Tumgik
#zeynep özatalay
sizekitap · 4 years
Text
Kaldırım Serçesi - Edith Piaf (Etkinlik)
Tumblr media
Kaldırım Serçesi oyunu ENKA Oditoryumu’nda sahneleniyor.
Yazan: Başar Sabuncu  Yöneten: Yiğit Sertdemir  Dramaturg: Aylin Alıveren  Müzik Direktörü: Yiğit Özatalay  Koreograf: Büşra Firidin  Sahne Tasarımı: Yiğit Sertdemir  Işık Tasarımı: Cem Yılmazer  Kostüm Tasarımı: Özlem Kaya  Oyun Fotoğrafları: Ali Güler Afiş Fotoğraf: Eren Yiğit Afiş Tasarım: Mopp Ajans Oynayanlar: Tülay Günal, Levend Yılmaz, Aytek Şayan, Burcu Halaçoğlu, Can Deniz Erzaim, Ozan Erdönmez, Yeşim Sarı  Orkestra: Güliz Tekelioğlu (Piyano), Mutlu Ödemiş (Akordeon, Keman Ve Ukulele), Güneş Bulak (Klarnet, Alto Saksofon), Doğan Doğangün (Kontrbas), Mustafa Kemal Emirel (Davul Ve Glockenspiel)
Tek Perde  / 150’
Teşekkürler: Genco Erkal, Seçkin Selvi, Candan Sabuncu, Asu Maro, Dilek Öztürk, Burcu Yetiş, VolkanGökemre, Nilgün Kurt, Hasan Saltık, Yıldırım Türker, Suat Sarıbağ, Işın Eliçin, Barika Göncü,Zeynep Aksoy, Duru Ataşehir
Sadece sesiyle değil, hayata, müziğe ve aşka olan tutkusuyla da ölümsüzleşen Edith Piaf, yaşamı boyunca yoksulluk ve hastalıklarla boğuşmuş olsa da, hayatı müthiş bir tutku ve cesaretle kucaklayarak, giderek dünyayı sarsan bir efsaneye dönüştü. 1950’ler Fransa’sından 80’ler Türkiye’sine uzanan bu hayat yolu, usta oyuncu Tülay Günal’ın etkileyici yorumuyla sahneye taşınıyor.
Kaynak
0
devamı burada => https://sizekitap.com/etkinlikler/kaldirim-sercesi-edith-piaf-etkinlik-2/
0 notes
hbedebiyatsanat · 7 years
Photo
Tumblr media
28 Eylül 2017 Semih Özakça'nın savunmasıdır. Bu sözler tarihe not düşülsün.
Bu gözler siyasi şube polislerinin savcının odasına girip, çay söylediğini gördü. Bu adaletsizlik karşısında aman dilemeyeceğim. Yine düşündüğümü söyleyeceğim. Bizim yaşadığımız zulüm yeni icad olmadı.
Cübbelerinizle oyuna dahil edilen sizler, elinizdeki iddianame senaryo. Kimin için bu oyun? Sahi çoktan kırmadınız mı kaleminizi bu sahne niye? Bu senaryonuz kimin için, kimin için sahneye konacak bu tiyatro?
İşten atılmamızın nedenini anlamak için halkların tarihine bakmak yeterlidir. Bizim sınıfımız ezilenlerin ve sömürülenlerin sınıfıdır. Dünyanın her köşesinde haksızlığa uğrayanları temsil eden bir eğitimciyim. Tarih, ekmek adalet ve özgürlük mücadelesinden ibarettir. Sömürü var olduğu sürece direnişte sürecek.
Sağa sola Fetö'cü deyip saldıran iktidar temsilcileri, önce kendilerine baksınlar. Savunma yapması gereken, ufak bir açıklama bile yapmadan koltuklarında oturan AKP iktidarıdır. Demokrat Kamu emekçileri darbe girişimi bahane edilerek ekmeğinden edilmiştir.
Biz halkın aydınları olarak kamu emekçilerine yönelik bunun gibi komplo davalarına çok rastladık. Şimdi oturduğunuz o koltuklarda daha önce kendi siyasal düşüncelerine göre kararlar veren, şuan tutuklu olan hakimler vardı. Devlet kurumlarında uygulanan tek bir kural vardır o da talimatsız hareket etme yanarsın kuralıdır.
Yaşamımızı sürdürmek zorunda olduğumuz yerde her gün tank top sesleri duyuyorduk, Ülkede açıklanan açlık yoksulluk sınırına baktığımızda onun bile altında kalan sınırlarda yaşıyordum bir öğretmen olarak. Peki neden bu şartlara rağmen öğretmen olmaktan vazgeçmedim? Çünkü ben ekmeğimi çok zor koşullarda kazandım. Öğrencilerime büyük bir özveri ile emek verdim, eğitimin içi boşaltıldığından öğrencilerimizin bizim gibi öğretmenlere ihtiyacı vardı.
AKP iktidarı, çocuklarımızın geleceğini, onların demokratik bilimsel eğitim hakkını çalmaktadır. Eğitim alanında özelleştirme ile güvencesizleştirmenin önü açılıyor. Ayrıca performans değerlendirme sisteminin önü açılmaya çalışılıyor. Muhalif sendikaların eylemleri 'suç' konusu edilerek kamu emekçileri soruşturma ve ihraç tehditleri ile karşı karşıya kalıyor. AKP gibi düşünüp yaşamıyorsanız terörle iltisaklısınız. Akp'li iseniz bile iktidar yakın sendikanın seçtiği okul müdürü ile aranız iyi değilse terörle iltisaklısınız. Öğretmenlik bana ne lüks bir yasam ne de gözümün arkada kalmayacağı bir yaşam vadediyordu. Yaşamımızı sürdürmek zorunda olduğumuz yerde her gün tank top sesleri duyuyorduk
Halkın aydını sadece eleştiren değildir, halkın aydını halkı için bedel ödemeyi, gerekirse yaşamından vazgeçmeyi bilendir.Hiç bir şeyin kendine olmayacağını bilir, umudunu ve inancını yitirmeyendir. Aydın tavrı zor koşullarda önem kazanır. Bir adım öne çıkandır halkın aydını. Korkularına rağmen korkuların üstüne gidendir. Kendini halktan ayrı görmez. Halk gibi düşünür halkın içinde olur.Tek başına kalsa da değerleri için mücadele edendir. Ben halkın aydını bir öğretmen olarak bu bedelleri göze alarak kimsenin ses çıkarmadığı koşullarda mücadele etmeyi bir sorumluluk olarak görüyorum. Ekmeğinin onurunu koruyamayan namusunu koruyabilir mi?
Halkın aydını tek başına kalsa da değerleri için mücadele etmesini bilendir. Halkın aydını en güzel türkünün koro ile söylenen olduğunu bilir. Halkın aydını düşünen çelişkileri görüp kavrayan ve toplumsal mücadele içinde eyleme geçendir. Halk aydını bütün halkın sözünü söylemenin önemini gördüğü için bir adım öne çıkarak eyleme geçendir. Halkın aydını hem halktan öğrenen hem halka öğretendir. Ben de halkın aydını olan bir öğretmen olarak bu direnişin bedelleri olacağını biliyordum. Kimsenin sokağa çıkmadığı basın açıklamalarının yasaklandığı bir dönemde halkımın sözünü söylemeyi bir zorunluluk olarak görüyorum.
Bu direniş iki kişinin direnişi diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bu direniş ezilen halkların direnişidir. Mesele açlık grevinin etkili bir eylem olmasının düşünülmesi, halk tarafından sahiplenilip büyüyeceğinden duyulan korku idi.
KHK uygulamalarına karşı nasıl bir tepki var, koca bir hiç..İktidar açlık grevi eylemimizi sümen altı edemeyeceğini anlayınca 120 günden sonra bizi terörist ilan etti. Aç kalmayı biz tercih etmedik. İşimizi geri vermek yerine bizi öldürmeye çalıştılar, gözden uzak olan gönülden de ırak olur deyip bizi tutukladılar. Aydınların bizimle ilgili bildiklerini yayınlayan gazetecileri hedef aldılar. Bize destek olanları tutukladılar. Ama bir türlü başaramadılar. Kimseye zorla açlık grevi yaptırılamaz. Açlık grevi kişinin kendi iradesidir.Biz direnişe başladığımızda zaferimizi ilan etmiştik.
İhraç edilenler ağaç kökü yesin diyen bakana sesleniyorum, onu da yemiyoruz. Ömrümüzden yiyoruz. Kamu emekçilerinin mahkum edilmeye çalışıldığı hayata karşı açlığımızla direniyoruz.
Tutuklandık çünkü bizi tutuklayarak işten atılan kamu emekçilerine gözdağı vermek isteniyor. Tutuklandık çünkü baskının adı hukuk olmuş, komplonun adı hukuk olmuş. 14 Eylül'de yapacağım savunma bitti ama o kadar çok şey oldu ki devam edeceğim. Zorla Sincan Kampüs Hastanesine götürüldüğümden beri güneş ışığını ilk defa gördüm. Bu hastanede birçok işkenceyle karşılaştık, bunları anlatacak olursam bir kitap yazabilirim. Bu bir zorla müdahale hazırlığı olduğu için gecelerce uyuyamayıp teyakkuzda bekledim. Pazartesi gecesi zebaniler geldi, gece gelenlere başka ne denir? Zorla müdahale için götüreceklerini düşünüp annemle vedalaştım. Bu uygulamanın sonuçları belli. Kimsenin müdahalesini istemiyoruz. Biz hasta değiliz, eylemciyiz...
Semih Savunmasını Enver Gökçe'nin şiirinden bir bölümle bitirdi.
Sana selam olsun Sürgünler, mahkumlar, hastalar Alacağın olsun Seni İstanbul seni Seni Bursa, Çankırı, Malatya, Sizlere selam olsun üniversiteler! Öğretmenleri alınmış kürsüler, Öğretmenler Sizlere selam olsun Hürriyeti yazan eller, dizen eller Sizlere selam olsun makineler Entertipler, rotatifler, bobinler Bu gülünç, aşağılık, Namussuz şeyler dışında, Sana selam olsun Zincirin zulmün kar etmediği, Kırbacın kar etmediği Büyük tahammül! Gel günlerim gel de dol! Gel Aydınlım, İzmirlim, Gel aslanım Mamak'tan Erzincan'dan, Kemah'tan Düşmanlar selam ister Gözden, gezden, arpacıktan... Enver Gökçe
Görsel: Zeynep Özatalay
11 notes · View notes
Photo
Tumblr media
"Bu kirli düzen, bu suç hanedanlığı hep sürecek zannedenler yanılıyorlar. Tarihin sayfalarını karartan tüm diktatörlüklerde olduğu gibi, kinlerinin ve hırslarının doymak bilmez açlığıyla yol almaya çalışanlar her zaman kendi sonunu hazırlar. Taşlarını kendi döşedikleri cehennemlerine vardıklarındaysa o görkemli küstahlıktan, akılları kör eden kibirden eser kalmaz.  Kimsenin kuşkusu olmasın, tüm kişi ve kurumlarıyla organize kötülük örgütünün bu ablukası da dağıtılacak.        Çünkü bu ülkede; -    Demokrasi düşmanlarına inat, kalıcı ve yaygın bir demokrasi için mücadele edenler var.  -    Hukuku katledenlere inat, hukukun üstünlüğünü savunmaya devam edenler var. -    Menfaat düzenlerini sürdürmek için savaşı ve ölümü kutsayanlara inat, barışı ve yaşamı esas kılmaya çalışanlar var. -    Çocukları katledenlere, pedofilleri koruyanlara inat çocukların düşlerini gerçek kılmak için çabalayanlar var. -    Ve hakikati boğmak isteyenlere inat gazetecilik yapmaya devam edenler var. Gazetecilik faaliyetlerimin suç olarak gösterilmeye çalışıldığı bir operasyona karşı söyleyeceklerim bundan ibarettir. Ve hiçbir şekilde savunma değildir. Ki bunu gazeteciliğe ve mesleğimin etik değerlerine hakaret sayarım. Çünkü gazetecilik suç değildir.  Gazetecilik faaliyetlerini suçlama konusu yapmak, totaliter rejimlerin ortak özelliğidir. Tecrübemle biliyorum ki mesleki faaliyetlerim nedeniyle her siyasal iktidarın ve her dönemin yargısının “kötüsü – suçlusu” olmayı başardım. Kızıma bırakacağım bu mirastan gurur duyuyorum. Biliyorum, bu iktidarın da, yargısının da benimle ilgili sorunları var. Çünkü gazetecilik yapmaya çalışıyorum. Bugün, Türkiye’de yaygın bir şekilde olduğu gibi siyasal iktidara, çeşitli güç odaklarına değil hakikatin gücüne sırtımı dayayarak gazetecilik yapıyorum.  Çünkü, Türkiye gibi demokrasiyle sıkı bağlar kuramamış ve giderek daha da totaliterleşen rejimlerde gazetecilik yapmak demenin çizgiyi aşmak demektir. Ve gazetecilik hizaya gelerek yapılmaz. Hizaya gelerek yapılanın adına da gazetecilik denmez. Eğer icazetle yazıp söylersen, onursuzluğun acizliğiyle ezilirsin.       Bu yüzden söyleyeceğim o ki, dün gazeteciydim. Bugün gazeteciyim. Yarın da gazetecilik yapmaya devam edeceğim. Yani hakikati boğmak isteyenlerle aramızdaki bu uzlaşmaz çelişki hiç bitmeyecek.  Bu karanlık günlerde ihtiyacımız olan daha fazla hakikat kaybı değil. Her şeyden çok ve daha fazla gerçeklere ihtiyacımız var. Bu yüzden hakikate kendimden daha fazla saygı duymaya da, inkarcı biat kadrolarına dahil olmayı reddetmeye de devam edeceğim.  Bunun için bir bedel ödemek gerektiği ortada. Ama sanmayın ki bu bizi korkutuyor. Ne ben, ne de dostları olmaktan onur duyduğum “Dışarıdaki Gazeteciler”, her kim olursanız olun hiç birinizden korkmuyoruz. Çünkü zorbaları en çok korkutanın cesaret olduğunu biliyoruz. Ve zorbalar da şunu bilsin ki, hiçbir zalimlik, tarihin akışını engelleyemez. Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet" Ahmet Şık'ın savunmasının tam metni için: https://www.evrensel.net/haber/327546/cumhuriyet-davasinda-ahmet-sikin-savunmasinin-tam-metni Çizim: Zeynep Özatalay
50 notes · View notes
erkankarakiraz · 5 years
Photo
Tumblr media
@sinemsal - "Heyecanla paylaşıyorum! Sadece kadın yazar ve çizerlerden oluşan Rağmen’in birinci sayısı önümüzdeki hafta raflarda yerini alıyor. Kalbimizin atması için daha ne olsun? 64 şahane kadın ve dahası... Gaye Boralıoğlu Oya Baydar Figen Şakacı Pelin Buzluk Neslihan Önderoğlu Şermin Yaşar Ebru Ceylan Gökçe İrten Aslı Alpar Esmahan Aykol Zeynep Selvili Çarmıklı Zeynep Özatalay Elif Demir Birgül Özcan Menekşe Toprak Ece Zeber Hande Ünver Esin Özbek Pervin Özcan Helin Cengiz Berrin Karakaş Vardal Caniş Su Zülal Öztürk Zehra Çelenk Melike Şahin Sevda Kaçtı Meltem Gürle Defne Suman Deniz Özturhan Ayşen Şahin Aksakal Gizem Güvendağ Duygu Topçu Deniz Tekin Betül Yılmaz Naz Tansel Elif Varol Demir Çiğdem Aldatmaz Müge İplikçi Çağla Köseoğulları Pınar Ergün Pınar Eğilmez Gonca Özmen Funda Şenol Cantek Ayşegül Devecioğlu Figen Alkaç Çağnam Erkmen Gülcan Şenyuvalı Selcan Özgür Ezgi Altıner Seda Mit Güliz Arslan Filiz İrem Özbaş İpek Konak Çiğdem Günay-Erkol Ayşegül Kocabıçak Seran Demiral Ezgi Beyazıt Şeyda Üzer" https://www.instagram.com/p/Bun6RQkDuuatquqj-iTyaxxcrnkRfh6LJ2XtHc0/?utm_source=ig_tumblr_share&igshid=1t28thvws8bo3
0 notes
ilhamverenler · 7 years
Photo
Tumblr media
Zeynep Özatalay: Çizer
0 notes
Text
Mıymıy Teyze 4 / Alışverişte pdf indir
“Yeni bir terlik almalıyım, kırmızı terliğim yok!” “Beş kilo mu alsam? Yok yok, üç olsun.” “Hani, siparişim nerdeee!” 
Tabak tabak yemekler, tatlılar… Dolap dolusu elbiseler, kutu kutu ayakkabılar… O da ne! Evde hareket edecek yer kalmadı! Etrafındaki herkese kulp takmaktan, gördüğü her şeyde kusur aramaktan, çocukları azarlayıp kedileri kovalamaktan yorulmayan Mıymıy Teyze sürekli bir şeyler satın alıyor ama onları nasıl değerlendireceğine bir türlü karar veremiyor. Acaba alışverişi mi azaltsa, yoksa aldıklarını birer birer kapı önüne mi koysa? Galiba karar vermekte de zorlanıyor! İyi ki üst kat komşusunun kızı Mine var da hemen imdadına yetişiyor…
Edebiyatımızın çılgın, özgür, dinamik, hayalperest “Kitap Perisi” Aytül Akal ve sıcacık desenleriyle öykülere neşe katan illüstratör Zeynep Özatalay’dan kitaplarla ilk kez kucaklaşacak minik okurlar için harika bir resimli kitap dizisi: Mıymıy Teyze
Heey çocuklar! Mıymıy Teyze, hayata hangi gözlerle baktığımızı hatırlatıp, mutluluğun ve güzelliklerin ipuçlarını paylaşmak için bizleri bekliyor. Onunla tanışmaya ve arkadaş olmaya hazır mısınız?
Mıymıy Teyze 4 / Alışverişte pdf indir oku
0 notes
zeynepozatalay · 8 years
Photo
Tumblr media
night night
4 notes · View notes
halilbabilli · 8 years
Photo
Tumblr media
Duamı ettim, abdestimi aldım.
Uykumu uyudum, sıramı savdım.
Gözlerim bendedir, şükür vermedim.
Ben bu gece Orhan’ı seçtim Akadam.
Uyanır uyanmaz tekerlemeyi söyleyen Ahmet derin bir nefes aldı. Yatağı kontrol etti, altına işememişti. Son birkaç seferdir artık kendini tutabiliyordu. Yataktan kalktı, tulumbadan su çekmek için bahçeye çıktı. Güneş çoktan doğmuş, ortalığı ısıtmıştı.
Bir eliyle paslı tulumbadan su basarken öbür eliyle yüzünü, boynunu ve kulaklarını yıkadı. Uzaktan kilere kahvaltılık peynir almaya inen annesini gördü. Annesi Cahide Hanım her ne kadar Ahmet’in yaramazlığından dem vursa da bu on yaşındaki siyah saçlı, bal rengi gözlü, uzun boylu çocuğun akranlarıyla kıyaslandığında uslu sayılabilecek bir evlat olduğunu biliyordu. Ahmet hemen her sabah annesinin tulumbadan su çekmesine yardım ederdi. Kahvaltının büyük bir kısmını o pişirir, evkafta memur olan babasının potinlerini o parlatırdı. İşte bu yüzden o sabah kahvaltıya çağrıldığında “yemeyeceğim,” diye cevap verdikten sonra, başka da bir şey söylemeden kapıyı ardından çekip dışarı çıkınca, annesi bu durumu ilk önce garipsedi ve dudaklarını büzdü. Yine de bu vakanın üzerinde çok durmadı zira Ahmet’in bazen heyheyleri gelirdi. Heyheyleri üstünde olan bir Ahmet’le başa çıkmak için yapılacak en iyi şey onu rahat bırakmaktı.
Evden tazı gibi koşarak fırlayan çocuk önceki gece rüyaya yatmış kişi olarak nereye gitmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Caminin solundaki yokuştan indi, keçici Zeyno Kadın’ın evinden sağa saptı. Burada, nereden çıktığı belli olmayan bir gelincik yanı sıra koşmaya başladı. Ahmet durdu, hayvana bir taş attı ama tutturamadı. Yere tükürdü, yoluna devam etti. Bulgur değirmeninden aşağı seğirterek domuz deresi yakınındaki araziye vardı.
Tüm çete onu bekliyordu. Tastamam altı kişiydiler. Ahmet’le beraber yedi. Ahmet, Şaban, Orhan, Yanko, Yanko’nun kardeşi Katya, Mahmut ve Namık.  Geldiğini gören tüm gözler beklenti ve heyecanla ona çevrildi. Daha önceden de birkaç defa bu duruma düşen Ahmet herkesin ilgi odağı olmaktan hiç hazzetmiyordu.
Evvela bir sessizlik oldu. Cevap arayan gözler Ahmet’e bakıyor, ancak bu meraklı gözlerin sahipleri, çocuk hâlâ nefes nefese olduğundan sadece derin ve hızlı soluk alıp verme seslerini duyuyorlardı. Sonunda Şaban, “Ee, kimi seçtiğini söylemeyecek misin?” diye hepsinin merak ettiği soruyu sordu.
Ahmet teker teker çocuklara baktı. Ellerini cebine soktu, bakışlarını sıkıntıyla yerde gezdirdi. Hala normalleşememiş nefesini kontrol etmeye çalıştı. Olabildiğince yumuşak bir sesle, “Orhan’ı seçtim,” dedi.
Orhan bunu duyar duymaz, “bak ya!” diye bağırarak sinirle ayağa fırladı. “Birader sen neden beni seçiyorsun ki? Ben bunu zaten kaç gece yaşamışım, sıramı savmışım. Neden rahat bir uyku yüzü görmeyeyim ben?” diye isyanına devam etti. “Ya yeter Allah’ıma Billah’ıma. Akadam canımı alsın da kurtulayım bu dertten be!”
Yaşça büyük olan Şaban, Orhan’ın bağırıp çağırmasına bir süre izin verdi. Biraz isyan, söylenme ve gürültü iyiydi. Geceyi geçirecek olanı rahatlatır ve sırayı kendisine devredenden sinirini almasına yardımcı olurdu. Gulgulenin yeteri kadar sürdüğünü düşündüğünde Orhan’ı durdurdu. “Tamam be,” dedi. “Sanki biz keyfimizden yaşıyoruz bunu. Ahmet senim ismini verdiyse artık geçmiş olsun arkadaş! Gemiler yanmıştır artık, geri dönüş yok. Salya sümük akıtsan da sonunda uyuyacaksın, üç gün bekle beş gün bekle. Kaderi kabul etmek lazım arkadaş.”
Yanko elindeki çubuğu kullanarak sarsak bir şekilde Orhan’ın yanına yaklaştı, bir elimi hala sinirden bir yaprak gibi titreyen çocuğun omzuna koydu. “Sık dişini Orhan,” dedi. “Bak bu işte hepimiz ortağız.”
Orhan şiddetle omzunu silkip Yanko’nun elini düşürdü. “Senin için kolay be!” dedi. “Senin sıran artık hiç gelmiyor ki? Bir kere ayvayı yemişsin oğlum sen, Akadam seni niye istesin artık? Senin ismini söylediğimizin günün gecesi hepimize birden geliyor.”
Yanko kendini geri çekti, “Yazıklar olsun Orhan!” dedi. Boğazu düğümlenmişti ve sesi çatlıyordu. “Gözlerimi kaybettim ben. Kaybetmeyeydim de her gece Akadam bana geleydi!”
“Ulan palikarya, senin yüzünden musallat oldu o muşmula suratlı bize be. Çükün düşsün.”
Şaban meseleyi büyütmemek için Yanko’nun cevap vermesine fırsat bırakmadan araya girdi. “Bok yemeyin be! Haydaa! Bakın bana marizletmeyin kendinizi haa. Bu konuyu daha ne kadar konuşacağız sıpalar? Konuş konuş nereye kadar, ölelim mi? Yanko sen git bir su iç. Orhan sen de eve git. Gündüz yorulmazsan geceyi uyumadan atlatırsın, en azından bir geceyi savarsın.”
“Ne savacağım be?” dedi Orhan. “Akadam gelsin, geldiği gibi de gitsin. Gözümü alacaksa da alsın. Bıktım bu işten artık. Bırak Şaban ya, çıkarın topu. Top oynayalım.” Yanko’ya döndü. Sesini yükselterek, “Oynayabilenler tabii, aman bir sakatlık çıkmasın da!” diye bağırdı.
Yanko’nun öfke ve çaresizlikle yüzünün kızardığını gören Orhan amacına ulaştığını düşündü. Kör Rum çocuğunun canını yakmak istemiş ve bunu oldukça sert bir şekilde başarmıştı.
Akşam ezanı okunana dek top teptiler. Orhan kendini yormak için bilerek ve isteyerek herkesten çok topun peşinden koştu. Ayaklarını sürüyerek eve geldi. Evin bahçesinin cilasız kapısını açtı, küçük bahçeyi geçti. Ayakkabılarını çıkardı ve eve girdi. Annesi yemek yapıyordu. Yemek hazır olana kadar evde aylak bir halde hiçbir şey yapmadan oturdu.
Yemeğini konuşmadan yedi, annesinin sorularını geçiştirdi. Tüm gün ne yaptığını soran annesi Ahmet’in “Top teptim, ne yapacağım?” cevabını alınca daha da üstelemedi. Çocuk yemeğini bitirir bitirmez bahçeye çıktı. Tulumbayla su çekip abdestini aldı. Koşar adımlarla odasına gidip döşeğini serdi, duasını etti. Yastığa başını koyar koymaz bastıran ağırlığa dayanamadı ve uyudu.
Uykudayken kendini birdenbire Akadam’ın evinde bulmanın en rahatsız edici yanlarından biri, insanın o garip mekandayken hiç de rüyadaymış gibi hissetmemesiydi. Bu evde olan biten her şey nedense en ince ayrıntısına kadar hatırlanırdı. Mevzubahis lanetli evi ziyaret eden kişi zihnen öyle uyanık olurdu ki, şansı yaver gider de sabahleyin gözlerini kaybetmeden uyanmayı becerebilirse, bu sefer gerçek hayat sanki rüya gibi gelmeye başlardı. Akadam’ın evinde renkler daha bir canlı, kokular daha bir keskindi.
Orhan rüyasında Akadam’ın evine gittiğinde gözlerini hep kahverengi tuğlalardan örülmüş olan büyük kahverengi kubbeye açardı. Bu sefer de farklı olmadı. Akadam’ın odası yirmi metre çapında, kubbeli ve penceresiz bir yapıydı. Kabaca arı kovanı şeklinde ve antikalığı her yerinden belli olan bu yapının içinde zaman sanki durmuş, mekan donmuştu. Yerde sırtüstü yatarken kendine gelen Orhan sallanarak dizlerinin üzerine doğruldu, sırtını duvara dayayarak etrafına baktı.
Zemini daire şeklindeki odanın Orhan’ın solunda kalan tarafında kocaman bir yemek masası vardı. Pislik içindeki masanın üzerindeki son derece kirli tabaklara çiğ et servis edilmiş ve kadehler, içinde ne idüğü belirsiz parçaların yüzdüğü koyu renkli sıvılarla doldurulmuştu.
Tam ortada küçük, kenarları kahverengi toprak briketlerle çevrilmiş bir havuz vardı.  Havuzun içindeki sıvının rengi uzun zaman değiştirilmemiş inek yalağı sularının koyu yeşilimsi kahverengi tonundaydı. Burna çarpan koku da pis yalaklardan gelen kokudan çok farklı değildi. Odanın zemini kirli sarı renkli, üzerinde tabaka tabaka çatlaklar bulunduran ve bazı yerlerinde çukurlar açılmış bir çeşit mermerdendi.
Orhan kafasını sağa çevirdiğinde geniş, ahşap ve cilasız bir işlik  gördü. Üzeri çeşitli alet ve edevatla kaplıydı. Ne işe yaradıklarını hemen kestiremediği bu aletlerin bazıları torna takımları gibi kesici ve delici özelliklere sahiptiler. Masanın orta kısmınaysa odadaki diğer eşyalar kadar pislik içinde yüzen cam tüpler, imbikler, havanlar ve şişeler yayılmıştı.
Akadam’ın uyuduğu yer, ortadaki havuza göre Orhan’ın tam karşısındaydı ve odanın duvarına dayanmıştı. Kumsallardan toplanan ve dalgaların yiyerek içini boşalttığı tahtalardan yapılmış yatak hayli rahatsız gözüküyordu. Hâlâ uyuklayan Akadam, bu yatakta uzanırken altına bir döşek alma ihtiyacı duymamıştı.
Orhan, rüyalar aleminde yaşayan Akadam’ın uyumaya neden ihtiyaç duyduğu hiçbir zaman anlayamamıştı. “Ben,” diye düşünüyorudu, “şu anda uykuda olduğum için mutlaka ki rüyalar alemindeyim. Bu su götürmez bir gerçek. Peki burası rüyalar alemiyse, Akadam uyuduğunda nereye gidiyor? Akadam’ın gittiği ayrı bir rüyalar alemi mi var?”
Böyle bir alem varsa tek bir Akadam için yaratılmamıştı besbelli ki; bu haşa, Allah’ın gücünü boşuna harcaması olurdu. Demek ki ihtimal o ki birden fazla Akadam vardı. Ya da daha garibi, belki de Akadam’ın rüyalar alemi Orhan’ın dünyalar alemiydi. Öyle ya, nasıl ki o uyuduğunda bu aleme geliyordu, belki bu garip yaratık da uyuduğunda dünyalar alemine hicret ediyor ve orada dolaşıyordu.
Bunları düşünürken Akadam’ın gözlerini açtığını gördü. Orhan hemen içinde koyu sarı renkli bir sıvı olan kadehi masadan kaparak yatağın yanına koştu. Akadam’ın hususi tembihiydi bu, kendisi uyanır uyanmaz herşeyden evvel bu sıvıyı içerdi.
Homurdanarak doğrulan yaratığın başında elinde kadehle dikildi, beklemeye başladı.
Kendisini Akadam diye tanıtan bu hilkat garibesinin boyu iki metrenin üzerindeydi. Şekli şemali insana benziyordu ama bir kere yakından dikkatlice bakmak gerçek bir ademoğlu olmadığını anlamak için yeterliydi. Buruş buruş bir teni vardı. Bir insan için zafiyet derecesinde zayıf Akadam, yırtık pırtık keten beyaz donu dışında bir şey giymezdi. Göğsüne kadar inen sakalları ve omuzlarını örtecek mertebede uzun saçları da teni gibi bembeyazdı. Gözbebekleri yoktu. Gözünün kirli sarı beyazı insana korku verir, yaratığın nereye baktığını anlamayı imkansızlaştırırdı. Hareket ettiğinde ise kemiklerinden eskimiş zemberekli saat gürültüsüne benzeyen takır tukur sesler gelirdi. Bozuk süt gibi kokuyordu ve gece ayazı misali sesi vardı.
Uyanan Akadam, yüzüne bile bakmadan Orhan’ın elinde tuttuğu kadehi kaptı ve içindeki sıvıyı bir dikişte bitirdi. Gerindi. Lakayt bir şekilde çocuğa döndü, sesi buz gibiydi.
“Sen mi teşrif ettin bu gece?” dedi. “Pek de sarsak bir şeydin anımsadığıma göre. Geceyi çıkarabilecek misin? Aman yahu bana ne, bir cürüm işlediğimde çıkacak göz benim mi?”
Bir kahkaha patlattı ve yatağından kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle zıplayarak kalktı. Elindeki boş kadehi Orhan’a geri verdi, “Şu bizim kadim havuzdan yenile bakalım şerbeti!” dedikten sonra üstü bin bir türlü aletle kaplı işlik masasının başına geçti.
Orhan bir gözüyle Akadam’ı izleyerek havuzun başına geldi. Kadehi ne idüğü belirsiz, leş kokulu sıvının içine iğrenerek soktu ve doldurdu. Öğürmemek için kendini zor tutuyordu. Elini bulaşan sıvıyı silmek için bir şeyler bakındı. Bir süre aranmasına rağmen ortalıkta bir şey göremedi. İçkisini bekleyen yaratık huzursuzlanmaya başlamıştı. Sonunda, vıcık vıcık olan elini derin bir öflemeyle pantolonuna silmek zorunda kaldı. Koşar adımlarla Akadam’ın yanına gitti ve kadehi saygıyla uzattı.
Şakuli canavar sıvıdan bir yudum aldı, ağzında dolaştırdı. Memnun bir ifadeyle başını salladı ve “öd suyu biraz fazla ama olmuş sayılır,” dedikten sonra kadehi masaya koydu. Dikkatini masanın üstündeki cam aletlere yöneltti. Bazı deney tüplerinin içindeki sıvıları karıştırmaya başladı. Değişik renklerdeki sıvılar karıştıkça tüplerin içinde gökkuşakları ortaya çıkıyor, daha önceden bu dünyada görülmemiş renkler zuhur edip kayboluyor, tüplerin içinden hiç duyulmamış kokular yayılıyor ve her tarafı kapalı bu odada nereden geldiği belirsiz soğuk esintiler peydah oluyordu.
Bir emri olursa sektirmeden yerine getirmek üzere Akadam’ı pür dikkat izleyen Orhan, yaratığın hummalı çalışmasına bir anlam vermeye çalışıyordu. Çocuğun merakını sezen kadim heyula elindeki işi bırakmadan, “Ne yaptığımı merak mı ediyorsun?” diye sordu. Bu suali yöneltirken tüm dikkati hâlâ karıştırdığı sıvılar ve deney tüplerindeydi. Küçük çocuk kafasını evet anlamında hafifçe salladı.
“Gece,” dedi Akadam, “farz edelim ki sana karabasan bastı. Karabasan basınca siz ademoğluna ne olur?”
“Yerinden kımıldayamaz. Felçli gibi yatar durur.”
“Aferin sana! Demek göründüğün kadar toy değilmişsin. Hah işte, şu anda yaptığım bu iksiri ben o karabasanlara veririm. Bunu sizler uyurken dudaklarınıza sürerler ki, sonradan fiske atıp sizi uyandırdıklarında eliniz ayağınız tutmasın. Sizler öyle sabit yatarken karabasanlar da karşınızda geçer, telaşınıza bakıp gülerler. Karabasanların en çok sevdiği eğlencelerden biri ademoğlunu böyle çaresiz bırakıp dalgasını geçmektir işte. Bu dünyadan çok ırk geldi geçti lakin insanoğlu kadar sefili gelmedi. Tıfıl karabasanlara bile maskara oldunuz.”
Bunları dedikten sonra gürültülü bir kahkaha patlattı. Masada duran kadehi aldı ve içindeki sıvıyı kana kana içti. Boşalan kadehi yeniden doldurması için Orhan’a verdi, gözüyle ortadaki havuzu gösterdi, aletleriyle olan uğraşısına geri döndü.
Kadehi alan Orhan, Akadam’ın içkisini yenilemek için havuza yönelir yönelmez masanın sağ yanında, duvara dayanmış kocaman bir cam kavanozun durduğunu gördü. Üstü hep pis bir kumaşla örtülü olduğundan daha önceden içi su dolu bu kavanozun farkına varmamıştı. Görünüşe göre, şakuli canavarın yaptığı deneylerle estirdiği ve nereden geldiği belli olmayan rüzgâr, zaten ince ve hafif olan örtüyü kavanozun üstünden sıyırıp yere düşürmüştü.
Cam kavanozun içinde bir şeyler yüzüyordu. Orhan ilk önce bunların küçük ve yuvarlak şekilli balıklar olduklarını sandı. Ancak biraz daha dikkatli inceleyince gördüğü manzaranın karşısında dona kaldı.
Renkli insan gözleriydi bunlar!
Kavanozun içinde birer kurbağa yavrusu gibi birbirlerine çarpmadan, arkalarından kuyruk gibi uzanan sinirlerini çırparak yüzen ve etrafı meraklı gözlerle izleyen yaratıklar canlı insan gözleriydi. Sürekli bir telaşla kıvrılarak kavanozun içinde yüzüyorlar merakla etraflarını inceliyorlardı. Birkaç tanesi, sabit bir halde Orhan’a bakmaktaydı.
Gördüğü dehşet verici manzara karşısında korkan ve gerileyerek kavanozdan uzaklaşmaya çalışan Orhan arkasındaki havuzu düşünemedi. Havuzu çevreleyen toprak briketlere takılarak düştü.
Düşerken kadeh elinden fırladı, briketlerden birinin köşesine çarparak büyük bir şangırtıyla bin parçaya ayrıldı. Bu  sırada havuzun içine düşen çocuk, pis suya batmış bir halde çırpınıyor ve neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Akadam’ın gümbürdeyen sesini duyar durmaz, gözlerine kaçan acı suların etrafını görmesine müsaade etmemesine rağmen yarı kör bir şekilde ayağa fırladı.
“Gafil!” diye bağırıyordu Akadam. “Sen benim kadehimi nasıl kırarsın insan eniği? Ben şimdi senin gözlerini çıkarıp da kavanozuma atmaz mıyım? O gözleri kahvaltıda tuzlayıp da yemez miyim?”
Gök gürültüsü misali sesin kubbede yankılanması ile kendine gelmeye başlayan Orhan, canavara derdini anlatmaya çalışmanın boşa kürek çekmek olduğunu biliyordu. Gömleğinin kenarıyla temizlediği gözlerini yeniden açabilen çocuk etrafına bakındı. Kaçacak, canavardan saklanacak bir yer aradı. Bu açık planlı odada Akadam’a karşı bir şansı yoktu, musibet canavar eninde sonunda kendini yakalardı. Bir önceki gelişinde, Akadam’a günün ilk kadehini götürürken, yatağın yarı yarıya kapattığı basık ve dar bir delik görmüştü. Tek kurtuluş yolu, duvardaki bu deliğin bir dehliz gibi derinlere yollanması ve uyanana kadar o delikte saklanabilmesinden geçiyordu.
Olanca şiddeti ve hiddetiyle kollarını açarak üzerine doğru koşan Akadam’a baktı. İri ve çevik canavarın saldırısını savuşturmak için hazırlandı. Bacaklarını yay gibi gerdi ve yaratığın bembeyaz gözlerine kilitlendi.
Orhan, Akadam’ı şaşırtmak için önce üzerine koşar gibi yaptı. Bunu gören heyula, sinirden olacak, tiz bir çığlık attı. Çocuk tam Akadam’ın kol mesafesine girdiğinde yere eğildi ve takla atarak canavarı atlattı. Takladan sonra hemen ayağa kalktı, yatağa doğru hızlandı ve yerde kayarak yatağın altına girdi. Orhan’ı yakalamak için kollarını kapatan canavar, beklenmedik bir şekilde kendini yere atan çocuğu kaçırdığını görünce bir an  şaşkınlıkla duraklamış, bu da Orhan’a tünele girmesi için ihtiyacı olan zamanı sağlamıştı.
İçeri girer girmez tünelin sadece kafasını eğerek yürümesine izin verecek yükseklikte olduğunu fark eden can havlindeki çocuk, dehlizin sonunu göremedi. İlerisi zifiri karanlıktı.  Bu uzun ince yolun ne kadar gittiğini anlamanın mümkünatı yoktu. Ne kadar korkutucu gözükürse gözüksün, karanlığa doğru elinden geldiğince hızlı koşmaya başladı. Gözlerine kaçan acı yüzünden hâlâ arada bir gözyaşlarına boğuluyor, basık koridorda koşarken kafasını acıyla tavana vuruyordu.
Çok ilerlememişti ki, tünelin girişinden süzülen loş ışık birden kesildi. Orhan yatağın şiddetle kenara çekildiğini duydu. Neler olduğunu görmek için arkasını döndü. Akadam yatağını girişin önünden çekmiş, dehlize girmişti. Yaratık bir solucan gibi kıvrılıyor ve bedenini zorlukla sığdırabildiği dar yolda hırsla ilerlemeye çalışıyordu. Uzun vücudu kopmuş bir kertenkele kuyruğu misali vahşi ve keskin hareketlerle sağa sola savruluyor, canavar  beklenmedik bir hızla tünelin içinde ilerliyordu.
“Seni gidi insan eniği!” diye bağırdı Akadam, “Tüneli de nereden gördün kahvaltı artığı? Ama dur seni bir yakalayayım, sadece gözlerini değil, dilini ve kulaklarını da yiyeceğim ki bundan sonraki hayatında tabut gibi yaşayasın!”
Nereye gittiğini artık iyice bastıran karanlıktan dolayı göremeyen çocuk ağlamaya başladı. Dar koridorda olanca gücüyle koşmaya devam ediyordu. Tünelde rahatça sürünebilmesine imkan vermek için kolları doğaüstü bir şekilde bedenine kaynamış Akadam’ın yılan gibi kıvrılan cüssesinin her geçen saniye kendisine daha çok yaklaştığını hissediyordu.
Gözyaşları içinde ve hıçkırarak, “Neden yakamızı bırakmıyorsun?” diye feryat etti.
“Bir de bilmezmiş gibi konuşuyor,” diye tısladı Akadam. “O serin sonbahar akşamı, deniz kıyısından topladığınız dallarla yaktığınız ateşi işeyerek söndürmediniz mi? Dedelerinizden ateşe işenmez öğüdünü hiç mi duymadınız? O gece sizin yaktığınız ateşte uyuyordum ben. Sidiğinizle yatağımda uyandım! Sen uyurken üzerine işeseler ne yaparsın bre aptal insan?”
Kovalamaca uzadıkça Orhan’ın soluğu yavaştan kesilmeye başladı. Artık nefesini iyiden iyiye ensesinde duymaya başladığı Akadam, kendisini kovalamaya başladığından beridir yavaşlamamış, aksine sanki daha da hızlanarak aralarındaki mesafeyi iyice kapatmıştı. Çok ileride sarsak bir ışık görür gibi oldu. Zifiri karanlığın gözlerine yine bir oyun oynamaya başladığını düşündü. Bazen Ay’ın olmadığı zifiri karanlık gecelerde uzun süre tavana bakınca buna benzer parıltılar görür ve bu titrek ışıkların ne olduklarını anlamaya çalışırdı. Lakin, bu utangaç parıltılar Orhan daha menşeleri hakkında doğru dürüst bir şey düşünemeden ortadan kaybolurlardı.
Fakat tünelin sonunda gördüğü bu parıltı diğer âfâki parıltılar gibi kaybolmuyor, aksine gittikçe daha da güçleniyordu. İçi umutla doldu.
Yorgun düşmüş çocuk artık iyiden iyiye belirginleşmiş ışığa ulaşmak için elinden geleni yapıyordu. Dar tünelin içinde şaşırtıcı bir biçimde yankılanan ayak sesleri, kocaman bir yılan gibi sürünen Akadam’ın çıkardığı hışırtı seslerine karışıyordu.
“Yiyeceğim o gözlerini,” diye bağırdı Akadam. “Nereye kaçıyorsun sersem, ben ki Polyphemus’un gözünü yemişim, seninkini mi yemeyeceğim?”
Orhan Akadam’ın gözünü yedim dediği Polyphemus adlı şahsı tanımıyordu. Adından çıkarabildiği kadarıyla Rum eşrafından olsa gerekti. Her halükarda, makus talihli adamın kimin nesi olduğunu Akadam’a şahsen sormak gibi bir niyeti yoktu. Düşündüğü tek şey bacakları ve var gücüyle koşmaktı.
Işık iyice yaklaşmış, parlaklık tünelin sonundaki umut olmaktan çıkarak çocuğun dokunabileceği bir sıcaklık halin gelmeye başlamıştı.
Gücünün son damlasını kullanarak koşan Orhan’ın ışığın içine girmesi çok ani oldu. Kendini bir anda en sıcak öğle güneşlerinden bile daha çok ısıtan bir yıldızın altında buldu. Hissettiği sıcaklık ve artık zifiri karanlık içinde koşmamanın verdiği güven bacaklarına taze bir kuvvet pompalamıştı.  Koşmaya devam etti.
Arkasından canhıraş bir bir çığlık yükselen çocuk beklemediği bu ses yüzünden neredeyse düşüyordu. Tökezlemesine rağmen dengesini toparladı ve dönüp neler olduğuna baktı.
Peşinden son sürat sürünerek gelen ve artık iyiden iyiye bir yılana dönüşen Akadam, kovalamanın heyecanıyla olsa gerek, süratle yaklaştıkları aydınlığı hesaba katamamıştı. Işığı farkettiğindeyse durmaya fırsat bulamamış ve sıcak huzmenin içine son sürat dalmıştı.
Kimine hayat veren nimet kimine ise ölüm getirir.
Üstüne parlak şualar vuran Akadam’dan dumanlar yükselmeye başladı. Korkunç canavarın artık iyice yılan suratına dönüşmüş yüzündeki sakalları alev aldı. Yanakları eriyerek döküldü. Bedeni işkence gören bir solucan gibi kıvrılıyor, titriyor, sarsılıyor ve istemsizce  duvardan duvara vuruyordu. Büyük acı çektiği hem hareketlerinden hem de attığı çığlıklardan belliydi. Yaratık elinden gelen en yüksek hızla geri döndü ve peşindeki aslandan kurtulmaya çalışan bir ceylanın telaşıyla karanlığa doğru kaçarak ortadan kayboldu.
Orhan ışığa baktı.
Gözleri kör edecek mertebede parlak olan ışığın çevresindeki hatlar daha da belirginleşti. Önce kaba çizgiler görünmeye başladı, sonra beyazlık. Ardından, biraz acemice yapılmış olmalarına rağmen Orhan’ın çok sevdiği tavan süslemeleri cisimleşti. Gözlerini kapattı, bir süre kapalı tuttu. Parlak aydınlığı bakarak tüketmekten, loşlaştırmaktan korkmuştu. Sonra, gözkapaklarını yine kaldırdı. Odasında, yatağındaydı. Tavana bakıyordu. Gözlerini kamaştıran şey içeri vuran sabah güneşiydi.
Olan biteni düşününce her şey yerli yerine oturmaya başladı.
Tüneldeki kovalamaca uzamış ve bu gecikmeyle belli ki dünyalar aleminde güneşin doğmasına yetecek kadar bir zaman geçmişti. Orhan’ı Akadam’ın elinden kurtaran zahiri yahut hayali bir yıldızın ışığı değil, Dünya’nın annesi ve hayatın asıl kaynağı kadim güneşin ta kendisiydi. Güzeli aydınlatan ve kötüyü kaçırtan bu yıldızın ışıklarının, karanlıklardan beslenen Akadam’ın tenini yakıp onu bir hamamböceği gibi kaçırmasından doğal daha ne olabilirdi?
Demek ki Akadam yenilmez değildi. Onun da korktuğu bir mefhum vardı ve akıllı biri kendisini pekala mağlup edebilirdi.
Yatağında doğruldu, tekerlemeyi söylemenin ve Akadam’ın evine gidecek bir sonraki çocuğu seçmenin zamanı gelmişti.
Duraksadı. Yüzüne bir gülümseme yayıldı.
Tekerlemeyi söyledi:
Duamı ettim, abdestimi aldım.
Uykumu uyudum, sıramı savdım.
Gözlerim bendedir, şükür vermedim.
Ben bu gece kendimi seçtim Akadam.
Orhan’ın Akadam’la işi daha bitmemişti.
5 notes · View notes
yesilpabuc · 11 years
Photo
Tumblr media
vasiyetim olsun diğer kadınlara beyefendi ölürsem yaksınlar beni en kor ateşte  mümkünse bir yas yemeği hazırlasınlar son otuz yılda aşık olduğum  tüm beyefendileri çağırsınlar bu yemeğe  mutfak tezgahına otuz kase çorba dizsinler  pay etsinler küllerimi  her bir kaseyi adlı adınca dağıtıp aşıklarıma ve sonra baksınlar gözlerine gözgöze geleceğiz kız kardeşlerimle söyleyin beyefendi sakın korkmasınlar
Hatice Meryem
2 notes · View notes
sizekitap · 4 years
Text
Kaldırım Serçesi - Edith Piaf (Etkinlik)
Tumblr media
Sadece sesiyle değil, hayata, müziğe ve aşka olan tutkusuyla da ölümsüzleşen Edith Piaf;48 yıllık trajik hayatında dibi de gördü, zirveyi de. Kaldırımda doğmuş, yaşamı boyuncayoksulluk ve hastalıklarla boğuşmuş olsa da; hayatı müthiş bir tutku ve cesaretle kucaklayarak, giderek dünyayı sarsan bir efsaneye dönüştü. 1950’ler Fransa’sından 80’ler Türkiye’sine uzanan bu hayat yolu, Tülay Günal’ın etkileyici yorumuyla yeniden bizimle…
Kaldırım Serçesi, eseri kaleme alan Başar Sabuncu’ya ve 1982’deki yorumuyla Edith Piaf ileözdeşleşen Gülriz Sururi’ye de bir saygı duruşu niteliğinde…
Yazan: Başar Sabuncu Yöneten: Yiğit Sertdemir Dramaturg: Aylin Alıveren Müzik Direktörü: Yiğit Özatalay Koreograf: Büşra Firidin Sahne Tasarımı: Yiğit Sertdemir Işık Tasarımı: Cem Yılmazer Kostüm Tasarımı: Özlem Kaya Oyun Fotoğrafları: Ali Güler Afiş Fotoğraf: Eren Yiğit Afiş Tasarım: Mopp Ajans
Oynayanlar: Aytek Şayan, Burcu Halaçoğlu, Can Deniz Erzaim, Levend Yılmaz, Ozan Erdönmez, TülayGünal, Yeşim Sarı
Orkestra: Mutlu Ödemiş (akordeon, keman ve ukulele), Güneş Bulak (klarnet, alto saksofon), GülizTekelioğlu (piyano), Doğan Doğangün (kontrbas), Mustafa Kemal Emirel (davul ve glockenspiel)
Genel Koordinatör: Gülhan Kadim Proje Koordinatörü: Dilay Ekmekçioğlu Reji Asistanları: Elif Ağören, Veli Çetin, Özge Acu, Ersel Dursun, Görkem Ergin Dekor Uygulama: Zekeriya Ece, Selami Bakır, Samet Bilen
Teşekkürler… Genco Erkal, Seçkin Selvi, Candan Sabuncu, Asu Maro, Dilek Öztürk, Burcu Yetiş, VolkanGökemre, Nilgün Kurt, Hasan Saltık, Yıldırım Türker, Suat Sarıbağ, Işın Eliçin, Barika Göncü,Zeynep Aksoy, Duru Ataşehir
İki perde / 150 dk. (Ara Dahil)
Kaynak
0
devamı burada => https://sizekitap.com/etkinlikler/kaldirim-sercesi-edith-piaf-etkinlik/
0 notes
halilbabilli · 8 years
Photo
Tumblr media
Gelincik Theo, gafil yakalanmamak için azman kedi Tobias'ı gözetliyor. Sevgili Zeynep Özatalay'ın çizgisi.
5 notes · View notes