuş şarkılarını taklit ederler. Kuşları taklit ederler. Mesela yaban domuzları iyi bir yemek bulduklarında guruldarlar, biliyorsunuz. Sonrasında ise maymunlar yaban domuzlarından bu yemek gurultusunu işitip kulak kabartırlar. Tüm farklı türler birbirlerini dinler. İnsanlar da dinler ve taklit eder. Bu sesleri yapmak bayağı zor da olsa Mbendjele erkekleri bu seslerde olağanüstü iyiler. Elbette bu sesleri yapmak için dilinizi ve dudaklarınızı kullanmalısınız ve belki de ses çıkarırken kafanızı belli bir konuma getirmelisiniz. Öyleyse bu yeme ve ses çıkarma kombinasyonu yanıltmaktan geliyor. Şunu anlamınızı istiyorum, sesle yanıltmak için evrilen bu kapasiteleri birbirimize karşı kullanıyor olsaydık, problemin ne olacağını görüyorsunuz değil mi? Biliyorsunuz, bu sinyallere karşı koyardık. Kimse aldatılmak istemez. Öyleyse bu yetiler sosyal grup içerisinde evrildiyse şöyle olurdu – 'vay, yalan söyleyebiliyor', Ezop'un yalancı çobanı gibi, biliyorsunuz. Bu sesleri çıkarmakta ustalaşanlara daha az güven duyardık. Bu bilmecenin tek çözümü, bu aldatıcı sinyalleri grup dışına, aldatmaya karşı koyamayan, direnç gösteremeyen hayvanlara yöneltmek olacaktı. Bu esnada kadınlar farklı birşey yapıyordu. Erkekler sessiz olmaya çalışıyorsa da bir yandan kuş şarkıları veya hayvan seslerini kullanarak hayvanları kendilerine çekmeye çalışıyorlardı. Kadınlar ise çok önceden beri - belki Homo erectus öncesinden - ormanı terketmemizle beraber harika gece görüşüne sahip çok büyük vahşi hayvanların tehdidi altında girdik. Bu durumla başedebilmemizin yolu ise - özellikle de kadınlar ve çocuklar – sayıca güvenliği sağlamaktan geçiyordu. Hayvanları uzak tutmak için bir grup kadın ve çocuk - dikkat edin bu söylediğim erkeklerin yaptığının tam tersi, erkekler avlamak için hayvanları kendilerine çekmeye çalışıyor - kadınlar ve çocuklar tehlikeli hayvanları uzak tutmaya çalışıyor – yaptıkları şey belli bir tarzda şarkı söylemekti. Buna polifonik şarkı söyleme deniyor. Avcı toplayıcılar böyle şarkı söylüyor. Polifonik şarkı söyleyen dört veya beş kadın - dokuz veya on kadın – otuz kişiymiş gibi duyuluyor. Hayvanlarsa uzak duruyor. Jerome bu kadınlara sordu - ay karanlıkken, ay gökyüzünde değilken, her türlü tehlikeli hayvan muhtemel etraftaki iken, tüm gece durmadan şarkı söyleyen kadınlar. Camilla size anlatacaktır karanlık ay ritüeli üzerine çalışmasını - ay karanlıkken leoparlar ortalığa çıkar, işte o zaman güvende olman gerekir. Yaptıkları şey dokuz veya on kişiyken otuz kişiymiş gibi ses çıkarmak. Çünkü polifonik şarkılar, kalabalık ve iyi organize olmuş bir topluluğun imzasıdır. Aslanlar veya diğer vahşi hayvanlar da size bulaşmak istemiyor. Bu çok riskli, bu yüzden uzak duruyorlar. Jerome kadınlara niye bütün gece şarkı söylediklerini sorduğunda 'yaşamak için şarkı söylüyoruz' diyorlar. Jerome, bir sürü antropoloğun aksine kaynaklarına her zaman saygılıdır. Bu kadınların söylediklerinde bilimsel bir doğru olabilir mi? Evet olabilir. Polifonik melodiler söylemek, bu özel şarkı söyleme şekli, güvende kalmak adına evrilmiş olabilir. Tamam mı? Çünkü hayvanları uzak tutan bir çeşit ses. Bu esnada erkekler tam tersini yapmak, hayvanlara yaklaşabilmek için sesler çıkarıyor. Bu ikisinin arasında - elbette her insanın genetik bir annesi ve bir babası var - öyleyse polifonik şarkı söyleme yetisi ve sesli yanıltma yetileri insan ırkına her iki cinsiyetten geçmiş. En son olarak - biliyorum biraz uzattım - hep böyleyim - insanlar bana diyor ki 'Chris, iyi de dilbilgisini açıklamadın. Grameri açıklaman gerek.' ve bu doğru, dilbilgisini açıklamamız lazım. Tamam, o zaman dilbilgisini açıklayan modern teoriye geldi sıra. Bu konuda önerebileceğim kişi Adele Goldberg, kendisi harika bir kitap yazdı Explain me this başlıklı. 'Explain me this' [Açıkla bana bunu] bir çocuğun diyeceği birşey. Dilbilgisel bakımdan tam doğru değil. 'Explain me this' dememelisin, 'tell me this' demelisin, ya da 'explain to me this' dersin ama 'explain me this' diyen çocuğun niyetini çok iyi anlıyorsun. Adele Goldberg bu konuda diyor ki – yani anlayabilirsiniz, bir yaşında, iki yaşında bir çocukla yaşamış herkes bunu bilir - çocuklar öngörülebilir sıralı sesler duymayı seviyorlar. Birkaç örnek vereyim. Mesela eve gitmek istiyorum, eve gidelim, eve gitmiyorsun, hepimiz eve gidiyoruz, vesaire. Böyle nakarat gibi birşey olduğunda – tekrar ediyor olmalı - kalıbın aynı olduğunu bilmek çocuğun hoşuna gidiyor. Her ne kadar değişkenlik da olsa sadece belli bir noktada değişkenlik gösteriyor. Mesela diyorsunuz ki eve gitmek istiyorum, eve gidelim, biliyorsunuz, hepimiz eve gidiyoruz, eve gitmiyoruz. Şunu demiyorsunuz ama, eve hepimiz gidelim, eve gidiyor değiliz veya eve değil gidiyoruz. Belli kalıplar arıyorsun kullanacağın çünkü herşeyi değiştirmeye başlarsan çocuk ve keza yetişkinler de tamamen anlamı kaybecektir. Çünkü çok fazla değişkenlik var. Bazı şeyleri sabit tutmanız gerekiyor bu değişiklikleri yaparken, belli bir noktada bir iki şeyi değiştirirken. Bu çok basit bir nokta. Dilbilgisi dediğimiz şey aslında bu değişmeyen şeyler. Dilbigisi kuralları açısından düşünmeyin. Tekrar etmeyi kolaylaştıran ve değişkenliği belli bir noktaya indirgeyen kurallar bakımından düşünün. Yani değişiklik yaparken tekrar edilenler - değişmeyen şeyler – işte buna dilbilgisi diyoruz. Bu tekrarlanan formül içerisindeki slotta değişen elemana ise kelime diyebiliriz. Yani kelimeler – sanki siz - bir zamandır ortalıkta gezinen teorilerden tamamen farklı bir teori. Bir zamanlar çok popüler bir teori vardı - Derek Bickerton 1990'da Language and Species kitabında açıklıyor. Öne sürdüğü fikir şuydu. Öncelikle ilkel insanlar birkaç kelimeye sahipti. Bunlar bir nevi bir arada diziliydi. Tıpkı şempanenin bir portakal istediğinde 'ver-ver-portakal-portakal-portakal-portakal' ve 'ver-ver-portakal-ver-ver', yine herhangi bir rastgele dizgide bir 'portakal' ve 'ver' demesi gibi. Belki birkaç milyon yıl bu böyle devam etti. Birkaç kelime veya daha fazlası vardı sadece ama dilbilgisi yoktu. Sonra birdenbire dilbilgisi geni ortaya çıktı ve ardından – whoa! Tüm kelimeleri dilbilgisi bakımından bir araya getirebilir olduk. Halbuki Adele Goldberg ve birçoğumuzun - Jerome ile ben ve ekibimiz de buna dahil – dediği üzere, bir mağara adamı gibi birkaç kelimeyle ve ezik büzük bir dilbilgisiyle konuşulan bir dönem hiç olmadı. Dilsel sesler her zaman şarkı gibi tekrar eden, ritmik ve oldukça kompleksti. Moadjo gibi birşeyle ortaya çıkan şey ise, moadjo, bu düzenleyici kahkaha, bir nevi dans etme, şarkı söyleme ritüeli, bunu yapmak kolay ise, işte bu sadece moadjo, eğlenceli. Moadjo karşısında daha fazla direnç olduğunu farzedelim. Farzedelim şimdi çirkin davranışlar sergileyen tek bir erkeği değil belki de tüm erkek cinsini hedef alarak onlara bir ders vermeniz gerekiyor. Moadjoyu nasıl kullanacağınızı görebiliyor musunuz? Moadjoyu daha tekrarlı, daha yüksek sesli, daha uyumlu yapmalısınız. Moadjonuz ritüel dediğimiz şeye benzeyecek. Ritüelin özelliği masraflı, tekrarlı ve çok araçlı olmasıdır. Şimdi düşünün artık amacınıza ulaştınız, erkekler artık kalkıp ava gitmeye karar verdi, hepsi düzgün davranıyor, biliyorsunuz, bu sayede etrafta bol miktarda kahkaha var. Artık grup içerisinde ritüeli noktaladığınız an, rahatladığınız an, birlikteliğinizi yitirdiniz. Artık moadjoda değilsiniz. Yine de hala bu araca sahipsiniz, bu moadjo repertuarına, ritüelin dünyasında olmasanız bile paylaşılması sayesinde tekrar bir araya gelmenizi mümkün kılan bu performans elemanlarına sahipsiniz. Ritüel bünyesindeyken lisana ihtiyacınız yok. Zaten hepiniz aynı şeyleri düşünüp deneyimliyorsunuz. Ancak ritüele son verince yeniden bir birey oluyorsunuz kendi tikel zaman ve mekanınızda. Birbirinizle tekrar temas kurma ihtiyacı hissedebilirsiniz. Artık moadjo sayesinde veya bu ritüel sayesinde bunu yapabilirsiniz. Taklitlerinizi ve performansınızı ise kısa yollara indirgeyebilirsiniz. Daha da kısa yollar bulduğunuzda ne yapacağınızı, ne olacağını görebiliyor musunuz? Çok geçmeden bu kısa yollar o kadar kısalacak ki basamaklar halini alacaklar. Bir sessiz harfi seslendirmekle yutmak arasındaki, genizden konuşup konuşmamak arasındaki, dudaklarızı açıp kapatmak arasındaki farklar gibi sıfır maliyetli farklara dönüşecekler. Böylelikle kelimeler evrilecek, güven sayesinde sesli ve sessiz harfler evrilecek, çevrenize duyduğunuz güvenin getirdiği kısa yollar ortaya çıkacak. Böylelikle kelimeler ve dilbilgisi ortaya çıkıyor. 
Çeviri: Hakkı Kaan Arıkan
Son okuma: Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Hakkı Kaan Arıkan tarafından seçilmiştir.
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Video
youtube
Beden - Veri - Ayrımcılık, Maya Indira Ganesh 
Davet için W3'e, moderatör Kübra'ya ve de geldiğiniz için hepinize çok teşekkür ederim. Kaçınız, kaç kişinin dinlemeye geldiğine biraz şaşırdım. Bu da bana bunun gerçekten ilginç ve önemli bir konu olduğunu düşündürüyor ve hepimizin bunun hakkında düşünmemiz, daha derinlemesine düşünmemiz gerekiyor. Teknoloji bazen kafa karıştırıcı olabilir ama aslında tıpkı bizim gibi insanlar tarafından yapıldı, değil mi? Bu yüzden teknolojiyle ilgilenmeli ve onu anlamalıyız. Geçen yıl Temmuz ayında Los Angeles'tan Berlin'e geri dönerken başıma gelen bir şey hakkındaki küçük bir hikâye ile başlayacağım. Frankfurt üzerinden... Los Angeles'tan Frankfurt'a Lufthansa uçağıyla geldim. Ve “Biniş kartınıza ve pasaportunuza ihtiyacınız yok, lütfen onları kaldırın” dediklerini duydum. Hemen neler oluyor diye düşündüm. Çalıştığım alan dolayısıyla, başka bir şeyin olacağını biliyordum. “Uçağa yüzünüzle bineceksiniz” dediler. Ben de tamam, bunun ne anlama geleceğini biliyorum, biyometrik anlamına geliyor dedim. Sıra ilerliyordu ve biniş kapısındaki kadına gidip "Bunu yapmamayı tercih edebilir miyim? Yüzümle binmek istemiyorum, biniş kartımı kullanmak istiyorum" dedim. O da "ABD vatandaşı mısınız?" dedi. "Hayır" dedim. "O halde bu ülkeye geldiğinde yüzünüz tarandı" dedi. “Evet” dedim. "Pekala, o zamanki taramanızı, şimdi siz çıkarkenki taramanızla karşılaştırıyoruz, kimliğinizi biliyoruz ve bu yüzden sorun değil. Yani biniş kartınıza ve pasaportunuza ihtiyacınız yok" dedi. "Tamam ama bir seçenek istiyorum" dedim. Yaygara koparmaya çalışıyordum ama arkadaki insanlar, bilirsiniz, umursamıyorlardı ve neyse ne devam edelim, halindeydiler. Ben de "Tamam, peki. Yapayım bari" dedim. Ama bana bakmaya çalışan cihazın resmini çekmeliyim, dedim. Yani artık bu tür taramalara alışığız, özellikle son dört yıldır yaşadığım ve çalıştığım Almanya gibi bir ülke açısından düşünüyorum. Teknoloji ve siber güvenlik ve mahremiyet konusunda, bence burada bu konuları anlama seviyesi çok yüksek. Ancak bunun sadece mahremiyet ve gözetimle ilgili olmadığını belirtmek istiyorum. burada daha fazlası oluyor ve bunun nasıl hem bireylerle ilgili hem de aynı zamanda bireylerin ötesinde olduğundan bahsedeceğim. Direniş stratejileri hakkında düşündüğümüzde belki de özellikle bireyin ötesine geçer. Ayrıca uğraştığımız teknolojiler çok karmaşık ve çok güçlü. Ve bireysel direniş her zaman işe yaramaz, bu yüzden bireyler olarak nasıl bir araya geldiğimizi ve ne tür bir direniş istediğimizi, bunu nasıl ifade ettiğimizi yeniden düşünmemiz gerekir. Peki, ben yüzler hakkında konuşacağım. Şu konuya geçmeden önce biraz yüzler hakkında konuşacağım... (Ses hâlâ iyi mi? Evet, tamam) Yüzler hakkında konuşmadan ve teknolojiye girmeden önce şunu açıklığa kavuşturmak istiyorum; birçok konuşmada robotlar ve yapay zeka gibi ortalığa atılan pek çok kelime duyarsınız. Ve bu tweet'i gerçekten seviyorum çünkü mevzuyu gerçekten anlamlı hale getiriyor. Bence hatırlanması gereken en önemli şey şu: istatistiklerden bahsediyoruz. Bu odada istatistik eğitimi almış olan var mı? Peki, biraz, tamam. İstatistik, ele almak için çok iyi bir konu. Keşke istatistik dersini daha çok önemseseydim. Şimdi istatistiği yeniden öğreniyorum. Tüm o havalı kelimeler nihayetinde sadece istatistiksel yöntem ve tekniklere varıyor, ki bu artık çok büyük bir olay. Veri bilimi ve istatistik için çok sayıda ilan görürsünüz, mevzu da tam olarak bu. Öyleyse biraz makine öğreniminden bahsedeyim. Yani hem bu var, hem de bu var, evet. Makine öğrenimi, sözde AI [Artificial Intelligence, yapay zeka] teknolojisi olarak adlandırılan o baskın yapay zekadır. Yaptığı şey ise... ve makine öğreniminin pek çok türü vardır. Ancak en temelde, iki veri kümesi veya üç veri kümesi veya on veri kümesini alır ve de aralarındaki bağlantıları arayıp, içindeki örüntüleri görür. Yaban mersinli kek ile chihuahuaların resimlerini veya Kentucky Fried Chicken ile labradoodle resimlerini gördüğünüzde, bağlantıyı her zaman göreceksiniz demek değildir. Ancak makine bu benzerlikleri fark eder ve bu örneği paylaşmayı seviyorum çünkü herkes anlıyor. Sosyal medyada paylaştığınız tüm köpek resimleri, tüm yemek resimleri, bunlar çok yaptığımız iki şey değil mi? Kendimizin, yemeğimizin, evcil hayvanlarımızın fotoğraflarını paylaşıyoruz. Yani internet bunlarla dolu. Ve bu, kullandığımız her türden sosyal medya tarafından yakalanıyor ve orada bulunan her şeydeki örüntüleri bulacak olan sistemleri eğitiyor. Yakalamaktan daha önemli olan şey ise etiketlendirmedir ve bu teknolojilerin yapması gereken şey de budur. Şimdi slayttan önce buna geçeceğim. Bu 2009-2019 Facebook meme akımını görmüşsünüzdür. Bunu gördünüz mü? Facebook bunu şu anda yapıyor, 2009'a karşı 2019 ve aynı zamanda Twitter ile Instagram'da da var. İnsanlardan 2009'daki bir fotoğrafınızı ve 2019'daki bir fotoğrafınızı, elbette adınız ve tarihiyle birlikte göstermelerini istiyor. Bunu size gösteriyorum ama Instagram, Facebook ya da başka bir yere koymadım. Çünkü Facebook'a, Twitter'a ve Instagram'a verdikleriniz, tarihler, adınız ve yüzünüzle birlikte mükemmel bir veri kümesidir. Bugün veya sanırım dündü, "evet, eğlenceli” diyerek tweetledim. İnsanlar bunu arkadaşlarına göstermek istiyor. Ama aslında yaptığınız şey yaşlanma hakkında bir veri kümesi oluşturmak. İnsanların zaman içinde nasıl yaşlandığını gösteriyorsunuz ve bu, Facebook için gerçekten çok iyi, hani bunu anlamak için tüm bu teknolojileri kuruyor. Bu yüzden etiketlendirme çok önemlidir çünkü veri kümesi - eğer etiketlendirilmemişse - şunu yapacaktır: sadece örüntüleri görür. Yaban mersinli keke baktığını bilmez. Bir chihuahua'ya baktığını bilmez. Sadece ne çıktığına bakar. Bunun gibi çok ciddi hatalar gördüğünüzde resimleri etiketlendirmedeki sorunu anlarsınız. Ne kadar net görebildiğinizi bilmiyorum, ancak ortadaki resimle başlayayım. Bu fotoğrafın neyi temsil edebileceğini bilen var mı? Evet, o nedir? Evet, kesinlikle. Peki, adınız neydi? Clarissa. Clarissa'nın söylediği gibi ve video kaydı için ben mikrofondan tekrarlayacağım çünkü mikrofonla konuşmuyordunuz. Clarissa'nın söylediği, ortadaki fotoğrafın, entegre bir okula gitmeden önce küçük bir çocuğa koruma verilişini göstermesi ve bu, Amerika Birleşik Devletleri'nde ayrımcılığın sona erdiği ve siyah öğrenciler ile beyaz öğrencilerin aynı okula gidebildiği zaman. Ama makine buna bakar ve "yan yana duran bir grup adam" der, küçük kız tamamen görünmezdir. Bu soldaki resmi görüyorsanız, "karla kaplı bir yamacın üzerinde duran bir grup insan" diyor. Şimdi, muhtemelen bunun kar olduğunu düşünüyor çünkü çok açık ve beyaz. Ama bunlar, yakından bakarsanız, aslında askeri personeller. Bu aslında Filistin ve İsrail'de. Ve diğer uçta da benzer bir bağlam var, sağda "bir bankın üzerinde birlikte oturan bir grup insan" diyor. Aslında bunun İsrailli bir savunma kuvvetleri personeli ve etrafındakilerin de Filistinliler düşünüyorum çünkü belli ki bazı çatışmalar yaşanıyor. Ancak makinenin görebildiği şey, bir bankın üzerinde oturan bir grup insan veya karla kaplı bir yamacın üzerinde duran bir grup insan ve bağlamın ne olduğunu tamamen kaçırıyor, anlayamıyor veya bilmiyor. Yani sadece örüntü tanıma, şu anda çevrimiçi olan her şeye bakan bu temel teknolojidir. Yani kredi alıp almadığınız, size gösterilen uçuş fiyatları, Amazon’dan satın aldıklarınız, her şey sadece yeni örüntüler oluşturur. 15 tane şey satın aldıysanız, o halde bunları da beğeneceksiniz, değil mi? Sadece sizi okumakla kalmaz, sanki okuduğunu yorumluyormuş gibi sizi yorumlar. Bu etiketlendirme, bu yorumlama eğer daha fazla veri olursa daha iyi hale gelecektir. Bağlamı anlamak konusunda giderek daha iyi hale gelirse... Ve de katılım sağlamanız, paylaşmanız, sosyal medyayla ve sosyal medya aracılığıyla daha fazla konuşmanız sizden beklenir ve böylece bağlamı sunarsınız, makineyi geliştirirsiniz.
Son bir buçuk yılda bununla ilgili yapılan iki uygulamadan bahsedeceğim. Bu, 2017'de yapılan çok ünlü ve gerçekten rahatsız edici bir çalışmaydı; iki Stanford araştırmacısı, psikolog, algoritmalarının eşcinsel bir yüzü, heteroseksüel bir yüzden %80 doğrulukla ayırt ederek tanımlayabildiğini gösteren bir makale yayınladı. Yaptıkları şey ise, bazı flört web sitesine girdiler, sanırım OkCupid, özellikle OkCupid’di. Çalışmaları için, insanlara sormadan profil fotoğraflarını aldılar. Ve algoritmayı, eşcinsel olduğunu ve heteroseksüel olduğunu söyleyen herkesin tüm resimlerine bakacak şekilde eğittiklerini söylediler. Aradıklarını veya satın aldıklarını ya da her neyse, onları karşılaştırdılar. Eşcinsel bir yüz buna benzer, heteroseksüel bir yüz buna benzer dediler ve bir algoritmanın bunu tanımlayabileceğini söylediler. İsimleri Michal Kosinski ve Yilun Wang. Kosinski Berlin'e geldi ve bir konuşma yaptı. “Bu araştırmayı neden yaptığınız” diye sordum ve "Dünyada eşcinselliği suç sayan otoriter rejimler olduğu için ve neler olabileceğini bilmelerini istiyorum, LGBT aktivistlerinin makine öğrenimi teknolojisiyle neler olabileceğini bilmelerini istiyorum. Bu yüzden ben de eşcinsel yüzü heteroseksüel yüzlerden ayırarak tanımlayabilen bir algoritma yarattım" dedi. Acaba bende mi bir sorun var diye düşündüm ve evet, hepiniz gülüyorsunuz. Çünkü Uganda veya Sudan'daki LGBT aktivistleri için farkındalık yaratmanın yolu bu değil ya da otoriter hükümetlere ve şirketlere fikir verecek bir algoritma yaratmazsınız. Bunu uygulayacak birçok teknoloji şirketi var ortalıkta. Ama bu hâlâ örüntülere ve yüzlere bakarak insanları tanımlamanın genel tarihi... Bunun Avrupa'da özellikle Fransa ve Belçika'da uzun bir geçmişi vardır, Galton, Bertillon, Adolphe Quetelet isimlerini belki duymuşsunuzdur. Bunların hepsi, eğer suçluları incelersek, örneğin suçluların yüzlerine, kafalarına, burnuna, kulaklarına detaylı bir şekilde bakarsak ve buna bir ölçekle bakarsak, bir suçlunun neye benzediğini belirleyebileceğimizi söyleyen adamlardır... Ve bu fikirler aslında istatistiğin topluma sokulmasıyla ilgiliydi. Bu yüzden şu anda pek çok sosyal bilimde... İstatistikler etkin. Bunu yaparsam, eğer bu politikaya sahip olursam ve bunu uygularsam, o zaman toplumdaki insanların yüzde o kadarı gelişir ya da insanların yüzde şu kadarı için bunun etkisi budur, der. O zamanlardan beri gördüğümüz gibi bu, insan vücudunu anlamak, okumak ve yorumlamaktır ama aynı zamanda normali tanımladığını da görüyoruz yani “insanların çoğu böyledir” der. Böylece, bu verileri toplarken bile bir normallik fikri yaratırsınız. Ve biraz farklı olan her zaman bir tutulur veya görünmez hale gelir. Örneğin bunda, bu Gender Shades [Cinsiyet Tonları] adlı bir proje. Bu arada, tüm referansları sonda vereceğim, en sonda bir slayt var, eğer isterseniz onu sizinle paylaşabilirim, onu göstereceğim. Cinsiyet Tonları, Joy Buolamwini adlı MIT'deki bir doktora araştırmacısının bir projesi ve bulduğu şey, yüz tanıma teknolojisini bilirsiniz... Bunun hakkında çalıştığı dönemde, tarayıcının karşısına oturduğunda tarayıcı onu okuyamıyordu. O bir siyah ve tarayıcı onu okuyamıyordu. Ama beyaz meslektaşı tarayıcının önüne oturduğunda, onu okumuştu çünkü tarayıcı çoğunlukla beyaz yüzlerde eğitilmişti. Çünkü bu normal olan, değil mi? Çoğu insan beyazdır, bu yüzden teknoloji de böyle kurulur. Sanki o sabunluklar gibidir, sabunluğun altına elinizi koyduğunuzda, eliniz beyaz değilse sabun gelmez çünkü sadece belli bir renk aralığına yanıt vermek için eğitilmiştir... ama tuhaf olan şey, bilemiyorum yani herkesin daha açık renkli avuç içleri olup olmadığını bilmiyorum. Her neyse, yüz tanıma teknolojisine bakıyordu ve siyah bir kadınsanız o zaman teknolojinin sizi tanımayacağını ortaya çıkardı. Eğer siyah bir erkekseniz, teknoloji sizi tanımakta daha iyidir çünkü erkekler normdur. Ve eğer beyaz bir kadınsanız, sizi tanımakta biraz daha iyidir. Ve eğer beyaz bir erkekseniz, o durumda her zaman tanınırsınız, diyor ve üç teknolojiyi karşılaştırıyor: Microsoft'un yüz tanıması, Face++ ve IBM. Daha koyu erkek, daha koyu kadın, şu tabloya bakabilirsiniz ve bu, insanları nasıl tanıdığına dair uçurumu gösterir. Joy'un çalışması ilginç çünkü dışarıda tutulmayı gösteriyor, eğer siyah bir kadınsanız o zaman makine öğrenimi veri kümesinde olmadığınızı gösteriyor. Yaban mersinli keklere ve Chihuahualara geri dönelim. Makine yalnızca ne görüyorsa onu bilir, yalnızca yüklendiği tüm teknolojilerden öğrenir. Yani bu, çok az siyah kadın resmi olduğu veya siyah kadınların resimlerini gördüğümüz çok özel bağlamlar olduğu anlamına gelir. Tekrar etiketlendirmeye geri döner. Yaban mersinli bir kekin resmini koyabilirim ve ona Johannesberry diyebilirim, hani mesela ona başka bir isim verebilirim. Bu biraz farklı bir örüntü yaratacaktır. Yaban mersini demiyorum, Johannesberry diyorum. Ama evet, aynı görünebilir, ancak ne zaman ki çok fazla yaban mersini veya Johannesberry’m olur, ancak o zaman daha da ayrıntılı bir ayrım yapabilir. İkisi de aynı görünüyorsa, etiketin ne olduğu önemli olmayacaktır. Yani burada iki şey işliyor. Yani Joy'un argümanı, görünüşe göre daha fazla içerilmek istiyoruz diyor, evet, makine tarafından daha fazla siyah kadının tanınmasını istiyoruz. Aslında Joy şirketlere karşı, siyah kadınların tanınmadığını ve hatta bazen siyah kadınların erkek olarak yanlış tanındığını söylemek için epey aktivizm yaptı. Ama şu anda pek çok insan bunu eleştiriyor ve özellikle şimdi Amerika Birleşik Devletleri'nde çok fazla şiddetin, özellikle de beyaz olmayan insanlara yönelik polis şiddetinin olduğu bir zamanda, makine tarafından neden tanınmak isteyelim deniyor. Makine tarafından tanınmak istemezsiniz, aslında çok uzağında kalmak istersiniz, bu yüzden çok fazla eleştiri var. Ama yine de, görünür mü yoksa görünmez mi olmak istersiniz üzerinden bu halen biraz açık bir soru ve bence bu hepimizin düşünmesi gereken bir konu ve sanırım bunun hakkında konuşacağız: Sadece temsiliyet olsun diye mi temsiliyet istiyoruz? Hangi bağlamda? Temsiliyeti kim kontrol ediyor? Bunların hepsinin sorulması gereken önemli sorular olduğunu düşünüyorum. Bu tür bir ayrımcılık fikrinden ilerlemek istiyorum ve ayrımcılık dediğimde, sadece dezavantaj veya önyargıyı kastetmiyorum, aynı zamanda ayrımcılığın Latince'den (discernere) geldiğini kastediyorum ve bu da “açıkça görmek” anlamına geliyor. Makineler tarafından da açıkça görülüyor oluşumuzu ileri sürüyorum ancak illa da anladığımız şekilde değil, tamam mı? Birisi, ortada bulunan tüm veri kümelerine bağlı olarak işleri belirli bir şekilde programlamaya karar verdi. Bu veri kümelerinden bazıları bildiğiniz chihuahua ve yaban mersinli kekler gibi şeylerdir. Yani, ortadaki veri kümesi buysa, göreceğiniz seviye budur ve aynı şeyin dildeki, sözcüklerdeki vb. korkunç hatalarda da olduğunu görürsünüz. 
Ama ben yüzler hakkında konuşmaya devam etmek istiyorum ve yüzlerimizle ilgili en ayırt edici şey kendimizi, ne hissettiğimizi nasıl ifade ettiğimizdir. “Gözler ruhun aynasıdır diyoruz” ya hani, en azından İngilizce’de bunu diyoruz. Şimdi, burada altı tanesinin resmi var, çünkü 1978'de Paul Ekman adlı bir psikolog tarafından geliştirilen, en baskın altı insan duygusu bunlardır ve bunların dışında, sadece nötr bir yüz olan yedincisi vardır. Ancak temelde öfke, üzüntü, mutluluk, tiksinti, korku ve şaşkınlıktır ve diğer tüm duygular bu kategorilere girer. Bu, duygulanımsal bilgi işlem [affective computing] denen şeyin temeli olarak kullanıldı. Duygulanım sadece duygularla değil, bedenlerimizin nasıl duygular olduğu, tüm bedenimiz aracılığıyla kendimizi yüzümüzle nasıl ifade ettiğimizle ilgilidir. 1970'lerde yine diğer resimde gördüğünüz, Kısmet adlı robot MIT'de geliştirildi. Bu robot, manuel işler veya insanlar için herhangi bir işi yapmak için tasarlanmamıştı, kelimenin tam anlamıyla sadece bir yüzdü ve biraz da aptal bir robottu. Kocaman, pörtlek gözleri vardı, pek ses çıkaramıyordu, kafası düzgün değildi, mükemmel bir makine değildi. Çok tuhaf bir makineydi ama o komik gözleri ve sarkan kulakları yüzünden biraz da şirin sayılırdı. Paul Ekman, insanların altı duyguya sahip olduğunu söylediği için bu duyguları göstermesini sağladılar. Ve insanlar robot Kısmet’in önüne oturduğunda, hemen evet, şaşkınlık gösteriyor, tiksinti gösteriyor, korku gösteriyor dediler. Ancak bazı akademisyenler, aslında iletişimde gerçekleşen şeyin, diğer kişinin ne yaptığını yorumladığımız ve okuduğumuz olduğunu söyleyecektir. İletişimimizin büyük kısmı, birbirimizi okumamızla ilgilidir. Yani bir kişiyle, hatta belki evcil hayvanınızla bile bir şey söylemeden veya ifade etmeden önce, bazen dil engellerinin ötesinde birbirimizi anlayabiliyoruz çünkü gördüklerimizi yorumluyoruz. Yani anlaşılan o ki, pek çok insan Kısmet’e bakıyor ve robotun duyguları olduğunu, duygularını gösterdiğini, anlıyor gibiydi. Ama aslında o sadece belli bir biçimde başını, gözlerini ve ağzını hareket ettiriyordu ve insanlar bunu duygular olarak yorumluyordu. Bu da, duygulanımsal bilgi işlem adı verilen bu alanın başlangıcıydı. Duygulanımsal bilgi işlem, bence artık evet, bir sonraki seviye. Çünkü şu anda teknoloji, robotlar aslında yeterince insan değiller, diye hissediyoruz. Bazen biraz kusurlu, biraz tuhaf ama bu gittikçe daha iyi olacak. Örneğin [insan] sesi düşünelim. Bir insanın sesi gerçekten de ayırt edicidir. Cep telefonlarından önceki zamanlarda, kimin aradığını bilme oyununu hatırlayın, küçücük bir çocukla bile oynadığınızda bile tam işlemez. Mesela amcam bunu her zaman yapardı, arardı ve başka biriymiş gibi davranırdı ama onun amcam olduğunu kesinlikle bilirdim. Beni güldürmek için tüm o farklı komik sesleri çıkarırdı ama çocuk halimle bile onun o olduğunu hemen anlardım. Sesi maskelemek çok zordur. Ama aynı zamanda makinelerden normal bir konuşma elde etmek de zordur. Bu yüzden size Google'ın yeni çıkardığı bir şeyi dinleteceğim. 
"Müşterimiz için bir kadın saç kesimi. 3 Mayıs için bir randevu istiyorum". 
"Tabii, saat kaç civarı için istiyorsunuz?" 
"Öğlen 12:00'de". 
"Saat 12:00’de müsait değiliz, buna en yakın olanı 1:15".
"10:00 ile 12:00 arasında var mı?"
"Hangi hizmeti talep ettiğine bağlı. Hangi hizmeti istiyor?" 
"Şimdilik sadece bir kadın saç kesimi". 
"Tamam saat 10’da müsaitiz". 
"10:00 iyi". 
"Tamam, adı ne?" 
"Adı Lisa". 
"Tamam, şahane. O halde 3 Mayıs'ta saat 10'da Lisa'yı göreceğim". 
"Tamam, harika, çok teşekkürler". 
"iyi günler, hoşçakalın". 
Bu size makul geldi mi? Normal bir ses gibi geldi mi? Çünkü hani elektronik bir sesle konuşurken bunu hemen anlarsınız. Son zamanlarda fark ettim ki pek çok YouTube videosunda bir tür elektronik ses var ve bu gerçekten sinir bozucu. Basit bir video olabilir, ne bileyim mesela ahşap zeminleri nasıl temizlersiniz veya mesela, nasıl yapılır, sadece bu yardım videoları... Bu küçük, basit videolar ve her zaman elektronik sesler var ve çok sinir bozucu. Google geçen yıl çıkardı. Elektronik sesleri dinlemenin gerçekten zor olduğunu biliyorlar. Alexa gibi şeyler de dahil olmak üzere dünyanın her yerindeki tüm teknolojileri sayesinde, nasıl konuştuğumuzu ve normal konuşmanın nasıl bir şey olduğunu öğreniyorlar. Çünkü bizim mmm, eee veya ııı gibi şeyler söylememiz ve de durup başlamamız bile, bizi insan yapan şeyler, bizi biricik kılan da bunlar. Bir makine her zaman aşırı mükemmeldir. Aşırı, yüzde yüz. Ama bu onu şey gibi hissettirir... değilmiş, değilmiş gibi... onunla ilişkilenmek istemezsiniz. Aslında bizimle daha ilginç bir şekilde, neredeyse daha insani bir şekilde, hemen "hah, bu bir makine" demeyeceğimiz şekillerde ilişki kurabilen makine fikrine doğru ilerliyoruz diye düşünüyorum. Bu sesi duysaydım "tamam, sorun değil, kulağa oldukça insani geliyor" diye düşünürdüm. Elbette bunların hepsi artık chatbotlar [sohbet robotları] tarafından etkinleştirilecek ve artık tabii ki her yanımız chatbotlarla sarılmış haldeyiz. İster bizim için randevu ayarlıyor veya ister Batı demokrasilerini yıkıyor olsunlar. Demek istediğim, ortalıkta milyonlarca chatbot var, ancak gerçekten samimi ve duygusal şekilde tanıtıldıkları yollar da var. Geçenlerde Woebot adlı bir tanesine denk geldim ve bu aslında ruh haliniz ve depresyonla başa çıkmak için iPhone veya Android'inizde kullanabileceğiniz bir uygulama. Bilişsel davranışçı terapiyle alakalı oldukça güvenilir bir bilime dayanıyor. Temel olarak insanların duygularla başa çıkmalarına yardım etmekle alakalı. Otomatik, sizi dinleyen, yorulmayan, her zaman müsait olan, sizi yargılamayan ve daima zamanında hazır bulunan bir bot. Aslında bu deneyimin yani biriyle konuşmanın ve birinin sizi dinlemesinin aslında nasıl bir şey olduğunu bana anlatması için partnerimi Woebot kullanmaya ikna etmeye çalışıyorum. Bot aslında söylediğiniz belirli kelimeleri dinliyor ve yine hatırlayalım ki bir duygu veritabanı üretiyorsunuz. Bot zaten belirli kelimeleri aramaya ve bunları "bu kişi şunu veya şunu hissediyor" şeklinde anlamak için birbirine bağlamak üzere programlanmıştır. Şu zamanda ve şu şekilde 15 kelime söylenmiştir ve belirli türden hikâyeler kişinin depresyonda olup olmadığı anlamına gelir. Bunun uzun vadeli bir sorun mu, yoksa kişi yakın zamanda yeni bir ülkeye taşındığı veya boşandığı için ani bir şey mi olduğunu anlamak için belki size daha fazla soru soracaktır. Bu tür şeyler olduğunda depresyonda olduğunuz anlamına gelmez ama bu sizin için duygusal stres anlamına gelir. Yani robot, bu samimi alanı yaratıyor çünkü insanlar bunu yapmıyor... Belki bunu birbirimizle paylaşmak, bunu birbirimize vermek bize zor geliyor. 
Bir de oldukça meşhur olan Ashley Madison vakası var, bu web sitesini bilen var mı bilmiyorum. Ashley Madison artık kapalı, evli insanların ilişki yaşaması için bir web sitesiydi. Sonra hacklendiler... Sanırım iki yıl önce falandı ve tüm verileri sızdırılmıştı. Ancak, Ashley Madison’da olan şey şuydu; site çok popülerdi, çok sayıda insan kaydolmuştu. Tek bir sorun dışında, o da şu ki, sitede kadın yoktu yani sadece dört-beş kadın ve 75.000 erkek vardı. Aslında böyle bir şeyi ölçeklendiremezsiniz. Şunu yapıyorlardı: Temelde tüm abonelik ücretlerini, kadınlarla çevrimiçi ilişki kurmak isteyen bu erkeklerle konuşacak botlar yapmak için kullandılar. Ancak veriler hacklendikten sonra, insanlar bunların gerçek kadınlar olmadığını fark ettiler, bunlar sadece botlardı. Bu 75.000 erkeğin hepsi botlarla konuşuyordu ve bunun farkında değillerdi. Ve bu hikâyelerden biri beni epey etkiledi. New Orleans'taki bir papazın öyküsüydü bu, belki zaten depresyondaydı, belki duygusal sorunları vardı ama hackden beş gün sonra adı ortaya çıktıktan sonra, hackden on gün sonra intihar etti. Ve bir papaz olarak, yaşadığı utanç ve duygudan bahseden bir intihar notu bıraktı, yani belki de evliliği yürümüyordu. Bu ona bir tür yoldaşlık sağlıyordu ve evlilik hakkındaki, ilişkiler hakkındaki yargınız ne olursa olsun, beni etkileyen şey, birinin... İnançlı olduğundan özenli bir hayat yaşayan biri ve bu ona bir çeşit destek ve yoldaşlık sağlıyordu. İsminin ortaya çıkması gerçeğiyle başa çıkamamıştı çünkü o durumda cemaati karşısında utanç duyacaktı. Öyleyse soru şu: Bir chatbot ile sohbet ediyorsan bu hâlâ seks midir, hâlâ aldatma mıdır? Bilirsiniz, yani tamam kimseyle sevişemem çünkü bu karıma verdiğim söze karşı gelmek olur gibi hissetmişti. Bu “Her” filmindeki ilişki gibi, Scarlett Johansson ve Phoenix... Evet River Phoenix'in erkek kardeşi adını hep unutyorum, Joaquin Phoenix'i , onların oynadığı filmi gördüyseniz. Basitçe, bu adam bir işletim sistemiyle bir ilişki yaşamaya başlıyor ve sadece sesini dinleyerek ve yaşadıkları bir tür ilişki, bu çok özel ve önemli bir şey haline geliyor. Bu bedensiz... Bu bedensiz seslerin ne olduğu, yine de ilişki kurmaya devam edeceğimiz bir şey olacak diye düşünüyorum. 
Şimdi, ses konusundan deepfake’lere [sahte videolar] geçmek istiyorum ve eminim çoğu insan deepfake’leri duymuştur. Deepfake’lerde, bir kişinin yüzünü başka birinin vücuduna yerleştirebilirsiniz. Dolandırıcılığın sonuçlarını bir düşünün. Bu çok meşhur bir video. 
"Düşmanlarımızın herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde, herhangi bir şey söyleniyormuş gibi görünmesini sağlayabilecekleri bir çağa giriyoruz. Bunları asla söylemesek bile, örneğin, bilmiyorum, bana Killmonger haklıydı veya Ben Carson Batık Yerde [Sunken Place, Get Out filminden bir zihinsel mekân] dedirtebilirler. Ya da şuna ne dersiniz, Başkan Trump tam tamına bir pislik. Şimdi, bunları asla söylemeyeceğim ortada, en azından bir halka seslenişte değil, ama bir başkası söylerdi. Jordan Peele gibi biri. Tehlikeli bir zamandayız, ileriye doğru giderken internette neye güvendiğimiz konusunda daha da tetikte olmamız gerekiyor. Bu, güvenilir haber kaynaklarına itimat etmemiz gereken bir zaman. Basit gelebilir ama nasıl ilerliyoruz? Bilgi çağı, hayatta kalmakla bir tür berbat distopya olup olmamak arasındaki fark olacak. Teşekkürler ve uyanık olun kaltaklar.” 
Size bir video daha göstereceğim ve sonra tüm bunları toparlamaya başlayacağım.
[Müzik]
[Video metinleri]
Kaynak denek
Hedef denek
Kaynak Video - Algılanan Poz - Kaynaktan Hedefe Sonuç
[Müzik]
Tamam, yani mevzuyu anladınız, değil mi? Neler olduğunu görüyorsunuz. Yani temelde deepfakelerde olan şey şu: Teknoloji öyle bir gelişiyor ki insan vücudunu ve özellikle ses, yürüyüş, duruşunuz gibi şeyleri çok benzeyecek şekilde haritalayabilecek durumdayız. Bunlar bizi gerçekten farklı kılan şeyler ve bütün bunlar tuhaf görünebilecek şeyler. Özellikle kameradayken ve insanlar sizin çok mükemmel olmanızı istediklerinde ve herhangi bir hata yapmadan bir konuşma yapmanız gerektiğinde, ama bunlar bizi esasında biricik kılan şeyler. Bunlar, teknolojinin yakalayabildiği ve sonra başka bir şeye aktarabildiği şeyler, asla yapmadığınız bir şeye. Deepfake teknolojisinin hepsini tam olarak anlamıyorum ama onu anlamaya ve nasıl çalıştığını öğrenmeye uğraşıyorum. Ama bence bu giderek daha ciddileşecek bir şey ve biz bunu daha da çok göreceğiz. Bu yüzden teknoloji geliştikçe, deepfakeleri tespit etmenin yollarını da bulan insanlar eminim vardır, böyle insanlar olduğunu biliyorum. Çünkü her zaman ters giden küçük şeyler görebilirsiniz. Ve şu sıralar, aslında var olmayan insanların yapay olarak oluşturulmuş bu suratları internette çok fazla dolaşıyor ve bu suratları gördüğünüzde normal insanlar gibi göründüklerini düşünüyorsunuz. Ama aslında çevrimiçi olan milyonlarca surattan oluşuyorlar. Sahte olduklarını nasıl anlarız? Gözlere ve gözlerin bir arada veya ayrık olması gibi şeylere bakmaya başlarsanız veya sistem her zaman doğru anlamadığı için her zaman küçük aksaklıklar olur. Protestolar gibi şeylerde agresif davranışları, saldırgan davranışları anlamak için vücut duruşunuzu, yürüyüş şeklinizi ve nasıl ayakta durduğunuzu anlamak üzere bu teknolojileri kullanıyorlar. Bu çok fazla kullanılacak. Birinin kötü bir niyeti olup olmadığını nasıl anlarsınız? Ya da birisinin nasıl ayakta durduğuna bakarak, davranışlarının değişken olup olmadığını, birine saldırıp saldırmayacağını nasıl anlarsınız? Ve bunun da yanlış olduğunu biliyoruz, kimin hedef alınacağını ve ne şekilde olacağını nasıl bilebilirsiniz. Demek istediğim, kapşonlu giysiler giydiğin anda, kim olursan ol, vücudun farklılaşır. Tıpkı yüksek topuklu giymek gibi, çoğunlukla spor ayakkabı giymeye alışkınsanız, yüksek topuklu giydiğiniz an aniden farklı bir kişi haline gelirsiniz. Bu yüzden, bu teknolojileri kimin kullandığına gerçekten dikkat etmeliyiz, hangi veri kümelerini topluyorlar, veri kümeleri nereden geliyor ve sonra bunları kimin uyguluyor. 
Hindistan, Bangalore'daki insanlarla çalışan Cambridge Üniversitesi'ndeki bilgisayar bilimcileri, protestolarda şiddet uygulayan kişileri veya protestolarda potansiyel olarak şiddet sergileyecek kişileri tespit etmek için bu teknolojiyi geliştiriyorlar. Bu yüzden, çoğunuzun bildiği bu tekinsiz vadi [uncanny valley] fikrine geçmek istiyorum ve Wikipedia maddesindeki bu tanımı gerçekten seviyorum. Bir robotla karşılaştığınızda ve onun insan olmadığını ve hiç de insan görünmediğini bildiğinizdeki o duygudur bu ve bunu anlarsınız ve sizi tuhaf hissettirir çünkü çok insani görünür ama değildir ve her zaman o uçurum vardır. Vadi, rahatlık duygunuz ile algınız arasındaki uçurumu ifade eder. Ama bence bu... Demek istediğim şu ki, bu şeyler korkutucu olsa da, durumu karmaşıklaştırmak için her zaman onu diğer tarafla dengelemeyi seviyorum. 
Şu şekilde bitirmek istiyorum... İnsanlara çok gerçekçi bir yakınlık ve bakım sağlamak için teknolojilerin kullanıldığı bazı başka türden yollar. Bu, insan olmayan, insansı olmayan ve insan olmaları amaçlanmayan bu tarz robotlar aracılığıyla oluyor. Bu Paro robotu ve en üstteki de Lovot, yeni bir robot. Paro aslında sanırım 10 yıldan beri var, Japonya'da geliştirildi. Japonya, tüm bu teknolojilerin geliştirildiği yerdir. Bence bunun, Japonların robotları insan görüntüsünde yaratılması gerekiyor gibi görmemesi gerçeğiyle de ilgisi var. İnsan merkez ve çıkış noktası değildir, çünkü Japon inanç sistemlerinde, bence Judeo-Hristiyan dinlerinin aksine, doğadaki cansız şeylerin kendi kimlikleri ve kendi enerjileri vardır. Ve bence bu tür bir kültürde büyüyen biri olarak, bu animizm fikri çok gerçek. Parobot aslında çok başarılı oldu ve mesela yaşlılar, demans hastaları, evsizler, otizmli çocuklar için Avrupa'da ve aynı zamanda Japonya'da yaygın olarak kullanıldı. Paro yumuşak, süngerimsi, sevimli bir oyuncak ama size tepki verir. Tıpkı hafızalı köpüğün robot hali gibi. Tuttuğunuzda bedeninize tepki verir, adeta size doğru eğilir. Bir çocuğunuz varsa veya birine sarıldığınızda yanıt verir ve nasıl kucaklanmak istediğinizi hatırlar. Ve bir insandan farklı olarak, örneğin bir ebeveynin otistik bir çocukla iletişim kurmaya çalıştığını varsayalım ya da demans veya Alzheimer olan yaşlı ebeveyninizle ilgileniyorsunuz, çoğu insan diğer kişinin bize nasıl tepki verdiğinden veya bize duygusal olarak yanıt vermemesinden etkilenebilirken, Paro robotu memnundur, nasıl dokunulmak istediğinizi hatırlayacak ve size yaklaşmayacaktır. Böylece kendi istediğiniz şekilde ona yaklaşabilirsiniz. 
Lovot'un yaratıcılarıyla birlikte... Biraz aptal ve sevimli ve de etrafta dolaşıp hatalar yapmaları ve bir şeyleri devirmeleri gerekiyor. Tam anlamıyla konuşmuyorlar, sadece komik, ciyaklayan sesler çıkarıyorlar. Ama evinizin haritasını ve neyi sevdiğinizi ve bir şeyler söyleyip söylemediklerini hatırlıyorlar. Alexa gibi değiller yani bir sonraki trenin ne zaman kalkacağını soramazsınız. Duygusal olması, destekleyici ve şefkatli olması gerekiyor. Bence işler biraz oraya doğru gidiyor ya da belki, bilmiyorum belki her zaman yalnızdık ve insanlık tarihi boyunca ilişkiler her zaman bir mücadeleydi. Bence bunlar, bu soruları gerçekten mecbur kılan, insan toplumunda başka yerlere sahip olabilecek teknolojilerin uygulamaları hakkında farklı bir şekilde düşünmemizi isteyen teknoloji uygulamaları. 
Bu yüzden burada bitirmek ve bu teknolojilerin çoğunun mahremiyet ve veri koruma konusunda endişeler yarattığını sadece özetlemek ya da tartışma yoluyla sorulara açmak istiyorum. Avrupa'da GDPR [Genel Veri Koruma Yönetmeliği] gibi düzenlemelere sahip olduğumuz için son derece şanslı ve minnettar olduğumuzu düşünüyorum. Ama yine de, başta da söylediğim gibi, Facebook ve Google’a bireysel olarak tepki veremezsiniz. Bunlar... Bir yerlere gidip, bir delikte yaşamanız gerektiği anlamına gelir. Verilerle bir şeyler yapan bu büyük şirketlere veri vermeden günlük hayatınıza devam edemezsiniz. Peki bu ne anlama geliyor, bu bizi nereye götürüyor? Demek istediğim, direnmemizin önemli olduğunu düşünüyorum ama düzenlemeye ihtiyacımız var ve bu yüzden GDPR gibi şeylerin iyi olduğunu, ancak daha da fazlasının olması gerektiğini düşünüyorum. Şimdi burada bırakmak istiyorum ve ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Bu örneklerden bazıları hakkında ne düşünüyorsunuz ve size neler hissettiriyorlar? Dinlediğiniz için çok teşekkür ederim.
[Alkış]
Çeviri: Ari P. Büyüktaş
Son Okuma: Kevser Güler, Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Kevser Güler tarafından seçilmiştir.
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Video
youtube
Dilin Silahlaştırılması, Transmediale, 2018
Kristoffer Gansing: Evet, herkese iyi günler, "Dilin Silahlaştırılması"na hoş geldiniz. Bu panelin, bu senenin teması olan “Face Value (görünür değer)” ile ilgili çok temel sorulara doğru gittiğini düşünüyorum. Şahsen bunu dört gözle bekliyorum. Bazılarınız bana Florian Cramer ve Angela Nagle arasındaki konuşmanın, diyalogun nasıl olduğunu sordu. Bence çok enerjik bir atmosfer vardı, bu panelde daha özel bir odakla ele alınmaya devam edecek bazı sorular tartışıldı.
Görünür değer hakkında düşündüğümüzde, bir tür canlanmayı düşünürüz. Çok genel bir düzeyde arka plan, aşırı sağın siyasi ana akıma doğru yeniden güçlenişine ve ayrıca farklı medya kanalları -tabii ki sadece sosyal medya değil- üzerinden yazıda ve konuşmada dilin mobilizasyonuna değiniyor. Ama bariz olanın ötesinde, burada da ele aldığımız nefret söylemi meselelerinin ötesinde, aslında bu temanın ilk ilhamı ifadelerdi. Mesela bir Theresa May ifadesinden örnek vereyim: kendisi Brexit'in ne anlama geldiği sorulduğunda "Brexit, Brexit demektir" dedi, biraz daha zorlandığında ise "Brexit, Brexit anlamına gelir çünkü o Brexit demektir" diye cevapladı. Sadece kendilerine atıfta bulunan, aslında hiçbir yere varmayan döngüsel bir mantıkla kendini kanıtlamaya çalışan bu totolojik ifadeler, dışlama mekanizmasından kaçınır. Bu, popülist diskur için oldukça tipik görünür bir konuşma şekli ve sanırım bunu, bu tür bir kısa ifade kültürünü, tabiri caizse görünür değerin iletişim kültürünü destekleyen çevrimiçi medya platformlarını nasıl kullandığımız üzerine düşünmeye doğru genişletebiliriz.
O halde böyle bir arka planla, dil ve bugünkü muhtemel krizi hakkında sorular sorabileceğimizi düşünüyorum -ki bunun her daim bir kriz olduğunu düşünüyorum, ama onun bugünün medya platformları, altyapıları ve farklı retorikleri açısından özgünlüğünü hesaba katarak… Ve elbette bir de, bugün bir karşılık vermeye çalışmanın olasılığı ve hatta geçerliliği sorusu var…
Ve pekala, panelin moderatörlüğünü Nelly Yaa Pinkrah üstlenecek. Nelly bir kültürel medya teorisyeni ve farklı projelerde yer alan bir politik aktivist. Dijital kültür, siyah feminist teori, dekolonizasyon ve kültürel tarihi birbirine bağlayan konular üzerinde çalışıyor. Lüneburg'daki Leuphana Üniversitesi'nde araştırma görevlisi  olarak çalışıyor ve Édouard Glissant ve Sibernetik konulu bir tez yazıyor. Ayrıca 2013'te Alman Medya Çalışmaları Derneği konferansını düzenledi ve o zamandan beri Leuphana Üniversitesi Dijital Kültürler Merkezi'nde çalışıyor.
O halde Nelly ve konuşmacılarımız, hoşgeldiniz.
Nelly Yaa Pinkrah:
Merhaba. Öncelikle, nazik tanıtımı için Kristoffer'a ve sizlere ve Unef’e beni bu panele moderatörlük yapmaya davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Hem burada yer alan inanılmaz konuşmacılar hem de bugün ele alacakları konu nedeniyle bundan gurur duyuyorum.
Konuşmacılarımız Sybille Krämer, Faisal Devji ve Nick Thurston. Ve önümüzdeki yaklaşık 90 dakika içinde neler olacağını hızlı bir şekilde anlatacağım. Çok kısa bir girişle başlayacağım, çok fazla zaman çalmak istemiyorum bu yüzden kısa tutmaya çalışacağım, ve ardından konuşmacılarımızdan her biri 15’er dakikalık konuşmalarını gerçekleştirecek. Hepsini konuşmalarının hemen öncesinde tanıtacağım ve ardından doğrudan tartışma kısmına geçmek istiyoruz. 
Çoğunuzun zaten bildiği üzere burada koridorların ortasına yerleştirilmiş iki mikrofon bulunuyor. Sizleri onları kullanmaya davet ediyoruz, lütfen utangaç davranmayın. Sohbete dahil olmanızdan çok mutlu oluruz. Ben de dikkatli olup sizleri fark etmeye çalışacağım.
Evet öyleyse şimdi başlıyorum ve önümüzdeki 90 dakika için çok mutlu ve heyecanlıyım.
Giriş konuşmama, kendini siyah, lezbiyen, anne, savaşçı ve şair olarak tanıtan Audre Lorde'den bir alıntı okuyarak başlayacağım. Bu alıntı 1977'de Şikago'daki Modern Diller Derneği’nde yaptığı bir konuşmadan alınmıştır ve daha sonra "The Transformation of Silence into Language and Action" adlı metnine dönüşecektir.
“Hırpalanması ve yanlış anlaşılması tehlikesine rağmen benim için önemli olanı konuşmanın, dillendirmenin ve paylaşmanın gerekliliğine yine, yeniden inandım çünkü konuşmak bana başka herhangi bir etkinin çok ötesinde bir yarar sağlıyor.”
“Ve kadınların sözcüklerinin duyulmak için haykırdığı yerde hepimiz bu sözlerin izini sürme, onları okuma, paylaşma ve hayatlarımızdaki karşılığı içinde değerlendirme sorumluluğunu taşıyoruz. Bize dayatılan ve sık sık kendimizinmiş gibi kabullendiğimiz ayrım safsatalarının arkasına saklanmama sorumluluğunu.”
(Meltem Ünel’in çevirisinden yararlanıldı: https://www.5harfliler.com/sessizligin-dile-ve-eyleme-donusumu/)
Bugün dilden geçmeyen hiçbir siyaset tefekkürü olamaz. Dilin aracı rolü ve gücü, diğer tüm araçlar için olduğu gibi, çoğunlukla gizli veya en azından belirsiz kalır. Bununla ilgili söylemin mevcut konjonktürü kesinlikle sosyal medya ağları, çevrimiçi forumlar ve medya organları üzerinden işleyen ırkçılık, faşizm, popülizm, sağ partiler, otoriter rejimler, nefret ve terörist gruplarının yükselişi ve/veya yeniden ortaya çıkışı ile güçlendirilmiştir. Bunlar, yeniden yorumlama, yeniden etiketleme ve anlam kaydırma pratikleri aracılığıyla söyleme egemen olmak için manipülasyon yapar, ikna eder, propaganda yapar, reklam yapar, itiraz eder ve kışkırtırlar. Bunların hepsini belli başka durumlarda tahrip edici pratikler olarak adlandırırdık. Yani kavram ve tanımlamaların anlamlarında bir değişim görmekteyiz. Dil, hakikati ve olguları gizlemek için kullanılıyor, zaten aslında hepimiz sözüm ona post-gerçeklik ve post-olgusal çağın kurbanları olarak adlandırılıyoruz. Fakat dilin gerçeği saklamak için kullanıldığını söylerken aynı zamanda ‘düşmanın gizli tuttuğu her şey’ varsayılarak alaya alınan dil kavramının ta kendisinden bahsediyorum. Düşman, bizim Almanya’da, sol’un içinde "lügenpresse", yani "yalancı basın” dediklerimizdir. Bu, siyasi müzakerelerde gerçeğin eksik olduğu anlamına gelmez fakat aslında bir taşma söz konusudur.  Öyle görünüyorki, Nick Thurston'ın "Nefret Kütüphanesi" sergisinde mükemmel bir şekilde görebileceğimiz gibi manşetlerle, moda sözcüklerle ve forum başlıklarıyla bir düşünme söz konusudur. Ve bu bir fikrin bir şekilde ifade edilmesine veya bir yalanın yazılmasına, halihazırda verilmiş bir yargının açıkça belirtilmesine izin verir fakat herhangi bir izahat, belirsizlik, şüphe, kararsızlık veya eleştirel katılım imkanı için ne yer,  ne zaman ne de gerçekten bir teşvik vardır. Öyleyse gerçek, gerçek olmasını istediğiniz her şeye dönüşür; artık müzakerenin bir parçası değil, pratikte kişinin kendi dünya görüşünü ve düşüncesini onaylamasıdır.
Victor Klemperer bize, küçük dozlarda bile olsa devamlı tekrarın yarattığı dilsel vahşetin daimi varlığının, onun şablonlarının kafamıza nasıl yerleşmesini sağladığını öğretti. Ve Faisal Devji'nin Transmediale yayınındaki makalesinde yazdığı gibi: "Komplolar, ancak defalarca tekrarlanarak ve kitleler ve belirli medya kuruluşları tarafından onaylanarak gerçek olma statüsüne ulaşırlar." Dolayısıyla, kelimelerin meta haline geldiği ve dilin akışkanlığının tehlikeye atıldığı dijital çağda dilin değeri - Pep Thornton'un harika teorik ve pratik çalışmasında gösterildiği gibi - algoritmik süreçlerin, filtreleme mekanizmalarının, bilgi dolaşımının durumunu değiştiriyor ve büyük özel şirketler tanımlamanın -bizim anladığımız şekliyle gerçek, anlam, bilgi ve veri arasındaki ilişkinin- nasıl çalıştığı konusundaki rollerinde afallamaya başlıyorlar.
Aslında bu giriş konuşmasına Audre Lorde'den bu alıntı ile başladım çünkü dilin gücünü, güçlendirici niteliğini, şu anda yaşamakta olduğumuz bu çok güncel durumda veya tarihin bu çok özel anında vurgulamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. O halde herhalde çok aciliyetli olan bir soru şudur: “Her şeyden önce bu durum nedir?" Ben az önce şahsen yaptığım tespitlerden bazılarını ağzımdan kaçırdım ve durumu etiketleyecek, tüm sorunları adlandıracak, bize anlatacak, çözümler önerecek sayısız daha fazlası var. Fakat aynı zamanda herhangi bir şeyi ve her şeyi, sadece etrafta veya el altında dolaşan belli kavramlar ve moda sözcükler vasıtasıyla saptamak konusunda çok daha dikkatli davrananlar da var. Ben aslında kesinlikle, normal olarak ikinci grubun bir parçasıyım, çünkü birinin kullandığı dilin farkında olmanın, onu nasıl kullandığını, başkaları tarafından nasıl kullanıldığını, keza bizi nasıl kullandığını, birini ne zaman, nerede ve ne kadar sınırladığını ve farkında olmanın ve aynı zamanda duyulmak, güçlenmek, birbirimize ve dünyaya yönelik bir anlayış geliştirmek ve aslında tamamıyla bir şeyi nasıl bilebileceğimizi bulmak için nasıl kullanılabileceğini sorgulamanın hayati olduğuna inanıyorum.
Bugün bu panelde bu konulardan bazılarının ele alınacağını sanıyorum, konuşmaları dinleyeceğim için gerçekten çok heyecanlıyım. Dilin silahlandırılması çok yönlü bir konu ve bugün bunun hakkında sizleri dinleyeceğiz. O halde Sybille Krämer ile başlayalım.
Sybille Krämer, Berlin'deki Free University'de felsefe profesörü olarak görev yapıyor. Tokyo, Viyana, Graz, Zürih ve Lozan'daki üniversitelerde misafir öğretim üyesi olarak bulundu. Brüksel'deki Avrupa Araştırma Konseyi Bilimsel Paneli üyesi ve Alman Araştırma Vakfı Senatosu ve Wissenschaftskolleg zu Berlin'in daimi bursiyeriydi. Almanya'daki pek çok kurumda çalıştınız ve çalışma alanlarınız epistemoloji, akılcılık, medya felsefesi ve kültürel teknikler teorisini kapsıyor. 
Böylece sözü size bırakıyorum, lütfen Sybille Krämer’e hoşgeldin diyelim.
Sybille Krämer: Teşekkürler Nelly. Ayağa kalkıp bunun işe yarayıp yaramadığını denemeye karar verdik çünkü bir elimde mikrofon bir elimde kağıdım varken biraz zor oluyor. Bu ana dilim olmadığı için kâğıttan okuyacağım.
Silahlaştırmadan söz etmek, dilin güç, kuvvet, şiddet olduğu anlamına gelir. Almanca’da “gewalt” kelimesi iki yönlü bir anlama sahiptir. Bir boyutuyla şiddet, kaba kuvvet, yıkıcı bir şey anlamına gelir. Diğer boyutuyla idari bir otorite anlamındaki resmi güçtür, “ans gewalt, gewaltentailung”- devlet açısından yapıcı bir şeydir. Konuşmamın temel fikri, yıkıcı şiddet ile yapıcı güç arasındaki bu farkın dile ilişkin de bulunabileceğidir. Bir yandan bu, dilin insanları yaralama ve aşağılama gücü ile ilgili, diğer yandan da makineleri çalıştırma ve yönetme talimatları olarak yazı dilinin gücü ile ilgilidir. Konuşmamın amacı bu iki işlevin neden tek başına dil tarafından yerine getirilebileceğine yönelik bir açıklama sunmaktır.
Dil, Almanca’da dediğimiz gibi -Schall und Rauch- ses ve duman değil midir? Neden konuşma ile incinebiliyoruz? Bir sözcük fiziksel anlamda bir şey değildir, bir taş, bir silah değildir ancak nefret söylemi, kişisel saldırı, taciz, ayrımcılık dilin içindeki gündelik birer olgudur. Ve bu modern bir sorun değil, bir İnternet sorunu değil, genel olarak dil ile ilişkilendirilen bir fenomendir. Filozof J. L. Austin, 1962 tarihli “Söylemek ve Yapmak” adlı kitabında, konuşurken dünyayı yalnızca anlatmadığımızı, aynı zamanda dönüştürdüğümüzü de gösterdi. Bunu dilin performatif boyutu olarak adlandırdı. Normalde dili performatif bir şekilde kullanmak, bunu yapmak için sosyal olarak yetkilendirilmiş olmaya bağlıdır. Bu yüzden bir yargıç hüküm verebilir, bir rahip çiftleri evlendirebilir, bir başkan -öyle ya da böyle- savaş ilan edebilir. Ancak birine sözcüklerle hakaret etmek sosyal olarak yetkilendirilmeye bağlı değildir, günlük bir vakadır. Bu nasıl oluyor?
Yazar Ernst Kantorowicz kralın iki bedeninden söz ediyordu, fakat bu iki bedene sahip olma özelliği artık her insanda olmaya başladı. Bir tarafta fiziksel bir bedenimiz var, diğer tarafta sembolik olarak kurulan bir bedenimiz var. Fiziksel bir varlık olarak uzay ve zamanda bir yer işgal ediyoruz. Bir yere sahip olmak fiziksel konumundan edilmek anlamına gelir, yani bir ihraçtır, materyal şiddetin prototipik sahnesidir. Buradaki mesele sembolik bedenimizin bile bir yeri olduğudur: bu, toplumda resmi ve gayriresmi sosyal etkileşim ve ilişki ağları içinde işgal ettiğimiz sembolik konumdur. Bir isme ve adrese sahip olmak bir sosyal ağın içinde bedensel bir varlık olmanın belirtisidir. Önemli bir nokta sembolik konumun herkes için bir defada atanmıyor olması, diğerlerinin kabulüne dayanması ve buna göre üretilmesidir. Sosyal etkileşim nefrete, ayrımcılığa, hakarete dönüştüğünde, bir insanı sembolik bedensel bir varlık olarak kurulduğu ve alan kapladığı yerden eden bir şiddet eylemi meydana geldiğinde kabul engellenir. Fiziksel ve sembolik boyutların her ikisinin de insan bedenselliğinin kipleri olduğunu hatırlayalım. Sembolik şiddetin her zaman fiziksel refahı veya ızdırabı doğrudan etkileyen somatik bir etkiye sahip olmasının nedeni budur. Sembolik bedenin sosyal etkileşimler ağındaki konumu ile belirlendiğini fark ettiğimizde, dijitalleşmenin nefret söylemini ve sembolik aşağılamayı arttırıyor olduğu da netlik kazanır. Elektronik ağ bir yankılama ve güçlendirme alanıdır, bir dev aynasıdır. Toplumdaki sembolik konumumuz sosyal medyanın dijital ağındaki yerimize bağlıysa - ve bu sosyal medyanın sahici işlevi olabilir - o zaman sosyal ağların katılımcısı olarak bizlere zarar veren tipik eylemler oldukça etkili hale gelir. 
Genellikle şiddet içeren dil iletişimin bozulması açısından bir kötüye kullanım olarak kabul edilir. Dilin sıradan ve şiddet içeren kullanımları kültür ve barbarlığın, iyi bir şey ve kötü bir şeyin birbirleriyle kurduğu ilişkiye benzer görünüyor. Fakat bu görüntü fazlasıyla basit. Şiddet içeren konuşmanın aynı zamanda kültürel bir nitelik olduğunu, estetik, politik ve dini geleneklerimizin ayrılmaz bir parçası olduğunu hatırlatmamız gerekiyor. Tarihsel ve kültürel olarak risale, eleştirel komedi, aşırı iğneleyici polemikler her zaman münazara kültürünün bir parçasıdır. Şiddet içeren bir dile nasıl direnilebilir? Bununla nasıl mücadele edilebilir?
İki tür olası müdahaleyi ayırt etmek gerekiyor; Siyasi doğruluk ve hukuk arasındaki alanda konumlanan, yasaklamayı hedefleyen müdahaleler. Bunun riski sansür ve ifade özgürlüğünün kısıtlanmasıdır. İkincisi, nefret şiirine benzer estetik politik pratiklerde olduğu gibi oyuncuların sahnede rencide edici sözleri tekrarlamasıyla şiddet potansiyelini dönüştürmeyi amaçlayan müdahaleler.
Şimdi makinelere dönelim. Sadece insanların değil dillerin de maddesel bedenleri var. Maddesellikleri yazılı bilime dayanıyor. Dil bir kez yazı formunu alınca artık sadece bir iletişim aygıtı değil bir düşünme ve hesaplama aracı haline gelir. Hint matematiğinin icat ettiği ve Arap alimleri tarafından Avrupalılara getirilen ondalık basamak sistemini düşünün. Hindu-Arap rakamları, sayıları abaküs veya hesaplama panosu yardımı olmadan hesaplamayı mümkün kıldı. Yine de filozof Leibniz sayıları makinelere geri getirdi: bir makineye talimat vermek için en ideal kod olan ikili sistemi icat etti -çünkü hepinizin bildiği gibi bu sistem elektrik ve optik sinyallere çevrilebilir. Artık dil tarafından kontrol edilebilen makineler mümkün. Makinelerin çalışmasını sağlayacak gücü elde etmek için, bildiğimiz gibi, dilin yazılması gerekir. Yazıyor olmak ayrıksı olmak, süreksiz bir sembolik sistem olmak demektir. Akıcılığı ile konuşma dili münferit değildir, bununla beraber alfanümerik yazı, dijitalin prototipidir. Dijitallik ilkesi, bir sürekliliğin ayrıksı öğelere ayrıştırılmasını ve bu öğelerin keyfi olarak yeniden düzenlenmesini içerir. Dijitalleşmenin biçimselleşmesi bir madalyonun iki yüzüdür. 
Bilgisayarın harici bir makine olarak icat edilmesinden çok önce kendi içimizdeki bilgisayarı, yani asıl kişisel bilgisayarı, karmaşık bilişsel işlemleri yapabilmek için kâğıt, kalem ve formal bilim sistemleri kullanarak geliştirdik. Kişisel bilgisayar tanımı başlangıçta, bilgisayarlaşma öncesi dönemde çok fazla hesaplama yapan kadınları tanımlamak için bulunmuştu. Fakat dijitalleşmeyle birlikte algoritmalara içkin olan dilin gücü önem kazanıyor. Kâğıt üstünde yazmak ve hesaplamak tamamen kontrol edilebilir iki boyutlu bir alanda çalışmak anlamına gelir. Bu yüzey alanı, sanatsal ve bilimsel faaliyetin bir aracı olarak düzleştirme denen kültürel tekniğin bir ürünüdür. Ancak kâğıt bir sayfa grafik kullanıcı arayüzüne dönüşür dönüşmez derinlik geri gelir. Yalnızca makine etkileşimlerine ve veri ağlarına yönelik, karşısında oturan kullanıcı için tamamıyla kontrol edilemez olan bir arka plan yaratılır. Yazılı ve okunabilir bir yüzeyin sahici şeffaflığı, sadece web'in sonsuz boyutları içindeki teknik protokoller tarafından kontrol edilen etkileşimli algoritmaların opaklığı haline gelir. Ve arayüzün duyusal olarak yüklü bir ortama doğru süregiden yokoluşuyla birlikte opaklık ve şeffaf-olmama süreci katlanacaktır. Bir idari otorite olarak dilin modern biçimi, deyim yerindeyse, teknik protokollerin ve veri akışlarının derinliklerinde hareket eden, kullanıcılar tarafından görülmeyen ve erişilemeyen bir makine dilidir.
İşte, dilin iki yüzü olan makine gücü ve insan şiddeti hakkındaki kısa hikayem. 
Nelly: Bu katkı için çok teşekkürler Sybille Krämer, Faisal Devji ile devam ediyoruz.
Faisal Devji, modern Güney Asya tarihinde bir okutman ve Oxford Üniversitesi'nde St. Antony's Koleji bursiyeridir. Hint siyasi düşüncesi ve küresel arenada etik ve şiddet konularıyla ilgileniyor. Kendisi "Landscapes of the Jihad: Militancy, Morality, Modernity”, “The Terrorists in Search of Humanity: Militant Islam and Global Politics”, “The Impossible Indian: Gandhi and the Temptation of Violence” ve “Muslim Zion: Pakistan as a Political Idea” adlı dört kitabın yazarı.
Sizi aramızda görmekten çok mutluyuz, lütfen Faisal Devji’yi karşılayalım.
Faisal Devji: Biliyorsunuz, şayet biz kelimesini kullanmam mümkünse, aşk ya da nefret gibi güçlü duygulardan bahsederken sanki bu duyguların veya bu güçlü hislerin mekânsal bir derinlik ve yüzey mantığıyla ilişkili olduğunu farz ederiz –yani nefret ya da aşk kadar güçlü herhangi bir şey derinlerden bir yerlerden geliyordur... Birinin içindeki o derin yerden... Bir yandan da elbette bu, iki boyutlu dünyada kolaylıkla işlemeyecek psişik yaşamı mekânsallaştırdığımız bir dil oyunudur. Diğer yandan bu derinlik ve yüzey tasavvurunun metafizik bir arkaplanı da var. Tahmin edebileceğiniz gibi, iyilik –ahlaki veya aşkın, ilahi bir iyilik– gibi yukarıdan gelenler ve yerin derinliklerinden gelenler: Kötü, günahkâr düşünceler, duygular. Peki ya –belki deneysel olarak– tam tersinin olabileceğini öne sürsek... Bu doğru olmasa bile, en azından aşk ve nefret gibi güçlü duygulara bakmanın daha ilginç bir yolunu önerir. Peki ya burada ilginin odağı derinlik değil yüzeyse?
Öyleyse ya nefret ve aşkın derinlikle, derinlik diliyle bağlantılı olduğu yönündeki yaygın görüşten uzaklaşırsak ve Freudcu sekülerizmin ötesindeymiş gibi hareket edersek? -Çünkü bir bakıma Freud gibi biri duygunun aşağıdan, bir şeyin altından, büyük bir derinlikten geldiği düşüncesini mekansallaştırdığında yaptığı şey, yukarı ve aşağı şeklindeki metafizik ayrımlar kümesini de sekülerleştirmektir. Peki ya, mesela 18. yüzyıl tasavvurunun yoğun duyguları nasıl görselleştirdiği üzerine düşünürsek?
Bunu yapmanın bir yolu, Norman O. Brown’un argümanında olduğu gibi nefret ya da aşk gibi güçlü duyguların aslında geçici olduğunu öne sürmekti. Onların derinlikle hiçbir alakaları yoktu, yüzeydeydiler, yüzeyin aldatmacasından ibarettiler. Onları bu kadar sorunlu kılan şey tam da geçici olmaları, kendilerini yüzeyde açığa vurmalarıdır. Ve bu nedenle tüm iyi insanların görevi kişiliklerini bir tür derinliğe oturtmak olacaktır. Ve bunu yapmanın başlıca yolu, esasen 18. yüzyılda ama 19. yüzyılda da, Norman O. Brown'un savunduğu gibi, menfaatlerle tutkuları dengelemeye çalışmaktı. Öyleyse kendilerini yüzeyden çıkaracak tutkuların, doğası gereği geçici olan şeylerin yıkıcılığıyla başa çıkmak için yapmanız gereken şey, karakter ve kişiliği mülkte birbirine bağlamak, kendinizi menfaatlere dayandırmaktı. Menfaat her zaman sahip olduğunuz bir şeyle ilgilidir: genellikle toprak mülkiyeti, arazi mülkiyeti ve diğer maddi olmayan mülk çeşitleriyle. 
Kendinizi nasıl temellendirirsiniz? Sahip olarak. Ya kendinize, duygularınıza sahip çıkacaksınız ya da toprağa, taşınabilir mallara sahip olacaksınız ve sizi bunlar temellendirecek. Bu, bahsettiğim duyguların geçici oyunlarına direnmenizi sağlar. Ve elbette 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın başlarında, demokrasinin ilk günlerinde, oy hakkı için mülk sahipliği şartı olmasının bir nedeni de budur. Oy kullanabilmek için mülk sahibi, yani genellikle erkek olmanız gerekiyordu ve bu yalnızca bir dışlama yöntemi değildi -tabi aynı zamanda öyleydi de. Bu tür bir dışlama şu argümana dayanıyordu: yalnızca belirli bir tür mülke sahip olan insanlar, toplumlarında gerçekten yerleşmişlerdir. Çıkarları vardır, bu nedenle aşk veya nefret gibi anlık duygu oyunlarıyla ayakları yerden kesilmez. O halde bu sadece dünyaya kapitalist bakışın dayanak noktası olmakla kalmaz, kim olduğumuzu, kendimizi nasıl tanımladığımızı ve eylemlerimizi nasıl anladığımızı da tanımlar. Dolayısıyla, 18. yüzyılın sonlarından 19. yüzyılın başlarına kadar olan bu dönemden itibaren, yüzeydeki tutkular oyununu bir kenara atmayı veya sınırlandırmayı amaçlayan menfaatler üzerine kurulu bir dünyaya direnmek, itiraz etmek veya savaşmak isteyen tüm kişi ve hareketler aynı zamanda modern toplumun tam kalbindeki mülkiyet kurumuna karşı da savaşmak zorundaydı. Yani şunu iddia ediyorum; menfaat ve mülkiyet el ele yürürler.
 Komünizmin çok iyi bilinen işaret etme yollarından biri menfaati diğer yönden ele almaktır. Böylece -belli bir çıkar grubu, yani kapitalist bir kategori olan- proletarya fikrine ayrıcalık tanımanız gerekir. Proletarya zafer elde ettiğinde —kapitalist sınıfın yıkımı— devletten ve böylece mülkiyet mantığından ve dolayısıyla menfaatlerden kurtulursunuz. Ancak menfaat eleştirisi geliştirmenin tek yöntemi bu değildir. Ve Avrupalı güçlerin mülkiyet hakları aracılığıyla sık sık görünüşte var olmayan menfaatleri tesis etmeye çalıştığı sömürgeleştirilmiş dünyaya bakarsanız, farklı bir takım endişeler gündeme gelecektir.  
Bu noktada çok kısaca modern tarihin muhtemelen en ünlü sömürge karşıtı figürü olan Gandhi'ye odaklanacağım. Temelde "menfaatler en az iki şekilde olanaksızdır" diyen Hintli düşünür Mahatma Gandhi’ye…
Menfaatler bir anlamda olanaksızdır çünkü evrenselleştirilemezler. Mülkiyet, özellikle Hindistan gibi sömürgeleştirilmiş bir toplumda, evrenselleştirilemez. Yani menfaat tanımı gereği sınırlıdır, müstesnadır ve şiddet içeriklidir. Gandhi'nin öne sürdüğü menfaatin bir diğer kısıtı da, tıpkı şiddet gibi tutkuların da hep var olacağı, onlardan asla gerçekten kurtulunamayacağı, hatta kayda değer ölçüde sınırlandırılamayacakları düşüncesidir. Soru, birinin bir diğerine nasıl dönüştürülebileceğidir. O halde Gandhi’ye göre mülkiyet evrenselleştirilemediği için menfaatler evrenselleştirilemiyorsa bu dünyaya ya da bu menfaat yapısına tam olarak nasıl itiraz edebilirsiniz?
Bunu yapmanın bir yolu tutkuları sınırlandırması beklenen menfaatleri serbest bırakmaktı ve Gandhi bunu fedayı çağırarak yaptı. Şimdi elbette, bu düşünme biçiminde çok riskli ve tehlikeli bir şey var çünkü menfaatle sınırlandırılması amaçlanan tutkuları serbest bıraktığınızda, iyinin yanı sıra kötü olanı da elde edersiniz. Lakin Gandhi için bu risk alınmaya değerdi. Nefret gibi duygularla ve onların neden olduğu şiddetli sonuçlarla yalnızca sevgi gibi diğer duygular aracılığıyla mücadele edilebileceğini, bunların benzer bir mantık izlediğini düşünüyordu. Karşısındaki problem kendi kişiliğinde örneklemekte uzmanlaştığı sömürge karşıtı eylemin bu feda etme biçiminin aşırılıklarını nasıl önleyeceğiydi. Sanırım yaptığı şeyleri size hatırlatmama gerek yok: ölüm orucu tutmak, kaba kuvvetle, vahşi şiddetle yüzleşmek, kendisini öldürülme ihtimaline maruz bırakmak ve başkalarından da bunu yapmalarını istemek… İnsanların bu türden bir direniş biçimine karşı temkinli davranmak yerine kalabalık sayılarda gönüllü olmalarını ve feda etme eylemlerini, aslında yapmamaları gerekirken, daha yaygın hale getirmelerini önlemesi gerektiğini farketti. Yani sorun, menfaat yanlılarının bize anlattığının tersiydi. Mülkiyete duyulan ilgi üzerinden tanımlanan bir dünyada yetişiyor ve yaşıyorsak, bu feda etme biçimlerinin akla hayale sığmaz olduğunu, insanların fedakarca ya da kurban tutumuyla davranmasını sağlamanın çok zor olduğunu düşünürüz, fakat aslında baktığımız hiçbir yerde durum böyle değildir. 
Örneğin Gandhi'nin argümanı günlük yaşamımızda insanların birbirleri için fedakarlık yapmasının olağan olduğudur; anne babalar çocukları için kendilerini feda eder, çocuklar anne babaları için, aşıklar, arkadaşlar birbirleri için fedakarlıkta bulunurlar. Eğer fedakarlığı günlük hayatın en küçük ilişkilerinde bulabiliyorsanız, neden onu daha büyük olan siyasi yaşamın ve siyasi ilişkilerin alanında da bulamayalım? Gandhi bunu yapmanın aslında mümkün olduğunu ve insanların kendi hayatları da dahil birçok şeyi feda etmeye gönüllü ve hazır olduklarını fark etti. Fakat onun için sorun, insanların pek gerekli olmayan fedakarlıklarda da bulunmalarını önlemek için bu tür feda eylemlerinin nasıl dizginleneceğiydi. Bugün karşı karşıya olduğumuz sorun, belki de yüzyılımızın Gandhi’den sonra en büyük şiddet ve fedakarlık şiddeti düşünürü olan Usame bin Ladin gibi Gandhi karşıtı birinin de karşılaştığı benzer bir sorundur: Cihatçıların gelip gönüllü olmaları, kendilerini havaya uçurmaları ve bu sırada başkalarını da öldürmeleri… Aynı Gandhi gibi, fedakarlık fazla kolaydı. Bunu gerçekten de nasıl dizginleyebilirsiniz?
Gandhi’ye göre bu türden fedakarlıkları dizginleyebilirdiniz çünkü bunlar günlük sosyal ilişkilerle bağlantılılardı, bu tür hareketleri sınırlandırabilecek günlük bir yaşam söz konusuydu. Bin Ladin ve bin Ladin'in dünyasıyla ilgili problem ise gündelik yaşamın artık var gibi görünmemesidir; tahrip edilmiş olmasıdır, kesin gibi görülen bir görüşün, feda etme mantığını sınırlandırabilecek kabul edilmiş bir yaşama ve yapma etme biçiminin olmamasıdır. 
Az önce fedakarlık, menfaatler ve mülkiyet hakkında kısmen tutarlı bir şeyler söyledim, buradan biraz daha ilginç bir noktaya geçmek ve bu şeylerin siyasetimizde, çağdaşın siyasetinde kendilerini nasıl ortaya koyduğundan bahsetmek istiyorum. Ve önermek istediğim şey şu ki, Gandhi tarafından sömürge dönemlerinde ve bin Ladin’in yüzyılımızın en başında tam tersi yönde işaret ettiği türden şeylerin şimdi siyasi ve kültürel yaşamın çağdaş biçimlerine yayılmış olduğudur. Yani çıkarlar artık kaleyi korumuyor gibi… Bizi bulunduğumuz yere bağlaması ve tutkuların oyunlarını sınırlandırması anlamına gelen şeyin kendisi buharlaşmış görünüyor ve bunu özellikle Batı’da, zamanımızın siyasi partilerinde çok net bir şekilde görebilirsiniz. Neticede siyasi parti, çıkarları, çıkar gruplarını temsil etmek için inşa edilmişti ancak bugün ister Amerika Birleşik Devletleri'ne ve Cumhuriyetçi Parti'ye, ister Hindistan'a ve BJP'ye, ister Fransa'ya bakın, görmekte olduğunuz, eskiden beri süregelmekte olan önemli siyasi partilerin yabancı maceraperestler tarafından ele geçirilmesi ve içlerinin tamamen boşaltılmasıdır. Bu olağanüstü bir durumdur. Bay Trump, ya da aslında Fransa’daki Mösyö Macron gibileri bu önemli organizasyonları devralmak için bir anda ortaya çıkmışa benzerler. Macron’un durumunda…  Abartısızca var olan partileri yıkıp hiç yoktan kendi partisini inşa ediyor gibi. Bu siyasi partilere yüzyıllarca değilse bile on yıllardır rehberlik eden çıkarları —pek heybetli görünen çıkar gruplarını— yok etmek nasıl mümkün olabilir? Siyasi yaşamımızda önde gelen bu menfaat biçimlerinin altını nasıl gerçekten oyabiliriz? Bence bu, menfaatler ve temellenme ile tanımlanan sosyal ilişkilerin ve bir kategori olarak menfaatlerin belirsizliğini ve en azından kısmi yıkımının harika bir örneği.  
Bu seçimlerden sonra gerek Fransa, gerek Hindistan, gerekse Amerika Birleşik Devletleri’nde tuhaf bir nostaljik tepki söz konusu. Örneğin eleştirmenler şöyle iddialarda bulunuyorlar: "bu işçi sınıfının yükselişidir, işçi sınıfının dirilişidir ve hepsi birlikte çay partisine gitti, hepsi sağa yöneldi” veya "bu üst sınıfın akıllıca manipülasyonu” ya da biliyorsunuz, “işçi sınıf duyarlılığı…” Ben bunları menfaat biçimlerini kurtarmaya yönelik oldukça çaresiz girişimler olarak görüyorum: sınıfı mesela, aynı zamanda ırkı ve bazen cinsiyeti de -ki bunlar şu anki durumumuzda tam olarak yitip gitmekte olan şeylerdir. Bu koşullarda sınıftan bahsedilecekse bakılması gereken asıl sınıfın, Marksist terminolojiye atıfla, sınıf-olmayan, lümpen proletarya, —diğer bir deyişle tüm mevcut ve evvelki sınıfların döküntüsü— olduğunu düşünüyorum. Sınıf yok… Bence, Amerika Birleşik Devletleri'nde hem solun hem de sağın, işçi sınıfı olduğunu sandıkları -sağa yönelmiş gibi görünen- bir şeye kaygıyla bakıyor olmaları böyle bir şeyin aslında var olmadığını gösterir. Tıpkı Hillary Clinton ve önceki tüm Amerikalı politikacıların atıfta bulunduğu orta sınıfın bir efsane olması gibi, şimdi gerici ve faşist olmaya başladığını düşündüğümüz işçi sınıfı da öyle. Gerçekte olan şey, artık bizimle olmayan bir derinliğin yeniden çağrılması gibi…
Böylece bu konuşmanın başındaki ilk önermeme, bu derinlik varsayımına dönersek; tüm duygular, aşk gibi nefretin de, derinlerden, içeriden, psikanalitik, politik ya da tarihsel olarak başka birçok şekilde geçmişten geldiği fikrine… Irkçılığın, cinsiyetçiliğin, milliyetçiliğin ya da aslında dinin yükselişini veya dirilişini gördüğümüzde, gerçekte gördüğümüz şey artık bizimle olmayan kimliklerin abartılmış zikridir. Kesintisiz bir çizgi yoktur. Bunların abartılmaları gerektiği gerçeği, onların ölü olduklarını, tuhaf bir şekilde vampirimsi ve hayalet figürler olduklarını gösterir. Size birkaç örnek verirsem bunu açık bir şekilde görebilirsiniz. Örneğin Avrupa'da milliyetçiliğin büyük bir şey haline geldiği bu yeni yolda bugün iki tür ulusal uyanış var. Bir yanda egemenlikten yoksun, tuhaf, bir tür belediye benzeri olan bir biçim var, İskoç Bağımsızlık Hareketi ya da AB'nin varlığını kabul eden, egemenlik veya kendi para birimini istemeyen Katalan Bağımsızlık Hareketi gibi. Bir taraftan bu tür bir milliyetçilik, tüm geleneksel milli aidiyet, sadakat ve vatanseverlik fikirlerinin ve tüm diğerlerinin içi boşaltılmış halidir. Diğer taraftan da elbette Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi gibileri var.  Avrupa düzeyinde, Avrupa medeniyetine ve kültürüne dair belli fikirlere sahipsinizdir -ki bunlar yine oldukça tartışmalı konulardır çünkü aslında her şeyden önce ortada böyle bir şey yoktur.
İslamofobik tartışmalara ve anlatılara bakarsanız sanırım İslamofobinin, şu yeni terimin, bu kadar popüler olmasının pek çok nedeninden biri neredeyse tamamen kıskançlık diliyle ifade ediliyor olmasıdır. "İslam'ın sorunu, Müslümanların sorunu, onların biz Avrupalıların sahip olmadığı bu tutku, duygu, bağlılık, sadakat derinliğine sahip olmalarıdır.” İşte orada da oyunun açık verdiğini görürsünüz. Diğerinin yoğunluğuyla, derinliğiyle, kararlılığıyla olan kıskanç ilişki, kendileri de bu yüzden tamamen birer yüzey oyunu olan bu yeni hareketleri karakterize eden şeydir.
Bu noktada çok hızlı bir şekilde bitireceğim. Antropolog Arjun Appadurai Hindistan'da toplumsal veya dini şiddet olarak bilinen şeye bakarken bunun güzel bir örneğini verir. 1990'larda başlayan bir dizi isyan olayındaki son derece vahşi ve grotesk olan şiddetin çok zahmetli olduğunu fark eder. Yani mesela sadece hamile kadınları bıçaklamıyor fakat fetüsleri çıkarıp yakıyorlar, sadece bedenlerini açmıyor, bağırsaklarını söküp atıyorlar. Genel olarak derinlerde hissedilen derin, yerleşik, yoğun bir şiddetin belirtileri olarak görülen bu acımasız eylemlerin aslında yüzeysel -o bu terimi kullanmıyor- olduklarını, epistemolojik olduklarını ve aslında hiç de duygu olmadıklarını söylüyor. Bu tür zahmetli ve amaçsız şiddetin -yani insanı öldürdükten sonra bu şekilde parçalamanın anlamı nedir?- adli bir tür şiddet olduğunu savunuyor. Bu, bir şeyin arayışında olan bir şiddet. Ötekilik, yoğunluk, derinlik…  Kişiyi bir başkası yapan, nefret ettiğin biri yapan, düşmanı düşman yapan şey nedir? Bunun,  [Appadurai’nin] etkileyici bulduğu epistemolojik bir tarafı var. Ve bence bu benim argümanım için de çok iyi bir örnek teşkil ediyor: kültürel ve politik yaşamımızın yüzeyinde kendini gösteren tüm büyük duyguları belki de tarihsel, kişisel veya kolektif geçmişlerimizin derin ve kutsal yerlerinden yüzeye çıktıkları şekilleriyle değil de kültürel, politik ve psişik hayatlarımızın kımıldanışı, şeylerin yüzeyinde oynayışı şeklinde görmeliyizdir.
İslam’dan söz açmış olduğum için buna en iyi örneğin, tam olarak yüzeyde olduğu için bu kadar yoğun, kırılgan, hassas olan militan şiddet olduğunu öne sürerek bitireceğim. Bunun Londra'daki 7/7 El Kaide bombalamaları kadar erken bir tarihte kabul edildiğini gördük çünkü bu bombalamalardan çıkan istihbarat komitesi raporunu okursanız, İstihbarat Komitesi'ni afallatan tek şey bu olaylarda beyin yıkamanın söz konusu olmayışıydı. İnsanlar eski moda bir şekilde şiddete – 
endoktrine edildikleri, beyinleri yıkandığı, bir karanlık odaya götürülüp üzerlerinde istikrarlı bir biçimde çalışıldığı için bu radikal örgütlere– başvurmuyorlar. Radikalleşme endoktrinasyondan –ki bu bir Soğuk Savaş fikri– kaynaklanmıyor. Militan endoktrinasyon ve radikalleşmenin problemi, endoktrinasyonun aksine, çok ivedi, çok hızlı, çok yüzeysel olması. Herhangi bir derinlikten çıkmıyor. Şiddeti, derinlikle değil yüzeyle bağlantılı. 
Ve burada sona geliyorum, teşekkür ederim.
Nelly: Bu inanılmaz konuşma için Faisal Devji'ye teşekkür ederim. Şimdi Transmediale’de gösterilen "Nefret Kütüphanesi" sergisine dair bize kısa bir bakış sunacak olan son konuşmacımızla devam ediyoruz.
Birçok kitabın, kulüp kitapları ve cep kitaplarının, yazarı olan Nick Thurston'a hoş geldin diyoruz. 2007'den beri İngiltere'deki çeşitli sanat akademilerinde öğretim üyesi ve misafir öğretim üyesi olarak görev yapıyor ve 2012 Eylül'ünde University of Leeds Güzel Sanatlar, Sanat Tarihi ve Kültürel Çalışmalar kadrosuna dahil oldu. Baskı ve heykel çalışmaları Avrupa çapında kamu ve özel koleksiyonlarda yer alıyor. Kitap eserleri diğerlerinin yanı sıra Tate London, MoMA gibi çeşitli kurumların koleksiyonlarına katıldı. Çalışmaları Denver ve Toulouse’daki çağdaş sanat müzelerinde, ayrıca Londra’daki Whitechapel Gallery’de ve çeşitli mekanlarda sergilendi.
Sizi son konuşmacımız olarak aramızda görmekten mutluluk duyuyoruz, lütfen Nick Thurston'a hoş geldin diyelim.
Nick Thurston: Nefret, farklı koşullarda farklı insanlar için farklı şeyler ifade eder. Ve kaçınılmaz olarak bazen, bu farklı topluluklar ve onların yorumlamaları çakışır ve çatışmaya girerler. Teoride genel bir nefret kavramı üzerinde mutabık kalınsa bile gerçek hayat, bunun kanuni işlem gibi herhangi bir şey için üstlenici olarak uygulanabilirliğini zorlaştırma eğilimindedir. Nefret söylemini, dahası bir nefret kütüphanesini tam olarak oluşturan şey bu sebeple aldatıcı bir şekilde karmaşıktır. Halihazırda kullanımda olan, nefret söylemi çatısı altında toplayabileceğimiz ifade ve niyet çeşitlerini, kışkırtma veya tehlikeli söylem gibi daha spesifik ve uygulanabilir kategoriler oluşturmak için filtreleyen çeşitli türev kavramlar mevcut. Örneğin Susan Benesch ve Dangerous Speech Project’deki ekibi, kimileri için nefret uyandıran nefret söylemini, şiddeti yaydığı gerekçesiyle söz konusu grubu riske atmakla motive eden tehlikeli söylemden ayırır. 
Burada bir an bile olsa sanatın bu fazlasıyla gerçek soruna ya da başka herhangi bir gerçek dünya sorununa çözüm olduğunu iddia etmiyorum. Dil eleştirisi ve hatta karşıt söylem olarak adlandırabileceğimiz bir gayretle gerçekçi sosyal ve politik çalışmalar yapan çok sayıda harika aktivist ve araştırma grubu var. En iyileri ifade özgürlüğünün durumunun gri değilse bile benzer şekilde tartışmaya açık bir mesele olduğunun tamamen farkındadır. Örneğin burada Almanya'da Debate the Hate gibi gruplar tarafından yapılan harika çalışmalar var. Ve Birleşik Krallık'ta bugün söz edeceğim projede benimle işbirliği yapmış olan Mathieu Feldman gibi cesur ve algısı derin akademisyenler var.
Söz konusu projenin bir versiyonu burada, fuayede sergileniyor. Bu proje “Nefret Kütüphanesi” olarak biliniyor ve geçen yaz ilk kez gösterildiği Varşova'daki Foksal Galerisi’nin inisiyatifi ve desteği ile gerçekleştirildi. Birkaç dakika içinde size bu işin yapım sürecine dahil olan bazı jestlerden bahsedeceğim ve hemen öncesinde kısaca, neden bir sanat olarak halka açık kütüphane modellerinin bir düşünce politikası ve karşıt düşünce, söylem ve karşıt söylemin verimli bir şekilde bir arada ele alınabileceği bir alan olduğunu düşündüğümü açıklayacağım.
Bu tartışmanın temelini oluşturan inancım belki de sanatın, geniş ve kolektif karşıt eylem biçimlerine, tam da sanatın ne olduğu konusundaki ezeli tartışmayı kucaklayarak, benzersiz bir katkı sağlayabileceğidir. Sanatın bir tokmak ya da ayna ya da spekülatif bir yönlendirme eylemi olması gerektiği düşüncesi yerine bunların hepsi ve daha fazlası olabileceği, hepsinin toplum tarafından üretken bir çelişkiler ağı olarak bir arada tutuluyor olduğu düşüncesiyle ilgileniyorum. 
Sanatın, kültürün bir şeyleri materyaller ve kavramlar olarak ele almak yerine herkesin önünde özel ve tartışılabilir bir şekilde açık tutabilen bir biçimi olduğu fikrini taşıyorum. Fakat özellikle ilginç bulduğum tarzda bir sanat -ki bu proje "Nefret Kütüphanesi” bunun sadece bir örneği- bir takım bağlılıklar sergileme eğilimindedir. 
İlk olarak bu tür bir çalışma, dilleri bağlamsal olarak spesifik, gereksiz yalanlar olarak ele alır; Platonik anlamda soylu bir yalan olarak değil fakat asıl amacı olmadığı bir şeyi temsil etmek olan bir iz veya jest olarak. İkincisi, bu tür bir çalışma şiirselliği, bu yalanların düzensel ve sosyolojik potansiyelinin kararlı bir keşfi olarak algılar. Ve üçüncüsü, tezatlarından birini harekete geçirmek için sanat üretiminin belgesel yöntemlerine dayanır: nispeten basit bir pratik olan belgeleri yeniden üretmeye ve paylaşmaya, başlı başına birer belgesel pratik olarak yayımlamaya, tekrar yayımlamaya veya dili kamuya açmaya…
Fakat hepsinden önce Mathieu Feldman tarafından yapılmış bir gözlemden alıntı yaparak başlamak istiyorum. Bu düzeltici bir gözlem; radikal sağ popülizm, etno-milliyetçilik ve hatta faşizm meselelerinin neden ve nasıl yeniden gündeme geldiğini -ancak bunun bulanık şekillerde olduğunu- anlamama yardımcı oldu. Bunu, tarihi geçmiş, mekânsal metaforlarımıza sebeplenen bu ideolojileri kavrayışımızın neden nispeten bulanık kaldığını anlamaya yardımcı bir yol olarak buldum. Çoğumuz, soldan sağa doğru uzanan siyasi pozisyonları tanımlamak için hala bir spektrumun uzamsal metaforunu kullanıyoruz. Bu metafor, merkezi kutuplar arasına nirengi yapar, sonrasında ise siyasi bakış açılarını ve söylemi ortalar ya da sabitler. Merkezci olmayan tüm siyasi konumlar, merkez sağ veya sola yakınlık ve uzaklıklarına göre değerlendirilir. Fakat spektrumda bu merkezin herhangi bir zamanda nerede olduğunun değişebileceğini unutmak kolaydır. Bu, Overton Penceresi olarak adlandırılan şeydir; merkezi veya ana akımı oluşturan pencere, sözgelimi bir dairenin merkez noktası gibi statik bir nokta değildir. Bu siyasi merkez, daha çok, belirli bir sosyo-tarihsel andaki tesadüfi güç yoğunlaşması gibidir. Ve eğer merkez hareket ederse, spektrumun sağ ve soldaki kutuplarına yakınlığı da değişir. 
Avrupa’da çağdaş ana akım siyasetin merkez zemini sağa kaymış ve radikal sağ kültürel ve politik olarak daha aktif hale gelmiştir. Basitçe söylemek gerekirse, aşırı sağ artık siyasi merkezlerimizden çok da uzakta değildir. Ve bu, günlük deneyimlerimizin çoğunu kuşatan merkez zemindir. Yaklaşan bir aşırı sağ söz konusu ve onu uzaktaymış gibi düşünmeye devam etmek yanlış bir güvenli mesafe algısını teşvik eder. Bunun suçu ister liberal direnç eksikliğinden ister başka herhangi bir şeyden kaynaklanıyor olsun, metaforlarımızı yeniden ayarlamamız gerekiyor. Sözümona aşırı sağ yaklaşıyorsa, onu nasıl göreceğimizi, işiteceğimizi, okuyacağımızı ve daha net ifade edeceğimizi bulmalıyız. O görüşümüze girmeli ve bulanıklaşmış odağımızı keskinleştirmeliyiz. Şu anda büyük sıklıkla, aslında ihtiyacımız olan şey bir çift okuma gözlüğüyken bir teleskop kullanmaya çalışıyor gibiyiz. Doğru yollarla ve doğru yerlere bakmayı öğrenmemiz gerekiyor, bu da nereye ve nasıl baktığımızı yeniden tahayyül etmemiz gerektiği anlamına geliyor. Radikal sağ enerjinin özel ve genel özelliklerini daha iyi bir sağduyu ile kavrayabilmeliyiz. Bunu yapmak için, onun tezahürlerine ulaşmamız gerekiyor, onlarla etkileşime girmek için gereken okuryazarlığa ve bu deneyimlerin bilinçli söylemler aracılığıyla bağlamsallaştırılmasına ihtiyacımız var. Bu, akışkan kamusal dil ve çoğullaşmış güç ve topluluk merkezleri çağında paradoksal olarak hem daha kolay hem de daha zor karşılanan bir ihtiyaçlar kokteyli. Büyük ölçüde burada beyhude dil döküyorum sanırım. Hepimiz biliyoruz ki yaşama şeklimiz, etkileri ve uygulamaları hayatın yüzeyinde çalışırken işlerini büyük ölçüde yüzeyin altında gören dijital ağ teknolojilerinin artırılmış etkileşimi ile kökten değişiyor. AFD (Alternative for Germany)’nin burada, Almanya'daki son başarıları, konumuz açısından bu kombinasyonun nasıl işlediğinin güzel bir örneğidir. 
Yüzeyin altında, kullanıcı odaklı çevrimiçi aktivizmin yaygınlaşmasından faydalandılar ve gündelik yaşamın yüzeyinde görülmemiş bir seçim başarısı elde ettiler. Bu korelasyonun basit olduğunu söylemiyorum, sadece dijital-odaklı mobilizasyonun ilgiyi hak edecek genişlikte zaten kabul edildiğini söylüyorum. Bu ilişkinin nasıl veya neden dolaşık olduğunu sağlam bir şekilde eleştirmek bir yana, sadece ilişkiyi tanıyabilmek adına etkileşimleri okunaklı hale getirmeliyiz. İdrak etmek için görmeli, duymalı ve okumalıyız. Bunu yapmanın kusurlu bir yolu, içeriğiyle aynı fikirde olmasak bile, onu daha farklı bir şekilde tekrar söylemektir. Tekrar söylemek işin kolay kısmıdır, tekrar edersiniz ve bu, dijital yakalama ve kopyalama-yapıştırma ile hiç olmadığı kadar kolay olur. Anlamları pekiştirmeden veya anıtsallaştırmadan farklı şekilde söylemek daha çetrefillidir. Bu ille de içeriği değiştirmekle ilgili değildir, ancak her zaman hem içeriğin okunabilirliğini hem de sahip olabileceğimiz okuma deneyimlerini yeniden bağlama oturtmakla ilgilidir. Basitçe anlatırsak, yeniden fakat farklı bir şekilde söylemenin belgesel yöntemi ifadeye değil dikkat kiplerini değiştirmeye dayalıdır.
Yaşamın yüzeyinin altındaki ağa bağlı aktivizm ile yaşanmış deneyimin yüzeyi üzerindeki etkisi arasındaki özel etkileşimi okunaklı hale getirmeye gelince, nispeten basit yeniden-bağlamlaştırmaların bile potansiyel olarak dönüştürücü olabileceğini düşünüyorum. Onun tezahürlerini, bireylerin ve web-destekli cihazların görünüşte mahrem devrelerinden, fazlasıyla mahrem olan mental okuma deneyiminin diğer insanlara ilişkin yapıldığı,  kaçınılmaz toplumsal durumlara kaydırmamız gerekiyor. Okurken, tüm kişiliklerimizin ve avatarlarımızın gerçek dünya siyasi öznemiz tarafından sabitlendiğini hatırlamamız gerekiyor. Çünkü böyle okumak içeriği, sosyal adalet algımızla, toplumsal sözleşmelerimizle ilişkili olarak aynı görüş alanında, aynı işitme mesafesinde tutar.
Toplumsal durumlarda okumak, içerik potansiyel olarak tartışmalı olduğunda yorum yapmaktan ziyade içeriği tartışmaya yardımcı olma eğilimindedir. Nefret söylemi şemsiyesi altına giren tüm ifadeler gibi, bu konuşmalar kamusal tartışmalara, hatta belki de yasal eylem ve belki karşıt söylem biçimlerine varabilir. Ancak nasıl ve nerede okundukları önemli bir fark yaratır. Bağlam, biçim ve içerik, geç modern ve çağdaş sanatın bize hatırlatmada iyi bir iş çıkarabileceği şekillerde etkili ve önemlidir. Müşteri olma baskısının olmadığı, fakat dinleme ve samimi konuşma özgürlüklerinin olduğu ortak okuma ve tartışma alanları nadirdir. Bu tartışmalı içeriği bir arada tutabilecek ve birbiriyle yarışan okumaları memnuniyetle karşılayacak bir alana ihtiyacımız var. Ve bunun, fikirleri ve insanları bir arada tutarken aynı zamanda da onları açık tutması gerekiyor. Halk kütüphanelerinin tam da bunu yapmak için ender platformlardan biri olabileceğini düşünüyorum ve bunu bir tür gerici sivil nostalji perspektifinden söylemiyorum. Ayrıca, geçici halk kütüphanelerini sanat eseri olarak ele almanın bu platformların, belli içeriklerin, paylaşım biçimlerinin ve bağlamsal koşulların bir araya getirilmesi ya da  bağlantıların oluşturulması için bir yol olabileceğini düşünüyorum. Bu, kısmi fakat farklı türden katılımlar ve okumalar için açık ve tartışılabilir olan farklı türden bir halk kütüphanesini, bir kütüphane yapımını mümkün kılan spekülatif ama özel bir yapı, bir sanat yapma eylemidir.
Burada Transmediale'de sergilenen projem bu bahse oynuyor. Yaklaşık altı yıldır edebi ve editoryal çalışmalarımı, birer sanat çalışması olarak süreli hizmet veren halk kütüphaneleri yaparak, okumanın sosyolojisi ve kamusal sanata yönelik ilgi alanlarımla buluşturmaya çalışıyorum. Bu sanat eserleri galeriyi belli geleneklere sahip, belirli bir yer olarak ele alıyor, onu belli basılı kaynaklarla dolduruyor ve izleyicinin bunlara erişimini belli şekillerde bağlamsallaştırıyor. Bu bir halk kütüphanesi için en kısaltılmış reçetedir ve sessiz neoklasik yurttaşlık modelinden çok farklıdır. Bu alanlar gürültülü ve geçici olmalı ve alışılmadık literatürleri okunmaya ve yanıtlanmaya uygun hale getirmelidir.
Nefret Kütüphanesi herkese açık bir başvuru kaynağıdır ve beş buçuk bileşeni vardır. Ortadaki bir halkada 12 mavi nota sehpası Avrupa Birliği bayrağının tasarımına göre aralıklı olarak, ancak umumi okuma yeğincikleri olarak içe dönük bir şekilde duruyor. Her sehpada, özgün dijital platformlarından alınıp burada birer tarih kitabı olarak yeniden cisimleştirilen 12 kitaptan biri duruyor. Bunlar Avrupa ülkelerinden en önemli 12 aşırı sağ grubun destekçileri arasında süregiden kamusal tartışmalardan küçük numunelerdir. Bu düzenlenmemiş ciltlerin her biri ulusal bir aşırı sağ sohbetini çok basit veri toplama ve istek üzerine baskı süreçleriyle çevrimdışı bir şekilde tekrarlayarak duraklatıyor. 
Sahte duvarlardaki iki ila üç bileşen farklı bir yan sohbet zincirini yineliyor. Altı büyük boy mavi metin satırı, basılı hiper linklerden oluşturulmuş tek bir şiirdir. Dahil edilen her sözcük grubu, sadece tekrarlayan başlıklar kaldırılarak bulunma sırasına göre saklanmış farklı bir kamusal web forumundaki bir tartışma dizisinin başlığıdır. Ana mekândaki art arda sütunlar frizi, duvarları doldurana kadar kronolojik olarak sıralanmış, İnternet'in en büyük beyaz üstünlükçü tartışma platformunun Avrupa bölümlerinde ‘gerçek’ terimini aratarak bulunmuş sonuçlardır. Bu friz ve dizi şiiri birlikte arka fondadır ve radikal sağ gruplar arasında, dijital ağ teknolojisinin sağladığı ulus ötesi işbirliğinin can sıkıcı yükselişine işaret eder. 
Son bir buçuk bileşen, üç kenarlı duvarın dış yüzü etrafında ilerler. Bu projenin merkezinde yer alan sivil bağıntı ve ifade özgürlüğünün keskinleşen sorunları arkadaki poster şiirde yoğunlaştırılmıştır. Arkadan öne, ancak yine de büyükten küçüğe; 1930'larda Londra'da faşist bir mitinge hitap eden Oswald Mosley'in ikonik bir fotoğrafı ve İngiliz Ulusal Partisi’nin Twitter akışından ve Varşova'da yürüyen AB yanlısı liberallerin medyadaki imgesinden bir ekran görüntüsü. Üste basılmış slogan, İngilizce’deki günlük bir kelime oyunu ile dramaturjik sosyolojide kullanılan bir metaforu karıştırıyor. Aşırı sağ grupların ve partilerin yanı sıra üyeleri birleştiren inançları gizlemek ve meşrulaştırmak amacıyla yapılan PR dostu stratejilerin seferberliğinde kullanıldığı gibi, metin ve görüntü kombinasyonu aracılığıyla bu poster, kamusal ön sahne ile çevrimiçi aktivistlerin sahne arkası davranışları arasındaki muğlak örtüşmeyi yan yana koymaya çalışıyor. Arkadan öne doğru hakikatleri yazan o büyük boy ayna parçasında, gerçekler harf harf duvar boyunca uzanıyor.
Kör, hatta belki fazla kör yollardan, hakikatler ve hakikat iddiaları üzerine yapılan çekişme bu kütüphanenin kalbinde yer alır ve bunların tümü, bir kütüphaneci ve bir şair olarak öznel kaygılarım tarafından açıkça çarpıtılmıştır. Sözcüğün her iki anlamında da, eksik ve önyargılı olarak mesela, taraflıdır. Örneğin neden aşırı soldan materyal toplamayasınız? Bu tür bir spekülatif halk kütüphanesinde gördüğüm potansiyel, yurttaşlık modelinin sözde tarafsızlığını -bu çok kamusal veya aşırı kamusaldır- ortaya çıkarması, kataloğundan içeriklerine kadar kişisel kaygılarıma ve küçük çaptaki buluntularıma dayanması ve kayıtlı topluluk üyelerinin yarı-münferit kişisel tartışmalarını basılı tanıklıklara dönüştürmesidir. Bunları eski medya kayıtlarında bahsedilen tanık ifadelerine aktarır.
Bütün bunların temelinde bir kamusal dil eylemi için sorumluluk alma fikri vardır. Bu uzun yıllardır iddia ettiğim gibi kendi içinde bir tür yazarlık eylemi gibidir ve çağdaş şiirde anahtar bir jesttir. Ancak aynı fikir, sosyal medya araçlarının tarafsız platformlar veya sorumlu yayıncılar olup olmadığına dair uluslararası yasal tartışmaların temelini de oluşturuyor. “Nefret Kütüphanesi” bunu, yaklaşan sağ ve sağ kanat topluluklarca benimsenen tutumlardan sadece birkaçını çok basit şekillerde belgeleyerek keşfetmeye çalışıyor. Ne veri kümesi ne de koleksiyonu, herhangi bir tembel genellemenin kanıtı olacak kadar sağlam değildir. Bu sadece gerçek iletişimin lümpen bir parçası ve belgesel şiirin uzun tarihi ruhu içinde lirik olarak, aslına uygunluk ve alegorinin tuhaf bir karışımı olarak seçildi. Benim için önemli olan okuyucuların onunla neler yaptığıdır.
Teşekkür ederim.
Nelly: 
Konuşmalarınız için hepinize tekrar teşekkürler. Hemen tartışmaya geçeceğimizi söylemiştik.
Bence tartışmaya girmenin güzel bir yolu şu şekilde olabilir: sırasıyla birbirinizin konuşmalarına cevap verebilirsiniz ve bariz bir şekilde bunu yapmanın açık bir yolu hepinizin konuşmalarınızda açtığınız ilişkilenmeleri ve gerilimleri yeniden gözden geçirmek olabilir.
Sybille konuşmasında, opaklığın derinliklerindeki algoritmik süreçlerin aksine kağıdın yüzeyi ve saydamlığı ya da görünürlüğünü ve tabii ki yüzeyi, duyguları derinlerden gelen şeyler olarak kavramsallaştırmak yerine onlara bakmak için elzem bir şey haline getirmekten bahsetti.  Ve sonra sizin konuşmanız da medyanın işleyişinin veya etkilerinin görünürlüğü ve görünmezliği hakkındaydı. Ayrıca yakın ve uzak arasındaki bu gerilimi ve aşırı sağ terimini nasıl yeniden gözden geçirebileceğimizi ya da onu bu şekilde kavramsallaştırırsak ve belki bir dili yeniden icat edersek bunun ne anlama gelebileceğini daha fazla düşünmeyi çok ilginç buluyorum. 
Bu yüzden bunun tartışmayı başlatmak için iyi bir yol olabileceğini düşünüyorum ve sözü size bırakıyorum.
Nick: Sanırım opaklık, derinlik ve mesafe ya da görsel, mekânsal metaforlarımız var ve bu mantıklı görünüyor. Kendi adıma bu yakın ve uzak farkıyla ilgili olarak mücadele ettim ve bir teleskop ile bir okuma camı arasındaki fark analojisine geri dönersek; sanırım konu, farklı şekillerde okumayı öğrenmeye, daha farklı veya yakın görme okuryazarlıkları geliştirmeye, daha farklı yerlere bakmaya geliyor. Bence mesele, bu materyalle ilgilenen gerçekten ilginç birçok akademisyenin ve aynı zamanda aktivist ve uygulayıcının çoktan farkına vardığı gibi konu, yakın okuma ile mesafe veya sığlık gibi okumayı tanımlayan yeni biçimler arasındaki eski ayrımlarla ilgili olamaz. Ancak bu tür karmaşık akışkan ağlarla, çoklu-platform ilişkileri ile uğraşmak zorundadır. Bunları, yakın, sığ ve mesafeli olanı, potansiyel olarak üretken işbirlikçileri olarak görmeleri gerekir.
Nelly: Yanıt vermek ister misiniz?
Sybille: Şu an bir soru var mı bilmiyorum
İşte bir soru var.
Nelly: Soruyu alabiliriz, lütfen buyrun. 
Deniz: Hepinize teşekkür ederim, bunları dinlemek harikaydı. Pek çok fikrim var ama hepsini burada söylemeyeceğim, sadece yüzeyin bir eleştirisini yapmanın nasıl mümkün olabileceğini sormak istiyorum. Yüzeylerin derinliğini, yüzeydeki derinliği düşünebilir miyiz? Ve yüzey nedir? 
Evet, bir yüzey eleştirisi rica ediyorum aslında.
Sybille: Ben cevap verebilirim. Yüzeyleri seviyorum çünkü Batı toplumundaki olağan retoriğimizi merak ediyorum, zaten bildiğimiz gibi bu, derinlik iyidir ve yüzeyde olmak yüzeyseldir şeklindedir. Fakat ilginç olan şey, insanlar ne zaman estetik ya da anlayışlı bir şekilde davransalar, üç boyutlu bedenlerini üzerine bir şey yazılabilecek, boyanabilecek düz bir şeye dönüştürüyor olmalarıdır. Ve kendime üç boyutluluğu iki boyutluluğa indirgemenin üretkenliğinin ne olduğunu soruyorum. 
Bence ilginç olan şu ki, arkamda gözüm yok, arkada, üç boyutlu ortamda olanlar kontrol edilemez. Ve düzlüğü icat ederken bizim yanılsamamız gerçekten gözetilebilen, kontrol edilebilen vb. bir tür alan yarattığımızdır. Şemalarımız, haritalarımız, yazımız, resimlerimiz var, tüm bu şeyler düzlüğü kullanıyor ve şimdi arayüzle birlikte bir şeyler değişiyor. Ve bir kez daha merak ediyorum çünkü şimdi bir kez daha, şeffaflık veya şeffaf olmama ile birleşen bir tür derinlik ortaya çıkıyor. Ve bu nedenle özel bir yoldan, yüzeylerle tekrar çalışabilmek için mücadele etmeliyiz, ancak bunu bu tür yüzeylerin arkasında bizim tarafımızdan kontrol edilecek, yargılanacak vs. bir şey olmadığı tutumuyla yapmalıyız. Ve bu yüzden yüzeysel olmanın bir siyasetini bulmalıyız. Ve pek çok ilginç filozof biliyorum, örneğin Wittgenstein’ın düz ontolojisi vardı: var olan her şey kendini gösterir. Ve bence bu ‘var olmak görülmektir’ ilkesi çok ilginç bir şey ve çevremizi bir kez daha nasıl düzenleyeceğimize dair bu ilke için mücadele etmeliyiz, çünkü şimdi eğilim tersi yönde, duyusal ortamı ele alalım hiçbir şey görmüyorum, ya da verilerime ne olduğunu görmüyorum…
Nelly: Sırada iki sorumuz daha var, lütfen buyrun.
Dinleyici: Merhaba, öncelikle bu çok ilgi çekici konuşmalar için teşekkür ederim, tartıştıklarınızda pek çok düşünülecek şey var. Benim sorum biraz daha pratik bir soru çünkü her biriniz karşıt söylem ve eleştirel bir söylem oluşturmak için stratejiler belirlediniz, ancak bilmek istiyorum -temelde bu, bahsettiğiniz beyhude konuşmakla da ilgili- bu karşıt söylem ve direnme eylemleriyle daha geniş bir izleyici kitlesine nasıl ulaşabiliriz?
Faisal: Pekala, sanırım aslında, eğer bunu söyleyebilirsem, bu o kadar da büyük bir çaba gerektirmiyor. Çünkü aslında, Sybille'nin dediği gibi, yüzeyi ciddiye aldığınızda görecek her şey oradadır. Ve önümüzde neler olduğunu anlarsanız, müdahale çok daha kolay hale gelir. Size bunun bir örneğini vereyim, Gandhi’den bahsetmiştim, Gandhi'nin her şeyi görünür değeriyle -bu senenin Transmediale başlığını da hatırlayalım- ele almakta ısrar ettiğini biliyorsunuz ve bunun için en azından birkaç nedeni vardı. Birincisi, görünür değerinde olmayan herhangi bir şey ya söylenemez ya da dilin alanına sokulamazdı. Diğer neden ise, ona göre şiddetsizliğin ve sosyal yaşamın kendilerini yüzeyde ortaya çıkarmaları gerekliydi. Yani benim küçük sunumumda -hatta aslında çok uzun bir sunumdu- söylemeye çalıştığım şeylerden biri tam da buydu; yoğun duyguları derin olarak düşünme eğiliminde olduğumuzda sonunda onları 18. Yüzyıldan beri böyle bir derinlikte hak iddia etmiş olan menfaatlerimize göre modellemiş oluyorduk. Öyleyse güncel eleştiriyi düşündüğünüzde, olgunun arkasındaki şeye bakmak istiyoruz, bu tam olarak nedir? Sınıf çıkarları nedir? Irkın aktarımları nelerdir? Kadın düşmanlığının biçimleri nelerdir? Şu açık ki ırkçılık ve cinsiyetçilik ve tüm bunlar var ancak bu şeylere eleştirel bir tutum geliştirirken neden bir olgunun arkasındaki çıkarları arayan bir dedektif gibi düşünmemiz gerekiyor? Ya arkasındaki şeyleri aramazsanız? Ya çıkarları aramazsanız? Ya şeyleri yüzeyde size kendilerini gösterdikleri gibi ele alırsanız?
Bunu yapmanın birden fazla felsefi yolu var. Sybille, Wittgenstein'dan bahsetti, ben Gandhi'den bahsetmiştim, nominalist filozofları da düşünebilirsiniz. Arka planı eskisi gibi dikkate almazsanız arta kalan, kolonyal, eril ve diğer şiddet biçimlerinden ayırt edilemez şekilde şiddet içerikli olan bu eleştiri yöntemini açmaya, araştırmaya, kavramaya, ele geçirmeye yönelik bir davettir. Peki ya kişi kendini bundan alıkoyarsa? Öyleyse eleştiriyi derinlikleri açmakla ilgili olmayan bir şey olarak düşünmek nasıl mümkün olabilir? Yapması zor bir şey gibi görünse de aslında öyle değil, sadece belli bir tanıma biçimi gerektiriyor. Ve açığa çıkarılması gereken bu gizli olanın dillerince fazlasıyla cezbedilmiş durumdayız.
Dinleyici: Bu Faisal’ın sunumu sırasında aklıma gelen bir soruydu. Derinliğin içinin boşaltılmasından bahsediyorsunuz ama burada geçici bir içe patlama da var. Geçmişin ve menfaatlerin önemsizliğinden ve bunun bir tür radikalleşmenin ne kadar hızlı gerçekleştiğini ve bunun gibi şeyleri nasıl afallattığından bahsettiniz. Bunlar aynı zamanda, birkaç yıl önce Avrupa'daki siyasi hareketlerle bağlantılı olarak tartışılan başka bir figür veya kavramı da düşündürdü ve aynı zamanda da geleceği olmayan mezunlar düşüncesini yani Arap Baharı’nı… Her şeyi artık buharlaşmış olan bir geleceğe yatırarak içlerini boşaltmış birilerini… Ve aynı zamanda zamansal boyutta bir patlamayı da… Öyleyse bu yerin, zamansal boyutlar içeriye doğru patlarken, yüzeydeki bu tür güçlü duygularda ve özellikle geleceklerinde veya geleceklerinin yok oluşunda nasıl bir rol oynadığını sormak istiyorum.
Nelly: Sanırım bu soru sana yönelikti
Faisal: Belki paylaşabiliriz.
Sürekli Gandhi hakkında konuşup durduğum için üzgünüm ama bu durumda aslında tam tersi, çünkü geleceğe yönelik herhangi bir siyaset, hatta ahlak biçiminin son derece şiddet içerikli olduğunu düşünüyordu. Çünkü bu şimdiyi ve geçmişi araçsallaştırıyordu. Ve tabiri caizse estetiği, pasif direnişi uygulama biçimi de birinin yalnızca şimdide yaşadığıydı. Nasıl gerçekten şimdide bulunursunuz? Argümanı geçmişe ya da geleceğe göre hareket ettiğimiz için şimdiki zamanda yaşamadığımız, fakat geleceği de asla gerçekten kontrol edemeyeceğimizdi. Şimdide bulunuyordu ve bunu şu tarz şeyler söyleyerek yaptı —yetişkin erkeğin ideal etik fail olduğunu düşünen diğer ahlak filozoflarının aksine Gandhi için bu kadınlar ve çocuklardı. Çocuk kendi geleceğini kontrol etmeyen ve bu nedenle tam anlamıyla şimdide yaşayabilen kişidir. Şimdide yaşıyorsanız geleceği, gelecekle ilgili hesaplanamaz olan başka olasılıklara açarsınız ve onun için bu gerçekten çok önemliydi, çünkü önden izlenmiş bir gelecek, önceden görülen bir gelecek -nasıl denir- bir tür kendini gerçekleştiren kehanettir. Şimdi hepimiz hiçbir şey yapmadan durmalı ve tamamen şimdide yaşamalıyız demiyorum, ancak bunun, asla plan yapmamamız gerektiğini söylemeden, şiddetsizlik olarak adlandırdığı şeyi uygulayabileceği farklı yolların tarihsel bir hatırlatıcısı olarak hizmet edebileceğini ileri sürüyorum. 
Nelly: Sırada üç sorumuz var bu yüzden her birinizden soruları kısaca sormanızı ve kısa cevaplar vermenizi isteyeceğim. Lütfen buyrun.
Dinleyici: Merhaba, konuşma için teşekkür ederim. Sorum üçünüz için ama belki biraz daha fazla Nick için. Nick'in eleştiriye yaklaşmanın farklı bir yolunu sunmaya çalışan spekülatif teknikler veya yöntemlerden bahsettiğini sanıyorum ve ben de spekülatif yöntemleri ve aynı zamanda eleştirinin benim hiç anlamadığım bir parçası olan tercih edilebilir senaryolar bulmaktan bahseden Dunne&Raby’i düşünüyordum. Her zaman sanat projeleri görüyoruz ve bunlar sonrasında bizi dünyanın ne kadar berbat olduğu konusunda keder içinde bırakıyorlar ama tercih edilebilir yüzleri, tercih edilebilir senaryoların inşasını görmüyoruz. Öyleyse şimdi bu soru üçünüz için de; bu yöntemleri diğer insanlarla tercih edilebilir senaryolar oluşturmak için nasıl bulabiliriz ve belki bu duyguları veya bu konum metaforlarını, derinliği, insanlara başka söylemler getirmek için nasıl kullanabiliriz? 
Teşekkür ederim.
Nick: Evet, bu gerçekten iyi bir soru ve bence bu, konstrüktivist devrimin yüzüncü yılında insanların kendilerine çok sık sorduğu bir şey değil mi? Dönüştürücü bir yapı olduğu kanıtlamış olsa da en azından bir zemin planına sahiplerdi. Fakat nesneler, izleyici özne veya seyirci için dönüştürücü bir etken olma rolünü üstleniyor. Ben bir konstrüktivist değilim ama sorunuza kesinlikle sempati duyuyorum, yani, böyle ilerici bir eyleme, eleştirinin ötesine nasıl geçebiliriz?
Belki cevabım kabaca son soruyla ilişkilendirilebilir, çünkü bunun bir kısmının zamansal bir problem olduğunu düşünüyorum. O sergide keşfedilen iletişim ağlarının çoğu kesinlikle akışkan modernizmimizin bir parçası - burada kısa süre önce vefat eden meslektaşım Zygmunt Bauman'ı düşünüyorum - ve bu akışkanlığın ötesine geçip değiştirmeyi bırak, okumak bile gerçekten zor. 
Ve ancak tek bir basit hareket bu akışı duraklatır. Ve onu duraklatmanın bir yolu, onu durdurup baskısını almak ve basılı dile özgü eski tarz medyaya bağlı kalmaktır. Şimdi elbette bu, onları devam eden akışkanlığın yanıltıcı bir yanlış temsiliyle baş başa bırakır ve bağlayan şey de bu değil mi? Bunu anlıyorum. Bu yüzden cevabım kesinlikle her şeyi dondurup geriye gitmeye çalışmamız gerektiği değil ama bence süregiden hareketi yakalayabilecek daha büyük okuma yaklaşımlarının yanı sıra farklı okuma türleri ve bir tür duraklamak da sağlıklı olacaktır. Yani yine yakın ve uzak ya da yakın ve sığ aynı zamanda sürüp gider, bu yüzden umarım ne olduğunu her zaman bilmediğimiz bazı teknik ve uygulama kombinasyonlarına ihtiyacımız olduğu için bir hayal kırıklığı yaratmıyorumdur. Ve yine de, belki de bu spekülatif bir niyetin parçasıdır veya belki de bu şekilde anlaşılabilecektir.
Nelly: Teşekkür ederim, sizin sorunuzu alalım
Dinleyici: Üçünüze de konuşmalarınız için çok teşekkür ederim. İlk ikinize ve özellikle fiziksel ve sembolik bedenin ikilik kavramına ve haset duygusunda çözündüğünü iddia ettiğiniz derinlik eksikliğine atıfta bulunuyorum. Sorum sembolik bedenin bireysel onuru kavramı ve bu bireysel onur mefhumunun farklı kültürlerdeki algılanma biçimleri ile ilgili. Sizce bu konudaki bağlantı nedir?
Sybille: Tamam, benim için cevap çok zor değil. Neden dil ile şiddetin mümkün olduğunu açıklamak istersem; çünkü dil şey değil, bunu hepiniz biliyorsunuz. O zaman tek cevap şu; iki yüzümüz var ve iki bedenimiz var, fiziksel yüzümüz var ama bir de sosyal yüzümüz var: itibar, onur ve tüm bunlar ve biz buna bakmalıyız. Konuşmamda bunu çok kavramsallaştırılmış bir şekilde ayırdığımı biliyorum: yüzün maddesel tarafı ve başkalarının söylemleri ile davranışları tarafından tanınarak oluşan sembolik yüz. Fakat gerçekte her ikisinin bir sentezi söz konusu. Onları ayıramazsınız ve bence insan olmanın ne olduğunu anlamak, bedenselliğimizin, somatikliğimizin, fiziksel ve sembolik olanın bu ikililiğine sahip olduğunu anlamaktır.
Faisal: Eğer elimden gelirse buna değinebilirim. Sözde düşmanlar arasında yarattığı samimiyetten bahsederek gündeme getirdiğiniz bu haset sorusu… Fakat diğer taraftan bakıldığında, mesela Muhammed’e yönelik hakaretlere karşı Muhammed’in onurunu koruyan, bilinen veya bilinmeyen eylemleri ve şiddet eylemlerini ele alalım, bunlar Avrupa’da şu an çok büyük bir gündem. Bu seferberlik eylemlerine bakarsanız, bunlar büyüleyicidir ve örneğin kendinize sorabilirsiniz, neden sadece Muhammed'e hakaret edilebilir de Tanrı’ya değil? Elbette Tanrı daha kutsaldır, Tanrı'ya hakaret edilemez. Kimse Tanrı'yı ​​savunmak için ayağa kalkmayacaktır, Muhammed'i neden savunuyorsunuz? 
Bunun bir nedeni, Muhammed'in metafizik karakterinden sıyrılmış olması ve yaralanabilir hale gelmesi, onu savunmaya çalışan pek çok Müslüman gibi,
amcanız veya babanız veya herhangi biri gibi, ölümlü hale gelmesidir. Artık yarı ilahi ya da teolojik bir figür değildir. Yani tartışma, dini bir arazide değil de seküler bir arazide olduğu haliyle kendi kendine çözülür, gerçekten de hasetin ve samimiyetin geldiği yer burasıdır. Müslümanlar tarafından dine küfür çağrıları hemen hemen her durumda Hristiyanlığa ve dine küfür biçimlerinin Avrupai şekillerine atıfta bulunur - ki bu terim [dine küfür] İslam teolojisinde genel bir kategori değildir. Bu kategori Muhammed için ilk küresel seferberlikte, Rushdie dönemlerinde, o zamanlar Britanya’da bir küfür yasası olan ve sonradan geçersiz kılınan şeye referans verilerek ortaya çıktı. Düşmanın kendisiyle neredeyse kıskanç bir yakınlık kurarak Hıristiyanlık aracılığıyla mobilizasyonlarına teolojik bir karakter atfetmelerinin tek yolu budur, aksi takdirde seküler sahneye doğru bir tür düzleşme yaşanır. Yani burada olağanüstü bulduğum şey farklılıklar değil, kesinlikle çok önemli olan, hiç değilse küçük farklılıklardan oluşan bir -tabiri caizse- narsisizmle sonuçlanacak olan samimiyetlerdir.
Nelly: Teşekkür ederim ve son soru lütfen.
Dinleyici: Merhaba çok ilginç bir paneldi ve sorum Faisal için. Baktığımız şeyde nasıl ortaya çıktığı açısından yüzey seviyesi ile ilgili çalışmanızı çok merak ediyorum. Ben AI algoritmalarına ve algoritmalar nedeniyle halihazırda marjinalleştirilmiş gruplara neler olduğuna, bunun sosyal ve etik sonuçlarına bakıyorum. Ve buna bakmanın tek yolu yüzeyin ötesini araştırmak. Eğer açıp algoritmaların nasıl çalıştığına bakmazsak hiçbir şeyi göremeyiz. Yani eğer onu görünür değerinde ele alırsak, bunları görmeyebiliriz. Sorum şu; bu yüzey-seviyesi düşüncenizin nüvesi benim gibi şeylere bakan birine nasıl fayda sağlıyor? Irk ve ayrımcılık ve önyargı meseleleri açısından?
Faisal: Tüm diğer sorular gibi, böyle bir panelde ciddi anlamda cevaplanamayacak kadar büyük bir soru fakat birkaç şey önermek istiyorum. Birincisi küçük sunumuma başlamış olduğum şey; sıklıkla dilin oyunlarıyla ilgileniyoruz fakat bunu çok fazla ciddiye alıyoruz. Yüzeye ve derinliğe dayalı olmayan ayrım ve farklılıkları tasavvur edebileceğimiz bir yol var.
Bir önceki soruyu dikkate alarak düşünürseniz, tarihsel bir şey olsa bile onu aşağı ve yukarı şeklinde veya hatta bir tür süreklilikte olan bir şey gibi düşünmek zorunda değilsiniz. Öyleyse, kaçınılmaz biçimde şiddet içerikli olabilecek bir jestle, her zaman keşfedilmesi gereken bir tür gizli alana işaret etmeyi reddeden soruları, çelişkileri ve problemleri düşünmenin ve dile getirmenin bir yolu olmalı. Yani Gandhi gibi birinin örnek teşkil edecek bir biçimde yaptığı şey, insanları her zaman yüzeyde ele alarak, “tamam, söylediğiniz şeyi görünür değerinde algılıyorum hadi bu düzlemde bir tartışma yapalım ve gerçekten davrandığınızı iddia ettiğiniz gibi davranabilir misiniz?” diyerek, kendilerine dürüst kalmalarına çalışarak bir etik sosyal ilişki biçimini kamusallıkta uygulamaktır. Yani bu, kelimenin tam anlamıyla yüzeye çıkmakla ilgili. Gandhi’nin icra ettiği etik, ahlaki bir eylem ve de zorluktan vazgeçmeden, açıklamadan vazgeçmeden bunu yapabiliriz —okuma ve eğitim de tam olarak bununla ilgili. Ama örneğin kimlikler ve ırk konusuna gelince bir bakıma, en azından bir deney olarak, güçlü duygular gibi güçlü şekillerde ele alınabilecek bu formlar hakkında düşünmenin çok daha ilginç olduğunu düşünüyorum. Tarihsel ya da  psişik ya da kişisel arka planlara ve arka çıkmalara sürekli atıfta bulunmadan, onları nasıl düşünürsünüz?
Öyleyse size burada ortaya attığınız ırk-din meselesine ilişkin bir örnek vereyim. Biliyorsunuz bugünlerde, özellikle 11 Eylül'den sonra, iyi liberal solcu akademisyenlerin sürekli İslamofobi -ki bu vardır- hakkında konuştuklarını, ancak aynı zamanda Avrupa'daki Müslümanların köklü tarihine karşı gelmek için de bu şekillerde konuştuklarını duyuyoruz. Aslında “Müslümanların” Avrupa'da 1980'lere kadar bulunmadığını söyleyebilirim ve böyle söylüyorum çünkü İngiltere gibi bir ülkeye bakarsanız, özellikle 1950’lerde başlayan Güney Asya'dan göç eden Müslümanların bu dönemde göç ettiklerinde bir dinleri vardı ama hem kendileri hem de ırk ve milliyet ile tanımlanan devlet onları dinleriyle tanımlamamıştı. Onlara Asyalı, Hintli, Pakistanlı, Bangladeşli veya her nerelilerse, oralılar denirdi. Sadece 1980'lerde -ve bence şu anda da- Soğuk Savaş'ın sonunda, Rushdie olaylarının olduğu dönemde, aniden ilginç bir değişimin yaşandı ve Asyalı ya da Pakistanlı olan insanlar aniden “Müslüman” oluverdiler. Ve bence bu, tarih hakkında düşünmenin çok daha verimli ve ilginç bir yoludur: yüzyıllık zulüm tarihleri gibi büyük sözler yerine küçük sözlerle düşünmenin… Bu yüzden, şüphesiz ki var olan zulüm tarihlerini ayırmak istiyorum. Bugünkü Amerikan köleliğinden bugünkü Amerikan ırkçılığına bakarsanız—burada açık şekilde bir bağlantı var ama bağlantı çizgiyi kırıyor; çizginin düz bir çizgi olmadığından emin oluyor. Bu tarih içinde onları farklı şekillerde açmanıza izin veren anlar ve olasılıklar olduğunu ve burada hem tarihsel olarak hem de bu nedenle şimdiki zamanda ve gelecekte ortaya çıkan diğer olasılıkların çok önemli olduğunu düşünüyorum. Hatta homojen ve bükülmemiş bir zulmün hikayesini üstlenerek, kendimizi gerçekten kötü bir yere koyduğumuzu düşünüyorum. Birbirleriyle bağlantılı oldukları için, ezilenlerin öyküsü kadar bu zulüm öyküsünü de kırmak gerçekten gerekli.
Sybille: Sadece çok kısa bir eklemem olacak. Bir şeyleri yüzeye koymak, farklılıkları görmek, farklılıkları kabul etmek, farklılıkları tanımak demektir, ancak hiyerarşik bir düzende değil. Çünkü yüzeyde, hiyerarşik olmayan şekillerdeki farklılıkların düzenlenmesi, hepsini aynı yöne koymak değildir.
Nick: Peki sadece şunu ekliyorum ve umarım bu son cevabıma eklemlenir ve sizin için biraz daha iyi bir cevap haline gelir. İleriye dönük olan her ne şekilde olursa olsun, çelişkili olanın üretken bir şekilde kabul edilmesine ihtiyaç var gibi görünüyor ve bu türden rahatsızlık verici farklılıkların susturulamayacağını biliyorsunuz, sanırım toplumsal olarak bunu biliyoruz. Ancak burada sadece karşıt gruplar arasındaki çatışmalardan veya fikir ayrılıklarından bahsetmiyorum, ileriye dönük bir yol olarak, bireylerin emin olmama gibi çelişkili duyguları olduğunu kabul etmenin öneminden bahsediyorum, değil mi? Emin olmamayı kabul etmenin ve ilerlemek için bir tür düzenleyici ilkeyi beklememenin gerçekten önemli olduğunu düşünüyorum.
Nelly: Aslında süreyi aştık, bu yüzden tüm dinleyicilere ve tüm konuşmacılara teşekkür ediyorum. Çok ilgi çekici bir paneldi, yönetmiş olduğum için çok mutluyum… O halde tekrar teşekkürler, Transmediale'de iyi eğlenceler ve belki sohbetlere de devam edersiniz…
Çeviri: Rana Kelleci
Son okuma: Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Deniz Gül tarafından seçilmiştir.
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Text
Hakikatsiz Sadakat: Ötekinin Çevrilemezliği, Sarat Maharaj
Sarat Maharaj
“Yeni Uluslararasılık” konusu üzerine yirmibeş yıllık bir metin ve epidemiyolojik harita biçiminde günümüze ait bir yanıt
27 Nisan 1994
Apartheid*’ın ölmekte olan pençesinden, hafif hafif azaldı böylesine tehlikeli güçle bize karşı tavır aldılar fikri - “çevrilemeyen öteki”.
28 Nisan 1994
Ölü yakılan odun yığını kundaklandı. Şimdi bu fikri farklı şekilde konuşun, sağ kalanlar ve kalmayanlar için?
Bunlar, hem büyük hem de ürkütücü bir görev olan “uluslararası olanı yeniden kodlamaya” yönelik oldukça kaba taslak notlar. Odağımın temelinde iki şey var:
1 “Çeviriler sahnesi” şeklinde tanımlayabileceğim uluslararası alanı yeniden dizinlemeye doğru ilerlemek. Asimilasyon talebinin ötesinde, ayrım ve kimlik gibi mutlakçı kavramların ötesinde, 1990’lardaki Smirnoff reklamının sert hammaddesi gibi, sarhoş edici şekilde egzotik ve kendi içinde öteki olan Avrosantrik bakış modalarındaki “benlik ve öteki”nin yön değiştirebilir duruşlarının ötesinde; uluslararası alanı dillerin, görsel gramerlerin ve biçimlerin çokluğu için bir buluşma alanı olarak görme kanaatine vardık. Bunlar, birini diğerine çevirmekten ziyade ayrım üreten bir çeviri işlemidir. Bu ayrım üreten alan için hepimiz çok olumlayıcı mıyız? Daha bükümlü bir çeviri fikri ışığında bu nasıl kayıt altına alınabilir? Gündelik hayat açısından, çeviriyi cam levhaları üst üste yığmaya, büsbütün şeffaflığın bir meselesine kısmen benzeyen, belli belirsiz şekillerde bir dilin içinden diğerine geçme işi olarak görüyoruz. Halbuki bu çevrilemez olanı ölçüp tartma, el yordamıyla bölme, duvarları pençeleme, opak yapışkanlık içinde bocalamakla ilgili değil mi? Bu, çeviriyle ilgili sıradan kavramlara baş kaldırmak gibi görünebilir. Yine de kelimeler ve imgeler birbirlerini taklit ettikleri kadar birbirlerinden uzak durup suratlarını asıyor. Bu durumda kısıtlarını ve çıkmazlarını, imkânsızlığını anlayıp kabul ederken çeviri nasıl yeniden kodlanabilir, (1) çevrilemez kavramı, “Öteki teriminin çevrilemezliğidir” diyebilir miyiz?
2 Odaklandığım ikinci kısım, çeviriler sahnesinin çift dönüşlü, tek seferde olumlu ve olumsuz güçte yenilenirken neyi üreteceğini -melezliği- yeniden kodlamaya çalışmak. Bir yanda, melezliği yaratıcı güç olarak görme fikri var; her dilin kendine özgü sistemi ve anlam usulünün bir diğeriyle bağdaşmayan anlam inşası olması. Birbirlerine geçirimsiz olmalarından, aradalıklarından dolayı, çeviri, onları uydurur ve farklı, melez bir şey yaratır. Diğer yanda, melezliği çevirinin ideal rüyasının beklentilerini karşılayamayan bir şey olarak görüp göremeyeceğimizi sorma fikri; çeviri hatasının bir ürünü, bir deyimden diğerine, benden Öteki'ne “şeffaf” bir geçit gibi. Bu nedenle, iki konunun incelenmeye ihtiyacı var. Melezliğin -uydurma lehçe ve biçim ya da görsel Esperanto’da olduğu gibi- ayrıcalıklı, esas terim olma tehlikesi, biçimsel saflık kavramıyla konumların değiş tokuş edilme tehlikesi var mı? [Melezlik], Yasumasa Morimura, Jamelie Hassan, Huang Yong Ping, Doris Salcedo, Vivan Sundaram, Vuyile Cameron Voyiya, Lani Maestro, Sue Williamson ve Rasheed Araeen’lerinki kadar çeşitli işlerin aynı kefeye konulacağı, kapsayıcı bir kategori gibi faaliyette bulunmaya doğru mu ilerliyor? Bununla birlikte, melezlik -ayrıma sınır çekmek ve ayrımı dağıtmak için bir araç olarak- paradoksal bir biçimde zıttına doğru ters çevrilmiş,düzleşen aynılık etiketiyle işlev gören, “yeni uluslararası Gotik” gibi görülebilir. Tehlikede olan, melezliğe eğilimi geçici olarak defedip tek boyutlu bir kavrama alışma, Gayatri Spivak’ın “translatese” olarak bahsettiği (2) bürokratikleşme veya resmîleştirmeye benzetme olasılığımız. Endişelendiren, onun değişken gerilimini, çift-sesli kavram olarak kuvvetini korumak. Yeniden kodlama onun parlak ve muğlak uzanımlarını doğrulamak zorunda kalacak: çevirinin hem “başarısı” hem de “başarısızlığı” olduğu gerçeğini, şeffaflığın imkânsızlığı ile geçirimsizlikten zahmetlice elde edilenin arasında bitmek bilmeyen bir mücadele mekânına işaret edişini.
“Çevrilemezlik” kavramına Apartheid tarafından kendi amaçlarına müstesna bir bükülme atfedildi. Çevirinin, şeffaflığın imkânsızlığını öngörerek ben ve Öteki’nin asla birbirine tercüme edilemeyeceği veya birbirini tanıyamayacağını öne sürdü. Böyle bir opaklık anlayışı, radikal manada etnik ve kültürel fark ve ayrışmanın kurumsallaştırılması için zemin hazırlayan mutlak “epistemik bariyer” doktrinini desteklemeye hizmet etti. Ben ve Öteki kendi münferit, katışıksız alanlarına tıkılarak kabul edilmişti. Apartheid’ın “karamsar”lığını geri teperek, çevrilemeyenin senaryolaşması ve sahnelenmesini ihlal eden dürtü, melezliği -çevrilemezliğe karşı bir zafer gibi- madalyonun “iyimser” yüzü olarak teşvik ediyor. Bu karşıt birliktelikten muaf tutulması için “melezliği” nasıl yeniden görevlendirebiliriz? Amaç onu indirgemeci, şenlikli bir terimle daraltmayı engellemek. Onu daha ihtiyatlı bir anahtarla yeniden kodlamak, çevrilemezin derinliklerine durmaksızın inen ve sürekli olarak bu süreç tarafından şekillendirilen bir kavram olarak tanımlamayı içerir. Onu ‘iyimser ve karamsar, opak ve kristal berraklığının’ ötesine geçen bir çift misli hareketle yeniden yazarak, iki kutbu birbirine düşüren bir oyun ("play-off") olarak faaliyete geçirmektir. Melezliği kendine karşı bir kavram olarak bile, bitmeyen, kendi kendine sürekliliği olmayan bir güç olarak yeniden dizinlemek anlamına gelir. Ne olursa olsun, açık uçlu olan olarak çevrilemeyenin anıları ve önerileriyle çekimlenmektedir. Üsttekini kesin, kararlı terimlerle ifade etmekteyim; sağlam, ayakları yere basan, tempolu yürüyüş temin eden bir İngilizce’yle. Ancak bunun, karara bağlanmamış, tereddütlü olan hakkında çok şey gizlediğini de söylemeliyim. Zira üstteki haritanın arkasında, kültürlerarası “epistemik engelin” hatlarını soruşturmaya yönelik daha önceki, hatta daha geçici girişimlerime uzanan uçsuz bucaksız bir panik yaratma arayışı ve keşfi yatıyor. (3)
Paradoksal, belki de skandal bir şekilde, panik anlayışım için huzur bulmak ve kendini yeniden kodlama sürecini sıkıca kavramak için Panic Encyclopedia’ya [Panik Ansiklopedisi], diğer tüyler ürpertici, irkilten maddeleri es geçerek Panik Hamburgerler hakkındaki bölüme baktım. (4) Sanırım hepimizin kanıksadığı hâliyle sıradan bir hamburger -eski usül, vegan olsun veya olmasın- sulu et parçalarıyla doludur. Bunlar, Panik Ansiklopedisi’ne göre, besleyici anlam parçaları için metaforlar, anlamsal öz kısımlardır. Panik Hamburger, tam tersine, böyle bir içerikten yoksun olmasıyla, pratikte kredisini yeterince doldurmaz. Bir tür sentetik malzeme, belki de kıvamlı soya dilimlerinden çekilmiş bir karışımı barındırdığından bile şüphelenebiliriz. Her ne hâlde olursa olsun, neredeyse hiçbir anlamsal malzeme dişimize dokunmaz. Bu bir yana, ona inşaların ve yeniden kodlamaların çeşitliliği açısından bakmamız mümkün olabilir: indirimli içki saatlerine (“happy hour”) veya filizlenmekte olan romantik anlara ya da kırılmış kalplere , yani her durum için bir hamburger. Ailenin öğleden sonra atıştırması veya huysuz vegan için yaratılmış bir hamburger. Eminim ki, bu konuda hemfikir olmamızın McDonalds veya diğer hazır yemek zincirleriyle pek ilgisi yok, bu tam anlamıyla yazma, silme ve yeniden kodlama süreciyle ilgili. Bazı yüzyıllar diğerlerinden daha mı uzundur? Yeni uluslararası yüzyılı nasıl bütün zamanların en uzunu olarak inşa edebilir ve yeniden kodlayabiliriz? - Kadim ve modern Yahudi diasporasından köleleştirilmişlerin Karayipler ve ABD’ye taşınmasına; sözleşmeli olan ve sömürgeleşenden savaş sonrası “karanlık göçler”e ve mültecilerin, sürgünde yaşayanların, sınır dışı edilenlerin ayak ve parmak izleriyle kalınca yazılı çağdaş sahnenin anlaşılacağı gibi. Joyce’un, Finnegans Wake’deki [Finnegan Uyanması], paniğe kapılmış 100 harften oluşan çaresizlik/diasportasyon kelimelerden biri bunu anımsatır:
ukkedoerendunandurraskewdylooshooferoyportetooryzoo
ysphalnabortansporthaokansakroidverjkapakkapuk
Altı dilde “kapalı kapı”yı karşılayan kelime, yeni uluslararası düzene, onun kapanış ve açılışlarındaki canlılık anlayışına eşlikçi sinir bozan, tutsak eden korkuyu yakalar. Joyce’un ortaya çıkardığı şey söylenemeyen, çevrilemeyen bir Babil kelimesidir.
Chohreh Feyzdjou’nun butik ürünü- İran Yahudisi kökenli sürgün sanatçısı çalışmalarını böyle belgeliyor. “Bazaar of Babel” [Babil Pazarı] olarak çerçevelenen söz konusu enstalasyon çevirinin en az dört rol ile sahnesini aktarır ve fesheder. Öncelikle değiş tokuş, spekülasyon, işlemin girişimci sahnesinden oluşan basmakalıp Yahudi mekânını sahneler. Talmud’la ilgili parşömenlerin durgun, geleneksel kutsal alanını işaretlese de satın almanın, satmanın, alışverişin ve tezgah üstü ticaretin gürültülü, dünyevi alanıdır. Kül renginden Auschwitz tozu, çizik atılmış, fırtınayla yıpranmış yüzeyleri -diasporanın, sınır dışının, ölümün mekânını- pudralar. Son olarak, Sitüasyonistlerin avangart mekânını sahneler. Sanatın metalaştırılmasından usanarak, sergilenen kıyafet ve kumaş rulo yığınlarından farklı olmayan biçimlerde, metalaşmış feleğin parodisinde metresini baz alarak seri üretilmesini talep ettiler. Buraya göz atan biri resimlerden bir veya iki metre isteyebilir, lütfen. Yalnız, çeviriler uyumsuzdur; her biri diğerini aşar ve geçirimsizdir. Aşırılık sessizce damla damla dışarı sızar. İnşalar arasında çevrilemezliğin artakalanıyla başa başa kalırız.
Derrida'nın da ifade ettiği gibi çeviri, satın alma, satma, takas etmeye pek benzemiyor; ne kadar geleneksel olarak bu terimlerle resmedilmiş olursa olsun. Bu reçetesiz satılan hazır yiyecek paketlerinde olduğu gibi, dil engelinin bir tarafından diğerine sulu anlam parçalarının taşınması meselesi değildir. Anlam, bölünmenin üstesinden gelebilecek, hazır ve taşınabilir bir şey değildir. Çevirmen kaynak dildeki anlamı inşa etmek ve sonrasında onu çevirdiği dilin malzemeleriyle ikinci bir turda ifade etmek ve biçimlendirmek ile yükümlüdür.
Çevirmenin bağlılıkları bu nedenle bölünmüş ve yarılmıştır. O hem kaynak dilin sözdizimine, hissine ve yapısına hem de çevirdiği dilinkilere sadık olmalıdır. Elimizde olan, bağlılıkların çatışması ve çarpışması ile inşalar arasındaki uyumsuzluklardır. \Hakikatsiz sadakat\ veya Joyce’un deyişiyle lülelenen, karşı cins gibi giyinen, çifte satışla kandıran, hain, bir “çift melez” sadakat şeklinde tanımlanabilecek bir çift yazım karşımızdadır. Derrida’nın “Babil etkisi”ne kapılmışızdır.
Marcel Duchamp’ın Green Box [Yeşil Kutu] (1912-34) işindeki el yazısı notlarının Richard Hamilton (1960) tarafından gerçekleşmiş İngilizce çevirisi hakkındaki görüşleri, böyle bir çeviri görüşünü öngörmektedir. İngilizce versiyonuna çarpıklaşmış bağlılıklarına, orijinalinden daha gerçek olan sadakatsizliğine değinerek “inanılmaz derecede doğru” notuyla iltifat etmiştir. Bu projeyi bir çeviri yerine “kristalin dönüşümü” şeklinde ifade ederek dönüşümün opak, teolojik gizemine karşı bütünüyle şeffaf olanın özelliklerine dikkat çekmiştir. Vurgusu hal değiştirme üzerinedir; semiyotik vites anahtarı gibi bir çeviri anlayışı, bir simge ve imge sisteminden diğerine kopma hali. (5) Çeviriler sahnesini Duchamp’ın 1946’dan 1966’ya kadar gizlice üzerinde çalıştığı Étant donnés [Şelale/Aydınlatan Gaz] işindeki lambasını sembol olarak belirleyip inceleyebiliriz. Yalnız, çeviri süreçlerine aktarım yerine hâl değişimi ve dönüşümü olarak değinen Aladdin’inkinden de büyülü bir lamba olabilir mi? Eski kolonyal İngiliz üslubunda ilk harfi aksanlı telaffuz edilen Aladdin kelimesi, aslında Allah Din, yani Allah’ın dini anlamına gelir. Kuzey yarımkürenin ve özellikle Hollywood’un kaynaştırması sonucu ‘I’ harfine yapılan vurguyla, A’laddin’e evrilmiştir. 
Güncel bir çizgi film transparan, hayali cini İskoç tarzı ekoseli etek ve kürk torbası içinde temsil ederek hal değişiminin bahislerini arttırıyor. Üstelik Aladdin, Bengalce seslendirilen Alauddin and Co., UK Sweetmeats, Brick Lane ve Tooting Bee’ye çevriliyor. Bugün Britanya’nın çevirileri sahnesine çevirinin doğasına kafa yoran düşünürler arasındaki uzak, anlaşılması zor bir dilbilim münazarası gibi görünen, “karanlık göçlerin” sert mevcudiyetine adım atıyoruz. Batılı turistler geldiler ve gittiler, varır varmaz kuşlar gibi hızla ortadan yok oldular. Sri Lanka kıyılarında sadece çöpleri, dalgalarla sallanan ampuller, boş şampuan kutuları, atılan şişeler ve kavanozlar, tükenmez kalemler, tatlı kapları, bitmiş bataryalar, kasetler, tek kullanımlık kameralar, iadesiz plastikler, Coca-Cola kutuları kalır. Bunlar bazı Sri Lankalılar tarafından toplanır, sonra gündelik kullanım nesneleri olarak imal edilir ve incelikle süzgeç, rende, kase, kaşık ve kupa ve kepçe olmak üzere işlenirler. Turist hurdalarından dövülmüş kap kacak hazinesi. Yerel atık malzemelerden yapılmış bir Alaaddin'in lambasına bile rastladık, bir teneke yemek kutusu, hafif bir kulüp, bir tel fitil ve gazete kağıdı.
Turistler bu büyülü nesneler ve takımlara çok sevinerek yeniden akın ettiler. Bunları hayranlıkla, şefkatle satın alırlar. Stuttgart’taki Dış İlişkiler Enstitüsü tarafından yönetilen Dr. Grothues’un bu tür “yabancı topraklardan nesneler” koleksiyonu Almanya'da sergi turuna çıktı. Daha az resmî, daha az müze tarzı bir sergileme için 1993’te Sidney Bienali tarafından talep edildi. Böylece üçüncü defa çevrilerek; etnografik öğe, avangart readymade ve gündelik nesne arasında bir şey olarak sergilendi. Sri Lanka, Stuttgart ve Sidney arasında belirsiz bir nesne olarak melez önümüzde duruyor: onun ötesinde, çevrilemeyen kalıntıların izleri mi var?
Çeviri, “nakletme” süreci olarak ve tamamen “şeffaflık” açısından anlaşıldığında, çok kültürlü topluluğun tüm unsurlarının birbirlerine dolaysız görünürlüğü olarak “çok kültürlü çeviri”ye yüzeysel, belki baştan çıkarıcı bir tavrı teşvik etmeye eğilimindedir, her defasında böylesine bir ideale engel olan ve sıkıntı veren ters bir gerçekliğin karşısındayken bile. İdeal olana, çok kültürlülüğün taranabileceği, tetikte olabileceği ve kendi iddialarının umduğu gibi olmadığının açığa çıkması karşısında ütopik bir ufuk olarak her halükarda eleştirel talebinin değeri için tutunmaya cüret edebilir miyiz?
Ancak çevrilemezliğe odaklanmak, sadece çevirinin imkânsızlıkları ve kısıtlarını en baştan kabul etmek değildir. Çeviride neyin kaybolduğu, neyin geriye kaldığı boyutunu vurgulamaktır. Çeviri mücadelesinde kazanılanlar -melezlik ve farkın unsurları- çok etkileyici olduğundan, çevrilmez olanın bütünüyle üstesinden gelindiği düşüncesine kapılmak kolaydır. Kavram, böylece, sonradan gelenin zafer imaları kadar saflığın ayna imgesi olarak işlev göstermeye başlar. Yeni uluslararası görsel Esperanto, George Steiner’ın bize hatırlattığı gibi İspanyolcayı umut zarfında yarı yankılayan, etkileyici kıyak bir kelime olarak faturalandırılan, fazlasıyla olumlu ve iyimser tınıyı benimser.
İndirgeyici, tek boyutlu bir terim haline gelmesini itekleyen bu dürtü için panzehir ne olabilir? Bir yeniden kodlamanın, melezliği, tamamlayıcıları ve dayanaklarıyla hizmet eden, çevrilemez olanla birlikte hızlıca kaçan ve izi sürülen bir mevki olarak dizinlemesi gerekecek. Bunun sonucu kategorinin tamamlanmamış, sabitlenmeyen doğasını dramatize etmektedir. Melezliği kendi başına duran, sabit bir terim yerine, birbirine bağlı -çeviri alıştırmasının artakalanları ve kalıntılarıyla beraber, çevrilemezliğin aurasıyla etkileşime geçerek değişen ve yeniden yüklenen- yapısıyla görmeye başlarız. Bunların her defasında hesaba katılması ve kabul edilmesi gerekir. Theodor W. Adorno’nun sözleriyle “peri masalındaki kan lekeleri gibi”dir, ovarak temizlenemezler.
Lakin, çevrilemez olan hiç dile gelebilir mi? Çeviriden artakalan anlatılamazlar nasıl ifade edilebilir? Belki de tersine bir kelime, bir imgenin parıltısı, bir jestin fiskesi, sesin yakınlığı, sessizliklerini dinlerken -çevrilemezliğinin ötesindeki ötekinin şehvet ve etiğine açılan dikkatlilik hâli- bir an için görünebilir mi? Sağlam yürüyüş ayakkabılarını attığım için İngilizcem, bu noktada, belki de fazlasıyla rahat şekilde kayma tehlikesiyle karşı karşıya.
Lothar Baumgarten’ın Wall to Wall [Duvardan Duvara] sergisindeki (Serpentine, Londra, 1994) Imago Mundi [Dünyanın Görüntüsü] enstalasyonu temsilin kendisine ait kodları, merceği, optiği ve el kitaplarına bir bakış üzerinden alanı tam olarak harfi harfine yeniden dizinleyen uluslararası alanı sahneler. Nerede durursak duralım, kendimizi nerede konumlandırırsak konumlandıralım, savrulan kıtaların dağınık ortamlarını yakalayamayız. Kendimizi bir akrobat gibi ne kadar büküp, döndürüp ve eğsek bile, enstalasyon sadece görünenin ve görmenin kısıtları ve kör noktalarını farkına varmamıza hizmet eder.
Afrika, Asya, Avustralya, Avrupa, hiçbir pozisyon görünene dönüşmeyen bir görme haline izin vermez. Üstün gelen his izlerken izleniyor olduğumuzdur, diğerine başka bir yerde (“l’autre l’ailleurs”), Öteki’ne, başka bir yer(ler)e, her yere ve dahasına bakarken omzumuzun üzerinden izleyen bir başkasını hissettirmesidir. Şeffaflığın ta kendisi yolu tıkar ve kepenekleri takar, sıkıca kapatır. Dünyanın bu haritalandırmasını toparlayamıyoruz, her seferinde bir şey parmaklarımız arasından kayıp gidiyor. Çevrilemez olanın kalıntıları, artakalanıyla boğuşuyoruz. Buna nasıl işaret edilebilir, belki de Derek Jarman’ın boş ekranlı Blue [Mavi] (1993) filmi aracılığıyla, sessizce, nabzı hızla arttırarak. 
Bu metin, ilk kez 1994’te Kala Press/inIVA tarafından “Global Visions: Towards a New Internationalism in the Visual Arts” adlı kitapta yayımlanmıştır.
*Apartheid: 1994 yılına dek Güney Afrika Cumhuriyeti'nde yürürlükte olan ve beyaz olmayan ırklar arasında yasal olarak bir ayrımı öngören politika.
(1) Jacques Derrida, Dissemination, 1981, pp. 71–72, and “Des Tours des Babel” in Difference in Translation, Ithaca, 1985, pp. 165–207 and 209–48. Τhe object of commentary is Walter Benjamin. ‘The Task of the Translator’ in Illuminations, New York, 1969, pp. 69-82.
(2) Gayatri Spivak, “The Politics of Translation” in Outside in the Teaching Machine, Routledge, New York, 1993, pp. 179–200.
(3) “The Congo is Flooding the Acropolis” in Interrogating Identity, Grey Art Gallery, New York University, 1991-92, pp. 13–42. Also A. R. Chakraborty, Translational Linguistics of Ancient India, Calcutta, 1976.
(4) A. Kroker, M. Kroker and D. Cook, Panic Encyclopedia
(5) Marcel Duchamp to Richard Hamilton (26.11.1960) from the Duchamp/Hamilton unpublished letters(1957–68). First published in Global Visions: Towards a New Internationalism in the Visual Arts, Kala Press/inIVA, 1994. 
Çeviri: İpek Altun
Son okuma: Deniz Gül, Farah Aksoy
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için İpek Altun  tarafından seçilmiştir.
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Video
youtube
Queer Ütopyacılık ve Zalim İyimserlik, José Muñoz 
Sanırım bu sözler Lauren [Berlant] ile bir süredir, onun belli bir iyimserlik biçimini tarif etmeye ve hayal etmemizi sağlamaya yönelik gayreti ile benim belli bir ütopyacılıktan bahsetmeye yönelik ilgim ve emeğim üzerine sürdürmekte olduğumuz konuşmaların bir damıtımı. Son birkaç senedir belli bir queer ütopyacılığı ifade ediş şeklim ve Lauren Berlant’ın Cruel Optimism [zalim iyimserlik] dediği şeyle ilgili teorik önermelerini ve yakaladığı betimleri düşünüyorum. Bir derecede Lauren’in zalim iyimserliği şu andalığımızı sürdürmekle alakalıyken benim geleceğe dönüşüm şimdi ve burada dışında herhangi bir şey düşünme çabasıdır. Duruşlarımız arasındaki asıl farkları hafife almak istemem fakat Lauren ile olan dostluğum ve yoldaşlığım sebebiyle şöyle bir şey söylemek için güçlü bir itki duyuyorum: Aslında ikimiz de aynı şey hakkında yazıyoruz -ki temelde yaptığımız şey acımasız zamanlarda, bir zamanlar yaşamsal olan biçimlerin aşındığını hissettiğimizde, dayanmak ve kendimizi ayakta tutmak için yaptığımız duygusal mesaiyi anahatlarıyla belirlemek. Aynı şekilde şöyle devam ederdim: Lauren da ben de bizi, mecburi canlı performanslar olarak deneyimlediğimiz mantık ve kuvvetlerden, boğucu ve zarar verici şeylerden özgürleştiren bir tür queer zamansallık performansı icra edebilen ya da sahneleyebilen farklı kolektif ve bireyler tarafından nelerin müzakere edildiğiyle ilgileniyoruz. Birbirimizi kesinlike verimli bir yönden anladığımızı düşünüyorum. Lauren’in Cruel Optimism’inde, hayatın bu tarihsel dönüm noktasında sunduğu hüsran (veya sömürüye) rağmen içimizde işlemeye devam eden tuhaf "coşkun bağlılıkların" ikna edici bir anlatımıyla karşılaşıyorum. Tüm dokuların tutulamayacak kadar kaygan ya da kavranamayacak kadar eprimiş hale gelmesine varana dek hayatı yıpratan bir prekarite karşısında tuttuğumuz yolların canlı bir beyanını görüyorum. Lauren şimdide katlanmakta olduğumuz gaddarlığa bakmak konusunda müthiş yetkinliğe sahip. Çalışmasını okurken, onu şimdi ve burada denen o tilki deliğine eğilmiş halde hayal edebiliyorum. Bense sıklıkla retorik bir gelecek formunda bulunan çıkış işaretini ararken aceleciyim.
Cruel Optimism, bir nesne ile şimdide bulunmak ve o nesne tarafından değiştirilmeye, ancak böyle bir dönüşümün nesnenin hakimiyetine girmek olmadığının bilinciyle izin vermek üzerine bir anlatıdır. Katlanmak minimalist bir pratik değildir. Bazı açılardan, onun şeyleri ele alışı kendi yazılarımda üzerinde durduğum fani kaçış kadar umutla doludurlar. Fakat benim queer ütopyamı canlandıran kuvvet, Bloch’un henüz-bilinci-açılmamış-olan veya henüz-oraya-varmamış-olan şeklinde bahsedeceği şeye olan özlemdir. Böylesine lehimleşmiş bir özlem kesinlikle şimdiyi yok saymak gibi anlaşılabilir. Kendimi tekrar tekrar, şimdiye ve onu oluşturan siyasete karşı olmadığım konusunda ısrar ederken buluyorum, fakat belki de çok fazla itiraz ediyorumdur. 
İçimdeki iyi Marksist, Lauren’in zalim iyimserlik fikrine bir kendini-inceleme fırsatı olarak bakıyor. Lauren’in bunaltıcı bir şimdide yaşamın ertelenmesi veya kördüğüm olması olarak adlandırabileceği anlardaki belli bir tür potansiyeli izlemek ile ilgileniyorum. Bu noktada queer ütopyacılık pratiğinin Lauren’in zalim iyimserlik adı altında toparladığı fenomen ile kıvama getirilebileceğini düşünüyorum. Lauren’in çalışmasında dile getirilen iyimserliğin biçimi sadece belirsiz gelecekleriyle normatif bir iyimserlik değil. Lauren’in normatif duygulanımın belirsiz geleceği olarak bahsettiği şey benim, Bloch’un ardından, bir soyut ütopyacı düşünce kategorisi olarak bahsettiğim şeyle aynıdır. Soyut ütopyacı düşünce tam olarak aşırı muğlaklığı sebebiyle bocalar. Yapısal dönüşüm ve daha somut bir ütopyacılığı düşlemeyi reddetmesi, şimdi ve buradayı o zamanda ve orada ile birlikte ele alan bir çözümlemeye tabi olur. Ve aslında böyle bir temaşa biçimi nesnenin zalimliğiyle beraber ve onun ötesinde yaşayabilmemizi sağlayabilir. Ve gerçekte bu sadece bir tür diyalektiktir. Şimdi, bu kısmen soyut egzersize görsel bir katman eklemeye çalışmama ve zalim iyimserlik ile somut queer ütopyacılığı karşılaştırmama izin verin.
Mark Morrisroe, 1980'lerin Boston punk bohemyasından yetişti. Ondan çoğu zaman Dan Golden, David Armstrong ve Jack Pearson’ın da dahil olduğu Boston ekolünün bir parçası olarak bahsedilir. Bu genç sanatçı topluluğu birlikte çalıştı, birbirlerine poz verdi ve özellikle sıkça romantize edilen düşük hayatlarını imgeleştirmenin yoğun çalışmasıyla ilişkili olarak, snapshot ve Paloroid fotoğrafı yeni zirvelere yükselten tarzlar geliştirdi.
Morrisroe sanırım en çok “sandviç baskıları” ile ünlüdür. Baskıları aynı görüntünün renkli ve siyah-beyaz negatiflerini bir araya getirerek genelde tuhaf ve yoğun olan bir görsel doku üretir. Süreci renkli bir fotoğraf çekmesiyle, bu görüntüyü siyah-beyaz olarak yeniden fotoğraflaması ve baskılar oluşturmak için onları sıkıştırması veya üst üste bindirmesiyle başlar. Bu negatif görüntülerin katmanlanması iki imgenin asla aynı olmadığını gözler önüne serer; fotoğrafın dünyanın "daha gerçek" bir temsilini sunduğuna yönelik kırılgan teknolojik iddialar Morrisroe’nun çalışmalarında alaşağı edilir. Görüntülerin katmanlanması, puslu ve doygun bir renk alanına ve gölgelemenin abartılmasına yol açar. Mahrem veya gündelik olanın küçük ve çoğu zaman ev içi imgeleri yankılanan bir melodram yakalar. 
Mesela bir imgede, bir karınca iğne ile yarılmıştır ve sonra, renk ve renksizlik arasında, hayaletimsi bir alemden nakledilen sıradan bir erkeğin imgesi vardır. 
Dramatik gölgeleme, onu takip ediyor gibi görünen bir ışık şeridiyle çarpışır.
Bir başka imge soluk beyaz bir peruk takmış olan sanatçıyı gölgemsi bir arkadaşı ve çalışma masasının üzerinde onu beklemekte olan mavi bir peruk eşliğinde gösterir. Drag’i 80’lerden değil fakat 80’lerde yüzlerini 50 ve 60’ların gündelik kılık kıyafetlerine dönmüş olan gay erkeklerin hikayesini ima ve işaret eden bir başka tarihsel ana aittir. Bu, kimi zaman toksik olabilen geçmişten nesnelerin, en iyi ihtimalle melankolik olan, bir zamanların şimdisinden koparılıp hayaletli bir geçmişe taşınmasının imkânlarını akla getirir. 
Bir sevgilinin dalgalı pembe bir yataktan uzanan kolu uyuşuk bir şekilde havada asılı kalmış gibi duruyor ve adamın eline konmuş savunmasız bir muhabbet kuşuna büyülenmiş gibi bakmakta olan kara kedinin domestik dramını görüyoruz.
Ve bir başka ünlü oto portre, Morrisroe drag karakterlerinden biri olan Sweet Raspberry'nin karakterine bürünmüş. Nispeten keskin bir odakta, kameraya bakıyor, kafası eğik, ceketi omzundan düşüyor, yüzü ve incileri onu saran koyu peruğunu da içine alan daha büyük bir gölge lagününe çekiliyor. Bu imgede kişinin queerliğinin normatif zaman ve mekândan çıkarılmasının ne anlama gelebileceğine dair bir fikir sunan, tipik bir şekilde doygunlaştırılmış bulanık bir arka plan görüyoruz. Özlem ve dahası var ve imgeleri beni daha da çok çekiyor.
İtiraf etmeliyim, geçenlerde benden bu imgeler üzerine yazmam istendi ve nesnelerden çıkarmam beklenen anlamların tahmin edilebilirliği konusunda endişe duymaya başladım. Ancak bu kendini-inceleme hâlini takiben, bir şeyleri yapma tarzımdan vazgeçmekle ilgilenmiyorum, bundan çok uzağım. Fakat belki bu fotoğraflara daha çok haşin ve acılı bir yaşam karşısındaki zalim iyimserliğin memetik çevirilerinin belgeleri olarak bakabileceğimizi söylüyorum. Yani, Morrisroe'nin fotoğrafçılığının tatlı ve hüzünlü nesne dünyası aynı zamanda, Lauren'ın tabir edeceği gibi "tavizli sıradanlığımızdan" kurtulan insanların, hayvanların ve nesnelerin gür imgeleri olarak okunabilir. Morrisroe’nun fotoğrafları, daha gerçekçi bir fotoğrafçılık estetiğinden afektif bir kayma olan tesirli bir dünyayı görselleştirir. Lauren ve ben, ikimiz de kendi yollarımızda, Adorno’nun “başka-türlüsü” şeklinde ifade edebileceğimiz estetik düşüncesine bağlıyız. Morrisroe’nun çalışmalarında karşılaştığımız cinsiyetin, toplumsal cinsiyetin ve sınıf gerçeğinin başka-türlüsü kendi kendine bir değişim, otomatik bir dönüşüm değildir. Bundan ziyade potansiyel olarak, birkaçımızın anlatmaya çalıştığını düşündüğüm, daha büyük bir hikayenin parçasıdır. Estetiğin bize sunduğu "daha iyi" bir hayata süratle varmakla ilgili değil; hem estetiğin hem de gündeliğin alanında var olan başka-türlülük için afektif dayanaklarla ilgilidir. 
Teşekkür ederim.
Çeviri: Rana Kelleci
Son okuma: Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Deniz Gül tarafından seçilmiştir.
4 notes · View notes
ceviri-translation · 3 years
Video
youtube
Erotiğin Kullanımları: Bir Güç olarak Erotik, Audre Lorde
Bugün konuşmak istediğim pornografik olanın farklı bir çehresi ya da karşıtı. Çünkü, bu gerçekten çok zor. Biliyorum ki benim için öyle ve eminim ki sizin için de öyle. Andrea Dworkin dün “düşmanımızı tanımamızın” gerekliliğinden bahsetti. Düşmanımızı gerçekten tanıyabilmemiz için kendimizi enerjimizi emen şeylere maruz bırakmak zorundayız. Bunu yapmak için de metanete ihtiyacımız var. Her birimiz en güçlü olduğu yerden savaşmalı. Bugün konuşmak istediğim şey de bu gücün kaynağı olarak, “erotik”. Ve içimizdeki erotiği tanımamızın ve onu pornografikle karıştırmamamızın ne kadar da acil bir gereklilik olduğu. Bunun adı “Erotiğin Kullanımları: Bir Güç olarak Erotik.” 
Gücün birçok çeşidi var; kullandığımız, henüz farkına varamadığımız ya da tanıyıp kullanamadığımız. Erotik her birimizin içinde derinlikle, ruhsal ve dişil bir düzlemde var olan bir kaynak. Tanınmamış ve ifade edilmemiş tüm duygularımızın gücüne dayanıyor. Tarihimizdeki her tür baskı kendini sürdürmek adına, ezilenlerin kültürüne ait birçok kuvvet verici ve dönüştürücü gücü kötüye kullanmış ve yapısını bozmuştur. Örneğin biz baskı altındaki kadınların enerji ve değişim sağlayan kültürü gibi. Şimdi… Bu durum, biz kadınlar için, hayatlarımızdaki hatrısayılır bilgi ve güç kaynağı olan erotiğin baskılanması anlamına gelmiştir. Bize bu kaynaktan şüphe duymamız öğretildi. Batı toplumlarında bu kaynağa çamur atıldı, hırpalandı ve itibarsızlaştırıldı. Bir yandan yüzeysel anlamda erotik olana işaret edilerek kadınların erkeklerden daha “aşağı” olduğuna karar verildi. Bir diğer yandan kadınlara acı çektirildi, kendilerini hor görmeleri ve varlıklarından şüphe etmeleri sağlandı. Yani aslında bu bahsettiğim noktayla, kadınların güçlü olabilmesi için yaşamlarında ve bilinçlerinde erotik yanlarını bastırmaları gerektiğini söyleyen yanlış inanç noktası arasında çok kısa bir mesafe var. Fakat bu yanlış inançta bahsi geçen “güç” son derece yanıltıcı ve gerçekten uzak. Çünkü erkeği merkezine alan bir güç modeli bağlamında şekillendirilmiş bir kavram.
Kadınlar olarak biz, bilincimizin en derin ve usa aykırı yerlerinden yükselen gücümüze güvenmedik. Çünkü eril dünya, bunu yapmamamız konusunda hayatlarımız boyunca bizi ikaz etti. Bu öyle bir eril dünya ki kadınların duygu derinliğine, onları etrafında tutup kendi çıkarlarına hizmet ettirecek ölçüde değer veren, fakat aynı zamanda bu derinliğe ve yaratacağı imkânlara yakından bakmaktan fena halde korkan bir dünya. Yani bu bakımdan kadınların, ruhen suistimal edilmek üzere uzak ve “aşağı” konumda tutulduğunu söyleyebiliriz; tıpkı karıncaların efendilerine yaşamsal kaynak sağlamak için yaprak bitlerini yanlarında tuttuğu gibi. Oysa erotik olan, uyanıştan korkmayan ve hislerin yeterli olduğu inancına boyun eğmeyen kadına adeta bir tazelenme pınarı ve cezbedici bir kuvvet sunar.
Erotik olan bugüne dek yanlış adlarla anıldı ve bizlere karşı kullanıldı. Bulanık, önemsiz, saykotik, pornografik, yapaylaştırılmış bir duyumsamaya indirgendi. Bu yüzden erotik olanı bir güç ve bilgi kaynağı olarak keşfetmekten genellikle çekindik. Onu tam zıttıyla, yani pornografik olanla karıştırdık. Ne var ki pornografi, erotik olanın gücünün net bir inkârıdır, çünkü gerçek duyguların bastırılmasını temsil eder. Pornografi, duygusuz bir duyumsamadır. Erotik olan ise kendiliğimizin başladığı noktayla en derin duygularımızın kaosu ve gücü arasındaki ölçüdür. Erotik olan, bir kez deneyimledik mi tadı damağımızda kalan ve tekrar deneyimlemek isteyeceğimiz bir içsel tatmin duygusudur. Bir kez bile olsa bu duygu derinliğini tecrübe ettik ve gücünü tanıdık mı, gurur ve özsaygı hisseder, ve bir daha kendimizden daha azını bekleyemez oluruz. Fakat kendimizden, hayatlarımızdan, yaptığımız işlerden en iyisini beklemek hiç kolay bir iş değildir. Toplumumuzda iyi bir şeymiş gibi lanse edilen sıradanlığın ötesine geçmek ise her zaman tehlikeli, korkutucu ve zordur. Fakat erotik olanın asıl işlevi nefaseti cesaretlendirmektir. Evet, erotik olanın işlevi fazileti teşvik etmek ve onun yolunda ilerlememiz için bize kuvvet vermektir. Ne var ki korkuya teslim olmak ve sınırları zorlarcasına çalışmak bir lükstür, ve buna yalnızca “istemsizce yaşayanlar”ın gücü yeter. “İstemsizce yaşayanlar”dan kastım, kaderlerini kendileri yazmak istemeyenlerdir, ki umarım bu varoluş şu an burada bulunan kimseye hitap etmiyordur.
Erotik olanın bize öğrettiği bu içsel fazilet şartı, kendimizden ya da başkalarından “imkânsızı talep etmek” gibi anlaşılmamalı, yanlış yorumlanmamalıdır. Çünkü böylesi büyük bir talep kişiyi süreç içinde işlevsiz hale getirir. Erotik olan sadece ne yaptığımız meselesi değildir; daha ziyade kişinin, “yapım” aşamasında hayati bir parça olduğunu hassasiyetle ve etraflıca hissetmesi meselesidir. Bir kez tatmin duygusunu, bütünlük ve tamamlanmışlık hissini tadabileceğimizi gördük mü, o zaman hangi hayat çabalarımızın bizi bu tip duygulara yakınlaştırdığını gözlemleyebiliriz. Yaptığımız her şeyin amacı, kendi hayatlarımızı ve çocuklarımızın hayatlarını daha olası ve daha zengin kılmaktır. Giriştiğimiz her işte erotik olanı kutlarken işim, benim tarafımdan alınmış son derece bilinçli bir karardır; bir diğer deyişle, içine minnetle sokulduğum ve güçlenerek ayağa kalktığım bir yataktır.
Kuşkusuz, böylesi güçlenmiş her kadın tehlikelidir. Bizlere erotiğin çağrısını, hayatlarımızın seks dışındaki birçok önemli bölümünden ayrı tutmamız gerektiği öğretildi. Erotik köklerimiz ve yaptığımız işlerden almamız gereken tatmin göz ardı edildi. Bu, yerine getirdiğimiz görevlere karşı hoşnutsuzluğumuzdan anlaşılıyor. Örneğin, çok zor olsa bile, yaptığımız işleri ne sıklıkta gerçekten çoook seviyoruz? 
Bir ürünü insani ihtiyaçtan ziyade kâr olarak tanımlayan, ya da insani ihtiyaçların manevi ve duygusal boyutunu yok sayan sistemlerin en korkutucu tarafı, yaptığımız işlerin erotik değerini, erotik gücünü, hayati cazibesini ve bize bahşettiği içsel doygunluk hissini bizlerden çalıyor olmasıdır. Böylesi bir sistem çalışmayı, bir gereklilikler parodisine indirger. Bu korkunç sistemler iş yapmayı, kendimiz ve sevdiklerimiz için verdiğimiz bir ekmek kazanma mücadelesine ve kayıtsızlığa indirger. Bu, bir ressamın gözlerini bağlayıp ona her zamankinden daha iyi bir resim çizmesini söylemekten ve bundan zevk almasını talep etmekten farksızdır. Bu yalnızca imkansıza yakın değil, aynı zamanda son derece acımasız bir beklentidir.
Kadınlar olarak biz, dünyamızın nasıl değişebileceğinin yollarını incelemeliyiz. Burada tam olarak sözünü ettiğim şey, hayatımızın ve işlerimizin her açıdan masaya yatırılmasının gerekliliğidir. “Erotik” kelimesi Yunanca eros’tan gelir ve aşkın her anlamda kişileştirilmesi demektir. Eros Kaos’tan doğar. Özneleşen bir yaratıcı güçtür, bir ahenktir. Öyleyse “erotik olan”dan her bahsettiğimde, kadınların yaşamsal gücünün beyanından da bahsetmiş oluyorum; git gide güçlenen bir yaratıcı enerjiden, dilimiz, tarihimiz, danslarımız, aşklarımız, işlerimiz ve hayatlarımız üzerinde talep ettiğimiz hakkımızdan ve bilincimizden bahsediyorum.
Pornografi ve erotizm sıklıkla aynı kefeye konulmaya çalışıldı. Cinselliğin kullanımında birbirine taban tabana zıt iki kutup olarak. Bu çabalar manevi (yani ruhsal, duygusal) olanı politik olandan ayırmaya çalıştı, birbirine karşıt ve çelişkili görünen iki ayrı kavrammış gibi gösterdi. “Şairane bir devrimci mi? Tefekkür eden bir silah kaçakçısı mı? Ne demek istiyorsun?” gibi tepkiler alıyorum. İşin aslı şu ki, bu insanlar varlar ve bu odada bulunuyorlar.
[…alkışlar…] 
Buna benzer bir şekilde manevi olanla ve erotik olanı da ayırmaya çalıştık. 
Ruhsal olanı, müphem bir bilinmezin düzlendiği duygulanıma, hiçbir şey hissetmemeye baş koymuş bir münzevinin dünyasına indirgeyerek. Ne var ki “hiçbir şey” gerçekten ötededir. Münzevinin keskin perhizi bir öz disiplinle değil ancak bir öz yadsımayla hükmeden bir saplantıya dönüşür. Öyleyse ruhsal olanla politik olan arasında kurulan ikili karşıtlık yanlıştır. Bu yanlışın sebebi erotik bilincimize yeteri kadar dikkat göstermememizdir. Ruhsal olanla politik olan arasındaki köprü erotik olan tarafından inşa edilmiştir. Duyusal, tensel olanla. Bu köprünün mimarı, paylaştığımız en derin, en güçlü ve en zengin fiziksel, duygusal ve psişik ifadelerdir—kelimenin tam anlamıyla her birimizin hissettiği aşkın tutkularıdır. “Bana doğru geliyor” cümlesi, erotik olanın gücünün elle tutulur bir bilgi olduğunu kanıtlar. Çünkü bu cümlenin anlamı ve hissiyatı, kişiyi herhangi bir idraka götürecek olan en kuvvetli ve öncül kılavuzdur, ışıktır. Sizden her zaman şunu hatırlamanızı rica ediyorum: anlayış, bir yardımcı gibidir—içimizdeki unutulmuş bilgilere giden yolumuzda bize refakat eden, bilinmeyene açıklık getirebilmemizi sağlayan bir yardımcı. Erotik olan ise en derinlerimizde yatan bilgilerin besleyicisi ya da hemşiresidir.
Erotik olanın benim için bazı şekillerde işler. İlki, başka biriyle aynı amacı derinlemesine paylaşırken bana verdiği güç. Paylaşmanın verdiği neşe—fiziksel, duygusal, ruhsal ya da entelektüel olsun—bunun paylaşıldığı kişiler arasında bir köprü kurar. Böylece paylaşmadığımız şeyi görebilmemizi sağlar ve aramızdaki farklılık tehdidini azaltır. O fark her zaman üstesinden gelinemez olarak görülür. Erotik bağın benim açımdan bir diğer işlevi ise, coşku hissini açıkça ve korkusuzca duyabilme kapasitemin altını çizmesi. Nasıl ki bedenim müziğin sesini duyduğunda esner, karşılığa açılır ve en derin ritimlere kulak verir, her duyu katmanım da erotik anlamda beni tatmin eden tecrübelere doğru git gide açılır—bu dans etmek de olabilir, bir kitaplık inşa etmek de, bir şiir yazmak da olabilir sevişmek de, ya da bir düşünceyi irdelemek. Kadının özüyle kurduğu bu bağ, hissedebildiğimi bildiğim coşkulu duyguların ölçüsü haline gelir ve bana hissedebilme kapasitemi hatırlatır. Yerine hiçbir şey konulamayacak olan bu coşku kapasitem ve ona dair bilincim, bana hayatımın tüm alanlarında bu coşkuyu yaşamamı salık veriyor. Dahası, hayattan tatmin duymanın mümkün olduğunu ve bunun evlilik, tanrı ya da ahiret adları altında olması gerekmediğini belirtiyor. Toplumumuzda erotik olandan bu denli korkulmasının ve nitekim var olabildiği tek yer olan yatak odasına sürgün edilmesinin bir sebebi de bu. Hayatlarımızın her çehresini bir kez en derinden hissettik mi, kendimizden ve yaşam gayelerimizden, hissedebilme kapasitemizin olduğunu bildiğimiz coşkuyla uyumlu olmalarını talep ederiz. Erotik bilincimiz bizi güçlendirir, varlığımızın tüm yönlerini irdelememizi sağlayan bir mercek haline gelir. Bu yönlerin göreceli anlamlarının hayatlarımızdaki erotik kıymetini dürüstçe değerlendirmeye bizi iter. Ve bu her birimizin içinden dışarı yansıyan çok yüce bir sorumluluktur, çünkü “makul” olana biat etmemeyi, baştan savma, beklendik ve alışılmışa tamam olmamayı, salt güvenli olanı tercih etmemeyi içerir.
Bazılarınız hatırlayacaktır, bazılarınız da belki hatırlayamayacak kadar gençtir. Biz İkinci Dünya Savaşı esnasında kapalı paketlerde, beyaz, renklendirilmemiş margarinler satın alırdık. Berrak ambalajlarının tam ortasında bir topaz gibi gizlenmiş sarı boyalı bir kısım olurdu. Margarini yumuşaması için bir süre dışarıda bırakır, bıraktıktan sonra bu sarı topçuğa elimizle hafifçe bastırırarak margarini iyice yumuşatırdık. Bu sayede ortasındaki sarı ve zengin topçuk, paketin solgun ve renksiz olan diğer kısımlarına sirayet ederdi. Sonrasında margarini dikkatlice elimize alır ve bu çekirdeğimsi kısmın rengi tüm pakete yayılana ve onu etraflıca renkli yapana kadar ileri geri defalarca yoğururduk. Ben erotik olanı içimde, böyle bir çekirdek olarak buluyorum. İçine hapsolduğu yoğun topçuktan bir kez dışarı taştı mı, aniden akmaya ve hayatımı şiddetli bir enerjiyle renklendirmeye başlıyor. Bu enerji ise tüm hayat tecrübelerimi yükseltiyor, hassaslaştırıyor ve güçlendiriyor.
En derin arzularımıza kulak verip onlara evet demekten korkmak üzere yetiştirildik. Fakat serbest bıraktığımız beklentilerimizin talepleri bizi kaçınılmaz olarak hayatımızı ihtiyaçlarımızla, bilgimizle ve arzularımızla uyumlayacak eylemlere yöneltir. Derin ihtiraslarımızın korkusu ise bunları hep zanlı tutacak ve bizi de uslu, sadık ve itaatkâr bireyler olarak tutacak. Ve kadınlar olarak uğradığımız baskıların çoğunu kabul edip onlara tamam olmaya ya da kabul etmeye bizi yöneltecek.
Kendimizin “dışında” yaşadığımızda, ki bundan kastım içsel bilincimiz ve ihtiyaçlarımızdan ziyade dıştan gelen emirler ya da bizden beklenenler doğrultusunda yaşamaktır, işte o zaman hayatlarımız dışsal ve yabancı unsurlar tarafından sınırlanmış olur. İçimizdeki erotik rehberden uzak yaşadığımızda, kişisel ihtiyaçları bir kenara bırakın insani ihtiyaçları bile hiçe sayan bir sistemin yaptırımlarına boyun eğmiş oluruz. Fakat “içimizden” yola çıkıp dışarı doğru yaşamaya başladığımızda, o en derin yerden başlayıp sonra uzantılarımıza ve yaşadığımız hayata yöneldiğimizde, erotik olanın gücüne temas ettiğimiz, bu gücün kendi eylemlerimizi ve etrafımızdaki dünyayı şekillendirip aydınlatmasına izin verdiğimizde, işte o zaman kelimenin tam anlamıyla kendimize karşı sorumluluk hissetmeye başlarız. En derin duygularımızı tanımaya başladığımızda, acı çekmeyi, kendimizi hiçe saymayı ya da bu toplumumuzda bunların tek alternatifi gibi gözüken kayıtsızlıkla yetinmeyi de ister istemez bırakırız. Kendimizi eylem almak üzere yetkilendirir, güçlendiririz. Böylece baskıya karşı aldığımız her eylem, içimizde yekpare bir hal alır; içimizden dışımıza taşan, motive ve kuvvetlenmiş bir parça haline gelir. 
Erotik olanla temas halindeyken güçsüzlüğü kabul edemem. Teslimiyet, umutsuzluk, arka planda kalma, depresyon ya da kendini inkâr etme gibi bana doğal gelmeyen varoluş biçimlerine razı olamam. Ve evet, burada bir hiyerarşi var. Bana göre evin arka çitlerini boyamakla bir şiir yazmak arasında fark var. Fakat bu fark, sadece bir nicelik farkı. Ve benim için, iyi bir şiir yazmakla sevdiğim kadının bedeninin yanında güneş ışığına doğru yürümek arasında bir fark yok. 
Bu da beni erotik hakkındaki—şimdilik—son değerlendirmeme getiriyor. Birbirimizin duygularının gücünü paylaşmak bu gücü bir peçete kullanırmışçasına bir başkasının duygusunu kullanmaktan farklıdır. Erotik ya da başka türlü —kendimiz dışındakilerin tecrübesini görmezden geldiğimizde, bizimle beraber bu mücadelede olanların duygularını paylaşmış değil kullanmış oluruz. Kullanılanın rızası olmadan kullanmak ise suistimaldir.
Erotik duygularımızı kullanmak için onları önce tanımalıyız. Derin duygular paylaşma ihtiyacı insani bir ihtiyaçtır. Fakat Avrupalı-Amerikan gelenekte bu ihtiyaçların tatmini bazı erotik okazyonların yasaklanmasıyla sağlanmaya çalışılmaktadır. Bu okazyonlar neredeyse her zaman görmezden gelme üzerine kuruludur. Nedense hep din, ayin, çete şiddeti, hatta doktorculuk oynamak gibi başka adlarla çağırılırlar. İnsani ihtiyaç ve amellerin bu şekilde yanlış adlandırılması, pornografi ve müstehcenlikle sonuçlanan çarpıtmalara, daha doğrusu duyguların istismarına yol açar.
Gücümüzün artışında ve sürekliliğinde erotik olanın önemini görmezden geldiğimizde, ya da erotik ihtiyaçlarımızı başkalarının varlığı vasıtasıyla karşılarken kendimizi göz ardı edersek, karşımızdaki kişileri yalnızca birer tatmin aracı olarak kullanmış oluruz. Bu arada belirtmek isterim ki bu konferans benim için kelimenin tam anlamıyla erotikti. Umarım birçoğunuz için de öyledir, çünkü çok derin duygulara değindik ve bunun sonucunda, geçmişte de gördüğümüz gibi, sahici eylemler alınacağını biliyorum. Konuya dönecek olursam, erotik ihtiyaçlarımızı kendimizi göz ardı ederek karşılarsak, karşımızdaki kişileri yalnızca birer tatmin aracı olarak kullanmış, tatmin yolunda yaşadığımız coşkuyu onlarla paylaşmamış, benzerlik ve farklılıklarımız vasıtasıyla ortak bir bağ kurmamış oluruz. Herhangi bir anda ne hissettiğimizin bilincinde olmayı reddetmek, her ne kadar rahat gözükse de, erotik tecrübemizin büyük bir bölümünü inkâr etmek demektir. Dolayısıyla pornografik olana, istismar edilene ve absürde indirgenişimize kendi ellerimizle izin vermiş oluruz.
Erotik olan bir başkasından öğrenilemez. Bir Siyah lezbiyen feminist olarak birlikte dans ettiğim, eğlendiğim ve hatta savaştığım kız kardeşlerim hakkında duygularım, bilgim ve belli bir anlayışım var. Bu köklü iştirak, daha önce gerçekleşmesi mümkün olmamış ahenkli eylemlerin müjdecisi oldu, ki burada her birimiz bunun meyvesiyiz, değil mi? Fakat bu erotik mesuliyet Avrupalı-Amerikalı eril geleneğin içinde yaşayan birçok kadın tarafından kolayca paylaşılamıyor. Biliyorum ki bu, bilincimi öyle bir yaşayışa ve hissiyata ayak uydurmak üzere yaşarken benim için de mümkün değildi. Ancak şimdilerde git gide kendini kadın olarak tanımlayan ve erotik olanın enerji dolu yükünü paylaşmaktan çekinmeyen cesur kadınlar olduğunu görüyorum. Dahası bunu, bu paylaşımın sınırsız gücünü ve yaratıcı doğasını bozmadan yapıyorlar. Erotik olanın hayatlarımızdaki gücünü fark etmek, farklı dramların hiç değişmeyen karakterlerine seyirci kalıp kabullenmek yerine, bize dünyamızda hakiki farklar yaratabilmemiz için enerji verir. 
Bunu başarırsak içimizdeki en derin yaratıcı kaynağa sadece dokunmakla kalmış olmaz, bunu ırkçı, patriarkal ve erotik karşıtı bir toplumda, özellikle dişi ve öz-olumlayıcı bir şekilde yapmış oluruz. Hepimizin o en derin duygularıyla temasta olmasını diliyor ve bu temasın, farklı gördüğümüz ve bizi ayıran taraflarımız arasında birer köprü oluşturabilmesini umuyorum. Teşekkürler. 
Çeviri: İpek Şahinler
Son okuma: Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Deniz Gül tarafından seçilmiştir.
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Video
youtube
-Dans sanatçısı, koreograf Mehmet Sander’in bedeni ve mekânı nasıl alımladığını pratiği ve üretimleri bağlamında aktardığı sanatçı konuşması-
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Video
vimeo
Hak savunucusu, yazar Angela Davis ile siyaset felsefesi, feminizm ve queer politika alanlarındaki çalışmalarıyla bilinen düşünür, hak savunucusu Judith Butler’in eşitlik kavramıyla ilişkili genelgeçer kabulleri alaşağı eden sohbeti
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Video
youtube
Toni Morrison’un 1993 Nobel Edebiyat Ödülü Kabul Töreni’nde yaptığı  konuşmada bir organizma olarak dilin kurduğu ilişkilere, onun yaşam koşullarına ve kullanımına dair gözlem ve deneyimlerini aktarır. 
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Text
Mehmet Sander Sanatçı Konuşması
- İyi akşamlar. Teşekkürler. Biz SCI-Arc’da, sadece bedenlerin yer tutabileceği mekânlar tasarlamakla değil, bedenin bir alan içerisindeki mimarisi ve hareketiyle de ilgileniyoruz. Bu yüzden bu akşam konuşmasını dinlemek ve çalışmalarını izlemek için Mehmet Sander’i ağırlamaktan memnuniyet duyuyoruz. Kendisi Los Angeles’taki Mehmet Sander Dans Topluluğu’nun kurucusudur. Mehmet’in dans sanatına olan yaklaşımı sık sık “dans mimarisi” olarak tanımlanmıştır. Topluluk, müziğin eşliği olmadan performanslar sergiliyor. Dahası bedenin mekândaki hareketine odaklanıyorlar. Onları ilgilendiren; bedenin düzlem, yer çekiminin başlatıcı ve koreografinin; uzam-yer çekimi rollerini aldığı yaya-dışı alanları işgal etmek. Kendisinin bunu daha detaylı açıklaması ve sonrasında da üretimlerini deneyimlemeniz için aradan çekiliyorum. Evet, Mehmet.
- Merhaba, iyi akşamlar. Pek hoşlanmasam da mikrofon kullanmak salonun akustiği açısından yararlı olacak. Adım Mehmet Sander ve burada olmaktan çok memnunum çünkü bir koreograf olarak dansla en ilişkili sanat dalının mimari olduğunu düşünüyorum. Bunun başlıca nedeni mimarinin bedenlerin kullanabileceği mekânlar tasarlaması ve koreografinin mekân içindeki hareketi tasarlamasıdır. Son beş yıldaki çalışmalarımda bu ikisi arasındaki ilişki gittikçe belirginleşti. Merce Cunningham’in uzam-insan hareketi olarak ifade ettiği dans tanımı, benim çok doğru bulduğum bir tanımdır. Temelde dans; mekân, zaman ve insan hareketidir. Buna ekleyebileceğim tek şey, yer çekimi olabilir, çünkü hareket eden veya yerinde duran her şey yer çekimi kurallarının etkisi altındadır. Yarın sabah sekiz ay ve on iki Güneş’e uyanabiliriz, bu mümkün, fakat yer çekimini kaybetme olasılığımız yok. Yer çekimi bizi bir arada tutar; canlı veya cansız her şeye yer çekimi h��kmeder. Bu yüzden hareket, yer çekimiyle ilişkili olmak durumundadır.
Kısaca kendimden bahsetmem gerekirse, ben Türkiyeliyim ve İstanbulluyum. Orada büyüdüm ve orada dans etmeye başladım. On beş ila yirmi yaşlarım arasında Güzel Sanatlar okudum. O zamanlarda hem De Stijl ve Bauhaus akımlarına hem de dikey açılar, temel renkler ve temel formlara büyük bir ilgi duyuyordum. Bu yüzden dansa başladığımda, koreografiye ve beden-mekâna dair ilgim; kare, üçgen ve daire üzerine oldu. Dansa on beş yaşında İstanbul’daki Geyvan McMillen dans grubuyla başladım ve sonrasında Londra Çağdaş Dans Okulu’nda dans ettim. 87’ senesinde de Amerika’ya geldim ve Cal State Long Beach Harvard Üniversitesi Amerikan Dans Festivali’nde dans okudum. Üç yıl önce de, 1990’da, kendi dans topluluğumu kurdum.
Balanchine’in bir sözü vardır. “Alansız, hareket var olamaz.” Bu benim deneyimim için  de çok doğrudur. Dans akademisinde koreografi ve hareket öğretilirken, beden-mekânınız olan pozitif alandan ve bunun dışında kalan negatif alandan bahsedilir. Doğal olarak, geçmiş eğitimimde pozitif alanın koreografisini üretmek yer tutuyordu, fakat dört sene önce asıl istediğimin negatif alanın koreografisi üzerine çalışmak olduğunun farkına vardım. Ve bu yüzden de çalışmamı bugün burada tanıtmak beni çok heyecanlandırıyor çünkü beni ilgilendiren çoktandır insan hareketinin değil, mekânın koreografisidir.
Bugün öğlen burada beklerken manifestomu bir kenara yazdım ve bunun üstünden geçersem bence ne yaptığımla ilgili daha iyi fikir edinebilirsiniz. On senelik bir süre içerisinde bir araya gelen manifestomun hayli genel bir anlatımını paylaşacağım.
Her dansımın öznesi, dansın kendisidir. Dansın kendisi, mekânda bulunmaktan ibarettir. Danslarım görev odaklıdır, bu yüzden performans unsurları barındırmaz. Yalnızca görevleri icra etmekle ilgilidirler. Risk alma unsurunu kullanmamız izleyicilerin analiz süreçlerini engelliyor, bu sebeple hareket öncelikle fiziksel seviyede, sonra duygusal seviyede, sonra da entelektüel seviyede deneyimleniyor. Dans gösterilerinde sahnede bir eser sergilenirken izleyiciler genellikle çamaşır yıkarken yapacakları renk ayrımını veya buzdolaplarında bulunan hangi yemeği yiyeceklerini düşünürler. Ben de yıllar boyunca bunu deneyimledim; bir dans gösterisine gidiyorsunuz ve önünüzdeki bedenin yavaş veya orta dereceli hızda hareketini izlerken aklınız başka yerlere kayıyor, yani dikkatin dağılması söz konusu ve bence bu, dansın temel sorunlarından biridir.
Bu yüzden izleyiciye zaman tanımayı sevmiyorum. Ne kadar hız kullanırsak, izleyicinin dikkatine o ölçüde hâkim olduğumuza ve böylelikle performans sırasında fiziksel bir deneyim yaşandığına inanıyorum. Dolayısıyla harekete öncelikle fiziksel açıdan yaklaşıyorum. Beden çizgisi benim için yer demektir; yaptığım şey insan bedenini yer olarak ele almak. Dans yapıtı üretmek söz konusu olduğunda duygusal nedenlerden hareket almak bence vurdumduymazlıktır. Bana göre her insan duygusaldır ve hepimiz duygusal varlıklar olduğumuzdan ötürü, bunun üzerine bir katman daha duygu eklemenin bir anlamı yoktur. Beden mekân içinde hareket ettiğinde tüm bilgi zaten orada mevcuttur. Bunun üzerine bir ikinci duygu katmanı eklememize gerek yoktur.
Danslarım bir kez başladıktan sonra, yapıt sona ermeden durmaz. Mekânda hareket ederken dans yapıtının ortasında nedensiz bir biçimde durmayı gereksiz buluyorum. Bu yüzden çalışmalarıma, tamamen gereksiz bulduğum kanatlar dâhil edilmez. Kanat dediğimiz, proskenyon (İtalyan) sahnenin kenarlarıdır. Ben ise kanatların arkasında ne olduğunu, neyi kaçırdığımı, orada olup bitenleri, yani bilmemem gerektiği düşünülenleri bilmek istiyorum. Yani ânın gerçekliğine ilgi duyuyorum. Bu yüzden dans, yapıt sonlanana dek veya dansçılar bir başka beden veya kısıtlama tarafından durdurulmadığı sürece durmaz.
Alanın ekonomik kullanımına çok ilgi duyuyorum. Kanımca alan en küçük detayına kadar sorgulanmalıdır. Çoğu zaman dansçıların yaşadığı bir sorun; proskenyon sahnedir. Etrafından geçilen, bir ön sahne her zaman söz konusudur. Koreografların hatası ise, -ki bunu dansın en büyük sorunlarından biri olarak görüyorum-, alanın ne olduğunu sorgulamamalarıdır. Hâlbuki her yapıt için alan yeniden tasarlanmalı ve yaratılmalıdır. Alan, sahne değildir. Alan senin onu nasıl tasarladığına, tanımladığına ve sınırlandırdığına bağlıdır. 
Alanın idareli kullanımına ilgi duyduğum için çalışmalarımda alanı kısıtlarım. Bu kısıtlama yeni bir kelime haznesi algısı yaratır. Çalışmalarımda yer çekimi örgütleyicidir. Yani çalışmalarım, 19. yüzyıl balesinde olduğu gibi bedensel ağırlık bakımından hafif dansçılarla yer çekimini kamufle etmenin aksine, yerçekimini  gözler önüne serer, çünkü hepimizin bir ağırlığı vardır ve yukarı çıkan her şey zemine döner. Dolayısıyla yer çekimi, kamufle edilmesi gereken bir şey olmaktan çok hareketim için bir başlatıcı unsurdur.
Çalışmalarımda geçişler kullanmam. Beden; bazen yatay, bazen düşey ve bazen de 45 derecelik doğrusal çizgiler tutar mekânda. Bu, her zaman ilgi duyduğum De Stijl grubundan etkilenmemden kaynaklanıyor; ortogonaller ile düşey ve yatay çizgiler. Mondrian’ın teorisi her zaman ilgimi çekmiştir mesela. Kendisi ağaçlar ve dağları çizerken nihayetinde doğayı yatay ve düşey çizgilerle ifade edebileceği kanısına varmıştır. Bu yüzden arada kalan açıları koreografilerime dahil etmiyorum. 45 derece açı kullanarak, aslında yine de bir uzlaşı sergiliyoruz. Mondrian’ın De Stijl grubunu terk etmesinin sebebi; diyagonaller kullanmanın büyük bir taviz olduğunu düşünmesidir. Ben o uzlaşısızlık raddesine gelmedim henüz. O yüzden üretimlerimde diyagonallere rastlamak mümkün. 
Geçişlere rastlamak ise mümkün değil. İlgi duyduğum şey, bedeni yaya ya da mekânda yol alan bir varlık olarak göstermektense onu çizgi ve mekân olarak göstermektir. Amacım insan bedenini yer olarak göstermektir. Eskiden şöyle derdim, “kolunu hareket ettiriyorsun ve altında alan oluşuyor, işte bu danstır”. Şimdi ise bu düşünceme katılmıyorum çünkü hiç hareket etmezken bile, beden alanın mimarisiyle ilişki içinde olduğundan dans; hareketsizlikle dahi gerçekleşen bir şeydir. Şu duvara dikey ve şu duvarlara yatay ve paralelim ve zemine dikeyim. Zemin ise, sadece bizim zemin olarak adlandırdığımız şeydir, öyle değil mi? Yani eğer bunun zemin olduğuna karar verirsem, o zaman orası referans noktası olarak alınır. Benim için dans, insan bedenini yer olarak öne sürmekten ve onun mekândaki diğer noktalarla ilişkisinden oluşur.
Bu mevzunun dışında kalması sebebiyle kimi sanat dallarını koreografime dâhil etmiyorum. Bunlardan biri, eskiden iş birliği yapmış olduğum bir daldır; müzik. Tabi ki iş birliği yapmak heyecan verici, fakat ben müziği danstan en uzak sanat dalı olarak görüyorum. Müzik bana çoğunlukla yabancı bir mecra gibi gelmiştir çünkü dansın zamanlamasının, müzikal metrenin zamanlaması yerine bedenin bir görevi tamamlarkenki kendi zamansal parametrelerini esas alması gerektiğini düşünüyorum.
Koreografi öğrenmek için akademiye gidiyorsanız, size Rondo parçasının koreografisini nasıl yapacağınız öğretilir. Dört metreye veya vals metresine sığacak bir koreografi tasarlamanız istenir. Sizden bir alanı, içinde bulunduğunuz mekânla ilişkili bir alanı nasıl tutacağınız öğretilmez. Ben buna odaklanılması gerektiğini düşünüyorum. Tercihen gelecekte daha sık görmek istediğim şey dans bölümlerinde mimari öğretilmesidir. Bu tür bir eğitimi finanse etmek gerekiyorsa, piyanoları satmak… Herneyse… Piyanoların satılması gerçekten istediğim birşey değil! Söylemek istediğim; ben dans okurken zamanımın yüzde kırkını müzik dersleri alarak geçirdim. Sanki birer enstrümanmışız gibi insan hareketini müziğe sığdırmaya çalışarak geçirdik zamanı, oysa bizler mekânda yer tutan varlıklar olmaktan başka bir şey değiliz, dolayısıyla müzik gereğinden fazlasıyla odak noktası haline gelmiş durumda. Bu yüzden müzik dansın bir numaralı düşmanıdır.
Dans yapıtlarının koreografisi çoğunlukla müziğe göre yapılıyor. Yeni hareketler bulmak ve mekânda yer tutmanın yeni yollarını aramak yerine hareketleri müziğe iliştirme yönünde çaba sarf ediliyor. Dolayısıyla hareket nedir, mekân nedir, dans nedir, bunlar unutuluyor. Mesela konsere gittiğinizde… Aranızdan bazıları müzik konserine gitmiştir, değil mi? Her müzik konserinde dansçı görmüyorsunuz, değil mi? O zaman neden her dans gösterisinde müzik duymamız gerekiyor? Her resim sergisine gittiğimizde müzik eşliğinde etrafta hareket edip duran dansçılar görmüyoruz. O hâlde dans izlemeye  gittiğimizde neden sadece hareket sanatını görmeyelim? Neden dansı hareket sanatı olarak görmeyelim? Hareket sanatı ne ile ilgilidir? Hareketle ilgilidir. Hareket ne ile ilgilidir? Yer çekimine maruz mekânla. İşte bu yüzden müziği çalışmalarımdan çıkardım.
Ve yine bu yüzden, üretimlerimde zamanlama; içinde bulunan görevlerin tamamlanmasını gerektiren zamanı esas alır. Tamamlamak kelimesini kullanıyorum çünkü söz konusu görevleri, ânın (performans unsurunun ortadan kalktığı) gerçekliğinin su yüzüne çıkması için bir aciliyet hissi yaratma amaçlı kullanıyorum. Bir bilim insanının laboratuvarda çalıştığı gibi çalışmaya inanıyorum. Geçmiş deneyimlerime dayanarak, çoğunlukla dans, genel bir fikirden başlayarak ortaya çıkıyor. Benim için zamanın başlangıcında uzay vardı. Sonra insan. Sonrasında hareket. Ve ondan sonra ses. Bu sebeple koreografi çalışmalarımın tamamında öncelikle mekânı yeniden sorgulamaya odaklanıyorum, böylelikle daha dürüst olduğumu hissediyorum. Mekânla başlayıp sonra mekânın içine insan bedenini yerleştiriyorum.
Mesela atölyelerimde katılımcılara tatbik etmeleri için verdiğim bir egzersiz vardı geçen yıl. Çok miktarda kontrplağım vardı. “Bu kontrplak, bu çekiç ve çivilerle öyle bir yapı yaratın ki”, derdim, “insan önce eğilsin, sonra sürünsün, sonra yuvarlansın ve sonrasında bir daireyi katedip ve iki keskin köşeyi geçip başladığı yere geri dönsün”. Yani egzersiz sekiz görevden ibaretti. Öyle bir yapı yaratmaları gerekiyordu ki içeri giren insan önce eğilmeli, sonra yerden yaklaşık 92 cm yükseklikteki çok alçak bir tavanın altında sürünmeli, sonra dairesel ve sonra keskin köşeleri geçmeli ve yaklaşık bir dakika on saniye içinde yapıdan çıkmalıydı. Şu aralar yapmaya ilgi duyduğum atölye şekli bu; insanlara bir mekân inşa ettirtmek ve hareketin nasıl doğrudan bu mekânın inşa edilme biçiminden ortaya çıktığını gözlemlemek. 
Hareketten bahsettiğimde, yürüme ve koşma hareketlerinden oluşan yaya faaliyetini dâhil etmiyorum buna çünkü bunlar hepimizin her zaman yaptığı şeyler. O yüzden bir koreografın bu hareketleri malzeme olarak kullanmasını gerekli görmüyorum. Ayağımızın altı dışında beden tertibatlarıyla hareket etmemiz mümkün, taban -ki çok küçük boyutlu bir tertibattır- ile yürümemiz veya koşmamız gerektiği sadece bir varsayımdır. Yürüyen ya da koşan insanın hareketinden çok, kendi sırtı üzerinde, karnı üzerinde, ya da baş üstü hareket edebilen insanın devinimleri [locomotion]; bu tür lokal devinimler ilgimi çekiyor. Fırlamak, şaplamak, kütlemek, çarpmak, imha etmek, patlamak gibi eylemleri andıran hareketler yaratmaya çalışıyorum. Yani en kolay koreografik tercih olan; bir kanattan diğerine ve diğerinden ötekine ulaşmaktan ibaret olan koşma hareketinden çok bu tür kelime dağarcığına yakın hareketlerle ilgileniyorum.
Manifestoma yakın zamanda eklenmiş son bölüm ise hareket yerine mekânın koreografisini yapma çabamla ilişkilidir. Dansçılarıma baktığımda odağım onların hareketleri değildir, aralarında mevcut boşluğa bakar, bunun o mekânda mimariyle nasıl bir ilişki içinde olduğunu gözlemlerim. Üzerinde çalışmayı sürdürdüğüm manifestomun hayli genel bir anlatısı budur.
Koreografide insan bedeniyle çalışıyor olmak temel sorundur çünkü sadece dört uzvun var, dizlerin, dirseklerin sadece bir yöne bükülüyorlar ve kafan sadece 180 derece dönebiliyor, öyle değil mi? Beşinci bir uzuv ekleyip bir parçanı yerinden çıkartamazsın. Aslında, bedeni yeniden yapılandırmak ve yeni hatlar yaratmak mümkün, ama demek istediğim , dizlerinin dirseklerinden zıt yöne bükülmesini sağlayamazsın. Bu yüzden kısıtlısın. Bu bir mücadeledir. Buna ek olarak, mekânı tutma konusu var. Alışkanlıklarına bağlı bir tür olduğumuz ve hayatı bilişsel yaşadığımız için, bir yerde yürürken insan her zaman dik bir pozisyonda hareket eder. Dolayısıyla modern dans disiplininde mekânı daima dik işgal etme sorunuyla karşı karşıyasınız. Yatay veya tersyüz, altüst veya diyagonal bir şekilde mekânı tutma olanağınız olmuyor.
Sorun gördüğüm bir diğer şey, koreografi mecrasında ‘modern’ olduğu öne sürülen ve görünüşte modern çalışmalardır.  Benim için yapıtın modern olması, içten dışa, yapının ve formun modern olmasıdır, mekânın sorgulanması ve önceden bahsettiğim tüm unsurların sorgulanmasıyla ilintilidir. Aslında soru listem şu an yanımda. Bunlar, her koreografi tasarladığımda sorduğum sorulardır: hareketin hızı… “Orta düzeyde” neyi ifade ediyor? Bir uçağın da orta düzeyde hızı olabilir. “Orta düzey”in sokakta yürüme hızı olması gerekmez. Bir şeye çok hızlı başlarsanız ve o hızı orta düzey olarak kabul edersiniz bu ne demek olur? Alışılagelmiş şekilde dik durmadan, yerçekimini kamufle etmeye çalışmadan, izleyicinin analiz sürecini altetmek için hız kullanarak, ayak altının dışında hareket sistemleri kullanarak, performans alanını mimari referans noktalarıyla sınırlandırarak ve söz konusu mimari referans noktalarının her birini sorgulayarak: yer nedir, tavan nedir?… bunlara  karar vererek… 90 derecelik proskenyon sahneden kurtularak ki ön sahnede olup olmamak tercihtir... Dahası, estetiğin sınırlarını zorlayarak: güzel nedir, dans nedir, zarif nedir, şiddetli nedir... Bir disiplinin formasyonunu (yeniden) işlemektir.
Modern dansın modern olmaması meselesinden bahsettim. Benim için modern görünümlü olmasına rağmen yapı ve form yönünden eksik bir dans yapıtı, durmaksızın aynı binayı inşa edip sadece duvar kâğıdını değiştirmeye benzer. Bir binada aynı mimari tasarımı kullanılıp seneden seneye sadece duvar kâğıdı ve renkleri değiştirmek gibi, modern dans da bazen böyle monotonlaşabilir. Koreografide aynı yapı tekrarlanırken sadece kostümler ve ışıklar değişiyorsa, bana kalırsa bu bir yapıtı modern kılmaya yeterli değildir.
Ve tabii ki çalışma mekânı içerisinde bir alan hissi ortaya çıkarmak çok önemlidir. Size, mekânla ilgili düşünmeme çok yardımcı olan bir Daoist fikri aktaracağım: Kille çanak çömlek yaptığımızda, bunu alan yaratmak için yaparız: o çanak çömleğin içindeki boş alanı yaratmak için. Aynı şekilde, mesela kontrplakla duvar inşa ettiğimizi düşünün, tüm bu sarf ettiğimiz çaba boşluk yaratmak içindir. Bu boşluk hissini yaratmak benim için önemli, çünkü boşluk varken dışarıdakini içeriye davet edebilirsiniz ve bu, dışarıdakinin deneyimini de içermektir. Eğer tıka basa anlamlarla dolu olan çalışmalar öne sürseydim, bu, tavanına kadar kiremitlerle dolu bir odaya benzerdi. O noktada odanın işlevselliği yitmiş oluyor, bir nevi ölü bir alan. Dolayısıyla eserlerimde bir alan hissi yaratmaya ve buna soyut bir şekilde yaklaşmaya çalışıyorum, ki izleyiciler yapıtın içerisine girebilsin, ona kendilerine has bilgiyi ve duygusal bağlamları aktarabilsin. 
Aksi hâlde, mesela ben AIDS'li bir ibne olduğum için, Orta Doğu’lu AIDS'li ibnelerle ilgili bir dans yapıtı üretsem… Eserin başlığı da bu olsa ve mesela etraf kamuflaj ceketleriyle ve Orta Doğu’ya has her ne imge varsa onlarla tıka basa dolu olsa, o zaman geriye ne kalmış olurdu, öyle değil mi? Benim için önemli olan esaslar, yer çekimi, insan bedeni ve mekân kullanımıdır, hepsi bu. Bunun dışında kalan her tür bilgi yapıttan tasfiye edilmelidir. İzleyicilerin gereken tüm araçları kullanarak yarattığım alana kendi bilgilerini olabildiğince aktarmaları bana daha ilginç geliyor. Kastettiğim; ille de dik durmak değil, zeminin üzerindeki yatay alanı da kastediyorum. 
Bu akşam birkaç yapıt icra edeceğiz. Bunlardan ikisi yer çekiminin başlatıcı olduğu; hız, darbe, sekme gibi hareket sistemlerinin yatay alanı tutmak için kullanıldığı işler. Son icra edeceğimiz yapıt “Single Space” ise bedenimin sadece bir yer olması için mekânın koreografisini yaptığım bir iş.
Şimdi size 1991’de koreografisini yaptığım “Board Stiff” adlı yapıtın videosunu izleteceğim. Bu çalışmada 8 x 6 ebadında kontrplak duvar kullandım ve bu duvar modüler olduğu için sadece onun karşısında olmayla kısıtlı kalmaktansa onu bazen tavanımız olacak, bazen zemin olarak adlandırdığımız şey olacak, bazen rampa, bazen döner kapı olacak şekilde yönlendirebiliyoruz. Yani bu, modüler olan ve insanlar tarafından yönlendirilen, sürekli değişen ve yeni faaliyetlere yol açan bir mimari referans noktası. Şimdi “Board Stiff”i izleyebilirsek çok iyi olur, buraya yansıtalım. Ve ışıkları söndürelim.
Işıkları açabilir miyiz? 1991 tarihli Board Stiff’i izledik.
Bundan önce yere veya duvara monte edilmiş sabit düzlemler kullanıyordum, o yüzden mekân tam anlamıyla değişmiyordu. Burada ise modüler bir duvar kullandık. Şimdi de “Shield” adlı yeni bir çalışma tasarlama sürecindeyim. Bunda da dört tane ve dört farklı renkteki 6 x 4 boyutlarında akrilik panelleri çeşitli şekillerde yönlendiriyoruz ve onlarla havada çarpışıyoruz. Her dansçının elinde saydam bir panel var, orada bu panelin bizim hem zeminimiz hem duvarımız hem de rampamız olduğunu göreceksiniz. On dakikalık yapıtın süresi boyunca, onu hiç elimizden bırakmıyoruz. 
Nereye gidersek onunla gitmek zorundayız. Mesela “havanın ortasında asılı zemin” dersem bu, havanın ortasında bir zemin yaratmamız gerektiği anlamına geliyor. Dolayısıyla zemini alıp onunla gidip bunu yaratmamız gerekiyor ve tabii ki yer çekimi olduğu için geri düşeceğiz ama gittiğimiz her yerde kendi alanımızı yaratma fikrinin kendisi, zemin olarak daima zemini kullanma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor.
Şimdi de 6 ft*’e 4 x 4 ebadında pleksiglas bir küp kullandığım “İnner Space” adlı çalışmamdan kısa bir kesit göstereyim. İnner Space’in kasetini koyabilirsek süper olur. Bu çalışmada 6 ft’e 4 x 4 ebadındaki küpü kullanıyoruz ve içinde üç beden çizgisi var. Negatif alan oluşturmak için tersyüz diyagonaller ve yatay ufuk çizgileri kullandım. Şimdi bundan bir dakikalık bir kesit gösterebilirim, ondan sonra da bazı yapıtları burada icra edeceğiz. Yapının 4 x 4 olması kendimizi yatay bir biçimde askıya almamıza yaradı. Böylelikle sagital [uzunlamasına] olarak dururken izleyiciler ayaklarımızın altını görebiliyor, ki bu da, yani dansçıların ayaklarının altı, genelde görmeye alışık olmadığımız bir referans noktası. Tüm bu paneller zeminde.
Işıkları açabilir miyiz? Teşekkürler. Videoda göstermek gerçekten hiç çaba gerektirmiyor.
Bu akşam üç yapıt icra edeceğiz. Biri “Summation of Forces”; dansçılar ve zemin arasındaki farklı uzamsal ilişkilenmeleri araştırıyor. Bundan sonra “Initiation of Movement” isimli bir yapıt var. 
“Initiation of Movement” 15 x 15 ebadında bir kare içinde icra ediliyor. Pedlerin üzerinde de çizgiler var, yani 15 x 15 boyutlarındaki mekânımız üç dikdörtgen, bir dördüncü dikdörtgen ve bir kare olmak üzere beş farklı alana ayrılıyor. Bu alanı, içine bedenlerimizi atarak iki üçgen, dört üçgen vs. şeklinde, ayırarak işliyoruz. 
Son yapıt ise şurada gördüğünüz yapının içinde icra edeceğim “Single Space” adlı bir solo çalışmadır. Bunun koreografisini 1992 yılında yapmıştım. “Single Space”in dört zemini var. 
Zemini kullandım, otuz saniyenin koreografisini yaptım. Süreci anlatmam gerekirse, video kamerasını aldım, işi kaydettim ve kaydı eve götürdüm. Evde televizyonu tersine çevirdim. Gördüğümü sonradan bedenimle yapmaya çalıştım ve bunun kaydını aldım. Sonra bu teybi de televizyona koydum ve cihazı bu sefer yan çevirdim ve gördüğümü yine bedenimle gerçekleştirmeyi denedim. Televizyon bu şekilde dört kez döndürüldü. Bu çalışmada da bir panel kullanıyor olacağım ve dört bölümü olacak, hepsi alanın yüzde 25’ini kaplayan bölümlere ayrılacak ve her biri zemin görevi görecek.
Şimdi eski bir solo göstereceğim, çok da eski değil, 1989 yılından. Adı “18” ve bir dakika uzunluğunda. Pratğimin ana hatlarını gösteriyor bence. İnsan bedeni, yer çekimi ve mekân, bu kadar. Bu, kostüm, set ve müziği aradan çıkartmış olduğum ilk işti, böylelikle geriye kalan bedenin geometrisi ve zemin oluyor. Maskeleme bandını alanımı belirlemek için kullanıyorum.
18’i göstereceğim ve sonra dansçılarım Alan, Leanne, Diane ve Scott “Summation of Forces”, “Initiation of Movement” ve “Single Space” yapıtlarında bana katılacaklar. Bunların ardından eğer sorularınız varsa, çalışmalarımı daha detaylı konuşacağız.
Teşekkürler, şimdi 18’i icra edeceğim.
Tekrar bunu mu kullanmam gerekiyor? Peki. Çok klişe. Pardon bir saniye. Kayıt alınıyordu.
Bir soru daha var demiştiniz.
Evet. 87’, 88’ ve 89’ yıllarında çıplak çalışmalarım olmuştu; çıplaklık efektini kullanmak değildi, aksine tüm efektlerden olabildiğince uzak durmak ve ne kalıyorsa onunla çalışmak... Eskiden o çalışmada dizlik giyerdim, artık onları da giymiyorum çünkü çizgiyi bozuyor. Aklımdan unitard giymek de geçmişti, ama bu da bir kostüm. Benim seçimim o basit likra taytlardır çünkü boya çizgisine en yakın olan onlarmış gibi geliyor, böylece renk düzenini kontrol edebiliyorum. Renk seçimlerim de genelde temel renkler veya monokrom renklerden oluşuyor. Mesela gri üzerine gri veya beyaz üzerine beyaz, bazen de siyah beyaz. Renk kullanırken psikolojik etkisini pek düşünmüyorum, manifestomda temel renkleri kullandığımı öne sürdüğüm üzere, bu kuralı takip ediyorum. Bir diğer ilgimi çeken şey de yeni çalışmalarımda yer verdiğim renk düzeni olan beyaz zemin ve beyaz duvarların beraberinde grinin değişik tonlarını kullanmak. Bu, devre dışı bırakmaya dair sorununuza cevap olabilir.
Kuşbakışı tasarlıyorum koreografileri, yani tavandan aşağı bakarak. Eğer bunun zemin olduğunu varsayarsak. Koreografilerimi mekâna yukarıdan bakarak ve mekânı bu şekilde düşünerek kâğıda çiziyorum. Ön diye bir şey düşünmüyorum koreografi tasarlarken çünkü nereye dönersem orası önümdür, mekânda sabit noktalar yok, önü biz belirliyoruz. Bu şey gibi, biri “burası kuzey, burası güney” dediğinde, “yok hayır, kuzey burası” demenin bir anlamı yok. 
Aslında doğaçlamadan hiç hoşlanmam, bu dansta sıkça kullanılan bir yöntem. İlk önce mekânla başlıyorum. Mesela pleksiglas küp yapıtında olduğu gibi, mekânın 6 x 4 x 4 boyutlarında olacağına karar veriyorum. Ve bu alanı belirledikten sonra çizimler yapıyor, sonrasında da mekânın üç boyutlu maketini yapıyorum. Böylece maketi çevirerek alanı her açıdan görebiliyorum, yani bu örnekte olduğu gibi mekânın dört cephesinin herbirini görebiliyorum. Proskenyon sahnede ise her zaman sen bir tarafta oturuyorsun ve faaliyet yassı bir şekilde, senin önünde gerçekleşiyor. 
Genellikle karelerle dans tasarlıyorum çünkü henüz gencim. Yani henüz daha ileriye gitme fırsatım olmadı, planlıyorum. Kare kullanıyorum çünkü bir başlangıcı ve bitişi var, oysa daire bitimsizdir. Ayrıca karelerin parçalara bölünmesini seviyorum, karenin köşegenlerini kullanmayı seviyorum, bu yüzden çalışmalarımın çoğu kareyi esas alıyor. 
Şu an “Compressed Space” adlı bir yapıt üzerine de çalışıyorum. Tavan zeminin 6 ft üzerinde asılı duruyor ve zincirlerle giderek aşağı düşüyor, yani zemine gittikçe yaklaşıyor ve böylece mekânı bastırmış oluyoruz. Böylelikle sonsuzluğa uzanan yataya dair bir algı inşa ediyoruz. Mekân bu şekilde kullanılıyor ve tavan aşağı düştükçe tavanın ağırlığından dolayı hareket edecek alanımız kalmıyor. Bu, mekânı kare olarak tasarlamayı bir kenara bıraktığım ilk işim, fakat henüz daire veya silindir formlarıyla çalışmadım. 
Benim için yapıtın önü, biz nereye dönersek orasıdır, izleyici için ise oturduğu yere göre biçimlenir.
Bir başka projeyi üretmemiz için eğer ileride daha fazla zaman ayırabilirsem, tercihen izleyicinin yapıt etrafında yürümesini isterim. Böylelikle hareketin nasıl izleneceğine dair sonsuz olasılık türemiş olur. “Single Space’de yanlarda bazı görüş açılarını kaybederiz ama bir başka yöne dönüşümle ön cepheden görüşe yeniden erişebiliriz. Renkli matlardan oluşan yapıtta ise yapıtın etrafında dönerek onu tüm diğer açılardan deneyimleyebiliriz; yapıt hareket eder.
İki sene önce gerçekleştirdiğim bir atölyede yapıtı siyah matların üzerinde icra ettik. Dansçılar zemini bu tarafa doğru döndürdükçe izleyiciler öbür tarafa doğru yürüdükleri için yapıt sürekli hareket eder hâldeydi. Mekân sürekli dönüyordu.
Hayır, aslında dört. Uygulamanın pratik olması sebebiyle o şekilde inşa edilmişti. Mümkün olsaydı sahneyi (mekânı) inşa ederken yüksek bir platform kurar, izleyicileri bunun dört bir yanına yerleştiririm. Performans tasarlarken dört taraflı düşünüyorum ve aşağıya bakıyorum. Bu sebeple işlerimi izlemek için ideal olan yukarıdan aşağı bakarak izlemektir. Bazı ender sahneler var, mesela L.A’de Spring Street’de bulunan Los Angeles Theatre Central’de. Orada LATC3 adında bir sahne var. Koltuklar yukarıda, o kadar dik bir meyille konumlandırılmış ki aşağıdaki işi izlemek için kemer takmak gerekiyor, yoksa düşersin.
Yukarıdan aşağıya baktığında zemine ilişkin olarak çizgileri görüyorsun. Proskenyon sahnedeyse seni göz seviyesinde, yatay bir aksta oturttuklarından tek gördüğün şey ileri geri giden, reddedecek ya da ilişecek herhangi referans noktası bulunmayan beden oluyor. 
Dans maalesef çoğunlukla zeminde icra ediliyor. “Single Space” bir yana, çalışmalarımızı çoğunlukla bu zeminle yaptık, bu pek sevdiğimiz bir şey olmamasına rağmen. Yine de zemin ve tavanın neresi olduğunu kendimiz belirlediğimiz işler üretmeye çalışıyoruz.
Zaman, hareket etmekten gelir. Mesela bir binaya girdiğinizde, yaya hareketini ele alırsak , belli bir zaman unsuru ve yaklaşık bir hız unsuru vardır. Bir mekân tasarladığınızda o mekânda yürümenin ne kadar zaman alacağını söyleyebilirsiniz, bu benim zamanlama mevhumumdur.
Alanımı kısıtlıyorum ve zamanlamam da  bir görevi tamamlamaktan -ki kişisel zevk faktörü burada etkilidir, mesela ben mümkün olabildiğince hızlı tamamlamakla ilgileniyorum- geliyor Hız, aradaki gereksiz unsurları etkisiz kılmaya yarıyor. Mesela yavaş yürüyorsam, ne kadar yavaş? Sizler belki herşeyi mümkün olan en hızlı şekilde yapıyorsunuz…. Bunun gibi varsayımları ortadan kaldırmaya yarıyor hız. 
Zamanlamam şundan geliyor; Tasarlarken, -mesela bu kontrplak benim çalışma alanımsa- koreografide diyametrelerimi belirlemeyi ve mekânın uzunluk, genişlik ve derinliğini belirlemeyi seviyorum. Dansçılarımı o mekâna yerleştirerek o mekânı tanımlıyorum ve onlar aracılığıyla alanı çeşitli geometrik olasılıklara ayırıyorum. Mesela ilk çalışmam, “18”de, bir haç formu vardı, artı yerine. Haçı bir dikdörtgen panele yerleştirdiğinizde iki kare ve iki dikdörtgen elde ediyorsunuz. Öte yandan onu “x” şeklinde o panele yerleştirirseniz 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8 üçgen oluşuyor. Eserin ismi 18 çünkü on sekiz geometrik olasılıkla artının on sekiz varyasyonunu yaptım ve haç şeklini seçtim çünkü onu asimetrik olması bakımından daha ilginç buldum. Yani zamanlama bir alanı ne kadar hızlı tanımlayabildiğinizle ilişkili. 
Mesela “ben bu mekânın kenarlarını, merkezini ve sonra içindeki diyagonalleri belirleyeceğim” dediğimde bedenim “çarp, çarp, çarp, çarp merkezde kal, belirle, belirle” bunları yapıyor. Yani görevim, belirlemek, yapıtın zamanlamasını oluşturuyor. Zamanlama bedenin belirli görevleri bir mekân içinde yapmasının ne kadar zaman aldığına bağlı oluyor. Yeterince açık oldu mu? Tamam.
Evet. Mesela bu bir çizgiyse, kâğıda çiziyorum, anlatabiliyor muyum? Bu bir çizgi. Bu sonraki çizgi ve bu da sonraki. Diyelim ki üç sahnem var ve bu birinci çizgi, bu ikinci, bu üçüncü diyorum. Esasen… Aynen, evet. Bir beden alanından diğerine geçmenin aldığı zaman. Koreografi tasarladığımda kâğıtta tasarlıyorum. Düzlem ve çizgilerle kompozisyon oluşturuyorum. Bu noktada Kandinsky’nin Nokta ve Çizgiden Yüzeye eserinden bahsetmek isterim. Çalışmalarımın erken dönemlerinde beni çok etkileyen bir kitaptı, şu fikrinden dolayı: Bir mekânda durduğunda yüzeye ilişkin nokta ve çizgileri hali hazırda belirlemiş oluyorsun. Koreografi tasarladığımda ben de kâğıtta bunu yapıyorum, genelde yaklaşık yüz yirmi beden pozisyonum oluyor yapıt başına, bedenlerin nereye hareket ettiğine dair yüz seksen çizimim oluyor ve bunun nasıl görüneceğine kâğıt üzerinde karar verdikten sonra stüdyoya gidiyorum. Yapıt tamamlandığında dansçılarıma gösteriyorum. Bunu gerçekleştirme teknikleri konusunda daima idmanlıyız, bu bir yana onlara alanda tam olarak nerede olmaları gerektiğini gösteriyorum. Sonrasında söz konusu görevlerin gerektirdiği hıza erişebilmemizi mümkün kılacak bir süreç oluşuyor.
Son iki üç senedir Louis Khan’ın çalışmalarından  ilham alıyorum. La Jolla Sanat Müzesi’nde bir yapıt gösterme şansımız olmuştu. Bütün fikir alanı bastırma, daha geniş bir ufka, yatay biçime çekmekle ilişkiliydi.. Bu gibi bazı temel fikirler oluştu orada.
Dans dünyasında mekân faktörü tamamen ihmal edilmiş olduğu için bundan böyle çalışmalarımda mekân tasarımı ve mimarisiyle daha çok iç içe olmak istiyorum. Mimar arkadaşlarımla konuştuğumda, mimaride insan faktörünün; bedenin ve insan hareketinin ihmal edilmiş olduğundan bahsediyorlar. Ben bu ikisinin arasında bir yer, insan hareketiyle mekân tasarımının tamamen etkileşimde olduğu ve birlikte yaşadığı bir yer bulmak istiyorum.
Ben kâğıtta bir yapıt tasarlıyorum. Stüdyoya gidiyorum ve çizimlerimin üzerinden geçiyoruz dansçılarla. Bazı şeyler var ki onlar hemen yapılabiliyor. Ama öte yandan bazı şeyler var ki, onları yapmanın imkânsız olduğuna karar veriyoruz. Benim yaptığım şey;  imkânsız olanları alıp onlardan bir dans yaratmak. Beni ilgilendiren bedenin ne yapabildiği değil, neye direnebildiğidir.
Bir kalemin var mı? Bu bir baş, bunlar da ayaklar. Bu insan bedeni. Bu gösterdiğim ise insan bedeninin mekânı delmesidir. Yani koreografi sürecinden söz ediyorsak, bedenime bunu yaptırıyorum. Bedene ne olduğuyla, olabileceklerle ya da sonuçlarla ilgilenmiyorum, ilgilendiğim bedenin neye karşı koyabileceğidir. Bu bence daha ilginç bir bakış açısı. Aksi halde; eğer bedenin ne yapabildiğiyle ilgilenirsen, yeniden insan anatomisi problemiyle karşılaşırsın. Dört uzva sahip olmanın ve sadece bir yöne bükülen diz ve dirseklere sahip olma problemiyle…
Bir sene önce öyle bir noktaya gelmiştim ki kalçalarımın bedenimin geri kalan kısmıyla aynı çizgide olmaması için kalçalarımı yerinden çıkartmayı düşündüm. Düşününce, o kadar fena bir şey ki… bandajlı gibi hissediyordum. Neyse, bandaj kelimesini negatif anlamda zikretmemeliyim, o iyi hissettiren bir şey.  Bense kendi bedenimin içinde klostrofobi hissini deneyimliyordum.
Koreografide sınırları zorlarken, varsayımlara karşı koymaya çalışırken ki yaptığım bu, varsayımları yüzeye taşıyorum ve kendimi haksız çıkarmaya çalışıyorum. Bu haksız çıkarma sürecinde ilginç hareketler ediniyorum. Başa dönersem, beni çileden çıkaran şuydu: ne yaparsan yap kalçalar bedenin geri kalan kısmıyla hizalıdır. Yana dönsen, ters dönsen, diyagonal biçimde bile.. daima bedenin geri kalan kısmıyla aynı çizgidedir, bu beni çıldırtıyordu. Bedenin mekânla olan ilişkisinin topyekün değişmesi için kalçalarımı yerinden çıkartma fikri cazip gelmişti. Ama kullanışlılık ile ilgili kaygılardan ötürü bunu yapmaktan vazgeçtim. Bu benim limitimdi, durmak için.
Bir sanat dalı olarak dansta yaygın olan, bedenin kırılgan ve korunması gereken bir şey olduğu fikri benim bakış açıma göre sorundur. Bedeni korumak ile bedeni sakınmak arasındaki fark malumum. Öte yandan kurumsal dans dünyasının öğrettiğinin bedeni sakınmak olduğunu düşünürsek… Söz konusu dünya size Martha Graham’in bir ‘devrimci’ olduğunu öğretmiştir, değil mi? Oysa Martha Graham grubunun çalışmalarını gördüğümde aklıma tek bir kelime geliyor, o da ‘bayağı’. Hepsi bu. Alvin Ailey ve Paul Taylor için de aynısı geçerli. İşte bulunduğumuz nokta budur. 
John Cage geldi geçti. Bize sessizliği dinlemeyi öğretmişti. Bu vuruşlar arasındaki sessizliği dinleme fikrine çok yakındır. Bu (melodi) çok 19. yüzyıl değil mi mesela? Esasen bu, şu hareketlere benziyor. Da da da da… Nasıl aktarıldığı veya duyguları açığa çıkarma vasfı bakımından ne uyandırdığı bir kenara. 
Dans, dansçıların arasındaki boşluğun tasarlandığı bir yöne giderken... Hareket tasarlayan veya pozitif alan üzerine tasarım yapan koreograflar hiç ilgimi çekmiyor. Ben ve dansçılar arasındaki, ben ve duvarlar ve zemin arasındaki alanı tasarlamakla ilgileniyorum. Cage veya Morton Feldman’ınkiyle aynı fikir aslında. Sesleri ve gürültüyü aralarındaki sessizliği dinlememiz için yaratıyorlar. Yani sessizliği ve alanı belirliyorsun, asıl ilginç olan şey bu benim için. Öbür türlü, söylediğim gibi, yarattığınız şey, tavana kadar tuğlayla doldurduğunuz için kimsenin giremediği bir odaya benziyor.
Bana sınırı sormuştunuz ama ben bunu düşünmüyorum çünkü, benim dansım varsayımlardan yola çıkıyor. “Bedeninle duvardan geçebilir misin?” diye soruyorum. Teorik olarak “duvardan geçemezsin” diyebilirsiniz. Oysa kuantum fiziği, bir kurşun duvardan geçebilirse, aynı hızda olmanız durumunda sizin de duvardan geçebileceğinizi söyler. Sorun şu ki duvardan geçmeye çalışırken duvar sizi durdurmaya çalışacaktır. Buna dayanarak bana  “geçemedin, öbür tarafta değilsin ki” diyebilirsiniz. Siz bunu söylerken ben yeni bir hareket bulmuş olurum. İşte böyle, çok çaba sarf ederek denememin ardından yanıldığımı görmek benim sürecim için çok önemlidir. 
Şu gibi çabalardan söz ediyorum: Bomba gibi patlayabilir misin? İki zıt yöne aynı anda koşabilir misin? Evet, yapabilirsin. Yukarı düşebilir misin? Mümkün. Aynı zamanda hem yukarı hem aşağı düşebilir misin? Bunları denediğinizde hatalı çıksanız bile yeni bir hareket fikri ve mekânı yeni bir biçimde tutma olasılığı doğmuş olur.
Çalışmalarım ve hangi yönde ilerlediğiyle ilgili üç şey söyleyeyim. Çok basit üç cümle.
Şu an koreografisini tasarladığım bir yapıtın adı “Controlled Space/Infinite Space”. Bu, 7 x 7 x 7 boyutunda bir odadan oluşuyor ama oda sadece bir kenarının üstünde dengelenmiş biçimde duruyor, yani zemin(de) düz değil. İsmi diyagonal bir şekilde düşmekten ileri geliyor. Yer çekimi sebebiyle genelde yere dik olarak düşeriz ama bu çalışmada bu tür bir yer çekimi kanısına karşı çıkıyoruz. Bedenler her zaman diyagonal bir şekilde yapıtın zeminine düşüyor. Her iki zeminine de.
Üzerinde çalıştığım diğer yapıt ise, daha önceden bahsettiğim gibi “Shields”, beraberimizde her yere götürdüğümüz pleksiglas panel zeminlerden oluşuyor. Belki de bu çok genel bir ifade oldu, “bu çalışmada her yere götürdüğümüz panel zeminlerden” demeliyim.
Bir diğeri ise önümüzdeki sene gerçekleşecek ve ilk olarak Los Angeles şehriyle etkileşecek bir iş. Tam anlamıyla mekâna özgü bir yapıt olacak. İsmi “Choreography With Faster Moving Objects”. Washington’a yakın, LA River’da göstereceğiz. Arabalarla beş düetten oluşuyor. Hızla hareket eden objeler, arabalar olacak. Saatte otuz milden kırk mile kadar hızlanan arabalar. Fikir bir yapı iskelesi kurmak ve oradan hızla giden arabaların üzerine düşmek. Sadece insanlarla düet tasarlamayı sıkıcı buluyorum, çünkü bu sefer de insanların birbirlerinin insan hızıyla kısıtlanması söz konusu. Dolayısıyla aciliyetin yapıta nüfuz etmesi için canlı ve cansız varlıkların bir arada ve birbirleriyle etkileşim hâlinde oldukları bir iş üretmek istedim. Arabayı tercih etmem  bu aciliyeti öne çıkarmak içindi, çünkü mesela seni otobanın ortasına bıraksam hemen koşmaya başlarsın, “henüz ısınmadım” demezsin. Bu tam bir dansçı hastalığıdır. Peşine düştüğüm şey hız. Olabildiğince hızlı gidiyorum.
Beş arabayla beş düet. Arabalar bedenimizden daha hızlı çizgiler çiziyorlar, ileri geri gidiyorlar. Değişik hızlara yavaşlamamız lazım, otuz mil** gibi ve havaya zıplamamız lazım çünkü bizim yerçekimi düşüşümüz onların lineer hızından daha yavaş. Ayrıca arabaların üzerine düşüyor olacağız çünkü öyle olması gerekiyor. İş lineer işlevselliği keşfe çıkıyor, bir otoyol gibi. L.A. River’ı biliyorsunuz değil mi? Orada farklı zeminler kullanacağız. L.A. River’ın yaklaşık 40 derecelik iki rampası var ve ondan sonra da düzlükler var. Arabalar iki taraftaki rampayı da kullanıyor olacak ve ayrıca ortadaki alanı.
Özet olarak çalışmalarımın gittiği yön bu. Umarım daha hızlı işler ve mekân ile daha fazla işbirlikleri öne sürebilirim. Bizim açımızdan harika bir paylaşımdı, çok teşekkürler.
*Metinde geçen ft (feet) uzunluk birimi 0,3048 metreye tekabül etmektedir. Sanatçı, konuşmanın ilerleyen kısımlarında uzunluk birimi de kullanmadığından, telaffuz edilen rakamlar bir karışıklığa yol açmamak adına metrik birime dönüştürülmemiştir.
**1 mil = 1,6 kilometre.
Çeviri: Eda Kurç
Son okuma: Derya Bayraktaroğlu , Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Derya Bayraktaroğlu tarafından seçilmiştir.
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Text
Angela Davis and Judith Butler Presented by Oakland Book Festival
1
00:00:06,835 --> 00:00:13,376
Eşitlik ve eşitsizlik meselesini konuşarak başlayalım. 
2
00:00:13,496 --> 00:00:20,664
Mekânların erişilebilirliğinden 
3
00:00:20,785 --> 00:00:27,135
ya da kaldırımların
sandalyedeki insanların
4
00:00:27,241 --> 00:00:30,755
hareket edebileceği şekilde
inşa edilmesinden bahsettiğimizde
5
00:00:30,843 --> 00:00:33,552
aslında erişim haklarından bahsediyoruz.
6
00:00:33,638 --> 00:00:36,151
Özellikle kamuya açık etkinliklere,
kamu kurumlarına,
7
00:00:36,256 --> 00:00:40,040
aslında bildiğimiz anlamıyla
vatandaşlığın merkezinde yer alan
8
00:00:40,144 --> 00:00:42,665
katılım biçimlerine erişimden söz ediyoruz.
9
00:00:42,754 --> 00:00:46,579
“Vatandaşlık" ile vatandaşlık belgesi olanları ve olmayanları, her ikisini de kastediyorum.
10
00:00:46,811 --> 00:00:51,885
Ayrıca, demokrasinin ne olduğunu tanımlarken 
11
00:00:51,971 --> 00:00:56,137
hayati önem taşıyan
dolaşım hakkından bahsediyoruz
12
00:00:56,235 --> 00:00:59,983
çünkü insanlar hareket edemezse
toplanamazlar, bir araya gelemezler,
13
00:01:00,078 --> 00:01:03,904
tartışamazlar, karar veremezler,
birlikte düşünemezler
14
00:01:04,005 --> 00:01:06,674
ve kamusal dünyanın parçası olamazlar.
15
00:01:06,785 --> 00:01:12,467
Eşitlikten bahsederken odağımız budur. 
16
00:01:12,652 --> 00:01:19,290
Burada, beden eşitlik sorununun merkezine yerleşir.
17
00:01:20,077 --> 00:01:25,421
Eşitlik, bireylerin sahip olup taşıdığı
ve kendi yollarıyla ifade ettikleri
18
00:01:25,541 --> 00:01:27,558
soyut bir hak değildir.
19
00:01:27,656 --> 00:01:33,807
Eşitlik; eşit muamele görmeye ve fırsat eşitliğine ilişkin bir sorudur. 
20
00:01:33,918 --> 00:01:37,557
Aynı zamanda,tüm diğer yaşamlara eşdeğer kabul edilen 
21
00:01:37,689 --> 00:01:42,083
bir yaşama sahip olmak
22
00:01:42,358 --> 00:01:46,405
ve bedensel özgürlükleri
kullanabilmekle ilişkilidir. 
23
00:01:46,513 --> 00:01:51,707
Sandalyedekilerin ya da
diğer sakat bireylerin 
24
00:01:51,826 --> 00:01:56,505
yaşamı da dahildir buna. 
25
00:01:56,628 --> 00:02:00,549
Sokaklarda hareket edemeyen insan çok, bunu bir düşünelim.
26
00:02:00,658 --> 00:02:05,435
Kim sokakta hareket etme özgürlüğüne sahip? Vurulmadan, taciz edilmeksizin 
27
00:02:05,559 --> 00:02:10,111
kaldırımda bir engelle karşılaşmadan
28
00:02:10,298 --> 00:02:16,146
kim sokakta güvenli şekilde hareket edebiliyor? 
29
00:02:16,420 --> 00:02:20,579
Bu konular birbiriyle bağlantılıdır.
Hareket edebilme yetisi bir yana 
30
00:02:20,708 --> 00:02:24,913
insanların mekânlara nüfuz edebilmelerine, bir araya gelmelerine 
31
00:02:25,014 --> 00:02:27,692
katılımlarına ve kamusal alanı katetmelerine imkân veren 
32
00:02:27,804 --> 00:02:30,740
teknolojiler ile altyapı 
33
00:02:30,860 --> 00:02:34,774
hem özgürlüğümüzün bir parçasıdır, 
34
00:02:34,881 --> 00:02:36,602
hem de radikal eşitliği bulabileceğimiz yerdir. 
35
00:02:36,850 --> 00:02:39,007
Bunun altını çizmek isterim.
36
00:02:39,384 --> 00:02:42,020
-Selam Judith.
-Selam.
37
00:02:42,543 --> 00:02:45,871
-Judith doğrudan konuya girmeyi sever.
-Afedersiniz. 
38
00:02:48,598 --> 00:02:53,573
Sakatlık konusunun 
39
00:02:53,737 --> 00:02:59,075
tüm eşitsizlik ve adaletsizlik
sorunlarıyla
40
00:02:59,178 --> 00:03:02,794
nasıl iç içe geçmiş olduğunu
bu kadar belagatli bir şekilde
41
00:03:02,922 --> 00:03:08,975
düşünmemizi sağlamanı takdir ediyorum.
42
00:03:09,648 --> 00:03:15,713
Bulunduğumuz mekânda çok ciddi sorunlar
olduğunu söyleyeyim.
43
00:03:16,013 --> 00:03:21,310
Bence nerede olduğumuzu,
bulunduğumuz mekânı kimlerle paylaştığımızı
44
00:03:21,575 --> 00:03:29,094
ve kimlerle paylaşıyor
olmamız gerektiğini düşünmek için
45
00:03:29,763 --> 00:03:35,553
bir topluluk olarak her bir araya gelişimiz, bir arada bulunma süresi tüm bunları düşünmek için
46
00:03:35,749 --> 00:03:38,810
ne kadar kısa olursa olsun, çok önemli.
47
00:03:38,963 --> 00:03:42,489
Dolayısıyla bence öncelikle
Ohlone toprağında olduğumuzu
48
00:03:42,626 --> 00:03:48,335
ve buranın kolonileştirilmiş bir toprak
olduğunu görmemiz çok önemli ve...
49
00:03:49,523 --> 00:03:51,420
Elbette.
50
00:03:51,570 --> 00:03:54,698
Eğer bulunduğumuz yere ilişkin derin bir algımız varsa 
bunu farkederiz. 
51
00:03:54,853 --> 00:04:02,913
Mekâna gelince, gerçek şu ki içinde bulunduğumuz mekân erişilebilir değil. 
52
00:04:05,409 --> 00:04:12,101
Erişime açık olmayan
birçok mekân, birçok alan olsa da 
53
00:04:12,900 --> 00:04:23,996
entelektüel topluluğun,
politik topluluğun işlevini kutlamak,
54
00:04:24,139 --> 00:04:32,934
ırkçılık, kadın düşmanlığı
ve küreselleşme hakkında
55
00:04:33,039 --> 00:04:42,153
tartışmalar yürütebilmemiz için tasarlanmış
bir toplantının 
56
00:04:42,881 --> 00:04:47,984
erişilebilir olması gerekir ama değil!
57
00:04:52,840 --> 00:04:58,953
Şu anda içinde bulunduğumuz etkinlikle ilgili bir kulis aktarımı yapmak isterim. 
58
00:04:59,107 --> 00:05:03,456
Erişilebilir olmadığı için bu toplantıyı iptal etmemizi isteyenler oldu. 
59
00:05:03,585 --> 00:05:09,857
Sertifikalı
işaret dili tercümanlarımız da yok.
60
00:05:11,840 --> 00:05:18,287
Şu anda burada otururken
hayli çelişkili hisler içinde olduğumu söylemeliyim. 
61
00:05:19,106 --> 00:05:21,825
Çelişkimin temel nedeni de
62
00:05:22,416 --> 00:05:26,771
tüm bu konuların burada geniş bir bağlam içinde
tartışılmasını gerekli görüyor olmam. 
63
00:05:26,927 --> 00:05:30,562
Ayrıca, sizlerin de bu konuları
kendi topluluklarınıza taşımaya
64
00:05:30,746 --> 00:05:33,076
istekli olduğunuza inanıyorum. 
65
00:05:33,176 --> 00:05:36,391
Elbette erişebilirlik anlamında
toplumu dönüştürecek
66
00:05:36,689 --> 00:05:45,534
devasa bir harekete ihtiyacımız var
ve bu sadece başlangıç.
67
00:05:46,949 --> 00:05:52,386
Hakkında düşünmemiz istenen
konulara cevap vermeden önce
68
00:05:52,534 --> 00:05:55,558
bunları söylemem gerekiyordu.
69
00:05:57,400 --> 00:06:03,523
Aslına bakarsanız eşitsizlik denen şey hayli soyut.
70
00:06:04,677 --> 00:06:06,924
Eşitsizlik derken neyi kastediyoruz?
71
00:06:07,046 --> 00:06:10,839
Eşitliğin standartlarını
kim belirliyor?
72
00:06:10,954 --> 00:06:16,340
Ayrıca sıklıkla eşitliğin
hâlihazırda var olduğu varsayımıyla
73
00:06:16,893 --> 00:06:22,474
çalışıyor olmamız
beni endişelendiriyor, siz ne düşünürsünüz? 
74
00:06:22,700 --> 00:06:26,690
“dâhil edilme” şiarı, bazılarımızın “eşitlik” alanının
75
00:06:26,792 --> 00:06:35,927
dışında bırakılmış olduğu fikri ve
“dâhil olma” zorunluluğu endişe verici.
76
00:06:37,056 --> 00:06:42,412
Tarih boyunca uyumlanmaya mecbur bırakıldığımız türde
77
00:06:42,513 --> 00:06:49,670
bir eşitlik düşüncesine asimile edilmek istediğimi sanmıyorum. 
78
00:06:51,456 --> 00:07:01,097
Bilinen o ki demokrasi iyidir. Bana kalırsa demokrasinin iyi bir şey olması gerekir.
79
00:07:01,436 --> 00:07:05,925
Umarım gelecekte demokrasi iyi bir şeye dönüşür. 
80
00:07:07,902 --> 00:07:13,661
Demokrasi hakkında düşünürken
kullanma eğilimi gösterdiğimiz yolların
81
00:07:13,768 --> 00:07:16,544
tamamen ırksallaştırılmış olduğu olgusu beni endişelendiriyor. 
82
00:07:16,654 --> 00:07:21,654
Haiti'den hiç bahsetmiyor olduğumuza
dikkat çekmek isterim. 
83
00:07:21,766 --> 00:07:28,010
Eşitlik, adalet ve demokrasi anlamında
katedilmiş büyük ilerlemeler
84
00:07:28,181 --> 00:07:35,514
söz konusu olduğunda
Haiti Devrimi’nden asla bahsetmedik.
85
00:07:35,989 --> 00:07:38,072
Bahsetmiş olsak, ırkçılık
86
00:07:38,184 --> 00:07:42,607
ve kadın düşmanlığı konusundan
bahsetmemiz gerekirdi.
87
00:07:45,420 --> 00:07:47,318
Buyrun , hoş geldiniz.
88
00:07:53,871 --> 00:07:55,199
Teşekkürler.
89
00:08:07,965 --> 00:08:14,614
Çok teşekkürler ve bu toplantıya
katıldığınız için de teşekkür ederim.
90
00:08:16,551 --> 00:08:24,128
İçeriye giremediği için dışarıda bekleyen sağır ve kimi diğer sakat, renkli insanlar olduğunu 
91
00:08:24,732 --> 00:08:26,232
bilmenizi istiyorum.
92
00:08:26,322 --> 00:08:29,093
Bu toplantıya erişimleri yok.
Bunu bilmenizi istedik.
93
00:08:29,327 --> 00:08:31,853
Gelmeleri engelleniyor.
94
00:08:32,040 --> 00:08:34,191
Tercüme etmemize yardım etmek için
geldiğini sanmıştım.
95
00:08:34,293 --> 00:08:36,158
Bilmenizi isterim ki...
96
00:08:36,308 --> 00:08:38,251
Tamam., şey için geldi sandım.
Anladım.
97
00:08:38,348 --> 00:08:41,384
Bu toplantıya erişimi olmayan
insanlar var.
98
00:08:41,923 --> 00:08:45,542
Yani dışarıda gelmeleri engellenen
sağır insanlar mı var?
99
00:08:50,150 --> 00:08:52,324
Bir tercüman getireceğini sandım.
100
00:09:07,415 --> 00:09:10,602
Konuştuklarınızı işitmiyorum. Ben sağırım. 
101
00:09:12,695 --> 00:09:18,316
San Francisco, Körfez Bölgesi’nde bu konuyla ilgili....
102
00:09:18,492 --> 00:09:22,397
Hayatım boyunca bu mücadele alanının içindeydim.
103
00:09:22,895 --> 00:09:25,146
Erişimin şu ya da bu şekilde sağlanması gerekir. 
104
00:09:25,239 --> 00:09:28,999
Bu salona erişimi olmayan çok sayıda insan var.
Bunu bilmenizi istedim.
105
00:09:31,667 --> 00:09:36,674
Burada olmanız bizi mutlu ediyor.
Sizi izlemek istedik ama yapamıyoruz.
106
00:09:36,809 --> 00:09:38,416
Bunu bilmenizi istedim.
107
00:09:38,521 --> 00:09:41,097
Dışarı, kendi topluluğumun yanına gidiyorum. Teşekkür ederim.
108
00:09:41,197 --> 00:09:43,810
Sorabilir misin, dışarıda herhangi biri...
109
00:09:50,712 --> 00:09:55,314
Sağır bireyleri içeri davet etmeliyiz ve bu konuyu tartışmalıyız. 
110
00:09:55,436 --> 00:09:57,399
Bence de insanları içeri davet etmeliyiz.
111
00:10:39,617 --> 00:10:42,372
-Onu tanıyor musun? 
-Organizatörlerden biri.
112
00:10:53,699 --> 00:10:55,669
Evet, evet, Peter ama...
113
00:10:58,142 --> 00:11:02,102
Bu, organizatörlerin... ayrıca belediye meclisine ayıplar olsun.
114
00:11:02,203 --> 00:11:04,904
-Evet.
-Belediye meclisine ayıplar olsun.
115
00:11:05,027 --> 00:11:06,012
Evet.
116
00:11:06,094 --> 00:11:09,202
Başka bir mekânda da
toplanıyor olabilirdik.
117
00:11:55,802 --> 00:11:57,661
Tamam.
118
00:12:00,123 --> 00:12:02,456
Peki, Angela ve Judith...
119
00:12:02,592 --> 00:12:10,831
Dışarıda içeri girememiş kimse var mı
bilmek istiyorum. Varsa lütfen gidip...
120
00:12:10,943 --> 00:12:16,867
Ayrıca dışarıda bize yardım edebilecek işaret
dili tercümanları var mı bakar mısın?
121
00:12:17,330 --> 00:12:22,486
Vaziyetimiz buyken sertifikalı ya da sertifikasız bir tercüman
olmasının önemi yok bence.
122
00:12:28,910 --> 00:12:31,758
Asistanı az önce dışarı çıktı...
123
00:12:40,954 --> 00:12:43,973
Oturma ihtiyacı duyan herkese
yer bulundu mu?
124
00:12:48,175 --> 00:12:51,911
Binadaki tüm engellileri bu salona giriş yapmaları
için davet ettik.
125
00:12:52,809 --> 00:12:54,911
-Bunu yaptığımıza emin olabilirsiniz.
-Peki. 
126
00:12:55,014 --> 00:13:00,713
Onlara, doğruca sıranın başına geçmelerini söyledik. 
127
00:13:00,972 --> 00:13:03,955
Tamam. Pekâlâ.
128
00:13:05,819 --> 00:13:10,140
Diğer sorun; işitme engelli konuklar için bir çözüm sunulamamış olması....
129
00:13:10,294 --> 00:13:15,923
Sertifikalı bir işaret dili
tercümanının olmaması sorunu var...
130
00:13:16,160 --> 00:13:18,795
Haklısınız. . Salı günü
tüm dikkatimizi bu konuya verdik
131
00:13:18,936 --> 00:13:21,419
ve elimizden geldiğince
tercüman bulmaya çalıştık.
132
00:13:21,516 --> 00:13:25,799
İki tercümanla anlaştık, onlardan biri bugün zahmet edip gelmedi.
133
00:13:26,601 --> 00:13:28,358
Anlatabiliyor muyum? Gelmedi.
134
00:13:28,934 --> 00:13:31,856
-Benim hatam mı? Öyle herhâlde.
-Evet ama savunmaya geçmeyelim.
135
00:13:31,942 --> 00:13:34,790
-Çözüme götürecek yapıcı  bir yol bulalım.
-Doğru.
136
00:13:41,885 --> 00:13:46,455
Tamam, peki... Tamam.
137
00:13:58,396 --> 00:14:00,037
Bu doğru.
138
00:14:09,240 --> 00:14:15,428
Bence hatayı sahiplenmek gerek.
Angela'nın da dediği gibi
139
00:14:15,616 --> 00:14:19,455
bu anı bir şeyleri değiştirecek
hâle getirmeliyiz...
140
00:14:19,544 --> 00:14:20,929
Şu anda yapabileceklerimiz
sınırlı ama bence
141
00:14:21,024 --> 00:14:24,471
bunun gelecekte farklı olmasını
sağlayacak şekilde organize olmalı
142
00:14:24,565 --> 00:14:27,780
ve mevzuyu ortaya potansiyel bir değişim olarak koymalıyız. 
143
00:14:27,913 --> 00:14:31,633
Umarım buradaki diyaloğu mümkün olduğunca
144
00:14:31,745 --> 00:14:35,602
edimlerimizi yeniden yönlendirerek
oluşturacağımız başka tür bir geleceğe
145
00:14:35,692 --> 00:14:38,243
yönlendirebiliriz.
146
00:14:38,808 --> 00:14:45,485
Şu anda yapabileceğimiz bu
ve umarım bir tercüman  gelip
147
00:14:45,571 --> 00:14:50,918
mevcut sorunlarımızdan en azından bir tanesini çözmemize
yardımcı olabilir.
148
00:14:52,887 --> 00:14:55,437
Ne var ki hepimiz burada toplandık
149
00:14:55,575 --> 00:15:02,426
ve kesinlikle çok zor şartlar altında
çalışıyoruz.
150
00:15:03,014 --> 00:15:12,315
Bence tüm kısıtlamaların içinde ve
onlarla çalışmayı öğrenmek çok önemli.
151
00:15:12,458 --> 00:15:16,972
Konuşmaya devam etmek,
bu mekânın erişim sorununu
152
00:15:17,084 --> 00:15:22,992
bir kenara bıraktığımız
anlamına gelmemeli.
153
00:15:23,794 --> 00:15:34,268
Feminizm, Judith Butler'dan
öğrendiğim türde feminizm...
154
00:15:34,534 --> 00:15:37,365
Ah.
155
00:15:39,685 --> 00:15:42,701
ırkçılıkla mücadele eden hak savunucularını kucaklayan,
156
00:15:42,851 --> 00:15:52,820
vatansız insanların maruz kaldığı kayda geçmeyen
saldırılara 
157
00:15:52,917 --> 00:15:55,746
meydan okuyan türde bir feminizm, 
158
00:15:55,848 --> 00:16:00,126
illa bir tarafı ya da diğerini
seçmek zorunda kalmadan
159
00:16:00,214 --> 00:16:07,103
tezatların kalbinde çalışmamıza
izin veren geniş bir feminizm anlayışıdır.
160
00:16:07,211 --> 00:16:12,878
Bu yüzden sizleri mekânın 
erişilebilirliği konusundaki sorunların
161
00:16:13,000 --> 00:16:24,599
getirdiği derin sıkıntı hissiyatını
tecrübe ederken
162
00:16:25,104 --> 00:16:29,800
aynı zamanda sorunlara çözüm bulmamıza yardım edeceğini umduğum türde
163
00:16:29,941 --> 00:16:33,009
bir diyaloğa girmek için çaba sarfetmeye davet ediyorum.
164
00:16:33,110 --> 00:16:35,818
Sizler  bu olanlar konusunda ne düşünüyorsunuz
bilmiyorum.
165
00:16:36,088 --> 00:16:37,908
Tamam.
166
00:16:42,259 --> 00:16:45,177
-Sen ne düşünüyorsun Judith?
-Tamam.
167
00:16:46,065 --> 00:16:50,634
Başlangıçta hızla konuya girdim, şunu şimdi belirteyim: 
168
00:16:50,730 --> 00:16:54,534
herkes gibi ben de Angela'yla
burada olmaktan onur duyuyorum. 
169
00:16:54,642 --> 00:16:59,042
Çok uzun zamandır ondan öğreniyorum.
170
00:16:59,173 --> 00:17:03,575
Her defasında sarsıyor beni, yeni yollarla düşünmemi sağlıyor.
171
00:17:03,686 --> 00:17:08,017
Asla kolay bir geçiş olmuyor benim için.
“Şunu anlamalıyım herhâlde”  
“Yok o değilmiş”. 
172
00:17:08,557 --> 00:17:12,478
Beni daima şaşırtıp yeni yollarla düşünmemi sağlıyor.
173
00:17:13,066 --> 00:17:20,284
Buraya gelirken aklımda üç konu vardı. Bunlardan biri...
174
00:17:20,458 --> 00:17:27,555
Yıllardır lezbiyen, gey, queer ve trans
hareketi içinde çalışmış biri olarak,
175
00:17:27,792 --> 00:17:32,972
kimileri gibi ben de
lezbiyen ve gey komünitelerine içkin 
176
00:17:33,067 --> 00:17:37,171
Eşitlik Yasası ve Eşitlik Hareketi
hakkında karmaşık duygulara sahiptim.
177
00:17:37,266 --> 00:17:41,033
“Lezbiyen ve gey” olarak adlandırıyorum 
çünkü 
178
00:17:41,137 --> 00:17:45,992
evlilik hakkı kazanımı için çaba sarfeden hareket bu komünitelerden oluşuyordu. 
179
00:17:46,100 --> 00:17:49,583
Eşitlik, gey evlilik hakkıyla imlendiğinde 
180
00:17:49,699 --> 00:17:53,403
eşitlik kavramına ne olur diye
düşünüyordum.
181
00:17:53,811 --> 00:17:57,934
Elbette söz konusu bireylerin çoğu
birlikte mülk sahibi olmak
182
00:17:58,024 --> 00:18:01,162
ya da farklılıklarıyla, orta sınıfın bir vatandaşı olarak kabul görmek 
183
00:18:01,265 --> 00:18:04,214
ve ilişkilerinin
tıpkı heteroseksüel insanlarınki gibi
184
00:18:04,320 --> 00:18:18,559
tanınmasını, aynı kabulü görmesini istiyorlardı. Bunlar olurken
185
00:18:18,958 --> 00:18:26,061
ikili ilişki ve mahremiyetle ilgili deneylere girişmiş
ve yenilikler ortaya koymuş 
186
00:18:26,152 --> 00:18:32,814
radikal birlikteliklerin
arka plana atılmasına tanık oldum. 
187
00:18:32,908 --> 00:18:36,706
Mülkiyetin, ,
özgürlük ve eşitlik fikrinin
188
00:18:36,825 --> 00:18:39,793
merkezine oturtuluşunu izledim.
189
00:18:39,888 --> 00:18:44,512
Devlet tarafından tanınmanın,
arzu nesnesi hâline gelmesini izledim.
190
00:18:45,237 --> 00:18:48,122
Hangi “devlet”?
Arzuladığımız bu tür bir tanınma mı? 
191
00:18:48,246 --> 00:18:51,817
Bu tanınmanın bedeli ne olacak
diye düşündüm.
192
00:18:51,913 --> 00:18:54,010
Kimse bunu sormuyordu...
Daha doğrusu soranlar vardı da 
193
00:18:54,110 --> 00:18:56,595
soru ana akıma dâhil değildi.
194
00:18:56,688 --> 00:19:00,243
Bence ağırlıklı olarak
beyaz bir hareketti.
195
00:19:00,353 --> 00:19:03,705
Eşitlikten söz edilirken, 
196
00:19:03,833 --> 00:19:06,582
yeni bir eşitlik söylemi
inşa olurken 
197
00:19:06,689 --> 00:19:10,087
bir diğer gelenek olan
ırk eşitliği mücadelesinin
198
00:19:10,200 --> 00:19:13,427
silindiğini
ya da arka plana atıldığını gördüm.
199
00:19:13,507 --> 00:19:15,608
Yani Angela’nın “eşitlikten bahsederken
ne demek istiyoruz?” diye sorması gibi, 
200
00:19:15,703 --> 00:19:18,128
bana öyle geliyor ki eşitlik söylemini kimin
hangi amaç için kullandığını
201
00:19:18,240 --> 00:19:21,249
ve bu kullanımın tarihi ne yönde seferber ettiğini 
202
00:19:21,358 --> 00:19:23,608
ya da bir tarihi nasıl sildiğini
sormalıyız.
203
00:19:23,707 --> 00:19:28,122
Bu söylemin bir ya da diğer kullanımında kurulan
ittifaklar neler?
204
00:19:28,225 --> 00:19:33,334
Mevzu evlilikse elbette, isteyen herkes evlenebilmeli.
205
00:19:33,432 --> 00:19:38,152
Şahsen neden sadece bir kişiyle
evlenilebildiğini anlamıyorum ama OK!. 
206
00:19:39,549 --> 00:19:44,340
Evliliğe karşı değilim. Dahası, bu bir haksa
207
00:19:44,425 --> 00:19:48,419
gey ve lezbiyen bireylere de tanınmak zorunda! Bunun sorgulanacak bir yanı yok. 
208
00:19:48,541 --> 00:19:50,932
Radikal eleştirinin öne sürdüğü gibi 
209
00:19:51,077 --> 00:19:56,003
evliliğin mülkiyet ilişkileriyle iç içe geçtiği düzlemde 
210
00:19:56,128 --> 00:20:03,782
ekonomi politiği, iktidar analizlerini 
211
00:20:03,944 --> 00:20:06,743
ve aslında diğer eşitlik mücadelesi
geleneklerini
212
00:20:06,850 --> 00:20:10,066
neredeyse bir kenara bırakıyoruz. 
213
00:20:10,169 --> 00:20:13,932
Siyah Canlar Önemlidir
hareketini -ki hâlâ sürüyor-
214
00:20:14,034 --> 00:20:18,676
eşitlik sorununun
bir kenarına bırakmış oluyoruz.
215
00:20:18,815 --> 00:20:22,393
Bu ve diğer hareketler birbirleriyle etkileşiyor mu mesela?
Görünüşe göre, hayır. 
216
00:20:27,422 --> 00:20:30,505
Bilmem, bu konuyu konuşmak ister misin? 
217
00:20:31,061 --> 00:20:38,911
Evet. Düşünüyorum da daima bir tür asimilasyon öne sürülüyor. 
218
00:20:40,343 --> 00:20:43,849
Neden başat yöntemlerin ve 
standartların belirlediği
219
00:20:44,012 --> 00:20:52,480
seviyeye yükselmekle yükümlü olduğumuzu varsayıyoruz? 
220
00:20:54,080 --> 00:21:01,633
Yani evet, Evlilik Eşitliği Yasası’nı
çok kararsız bir şekilde destekledim...
221
00:21:01,777 --> 00:21:06,541
Ama senin de işaret ettiğin gibi
222
00:21:06,717 --> 00:21:11,370
aynı zamanda bunun eleştirisini de
üretmenin bir yolu olmalı.
223
00:21:11,511 --> 00:21:19,874
Problem insanların...
Sesim yeterince yüksek değil mi? Peki. 
224
00:21:20,577 --> 00:21:23,560
O halde böyle tutayım. 
225
00:21:29,165 --> 00:21:44,366
Yani asıl problem insanların
evliliğin heteronormatif standartlarının
226
00:21:44,473 --> 00:21:52,545
var olan yegâne standartlar olduğunu
varsayması değildi,
227
00:21:52,649 --> 00:21:59,867
ciddi bir eleştiriye
girişme konusundaki isteksizlikti.
228
00:22:00,219 --> 00:22:02,843
Şu niçin mümkün olmuyor mesela?
229
00:22:02,960 --> 00:22:08,702
Evlenmek ve aynı zamanda evliliğin kahrolası bir kurum olduğunun farkında olmak...
230
00:22:08,809 --> 00:22:10,341
Özür dilerim,
bir belediye meclisi salonundayım.
231
00:22:10,965 --> 00:22:13,314
“Belediye Meclisi”nin salonundayız.
232
00:22:13,420 --> 00:22:17,963
“Bu evlilik ne biçim bir kurumdur”
neden diyemiyoruz yahu?
233
00:22:18,108 --> 00:22:26,211
Mülk temelli, mülkiyet temelli,
mülkiyet mirası temelli bir kurumdur.
234
00:22:26,297 --> 00:22:29,329
Bence buradaki asıl sorun mülkiyet.
235
00:22:29,406 --> 00:22:32,278
-Evet.
-Bence kapitalizmden bahsetmeden
236
00:22:32,419 --> 00:22:37,219
eşitsizlik ya da eşitlik hakkında
esaslı bir diyalog başlatmak
237
00:22:37,305 --> 00:22:42,556
bu yüzden imkânsız.
238
00:22:43,045 --> 00:22:46,390
-Evet.
-Kapitalizmden bahsetmeden olmaz.
239
00:22:51,017 --> 00:22:55,886
Ve elbette kapitalizmden bahsedip
ırkçılıktan bahsetmek istemeyenler var.
240
00:22:55,999 --> 00:22:57,143
Evet.
241
00:22:57,263 --> 00:22:58,983
Ya da kadın düşmanlığından
bahsetmek istemeyenler
242
00:22:59,066 --> 00:23:03,417
veya homofobiden veya diğer sorunlardan
bahsetmek istemeyenler var.
243
00:23:03,518 --> 00:23:08,797
Son dönemde hem aktivistler 
hem de akademisyenler
244
00:23:08,895 --> 00:23:13,138
bu sorunlardan birlikte bahsetmenin
245
00:23:13,236 --> 00:23:20,126
mümkün olduğunu, ve aynı zamanda bunun önemli olduğunu tecrübe ettiler.
246
00:23:21,644 --> 00:23:24,399
Bu noktada yaygın olarak kullanılan terim,
“kesişimsellik”.
247
00:23:24,492 --> 00:23:28,529
Bundan bahsetmek için kullanılacak
en iyi terim bu mu bilmiyorum
248
00:23:28,636 --> 00:23:35,544
ama demokrasi hakkında
bir diyalog yürütmek için
249
00:23:35,649 --> 00:23:40,389
ırkçılığı konunun dışında bırakmaya
gerek yok.
250
00:23:40,504 --> 00:23:47,457
Şu anki problemlerden biri
bence Demokratların...
251
00:23:47,557 --> 00:23:56,259
“Demokratlar” derken belirli bir siyasi
partinin üyelerinden bahsediyorum.
252
00:23:57,777 --> 00:24:02,284
Seçimlerin kaybedilmesinin nedeninin
253
00:24:02,870 --> 00:24:10,099
kendilerinin “kimlik politikası” olarak
tanımladıkları şey olduğunu varsayıyorlar.
254
00:24:10,201 --> 00:24:11,527
Evet, evet. 
255
00:24:11,628 --> 00:24:15,185
-Ne demezsin... Nedeni kesinlikle bu. 
-Evet.
256
00:24:16,654 --> 00:24:20,953
Bu yüzden kalkıp “kimlik politikasını bir kenara bırakalım” 
diyorlar.
257
00:24:21,034 --> 00:24:25,702
Bu da “demokrasiye dair konuşulması gereken 
tüm sorunları unutalım” demek oluyor.
258
00:24:25,779 --> 00:24:27,293
-Evet. 
-Değil mi?
259
00:24:27,395 --> 00:24:30,887
Sadece... “İşçi sınıfından
bahsetmemiz gerek” diyorlar.
260
00:24:30,979 --> 00:24:33,190
Tabii ki işçi sınıfından
bahsetmemiz gerek!
261
00:24:33,284 --> 00:24:36,148
Her zaman işçi sınıfından
bahsetmemiz gerekiyordu!
262
00:24:36,389 --> 00:24:45,569
Varsayım şu ki işçi sınıfı beyaz ve yalnızca
erkeklerden ibaret.
263
00:24:46,245 --> 00:24:49,619
İnsanlar nasıl
hâlâ böyle düşünebiliyor anlamıyorum...
264
00:24:49,705 --> 00:24:51,612
-Basbayağı böyle düşünüyorlar. 
265
00:24:51,715 --> 00:24:53,735
Tam da bu yüzden ideoloji,
kişinin
266
00:24:53,820 --> 00:24:59,349
gerçeklikle arasında var olduğunu
hayal ettiği bir ilişki olmaktan ibaret aslında. 
267
00:24:59,566 --> 00:25:02,399
Bu konuyu açalım 
çünkü senin öne sürdüğün hususlardan biri
268
00:25:02,498 --> 00:25:05,859
henüz eşitliğin ne demek olduğunu,
bilmiyor olduğumuz, değil mi?
269
00:25:05,956 --> 00:25:09,936
Yani yerleşik eşitlik fikirlerini
reddetmemizi istiyorsun.
270
00:25:10,055 --> 00:25:14,776
Var olan bir eşitlik çerçevesine
uyum sağlamayı, onu onaylamayı
271
00:25:14,879 --> 00:25:19,104
ya da o çerçeve içinde asimile olmayı reddetmemizi
istiyorsun çünkü “eşitlik hakkında
272
00:25:19,225 --> 00:25:23,042
düşünülmesi gereken radikal şekillerde
henüz düşünülmedi” diyorsun.
273
00:25:23,141 --> 00:25:26,244
Bu belki de eşitliği
hayal etmemiz, 
274
00:25:26,373 --> 00:25:29,201
onu yeniden ve 
275
00:25:29,303 --> 00:25:31,868
ilk kez düşünüyormuşcasına alımlamaya 
276
00:25:31,976 --> 00:25:34,747
olanak veren, deyim yerindeyse,
“düşünme idmanları” 
277
00:25:34,863 --> 00:25:38,285
yapmamız gerektiği anlamına geliyor.
278
00:25:38,386 --> 00:25:40,592
Mevcut düşünsel çerçevelere
baktığımızda 
279
00:25:40,694 --> 00:25:43,557
sıklıkla bazı toplumların
ya da insan varoluşunun
280
00:25:43,661 --> 00:25:47,245
bazı boyutlarının bütünüyle
söz konusu çerçevenin dışında bırakıldığını görüyoruz.
281
00:25:47,351 --> 00:25:52,041
Mesela şu anda tehlikede olan
282
00:25:52,172 --> 00:25:57,978
Siyah Canlar Önemlidir hareketi...
283
00:25:58,077 --> 00:25:59,922
Bazı yerlerde yasa dışı ilan ediliyor
284
00:26:00,041 --> 00:26:03,024
ve bazı kötücül hukuki çabaların
kazandığı ivme yüzünden
285
00:26:03,162 --> 00:26:10,353
daha da büyük çaplı bir şekilde
mücrimleştirilme tehlikesi var.
286
00:26:11,593 --> 00:26:15,590
Başlangıçtan bu yana ısrarla 
287
00:26:15,702 --> 00:26:20,854
eşitliği, insan yaşamının değeri konusunda eşitliği, ileri sürüyor.
288
00:26:20,956 --> 00:26:24,218
Eşitliğin soyut manâda ne olduğunu biliyoruz. 
289
00:26:24,303 --> 00:26:26,381
"Tüm hayatlar eşittir”, tabii, illa ki öyledir.
290
00:26:26,485 --> 00:26:30,439
Malum, bu İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nde ve anayasada yer alır.
291
00:26:30,550 --> 00:26:32,090
Ama bu ülkede...
292
00:26:32,208 --> 00:26:34,482
-Bu arada “Tüm âdemoğlu eşittir” deniyor. 
-Tüm âdemoğlu, “âdemoğlu”.
293
00:26:34,586 --> 00:26:36,744
-Sana bunu hatırlatmam gerek.
-Doğru ya  “âdemoğlu".
294
00:26:36,894 --> 00:26:41,271
Bildiğimiz üzere,  “tüm âdemoğlu”ndakine benzer 
295
00:26:41,395 --> 00:26:43,748
evrenselleştirmeler her zaman,
296
00:26:43,871 --> 00:26:48,803
cinsiyet, ırk gibi kimilerine mahsus 
köklü  ayrıcalıkları içinde taşır, değil mi?
297
00:26:48,906 --> 00:26:53,436
Bu tür bir varsayım yüzünden silinmiş 
298
00:26:53,556 --> 00:26:59,374
hatta silinmeye devam edilen yerli halklar var. 
299
00:26:59,564 --> 00:27:02,509
O zaman şunu sormalıyız: 
Geniş, kapsayıcı olması,
300
00:27:02,656 --> 00:27:08,732
kimsenin feda edilmemesi
ne anlama gelirdi?
301
00:27:09,019 --> 00:27:15,652
Bana kalırsa “kesişimsellik” derken kimsenin feda edilmediği,
302
00:27:15,758 --> 00:27:21,115
herkesi kapsayan bir analizi ve toplumsal hareketi
hayal etmeye çalışıyoruz.
303
00:27:21,230 --> 00:27:23,349
Ekonomi politikten söz ederken ırk konusunu dışarıda bırakmıyoruz. 
304
00:27:23,456 --> 00:27:26,148
Cinsiyet çalışmalarında 
cinselliği kapsam dışı bırakmıyoruz , değil mi?
305
00:27:26,264 --> 00:27:27,866
Bunu yapmıyoruz.
306
00:27:28,230 --> 00:27:33,324
Bu aynı zamanda tüm yapının 
dönüştürülmesi gerekecek demek oluyor.
307
00:27:33,431 --> 00:27:36,800
Bence şu ana dek yaşadığımız problem,
308
00:27:36,916 --> 00:27:43,448
kapsayıcılık,
çeşitlilik ve bunlar gibi mevhumların
309
00:27:43,547 --> 00:27:50,879
sabit, değişmez bir düşünsel 
çerçeveye atıfta bulunduğunu
310
00:27:50,982 --> 00:27:53,307
varsayıyor olmamız.
-Evet.
311
00:27:53,427 --> 00:28:00,665
Dolayısıyla şunu yapıyor oluyoruz: ırkçı bir toplumu 
312
00:28:00,839 --> 00:28:04,548
Latin ya da siyah bireyleri dâhil ederek kapsayıcı hâle getirmeye çalışıyoruz
313
00:28:04,681 --> 00:28:07,708
ama bu toplum hali hazırda ırkçı bir toplum.
-Evet.
314
00:28:07,815 --> 00:28:11,590
Ya da kadın düşmanı bir toplumu
kapsayıcı hâle getirmeye çalışıyoruz.
315
00:28:11,702 --> 00:28:14,040
-Evet.
-Kadınların dahil edilmesine çalışarak yani.
316
00:28:14,142 --> 00:28:15,613
Evet, tamamen öyle. 
317
00:28:15,763 --> 00:28:22,186
Ceza hakkında düşünürken
karşı karşıya kaldığımız ikilem de bu.
318
00:28:22,287 --> 00:28:33,258
Bu yüzden sadece cezalandırma sistemini
değil toplumu yeniden hayal ederken 
319
00:28:33,351 --> 00:28:40,542
hapishanelerin lağvedilmesinin
hayati olduğunu düşünüyorum.
320
00:28:40,635 --> 00:28:49,635
Hapishane kurumunun Amerika'daki ve
dünyadaki uzun tarihine bakınca...
321
00:28:49,751 --> 00:28:52,740
Aslında dünyanın geri kalanına
322
00:28:52,857 --> 00:28:57,958
cezalandırma amaçlı hapis sistemi konusunda model olan Amerika'dır...
323
00:28:58,063 --> 00:29:04,074
Ne talihsizdir ki 
hapishane demokrasinin önemli bir öğesi kabul edilir 
324
00:29:05,425 --> 00:29:12,623
çünkü hapishanenin 
en temel demokratik kurumlardan biri olduğuna inanılır. 
325
00:29:12,948 --> 00:29:14,834
Bunu ayrıca konuşabiliriz dilerseniz ama...
326
00:29:16,613 --> 00:29:25,964
Peki, neden on yıllardır, yüzyıllardır
327
00:29:26,178 --> 00:29:32,163
daha iyi hapishaneler inşa etmek için
çaba gösterildi?
328
00:29:33,471 --> 00:29:38,079
Ve neden bu çabalar süreklilik arzediyor? 
329
00:29:38,306 --> 00:29:45,515
Daha iyi cezalandırma sistemi,
daha iyi hapsetme teknikleri,
330
00:29:45,861 --> 00:29:56,605
daha iyi stratejiler
sadece daha baskıcı, daha ırkçı,
331
00:29:57,355 --> 00:30:04,829
hapsetme yaklaşımlarının semirmesine yol açtı.
332
00:30:05,001 --> 00:30:08,694
İşe yaramadı. 
Şu anda
333
00:30:08,973 --> 00:30:19,536
'70'lerdeki Attica İsyanı’ndan bu yana tutuklu insan sayısı
en yüksek seviyeye çıktı.
334
00:30:19,689 --> 00:30:23,473
Dünyanın hapsedilmiş nüfusunun
yüzde yirmi beşinin
335
00:30:23,598 --> 00:30:29,475
ve dünyadaki tutuklu kadınların
üçte birinin
336
00:30:29,592 --> 00:30:35,940
Amerika'daki hapishanelerde tutulduğu 
gerçeği hakkında
337
00:30:36,040 --> 00:30:40,012
bir şey yapmak gerektiği aşikâr. 
338
00:30:40,111 --> 00:30:44,022
Tüm gezegendeki hapsedilen kadınların
üçte birinden söz ediyorum
339
00:30:46,126 --> 00:30:48,900
ama tedavüldeki soru hâlâ şu:
340
00:30:49,034 --> 00:30:51,675
"Mevcut sistemi nasıl
daha iyi hâle getirebiliriz”?
341
00:30:52,132 --> 00:30:54,774
“İçlerinden bazılarını nasıl salıverebiliriz”?
342
00:30:54,884 --> 00:30:59,973
"Toplu hapsetmek yerine bir başka yol...?
343
00:31:00,080 --> 00:31:05,191
Toplu hapsetmenin tersi ne olacaksa artık! “Seçici hapsetme” mi? Bilmiyorum.
344
00:31:06,081 --> 00:31:12,926
Herneyse, tedavüldeki sorular bunlar. Öte yandan, değişim
bizi radikal şekilde düşünmeye,
345
00:31:13,057 --> 00:31:15,492
mevcut çerçevenin dışında düşünmeye,
tamamen farklı,
346
00:31:15,590 --> 00:31:20,945
yeni bir şey düşünmeye itiyor.
347
00:31:27,838 --> 00:31:33,406
Analizlerinde bizim için çok önemli olan
hususlardan biri;
348
00:31:33,513 --> 00:31:38,897
tutuklu renkli insanların sayısına bakınca,
349
00:31:39,033 --> 00:31:42,965
hapishane sisteminin bir anlamda
bu ülkedeki kölecilik mirasını
350
00:31:43,099 --> 00:31:45,676
devam ettiriyor olması.
Bu da söz konusu bireylerin oy verme haklarından,
351
00:31:45,806 --> 00:31:49,704
toplum içinde vatandaş olarak
iş görme yetisinden, 
352
00:31:49,824 --> 00:31:52,671
herhangi bir şekilde
topluma katılmaktan 
353
00:31:52,786 --> 00:31:55,773
alıkoyuldukları anlamına geliyor.
354
00:31:55,877 --> 00:32:00,018
Yani “kölelerin” kazanılmış
vatandaşlık hakları 
355
00:32:00,147 --> 00:32:04,814
hapsedilme yoluyla
neredeyse tersine çevriliyor.
356
00:32:04,922 --> 00:32:07,735
Hapsedilmek,
birçok siyah ve kahverengi insan için
357
00:32:07,854 --> 00:32:14,986
oy kullanma hakkının
yok edilmesi demek oluyor.
358
00:32:15,463 --> 00:32:21,067
Bence bunun
sistematik ve kurumsallaşmış
359
00:32:21,181 --> 00:32:23,115
eşitsizliğin parçası
olduğunu düşünmekle mükellefiz. 
360
00:32:23,213 --> 00:32:26,801
Merak ediyorum, kapitalizmi
göz önünde bulundurmak hakkında
361
00:32:26,968 --> 00:32:31,793
erken dönem çalışmalarında söylediklerinle bunun
arasında bağ kurabilir miyiz?
362
00:32:31,885 --> 00:32:34,221
İkisini nasıl bir araya getiriyorsun?
Bir araya getirdiğini biliyorum.
363
00:32:35,586 --> 00:32:39,368
-Tamam, madem bundan bahsetmemi istiyorsun ...
-Evet.
364
00:32:44,107 --> 00:32:48,224
Öncelikle kapitalizm...
365
00:32:48,338 --> 00:32:53,950
Cedric Robinson'un
ırksal kapitalizm kavramını beğeniyorum. 
366
00:32:54,051 --> 00:32:57,982
Kapitalizm
her zaman ırksal kapitalizm oldu.
367
00:32:58,082 --> 00:33:08,711
Kölelik düzeni, sömürgecilik olmasaydı 
kapitalizm bugün olduğu gibi
368
00:33:08,840 --> 00:33:15,557
ekonomik bir kurum, global bir
ekonomik kurum olmazdı.
369
00:33:16,547 --> 00:33:24,229
Her nasılsa bunların bağlantısız konular
olduğunu düşünüyoruz ama öyle değiller.
370
00:33:25,738 --> 00:33:32,361
Ve antrparantez,
çoğu insanın, örneğin Bernie Sanders gibi birinin,
371
00:33:32,502 --> 00:33:43,328
öne sürdüğü kapitalizm eleştirisine ırk analizini
katmakta yaşadığı zorluğu düşünüyorum
372
00:33:43,595 --> 00:33:50,525
ki ihtiyacımız olan bu, tam olarak buydu.,
373
00:33:50,647 --> 00:33:53,578
-Evet.
-Öylesi çok daha iyi olurdu.
374
00:33:54,950 --> 00:33:59,631
Yine ikincil bir baskı...
ırk ikincil bir baskı yolu.
375
00:33:59,742 --> 00:34:01,285
Evet… 
376
00:34:01,461 --> 00:34:08,792
Elizabeth Spelman geldi aklıma. 
Onunla "Ve" meselesi hakkında sohbet etmiştik. 
377
00:34:08,898 --> 00:34:10,342
-Hatırlar mısın...
-Evet, hatırlıyorum.
378
00:34:10,473 --> 00:34:12,653
Tabii, senden kaçmaz. 
379
00:34:12,766 --> 00:34:16,070
Bir şeyi alıp, öyle
bir anda ekleyemezsin.
380
00:34:16,216 --> 00:34:19,464
Birilerini “dahil ederek” bu  
sorunun çözüldüğünü varsayamazsın.
381
00:34:19,576 --> 00:34:31,300
Siyahları sisteme dahil ederek 
onlardan bir Dick Parsons elde edemezsin.
382
00:34:31,566 --> 00:34:36,701
Dünyanın en varlıklı adamlarından
biri değildi Dick Parsons ama şeyin...
383
00:34:36,800 --> 00:34:39,804
Neydi? Time Warner-AOL'un yöneticisiydi.
384
00:34:39,902 --> 00:34:47,095
Dışlanmışları mevcut  sisteme dahil edip 
385
00:34:47,242 --> 00:34:54,639
kayda değer bir değişim yaşanacağını
varsayamazsın.
386
00:34:55,352 --> 00:35:01,173
Her şey her zaman olduğu gibi devam eder.
387
00:35:01,305 --> 00:35:12,506
İşte, “çeşitlilik” nosyonunu bu yüzden severim.
388
00:35:12,644 --> 00:35:15,989
Farklılık temellidir ancak 
389
00:35:16,122 --> 00:35:21,350
farkları öne sürmez. 
390
00:35:21,475 --> 00:35:26,332
Tüm bu sebeplerle köleciliğin son derece güncel olduğunu 
391
00:35:26,436 --> 00:35:33,047
görmemiz gerekir. 
Bugün kölelik düzeninin öte yaşamının içindeyiz. 
392
00:35:34,034 --> 00:35:38,154
Irkçılığın, sosyo politik,
393
00:35:38,261 --> 00:35:45,155
ekonomik yapılarda
ve bu ülkenin kolektif ruhunda
394
00:35:45,276 --> 00:35:50,236
merkezi bir yeri olduğunu
açıklamak için çaba gösteriliyorsa da
395
00:35:50,416 --> 00:35:53,229
bu konuya hiç değinilmedi.
396
00:35:53,327 --> 00:35:58,149
Bu yüzden 
köleciliğin güncel tezahürleriyle karşı karşıyayız. 
397
00:35:58,265 --> 00:36:04,661
Elizabeth Alexander'ın da
işaret ettiği gibi,
398
00:36:04,757 --> 00:36:09,475
bu yüzden günümüzde, 21. yüzyılda
hapishanelerde,
399
00:36:09,600 --> 00:36:14,348
ceza hukuku sisteminin
kontrolü altındaki siyah erkek sayısı
400
00:36:14,455 --> 00:36:22,755
1850'deki köle sayısından daha fazla.
Bu, göstergelerden biridir..
401
00:36:24,123 --> 00:36:31,875
Hâlâ kölecilikle yaşıyoruz ve
bu sadece hapishane sisteminin bir sonucu değil. 
402
00:36:31,994 --> 00:36:34,838
Ölüm cezası da bu konuyla ilişkili.
403
00:36:35,117 --> 00:36:39,576
İdam, kölecilik için olmasaydı ve kölecilik sayesinde varlığını sürdürmeseydi ABD’de böyle normalleşebilir miydi?
404
00:36:39,692 --> 00:36:45,905
Benjamin Franklin de dahil, tüm o beyaz adamlar demokrasiden bahsederken, ölüm cezasının kaldırılması gerektiğini o zamanlar söylediler. 
405
00:36:46,022 --> 00:36:52,477
Hapishane kurumu köleciliğin hüküm sürdüğü devirden sonra
406
00:36:52,635 --> 00:37:03,296
hayatta kalmış olmasa,
ölüm cezası Amerika'da normal
bir cezalandırma yöntemi olmazdı,
407
00:37:03,517 --> 00:37:07,797
ama hâlâ yürürlükte. 
408
00:37:08,769 --> 00:37:14,511
Bu 
köleciliğin kalıntılarının üstüne
409
00:37:14,611 --> 00:37:18,939
etkili bir şekilde gitmediğimizi
gösteriyor. 
410
00:37:19,052 --> 00:37:21,417
Bu sadece siyahların sorunu değil.
411
00:37:21,538 --> 00:37:24,231
Her nasılsa yalnızca
siyah ve kahverengi insanların,
412
00:37:24,399 --> 00:37:29,581
Asyalıların, yerli halkların ırkçılıkla
baş etmek zorunda olduğu varsayılıyor.
413
00:37:29,677 --> 00:37:32,051
Bundan sahiden bıktım. 
414
00:37:34,074 --> 00:37:36,385
-“Siyah Canlar Önemlidir”.
-Evet
415
00:37:36,927 --> 00:37:42,719
Ne var ki, 
siyah canlar gerçekten önemli olsaydı
416
00:37:42,822 --> 00:37:45,970
bu, tüm canların önemli olduğu
anlamına gelirdi.
417
00:37:46,068 --> 00:37:48,940
-Doğru.
-Tüm yaşamların kıymetinin işareti olurdu bu.
418
00:37:49,034 --> 00:37:51,777
-Henüz o noktaya varmadık.
-...tüm canların önemli olduğu bir... 
419
00:37:51,914 --> 00:37:53,800
-Evet.
-Bu evrenselliğe dair farklı bir yaklaşımdır...
420
00:37:53,912 --> 00:37:56,592
Evet, henüz o noktaya varmadık.
Henüz o noktaya varmadık.
421
00:37:56,785 --> 00:38:02,210
Bence, tanık olurken 
422
00:38:02,317 --> 00:38:06,626
ya da kendi hayatlarımızda
bir deneyim yaşadığımızda,
423
00:38:06,733 --> 00:38:09,519
ağırlıklı olarak silahsız
siyah ve kahverengi insanların
424
00:38:09,628 --> 00:38:13,065
vurulduğu gerçeğiyle karşı karşıyayız, 
ister Fruitvale'de, Oakland'da,
425
00:38:13,172 --> 00:38:17,208
Kuzey Carolina'da
ya da Brooklyn'de olsun.
426
00:38:17,573 --> 00:38:21,164
Birinin boğulduğunu gördüğümüzde
427
00:38:21,296 --> 00:38:26,414
bir anlamda bu ülkenin tarihinden
yok olmamış o köleciliğin çarpıcı
428
00:38:26,509 --> 00:38:31,322
şiddetinin bir tekrarına tanık oluyoruz.
429
00:38:31,424 --> 00:38:37,449
Elbette ölüm cezası
ya da hapis gibi kurumsal yöntemler de
430
00:38:37,575 --> 00:38:43,514
o mirası başka bir yoldan sürdürüyor.
Zaman zaman siyah bir erkeğin 
431
00:38:43,621 --> 00:38:48,848
bir köpek gibi zaptedildiği 
çarpıcı örneklere tanık oluyoruz,  değil mi?
432
00:38:48,969 --> 00:38:53,659
Bununla kölecilik arasında
ya da boğmayla kölecilik arasında
433
00:38:53,784 --> 00:38:56,396
temelde ne fark var?
434
00:38:56,519 --> 00:39:01,359
Merak ediyorum,
geleceği tasavvur ederken
435
00:39:01,492 --> 00:39:05,350
senin eşitliği
yeniden hayal etme
436
00:39:05,503 --> 00:39:10,461
ve eşitliğin tarihsel olarak
daha önce elimizde olmayan
437
00:39:10,556 --> 00:39:14,859
bir hâle bürünmesinde ısrarcı olma
konusundaki meydan okumanı
438
00:39:14,963 --> 00:39:18,379
alıp kabul ederken; ırkçılıkla mücadeleyi merkezine
alan 
439
00:39:18,496 --> 00:39:22,795
feminizmi feda  etmeyen,
transfobik olmayan,
440
00:39:22,925 --> 00:39:28,432
sakat hareketinin son derece haklı
taleplerini hesaba katan,
441
00:39:28,525 --> 00:39:33,286
ve kapitalizmin
işleyişi konusunda birbirini dinleyerek, anlayarak
442
00:39:33,398 --> 00:39:39,886
derin analizler yapan muazzam grupları içeren 
443
00:39:39,983 --> 00:39:46,660
bir sosyalizm türünü düşünmek
mümkün mü?
444
00:39:46,924 --> 00:39:49,769
Bu konuda bize yol gösterebilir misin
Angela?
445
00:39:52,558 --> 00:39:57,270
Yaralanabilirlik ve güvencesizlik hakkında yaptığın
çalışmalarda sen de tam bu konuyu işlemiyor musun Judith? ..
446
00:39:57,375 --> 00:40:00,377
- Topu bana atıyor hepsi bu. 
- Biliyorum.
447
00:40:01,179 --> 00:40:04,339
Yaralanabilirlik konusunu açmak istedim.
448
00:40:04,455 --> 00:40:10,120
Ne söylemek istersin? 
449
00:40:10,339 --> 00:40:13,746
Beni endişelendiren konu şu:
450
00:40:13,844 --> 00:40:20,583
sol kesimden, Marksizmin bazı eski
modelleri üstüne çalışan çoğu arkadaşım ücretli işçiliğin
451
00:40:20,703 --> 00:40:23,386
ve emek sömürüsünün yegâne sorun olduğunu varsayıyor. 
452
00:40:23,525 --> 00:40:25,564
Şüphesiz, bu önemli. 
453
00:40:25,679 --> 00:40:27,732
Sendikalara hâlâ
ihtiyaç duyuyor olmamızın
454
00:40:27,845 --> 00:40:30,800
ve sendikaların
işyerlerinden uzaklaştırılmasına karşı
455
00:40:30,933 --> 00:40:32,894
mücadele içinde olmamızın
nedeni bu,
456
00:40:32,997 --> 00:40:34,863
ama çoğu insan
artık, bilindik anlamda “ücretli işçi” değil. 
457
00:40:34,974 --> 00:40:37,995
Farklı şekillerde,  bir orada, bir burada çalışıyorlar.
İş hayatları güvencesiz.
458
00:40:38,107 --> 00:40:43,567
Sendikaya üye olmalarına olanak yok.
Bu tür güvencelerden mahrumlar.
459
00:40:43,665 --> 00:40:47,054
Mülkleri ve sağlık sigortaları yok.
460
00:40:47,208 --> 00:40:51,490
İşte burada, aşırı seviyede güvencesizlik söz konusu.
461
00:40:51,617 --> 00:40:56,197
Dolayısıyla, bize
bu yeni güvencesizlik durumunu
462
00:40:56,332 --> 00:41:00,349
izah etmeye çalışanları
büyük bir dikkatle dinlemeliyiz.
463
00:41:00,468 --> 00:41:06,718
Dünya nüfusunun yüzde on ikisi  artık
küresel bir gecekonduda yaşıyor.
464
00:41:07,064 --> 00:41:13,782
Bu ne anlama geliyor? Günümüzde kaç insanın
herhangi bir iş güvencesi var?
465
00:41:13,905 --> 00:41:15,861
Sayı gittikçe daha da azalıyor.
466
00:41:15,984 --> 00:41:19,183
Peki, sence sendikalar bu durumu dönüştürebilir mi?
467
00:41:19,310 --> 00:41:25,233
ya da sendikalar için
yeni bir model öne sürebilir miyiz? 
468
00:41:25,336 --> 00:41:27,934
Bence sendikaları savunmalıyız
ve onlarla birlikte çalışmalıyız
469
00:41:28,088 --> 00:41:33,634
fakat güvencesiz iş yaşamı
büyük bir sorun. Söz konusu insanlar 
470
00:41:33,742 --> 00:41:39,095
yarı zamanlı çalıştıklarından, sadece mevsimlik iş bulabildiklerinden 
471
00:41:39,231 --> 00:41:41,354
ya da yasal olarak katılım gerekliliklerini sağlayamadıklarından 
472
00:41:41,458 --> 00:41:43,751
sendikal yapıların parçası değiller.
473
00:41:43,841 --> 00:41:47,558
Peki ya başka tür sendikal yapılar düşünebilir miyiz? 
474
00:41:47,675 --> 00:41:53,340
Asıl zorluk burada aslında.
475
00:41:53,442 --> 00:41:56,923
Sendikalar senin de dediğin gibi
ücretli iş konusunda 
476
00:41:57,048 --> 00:42:04,178
hayli katı ve geleneksel şekillerde
düşünmeye eğilimlidir,
477
00:42:04,735 --> 00:42:13,082
fakat küreselleşme nedeniyle yaşanan
onca değişimi düşününce
478
00:42:13,223 --> 00:42:18,073
yeni işçiyi aslında, türlü şekillerde
üretim gerçekleştiren kadınlar;
479
00:42:18,198 --> 00:42:22,398
örneğin bakım işlerini üstlenen 
kadınlar oluşturuyor.
480
00:42:22,509 --> 00:42:30,981
Buna rağmen sendikalar örgütlenmemiş insanları
nasıl örgütleyeceğini düşünmüyor
481
00:42:31,084 --> 00:42:35,303
ki sendikaların işi
bu değil midir? 
482
00:42:36,803 --> 00:42:42,692
Mesela neden sendikalar
mahkûmları örgütlemeyi düşünmüyor?
483
00:42:42,983 --> 00:42:46,891
Amerika'daki hapishane sisteminde
on yıllardır
484
00:42:47,018 --> 00:42:53,178
hapishanelerde
sendika kurma çabaları oldu.
485
00:42:53,530 --> 00:42:58,443
Hatta bu sayede
hapishanelerde çalışanlar... daha iyi...
486
00:42:58,540 --> 00:43:02,663
Aslında "daha iyi hapishane” ifadesinden kaçınırım.
487
00:43:02,776 --> 00:43:06,603
ama bazen kendimi bunu zikrederken buluyorum. 
-Seni affediyoruz.
488
00:43:06,731 --> 00:43:13,326
Küba hapishaneleri hakkında
yaptığım araştırma beni hayli etkiledi. 
489
00:43:15,208 --> 00:43:20,333
Kübalı mahkûmlar,  "özgür”  dünyanın
insanlarının üye olduğu
490
00:43:20,475 --> 00:43:26,978
sendikalara üyeler, onlarla aynı
ücret skalasında maaş alıyorlar
491
00:43:27,104 --> 00:43:29,765
ve aynı haklardan faydalanıyorlar.
Bu büyük bir fark yaratıyordu.
492
00:43:29,886 --> 00:43:35,650
Bizi yeni dünyaya
taşıyacak şeylerin 
493
00:43:35,757 --> 00:43:41,280
neden eski örgütlenme modelleri,
494
00:43:41,412 --> 00:43:51,440
hakikate ilişkin yerleşik kanaatler ve eski yapılar olduğunu
varsayıyoruz?
495
00:43:52,755 --> 00:43:58,050
Günümüzde bir şekilde prekarya,
proletaryanın yerini alıyor olabilir
496
00:43:58,157 --> 00:44:00,418
ya da ikisini birlikte değerlendirmemiz
gerekiyor olabilir,
497
00:44:00,532 --> 00:44:04,987
diğer yandan ilgimi çeken birçok hareket var;
ev işgal eden insanlar ya da...
498
00:44:05,145 --> 00:44:12,678
Barselona'da insanların evlerini haczeden bankalara karşı 
499
00:44:12,775 --> 00:44:17,484
mücadele eden harika bir organizasyon var.
500
00:44:17,625 --> 00:44:24,307
Önemli bir toplumsal hareket hâline geldi.
501
00:44:24,410 --> 00:44:29,852
Hatta oluşumun lideri Ada Colau'ya kent yönetiminde 
siyasal yetki verildi. 
502
00:44:30,376 --> 00:44:33,934
Latin Amerika'da, Avrupa'da
503
00:44:34,084 --> 00:44:38,065
ve birçok başka yerde
yeni ekonomik mahrumiyet şekillerini
504
00:44:38,181 --> 00:44:43,298
dikkate alarak çalışan 
yeni organizasyon şekilleri görüyoruz.
505
00:44:43,706 --> 00:44:48,141
Bu konuyu temel alan ittifaklar kuruyorlar.
Sorulabilecek soru şudur; 
506
00:44:48,245 --> 00:44:53,974
Irkın ve  sınıfın merkeziliğini
görmemize imkân veren, 
507
00:44:54,099 --> 00:44:58,338
sınıfın yeni-küresel ekonomi içinde,
508
00:44:58,462 --> 00:45:01,916
yeni bir şekilde ifade edileceği
yöntemler ileri sürülüyor mu? 
509
00:45:02,046 --> 00:45:06,229
Bu noktada ulusaşırı
ittifaklar kurmanın olasılıkları neler?
510
00:45:06,375 --> 00:45:11,610
İlgilendiğim, olasılıkların neler olduğudur. 
511
00:45:11,794 --> 00:45:16,051
Bölmek istemezdim
ama kalan son dakikalarımızda
512
00:45:16,158 --> 00:45:22,496
izleyicilerimizi bu sohbete katılmaya davet edeceğim.
513
00:45:23,390 --> 00:45:26,562
Bir mikrofonu elden ele aktarabilirsek...
514
00:45:27,618 --> 00:45:30,260
Şuraya ulaştırabilir miyiz mikrofonu? 
Teşekkür ederim.
515
00:45:34,933 --> 00:45:40,446
Merhaba. Gerçek hayattan
kahramanlar olarak burada olduğunuz
516
00:45:40,552 --> 00:45:44,938
ve mücadelede yanımızda durduğunuz için
teşekkür ederek başlamak istiyorum.
517
00:45:45,028 --> 00:45:48,992
Yaralarınız olduğunu biliyorum. Yine de buradasınız. Hak savunucuları olarak...
518
00:45:49,108 --> 00:45:54,287
yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak... yola devam ediyorsunuz. 
519
00:45:56,399 --> 00:45:57,660
Ben de hareketin içinden biriyim. 
520
00:45:57,755 --> 00:46:01,047
Dahası her gün ırkçılık ve cinsiyetçilikle
mücadele ediyorum. 
521
00:46:01,368 --> 00:46:05,413
Mücadele ederken gruplar hâlinde olmak
daha iyi
522
00:46:05,535 --> 00:46:09,996
ama içinde bulunduğum topluluklarda 
en çok can yakan şey
523
00:46:10,112 --> 00:46:15,294
renkli insanların ya da kadınların
bir kovanın içindeki yengeçler gibi
524
00:46:15,411 --> 00:46:23,192
birbirlerini ısırması oluyor. Bu canımı yakıyor.
525
00:46:23,281 --> 00:46:27,820
Darbe, yakınınızdakilerden gelince
nasıl üstesinden geldiğinizi merak ediyorum.
526
00:46:31,684 --> 00:46:34,152
Bunu ikimizin de mi cevaplamasını
istiyorsun?
527
00:46:34,546 --> 00:46:36,016
Hayır, bence sen cevapla.
528
00:46:36,114 --> 00:46:38,790
Eminim farklı iyileşme teknikleriniz
vardır.
529
00:46:41,394 --> 00:46:51,722
Evet, bu gerçekten sınav verilen bir problem
ama bence aynı zamanda bizi
530
00:46:51,826 --> 00:46:59,867
topluluğumuzu nasıl inşa ettiğimiz,
topluluğumuzun kimlerden oluştuğu
531
00:46:59,979 --> 00:47:02,430
ve topluluğumuzu yaratmamıza
kimlerin el vermiş olduğu 
532
00:47:02,551 --> 00:47:05,590
sorularına da götürüyor.
533
00:47:07,733 --> 00:47:14,247
Daha önce kimlik siyaseti hakkındaki
endişelerimi dile getirdim. 
534
00:47:14,371 --> 00:47:19,492
Bence “kimlik siyaseti” terimi gereğinden çok fazla ve yanlış şekillerde kullanıldı, ki...
535
00:47:19,724 --> 00:47:29,381
Siyah insanlar, yerli insanlar,
Latinx insanlar,
536
00:47:31,623 --> 00:47:37,316
kadınlar, LGBTQ hareketi,
sakat hareketi...
537
00:47:37,641 --> 00:47:49,437
ülkedeki demokrasi söz konusuysa en büyük
ilerlemeyi kaydedenler topluluklardır.
538
00:47:49,999 --> 00:47:56,057
Buna rağmen "onlar sadece kimlik..."
539
00:47:56,173 --> 00:48:02,431
“şahsi çıkarlar…”
“sadece kimlik politikası..." gibi indirgemelerle 
540
00:48:02,548 --> 00:48:05,876
bu toplulukları
marjinalize etme çabası var.
541
00:48:05,976 --> 00:48:08,360
Öncelikle bunu ikrar etmek gerekir. 
542
00:48:08,457 --> 00:48:12,144
ve elbette ardından
hayatta kalmanın yollarını bulmak zorundayız. 
543
00:48:12,242 --> 00:48:17,978
Geçen gün sana da bahsettim;:
Yakınlarda konferanslarımdan birinde
544
00:48:18,059 --> 00:48:23,390
biri bana neden suikasta
kurban gitmediğimi sordu.
545
00:48:23,475 --> 00:48:27,087
Suikasta kurban giden insanlar adına
546
00:48:27,189 --> 00:48:34,037
"Sen neden hâlâ buradasın?" diye sordu.
Ben de "Bilmiyorum." dedim. Gerçekten bilmiyorum.
547
00:48:35,371 --> 00:48:42,364
Bildiğim şu ki burada olduğum sürece
çalışmaya devam etmek
548
00:48:42,464 --> 00:48:52,706
ve artık yaşamda olmayanlar adına tanıklık etmeyi sürdürmek 
benim sorumluluğum.
549
00:48:53,204 --> 00:48:59,318
Tabii sürdürmek, 
”öz bakım” adını verdiğimiz şeyi gerektiriyor.
550
00:48:59,419 --> 00:49:03,038
Buradaki öz bakım, “kolektif kendine bakma” olarak anlaşılmalı. 
551
00:49:03,132 --> 00:49:05,786
çünkü sıklıkla kendine bakmanın
552
00:49:05,889 --> 00:49:09,363
bireysel bir süreç olduğunu
varsayıyoruz.
553
00:49:09,474 --> 00:49:12,703
Kendimizi iyileştirmek için bir kenara çekiliyoruz 
554
00:49:12,809 --> 00:49:22,819
ve sonra mücadele için topluluklarımıza geri dönüyoruz.
555
00:49:22,917 --> 00:49:30,129
Bazıları nasıl kişisel ve kolektif sağaltım yöntemleri
geliştirebileceğimiz 
556
00:49:30,236 --> 00:49:37,301
konusunda... İnsanların kendilerini bir bütün olarak
557
00:49:37,436 --> 00:49:47,559
mücadele alanına nasıl getirebilecekleri konusunda yaratıcı fikirler üretiyor. 
558
00:49:49,723 --> 00:49:56,475
Çünkü kolektif olarak yüklenmek durumunda olduğumuz birçok travma var...
559
00:49:56,564 --> 00:49:59,964
Senin de dediğin gibi
çok fazla acı ve travma var.
560
00:50:00,062 --> 00:50:05,833
Bununla başa çıkmak için  genellikle "gider bir terapist buluruz”  yaklaşımı hâkim. 
561
00:50:05,928 --> 00:50:07,997
"Bireysel olarak
ne yapmamız gerekiyorsa yaparız."
562
00:50:08,117 --> 00:50:11,851
Bunu kolektif olarak nasıl
yapacağımızı hiçbir zaman konu etmedik 
563
00:50:12,146 --> 00:50:17,167
ve bence bu dönemin
büyük sınavlarından biri bu.
564
00:50:17,302 --> 00:50:24,197
Genç hak savunucularının irdelemesi gereken
büyük sınavlardan biri bu.
565
00:50:24,369 --> 00:50:30,598
Bence sen yeterince genç görünüyorsun.
Malum, insan yaşlandıkça...
566
00:50:30,980 --> 00:50:33,987
-Herkes genç görünüyor.
-Öyle...
567
00:50:35,782 --> 00:50:37,877
-Judith, sen peki?...
-Ben sadece...
568
00:50:37,984 --> 00:50:41,666
Şunu tekrar edeyim, çok fazla acı
ve korku var ve gittikçe artıyor.
569
00:50:41,786 --> 00:50:46,352
Büyük bir korku içinde yaşayan
çok sayıda vatansız insan olduğuna tanığız. 
570
00:50:46,475 --> 00:50:51,152
Polise ve göçmenlik bürosu memurlarına
keyfi yetkiler veriliyor.
571
00:50:51,271 --> 00:50:54,993
Hükümetimizin kontrolü kaybettiği aşikâr. 
572
00:50:55,084 --> 00:50:59,469
Önümüzü göremiyoruz ve
ekonomik eşitsizlik hızlanarak artıyor.
573
00:50:59,588 --> 00:51:02,675
İnsanlar mali durumlarını stabil kılan 
574
00:51:02,816 --> 00:51:07,566
şeyleri kaybetmenin
derin korkusunu yaşıyor.
575
00:51:07,707 --> 00:51:10,927
Durumunun iyi olduğunu düşünen insanların mali durumu artık iyi değil,
576
00:51:11,111 --> 00:51:13,033
anksiyetenin yeni türlerini deneyimliyorlar. 
577
00:51:13,139 --> 00:51:15,552
Durumları hiçbir zaman iyi olmamış insanlar ise 
578
00:51:15,655 --> 00:51:19,025
hayatları boyunca yaşamadıkları türde bir anksiyetenin altında eziliyorlar. 
579
00:51:19,145 --> 00:51:22,655
İşte tüm bunlar sebebiyle zaman zaman köpürüyoruz, değil mi?
580
00:51:22,756 --> 00:51:27,534
Öfkeliyiz, patlıyoruz, bir yerlerden kuvvet alma ihtiyacı içindeyiz.
581
00:51:27,636 --> 00:51:30,981
Birlikte bir şey inşa etmediğimiz için böyle oluyor. 
582
00:51:31,097 --> 00:51:33,862
Bir araya gelip birlikte bir şeyler
inşa etmeye başladığınız anda
583
00:51:33,997 --> 00:51:38,920
bir şeyin parçası olursunuz.
Bu solun bir sorunudur. “Sol” denen şey 
584
00:51:39,035 --> 00:51:44,559
bir bakıma biziz, henüz bir şey inşa etmiş değiliz. 
585
00:51:44,679 --> 00:51:48,176
Hâlâ yönümüzü bulamadık.
586
00:51:48,277 --> 00:51:51,068
İnşa etmemiz gereken şeyi henüz inşa etmedik. Bu noktada aklıma
587
00:51:51,171 --> 00:51:53,761
Angela'nın
"canlandırıcı adalet” kavramı geliyor.
588
00:51:53,854 --> 00:51:57,362
Bu, Angela’nın hapishane sistemine karşı öne sürdüğü
alternatifti.
589
00:51:57,477 --> 00:52:01,126
Toplulukların içindeki insanların 
birbirini ve kendilerini
590
00:52:01,237 --> 00:52:05,687
iyileştirme gücü olduğunu
ve bundan güç aldıklarını ileri sürüyordu. 
591
00:52:05,802 --> 00:52:10,924
Bence bu fikrin üstüne daha çok
düşünmemiz gereken bir güzelliği var.
592
00:52:11,045 --> 00:52:17,632
Bir araya gelip bunun bire bir 
nasıl gerçekleşeceğini etraflıca düşünmeliyiz.
593
00:52:18,802 --> 00:52:23,711
Sanırım bizimle konuşmak isteyen
daha da genç biri var.
594
00:52:24,470 --> 00:52:32,293
Selam. Adım Alia Moore.
Bir soru sormak istiyorum.
595
00:52:33,362 --> 00:52:37,920
Kapalı cezaevlerini 
nasıl kapatabiliriz?
596
00:52:39,091 --> 00:52:41,715
-Kapalı cezaevleri mi 
-Vay canına.
597
00:52:41,937 --> 00:52:45,247
...
-Bu harika bir soru.
598
00:52:46,538 --> 00:52:48,972
Bu harika bir soru.
599
00:52:50,154 --> 00:52:55,989
-Pekalâ, gerçekten bir cevap istiyor musun?
-Evet.
600
00:52:57,117 --> 00:53:00,806
Aslında bir cevabım yok ama ben 
601
00:53:01,178 --> 00:53:05,146
Hapishanelerin geleceğimizi
kurmasını istemeyen
602
00:53:05,277 --> 00:53:12,166
çok daha büyük bir grubun parçasıyım.
603
00:53:13,104 --> 00:53:18,241
Öncelikle yeni hapishaneler
inşa edilmesini engellemeliyiz
604
00:53:18,379 --> 00:53:28,211
Ülkenin pek çok yerinde 
bu konuları irdeleyen insanlar var. 
605
00:53:28,688 --> 00:53:30,994
Çoğu, şöyle bir sav ileri sürüyor: 
606
00:53:31,144 --> 00:53:34,045
"Gençler için başka
bir yer gerek…”
607
00:53:34,210 --> 00:53:39,369
Gerekenin ıslahevleri olduğunu varsayıyorlar. “Çocuk adalet sistemi..." dedikleri şey bu.
608
00:53:39,492 --> 00:53:43,597
Hayır, hayır! Yeni hapishaneler olmamalı.
609
00:53:44,292 --> 00:53:48,367
Diğer yandan, mevcut hapishaneleri kapatmak için de bir çaba var. 
610
00:53:48,445 --> 00:53:50,875
Mesela Rikers Adası...
611
00:53:50,966 --> 00:53:55,969
Sakatlık konusundan 
bahsettik konuşmanın başında.
612
00:53:56,063 --> 00:54:07,755
Rikers Adası ülkedeki
en büyük üç akıl hastanesinden biri.
613
00:54:08,986 --> 00:54:14,356
Chicago ve Los Angeles
Cook's County ile birlikte.
614
00:54:15,213 --> 00:54:25,514
Baskı devam ederse Rikers Adası kapatılacak.
615
00:54:25,933 --> 00:54:36,123
Artık var olmayacak. Ama aynı zamanda
hapsetme ile ilgili bir şeyler yapmalıyız...
616
00:54:36,234 --> 00:54:40,123
“Hapsetme” kelimesini bilir misin?
Hiç duydun mu?
617
00:54:41,152 --> 00:54:45,393
“Hapsetmek”, insanları hapse atmak
anlamına gelir. 
618
00:54:45,714 --> 00:54:49,392
Başka bir terim daha var.
O da topluma kazandırma.
619
00:54:50,408 --> 00:54:53,297
Anlamı... 
620
00:54:54,886 --> 00:54:56,838
-İnsanları hapisten...
-İnsanları hapisten çıkarmak.
621
00:54:56,935 --> 00:54:59,242
Kesinlikle.
622
00:54:59,742 --> 00:55:05,691
Bahsedebileceğim
başka stratejiler de var.
623
00:55:05,778 --> 00:55:10,705
Hapishane evrimi, hapishanelerin tasfiyesi dışında 
624
00:55:10,812 --> 00:55:17,499
başka şeyler anlamına da geliyor. 
625
00:55:17,603 --> 00:55:25,597
Mühim olan, hapishanelere ihtiyacı
olmayan bir toplum yaratmaya çalışmak.
626
00:55:27,546 --> 00:55:31,744
O zaman bu... Sen söyle 
sence neye ihtiyacımız var?
627
00:55:33,205 --> 00:55:36,660
Aklına ilk ne geliyor?
628
00:55:37,161 --> 00:55:38,730
-Okul.
-Okullar! Kesinlikle!
629
00:55:39,515 --> 00:55:43,765
Hapishane yerine okul. Gördünüz mü?
630
00:55:46,891 --> 00:55:52,078
Ondan sonra barınma, sağlık
ve tüm bu konulardan bahsedebiliriz.
631
00:55:52,200 --> 00:55:56,586
Cezaevlerinden kurtulmaya çalışmak tam olarak bu demek. 
632
00:55:56,702 --> 00:55:59,873
Sorun ve cevabın için
çok teşekkür ederim.
633
00:56:01,016 --> 00:56:03,202
Çok güzel. Çok güzel.
634
00:56:08,574 --> 00:56:12,903
Ama temel bir sorun var.
Çocuklara öğretilen...
635
00:56:13,832 --> 00:56:17,187
Çocuklara
en başından önyargı öğretiliyor
636
00:56:17,294 --> 00:56:20,758
ve ayrımcılığa da bu neden oluyor.
Anne babalara ulaşıp
637
00:56:20,851 --> 00:56:24,047
homofobiyi, transfobiyi
ve benzeri şeyleri durduramazsak
638
00:56:24,137 --> 00:56:25,099
bunu nasıl durduracağız?
639
00:56:25,222 --> 00:56:27,772
Çocuklara böyle öğretilmesi
çocukların suçu değil.
640
00:56:31,009 --> 00:56:34,092
Yalnızca birkaç şey söyleyeceğim.
641
00:56:34,174 --> 00:56:44,363
Judith'in bu konuda
söyleyecekleri olduğunu biliyorum.
642
00:56:46,916 --> 00:57:05,039
Karşılaştığımız sorunların çok büyük
olması bizi sıklıkla hüsrana uğratır.
643
00:57:05,138 --> 00:57:08,763
Irkçılık 
bu devasa sorunlardan biri.
644
00:57:08,874 --> 00:57:19,867
Bir gün ırkçılığın dünyamızdan
silineceğine nasıl inanabiliriz?
645
00:57:21,041 --> 00:57:26,930
Peki ya homofobinin? Kadın meselesinin... 
646
00:57:27,099 --> 00:57:30,843
Böyle bir günün geleceğine
nasıl inanabiliriz?
647
00:57:31,000 --> 00:57:39,326
O gün biz hayatta olmayabiliriz. Bence işin anahtarı böyle düşünmek.
648
00:57:39,574 --> 00:57:49,100
Büyük sorunlara meşru bir yaklaşımla eğilebilmek adına 
649
00:57:49,200 --> 00:57:56,319
çözümleri şimdi, hemen bulmamız
gerektiğine inanıyoruz.
650
00:57:57,184 --> 00:58:00,379
Anlatabiliyor muyum? 
651
00:58:00,519 --> 00:58:03,653
Bir bakıma
bunu bize kapitalizm öğretti.
652
00:58:03,786 --> 00:58:09,859
cevabı hemen istememizi gerektirecek
zamansallıklar içinde yaşıyoruz.
653
00:58:09,959 --> 00:58:15,959
Şu anda bir cevabın yoksa, yaşam süren boyunca elinde bir yanıt olmayacaksa
654
00:58:16,058 --> 00:58:26,010
ne önemi var? Her şeyin ölçütü
“benim hayatımdır” dersen, o zaman nasıl olacak?
655
00:58:26,237 --> 00:58:29,531
Soruna yanıt vermenin 
elbette başka birçok yolu var
656
00:58:29,617 --> 00:58:40,782
ama konu eşitlik, adalet için yaptığımız çalışmalar olunca
657
00:58:40,892 --> 00:58:48,244
bu çalışmalarla insanları farklı bir zamansallığa
nasıl teşvik ederiz diye düşünüyorum.
658
00:58:48,348 --> 00:58:57,214
Peki, hem farklı bir zamansallık bilinciyle, hem de tutkuyla ve aciliyetle bu çalışmaları yapmayı öğrenebilir miyiz?
659
00:58:57,321 --> 00:58:59,875
Elbette, tüm anne babalara
ulaşmaya çalış! Denemekten vazgeçme...
660
00:58:59,990 --> 00:59:06,627
Ama ebeveyn ebeveyndir... Çoğu değişmeyecek.
Peki, bir sonraki kuşakta
661
00:59:06,725 --> 00:59:11,580
ve ondan sonrakinde ne olacağını
düşünmeye ne dersin? ?
662
00:59:11,809 --> 00:59:20,179
Yerli halkların, bizim kullandığımız
kapitalist zamansallığa kıyasla
663
00:59:20,277 --> 00:59:27,962
daha geniş, çok daha kapsayıcı
zamansallıklarla düşünmesini seviyorum.
664
00:59:29,364 --> 00:59:33,312
Biz şöyle düşünüyoruz...
Beş yıl sonra ne sonuç alacağız?
665
00:59:33,659 --> 00:59:38,884
Mesela içinde bulunduğun topluluk adına bir bağışçı bakınıyorsun, 
666
00:59:39,003 --> 00:59:44,220
Bağış yapacak kurum iki yıl, beş yıl sonra
alınacak sonucu sorar.
667
00:59:44,884 --> 00:59:51,614
Soruyu şöyle sorduğumuzu düşün:
Yüz yıl sonraki sonuç ne olacak?
668
00:59:53,423 --> 00:59:55,941
İki yüz  yıl sonraki sonuç ne olacak?
669
00:59:57,865 --> 01:00:02,837
Bence artık
böyle düşünmeye başlamalıyız
670
01:00:03,602 --> 01:00:09,228
çünkü insanların yüzlerce yıl önce
yaptığı çalışmalar olmasa
671
01:00:09,325 --> 01:00:13,627
şu anda burada 
toplanmış olmayacaktık.
672
01:00:17,142 --> 01:00:27,071
Bizlerin, bizden önce yaşamış,
sömürgeciliği toptan yok etmeye çabalamış, 
673
01:00:27,159 --> 01:00:34,855
ya da kölecilikten kurtulmak
mümkün olmasa da pes etmemiş 
674
01:00:34,949 --> 01:00:38,946
insanların hayallerinin belirtisi olduğumuzu düşünüyordum.
675
01:00:39,045 --> 01:00:46,555
Herşeye rağmen mücadele ettiler ve biz de şimdi
o sebatın kanıtı olarak buradayız.
676
01:00:47,019 --> 01:00:51,751
Dolayısıyla bizim de
o uzayıp giden tarih algısına
677
01:00:51,883 --> 01:00:56,675
sahip olma sorumluluğumuz olduğunu
akılda tutmalıyız. 
678
01:00:56,770 --> 01:00:59,697
Büyük bir fark yaratıyor gibi
görünmese de
679
01:00:59,809 --> 01:01:02,873
şu anda yaptıklarımız,
bir fark yaratacak.
680
01:01:02,985 --> 01:01:09,051
Bundan iki yüz yıl sonra
bir yerlerde toplanan bazı insanlar
681
01:01:09,209 --> 01:01:13,419
birlikte olduğumuz kısa sürede
yaptıklarımız için
682
01:01:13,532 --> 01:01:17,034
bize müteşekkir olacaklar.
683
01:01:18,387 --> 01:01:22,346
Bence bu şekilde düşünmeye
başlamalıyız.
684
01:01:23,088 --> 01:01:26,147
-Şu anda bitirmek olmaz. 
-Judith de konuşmak ister bence.
685
01:01:26,283 --> 01:01:28,006
Tamam.
686
01:01:28,820 --> 01:01:33,747
Kısa konuşacağım.
Senin yaşındayken şöyle düşünürdüm...
687
01:01:34,736 --> 01:01:40,893
Tanıdığım başka queer kimse yoktu
ve durumumdan öyle bahsedilirdi ki
688
01:01:41,030 --> 01:01:44,194
annem babam öyle bahsederdi ki
“düzeltilmek” için
689
01:01:44,304 --> 01:01:47,936
psikiyatri kurumuna
yollanacakmışım gibi gelirdi
690
01:01:48,138 --> 01:01:51,442
ama neyse ki böyle düşünmeyen
başka insanlarla tanıştım. 
691
01:01:51,691 --> 01:01:55,930
Biraz itaatsizlik,
biraz sana öğretilenlere karşı gelmek,
692
01:01:56,037 --> 01:01:57,713
biraz eleştirel düşünmek,
693
01:01:57,808 --> 01:02:00,166
birlikte yeni bir şeyler
düşünebileceğin bir topluluk bulmak...
694
01:02:00,245 --> 01:02:05,148
Mesela bana İsrail'in
Yahudi halkı için kurtuluş olduğu,
695
01:02:05,258 --> 01:02:07,758
Orta Doğu'da bir demokrasi feneri
olduğu öğretilmişti.
696
01:02:07,852 --> 01:02:14,462
İsrail'in kuruluşunun çok sayıda
Filistinlinin toplu ölümü
697
01:02:14,569 --> 01:02:19,559
ve sekiz yüz binden fazla Filistinlinin
sürülmesiyle olduğunu,
698
01:02:21,020 --> 01:02:23,507
Batı Şeria ve Gazze'de
yaşayan insanların
699
01:02:23,605 --> 01:02:28,206
temel siyasi haklardan mahrum olduğunu
700
01:02:28,308 --> 01:02:32,004
ve yasal olarak eve dönme haklarını
kullanma yolları engellenmiş
701
01:02:32,106 --> 01:02:36,158
altı milyondan fazla Filistinli
mülteci olduğunu öğretmediler.
702
01:02:36,257 --> 01:02:39,609
Demem o ki bana da çok şey öğretildi
703
01:02:39,726 --> 01:02:43,989
ama öğrendiklerini bırakıp yeniden öğrenebilir, düşünebilir,
704
01:02:44,067 --> 01:02:46,585
düşünmene yardım edip
sana destek olacak,
705
01:02:46,692 --> 01:02:50,726
sana öğretilenin ötesine geçmen için seni cesaretlendirecek 
706
01:02:50,820 --> 01:02:53,057
toplulukların parçası olabilirsin.
707
01:03:04,731 --> 01:03:10,118
Teşekkür ederiz.  “İçinde bulunduğumuz zaman” sona erdi
fakat daha uzun bir gelecek zaman olacak. 
708
01:03:10,246 --> 01:03:13,767
Belki de şöyle bitirmeliyiz:
709
01:03:13,890 --> 01:03:22,351
En başta konuştuğumuz meselelerin bahsini açmak üzere bir söz vererek…
710
01:03:23,245 --> 01:03:30,431
Bir belediye binasındayız değil mi?
Burası da belediye meclisinin salonu.
711
01:03:30,529 --> 01:03:36,141
Oakland'ın merkezindeyiz.
Daha doğrusu Oakland'ın bir parçasının merkezindeyiz.
712
01:03:37,513 --> 01:03:42,217
Peki, bu mekânın erişilebilir olmasını
garantilemek için ne yapacağız?
713
01:03:42,674 --> 01:03:44,226
Bence bunu düşünelim.
714
01:03:44,317 --> 01:03:47,563
Bu soruyu kendi oluşumlarınıza, 
topluluklarınıza götürün.
715
01:03:49,545 --> 01:03:52,070
Geldiğiniz için çok teşekkürler.
Çeviri: Eceworx ve Derya Bayraktaroğlu
Son okuma: Derya Bayraktaroğlu , Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Derya Bayraktaroğlu tarafından seçilmiştir.
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Text
Boşluğa Atlamak: Muñoz’u Kaybederken Bulmak
-Queer çalışmalarına katkılarıyla tanınan kuramcı Jack Halberstam’ın akademisyen José Ésteban Muñoz’un ölümünün ardından kaleme aldığı mektup-
Jack Halberstam, Güney Kaliforniya Üniversitesi
Bazıları, José Ésteban Muñoz’un zamansız öldüğünü söyleyecek; genç yaşta, daha yapacağı çok şey varken öldüğünü. Fakat, queerlığı yokluğundan menkul, yitik geçmişin içinde mevcut bir oluş biçimi, ulaşılmaz geleceğin çağrısı olarak ifade etmesi gibi Muñoz; bizzat seçmediği ama ısrarla onu seçen bir queer devrin içinde, nasıl yaşadıysa öyle öldü. Hakkında yazdığı queer sanat dünyasının egzotik müştereklerinin yaptığı gibi Muñoz, henüz ve dahi hiç gelmez bir o zaman ve orası uğruna, şimdi ve burada olan herşeyi feda etti. Jack Smith’in tamamlanmayacak bir performansa geç gelişinde ya da Fred Herko’nun son performansında arkadaşının evinin penceresinden ‘kusursuz bir sıçrayış’ gerçekleştirmesi sonucu aramızdan erken ayrılışında (Cruising Utopia, 148) olduğu gibi, Muñoz ani gidişiyle hepimizi şaşırttı, bizi geride üzgün ve yoksun bıraktı. Muñoz’un gidişi ileri sıçramak ya da hayatı göğüslemekten geri durmak değildi; içinde bulunduğu zamana, şimdi ve buradaya ilişkin mecalini kaybederken, bir başka aleme ilişmeye yarayacak bakışlar sunan biricik anlar etrafında hızla dönen bir yaşamın, ani sonlanışıydı.
Muñoz’un erken ölümünü kendi işleri üzerinden bir reddetme jesti, zamansallığı reddetme olarak anlamamız mümkün olabilir mi? Cruising Utopia’nın ‘Bir Camdan Sıçrayış bölümünde José, Fred Herko’nun intiharını, sanatçının son performansı olarak yorumlar. Jose, artı değer kavramı kullanarak kapitalist devinimi alteden eylemleri, üretimleri ve oluş biçimlerini ele alırken Herko’nun boşluğa atlamasını, aşırı bir jest olarak okur; bu jest, lüzumsuz, çocuksu, savruk, anlamsız gözükebilir ama kapitalizmin ve kapitalist zamansallığın öne sürdüğü herşeyi tam anlamıyla reddeder. Queer estetiğin üreyişinde birbirine yanaşan red ve kaçışın, alt edilmiş bir zamansallıkta ‘geç’ ve ‘erken’ kavramlarını, bilakis, devre dışı bıraktığına dikat çeker. 
Ayrıca, kuir alemlerden içeri aşırılık ve yitimin yan yanalığı ütopik hayal gücünün güçlü kanıtlarıdır. Queer düşsel ideal dünyaya şimdi ve burası üzerinden ulaşamaz; fakat onu boşluğa meyleden sapkın, riskli, yaban sıçrayışlar ile çağırır. Ütopik olanın bu şekilde kavramsallaştırılması, sanatı su yüzüne çıkabilecek ya da çıkmayabilecek arazilere rehberlik yapacak şekilde konumlandırır. Muñoz, sanatın bu rolünü bize Ernst Bloch üzerine yaptığı hünerli okumalarla hatırlatmıştı. Muñoz’un anlattığına göre Bloch sanatı, ‘henüz buraya gelmemiş, bir başka oluş tavrının aleminden ‘ön-gözükmenin icrası’ olarak konumlandırmıştı (147). ‘Henüz burada olmayan’, tıpkı ‘yitip gitmiş’ olan gibi, geçmişin hayaletlerinin, geleceğin ışıltılarının, yolu gözlenen ve yitirilenlerin işaretiymişcesine, başka imkanların hızlıca gözüküp yittiği, yamuk zamansallıkları temsil eder. 
Fred Herko’nun arkadaşının penceresinden boşluğa, ölümü kucaklayan sıçrayışı, Muñoz için, izah, idrak ve akılsallığa karşı koyan bir performansı gösterir; bu performans, kapitalist birikim mevhumuna ve kapitalist mantığa karşı koyar. Sarılması gerekeni üzerinden atar ve korkulana sarılır. Mutlak bilinmezliği ve kırılganlığıyla mükemmeldir. Herko’nun boşluğa kontrollü bir şekilde sıçraması, ölüme doğru kontrolsüz bir düşüşü sanat yapar. Ve Herko’nun son dansı, queer sanatı yaşamın kendisine ters bir ilişkide pozisyonlandırır. Eğer yaralanabilirlik, kural dışılıkla, hasar görmekle ilişkiliyse, o zaman queer acı, tahribat ve korkunun koşullarını kimlik tertiplerine değil, yaban tecessümlere açılan yollar olarak, yeniden, katetmeye çalışır. 
Dolayısıyla, José Esteban Muñoz’un yasını tutmuyorum; onun zaman, imkan ve olasılıkları sezen yaban bakışını kutlamak istiyorum. Cruising Utopia’da ‘Queerlık henüz burada değil,’ yazmıştı. ‘Queerlık düş(ün)seldir . Başka bir deyişle, biz henüz queer değiliz. Queerlığa hiçbir zaman dokunamayabiliriz ama queerlığı olasılıklarla dolu bir ufuğun sıcak aydınlanması olarak hissedebiliriz. Hiçbir zaman queer olmadık ama queerlık hepimiz için geçmişten damıtılmış ve geleceği hayal etmek için kullanılan bir düşüncellik olarak var olmaya devam ediyor’ (1). José, yaşamında olduğu gibi ölümünde de bizi, özgün bir yetkinlikle görebildiği, tarif edebildiği ve dokunabildiği ‘ufuğun sıcak aydınlanması’na yaklaştırıyor. Bu ufkun sanat olduğu kadar ölüm olduğu gerçeği bizi uzanıp onun aydınlığına bakmanın tadını çıkarmaktan vazgeçirmesin. 
Çeviri: Merve Ünsal
Son okuma: Derya Bayraktaroğlu , Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Derya Bayraktaroğlu tarafından seçilmiştir.
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Text
Toni Morisson’un 1993 tarihli Nobel Konuşması
Teşekkürler.
İsveç akademisine en içten teşekkürlerimle.
Ve hepinize bu içten kabul için teşekkürler…
Kurmaca benim için hiçbir zaman eğlence olmadı. Yetişkin hayatım boyunca yaptığım bir iş oldu. İnanıyorum ki bilgiye erişim, muhafaza ve özümseme şekillerimizden biri kurmaca aracılığıyladır. Bu sebeple konuşmama, hepimizin hatırladığı üzere çocukluğumuzun ilk cümlesi olan, ‘’bir zamanlar’’ ile başlıyor olmamı anlayışla karşılayacağınızı umuyorum.
<<Bir zamanlar yaşlı bir kadın varmış. Körmüş fakat bilgeymiş.>> Yaşlı bir adam mıydı yoksa? Guru belki de, yahut yerinde duramayan çocukları sakinleştiren bir griot da olabilir. Bu hikayeyi, ya da bunun birebir aynısını, çeşitli kültürlerin anlatılarında duydum.
<<Bir zamanlar yaşlı bir kadın varmış. Kör. Bilge.>>
Benim bildiğim versiyonda bu kadın kölelerin kızı, siyahi, Amerikalı ve kasabanın dışındaki küçük bir evde tek başına yaşıyor. Bilgeliğinin namı şüphesiz ve emsalsiz. Halkının içinde bu kadın hem kanun, hem de kanun ihlali. Gördüğü hürmet ve uyandırdığı saygı kendi muhitinin ötesindeki uzak diyarlara, taşra kahinlerinin zekasını alay konusu edinen şehirlere uzanmakta.
Günlerden bir gün kadın, durugörüsünü yalanlamaya ve foyasını ortaya çıkarmaya kararlı bir grup genç tarafından ziyaret edilir. Planları basittir: Eve girerler ve cevabı salt olarak kadının onlardan farkına dayanan soruyu sorarlar. Epey mühim bir sakatlık olarak gördükleri bir ayrım: Kadının körlüğü. Kadının önünde dikilirler ve içlerinden biri şöyle der: <<Elimde bir kuş tutuyorum, ihtiyar. Söyle bakalım ölü mü diri mi?>>
Kadın cevap vermez. Soruyu tekrar eder. <<Elimdeki kuş ölü mü diri mi?>>
Kadın hala cevap vermemektedir. Kördür, ellerinde ne olduğunu bir kenara koyun, misafirlerini dahi göremez. Çocukların ne renklerini, ne cinsiyetlerini ne de memleketlerini bilir. Tek bildiği şey çocukların niyetidir. Yaşlı kadının sessizliği iyiden iyiye uzamıştır. Gençler gülmelerini bastırmakta zorlanır.
Nihayet kadın konuşur, sesi yumuşaksa da amansızdır. <<Bilmiyorum.>> der. <<Elindeki kuşun ölü mü diri mi olduğunu bilmiyorum ama bildiğim tek şey senin elinde olduğu. Bu senin elinde. >>
Kadının cevabı çeşitli anlamlarda ele alınabilir: Eğer kuş ölüyse, ya o halde buldun ya da öldürdün. Canlıysa, hala öldürebilirsin. Kuşun yaşayıp yaşamayacağı sana kalmış. Durum her neyse, senin sorumluğunda.
Güç gösterisinde bulundukları ve kadının çaresizliğini teşhir ettikleri için genç ziyaretçiler kınanmıştır. Yalnızca alay etme eylemi için değil, kendi emellerine ulaşmak üzere feda ettikleri bir parça can için de sorumlu oldukları söylenmiştir. Yaşlı kadın, dikkatleri gücün beyanından, beyanı icra eden saza kaydırmıştır.
Eldeki kuşun kendi kırılgan bedeni dışında neye işaret ettiğine dair yorumlar bana daima ilgi çekici gelmiştir. Şu ana kadar ve özellikle de şimdilerde, yaptığım iş üzerinde kafa yormak beni bu salona getirdi. Dolayısıyla kuşu dil, kadını da deneyimli bir yazar olarak okumayı seçiyorum. Kadın, kendisine doğuşta bahşedilmiş, paletiyle resmettiği dile el sürüldüğü, o dil başkalarının hizmetine girdiği için ve hatta bazı haince amaçlar doğrultusunda kendisinden alıkoyulduğu için endişeli. Bir yazar olarak dili, yer yer bir sistem, yer yer ise kişinin üzerinde kontrolünün olduğu canlı bir şey olarak düşünüyor. Ama çoğu zaman bir faillik olarak. En çok da sonuçları olan bir eylem olarak. Dolayısıyla çocukların kendisine getirdiği soru <<Ölü mü diri mi?>> gerçekdışı değil, zira kadın dili, ölüme ve silinip gitmeye karşı savunmasız; ve kuşkusuz, iradenin safi gayretiyle tehlikeye atılabilir ya da kurtarılabilir bir şey olarak düşünüyor. Ziyaretçilerinin elindeki kuş ölüyse, cesetten muhafızların sorumlu olduğuna inanıyor. Kadına göre ölü bir dil, sadece ne konuşanı ne de yazanı artık bulunmayan bir şey değil. Aynı zamanda kendi tutukluğuna hayranlık duyan, inatçı bir dil içeriğine de denk düşüyor. Kanaate varan devletçi bir dil gibi. Sansürlenmiş ve sansürleyici. Polislik faaliyetlerinde gaddardır. Kendi narkotik narsisizminin serbestiyetini, şahsi egemenlik ve ayrıcalığını sağlamak dışında hiçbir arzusu ya da amacı yoktur. Ne kadar can çekişiyor olsa da, etkisiz de değildir. Çünkü aktif bir şekilde zihni eritir, vicdanı oyalar ve insan potansiyelini bastırır. Sorgulanmaya açık değildir. Ne yeni bir fikir üretebilir ne buna tahammül edebilir. Öteki düşüncelere biçim veremez. Başka hikayeler anlatamaz. Kafa karıştıran sessizlikleri dolduramaz. Cehaleti onaylamak ve ayrıcalığı korumak için işlenmiş resmi dil, şövalyenin uzun zaman önce terk ettiği bir kabuk misali, etkileyici bir parıltıyla cilalanmış bir zırhtır. Böyledir işte: Budala, yağmacı ve duygusaldır.  Okul çocuklarında derin saygı uyandırır, zorbalara sığınak olur, halk içindeki istikrar ve uyuma dair sahte anılar biriktirir.
Kadın, bir dil kayıtsızlık, kullanılmama, ilgisizlik ve itibar gıyabından öldüğünde veya bir hükümle öldürüldüğünde yalnızca kendisinin değil, bütün kullanıcıların ve yaratıcıların bu ölümden sorumlu olduğuna kanaat etmiş durumda. Kadının topraklarındaki çocuklar dillerini dişleriyle koparmış ve sözsüzlüğün, sakatın ve sakatlayanın dilini konuşabilmek için anlamla boğuşan, kılavuzluk sağlayan ve sevgiyi ifade eden bir cihaz olarak yetişkinlerin topluca sırtını döndükleri dil yerine kurşunları kullanmaktadırlar. Öte yandan kadın dil intiharının yalnızca çocukların seçeneği olmadığını biliyor. Devletin çocuksu büyükleri arasında da yaygın, yalnızca boyun eğenlere seslendikleri veya itaate zorladıkları için, tahliye edilmiş dillerinin insan içgüdüsünden geriye kalanlara hiçbir şekilde erişim imkanı sağlamadığı güç tüccarları arasında da yaygın. 
Dilin sistematik yağması, kullanıcılarının ince, karmaşık ve doğurgan özelliklerinden vazgeçip onun tehditkar ve boyun eğdiren özelliklerini yeğ tutma eğiliminden anlaşılır. Baskıcı dil şiddeti temsil etmekten fazlasını yapar, şiddetin kendisidir; dilin sınırlarını temsil etmekten fazlasını yapar, dili sınırlar. İster örtbas edilmiş devlet dili, akılsız medyanın sahte dili olsun. İster akademinin mağrur ama kireç tutmuş dili, ister bilimin emtia güdümlü dili olsun; etik anlayışı olmayan hukukun bedhah dili olsun yahut ırkçı yağmacılığını yazınsal yüzsüzlüğünün ardına gizleyerek, azınlıkları yabancılaştırmak üzere tasarlanmış dil olsun. Tamamı reddedilmeli, değiştirilmeli ve teşhir edilmelidir. Bu tip bir dil kan içen, zaafiyetleri midesine indiren, nihai sona ve sonu gelmiş akla doğru amansızca ilerleyerek, faşist botlarını saygınlık ve vatanseverlikten örülme uzun eteklerinin altında saklayan bir dildir. Cinsiyetçi dil, ırkçı dil, teistik dil- Tamamı, efendilerin polisçi dillerinin tipik birer örneğidir. Yeni bilgiye ve fikirlerin paylaşılmasına müsaade etmezler, edemezler.
Yaşlı kadın hiçbir doyumsuz diktatörün, çıkarcı fikir insanının, para yiyen politikacı ya da demagogun, hiçbir kolpa gazetecinin kendisi tarafından ikna edilemeyeceğinin bir hayli farkında. Vatandaşların silahlı ve tetikte olmaları için; alışveriş merkezlerinde, adliyelerde, postanelerde, oyun alanlarında, yatak odalarında ve bulvarlarda sürekli katledilmeleri ve katletmeleri için gaza getiren bir dil var ve hep olacak. Gereksiz ölümlere merhameti ve o ziyanı ört bas edecek anıtsallaştırıcı bir dil hep olacak.
Tecavüze, işkenceye ve suikaste teşvik eden diplomatik dillerin dahası var. Ağıza alınamaz, suça teşvik edici kelimeleriyle kadınları boğmak ve boğazlarını da pate yapılan kazlar gibi ambalajlamak üzere tasarlanmış, daha da baştan çıkarıcı, mutant bir dil şimdi de var, sonra da olacak. Araştırma kisvesi altında gözetlemenin dilinin; tarih ve siyasetin sesi bastırılmış milyonların azabını ifade edececekmiş gibi ölçüp biçtiği dilin; yoksunları ve memnuniyetsizleri kendi komşularını aşağılama heyecanına gark etsin diye süslenip püslenmiş, yaratıcı insanları bayağılık ve umutsuzluktan yapılma kafeslere tıkmak için işlenmiş, kibirli, sözde empirik dillerin de aynı şekilde arkası gelmeye devam edecek.
Her ne kadar kıpır kıpır ve baştan çıkarıcı olsa da, bütün bu dilbazlığının, cazibenin, alimane birlikteliklerinin ardında böylesi bir dilin kalbi zayıf düşmüştür. Kuş çoktan öldüyse, belki de hiç atmıyordur bile. 
Kadın, herhangi bir disiplinin fikirsel tarihi, can ve zaman kaybında ayak diremeseydi, gerekli tahakkümün temsilleri ve gerekçelendirilmelerine, hem dışarıda bırakan hem de bırakılanın algılarına ket vuran, ölümcül, dışlama söylemlerine sığdırılmaya çalışılmasaydı nasıl olurdu diye düşündü.
Babil Kulesi hikayesinin arkasındaki alışılagelmiş öğreti, yıkılmasının bir talihsizlik olduğu yönündedir. Dikkat dağıtıcılığı ve kulenin sıkıntılı mimarisinden patır patır dökülen bir yığın dilin ağırlığı hakkındadır. Yekpare bir dil binanın yapımını hızlandırabilirdi ve cennete ulaşılabilinirdi tabii. Kimin cennetine, diye düşer kadının aklına. Nasıl bir cennet? Belki de cennetin edinimi biraz zamansızcaydı. Hiç kimse diğer dilleri, anlatıları, görüşleri kavramaya zahmet etmeyecekse biraz da aceleci sayılabilir. Etselerdi, hayal ettikleri cennet ayaklarının dibinde bulunurdu. Karmaşık, talepkar… Evet… Fakat cennetin hayat olduğu bir görüş bu. Yaşam sonrası cennetin değil.
Kadın genç ziyaretçilerini, dilin var olmak üzere hayatta kalmaya zorlanması gerektiği intibasıyla bırakmak istemez. Bir dilin canlılığı o dili konuşanların, o dilde okuyan ve yazan kişilerin gerçekçi, hayali ve muhtemel hayatlarını resmetmekteki kabiliyetinde yatar. Verdiği zevk kimi zaman deneyimi yerinden etse de, onun yerini alamaz. Anlamın uzanabileceği yere doğru bir kavis çizer. Birleşik Devletler’in başkanı, ülkesinin dönüştüğü mezarlığı düşünüp, <<Dünya, burada söylediğimiz şeylerin çok azını dikkate alacak, çok azını hatırlayacak. Fakat burada yapılanları asla unutmayacaktır.>>  dediğinde, sade kelimeleri, hayat verici özellikleriyle insanın canına can katıyor. Çünkü dehşet verici bir ırk savaşındaki 600.000 ölü askerin gerçekliğini içermekten imtina ediyor. 
Anıtsallaştırmayı reddeden, bir "son söz" ya da "özetleme"den dem vurmayan, "yüceltme ve küçültme konusundaki zayıf güçlerini" kabul eden kelimeleri, yasını tuttuğu hayatın ele geçirilemezliğine dair bir saygıya işaret ediyor.
Kadını harekete geçiren şey hürmet, dilin bir kalemde hayata uygun yaşayamayacağının onaylanması. Yaşamamalı da. Dil hiçbir şekilde köleliği, soykırımı, savaşı tam olarak açıklamaz. Bunu gerçekleştirebilsin diye kibire arzu duymamalı da. Dilin kuvveti, verdiği mutluluk tanımlanamaz şeylerin ötesine uzanmasından gelir. İster ihtişamlı ister cılız olsun, oyuklar açsın, infilak etsin yahut kutsamayı reddetsin. İster gürültülü kahkahalar atsın yahut alfabesiz bir feryat olsun, uygun söz, seçilmiş sessizlik, kendi haline bırakılmış dil bilgiye doğru akın akın gider, yıkımına değil. Öte yandan, kim sorgulayıcı olduğu için yasaklanan, eleştirel diye kötülenen, değişime ön ayak oluyor diye silinen bir edebi eser duymamıştır ki? Kaçımız kendi topuğuna sıkan dilin düşüncesiyle öfkelenmemişizdir? Okullardaki kelime egzersizleri son derece olağanüstü diye, düşünüyor kadın, çünkü üreticiler. Hiç kimselere benzemediğimiz zamanlardaki farklılıklarımızı, insani farklılıklarımızı güvenceye alan anlamlar türetiyorlar. 
Ölüp gideceğiz. Hayatın anlamı bu olabilir. Bir yandan da dili icra ediyoruz. Hayatlarımızın ölçüsü de bu olabilir.
<<Bir zamanlar…>> ziyaretçiler yaşlı kadına bir soru sorarlar. Kimdir bu çocuklar? Bu karşılaşmaya ne anlam verdiler? Kadının son sözlerinde duydukları şey neydi? <<Kuş senin elinde.>> Bir ihtimale işaret eden bir cümle mi yoksa kapının sürgüsünü çeken türden mi? Belki de çocukların duyduğu şey, <<Benim sorunum değil. Neticede ben yaşlıyım, kadınım, siyahım ve körüm. Şu an sahip olduğum bilgelik ise sana yardım edemeyeceğimi bilmemde yatıyor. Dilin geleceği size ait.>>
Çocuklar orada dikilmekte. Ellerinde hiçbir şey olmadığını varsayın? Varsayalım ziyaretin sebebi küçük bir üçkağıt. Daha önce hiç tecrübe etmedikleri şekilde ciddiye alınsınlar, kendileriyle konuşulsun diye yaptıkları bir numara. Boğucu söylemlerin kendileri hakkında, kendileri için fakat hiçbir zaman kendilerine yönelik olmadığı yetişkinler dünyasını ihlal etmek, araya girmek için bir şans belki? Aciliyet gerektiren sorular söz konusu burada. Kendi sordukları da dahil. <<Elimde tuttuğum kuş ölü mü diri mi?>> Belki de bu soru şu anlama geliyordur: <<Birisi bize hayatın ne olduğunu, ölümün ne olduğunu anlatabilir mi?>> Hiçbir numara yok, şapşallık yok. Bilge birinin dikkatine değecek, son derece direkt bir soru. Eski bir soru. Eğer hayatı yaşayıp ölümle yüzleşen yaşlı bilge bunu tarif edemeyecekse, kim edebilir ki?
Fakat tarif etmiyor kadın; sırrını, özgüvenini, bilgece sözlerini, sanatını vaat etmeden kendisine saklıyor. Mesafesini koruyor ve bu mesafeyi zorla kabul ettirip,  ayrıcalıklı, sofistike alanındaki garipliğine geri dönüyor. Kadının feragat beyanını hiçbir şey, tek bir kelime dahi izlemiyor. Sessizlik derin. Söylediği sözlerdeki mevcut anlamdan çok daha derin. Bu sessizlik titriyor ve çocuklar da, sinir olmuş bir şekilde, bu sessizliği oracıkta icat ettikleri dille dolduruyorlar. 
<<Söyleyeceğin bir şey yok mu?>> diye soruyorlar kadına. <<Senin fiyaskolarını ortaya dökmemize yardım edecek tek kelamın yok mu? Bize az evvel verdiğin, dersle zerre alakası olmayan ders üzerinden olabilir. Zira biz ne söylediğin kadar ne yaptığınla da yakından ilgileniyoruz. Cömertlik ve bilgelik arasına diktiğin bariyerle de öyle. Elimizde, ölü ya da diri, bir kuş yok. Sadece sen varsın ve sana sorduğumuz mühim soru. Elimizdeki hiçbir şey aklına getirmeye, üzerinde kafa patlatmaya tahammül edemediğin bir şey mi yoksa? Genç olmayı, dilin anlamı olmayan sihir olduğu vakitleri hatırlamıyor musun? Dilinin döndüğü şeyin kastettiğin şey olamadığı zamanları? Hayal gücünün gözle seçilemeyeni görmeye didindiği? Sorular ve taleplerin cevaplarının ışıl ışıl yandığı ve senin bilememenin öfkesiyle zangırdadığın vakitleri? 
Sizin gibi daha önce savaşıp kaybeden kahramanların, elimize hayal ettiğinizden öte bir şey bırakmayan savaşıyla mı başlayalım? Cevabın ustaca düşünülmüş ama ustalığı bizi utandırıyor, seni de utandırmalı. Cevabın kendi tebrikâtında utanmazca. Elimizde hiçbir şey yok diyelim, bu cevap hiçbir anlama gelmeyen bir dizi diyalogundan fazlası değil.
Neden bize ulaşmadın, yumuşak parmaklarınla dokunmadın? Bu kısa açıklamayı, hisseyi, bizi tanıyana kadar niçin bekletmedin? Küçük numaramızı, modus operandi’mizi öylesine hor gördün ki, dikkatini çekmek için nasıl da afalladığımızı gözünden mi kaçırdın? Genciz, körpeyiz. Kısacık hayatlarımız boyunca tek duyduğumuz şey sorumluluk sahibi olmamız gerektiği. Ne anlama geliyor ki bu dünyanın dönüştüğü felakette? Şairin dediği gibi, "halihazırda çıplak olanın üstünü açmaya gerek yok."
 Mirasımız ayaklar altında. Senin yaşlı, boş bakan gözlerini devralıp, sadece gaddarlık, vasatlık görelim istiyorsun. Milliyet masalına tekrar tekrar inanacak kadar aptal olduğumuzu mu zannettin? Biz senin geçmişinin zehri içinde belimize kadar batmışken, ne cüretle vazifeden bahsedersin?
Bizi ve elimizde tutmadığımız kuşu değersizleştiriyorsun. Hayatlarımızın hiçbir bağlamı yok mu? Daha güçlü bir şekilde başlamamıza yardım edecek herhangi bir şarkı, eser, bol vitaminli şiir, tecrübeye dayalı bir mazi anlatısı paylaşamaz mısın? Sen bir yetişkinsin. Yaşlı olan, bilge olan sensin. Yüzünü aklamayı düşünme. Bizim hayatlarımızı düşün, bu ayrıntılarla bezenmiş dünyadan bahset. Bir hikaye anlat. Anlatı radikaldir. Yaratıldığı noktada bizi yaratır. Elinin yettiğinin ötesine düşerse seni suçlamayız. Eğer kelimelerini sevgi ateşlerse, sözcüklerin alevler içinde yanar gider. Geriye yanıklarından başka bir şey kalmaz. Aynı şekilde kelimelerin, bir cerrahın ellerinin suskunluğuyla, sadece kanın attığı yerlere dikiş atarsa öyle.
Bunu tek seferde, hakkını vererek yapamayacağının farkındayız. Tutku asla yeterli değil, yetenek de aynı şekilde. Yine de dene. Hem bizim hem kendi hatırın için dene, sokaklardaki şanını unut. Karanlıkta ve aydınlıkta dünyanın senin için nasıl bir yer olduğunu anlat. Bize neye inanacağımızı, neyden korkacağımızı söyleme. Bize inancın geniş eteğini, korkunun düğümünü söken ilmiği göster. Sen, körlükle kutsanmış, yaşlı kadın. Sadece dilin muktedir olduğu şeyleri anlatabilen dili konuşabiliyorsun: Resimler olmadan görebiliyorsun. Sadece dil bizi ismi olmayan şeylerin ürkütücülüğünden gözetir. Sadece dilin kendisi tefekkürdür. Bize kadın olmanın ne demek olduğunu anlat ki, erkek olmanın ne olduğunu bilelim. Uçlarda neler hareket eder bilelim. Bu dünyada bir evinin olmaması ne demek bilelim. 
Bildiğinden uzağa sürüklenmek. Senin arkadaşlığına dayanamayan kasabaların bir köşesinde yaşamak. Bize Paskalya’da kıyılardan gerisin geri dönen gemileri anlat. Çayırda bırakılan plasentayı, bir vagon dolusu köleyi anlat. Kar yağışından daha sessiz nasıl şarkı söylediklerini. Yanlarındaki omzun küçük bir irkilmesinden, bir sonraki durağın sonuncusu olacağını nasıl da bildiklerini. Elleri kasıklarında nasıl da dua ettiklerini, sıcağı hayal edişlerini ve güneşi. Yüzlerini kaldırıyorlar, güneş oracıktaymış gibi. Kafalarını çeviriyorlar, oracıktaymış gibi. 
Bir handa dururlar. Sürücü ve arkadaşı ellerinde lambayla önden gider ve arkada vızır vızır çalışan köleleri karanlıkta bırakır. Atın silüeti toynaklarının altındaki karı, köleleri kıskandıran bir şekilde eritir. Hanın kapısı açılır. Işıkların arasından bir kız, bir de oğlan çıkar. Yataklı vagona çıkarlar. Şimdilik bir elinde lamba, diğerinde de bir testi elma şarabı varsa da, bu çocuk üç sene içinde çocuk bir silah taşımaya başlayacaktır. İçkiyi ağızdan ağıza paylaşırlar. Kız biraz parça et, ekmek ve biraz daha fazlasını sunar: Hizmet ettiği kişinin gözlerine kısa bir bakış. Erkeklere birer pay, kadınlara ikişer. Bir de bakış. Onlar da geri bakar. Bir sonraki durak, son durakları olacak. Bu değil ama. Bu sıcacık.
Çocuklar konuşmayı bitirdiğinde oda yeniden sessizleşmiştir. Ta ki kadın bu sessizliği bozuncaya dek:
<<Nihayet,>> diye girer lafa <<size güveniyorum. Kuşun ellerinizde olmadığına çünkü onu tam anlamıyla yakaladığınıza güveniyorum. Baksanıza. Beraber yaptığımız bu şey ne de güzel.>>
Çeviri: Ecem Efsun Üçkardeş
Son okuma: Ezgi Tok , Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Ezgi Tok tarafından seçilmiştir.
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Video
youtube
Bruno Latour ile tiyatro yönetmeni ve tarihçi Frédérique Ait-Touat iş birliğinde gerçekleştirilen sunum performansı Inside - a performance lecture (2017, HAU, Berlin), Latour’un yerküreye inişimizin ya da karaya çıkışımızın alternatif topografyalarını görselleştirme çabası. Latour, önerisinde kişinin bakış açısını, yerlerin coğrafi ızgarada gezengenlere uzanan vizyonundan, hadiselerin (event) izlenebildiği Gayagrafik bakışa çevirmeyi hedefler. Dünyanın zeminine, toprağına, yüzeyine, tenine değen yerdeyiz ve dışarı bakma arzumuz kendimizi içeride görme yetimizi köreltiyor. 
0 notes
ceviri-translation · 3 years
Link
Mağara Ülkesi'ne hoş geldiniz. Mağara Ülkesi, dostumuz Philippe Quesne'in icadı. Köstebekler hakkında garip bir hikâye ve köstebekleri bir saate tiyatronun başka bir yerinde görebilirsiniz ama işin ciddi tarafından ben sorumluyum ve ciddi taraf da bir takdim ve Fransa'daki tüm takdimler gibi üç parça olmak zorunda.
İlk bölüm, bir ekolojik kriz döneminde neden uzay ve zamanda biraz yolumuzu kaybettiğimizin keşfi. İkinci bölüm, deyim yerindeyse dünyaya inişimizin alternatif topografisini görselleştirmenin başka bir yolunu bulmak için girişeceğimiz bir çaba, oldukça deneysel bir çaba. Üçüncü bölümse alternatif temsilin sonuçları hakkında varacağımız sonuç ki isterseniz buna politik bir bölüm diyebilirsiniz. Bu takdimde Alexandra Arènes ve Sonia Levy'nin açımladığı görüntüleri kullanacağım, aslında onların çalışmaları hakkında yorum yapıyorum. Dolayısıyla bugün bu takdimde size kolektif bir çalışma sunuyoruz. Ama önce size bu durumun ruhunu yansıtmak için küçük bir anekdotla başlamak istiyorum.
Uçaktaydım. Eminimin sizlerin de aynı durumda sıklıkla yaptığınız gibi manzarayı görmeye çalışıyordum. Bir yıl önceydi ve Grönland'ın biraz batısındaki Baffin adası üstündeydim. Buzun her zaman inanılmaz olan gösterisini izlemeye çalışıyordum ama bu sefer alışılmadık bir şey oldu çünkü buz bana bir mesaj gönderir gibiydi. Ve çabucak o çığlık atan görüntülerin fotoğraflarını çektim. Çünkü o yıl çok erkenden dağılan buz -ki bu yıl durum biraz daha iyi, bana bir şey söyler gibiydi ve gördüğüm şey Munch'un “Çığlık” resmini andırıyordu; bana geri gelen bir çığlık.
Biliyorsunuz, eski günlerde bir doğa gösterisi izlerken onun dışında olurduk ve bu takdimin başlığının içeride olmakla olan ilgisi de bu. Artık dışarıda değilsiniz, çünkü bu imkânsız. Esasen içerideyiz, çünkü uçaktaki eylemin, yani Kanada'ya gitmemin doğanın izlediğim gösterisi üstünde bir etkisi oluyordu. Ve bu açıdan artık dışında kalmak diye bir şey yok. Takdimin başlığı da bu. Artık inmeliyiz, mağaraya inmeyi kabullenmeliyiz. Mağara Ülkesi'nin adı da buradan geliyor. Ama mağarada olmak zor geliyor. Islak ve karanlık olan mağaranın içinde olmaktan hoşlanmamamız gerek. Elbette bunun nedenlerinden biri de Eflatun'un mağara hakkındaki muhteşem efsanesini paylaşıyor olmamız. Mağara, kaçtığımız şeydir; felsefeci isek ya da basitçe sadece mağaraya yansıtılan bir görüntüye bakan bir mahkûm olmaktan daha yüksek bir şey düşünmeye başladığımız anda kaçtığımız. Aynı sinemadaki izleyiciler ve hatta sizler gibi. Ve bu hikâyeyi bildiğinize eminim. Bir daha anlatmama gerek yok. Felsefecinin kaçış hikâyesini.
Tüm kaçma eylemi, dışarıya kaçmaktır ve bir felsefecinin mağaradan kopması ve dışarı çıkması hareketinin tüm ana fikri budur. Ama bu güzel hikâyede birçok problem var. Güzel bir hikâye. Büyük bir gücü ve bir anlamda dini, bilimsel ve siyasi gücü var. Fakat neyse ki esas hikâye tam olarak bu değildir.
Hep bu çok ünlü efsanenin garip bir tarafı olduğunu düşünmüşümdür. Felsefecilerin dışarıda yaşamalarının istenmesi hiç de mantıklı değildi. Bence bu meşhur hikâyenin alternatif bakışı mağara efsanesinin aslında bir gösteri olduğudur, Eflatun'un Atinalılara verdiği bir gösteri. Bunu böyle kavramak daha iyi, hepimiz Eflatun’un, en harika şeyin dünyadan dışarı çıkmak olduğunu hayal ederek bize verdiği akıl sır erdirilemeyen bu gösterisini alkışlıyoruz. Geri gelip ardından insanlara dışarı çıkmamız gerektiğini söylediği için öldürülen felsefecinin bu garip hikâyesini. İşin garip tarafı buradaki insanların mahkûm olarak değerlendirilmesi. Peki, bu gösteriyi duyunca Atinalılar ne yaptı? Felsefe, bilim ya da din yapmanın ne demek olduğunun çok komik ve tamamen akıl dışı bir tanımı olarak alkışladılar.
Başka bir deyişle, daha çok Aristofanes'in “Bulutlar”ı gibiydi. Çok ciddi olmayan bir şey. Ve içeride olma mefhumuna körleşmemizin nedeni budur. Dünyanın içinde olduğumuz fikrini kabullenmemizin bu kadar zor olmasının nedenlerinden biri bu çok kuvvetli dışarıda olma efsanesidir. Eğer bu bir gösteriyse, iyi bir gösteri. Çok çok güçlü bir hikâye ve Peter Sloterdijk dışarıda, kürelerde olmanın neden imkânsız olduğunu göstermek için gereken tüm çalışmayı yaptı.
Yani aynı anda hem çok güçlü bir gösteri hem de var olmanın ne olduğunun ve nasıl dünyanın üstünde yaşıyor olduğumuzun inanması güç bir izahı. Problem şu ki asla dışarıda olmadığımızı ve dışarıya çıkamayacağımızı kabul ettiğimizde elimizdeki en güçlü imgelerden biri olan mavi gezegen aslında olduğumuz yer değildir. Çok meşhur bir ikon olduğunu ve balon gibi şişmiş hâlini görmenin ve orada olduğumuzu hayal etmenin çok güzel olduğunu biliyorum ama mavi gezegende değiliz.
Bu imgeyle uyuşmayan birçok şey var. Bunlardan biri, tüm dünyayı gösteren böyle resimlerin çok nadir olması. Bu efsanevi imgenin çok yaygın olmasına rağmen böyle çok az resim var. İkincisi de şu varsayımdı ki eminim defalarca duymuşsunuzdur. Bir kez mavi gezegeni hep birlikte görünce hepimiz birlik olacaktık. Bu, deyim yerindeyse, büyük bir kardeşliğin başlangıcıydı. İnsanlar sıklıkla bunu el hareketleriyle "Bakın. Aynı dünyanın üstünde, aynı doğanın içinde, aynı mavi gezegenin üstünde olmalıyız. Bu bizi birleştirmeli" demek için kullanırlar. Ve böyle olmadığı çok açık. Tam tersi doğa bizi daha da birbirimizden ayırdı. Yani mavi gezegen muhtemelen iyi bir benzetme değil. Ayrıca belli ki mavi gezegen dışarıdan, çok ama çok uzaktan görülüyor ve birçok başka kürelerle birleşti. Roma küresiyle, Orbis Terrarum'la, her türlü güç küresi benzetmesiyle ve Tanrı’nın küresel görüşüyle. Aslında böyle değil çünkü Sloterdijk'in bir kez daha gösterdiği gibi küresel her zaman yerel olarak konumlanmıştı. Ve şimdi dinlerseniz şu meşhur imgelerden biri olan Apollo kapsülünün yükselişini gösteren çekimlerin sesini duyacaksınız.
Şu anda 24 Aralık 1968'deyiz ve görüyorsunuz ki... İçinden resmin (mavi gezegenin) çekildiği o çok küçük yerin sesini duyuyorsunuz. Ve buranın çok ama çok gürültülü, küçük bir yer olduğunu görüyorsunuz. Küreyi gördüğümüz yerin kendisi küresel değil. Küreyi çok küçük bir yerden görüyoruz. Küreyi hayal etmenin zorluğu her zaman bu olmuştur. Yerelliğini kaybeder.
Artık sesi kısabiliriz. Aslında bulunduğumuz nokta budur. Aydaki Apollo 8'den görülen mavi gezegenle hiç ilgisi olmayan bir şekilde, uzayda yönümüzü şaşırmış bir yerdeyiz. Bu, bambaşka bir hikâye. Jeologların şimdilerde antroposen dediği zaman ve uzayda, yönümüzü şaşırmış bir haldeyiz. Bu görüntüleri biliyorsunuz. Okulda jeoloji öğrenirken bunların çoğunu gördünüz. Biliyoruz ki, yerler değişip katmanlar karışmadıysa, orada aşağıdaysanız, yukarıya kıyasla daha eski bir yerdesiniz. Bu görüntüleri biliyoruz ve çok gariptir ki jeologlar bize onların tarihini andıran bir tarihte olduğumuzu söylüyor artık ve eminim okulda şunu öğreniyorsunuz: tarihin bu döneminin -ki genelde çok uzun bir dönem, bir adı var. O isim de ele alınan dönemde diğerlerinden daha güçlü olduğu düşünülen jeolojik bir gücün adı.
O kelime, tartışılan kelime, antroposen. Bize, insanlığa, insanlara, sosyal bilimlere, politikacılara, vesaireye jeologların dünyanın başına gelen şey için buldukları izaha bizi de dâhil etmek istediklerini anlatmak için buldukları isim. Ve bize, kesinlikle garip bir insanlar yığını olarak insan ırkının kolektif biçimde jeolojik bir güç hâline geldiğini söylemek istiyorlar. Ve artık insanlık tarihi değil fakat jeo-tarih dediğimiz şeyin, deyim yerindeyse dünyanın tarihinin genel olarak insanlık tarafından büyük çapta dönüştürüldüğünü, değiştirildiğini söylüyorlar. Ve elbette, tahmin edebileceğiniz gibi, birçok insan "antropos" terimine karşı çıkıyor çünkü antroposendeki "antropos" açık biçimde tanımlanmadı. Bu, bir doğa olayının kuvveti olmanın sorumluluğu değil. Bir doğa olayının gücüne eşdeğer bir güç olmak tamamen makul değil. Yani Amerikalılarla Amazon'daki yerlileri, çok az enerji harcayan ile çok enerji harcayanları bir tutuyorlar. Dolayısıyla antropos kelimesinin pek bir anlamı yok.
Fakat bence bu tartışmanın ilginç tarafı bunun jeolojik bir terim olması ki bence bunu çok ciddiye almalıyız. Kavramı çekiştirdiğimizde insanların sandığı seviyeden çok daha fazla hem de. Jeologlar bize beşerî ya da sosyal bilimlerde şöyle diyor: Bakın, tarihin üretiliş yollarını, tarihin dönüşümünü hesaba katarsanız insanların jeolojik bir etkisi olduğunu kabul etmek zorundasınız ve bu çevre üzerine bir etki değil. İnsanların muhtemelen yüz bin yıldır çevreyi değiştirdiğini biliyoruz. Konu çevrenin insan tarafından modifiye edilmesi değil, toprak sistemi dedikleri şeyin değiştirilmesi. Bu değişim toprak sisteminin kendisinin başka bir dengeye ya da dengesizliğe kaymasıyla ilgili ve günümüzde antroposen kelimesinin belirlediği uzay ve zamandaki yön kaybının ilginç tarafı bu ve bence bunun çok ciddiye alınması gerek çünkü takdimin sonunda göstereceğim gibi politik sonuçları çok önemli. 
Ama elbette oldukça makul olmayan bir şey var. Kimsenin neden jeolojik bir kuvvet olmayı kolayca kabul etmediğini anlıyorsunuz. Yani tabii ki bireysel olarak bir anlamı yok. Ama genel bir terim olarak bile herhangi birimizin birikmesi milyonlarca yıl alan katmanlar üstünde bir etkisinin olabilmesi inanılmaz bir sav. Ama antroposen grubundaki bilim insanlarının işaret ettiği bu değil. Bir dakikalığına Science dergisinde Ocak 2016'da yayımlanan bir makaleye bakmak çok ilginç oluyor. Bu makale önemli çünkü bir anlamda jeologların jeolojideki antroposen tanımı hakkında lehte ve aleyhteki tüm savların şimdiye dek en iyi özeti ve burada gördüğünüz şey, bu terimle ilgilenen bilim insanlarının irdelediği tipik kanıt. Dipte buzullaşmayı görüyorsunuz ve ardından atmosferin bir anda ısınması ile şurada on bin, ya da bu durumda yüz bin yıl sonra hayatın aniden geri döndüğü küçük bir katman var. Bu slaydı betimleyen bilim insanları için ilginç olan bu küçük katmanların boyutu değil -çünkü zaten çok küçük olacaklardı. İlginç olan, bu küçük katmanların özgünlüğü, orijinalliği, kimyevi ilginçliği. Bu literatürü okurken tahayyül etmemiz gereken düşünce deneyi de bu. Diyelim ki on bin yıl sonra bu katmanları bir tortubilim uzmanına gösterdiniz. Bu tortubilim uzmanının bu katmanlarda, bugün, gelecek hakkında öncekilerden tamamen farklı bir şey olduğunu kolaylıkla fark edeceğini söylüyorlar. İçlerinde tamamen bu katmanlara has nükleotitler olacak. Daha önce var olmayan haşere ilaçları, daha önce var olmayan plastik, daha önce var olmayan kurum ve başka şeyler olacak.
Yani antroposen kavramı şey değil... Çok kalın katmanları tarif etmiyor. Bu saçmalık olurdu. Yaptıklarımız çok ama çok ince bir katman olarak zeminde belirecek. Ama bilim insanlarının ilgisini çeken katmanların özgünlüğü. Bir kırılma olduğunu, dünyanın başına gelenleri tamamen farklı bir şekilde anlamamız gerektiğini söyledikleri yer burası. Dolayısıyla antroposen tanımınız ne olursa olsun, ister başlangıç tarihi, isterse kanıt çıkarmak için kullanılan yöntemler konusundaki anlaşmazlık olsun, yine de aşırı derecede ilginçtir çünkü bizi yerkürenin sadece uzay temelli benzetmesinden başka uzaklara itiyor.
Temelde şunu söyleyebilirim ki bu takdim serisinde yapmaya çalıştığımız şey bu, yeni tür bir görselleştirme. Yerkürede nasıl var olacağımızı ve yerküreyi nasıl temsil edeceğimizi düşünme zorunluluğuna bakmanın farklı bir yolu aslında. Bu takdimin ikinci bölümünde size bunu göstermek istiyorum. Bakın, hareket hâlinde olan ve tam olarak uzayın içindeki parçalar olarak değerlendirilemeyecek birçok farklı varlığın bileşimini göz önüne almamız gerekiyor. Durum bundan çok daha karmaşık. Ve anında şekillendirilip kartografik küre diyebileceğimiz şeyin üstüne yansıtılması gerekmiyor. Burada çok ilginç bir şey var, o da başka bilim insanlarının kullandığı bir terim.
Bu sefer sözcük antroposen değil fakat “kritik bölge”. Şimdi hayal etmelisiniz ve sizinle paylaşmak istediğim zorluk, topografik zorluk bu. Şuraya bakarsanız gördüğünüz şey aslında bir tapa, bir yüzgeç. Evet, bir kürenin içinde değil dünyanın çok küçük katmanlardan oluşan derisinin üstündeyiz. Bu katmanlar, öne sürülen tartışmalar ve simülasyonlara bağlı olarak, muhtemelen birkaç kilometre yukarı ve aşağı uzanıyor. Ver her şey, hayatın var olduğu her yerde gördüğünüz ve etkileşime girdiğiniz her şey bu küçük mü küçük kritik bölge. Ve bu katmanların üstünde... -burada katmanları, deyim yerindeyse kabuğu simultane olarak görüyorsunuz, ince bir katman, gezegenin derisi, yüzeydeki cilası. Çok ama çok küçük. Dünyadaki her şey değil. Dünyanın merkezi de değil. Sadece tapası. Burada deyim yerindeyse kesiti, üzerine Alexandra ve Sonya’nın bu küçük derinin kendi aktivitesine verdiği tepkileri yansıttığı, farklı katmanlardan oluşan bu kesiti görüyorsunuz. Dolayısıyla bir açıdan bir küre fikrine sahip olduğumuzda gerçekte yaşadığımız yeri tamamen gözden kaçırıyoruz. Bilim dallarının büyük ikilemi bu. Yaşadığımız yeri temsil etmek çok zor. Kritik bölge terimine gelince kritik kelimesinin birçok anlamı var. Termodinamikte dengesiz olduğu anlamına geliyor fakat bu küçük katmanlar, yaşam formlarının kendileri tarafından bir arada tutuluyor. Bu gezegende olmasak... Elbette Gaïa'nın varlığı konusundaki tüm iddia bu. Farklı bir gezegende, ayda ya da Mars'ta olsak bu kritik bölge hiç olmayacaktı. Kimyasal denge olacaktı. Kritiğin ilk anlamı bu.
Diğer bir anlamı da kırılgan olduğu anlamında kritik olması. Üçüncü bir anlamda şöyle kritik: Bilmek aşırı derecede zor. Ve bilim insanlarının yaptıklarını düşünüp onlarla çalıştığımızda bence büyük bir sürpriz yaşıyoruz. Paris'teki bir grup bilim insanıyla hazırlanan bu görüntülerin -onlar da aynı biz beşerî bilimlerdekiler ya da sanatçılar gibi çalışmalarına şekil vermeye çalışan kimseler- sürpriz yaratan tarafı, bu kritik bölgenin inanılmaz ölçülerdeki heterojenliği. Aslında kritik bölgenin tanımı bu. Tamamen heterojen. Her bir santimetresi, her bir metresi, her bir hayvan, her bir yaşam formu, her bir süreç olarak farklı. Ve elbette, aşağıda, dünyanın merkezinde olursanız orası çok daha homojen -ya da daha az şey biliyoruz diyelim. Yukarıda atmosferde de durum daha homojen. Ama kritik bölgenin özelliği ve farkı tamamen heterojen olması ve bu heterojenliği anlamlandırmanın güçlüğünden geliyor.
Bu yüzden burada gördüğünüz şey bir anlamda hayali bir manzara. Elimizde kritik bölgeyi şey kadar bilmeye yetecek enstrüman olsa... Neyle karşılaştırayım?Bir hastanın... Özür dilerim, hastanedeki doktorların hastaları hakkında bildikleri kadar... Bu büyük bir sürpriz ama bir hastanedeki hastaların sağlığı hakkında bilgi edinmemizi sağlayacak araçlar icat etmek konusunda üstünde yaşadığımız bu çok ama çok ince katmanların hassasiyeti konusunda bilgilenmek için gerekenleri yapmaktan çok daha fazlasını biliyoruz ve bunun başka bir yolu yok. Yani yaşadığımız yer, değer verdiğimiz her şey, şimdiye dek karşılaştığımız her şey bu çok küçük, mini-minnacık kritik bölgede. İdeali şu olurdu... Bunu burada yapmak oldukça güç çünkü görüyorsunuz...
İdeali kritik bölgeyi tamamen yandan görmek olurdu. Bir tür deri gibi. O zaman uzaydaki dünyayı görmezdik. Küre kavramının güç tarafı her zaman bu olmuştur. Dünyayı bir parşömenin içindeymişiz gibi görürdük. Bir parşömenin yüzeyindeymiş gibi hareketli varlıkların aktivitelerinin bıraktığı izlerle görürdük çünkü elbette kritik bölge yaşam formlarının aktivitelerinden başka bir şey değil. Bu, Gaïa'nın elle tutulur varlığını temsil eden materyal, zengin doku. Bu orijinal dokunun herhangi bir boyutuna yakınlaşıp daha öteye bakabilseniz, onu çok daha küçük görebilseniz... 
Bu çok güzel görüntüyü Sonia Levy çok hoş ve yeni bir icat olan fotogrametri ile üretti. Yani fotogrametri eski ama Sonia burada tekniği çok ama çok küçük ögeler için kullanmayı başardı. Çamur, çimen, tozlar gibi. Bunu size üstünde yaşadığımız derinin hassasiyetini göstermek için yaptı. İşte dünyayı uzayda hayal edince bunu tarif etmek çok zor!
Ve burada da... Ne kadar güzel, görüyor musunuz? İçeride olmak işte böyle bir şey. Aynı anda düzsünüz çünkü bu sadece bir arazi parçası ve aynı anda kesafet var. Dışarıdan görmek yerine içeride olmakla ilgilendiğimizde yakalamamız gereken bu olmalı. Bilim insanları, sanatçılar ve benim gibi sosyal bilimcilerle bu deneyi yaptığımızda belki de fazla abartılı olarak yeni bir kozmoloji dediğimiz şeyi öne sürmeye ve icat etmeye başlıyoruz. Yani göreceğiniz şey yeni bir kozmoloji. 
Şimdi, bu bir kepçe. Bu görüntü daha önce hiç gösterilmedi. Bu, bilim insanlarıyla yapılan birçok tartışmanın ardından Alexandra Arènes tarafından icat edilen bir projeksiyon. En başta öne sürdüğüm problemi, küre problemini çözmeye çalışıyor. Küre iyi bir betimleme değil çünkü uzayda, uzaktan izleniyor, deriyi ortaya çıkarmıyor ve en önemlisi süreçleri kaydetmiyor. Bizim dünyada olmamızın tek nedeni ise bu süreçler. Yani fikir şu: Küreyi alıp düzleştirmeye karar verdi. Böylece karenin dört kenarında gördüğünüz şey dünyanın merkezi. Dünya orada değil, deyim yerindeyse çarşaf gibi düzleştirildi. Merkez artık uçlarda ve ortada atmosfer var. Alexandra, aslında burada yaşıyoruz diyor. Küreden çok buna benzeyen bir şeyin içinde yaşıyoruz. Neden? Çünkü merkezdeyseniz, gördüğünüz döngü en hızlı olanlardan biri. Şuraya geçtiğinizde daha yavaş olanı görüyorsunuz. Yani fark, kartografik düşlemde nerede olduğunuzu enlem ve boylamda gösteren uzaydaki bir fark değil. Buradasınız... Yerelleştirme... Bu betimlemede olduğunuz yer yavaş ya da hızlı olan döngülerin arasındadır. En yavaşı şurada olurdu. Milyonlardır, yüz milyonlardır devam eden plaka tektoniği gibi. Şuradaki ise milisaniyeler, günler ya da yıllar olabilir. Yerküreyi bu şekilde betimlemenin en ilginç tarafı nihayet elimizde dönüşüm döngüsünü ve süreçleri kavramayı ön plana çıkaran bir yere varmamız. Çünkü kritik bölgenin en büyük acayipliği, bize en ilginç gelen tarafı, aslında dünyanın merkezinden çok az şeyin geliyor olması. Her şey tüm jeokimyanın ve tüm hareketli ögelerin işlev gördüğü sürekli bir geri dönüşümün yaşandığı kritik bölgede oluyor. Hiçlikten bakıldığı şekliyle uzaydaki yerimizi bulmaya çalışmak yerine, bir girdabın, ki durumu tanımlayan bundan daha iyi bir kelime yok, içinde olmanın ne demek olduğunu anlamaya başlıyoruz. Bir girdabın içindeyiz. Yerkürede olmak, yerküre üstünde yaşıyor olmak, kürenin üstündeki sonsuz uzayın içindeki küçük bir karakter olmak değil. Bu, dünyada olmanın anlamını açıklamak için çok soyut bir fikir. Bu girdabın parçası olarak burada bulunmak kendimizi anlamanın çok daha gerçekçi bir yolu muhtemelen. Elbette şimdi girdabı harekete geçiren asıl aktör kim diye sorabilirsiniz. Bu noktada, teknik masa izin verirse, kozmolojinin dönüşümündeki büyük anlardan birini tanıtmalıyız. Yani güneşi.
Bu bir tür kabalist, gizemli ya da dini bir sunum değil. Çok komik aslında çünkü jeokimyacıların en büyük bulmacasının en iyi bilimsel betimlemesi bu. Jeokimyacılar, uzayda dünyanın jeokimyasal aktivitesinin simultane olarak nasıl betimlenebileceğini bulmaya çalışıyorlardı. Ve eski uzaya bakınca jeomorfoloji sorunsalı ortadan kalkıyor. Elinizde sadece bir küre ve bir güneş kalıyor ve tek sorun, hepimizin okulda öğrendiği gibi güneş merkezli mi olacaksınız dünya merkezli mi karar vermek oluyor. Ama bu kritik bölgedeki insanların hiçbir sorusunu cevaplamıyor çünkü bizim istediğimiz şey süreçler. Burada... Bu yüzden bunu burada, Berlin'de ilk kez göstermekten gurur duyuyorum. Burada eş zamanlı dünya merkezli... -dünya burada, ortada ve girdaplar dönüyor ve aynı zamanda güneş merkezli bir betimleme. Dünya sorusunu uzaya taşıyınca bunu yapamıyorsunuz. Tek soru şu: Dünya mı dönüyor yoksa işi yapan güneş mi? Bildiğiniz gibi bu kesin olarak en ufak fark yaratmıyor. En azından gündelik hayat için. Çok önemli bir astronomi sorusu fakat bizi ilgilendiren bir soru değil. Kesinlikle jeokimyacıyı ilgilendiren bir soru da değil. Tam tersi burada jeokimyacı için büyük soru: “Kim etki ediyor?” Burada etki eden iki büyük kuvvet Gaïa savı tarafından muhteşem şekilde üstünde çalışılıp yorumlandı. Tüm bunun dönmesini sağlayan şey güneş ve elbette bu küçük kritik bölge yüzeyindeki hayat türlerinin burada bir şeyler yapmak için güneşi kullanması şartıyla. Ve bu anlamda Alexandra sayesinde aynı diyagram üstünde güneş ve dünya merkezlilik aynı anda gösteriliyor. Fakat merkez nedir sorusuna verilen cevap aynı değil. Çünkü burada önemli olan, isterseniz burada biraz yüceltelim, hareketli formların, güneşi kullanabilen, kritik bölgeyi bir girdaba dönüştürebilmiş olan tüm yaşam formlarının yeteneği. Yani dünya merkezli. Var olan yegâne aktivite hayat formlarından geliyor. Aynı zamanda güneş merkezli çünkü gelen, tüm bu girdabın dönmesini sağlayan enerjinin tek kaynağı aslında güneş. 
Buradaki fikir şu: Bu bize hayat formlarının ne olabileceği konusunda daha iyi bir tanım sağlıyor ve bunu da kartografi ya da coğrafya temelli değil Gaïa-grafi dediğimiz yaklaşımla yapıyor ki bu da neredeyse aynı şey. Tek farkla, girdabın aktivitesi görülebiliyor. İşte bir deneme: Çok karmaşık bir deneme. Hep birlikte kritik bölgeyi ortaya çıkaran hareketli varlıkların, tüm hareketli varlıkların yörüngesinin haritasını çıkarma denemesi. Ama bunu kartografik idealdeki gibi hepsini aynı uzaya doldurarak değil her birini belirginleştirerek yapıyor. Fransa'nın doğusunda, Almanya yakınlarındaki Ardennes'de küçük bir hayvan parkında uzun süre araştırma yaptıktan sonra Sonia Levy ve Alexandra Arènes tarafından üretilen bu diyagramda Gaïa'nın bileşimindeki tüm hareketli katılımcıların güzergâhlarını takip edip, izleyip bulmaya ve belirtmeye çalıştıklarını görüyoruz. Artık diyagramı okumak için kısa bir kullanıcı kılavuzu verdiğime göre nasıl işlediğini görmemiz için teknik masa izin verirse filmi tekrar göstermelerini isteyeceğim. 
Bu bir park bekçisinin hareketi... Bu gezinen bir yaban domuzu... Tilki ta yukarıda, solda. Ormandaki hayvanları inceleyen bilim insanları da belgelendi. Sansar şurada bir yerde, evet, sağda. Ormandaki hayvanları GPS ile takip ettiler. Şimdi yaklaşan bir baykuş görüyorsunuz. Kargalar... Bunlardan her biri deyim yerindeyse Gaïa'nın atmosferinin bileşeni. Su da elbette... Bakın, şurası su. Su da tüm diğerleri gibi bir aktör. Bu küçük alandan geçen nehir. Sonra bir avcı da var... çünkü avcılar da bu küçük alanda görevlerini yerlerine getiriyorlar. Çiftçiler. Hatta tahta kurtları. Onları neden takip etmeyelim ki? Onların da oynadığı bir rol var. Porsuklar. Yarasalar. Ağaçkakanlar. Geyik avlayan köpekler. Hepsi aynı anda bu alanda işlev görüyor. Elbette alanın biraz garip olduğuna katılıyorum. Michelin haritası değil. Bununla Belvoir'da yolunuzu bulamazsınız. Fakat amaç bu değil. Amaç kartografik değil. Amaç süreçsel, bu varlıkların değişken güzergâhları arasında yerinizi bulmak çünkü onlar, her biri kendi çevresini ve kritik bölgeyi inşa ediyor. Bakın, fark bu. Kritik bölgede değiliz. Kritik bölgeyi biz inşa ediyoruz. Kritik bölgenin tüm bu değerlerin, varlıkların iç içe geçmiş aktiviteleri dışında bir süresi ve varlığı yok. Katılıyorum, şaşılası. Yani akla yatkın bir alan haritasına benzemiyor. Bir tür şey gibi... Nasıl desem? Aborijin veya otokton karakterler ve sanki yetmezmiş gibi içinde kaybolduğumuz bir alan gibi. Fakat burası şimdi yerimizi bulmamız gereken yer ve üçüncü ve son bölümüm bu; politik netice.
Yerküre sorusunu başka bir görsel hayal gücüyle ifade etmeye çalışmak niçin önemli? Yaşamamız gereken yeri bilim insanları, sanatçılar ve mimarlarla birlikte farklı bir şekilde betimlemek niçin önemli? Bence bunun sebebi, politik ve çok çağdaş ve çok trajik bir sonucunun olması. Şu anda politik pozisyonun nirengi noktasını üretmeye çalışıyoruz. Şunu görmek çok ilginç; Çoğu çalışmamda modernizasyon dediğim şeyde bu hat üzerinde yerellik diyebileceğimiz bu bölgeden yukarıdaki küresel diyebileceğimiz şu noktaya ilerlememiz gerekiyordu. Buraya küreselleşmenin ideal ufku da diyebilirsiniz. Adına modernist proje dediğimiz şeyin birden ikiye gitmesi gerekiyordu. Yani kendimizi deyim yerindeyse kendi yerelliğimizden çıkaracaktık ve gerçekte yerelden çıkmanın tek yolu bir küre hayali kurmaktı ve bu harekete küreselleşme diyoruz. Hepinizin bildiği gibi artık küreselleşme çoğumuz için değersiz bir tayin hâline geldi. Ve vatandaşlarımızın ya da yurttaşlarımızın çoğu artık "Dur," diyor. "Artık küreselleşmeye çalışmıyoruz. Küreselleşmenin sadece bir efsane değil aynı zamanda bir tuzak olduğunu düşünüyoruz. "Peki, ne yapıyoruz? Fransa'da, Brexit'le İngiltere'de ve elbette Bay Trump'la Amerika'da her yerde görülebilen bir şey yapıyoruz. Bu son seçimlerde şahit olduğumuz gibi Almanya'da da görülebiliyor. Küreselleşme artık erişilebilir değilse geri dönelim, diyoruz. 
Şuna geri dönelim: Modernizasyon adına bizi çıkardığınız yerelliğe. Kimliğimizi geri alalım. Ve dar anlamıyla bu kimlik etnik olarak tanımlanabilir ya da en azından ulusal olarak tanımlanabilir. Deyim yerindeyse kapalı site olarak adlandırılabilecek şeye geri dönelim. Ve elbette buradaki insanların çoğu, belki de haklı olarak, küreselleşmeye gidenlerin kendilerini terk ettiğine inanıyorsa, -ki bu çok mantıklı- onlar da kendi kapalı sitelerini inşa ettiler. Tamam mı? Yani gerilim her yerde çok belirgin. Özellikle Avrupa'da ama sadece Avrupa'da değil. Küreselleşme ideali yok oldu, eski ve koruyucu kimliğimize geri dönmeliyiz diyoruz. Bu, geleneksel sol ve sağda bir gerilim, çok önemli bir gerilim yaratıyor fakat üçüncü cazibe merkezini unutturuyor. Şu ana dek bahsetmek istediğim ve bahsettiğim cazibe merkezi de bu. Üçüncü cazibe merkezi elbette bu ikisine kıyasla başka bir yerde. Üçüncü cazibe merkezi burada -projeksiyonda hep sorun çıkıyor ve balkonda oturanlar dışında kimse göremiyor. Tabii kimsenin görememesi çok mantıklı çünkü bu doğru, kimse görmüyor. Bu tabii biraz abartılı.
Teknik masa projeksiyonu şuraya çekebilirse güzel olur. Teşekkür ederim.
Deminden beri bahsettiğim üçüncü tam olarak bu. Bu alternatif görselleştirme yoluyla tarif etmeye çalıştığımız şey, küreyi andırmayan görsel. Kritik bölge demek bile kürenin birçok özelliğini anlatıyor fakat bu, heterojenlik, yerellik, bir toprağın ayrıntılarına dikkat etmek, vesaire gibi bahsettiğim birçok özelliğini içeriyor olmasına rağmen şurada duran eski toprağa dönmek değil. Yani kendisi zaten eş zamanlı bir çekim merkezi. Hatta birçok aktivizm hareketine bakarsanız, tüm ekolojik hareketlerin geliştirdiği görüşlere, küreselleşme fikrine karşı geliştirilen tartışmaların çoğuna, bir kimliğe geri dönüş fikri konusundaki eleştirilere yöneltilen argümanların çoğuna bakarsanız, herkes bir şekilde oraya ulaşmanın bir yolunu arıyor. Bu alana nasıl yerleşiriz?
Buranın, hem küreden hem de en az bir yüz yıldır siyaseti, sol ile sağ arasındaki farkı organize eden yerelden çok farklı özellikleri var. Yani büyük paradoks şu ki herkes politik pozisyonu belirleyen, insanların "Hayır, hayır. Bu bitti. Bu gerici, bu ilerici" demesine alan açan yeni bir çekim merkezi olduğunu hissediyor gibi görünüyor. Fakat şu hat üzerinde mi yoksa bu hat üzerinde mi ilerici, bilmiyorsunuz. Ve tüm problem de burada. Bay Trump'ı bunun içine dâhil etmemeye karar verdim. Bay Trump'ın nerede olduğunu bilmek her zaman faydalıdır çünkü Bay Trump şurada bir yerde, ta şurada, dördüncü bir pozisyonda ki Bay Trump seçimi kazanana dek bu pozisyonun mümkün olduğunu bilmiyordum. O pozisyon da aynı anda şuradaki insanlara "Siz korunacaksınız" derken buradakilere de "Çok para kazanacağız" demesi. Dün yeni bütçeyi önererek tam olarak bunu yaptı. Yani aynı anda hem eski Amerika'ya dönelim derken hem de kapitalizmin her tür tacizine karşı en ufak düzenleme olmadan tamamen küreselleşelim diyebiliyorsunuz. Trumpizm, eğer böyle denebilirse, tek bir şartla işliyor: İklim değişikliğinin reddiyle. Ve bu çok ama çok ilginç.
İşte bu yüzden bence... Bay Trump'ı kutlayalım diyemeyeceğim, biraz abartılı olacak ancak en azından selamlayalım çünkü Trump hükümeti tamamen ekolojiyi düşünen, iklim sorununu saplantı hâline getirmiş ilk hükümet fakat negatif anlamda. Ve bu çok faydalı çünkü o yapana dek kimsenin yapmadığı bir şeyi yaptı, iklim değişikliğinin reddini jeopolitikanın merkezine koydu. Sanırım Bay Trump'ı bir anlamda bu yüzden seviyorum. 
Şurada dördüncü bir pozisyon olduğunu hayal ederseniz onun yaptığının tam tersini yapar ve bir anda buraya tam olarak gelmemiz gereken yere inersiniz. Durum harika bir şekilde açıklığa kavuşuyor. Oraya varmamız gerek. Şunların karışımı olan bir pozisyon tasavvur etmeliyiz: Eski yerelliği tanımlayabilecek şeylerle “dünyayı” tanımlayan tüm yaklaşımları -bizim küreselleşmenin yanında Fransızcada “mondializasyon” da dediğimiz, ancak bunlar her iki durumda da farklı şeyler. Bu yüzden müthiş bir merakın içinde olduğumuzu düşünüyorum. Bu yüzden dışarıda, uzayda olup dünyayı yukarıdan, hiçlikten görmek yerine içeride olmanın politik sonuçları var.
Bilim insanları, sanatçılar ve aktivistlerin ortak bir nemasının olması ve ortak eylemlerde bulunmaları bu yüzden çok önemli çünkü belirlemek çok çok zor olsa da oraya varmak en önemlisi. Tabii ki orada olmanın biraz sıkışık hissettirebileceğine katılıyorum. Belki hafiften klostrofobi hissedersiniz. İçeride olmanın öyle bir yönü var. Klostrofobik bir durum. Yani katılıyorum. Biraz... İçeride. Bir mağaranın derinliklerinde değilsiniz yine de dışarı çıkmanıza müsade yok. Bu girift girdabın içine karışmışsınız. Bu, içeride olmanın pozitif bir tanımı. Eflatun'un o çok garip ve komik hikâyesinde tasarımladığı gibi mahkûm değilsiniz. Esasen o kaçış yolu olmayan girdabın hep içindeydiniz. Bu doğru.  Fakat aynı zamanda diğerleriyle, sizinle birlikte nefes alıp verenlerle, oluk açanlarla birliktesiniz. Bu, Alexandra Arènes'in az önce gösterdiğimden önce teklif ettiği diyagram ve biraz... Nasıl desem? Biraz çocukça bir yönü var diyebiliriz, en azından yaptığımız ve size aktarmayı başardığımı umduğum şeyin deneysel ruhu görülebiliyor. Aynı zamanda eski hikâyelerde okuduğumuz hazine haritalarını andırıyor. 16. yüzyıldan kalma bir karakteri var. Yeni topraklar keşfetmeye başladığımız dönemden kalma gibi. İşte bu yüzden durum konusunda kötümser olmamalıyız.
Esasen… Elbette trajik bir durum ancak aynı zamanda yeni bir toprak keşfettiğimiz bir an. Aynen o dönem gibi... Büyük keşifler denen zamanların öncesi gibi. Bu genişleme anlamında değil, yeğinlik anlamında bir keşif. Eski topraklarda yeni bir şekilde var olmanın keşfi, ancak farklı şekilde anlaşılan. Yani bir anlamda tüm bu yeni durum bir tür Rönesansı andırıyor denebilir. 
Çok teşekkür ederim.
Çeviri: Eceworx
Son okuma: Deniz Gül
Deniz Gül’ün “Kazı ve Yüzey” çalışmasının Çeviri programı için Deniz Gül tarafından seçilmiştir.
0 notes