Tumgik
vivaperarte · 4 years
Text
Estetik Algısı Ve Kültürel Değişkenlikler
Kültür Farkları Ve Estetik Algısı
Doğup büyüdüğüm Türkiye müslüman bir dinsel yapıya sahip. Daha önceleri 600 senelik Osmanlı İmparatorluğu zamanı birçok kültür ve dine ev sahipliği yapmış olsa bile müslümanlık her zaman ağır basmış ve ülkeyi siyasi, toplumsal ve algısal olarak bu yönde geliştirmiştir. Ataerkil bir toplum yapısında doğup, büyüyen bizler estetik ve güzellik kavramlarını toplumumuzun yönlendirdiği şekilde edinmiş ve bu kalıplar içerisinde kendi “öznel” estetik kavramlarımızı geliştirmişizdir.
Evet “öznel” bir estetik kavramı diyorum çünkü bana kalırsa estetik algısı Kant’ı savunduğu gibi evrensel değil aksine toplumun bireye sunduğu kadar “evrenseldir”. Bireyin toplumu neresi ise evrenselliği o kadardır. Dini olarak edinilen kültür yapısı, kıyafetten konuşma stiline, yemek yeme kültüründen sanat anlayışına kadar uzanan uçsuz bucaksız bir kavramdır. Öyleyse kavramların ortaya konmasında evrensel yapıyı oluşturan en evrensel birey kimdir? Kant? Nietzche? Aristoteles? Hayır, bu kavramları kişi kendi sınırları kadar yorumlayıp açabilir.
Estetik algısına baktığımızda farklı toplumların “estetik” kabul ettiği şeyler bizim ülkemizde “ayıp, yasaklı hatta iğrenç” kabul edilebilir. Kant’a göre, estetik yargılar herhangi bir ilgiye değil, daha ziyade tüm rasyonel varlıkların paylaştığı öznel bilişsel koşullara dayanarak hak iddia edebilirler. Erotik sanatın istediği zevk, bu tür bir evrensellik iddiasında bulunmayabilir, çünkü kişinin cinsel tercihlerine ve eğilimlerine bağlı olacaktır. Kültürel yapı da aynı kişinin erotik eğilimi gibidir sadece daha geniş kitlelere ulaşır ve biz her ne kadar bu eğilimi kişisel sansak bile toplumun bizlere dayattığı değerlerdir.
Peki estetik algısının toplumsal sınırlardan kurtarmak mümkün müdür? Bunun için bireyin nasıl bir şekilde evrilmesi gereklidir? Veya kişi evrilmeli midir gerçekten de? Bu bir şart mıdır, doğru olan kavram hangisidir? Felsefenin belki de insanı en mutlu eden tarafı budur. Bu sorular asla bitip tükenmeyecektir ve felsefede soru sormaya her zaman devam edebiliriz.
Peki ben bu soruları sormaktan çok çözümlemeye odaklanırsam ve bu odaklamanın örneğine kendimi koyarsam ne kadar objektif bir açıklama olur? Kendi hayatımı , kendi kültürel karışımlarımı estetik kavramıyla karşılaştırmaya kalkarsam öznel konuşmuş olmaz mıyım?
İşte sorun tam olarak burada başlıyor. Kant ve Nietzsche alanlarında ustalıkla eserler vermiş olsalar bile felsefe bir düşünce bilimidir ve her düşünce özneldir.
Toplumsal estetik anlayışını oluşturan unsurlar o toplumun öznel yapısıyla alakalıdır. Bu doğanın estetik yargısına kadar böyledir. Farklı toplumlardaki insanlar farklı iklim ve farklı toprak çeşitlikleriyle yaşarlar, sonuç olarak farklı doğal çevreyi görme yetkisine sahiplerdir. O zaman güzel doğa estetiği olarak nitelendirdikleri sözde evrensel olması gereken şey yine toplumun insanoğluna dayattığı kalıplar arasında sıkışıp kalacaktır. Bu kaçınılmaz bir sonuçtur. Hiçbir niyet beslemeden doğayı güzel bulabiliriz ve bu bizi ahlaki olarak iyi bir yere taşımaz. Hayır. Bana kalırsa güzellik ve estetik anlayışının ahlaki değerlerle bir araya getirtilmesi tamamen yanlış bir illüzyondur. İnsanoğlu çok karmaşık bir duygu/düşünce sistemine sahiptir. Ahlaki olarak en aşağılarda gözükebilecek ve canice sayılabilecek düşünceleri barındıran kişilerin doğaya duyduğu beklentisiz şefkat bizi şaşırtabilir ama şaşırtmamalıdır. Nasıl ki teolojik açıdan baktığımızda  en yoğun duyguları taşıyan birey yaptığı sayısız ahlaksızlıktan kendini küçücük öznel bir kırıntıyla aklayabiliyor bizler de kendi vicdanımızın estetik algılarına mahkumuz. Evet, vicdan ahlaki bir estetik algısıdır. Dini bir inancı olan herkesin estetik algısı bana kalırsa vicdani bir noktada sorgulanır çünkü şüphesiz ki herhangi bir şeye inanç duyan kişiyle inancını sadece bilime adamış kişinin estetik algısı aynı olmayacaktır. Ruhani açlığın oluşturduğu fikirler ebetteki algı/yargı biçimimizi etkileyecek ve bizleri bu noktada düşünmeye itecektir.
Bunun sonucu yine bahsettiğim kültürel farklara çıkacaktır. Öyleyse bir Müslümanla bir Hristiyan’ın, bir Türkle bir İtalyanın estetik algısı aynı mıdır? Elbette ki hayır. Olması da beklenmemelidir. Beklendiği an felsefe tutunduğu en güçlü dalı kaybeder, sorgulamayı. Elbette bazı temellerin üzerine oturmuş sabit fikirler var lakin fikirler her zaman fikirlerdir ve öznel olarak kalacaklardır.
Kant’a göre, saf bir estetik yargı tamamen ilgisiz bir haz duygusuna yani nesneye bağlı olmayan ya da nesne için bir arzu yaratmayan bir haz üzerine dayanır.  Peki bunu belirleyecek kişi kimdir? Arzu yaratmayan bir haz duygu nasıl gelişir? İşte bu noktada maddi ve manevi duygu ve isteklerden arınmış kişilere ihtiyaç duyarız. Çünkü bizler toplumun içinde kendi kültürümüz ve kalabalık yaşam formları arasında salt duyguyu bulmaya eğilimli değiliz. Kendi kişisel dert ve güzellik anlayışımız kendi benliğimizdeki salt duyguları çıkartmaya engel oluyor ve bu salt duyguların çıkmasını yine dini baskılar ve yaşadığımız kültürel alan etkiliyor.
Sanatsal anlamda bir estetik yargısı ararken Kant kültürel farklılıkları es geçmemiştir. Bizler de bu farklılıkları es geçemeyiz. Benim için nü bir çalışma tamamen salt sanatsal bakış açısıyla estetiğini koruyabilirken bunu cinsel olarak yorumlanması tamamen kişinin kendi duygu ve isteklerini kontrol edememesindendir.  Yaşadığım toplumda nü olarak poz vermek veya nü model olmak belki de en zor mesleklerdendir ve bunu yapan çok az sayıda kişi vardır. Bu kişiler ise toplumda “cesur” olarak adlandırılır çünkü toplumsal olarak bastırılmış cinsellik, yüksek arzu ve şeyhe dönüşmüştür. İnsanlar bu tip düşünceleri yadırgarlar hatta kızarlar çünkü kendi arzu ve isteklerini kontrol etmekten acizlerdir ve bu acizliğin yarattığı korkuyu nasıl dışarı vurabileceklerini bilmiyorlardır.  Öyleyse estetik algısının toplumların yaşayış biçimlerinde hırpalanması kaçınılmaz bir sondur.
Sanattaki yargının algılanması için öncelikle o toplumun sanatsal geçmişi ele alınmalıdır. Sanat diye adlandırılan şey her ülkede farklılık gösterirken her ülkede beğenilmesi ve estetiğe everilmesi de farklıdır. Tabi bunun tam zıttını yaşamakta mümkündür yani bizi bu noktada etkileyen şeylerin inancımızı alıp götürmesi veya estetik algılarımızın da değişmesine sebep oluyor.
Yani toplum her zaman kendi kültüründen taraf hareket edemiyor. Bazen öyle körü körüne öyle yobaz oluyor ki insanoğlu, kişi kendini ve inançlarını sorgulamaktan alamıyor kendini. Sonuçta her inanç bir manevi boşluğun yarattığı ihtiyaç değil midir?
Bu sözlerimi Nietzsche’nin şu satırları ile desteklemek istiyorum.
“İbadetin karşılığı Tanrının ödülüdür
Ve tanrılara genç kızlar kurban edilir
Çünkü onlar kendilerini affedebilirler
Dindar olsam, ben de mi güzel yüzlü olurdum?
Ama bu çağ tüm isteğimi elimden alıyor
O halde ben de izin veriyorum
Elimi tutmak isteyen şeytana.”
“Ama bu çağ tüm isteğimi elimden alıyor” sanırım bu cümle istemeden uzun süreler geçerli kılınacak bir cümle olmuş çünkü zaman değişti ama isteğimizi körelten çağın getirdiği negatiflikler asla eksilmedi aksine çoğaldı.
Bu satırları seçmemin belki de en büyük nedeni -beni en çok etkilemesine izin verdiğim öznel bir nokta- sanırım babamın ölümüyle bağdaştırmamdan dolayıydı. Çok inançlı bir birey olmamakla birlikte babam vefat ettiğinde körü körüne inanmış sorgulamaktan vazgeçmiş ve her gün arkasından dualar okumuştum. Aklımın inanmama taş koyduğu günler bitmiş sorgulamadan inanan ve yürekten bunu isteyen bir birey olmuştum. Bu inancı oluşturan şüphesiz şey çaresizlikti. Değer verdiğiniz birinin ellerinizden gitmesini kaldıramıyor ve onu korkunç simsiyah bir boşluğa bırakmanın soğuk düşüncesi yerine cennet adı verilen ve kendi istediğimiz gibi şekillendirebildiğimiz sözde dünyanın en güzel yerine yolluyoruz ruhları. Bu düşünce salt çaresizliktir ve tamamen gitmelerini kaldıramadığımız her kişinin ardından dualarla iletişim kurduğumuza inanmayı tercih ediyoruz çünkü ancak böylelikle bir boşluktan kurtuluyor ve manevi olarak ölen kişilerin huzuruna kavuştuğunu kendimizi ikna ederek aslına kendimiz huzura kavuşmanın çaresizliğine doğru koşuyoruz yani bunu ölmüş sevdiklerimiz için değil aslında tamamen kendimiz için yapıyoruz. Kimileri bu bedenleri yakarak, kimileri çiçeklerle süsleyerek taçlandırıyor ölümü oysa kimse bunun kişisel bir çırpınış olduğunun farkına varmadan yaşıyor.
İşte bu küçük kişisel dünyalarda estetik algısının evrensel olmasını kimse beklememelidir.
Nietzsche’nin bu “en kişisel kitabım” dediği öznellikte bir kitabı ve Kant’ın kitlesel bir arayışının olduğu kitapları birlikte okutmakta bir tür ironidir sanırım. Tam olarak felsefenin bizlere sunduğu zıtlığın bütünsel güzelliğini barındırıyor.
Ahlak ve Us’un Kültürel Farklılığı
Kant yargı yetisinin eleştirisi kitabında ahlak ve us arasında olarak yorumladığı “Yargı Yetisi”nin kendi içindeki dinamiklerini sorguluyor.
Kant bunu yaparken; yargı gücünün estetikle algılanabileceğini ve bunu da anca yargı gücünün bilme ve özgürlük arasına yerleştirilerek yapılabileceğini savunuyor.
Tam bu noktada önümüze iki büyük engel çıkıyor. Bilmek ve özgürlük.
Öncelikle bilmek kavramını ele almak istiyorum. Bilgi ne kadar uçsuz bucaksızsa yanlış bilgi de bir o kadar çok. Kişi neyi bildiğini veya neyi doğru bildiğini nasıl anlayabilir? Bunun kararını verebilecek bir insan zaten kendini sorgulamaya adamıştır ama asıl sorun burada başlıyor bilmediğini kabullenmemekte. İnsan oğlunun yaratılıştan beri en büyük problemi egodur. Bütün felsefecilerin öyle ya da böyle ortak buluştuğu konu kişi egosudur. Yanlış ve yüksek ego insanı tamamen yanlış bilgi ve inançlarla dolu bir kişi haline getirir. Bunun sonunda körü örüne inanç, en tehlikeli nokta okumuş cahillik ortaya çıkar. Lakin yukarda da belirttiğim gibi bazen işler tamamen terse gider ve zıt bir etki yaratır.
Yine Nietzsche’nin kitabında yer alan şu sözü örnek vermek istiyorum.
“ Tanrı’yı yok saymasından dolayı kitaplarını okumayacağız anlamına gelmez. Okumak, araştırmak ve sorgulamak lazım. Hiçbir şey bilmiyorsak bile neden Tanrı öldü demesini bilmemiz lazım. Bilgi bilgidir. “
Tanrının ölümünün anlamı, ahlaki değerlerin ve değerlendirmelerin alanında yatar. Zaten “Tanrı” sözcüğü de, bu dünyadaki varoluşu kötüleyen ve öte dünyadaki kurtuluşu olumlayan hiyerarşik bir değerler sistemine gönderme yapar. Nietzsche’nin birincil hedefi, bu çöküşün sonuçlarını açığa çıkarmaktır. Bu pasajlarda Nietzsche’nin Hıristiyanlığın Tanrısını kastettiği doğru olsa bile, bundan daha geniş bir anlam ifade ettiği de aynı ölçüde doğrudur. Avrupa üzerine yayılan “gölgeler” neredeyse yaşamın her alanına sirayet eder. Yaşam ise dine ilişkin her tür yorumlamanın ve bakış açısının ilişkilendiği temel fenomendir. Martin Heidegger, Nietzsche’nin düşüncesinin aydınlatan bir özet sunar, dolayısıyla da tümüyle alıntılamaya değer:
“Doğaya, bir tanrının iyiliğinin ve hükümranlığının kanıtı olarak bakmak... bu artık sona ermiştir, insanın vicdanı artık bunu kabul etmez. Varoluşun bir anlamı var mı? Bu sorunun tümüyle işitilmesi ve tüm derinliğiyle anlaşılabilmesi için birkaç yüzyıla ihtiyaç vardır.”
“Tanrı, idealar ve idealler aleminin adıdır. Bu duyular-üstü alem, Platon’dan beri, veya daha kesin bir ifadeyle, Platoncu felsefenin geç Antik Yunan ve Hıristiyan yorumlarından beri, hakiki ve gerçek dünya olarak görülmüştür.
‘Tanrı öldü’ cümlesi şu anlama gelir: Duyular-üstü dünyanın etkin bir gücü yoktur. Yaşam bahşetmez. Metafizik, yani Nietzsche’ye göre Platonculuk olarak anlaşılan Batı felsefesi, sona ulaşmıştır.”
Eğer Nietzsche’nin neden tüm değerlerin yeniden değerlendirilmesine ihtiyaç duyulduğunu ve bu yeniden değerlendirmenin neye dayanması gerektiğini anlamak istiyorsak, Hıristiyan Platonculuğunun teleolojik yapısını açıklığa kavuşturmalıyız.
Ahlak ve metafizik eleştirisi, teleoloji problemine kopmaz bir biçimde bağlıdır. Tanrının ölümü, Nietzsche’nin Avrupa tarihinde şu ana kadar hayatı idame ettiren tüm ahlaki yapının çöküşü için kullandığı bir ifadedir. Bu çöküşün yol açtığı değersizlik ve amaçsızlık hissi ile cevabı olmayan “neden” sorusu ise, yaşamın ötesindeki bir başka dünyayı, bir ‘Hinterwelt’i artık hedefleyemeyeceğinin ve bu Öte-dünyanın yıkıldığının belirtileridir.
Şimdi tekrar “Ahlak ve Us” kavramlarına dönelim. Bu satırlarıma öncelikle ahlak kavramını tanımlayarak başlamak istiyorum;
Ahlak, kelimenin en dar anlamıyla, neyin doğru veya yanlış sayıldığı (sayılması gerektiği) ile ilgilenir. Terim genellikle kültürel, dinî, seküler ve felsefi topluluklar tarafından, insanların (subjektif olarak) çeşitli davranışlarının yanlış veya doğru oluşunu belirleyen bir yargı ve ilkeler sistemi kavramı ve/veya inancı için kullanılır.
Yanlış ve doğrular hakkındaki bu tip kavram ve inançlar çoğunlukla bir kültür veya grup tarafında genelleştirilir ve kanunlaştırılır, buna göre de (kültür veya grubun) üyelerinin davranışları düzenlenmeye çalışılır. Bu tür bir kanunlaşmanın uygunluğu da ahlak olarak anılabilir, ve grup varlığının devamının bu ilke ve kanunların uygunluğu, uygulanması üzere olduğunu belirtebilir. Bu durumlarda, uygulamayı kabullenen bireyler ahlaklı olarak tanımlanırken, uygulamayı reddeden veya davranışlarında barındıramayan bireyler toplumsal anlamda dejenere olarak tanımlanabilir.
Bu nedenlerle ahlak, iyi bir yaşamın temelini teşkil eden inançlar bütünü olarak da görülebilir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında, dinler ideal bir yaşama dair görüş ve düzenlemeler getirmiştir, bu nedenle ahlak, çoğunlukla dini emir ve prensipler ile karıştırılmıştır. Seküler ortam ve durumlarda, ahlak hayat tarzı seçimi gibi şeylerle ilgili olarak sunulabilir. Zira bu daha çok, bireysel anlamda iyi bir hayat fikrini temsil eder ki bireyler genellikle bulundukları toplumda benzer zihin yapısı ve görüşlere sahip olan insanların inanç ve değer sistemlerine uygun bir yol seçmektedirler.
Yanlış ve doğrular hakkındaki bu tip kavram ve inançlar çoğunlukla bir kültür veya grup tarafında genelleştirilir ve kanunlaştırılır, buna göre de (kültür veya grubun) üyelerinin davranışları düzenlenmeye çalışılır. Bu tür bir kanunlaşmanın uygunluğu da ahlak olarak anılabilir, ve grup varlığının devamının bu ilke ve kanunların uygunluğu, uygulanması üzere olduğunu belirtebilir. Bu durumlarda, uygulamayı kabullenen bireyler ahlaklı olarak tanımlanırken, uygulamayı reddeden veya davranışlarında barındıramayan bireyler toplumsal anlamda dejenere olarak tanımlanabilir.
Bu nedenlerle ahlak, iyi bir yaşamın temelini teşkil eden inançlar bütünü olarak da görülebilir. İnsanlık tarihinin büyük bir kısmında, dinler ideal bir yaşama dair görüş ve düzenlemeler getirmiştir, bu nedenle ahlak, çoğunlukla dini emir ve prensipler ile karıştırılmıştır. Seküler ortam ve durumlarda, ahlak hayat tarzı seçimi gibi şeylerle ilgili olarak sunulabilir. Zira bu daha çok, bireysel anlamda iyi bir hayat fikrini temsil eder ki bireyler genellikle bulundukları toplumda benzer zihin yapısı ve görüşlere sahip olan insanların inanç ve değer sistemlerine uygun bir yol seçmektedirler.
Sosyal hayat ahlakı büyüme denen zorlu süreçte belirliyorsa bu ahlak ahlaki midir sorusunun cevabını her bireyin kendini oluşturmasında aramak gerekecektir. İnsan bireysel varlığını toplum içinde ve toplumun kabul gören anlayışları doğrultusunda şekillendirerek kendini "görünür" kılıyorsa doğal ve gerçek olmayan bir değerler sistemini temsil etmekten uzak duramayacaktır. Ahlak her şeyden önce kuantum fiziğinde olduğu gibi bir diğerine göre konumlanan ve bizzat mevcut olan durumu dolayısıyla mistitizmin dışında evrensel, ilahi ve haktanır bir ahlaktan söz etmek pek mümkün olamayacaktır. Herkes aynı hayatın içinde bir ayna örneğindeki gibi bütünün bir parçasını oluşturuyorsa hangi tavır ahlak dışı addedilecektir.
Ahlakın kaynağı konusunda süregelen tartışmalar vardır; gerçekten topumdan bağımsız bir ahlak mümkün müdür sorusuna Freud olumsuz yaklaşmaktadır. Freud, ahlakı, toplumun emirlerinin superego tarafından içselleştirilmesi sonucu ortaya çıktığını iddia eder. Bu anlamda Freud, ahlakı toplumdan, bireyden bağımsız bir varoluşa sahip bir eylem olarak gören Platon gibi filozofların karşısında yer alır. Dolayısıyla, Platon' un aksine ahlakın zihinden, toplum kurallarından bağımsız bir varoluşa sahip olduğu fikrini reddetmesi de düşüncesinin doğal bir sonucu sayılabilir.
yiye ve doğruya yönelmiş eylemi talep eden kurallardır. Bazı davranışlara üstün değerler yüklenerek yapılması teşvik edilir. Ahlak kuralları bireylerin davranışlarını düzenlemeyi amaçlayan, bunu yaparken de iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış davranışın ne olduğu sorusuna cevaplar veren kuralların tümüdür. Kaynağı kişinin kendisidir. Yani dışarıdan bir zorlama olmadan kendiliğinden uygulanır. Fakat ahlakın nasıl edinildiği ayrı bir tartışma konusudur.
A) Subjektif (Öznel) Ahlak: Ahlakın doğuştan edinildiği, kişinin yaratılışından kaynaklandığı öne sürülür. Bu nedenle kişinin kendisine yaptığı telkinlerle oluşur. Vicdan önemli ve belirleyici bir kavram olarak görülür.
·       Vicdan: İnsanın iyiyi veya kötüyü ayırt etmesini sağlayan, doğruyu veya yanlışı bulduran içsel güç ve yetenektir. Mecazen içsel bir mahkemedir. Özellikle hakimlerin (yargıçların) vicdani kanaatleriyle ve bağımsız olarak yani baskı altında kalmadan, kimseden tavsiye ve telkin almadan karar vermeleri gerekir. Arapça’da sözcüğün kökeninde “bulmak” manası vardır. (“Bulunç” sözcüğü Anadolu’da bazı yörelerde “Vicdan” anlamında kullanılır.)
B) Objektif (Nesnel) Ahlak: Ahlakın sonradan edinildiği, aile, okul, çevre, din gibi kurumlar aracılığıyla toplum tarafından bireye aktarıldığı kabul edilir. Felsefedeki “Tabula Rasa” (Boş Levha) anlayışı savunulur. Bu anlayışa göre insan zihni boş bir levha (tablo) gibidir. Doğumda insan zihni boştur ve sonradan toplumsal etkileşimle doldurulur. Bu nedenle Objektif Ahlak bireyin diğer insanlara nasıl davranacağını belirler.
Tüm bu açıklamalara bakarak yine aynı sonuca varacağım. Yaşadığım toplum benim bütün ahlak, estetik ve değer yargılarımı önceden belirliyor. Türk toplumunun genelinde bir kadınla bir erkeğin evlenmeden yaşaması veya cinsel ilişkiye girmesi ayıp olarak nitelendirilir. Toplumun büyük bir kısmına göre bu etik değildir. Bunun yanı sıra bu şekilde yaşayan kişiler vardır ve bunu dışarıya belli etmeden yaşayanlar ve belli ederek fikrini savunanlar. O zaman hem Freud’un hem de Platon’un fikirleri aynı anda desteklenir. Bu tezatlık bizlere toplumsal farklılıkların nasıl kişiliğimizi belirlediğini de vurgular. Yine yaşadığım toplumda domuz eti yemek yanlış, günah ve etik olmayan davranıştır oysa ben İtalyada geçirdiğim süre boyunca severek domuz eti yemiş ve bu davranışla kendi toplumumun etik değerlerini kırmışımdır. Bu kadar küçük örnekler bile bizlere toplumsal baskının ve hayatımızı oluştururken yaşadığımız teorik ve pratik düşüncelerin nerede teorik nerede pratik kaldığını gösterirken her ahlaki ve estetik değerinde kültürden kültüre değiştiğini vurgulamaktadır.
Estetik Algısı Ve Farklı Kültürler;
Estetik anlayış, güzelliği hissetmeye ve bulmaya çalışmaktır. Estetik anlayışa sahip olmak ise güzelliği anlamak ve içeriğin özüne inme yeterliliğine sahip olmak demektir.
Berleant ,Batı geleneğindeki Kant düşüncesinin baskın olduğunu söyler ve daha radikal bir estetik düşünce türünün olması için Kant’ın dışında bir fikrin oluşması gerektiğini vurgular. O, geleneksel estetik anlayışın, yeni oluşan estetik anlayış için bilimsel bir model sağladığını düşünmektedir. Çünkü estetik, nesnelleştirme, analiz ve açımlama yaparak gelişir. Berleant’ın ileri sürdüğü estetik düşünce, evrensel, bağımlı temele dayanan geleneksel estetiğin tersine çoğulcu, bağlamsal (olaylar ve durumlar ilişkisi örgüsünde oluşan) bir temele dayanır. Estetik, sanatın yanı sıra günlük hayatı, doğal yaşamı, çevreyi, sosyal ve kişisel ilişkilerin tamamını kapsar. Estetik değerde ilk olarak, sanat eseri bütün olarak değerlendirilir. Eserin içinde bulunduğu toplumsal şartlar, insanların eğilimleri ve kültürel değerleri, eseri oluşturan sanatsal elemanlar arasındaki uyum, eserin verdiği mesaj ve onu izleyene karşı hissettirdiği duygu ve değerlendirmedeki objektif gereklilik bu bütünlüğün parçalarıdır. Değer biçme, eserle bu parçaları bütünleştirme sürecinde ortaya çıkan duygulanımdır. Estetik değerlendirmede algısal kapasitenin, etkisel-tepkisel algının büyük oranda etkililiğinin altını çizmek gerekir. Değer verme, daha çok tanımlama, ayrımsama ile bilgi ilişkisini ortaya çıkaran bir prensiptir. Bir çalışmanın estetik özelliği sadece doğrudan estetik olmayanı anlama ile ortaya çıkmaz; aynı zamanda bu çalışma ile ilişkili olan diğer etmenlerin etkisi ile anlaşılabilir. Kültür, altyapı, alınan terbiye, eğitim ve uzmanlık alanları gibi farklılıklarımızı ortak bir platform üzerinde ortaya serdiğimizde bir ortaklık hissi, paylaşılan bir deneyim ortaya çıkar; bu, sanat yapıtlarını değerlendirmemize yol açan duygulanım deneyimidir. Değer verme için kullanılan ortak ölçütler nereden gelmektedir? Bu ölçütler Erzen’e göre doğadan ya da kültürel gelenek ve ilkelerden gelmektedir. Güzel ya da değerli bulduğumuz, estetik diye tanımladığımız bir şeyin, aynı zamanda bir ölçüde inandığımız doğrulara tekabül ettiğini görmekteyiz. Margolis, bütün diğer kuramlardan farklı olarak, sanat işinin öncelikle fiziksel değil kültürel bir varlık olduğunu ve bu açıdan sanatın dil gibi, dilin fizikselliğinin ötesinde anlam taşıması gibi anlam taşıdığını özellikle vurgulamaktadır..
Resimde öz değerlendirme olarak ele alınan resmin içeriğinin değerlendirilmesi konusunda, çağın felsefesine, günün dünyayı temellendirme ilkelerine dayanarak resme yaklaşma, resimde söylenmeyen ancak söylenmek istenen şeyi algılama olduğunu ifade etmektedir.
Temelde insanın dünya ile –kendi dışındaki her şeyle- ilişkisi zaman ve mekân içinde belirlenir. Yani zamanın nasıl düzenlendiği, nasıl aktığı, mekânın nasıl algılandığı ve mekân içindeki olguların birbirleriyle olan ilişkilerinin ne tür bir düzene göre konumlandığı o kültürün en temel niteliklerini oluşturur ve insanların algılarını koşullandırır. Edebiyat alanında eleştiri konusunu psikolojik açıdan değerlendiren Şeriati’ye göre, psikolojinin edebiyatta eleştirel düşünceye müdahale etmesi onun genel kurallara göre değerlendirmesine neden olur. Ancak edebiyatta her karakter kendi özel duygusunu dile getirmektedir. Bir kişinin hayali ile psikolojinin bahsettiği genel hayal birbirinden çok farklıdır. Her ferdin hayali genetiğin, doğal ve sosyal çevrenin özel renklerini taşır. Ayrıca ferdin diğer psikolojik özellikleri de onun hayaline etki eder. Buradan anlaşılması gereken psikolojinin temel ve bilimsel kurallarının estetik değeri tespit etme alanında kullanılamayacağı ancak insanın geçmişte edindiği deneyimler yoluyla içinde oluşturduğu psikolojinin değer biçmede etkin rol oynadığının bilinmesi gerektiğidir.
Değer, yaygın olarak estetik ile ilişkilendirilebilir ve aslında değer estetik ile başlar. Biz bir çalışmayı değerlendirdiğimizde değerlendirme duyusal bir tepkiden meydana gelmektedir. Duyusal tepki bir eseri güzel bulduğunu farklı dışavurumlarla dile getirmek, başka bir âleme geçmek ve orada yok olmayı hissetmektir. Objeyi böyle bir övgüyle sıfatlayan hazzın, güzeli yüceye eşdeğer tutması sanatı metafiziğe taşımaktadır. Oysa Kant’a göre yüce, güzelden daha ulu ve erişilmez bir şeyi temsil etmelidir. Farklı dönemlerde sanat eseri kabuk değiştirdikçe yücelik, faydalılık şartları bir objenin güzel olarak kabul edilmesinde etken ya da değişken olabilmektedir. Kant’a göre güzel ve yücenin ortak yanı, onların doğrudan, kendiliklerinden hoşa gitmeleridir. Günümüzde artık yücenin anlayış ve değer kategorisi toplumda meydana gelen sosyo-ekonomik değişime bağlı olarak değişmektedir. Klasik dönemlerde, örneğin bir Bach’ın Toccato’su, Itrî’nin Tekbir’i, bir katedral, bir Ayasofya, bir Süleymaniye Camii büyüklükleriyle güzeli aşan ve ancak yüce diye değerlendirebileceğimiz yapılardır; oysa bugün insan düşüncesi kapitalin el koyduğu bir dünyada rant değerleriyle yükselen değerlerle sonsuzluk ideasından günlük piyasa ekonomisine inmiştir. Zaman algısı ve buna bağlı olarak değer algısı da değişmiştir.
Estetik yargı hissedilen duyu, evrensel bir hazzın nesnesi olarak herkesin hoşuna giden, herhangi bir kavrama dayanmayan bir disiplindir. Güzele dair bir çözümleme estetik bir dünyayı tanımaktır. Sanatın temelini anlamak için bu kavramın deneyimlenerek öğrenilmesi gerekmektedir. Her özne ya da birey, sanat yapıtından aynı derecede haz duymaz. Bunun sebebi de bireyin, geçmiş edinim ve bilgi birikimlerinin diğer bireylerden farklı olmasıdır. Sanat yapıtlarından haz duyma ile ilgili yaşanılan dönem, kültür, eğitim şartlarında farklılıklar olması estetik anlayışlarında farklılaşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle estetik eğitiminde dönemin şartlarının gerektirdiği bir estetik anlayış kazanımı sağlanmalıdır. Sanat tarihinden bilindiği gibi bir zaman güzel olarak tanımlanan objeler, başka bir zaman ve yerde güzel olarak kabul görmemekte ve reddedilmektedir. Sonuçta estetik farklılıklar da göz önüne alınarak, sanatın daha geniş açıdan değerlendirildiği sosyal, kültürel ve kişisel değerlerin, anlamların değişimler gösterdiği düşündürülmelidir.
Estetik anlayışın duygu, hissiyat, çağrışım ve bilgi yoluyla ortak bir oluşum olduğu sonucuna varılmaktadır. Dönemin özelliklerine göre değişen bu anlayış estetik eğitimi ile belirli bir disipline ulaşmaktadır. Estetik algı düzeyi yüksek bireyler olarak eğitilen bireyler gördüklerini anlamlandırma da olduğu kadar kendi üretecekleri görsellerde de bu estetik kaygıyı taşıyacak ve daha başarılı üretim süreçleri geçireceklerdir.
3 notes · View notes