Tumgik
#suç örgütü iftirası
NORMAL VE LEGAL BİR YAŞAMDAN YAPAY SUÇLAR ÜRETİLEREK "HAYALİ BİR SUÇ ÖRGÜTÜ" OLUŞTURULAMAZ
NORMAL HAYAT VE LEGAL TAVIRLARI TÜRLÜ ZORLAMALARLA SUÇ GİBİ GÖSTERMEYE ÇALIŞARAK ‘HAYALİ BİR SUÇ ÖRGÜTÜ’ İMAJI OLUŞTURMAK KANUNA VE HUKUKA TÜMÜYLE AYKIRIDIR !
40 yıldır Devletimizin ve halkımızın gözü önünde olan, sevgi dostluk ve kardeşlik dışında hiçbir şey istemeyen arkadaş camiamız 11 Temmuz 2018’de düzenlenen operasyon sonrasında kamuoyuna ‘sözde bir suç örgütü gibi’ yansıtılmak istenmiştir. Tüm dava iddianamesi de bu gayrı hukuki hedefe yönelik olarak ‘zoraki suç isnatlarıyla’, ‘suni suçlarla’, ‘suç unsuru içermeyen sahte suçlamalarla’ doldurulmaya çalışılmıştır.
Tertemiz bir arkadaş topluluğundan, her yerde güzel ahlaklarıyla tanınan tertemiz insanlardan, Allah korkusuyla, samimi imanla, Kur’an ahlakıyla yaşanan tertemiz hayatlardan, ‘karalamalarla, iftiralarla ve kötü niyetli yorumlamalarla’ ‘hayali bir suç örgütü’ oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu girişim daha ilk gününden itibaren başarısız olmuş, halkımız Adnan Oktar ve arkadaşlarından asla bir suç örgütü çıkmayacağını görmüş, önde gelen hukuk profesörleri ve akademisyenler de iddianamenin hukuki hiçbir değeri olmadığı, hiçbir somut, kesin ve inandırıcı delil barındırmayan dava dosyasının bomboş olduğu gerçeğinde ittifak halindedir.
Tüm insanlar gibi bizlerin de yaşadığı normal sıradan bir hayat, özel bir telkin ve ikna metodu ile özel kelimeler, terimler, tamlamalar kullanılarak göz göre göre, adeta insanların akıllarıyla alay edercesine güya suçmuş gibi ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Arkadaşlarımız bir sabah kalkmışlar ve 40 yıllık hayatlarının günlük detaylarını anlatan cümlelerin  başına "örgütsel saik" ifadesi eklenerek sözde “bir suç örgütünün mensuplarıymış gibi” gösterilmeye çalışıldıklarını fark etmişlerdir. Bir anda hiç yoktan hayali bir örgüt var edilmiş, normal sıradan hayatlara suni ve sahte suçlar atfedilerek ortada sanki dehşet verici bir tablo varmış algısı oluşturulmuştur.
Bir insanın hayatının en doğal parçası olan ihtiyaç içinde olan birine yardım etme, tanıyıp güvendiği bir insanla ticaret yapma, şirket kurma, yurt dışına gitme, yurt dışında şirket kurma, en yakın dostundan mal alıp satma, sevdiği dostlarıyla bir arada vakit geçirme, hasta bir arkadaşının baş ucunda bekleme, bedelli askerlik yapma, oy kullanma, evlenme veya boşanma, çocuk sahibi olma veya olmama, eğitimine devam etme veya herhangi bir sebeple eğitimini yarım bırakma, hatta AVM’ye gitmek gibi sıradan ve gündelik hayatın bir parçası olan eylemler cümle başlarına “ÖRGÜTSEL SAİK” ifadesi eklenerek suçmuş gibi gösterilmeye çalışılmıştır.
Oysa bir eylemin başına “örgütsel saik” ibaresi eklenmesi o eylemi suç kılmaz. Anayasamıza ve evrensel hukuka göre bir eylemi suç kılan unsurlar, kanıtlar belirlidir ve bu unsurların, somut ve gerçek delillerin hiçbiri bizim dosyamızda bulunmamaktadır.
Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımız hakkındaki bu ‘hayali ve zorlama suç isnatları’ tamamıyla ‘bir algı ve kumpas operasyonun, bir karalama kampanyasının ürünü’dür. Önce bir ‘algı çalışması’ yürütülmüş ve toplumdaki camiamıza ideolojik karşıtlık içerisinde olan, kıskançlık besleyen, nefret dolu ve kompleksli bazı insanlar bir araya getirilmiştir. Ardından da bu insanlar ‘bir linç kampanyası yapılacak’ diye müjdelenerek motive edilmiştir. Bu linç ruhu ile galeyana getirilen bu kalabalıkla da organize bir linç uygulaması gerçekleştirilmiştir.
Dosyada yer alan tüm suçlamalar kamuoyu nezdinde camiamızı güya ‘sapkın, tehlikeli, dış güçlerin kontrolünde, vatanı ve milleti aleyhinde faaliyetlerde bulunan ve suç işleyen insanlardan oluşan bir yapı’ gibi gösterme amacıyla ortaya atılmıştır. Bu özel olarak kurgulanan karalama yöntemiyle camiamız aleyhinde bir kamuoyu baskısı oluşturmak ve bu yolla yargı üzerinde baskı kurarak dava sonunda ağır cezalar çıkması hedeflenmiştir.
Oysa ki başta Sn. Adnan Oktar olmak üzere bu camiadaki tüm arkadaşlarımızın en önemli özellikleri, suç işlemek bir yana, gönüllü olarak hayatlarını ‘her türlü suçun, kötülüğün, yanlış ve gayri ahlaki tavrın dünya çapında ortadan kalkması ve tüm toplumlarda yalnızca sevginin, güzel ahlâkın, iyiliğin, barışın, hoşgörünün hâkim olması için fikri mücadele vermeye adamış insanlar olmaları’dır.
Sayın Adnan Oktar ile tüm arkadaşlarımızın 30-40 yıllık geçmişleri incelendiğinde hayatlarında yalnızca iyiliğin, güzel ahlâkın, fedakarlığın, samimiyetin, tertemiz bir vicdanın ve tüm dünyanın iyiliği için harcanmış benzersiz bir çabanın hâkim olduğu görülecektir. Hayatlarının hiçbir döneminde, hiçbir yerinde, suça dair hiçbir eylem ve tavır asla olmamıştır.
Ancak buna rağmen halihazırda sayın Sayın Adnan Oktar ve tüm arkadaşlarımız ‘iftiralara dayalı hayali suçlamalar sebebiyle’ yargılanmakta ve yaklaşık 2 yıla varan bu yargılama sürecini de ‘tutuklu olarak’ geçirmektedirler.
Dava dosyasına bakıldığında, ‘hiçbir suç unsuru içermeyen tertemiz hayatların nasıl bir suç örgütünün parçası gibi gösterilmeye çalışıldığı’, ‘doğal hayatın legal ve meşru parçalarının nasıl suç eylemleriymiş gibi ele alındığı’ ve bunun için de ‘hangi aldatma ve linç yöntemlerinin kullanıldığı’ kolaylıkla görülebilmektedir.
0 notes
Text
Sayın Adnan Oktar ve Camiamıza Yönelik Linç Kampanyası ve Sonuçları
Sayın Cumhurbaşkanımıza, önde gelen siyasi liderlere, bilim insanlarına, sanatçılara dahi son derece yıldırıcı, tehditkar, nefret dolu sözler söyleyebilen yüzbinlerce insan bulunmaktadır. Bu kişiler yeterince hırslandırıldıklarında, teşvik edildiklerinde, ikna edildiklerinde rahatça başkaları aleyhinde yalan ifade verebilmekte, farklı motivasyonlarla iftira atabilmektedirler.
Nitekim Sayın Adnan Oktar ve camiamız da ülkemizde giderek tırmanan ve önü bir türlü alınmayan bu öfke selinin, linç kampanyalarının hedefi olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımızın yargılandığı dava baştan sona bir linç ruhuyla organize edilmiştir.
İddianamenin tamamı, gerçekte şikayetçi olmayan, ancak tehdit, kıskançlık, korkutulma, “onlardan değilim” diyebilmek, çevresine hoş görünebilmek gibi nedenlerle ikna edilmiş, galeyana getirilmiş kişilerin iftiralarından, gerçek dışı beyanlarından oluşmaktadır.
Sayın Adnan Oktar’ın ve camiamızın çalışmalarını durdurmak, Sayın Cumhurbaşkanımıza ve AK Parti hükümetine verdiğimiz son derece akılcı, şevkli ve etkili desteği kesmek, Darwinizm, ateizm, deizm, materyalizm ve bu “izm”lerden güç bulan PKK/PYD terör örgütleriyle fikri mücadeleyi sekteye uğratmak isteyen İngiliz derin devleti ve Türkiye’deki uzantıları, önce camiamıza husumetli birkaç kişiyi etkisi altına almıştır.
Bu husumetli güruh, operasyon öncesinde, sosyal medyayı kullanarak, düzenli ve sistematik olarak sadece Sayın Adnan Oktar’ı ve camiamızdaki arkadaşlarımızı değil, camiamıza yakın olan kişileri de hedef alarak, son derece nefret ve kin dolu, hakaretamiz, tehditkar paylaşımlar yapmaya başlamışlardır.
Sosyal medyada bu linç kampanyasını yürüten ekibe, bir süre sonra TV programlarından ve gazete yazarlarından katılanlar da olmuştur. Bu organize “siber zorbalık” neticesinde, camiamıza yakın bazı kişiler paniğe kapılmış ve korkmuştur.
Aralıksız devam eden bu sanal linç kampanyası neticesinde, bu husumet ekibi bir sonraki aşama için “suni şikayetçiler ve mağdurlar” grubunu oluşturabilmiştir.
Nitekim, camiamızın yargılanmakta olduğu davaya ait iddianame tamamen bu linç kampanyasının bir ürünüdür; bu suni şikayetçi ve mağdurların, çeşitli nedenlerle galeyana gelerek uydurdukları, hiçbir somut delile dayanmayan iftiralardan oluşmaktadır.
Camiamız aleyhinde söylenenlerin tamamı iftira ve yalan olduğu için, kısa süre sonra geçersizliği veya mantıksızlığı görülmekte, bu kez aynı linç ruhu, yeni bir yalanla saldırıya geçmektedir.
Örneğin camiamıza yönelik olarak yapılan 11 Temmuz 2018 tarihli operasyon gününden itibaren, basında ve sosyal medyada, özellikle bayan arkadaşlarımıza zorla lityum kullandırıldığı iddia edilmiştir. Hatta lityum sayesinde iradelerinin kırıldığı, bu şekilde camiamızda zorla tutuldukları, doğru ile yanlışı ayırt edemeyecek hale getirildikleri iftirası atılmıştır. Bu iddia üzerine yüzlerce yalan senaryo kurulmuştur. Ne var ki, operasyon günü, tüm arkadaşlarımızdan kan alınmış, tahlil sonuçlarında tek bir kişide dahi ne fazla lityuma ne de herhangi başka bir maddeye rastlanmamıştır. Ancak, tabi ki iftiraya uğradığımızı ispatlayan bu sonuçlar, linç kampanyasını yürüten medyada duyurulmamıştır. Lityum konusu sessiz sedasız gündemden kaldırılıp başka bir konuya geçilerek yeni bir linç kampanyası başlatılmıştır.
Camiamızdaki bazı arkadaşlarımızın, işleri veya güvenlikleri nedeniyle, devletin ilgili kurumlarının onayı ile aldıkları ve bir kez bile kullanmadıkları silahlar, bir anda “evlerinden cephanelik çıktı” gibi başlıklarla verilerek, silahlı suç örgütü imajı oluşturulmaya çalışılmıştır. Her arkadaşımızın kendi evinde veya iş yerinde bulunan silahlar bir araya getirilip dizilerek, tek bir evden çıkmış gibi bir algı oluşturulmuştur. Devletin onayıyla verilmiş ve değil herhangi bir suça karışmak, bir kez bile kullanılmamış olan bu silahlar, suç aleti gibi gösterilmeye çalışılmıştır.
İddianamede dahi yer almayan, hiçbir delili bulunmayan iddialar, iftiralar haftalarca, aylarca basında yer almış, arkadaşlarımızın masumiyet karineleri hiçe sayılmış, isimleri, resimleri, işleri, aileleri deşifre edilerek, akıl almaz iftiralarla karalanmaya, itibarsızlaştırılmaya çalışılmışlardır.
Husumetli Linç Grubunun Oluşturduğu “Sözde Şikayetçiler”in Motivasyon Nedenleri
Sayın Adnan Oktar ve camiamız aleyhinde ifade veren kişilerin tamamı bu linç mantığıyla toplanmış, korkutularak, tehdit edilerek veya kıskançlık, kompleks gibi bazı zaafları kullanılarak “galeyana getirilmiş”, psikolojik olarak yok etme arzusuyla doldurulmuş kişilerdir. Dava dosyasındaki sözde şikayetçi veya mağdur sıfatıyla bulunan kişiler, tek başlarına kendi iradeleri ve vicdanlarıyla düşünebiliyor olsalar, bu husumetli linç güruhu tarafından teşvik edilmemiş, galeyana getirilmemiş olsalar, aslında hiçbiri camiamız hakkında düşmanca, kin ve haset dolu düşüncelere sahip olmayacak insanlardır.
ASLINDA BU KİŞİLERİN HİÇBİRİ GERÇEK ŞİKAYETÇİ DEĞİLDİR. Bu gerçeğin en önemli delillerini şöyle özetleyebiliriz:
Bu “sözde şikayetçiler” sözde mağdur edildikleri dönemde hiçbir adli makama, polise, avukata, herhangi bir kişiye, ailelerine, yakınlarına şikayette bulunmamışlar, yardım istememişlerdir
Bu “sözde şikayetçiler”, 10, 20 yıl hatta 30 yıl boyunca camiamızda kalmışlardır. Eğer gerçekten şikayetçi veya mağdur konumunda olsalar, üniversite mezunu, kariyer sahibi, kimi oldukça nüfuzlu ailelere mensup bu kişiler, değil 30 yıl, 30 saat dahi camiamızda kalmazlardı. 30 gün, 30 ay, 3 yıl değil, 30 yıl camiamızda kalan bu insanlar, aleyhimizde bir linç kampanyası başlaması ve operasyon ve cezaevi tehditleri yoğunlaştığı anda tek tek şikayetçi olmaya başlamışlardır.
Bu “sözde şikayetçiler”, güya mağdur edildiklerini iddia ettikleri dönemden sonra da, camiamızla yakından görüşmeye devam etmişler, hatta sosyal medya hesaplarında, arkadaşlarımızla birlikte, davetlerde, yemeklerde, sosyal ortamlarda, son derece mutlu, neşeli, candan, samimi pozlar vermişlerdir.
Gerçek şudur ki; EĞER 2018 YILINDAN İTİBAREN DOZU ARTAN BİR ŞEKİLDE SAYIN ADNAN OKTAR VE CAMİAMIZ ALEYHİNE BİR LİNÇ KAMPANYASI BAŞLATILMAMIŞ VE CAMİAMIZA BU OPERASYON DÜZENLENMEMİŞ OLSAYDI, ŞU ANDA “SÖZDE ŞİKAYETÇİ” OLAN KİŞİLER HALA BİZLERLE GÖRÜŞEN YAKIN DOSTLARIMIZ OLMAYA DEVAM EDECEKLERDİ.
Bu “sözde şikayetçiler”in her biri linç ruhu çevresinde farklı nedenlerle toplanmıştır. Bu nedenlerden bazıları şöyledir:
1– Korkutulmuş olmaları: Camiamıza yönelik aylarca sosyal, yazılı ve görsel medyada yürütülen nefret ve iftira kampanyası sırasında, Sayın Adnan Oktar’a ve arkadaşlarımıza sürekli olarak tehditler yöneltilmiştir. Bir polis operasyonu olacağı, kendi saflarına geçmeyenlerin tutuklanacakları, mallarına el konacağı, ailelerin işlerinin batacağı vb gibi birçok konuda tehditler sosyal medya hesaplarından, her gün birkaç kişi hedef alınarak sistematik olarak sürdürülmüştür.
Arkadaşlarımız hakkında hakaret dolu içerikler paylaşılmış, Sayın Cumhurbaşkanımızdan, bu arkadaşlarımızın çalıştıkları işyerlerine kadar hakaretlerle dolu bu içerikler paylaşılmış, saldırgan yöntemlerle bir itibar suikastı uygulanarak, arkadaşlarımız camiadan ayrılmaya, hatta ayrılarak camiamızdan şikayetçi olmaya zorlanmışlardır.
Bu ciddi psikolojik baskı ve yıldırma politikası karşısında, bazı arkadaşlarımız dayanamamış, olası bir polis operasyonundan sonra tutuklanarak cezaevine gitme korkusuyla, baskılara boyun eğmiş ve 10-20-30 yıllık arkadaşlarına iftira atmak zorunda kalmışlardır.
Tehditlerden kendilerini korumak için, orta yollu, hafif iftiralar yeterli görülmediği için, kumpasçı linç güruhunun baskı ve tehditleriyle, akla hayale gelmeyecek iftiraları göz kırpmadan uydurabilmişlerdir.
2– Haset duyguları içinde linçe katılanlar: Camiamıza karşı bu kumpası kuran İngiliz derin devleti elemanları, linç güruhunu oluştururken, kompleksli, ezik, haset duyguları içinde olan kişileri de tespit etmiştir. Camiamızın fikri alandaki başarılarına, ses getiren çalışmalarına, arkadaşlarımız arasındaki dayanışma, derin sevgi, saygı ve birliğe haset eden bazı zayıf ahlaklı kişiler, haset ettikleri bu güzellikleri yok edebilmek iç güdüsüyle, bu linçe var gücüyle katılmıştır. Bunların arasında, eskiden camiamızda olan kişilerden, gazetecilere kadar birçok kesimden insanlar bulunmaktadır.
Haset, linç ruhunun en önemli itici güçlerinden biridir. Örneğin Hz. Yusuf (as)’ın kardeşleri, Hz. Yusuf’u kıskandıkları için, onu kuyuya bırakmışlardır. Hz. Yusuf (as)’a iftira atan kadın, onun güzelliğine, kendisine ait olmamasına içerlediği, haset ettiği için onu zindana attırmıştır.
Mekkeli müşrikler, Kur’an-ı Kerim’in Peygamber Efendimiz (sav)’e indirilmesini kıskanarak "Bu Kur'an, iki şehirden birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf Suresi, 31) diye sormuşlar, Peygamber Efendimiz (sav)’e her türlü zorluğu çıkartmışlardır.
3– Çevresinden kabul görme arzusu: İnsanların büyük bölümü, kendisini çevresine kabul ettirmeye çalışır, çoğunluğun dediklerine uyar, çoğunluğa hoş görünmek için inanmadığı şeyleri söyler veya yapar. Camiamıza iftira atan, linç etmeye çalışan kişilerin bir kısmı da bu tür zayıf kişilikli, ezik kimselerdir. Vicdanlarında, Sayın Adnan Oktar’ın ve arkadaşlarımızın asla suç işlemeyeceklerini bildikleri ve buna da bizzat şahit oldukları halde, dışlanmamak, yalnız kalmamak, bazı çevrelere hoş görünmek gayesiyle “sözde şikayetçi” olmuşlardır.
Sosyal medyada da bu tipte insanlar çoktur. Çoğunluk neyin peşinden giderse veya kimlerin sesi daha gür, daha baskın çıkarsa, hemen onların söylediklerini tekrarlarlar. Kendilerine ait bir fikirleri yoktur. Veya kendi samimi ve vicdani düşüncelerini söyleyecek ve savunacak iradeye, samimiyete ve cesarete sahip değillerdir. Aksi takdirde kendilerinin de linç edileceğini düşünerek, linç eden güruhun safına geçerler.
4– Camiamızdan olmadığını kanıtlama gayreti: “Sözde şikayetçiler”in bir kısmı da, yine tehditlerden ve baskıdan korkarak, camiamızla bir bağlantısı kalmadığını gösterip, cezaevine girmekten, işini, malını kaybetmekten kurtulmak için abartılı yalanlarla iftira atmıştır.
Hz. Muhammed (sav)’e Yönelik Linç Kampanyasının Önde Gelenlerinden: Ebu Cehil
Linç ruhu, sadece içinde yaşadığımız döneme ait değildir. Yüzyıllardır, sayısız devlet adamı, fikir insanı, sanatçılar, bilim insanları linçe uğramışlardır. Peygamberlerin tebliğine karşı gelenler de bu mübarek insanları kimi zaman sözle ve eylemleriyle kimi zaman da fiziksel olarak linç etmeye yeltenmişlerdir.
Bunlara bir örnek, Peygamber Efendimiz (sav) döneminde yaşayan Ebu Cehil’dir.
Ebu Cehil, çeşitli yöntemlerle, İslamiyet’i kabul eden Müslümanları yıldırmaya çalışmıştır. Örneğin, İslamiyet’i kabul eden kişi toplumda itibarlı biri ise ona saygınlığını yitireceğini söyleyerek, ticaretle uğraşıyorsa kendisini iflas ettirmekle tehdit ederek, güçsüz ve kimsesiz ise onu döverek İslâm’dan döndürmeye çalışmıştır. Ashaptan Ammâr b. Yâsir ile annesine, babasına ve daha birçok Müslümana İslamiyet’i kabul ettikleri için çok ağır işkenceler yapmıştır; Ammâr’ın annesi Sümeyye’yi şehit etmiştir. Ebu Cehil, ilk Müslümanlardan olan üvey kardeşi Ayyâş b. Ebû Rebîa’yı aldatarak hicret ettiği Medine’den tekrar Mekke’ye götürmüş ve orada hapsedip Medine’ye dönmesine yıllarca engel olmuştur.
Hz. Peygamber Efendimiz (sav), Kâbe’de namaz kılarken üzerine deve leşi attıran kişi de yine Ebu Cehil’dir. Bu da fiziksel bir linç yöntemidir.
Ebu Cehil, saldırgan ve kin dolu tavrını ısrarla ve vicdansızca sürdürmüştür. Yanında on bir müşrik arkadaşı ile, halkın hac mevsiminde Peygamber Efendimiz (sav) ile görüşmesini engellemek ve halkı iman etmekten vazgeçirmek için aralarında iş bölümü yapmışlar, Mekke’nin girişlerini kontrol altına almışlar ve Resûl-i Ekrem Efendimiz'i (sav) kavminin gözünde kendilerince küçük düşürmeye çalışarak hakkında iftiralar uydurmuşlardı.
Hicretten birkaç yıl önce Benî Mahzûm kabilesinin reisliğine getirilen Ebu Cehil, Hz. Peygamber (sav)’e ve Müslümanlara her fırsatta sözlü ve fiili saldırıda bulunmuş, Müslümanlara karşı başlatılan boykotla onların Ebû Tâlib mahallesinde üç yıl boyunca tecrit edilmesine önderlik etmiş, dışarıdan yapılmak istenen yardımlara da engel olmuştur. Resulullah (sav)’ın Medine’ye hicretine engel olmak için Dârünnedve’de yapılan toplantıda, onun her kabileden seçilecek gençler tarafından öldürülmesini teklif eden ve hicret gecesi evini muhasara altına alarak öldürülmesini planlayan da yine Ebu Cehil’dir.
Ebu Leheb ve karısı Ümmü Cemil de, Peygamber Efendimiz (sav)’in evini taşa tutmuşlar, evinin kapısının önüne pislik atarak, yoluna diken döşemişlerdir. Tüm bunlar bir linç etme ruhuyla yapılan, ahlaksızca, vicdansızca, nefret dolu saldırganlıklardır.
Peygamber Efendimiz (sav)’in nurunu, temizliğini, güzelliğini, asaletini, heybetini, başarılarını, ona olan teveccüh ve sevgiyi kıskanan Ebu Cehil ve Ebu Leheb gibi ahlaksız haysiyetsizler, kendileri gibi vicdansız, kompleksli, saldırganlar kişileri de çevrelerine toplayarak, Peygamber Efendimiz (sav)’e rahatsızlık, huzursuzluk vermeye çalışmışlar, kendi düşük akıllarınca, Peygamberimizi ve çevresindekileri korkutmak, yıldırmak istemişler, ancak bunda başarılı olamamışlardır. Allah her kurdukları tuzağı en temelinden bozmuş, Hz. Muhammed (sav) ve ashabını onların kötülüklerinden korumuştur.
Tarih boyunca aynı Hz. Muhammed (sav)’e olduğu gibi tüm peygamberler, salih müminler, alimler de linçe uğramışlardır.
Hz. İbrahim (as) için "Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın ve ilahlarınıza yardımda bulunun" (Enbiya Suresi, 68) diyenler aynı saldırgan linç ruhunu taşıyan insanlardır.
Ancak Allah, Hz. Muhammed (sav)’i koruduğu gibi, Hz. İbrahim (as)’ı da bu linç güruhunun saldırılarından korumuş, onu kurtarmıştır:
“Biz de dedik ki: "Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol." (Enbiya Suresi, 69)
Linç Ruhunun Yok Saydığı Lekelenmeme Hakkı ve Masumiyet Karinesi
Herkes, suçlu olduğu ispatlanana ve açıklanana kadar masumdur. Her insan, lekelenmeme hakkına sahiptir; yani suç şüphesi nedeniyle hakkında soruşturma veya kovuşturma yürütülen kişinin bu işlemlerden dolayı onur, şeref ve haysiyetinin zarar görmemesi, toplum içindeki saygınlığının zedelenmemesi gerekmektedir. Hakkında henüz kesin hüküm verilmemiş kişinin masumiyetine zarar verecek, kişiyi toplum nezdinde mahkum edecek her türlü söz, yayın, haber gibi davranış, hukuka ve vicdana aykırıdır.
Ne var ki, gerek camiamız hakkında düzenlenen savcılık iddianamesi gerekse de arkadaşlarımızın göz altına alınmaya başladıkları andan itibaren yazılı ve görsel basında ve sosyal medyada başlatılan ve 2 yıldır devam eden ağır linç kampanyaları ile, Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımızın masumiyet karinelerine en ufak özen gösterilmemiş, lekelenmeme hakları gözetilmemiş, itibarsızlaştırma, sosyal anlamda ezme, yok etme, neredeyse nefes aldırmama faaliyetleri hınç, öfke ve nefretle sürdürülmüştür ve halen de devam etmektedir.
Sonuç
Sadece camiamıza karşı değil, karşıt olunan her fikre, her davranışa karşı sürdürülen, özellikle de sosyal medya aracılığıyla yürütülen “dijital linç ruhu”, bireylerin klavyelerinden, kalemlerinden, ağızlarından akıttıkları atık su gibi birikerek, toplumu zehirlemekte, yıpratmakta, sevgisizlik, nefret, kin, düşmanlık duygularını körüklemektedir.
İnsanlar, tek başlarına yapmayacakları, tek başlarına vicdanlarına yüklemeyecekleri bu “kötülük” sorumluluğunu, başkalarının üzerine yıkarak, saldırganlaşabilmektedirler.
Sosyal medyada veya görsel ve yazılı basında yer alan linç kampanyalarına itibar edildiğinde, itham kolaycılığına kaçıldığında ise, Sayın Adnan Oktar ve camiamıza yönelik olarak hazırlanan, somut deliller olmadan sadece müşteki beyanlarıyla oluşturulan iddianamede görüldüğü gibi, gerçek anlamda adaletin uygulanmasının mümkün olmayacağı açıktır.
Kin, kıskançlık, husumet gibi duygularla sesleri baskın çıkanlar adaleti etkilememelidir. Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmaktadır:
Ey iman edenler, adil şahitler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
İnsanları, grupları, fikirleri ezmeye, yıkmaya, sosyal ve psikolojik anlamda yok etmeye çalışan bu linç ruhundan toplumumuzu kurtarmak, sevgi, barış, uzlaşma dilini ön plana çıkaran bir iklim oluşturmak son derece elzemdir.
Allah, Kur’an’da linç ruhunu lanetlerken, uğradıkları linçe ve düşmanlığa rağmen, Müslümanlara daima sözün en güzelini söylemelerini emretmektedir:
İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü) uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki) seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un) oluvermiştir.
Buna da, sabredenlerden başkası kavuşturulamaz. Ve buna, büyük bir pay sahibi olanlardan başkası da kavuşturulamaz. (Fussilet Suresi, 34-35)
1 note · View note
adnanoktarvemedya · 4 years
Text
TÜRK İNSANI ADİL, TARAFSIZ, DÜRÜST, İLKELİ VE SEVGİ DOLU BİR BASIN ÖZLEMİ İÇİNDE
Tumblr media
Basında ve sosyal medyada, kendinden olmayana karşı öfke, hınç, intikam, kötüleme, küçük düşürmeye çalışma, cezalandırma, yalnızlaştırma gibi linç eylemlerinin giderek dozunun arttığı bir dönemden geçiyoruz. Fikir ayrılıklarına, farklı yaşam tarzlarına, farklı inançlara karşı tahammülsüzlüğün giderek tırmandığı bir dönem bu... 
Cumhurbaşkanımızdan gazetecilere, hekimlerden siyasetçilere, hukukçulardan iş insanlarına kadar bu ortamdan hiç kimse mutlu değil. Herkes bu sevgisizlik, husumet ve linç ortamından nasibini alıyor.
En küçük bir anlaşmazlık veya zıt fikirlerde dahi, taraflar birbirlerinin cezalandırılmasını, susturulmasını, ezilmesini, hatta tutuklanmasını ve yok olmasını isteyecek kadar gözü dönmüş bir acımasızlıkla birbirine saldırabiliyor.
Başkalarına hınç ve öfkeyle saldıranlar, kalemlerini acımasızca diğer insanları incitmek, üzmek, susturmak, sindirmek için kullananlar, bir gün kendilerinin de aynı duruma düşebileceklerini, bu sistemin kendilerini de yok etmek ve susturmak üzere onlara dönebileceğini hiç hesaplamıyor. Besledikleri bu sevgisizlik, acımasızlık, öfke, linç, ezme ve yıldırma ruhu, adeta bir bumerang gibi eninde sonunda kendilerine dönüyor. Haksız ve hukuksuz olarak başkalarına saldıranlar, bir gün kendileri de aynı haksızlık ve hukuksuzluklarla karşı karşıya kalıyor.
Benzer bir durum, Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımıza yönelik gerçekleştirilen 11 Temmuz 2018 tarihli operasyonun akabinde, camiamıza karşı düzenlenen karalama ve linç kampanyası sürecinde de yaşandı. Ne yazık ki halen de yaşanmaya devam ediyor. Sayın Adnan Oktar ve camiamıza fikren karşı olan bazı çevreler, bu davanın bir kumpas davası olduğu alenen ortada olduğu halde, yazılı ve görsel basın ve sosyal medya aracılığı ile, bazıları bilerek bazıları ise bilmeden bu kumpasın bir oyuncusu haline geldiler. Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarımız hakkında akla hayale gelmeyecek iftiralar, karalamalar, hayali suç isnatları aylarca gündem oldu. Sayın Adnan Oktar’ın ve arkadaşlarımızın tutuklanmalarıyla da dinmeyen bu galeyan hali, ömür boyu hapis, tahliye olanların tekrar tutuklanmalarının istenmesi gibi bir cinnete dönüştü.
Ne var ki, camiamızın karşı karşıya kaldığı haksız tutuklanmalar, uzun tutukluluk süreleri, dijital verilerin hukuksuz toplanması, kumpasa açık bir operasyon süreci gibi tüm haksızlıklar ve hukuksuzluklar, bir anda camiamızın ömür boyu hapisle cezalandırılması için uğraşan çevreleri de bir gün gelip buldu. Bu çevreler bir anda, haksız tutuklamalar, iftiralarla yürütülen yargı süreci, hukuka aykırı sözde deliller gibi camiamızın karşılaştığı tüm adaletten uzak uygulamaları eleştirmeye, kendi haklarını aramaya başladılar.
Oysa bu kişiler, camiamıza yapılan operasyonun ilk gününden itibaren 2 yıl boyunca Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarını türlü ithamlarla karalamaya çalışarak, tutuklanmaları için adeta yaygaralar koparmışlardı.
Hem öyle bir yaygara ki, akla hayale gelmedik iftiraları manşetlere taşıyarak, kamuoyunu tam 2 yıl boyunca yanlış bilgilendirdiler. Söz konusu yaygaradan bazı iftira başlıklarını kısaca hatırlayacak olursak...
Sayın Adnan Oktar ve Arkadaşlarına Yönelik Son 2 Yıldır Basında Çıkan Asılsız Haberler, Yalan Manşetler Türk Basını Hakkında Olumlu Bir İzlenim Oluşturmuyor
Sayın Adnan Oktar ve arkadaşları aleyhinde kurgulanan senaryolar, tümüyle yalan ve iftiralar üzerine bina edilmiştir. Halkta infial meydana getirmek, yargı üzerinde bir baskı oluşturmak, arkadaşlarımızı tutuklatmak, tutukluluk sürelerini uzatmak ve nihayetinde olabilecek en ağır cezaların verilmesini sağlamak için, toplumun sinir uçlarına dokunacak itham ve iftiralar özel olarak seçilmiştir.
Manşetlerde yer alan, tamamı hayal ürünü ve uydurma olan iftiralardan, tek bir delili dahi bulunmayan iddialardan bazıları şöyledir:
Sayın Adnan Oktar’ın, Sayın Erdoğan’a 26 yıldır kesintisiz destek verdiği tüm çevrelerce bilindiği, hatta bu desteği ispatlayan binlerce saatlik A9 TV canlı yayın kayıtları, yurt dışı basınında çıkan makaleleri ve röportajları olduğu halde, güya Sayın Erdoğan’ın aleyhinde konuştuğu yalanını bile bile kamuoyuna servis ettiler.
11 Temmuz 2018 tarihindeki polis operasyonunda 120 eve eş zamanlı polis baskını yapıldı ve bu evlerde zorla tutulan tek bir kişiye bile rastlanmadı. Fakat basın, “zorla tutulan kadınlar” yalanını sürmanşetten verdi.
Cinsel saldırı ve taciz iftiralarıyla ilgili tek bir somut delil olmamasına ve Adli Tıp raporları ile bu iftiraların yalan olduğu ispatlanmasına rağmen basın, aylarca tertemiz camiamıza yönelik bu iftiraları haber yapmaya devam etti.
Ortada tek bir şantaj kaseti olmamasına rağmen, pervasızca, yüzleri kızarmadan “şantaj arşivi bulundu” manşetleri atıldı. Oysa bu haberleri yapanların kendileri de tek bir şantaj kaseti dahi olmadığını çok iyi biliyorlardı.
Camiadan bir doktor arkadaşımızın EKG cihazı “yalan makinesi” çıktı diye yayınlandı.
Bahçeli ve müstakil evde oturan herkesin bahçesinde bulunabilecek güvenlik kameraları bir suç unsuru gibi yayınlandı.
Bahçe merdivenleri  “gizli geçit” gibi gösterildi.
Camiamızdaki bazı hanım arkadaşlarımızın tercih ettiği ve dünyaca ünlü starların kullandığı bir saç stili için olmadık hayali senaryolar üretildi, bu arkadaşlarımızın saçlarının zorla kazıtıldığı yalanı manşetlerde yer aldı.
Sn. Adnan Oktar, 15 Temmuz 2016 tarihindeki hain darbe gecesinde FETÖ’ye ilk meydan okuyan kişi olmasına, o gece sabaha kadar darbecilere karşı 12 saat kesintisiz A9 TV’de canlı yayın yaparak mücadele etmesine, halkımızı Sayın Erdoğan etrafında kenetlenmeye davet etmesine rağmen, bu gerçekler göz ardı edilerek, güya FETÖ’ye destek verdiği iftirası her fırsatta haberlerde yayınlandı.
Bizler gibi FETÖ’ye karşı her zaman devletin, hükümetin yanında olan vatanseverlere FETÖcü iftirası dahi atıldı. Basın ise hiçbir araştırma yapmadan, somut delillere bakmadan “Bylock çıktı” yalanını ortaya attı. Oysa, 180 arkadaşımızın telefonuna el konuldu, tek bir arkadaşımızda dahi Bylock olmadığı ispatlandı.
FETÖ ile camiamızın bağlantısı olduğu yalanına dair tek bir delil olmamasına, hatta Sayın Adnan Oktar’ın 17-24 Aralık’tan çok önce de FETÖ’yü eleştiren, yeren sayısız yayını olmasına rağmen, bir kısım basın her fırsatta bu yalanı yayınlamaya devam etti.
Sayın Adnan Oktar canlı yayında defalarca kez hiçbir Mehdilik iddiasında bulunmadığını, böyle bir iddianın dinen haram olduğunu açıkladığı, hatta ömrünün sonuna kadar böyle bir iddiada bulunmayacağına dair yemin ettiği halde "Mehdilik ilan edeceklerdi" yalanı aylarca haber yapıldı.
24 ay boyunca silahlı suç örgütü manşetleri atarak halkımızın bilinçaltına bu yalanı telkin eden basın, balistik incelemelerle ruhsatlı silahların hiçbir suça karışmadığının hatta tek bir kere bile kullanılmadığının ispatlandığını kamuoyuna açıklamadı.
“Bahçelerde gömülü para var” iftirası üzerine kazılan bahçelerden var olduğu iddia edilen paralar çıkmadı. Buna rağmen basın bu yalanı manşetlerine taşımaya devam etti.
Operasyonun ilk gününden itibaren 33 ayrı suç olduğu yalanını büyük bir yaygara kopararak yayınlayan basın, bu uydurulan suçlamaların %98’inin iddianamede bile yer almadığını, kalan %2’sinin de gerçek dışı soyut müşteki yalanlarından ibaret olduğunu, bunların hepsinin somut delillerle asılsız ve mesnetsiz olduğunun ispatlandığını kamuoyunun bilgisine sunmadı.
A9 TV canlı yayınlarında, milyonlarca kişinin gözü önünde, devletimiz ve milletimiz lehine yapılan görüşmeler, güya devlet, millet aleyhinde sözde gizli toplantılar, sözde casusluk faaliyetleri gibi gösterilmeye çalışıldı. Canlı yayın kayıtları ise bu iddiayı yerle bir etti. Ne var ki, bu gerçeği basın hiçbir zaman gündeme getirmedi.
Casusluk iddiaları, Dışişleri Bakanlığı ve MİT’ten gelen açıklamalarla yalanlandı; buna rağmen bir kısım basın suçsuzluğumuzu ispatlayan bu resmi belgeleri yayınlamadığı gibi bu konuda da yalan manşetler atmaya devam etti.
Ne var ki bu apaçık gerçeklere rağmen bir kısım basın kuruluşları,
– Tüm bunların yalan olduğunu, Adnan Bey ve arkadaşlarımızın masum olduklarını çok iyi bildikleri halde 2 yıl boyunca bu yalanları kamuoyuna servis ettiler.
– 2 yıl boyunca camiamıza yapılan haksız ve hukuksuzluklara göz yumdular, hatta camiamıza atılan iftiraları bire bin katıp bizzat kendileri yaydılar. Halkımızı bu yalanlara inandırmaya, camiamızı kendilerince itibarsızlaştırmaya çalıştılar. Mahkemelere etki etmeyi hedefleyerek, Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarının hiçbir suçlarının olmadıklarını bile bile, vicdanları hiç sızlamadan yıllar boyu cezalar almaları için zemin hazırladılar.
Tabii tüm bunları yaparken, linç mantığıyla hareket ederek ön ayak oldukları bu “yalan haber yayma sistemi”nin bir gün kendilerine de dokunacağını düşünemediler.
Geçtiğimiz 2 yıl içerisinde tutuklanan birçok gazeteciye ve haklarında soruşturma açılan gazetelere yönelik, bu basın kuruluşlarından bir anda hak, hukuk, adalet feryatları yükselmeye başladı. Besledikleri sistem bumerang gibi kendilerini de vurdu.
Sevgi Anlayışını Esas Alan Yayın Politikalarına Acil İhtiyaç Var...
Yapılan araştırmalar, basının yalan haber yayınlaması konusunda Türkiye’nin en ön sıralarda olduğunu göstermektedir.
Oxford Üniversitesi, Reuters Enstitüsü’nün 2019 yılı raporuna göre: “TÜRKİYE, DEZENFORMASYON VE SAHTE HABERİN EN ÇOK GÖRÜLDÜĞÜ ÜLKE".
Türkiye’de giderek artan yalan ve asılsız haberler, haksız ve hukuksuz tutuklamalara psikolojik zemin hazırlayan en büyük etkenlerden biridir.
Yalan haberler toplumda bu haberlerin odağı olan kişilere yönelik infial oluşturmakta, toplumu kutuplaştırmakta, insanları farklı fikirleri savunamaz hale getirmektedir. Toplumda oluşan infial de mahkemeler üzerinde baskı oluşturarak bir tutuklama aracı haline dönüşmektedir.
Ki, bunun en açık örneği yukarıda da bahsettiğimiz gibi, günümüzde Sayın Adnan Oktar’a yönelik basında yürütülen yalanlara ve iftiralara dayalı karalama kampanyalarıdır.
Masum İnsanların Tutuklanmalarına Zemin Hazırlamak Türk Basınına Yakışmıyor
Bir kısım basın kuruluşları, gerçek dışı haberlerle masum insanların tutuklanmalarına zemin hazırlarken bir yandan da haksız ve hukuksuz şekilde tutuklandıklarını düşündükleri kendi ideolojilerindeki kişiler için adalet arayışına girmektedirler.
Bu çok büyük bir çelişkidir.
Hem bu sistemi besleyip teşvik etmek hem de ucu kendine dokununca imdat çığlıkları atmak makul ve samimi bir davranış değildir. Beslediği sistem elbet bir gün kişinin kendisini de gelir bulur. Bu, tarihte çok kereler yaşanmış bir gerçekliktir.
Adalet herkes için olmalıdır, adaleti herkes için istemek gerekmektedir. Sadece kendi fikrindeki, kendi inancındaki insanlar için adalet isteyip, karşı fikirdeki insanlar için, masum olmalarına rağmen, yüksek cezalar, ömür boyu hapis istemek vicdanlı, akılcı ve adil bir yaklaşım değildir.
Eğer ortada bir suç varsa asıl yapılması gereken;
Suçun işlenmesini önlemek,
Buna yönelik tedbirler almak,
İnsanların refah, eğitim, huzur, mutluluk seviyelerini yükselterek suç işlenecek tüm ortamları komple ortadan kaldırmaktır.
Alınacak her tedbir çok daha iyi tedbirlerin alınmasına da vesile olacaktır.
Basın insanların hapse girmesine değil, insanların eğitilmelerine ön ayak olmalıdır.
Haksız ve hukuksuz uygulamalara karşı alınacak tedbirlerin en başında ise sevgiyi ve şefkati savunmak, sürekli sevgi dili kullanmak, nefrete tüm kapıları kapatmak gelmektedir.
İnsanları düşmanlığa, çatışmaya, ayrışmaya sürüklemek değil; sevgiye, kardeşliğe, birlik ve beraberliğe teşvik etmek basın kuruluşlarına düşen en büyük görevdir.
Kin ve nefret pompalayan haberlerin etkisiyle ülkemizde çığ gibi gelişen sevgisizlik ve mutsuzluğu milli bir sorun olarak görmek ve sevgiyi esas alan bir yayın anlayışına geçmek basın kuruluşlarının en aciliyetli vazifesidir.
Topluma nefret aşılayarak verilen tahribatı gidermenin yolu, bir an evvel sevgiyi yaymaktan geçmektedir.
Sevgisizliğin hakim olduğu, birbirlerini sevmeyen insanlardan oluşan bir toplumda milli şuur ve milli birlik de giderek zayıflamakta ve en nihayetinde yok olmaktadır. Zira, bir ülkeyi içten parçalama zemini tam da bu şekilde oluşturulmaktadır...! O nedenledir ki; basınımız, ülkemize yönelik böyle bir tehlikeye asla ön ayak olmamalıdır.
Bir kısım basının bunların hiçbirini yapmayıp;
“GENÇLER NEDEN MUTSUZ?” (Milliyet Gazetesi)
“TÜRKİYE MUTSUZ İNSANLAR ÜLKESİ” (Onedio Haber Sitesi)
“YENİ TÜRKİYE' YALNIZLIĞA SÜRÜKLENİYOR” (BBC)
“CUMHURBAŞKANI RECEP TAYYİP ERDOĞAN’IN İKTİDAR PARTİSİ ‘DERİN BİR MUTSUZLUK’ İÇERİSİNDE” (Oda TV)
... gibi manşetlere –sanki bu durumda hiç payları yokmuş gibi– büyük bir şaşkınlık içinde Türkiye’nin mutsuzlaştığı, kimsede huzur kalmadığı haberlerini yapması işte asıl şaşırtıcı olan budur.
Sevgisiz, hiçbir delile dayanmayan, menfaati gereği, nefret odaklı, kişileri hedef alarak itibarsızlaştırmayı ön gören ve yalan üzerine bina edilmiş habercilik anlayışı Sayın Cumhurbaşkanımızdan devlet yetkililerimize, yazarlardan gazetecilere, hukukçularımızdan halkımıza kadar herkesi, her kesimi tedirgin ve mutsuz ediyor. İnsanlarımız bir gün kendilerinin de iftiraya uğrayacakları, olmadık iddialarla suçlanacakları endişesiyle, korku, güvensizlik ve huzursuzluk içinde.
Öyle ki eline biraz imkan ve fırsat geçen birçok vatandaşımızın içleri kan ağlayarak güzel ülkemizi terk edip özgürlük, demokrasi, adalet ve güvenlik bakımından daha ileri gördükleri yabancı ülkelere yerleşmeleri giderek daha sık şahit olduğumuz çok acı bir gerçek. Görüldüğü gibi, Türkiye’yi yaşanamayacak bir ülkeye dönüştürmenin hiç kimseye hiçbir faydası yok.
Sevgisiz, Acımasız, Yalan Ve İftira İçerikli Haberlerle İnsanları Mağdur Etmeyi Hedefleyen Bir Medyacılık Anlayışı En Başta Kur'an Ahlakına Aykırıdır
Sırf farklı bir inanca, yaşam tarzına veya fikre sahip olduğu için insanların yıllarca hapislerde çürümesini istemek, buna haksız yere sebep olmak, iftiralara uğramasına göz yummak hukuka, vicdana ve en önemlisi Kur’an ahlakına aykırıdır.
Bu ahlakın toplumda yayılmasını engellemek için yalan haberciliğe, delilsiz iftiralarla yaygaralar koparmaya ivedilikle son verilmeli, hangi görüşte olursa olsun herkese karşı şefkat üslubuyla konular ele alınmalı, tarafsız bir şekilde değerlendirme yapılmalı ve gerçekleri yayınlamak ilke edinilmelidir.
Yüce dinimiz İslam da bir bilgiye dayanmaksızın gerçek dışı beyan vermeyi, yalanın her türlüsünü kesin olarak yasaklamıştır.
Yüce Allah, Kur’an’da doğru sözlü olmayı emretmiştir:
Ey iman edenler! Allah'a karşı gelmekten sakının ve doğru söz söyleyin. (Ahzab Suresi, 70)
Hiçbir bilgiye dayanmaksızın, sırf halkın gözünde itibarsızlaştırabilmek için bir insanı hedef edinerek, hakkında alabildiğine yalanlar ve iftiralar üreterek bunları topluma yaymak Allah Katında büyük bir suçtur.
O durumda SİZ ONU (İFTİRAYI) DİLLERİNİZLE AKTARDINIZ VE HAKKINDA BİLGİNİZ OLMAYAN ŞEYİ AĞIZLARINIZLA SÖYLEDİNİZ VE BUNU KOLAY SANDINIZ; oysa o Allah Katında çok büyük (bir suç)tür.
Onu işittiğiniz zaman: "Bu konuda söz söylemek bize yakışmaz. (Allah'ım) Sen Yücesin; bu, BÜYÜK BİR İFTİRADIR" demeniz gerekmez miydi? (Nur Suresi, 12-16)
Peygamberimiz (sav), doğru sözlü olmanın, dürüstlüğün Allah’ın cennetine alması için bir vesile olduğunu ve sürekli yalan söylemenin ise ahirette çok büyük bir karşılığı olacağını şu şekilde bildirmiştir:
“Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık, yoldan çıkmaya (fücûr) sürükler. Fücûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah Katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır.” (Buhâri, Edeb 69; Müslim, Birr 103-105. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizi, Birr 46; İbni Mâce, Mukaddime 7; Duâ 5)
Sonuç olarak; Sevgiyi, iyiliği, kardeşliği esas alan bir yayın politikası hemen devreye girerse toplumda tüm gerginlikler hemen o an bitecek ve ardından büyük bir huzur toplumu oluşacaktır, insanlar rahatlayacak, birbirlerine şefkatle bakmaya başlayacaklardır. Unutulmamalıdır ki, sevgi, daha güçlü sevgiyi ve koruyup kollamayı da beraberinde getirecektir.
Sevgiyi, dostluğu, dürüstlüğü, güzel ahlakı yayalım ki hepimiz mutlu olalım, kısacık dünya hayatında ülkemizi mutlu insanlar ülkesine dönüştürmek için birlikte çaba gösterelim.
Yüce dinimiz İslam da iyiliği, güzel sözü, dürüstlüğü, yardımlaşmayı, dayanışmayı, güzel ahlakı ve birlik olmayı emretmektedir. Kur’an’da sevgiye ve iyiliğe davet eden birçok ayet vardır:
İnanıp salih ameller işleyenler için Rahmân, (gönüllere) bir sevgi koyacaktır. (Meryem Suresi, 96)
İşte bu Allah'ın, inanıp salih ameller işleyen kullarına müjdelediği şeydir. De ki: ‘Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden, akrabalıktan doğan sevgiden başka bir ücret istemiyorum.’ Kim güzel bir iş yaparsa, onun iyiliğini artırırız. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, şükrün karşılığını verendir. (Şura Suresi, 23)
Ola ki Allah sizinle, içlerinden düşman olduğunuz kimseler arasına bir sevgi (ve yakınlık) koyar. Allah hakkıyla gücü yetendir. Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir. (Mümtehine Suresi, 7)
Sayın Adnan Oktar ve arkadaşlarının şiarı da Rabbimizin Kur’an’da bildirdiği gibi her zaman sevgi ve şefkat üslubu kullanmak, Kur’an ahlakına, iyiliğe, birliğe davet etmek ve dürüstlük olmuştur.
Kamuoyunun bilgisine saygılarımızla sunarız.
0 notes
Doğal Hayattan Hayali Suç Üretme Yöntemi –1–‘ÖRGÜTSEL SAİK’ ALDATMACASI
Dava dosyamızda isnat edilen hayali suçlamalara bakıldığında, aslında bunların dünyanın her yerinde hemen hemen tüm insanların hayatında olan, son derece olağan, normal ve ‘hiçbir suç unsuru içermeyen yasal davranışlar olduğu’ açıkça görülmektedir. Ve ne kadar zorlansa da, bu normal ve legal tavırlardan asla bir suç çıkmaz. Ne kadar art niyetli yorumlansa da Türk Ceza Kanunu içerisinde bu tavırlar asla bir suç olarak nitelendirilemez. Ve ne kadar zorlansa da böyle normal tavırların art niyetle yorumlanmasıyla ‘hayali bir suç örgütü oluşturulamaz’.
Nitekim sokaktan herhangi 200-300 kişiyi rastgele seçip hayatlarını inceleseniz, bu insan grubunun hayatında da bizlere suçmuş gibi isnat edilen ancak aslında son derece olağan ve yasal olan aynı davranışların yüzlerce örneğine rastlarsınız. Aynı şekilde, farklı farklı insan gruplarını incelerseniz, her seferinde aynı sonuca varırsınız.
Ancak, dava dosyasında ‘örgütsel saik’ tanımı adı altında ‘hayali bir suç oluşturma yöntemi’ ortaya atılmış ve her ne yapılırsa yapılsın başına ya da sonuna, “örgütsel saikle yapılmıştır” şeklinde yorum ve sözde değerlendirmeler katılarak son derece normal ve yasal olan tavırlar ‘art niyetli bir yaklaşımla’ suç gibi gösterilmeye çalışılmıştır.
Bu yönteme göre yemek yeseniz, yürüyüşe çıksanız, iftar yemeği verseniz, sahur yapsanız, ders çalışsanız, tatile gitseniz, alışverişe çıksanız, bir AVM’ye gidip bir arkadaşınızla buluşsanız, bir şeyler yiyip içseniz... bunların her biri hukuken hiçbir geçerliliği olmamasına rağmen ‘örgütsel saik’ yorumu eklenerek birer suç isnadına dönüştürülebilmektedir.
Eğer bir de bunları bir iki arkadaşınızla birlikte yapmışsanız, dava dosyasında bu yine ‘toplu ve organize yapılan örgütsel bir tutumdur, dolayısıyla suçtur’ gibi yorumlarla karşılık bulmuştur. Birlikte yemek yemek, telefonda konuşmak, bir işte çalışmak, bir mal mülk ya da araba sahibi olmak, evlenmek, boşanmak, bir meslek sahibi olmak, insani ilişkiler kurmak, sosyal diyaloglarda bulunmak, dostlarla çok normal telefon görüşmeleri yapmak, mesajlaşmak, sosyal medyayı kullanmak hep ‘sözde birer örgüt faaliyetiymiş gibi’ ele alınıp bunlarla ‘suni suçlar üretme’ yoluna gidilmiştir.
EĞER, ORTADA GERÇEKTEN İDDİA EDİLDİĞİ GİBİ DEV BİR SUÇ ÖRGÜTÜ OLSA VE BU SÖZDE SUÇ ÖRGÜTÜNÜN İDDİA EDİLDİĞİ TÜRDEN DEHŞET VERİCİ EYLEMLERİ VE SUÇLARI OLSA, BUNLARA DAİR –HER ÖRGÜTLÜ SUÇ DAVASINDA OLDUĞU GİBİ– SOMUT, NET VE İNANDIRICI HUKUKİ DELİLLER ORTAYA KONULUR VE BU DELİLLER ÜZERİNDEN KONUŞULURDU. Ne var ki bizlerin davasında ortada bir tane bile suç ve suça dair somut kanıt olmadığı için günlük hayatımıza, inancımıza, yaşam tarzımıza dair ön yargılı bakış açısının ürünü olan yorumlar ve değerlendirmeler yapılmakta, hukuki hiçbir değeri olmayan bu yorum ve değerlendirmeler üzerinden iddianame hazırlanmaktadır.
Nitekim, tutuklu yargılananların mahkeme sorgularının yapıldığı 90 gün boyunca kendilerine yönetilen sorular da bu gerçeği apaçık ortaya koymuştur. Sözde kara para aklama, askeri ve siyasi casusluk yapma, tecavüz gibi dehşet verici ithamlara ve karalamalarala maruz kalan arkadaşlarımıza bu ithamlara dair tek bir soru bile yönetilmezken, “örgütsel saikle” mi evlendikleri, “örgütsel saikle” mi okula gittikleri, “örgütsel saikle” mi çocuk doğurdukları, ”örgütsel saikle” mi boşandıkları, “örgütsel saikle” mi bikini giydikleri, “örgütsel saikle” mi fotoğraf çektirip sosyal medyada paylaştıkları, “örgütsel saikle” mi başörtüsü taktıkları, “örgütsel saikle” mi arkadaşından araba satın aldıkları, “örgütsel saikle” mi döpiyes giydikleri gibi kanunların suç saymadığı tam tersine anayasanın güvencesi altında olan yaşam tarzlarına dair sorular yönetilmiştir. Hatta bu öyle bir aşamaya gelmiştir ki arkadaşlarımızın neredeyse nefeslerini dahi “örgütsel saikle” aldığı düşüncesi ortaya çıkmıştır.
Hiçbir “suç örgütü” davasında karşılaşılmayan ve karşılaşılması mümkün olmayan bu sorular ortada bir suç ve örgüt olmadığının tek başına ispatı niteliğindedir.
0 notes