Tumgik
#evet ya birkac tane oldu
cokfazlayoruldum · 2 years
Note
Brda yeniyim de aktif ve güzel birkaç blog önerebilirmiisn
@notadelisii @cokotuyumsarilalimmi @hosumakactila @piclergiremez @istanbulfatihiii @3abygirl @hicsevmedimseni @meteerpeginhutamesi @muntehaa @papatyatuhafiye @ayazxblr @atavrataction @unpourlaroute @yuregindenyarali @yuruyensinirstres @pssikolojikdeli @sonundayim @tozluraftanaldimanilari @huzuniscisi @kararsizisyanlarim @bebeleripisttenalalimalalim @efebisakin @asosyalistsoviyetlercumhuriyeti @bugradayim @aynenbalim @aynenaleyna @b3rk @dicyyl @isimebakiyom @ebywashere @sikitutmusum @berberismail @cigaretteaftersexs @lovemebackherem @mrbbenbirbireyim @bayilcamsimdi @hakkinrahmetnekavusmayibekliyor
68 notes · View notes
sendensonrakimimki · 2 years
Text
25.08... yeni bir yaş ,yeni bir sorumluluk ,yeni bir hayat. 2 senedir çok güzel doğum günü yaşadım teşekkürler. Ne diyeceğimi çok bilmiyorum ama yazmak istedim içimi dökmek istedim. Kendimi toparladim mutluyum ama eski beni özlüyorum biraz salakmısım( bazi seyleri yaşamadigim icin ya da ) ama en saf en güzel zamanlarimdı özlüyorum evet ama geri gelmiyecek biliyorum bana da ders oldu . Toplamda 3 kere yıldız kaydı 2 sinde tek bir dilek dileyemedim ama sonuncusunda 1 tane diledim umarim gerçekleşir ya da... büyüdüm olgunlaştım hiçbir şeyi takmıyorum daha sert oldum bir noktada ama ılımlı ve sıcak kanli da oldum , güzel arkadaşlıklar edindim bazıları dost bazıları sadece arkadaş, zaman zaman ölür gibi oluyorum . Okulum bitti mezuna kaldım dershaneye yazıldım, artık insanlara soğuk soğuk bakmıyorum, Keltoşa sarılıp uyumuyorum artık (agladigim günler hariç) valorant oynadim 5 ay baya ilerlettim ama sıkıldım, internet kafeye gittim ordan arkadaslarim oldu , Okulun son günü diye ağlamadım ama o yollardan geçerken neler neler yasadim diye çok ağladım.... o yolda ne anılarım vardı . Okulun son 1 ayı full okeye gittim 52 oynadim, sigara kullandim , alkol içtim , çok kişiyle konuştum belki o yeri doldururum diye ama olmadi pes ettim , 5 tane çıkma teklifi geldi , Biliyor musun o günden sonra hic Beypazarini teklemedim , mezuniyet törenim oldi gitmem demistim ama gittim son anda cok guzel geçti cok eğlendim herkesin kafasi ucmustu, tek hatırladığım şey arabaya bindigimde yildizlar ne guzel dediğimdi, 2 kere ankaraya gittim balkonda oturup baktim saatlerce , suan da cem adrianin dedigi gibi "her aci zamanla gecmez" sana cok ulasmak istedim birkac kere sansimi denedim ama istemedin beni aldattin ben seni uyarmistim ulan bu sene yazicaktim geliyordu istedigim yerler senin okulun bile ama ben yapmadim beni 2 ay daha bekleseydin... ayni yerde okuyor olurduk , sende benzedin benzemem dedigin kisiye , aynısı oldun ilk bitisinde keske barismasaydik duygularin o zaman bitmişti zaten beni o kadar degersiz hissettirdin ki nefter ettim.... sevgilin varken bana yazıyordun kiskancligin olmasa biz devam ederdik diye o kizla berabersin biliyorum ama sunu unutma hic mutlu olamiyacaksin oldugunu sanacaksin ama olamiyacaksin benim de evet hatalarim cok ama ben seni birakmazdim birakamazdim ama iyi ki bak iyi ki diyorum benim senden ayrilmam icin ugrastin yoksa seni birakamazdim ben ama iyi ki hayatima girdin iyi ki seni tanıdım bana cok sey kattin , Hoş geldin yeni yaşım hos geldin..., demem o ki hayatim guzel geçti şarkı dinlemeyi azalttim , telefona az bakıyorum hayat güzelmiş Hayatı bunları yasadiktan sonra öğrendim, cok agladim, 10 kilo verdim ,kendime bakmayi o eskisi gibi olmamayi ogrendim ,kisiligimi degistirdim mesela , roaccutane kullanmaya basladim 3.ayimdayim , artık benim yanımda yerin yok beni unuttun mu demistin ya o zaman unutamamistim (birbirimizi cok guzel sevdik bunu inkar edemem bemim icin o kadar yol geldin o kadar para harcadin ) , senin her zerreni köküne kadar unuttum ,KARMA unutma, yeni hayatımın ilk günü ŞEREFEEE , ben büyüdüm ve her seyi daha net anlıyorum artik teşekkürler sevgilim yok ya kullanmıyorum artik(ama seni cok özlüyorum)
Hoş geldin...18
4 notes · View notes
mervekaratas · 4 years
Text
Kemalizm Üzerine
Erdoğan'ın diktatörlük rejiminin muhalif kesimin Atatürkçülüğünü körüklemesi anlaşılabilir bir durum. Son dönemlerde İslamcılar Atatürk'e bilinçli olarak saldırıyorlar. Türk ekonomisi sonunda ışık olan bir tünele girmiş gibi görünmüyor, sondajla pirosfere doğru ilerliyor. Halk fakirleştikçe iktidar, her gün aynı kutuplaştırmalar üzerinden gerilim yaratıyor ki malum kesimin desteğini kaybetmesin.
İktidarın Atatürk karşıtı kışkırtıcı söylemleri nedeniyle giderek daha da fanatikleşen Kemalistler liberallerden gelen eleştirilere karşı irrasyonel bir savunmaya geçiyorlar. Oysa mevcut koşullarda Kemalistlerin kulak tıkayıp karşı savunmaya geçmesi gereken aleyhtarları liberaller değil. Yapıcı bir tartışma yapmak istiyorsak öncelikle liberalleri "Atatürk düşmanı" olarak etiketleme klişesinden ve hoşumuza gitmeyen her argümana "ergen hezeyanı" demekten vazgeçelim, belki o zaman iki adım yol alabiliriz.
Tumblr media
* * * 1) Kişi odaklı değil, ilke odaklı düşünmek ve felsefe ile barışmak:
Akıl yürütme ile ortak değerler inşa edeceksek eğer, bunu kişiler üzerinden zaten yapamayız, ilkeler üzerinden yapabiliriz. Kişiler üzerinden yapılacak fikir tartışmalarının nihai kaderi "Sen Abdülhamit'i savundun!" seviyesine inmektir. Türk solunun cevaplaması icap eden sorular "Atatürk'ü sevsek mi sevmesek mi?", "Atatürk iyi mi kötü mü?" veya "Atatürk İngiliz ajanı mı?" gibi içi boş sorular değildir. Ekseriyetini Kemalistlerin oluşturduğu Türk solu, artık bu tür "kişi odaklı" meseleleri tartışmaya bir son verip fikirlerini temellendiren ilkesel zeminini gözden geçirmelidir. Savunduğu ilkeler hangi tarihsel konjonktürde ortaya çıkmış? Bu ilkelerin diğer ülkelerdeki karşılığı neymiş? Günümüz koşulları için gelecek vadeden bir doğası var mıymış? Kemalistler, siyasal İslama karşı gerçekten etkin olmak istiyorlarsa işin magazinsel yönünü bir kenara bırakıp, kendilerini bu tür soruları yanıtlamaya kanalize etmelidirler.
Pek çok Kemalist, Mustafa Kemal Atatürk'ü eşi benzeri olmayan bir mucize olarak görür. Oysa Mustafa Kemal Atatürk'ün ortaya çıkışı bir mucize değildir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında bu tür ulusal liderler dünyanın pek çok köşesinde ortaya çıkmıştır ve liberal rejimlerin öylesine ciddi bir yıkım sonrası sağlıklı bir reçete olamayacağı fikri dünya genelinde kabul görmüştür. Bunu açıklayabilmek için illa Almanya veya Rusya gibi dünyanın en acımasız diktatörlük rejimlerini örnek olarak vermeye gerek yoktur. İki büyük savaş arası dönemde İkinci Polonya Cumhuriyeti'nin ilk başkanı Jozef Pilsudski de bu trende verilebilecek iyi bir örnektir. (Bu örnekleri Nişanyan Yanlış Cumhuriyet’te verir.) Polonya'nın tarihine bakarsanız 16. Yüzyıldaki Lehistan-Litvanya birliği döneminde bir altın çağ yaşadıklarını görebilirsiniz. Haliyle Polonya, bünyesinde çok çeşitli etnik gruplar barındıran bir ülkedir. İki savaş arası dönemde ise Pilsudski Polonya milliyetçiliğinin mühim bir ideoloğu olmuştur. Jozef Pilsudski'nin gerici bir devrimci olmadığı özellikle not edilmelidir.
Litvanya'da Ocak Ayaklanması'ndan sonra Litvanyalıların ulusal hareketi de güçlenmiştir ve kendi içlerinde Litvanca konuşan bir laik entelijansiyaları vardır. Antanas Smetona ilerici bir devlet adamıdır ve Litvanya'nın ilk cumhurbaşkanıdır. Bir taraftan gerici katoliklerin gücünü zedelemiştir, diğer taraftan da milliyetçi hareketin başındaki figür olmuştur. Ekonomik reformlar yapılmış, Polonya'nın gücünün tarihsel yenilgiye uğratıldığı duygusu Litvanya'ya egemen olmuş, din ve devlet işleri birbirinden ayrılmıştır. Litvanya'nın devrimci hareketi de en az Türkiye'deki kadar milliyetçidir, hatta anti-semitizmleri bile bizimkine benzerdir. Türkiye'de devrimcilikten anladığımız şey nasıl Hannah Arendt'ın Banality of Evil'ına konu olan nazi Adolf Eichmann'ın sorgulamalarına katılmış bir diplomatı öldürmek olmuşsa, Litvanya için de durum bizimkinden çok farklı değildir. (Litvanya'da anti-semitizm)
Daha net ifade etmek gerekirse; liberallere aykırı gelen ulusalcı doktrinlerin iki savaş arası dönemde güçlendiği açıktır.
Kemalistlerin en büyük hatası nedir?
İki savaş arası döneminde ortaya çıkan ulusalcı doktrinleri 21. Yüzyıl konjonktürüne yapıştırmaları ve bu ilkelerin otoriter bir düşmana karşı işe yaramasını beklemeleridir. Siyaset felsefesini, sosyolojiyi hafife almalarıdır. Türkiye'de "Felsefe gereksizdir, pratikte işe yaramaz." şeklindeki düşünceleri yalnızca İslamcılardan, statükoculardan duymazsınız. Türkiye'deki solcuların majoritesi de otoriter çizgilerinden ötürü filozofların söylediklerini pek dikkate almaz. 100 tane münazara izlese bile asla fikrini değiştirmez.
Oysa felsefe, bazı kavramsal ayrımları kafanızda düzgün yapabilmenizi ve daha sistematik fikir yürütebilmenizi sağlar. Siyaset felsefesinden anlamayan insan ne yapar? Gider neoliberal ekonomi politikalarını savunan sağ popülist Orhan'ı da, evine Karl Marx posteri asıp LGBT  t-shirtyle gezen Berke'yi de "liberal" diye tanımlar geçer. Böylece birbiri ile ilgisi alakası olmayan iki profil sanki ayrılmaz müttefiklermiş gibi algılanır ve tartışma daha başlayamadan sona erer.
Günümüz Kemalistlerindeki batı felsefesi düşmanlığının en güzel örneklerinden biri Ekşi Şeyler'e giren şu yazıdır: 
Kemalizm, Bugüne Kadar Çarpıtılarak Ele Alınan Bir İdeoloji Olabilir mi?
Görüldüğü gibi yazıda  "Foucault, Lyotard, Baudrillard, Derrida, Said, Kristeva, Irigaray gibi pseudo-entelektueller" şeklinde dünyadan kopuk bir ifade vardır. Bu tür ifadeler ne kadar sağlıklıdır, düşünmesi sizlere kalmış. Kemalizm için "1930'lu yillarda yabanci basinda Turkiye'nin imaji icin yazilmis birkac eser disinda bahsi bile gecmeyen kavram." dense de Kemalizmin ilkelerinin neler olduğu gayet bellidir. Postmodern kritikler canınızı sıkarken ısrarla reddedilen detay budur.
* * * 2) Milliyetçilik :
Siyasal İslamın milliyetçilik ile yenilebileceğine inanılıyor, yıllardır Akp'nin koltuk değneği olmaktan vazgeçmemiş sağ kanat milliyetçilerinin etkilenebileceği ve bu şekilde iktidara geçilebileceği düşünülüyor. Bunlar işe yaramadı, yaramayacak da. Akp'nin diktatörlük rejiminin zirvesine ulaşıp iptal ettiği yerel seçimler bile Kürtlerin desteği ile alındı.  
 "Yüce Türk kültürünün içini pis Arap kültürüyle boşalttılar." şeklindeki ırkçı ifadeler sürdürülürse, ülkede giderek artan Arap nüfusu da  geri dönüşü sağlanamayacak biçimde Türk soluna düşman olacak. Her ne kadar "Irkçı değil ulusçuyuz." dense de pratikte oldukça fevri davranılıyor. Söylemlerin uzun vadede doğuracağı sonuçlar irdelenmiyor. Birinci Dünya Savaşı biteli 1 asır oldu. Kazanmak isteyen, ulusalcılık güzellemesi yapmadan evvel ülkenin demografik yapısını iyi incelemelidir. İddia ettiği kadar ilerlemeci ve sol görüşlü olanlar, hamaset edebiyatıyla prim yapmayı ve bitmek bilmeyen Türkçülük güzellemelerini bir kenara bırakmalıdır. 21. Yüzyılda bunlar sağ popülizmin işidir.  Gürcü kökenli olan bir milyondan fazla Türk vatandaşı varken Erdoğan eleştirilerinin bile "Bıyıklı Gürcü" şeklinde yapılması muhalefeti daha güçlü değil, daha güçsüz kılmaktadır.
Milliyetçilik ilkesini sorgulanamaz bir prensip olarak kabul edip, "millet"i tanımlarken yapılan hatayı Ernest Renan adlı tarihçi ve filozof Qu'est-ce Qu'une Nation konferansında yıllar evvel açıklamıştır.
Renan buyurur ki; "Beşeri toplumun muhtelif biçimleri vardır. Çin, Mısır ve Kadim Babil gibi büyük insan toplulukları; Atina ve Sparta tarzı siteler, Karolinger Krallığı tarzında farklı ülkelerden müteşekkil birliktelikler, İsrailliler gibi din bağı ile bir araya getirilen anavatanı olmayan cemaatler; Fransa, İngiltere ve Modern Avrupa'nın pek çok otonom devletlerindeki gibi milletler; Amerika ve İsviçre türü konfederasyonlar, muhtelif Germen ya da Slav grupları arasında ırk ya da daha iyisi lisanın sağladığı akrabalı ve soy ilişkileri... Velhasıl birlikte yaşamanın geçmişe ya da günümüze ait bütün biçimleri. Büyük mahzurlara yol açmak istenmiyorsa bunlar birbiriyle karıştırılmamalıdır. Fransız devrimi sırasında küçük, müstakil sitelere ait müesseselerin 30-40 milyonluk büyük milletlere tatbik edilebileceğine inanılıyordu. Günümüzde ise çok daha feci bir hataya düşülmektedir: millet ve ırk eşanlamlı olarak kullanılmakta, etnik ya da daha iyisi lisan temelli gruplar için gerçekten mevcut olan halklar tarzında bir hakimiyet hakkı öngörülmektedir."
Bu pasaj bölücü değil kucaklayıcı olduğu sanrısından kurtulunmayan "Türkiye sınırları içinde yaşayan herkes Türktür." mantrasındaki yanlışı iyi açıklar. "Türkiye sınırları içinde yaşayan herkes Türktür." sözü "Türkiye müslüman bir ülkedir." diyenleri hatırlatır.
* * * 3) Laiklik:
Laiklik ilkesine çok önem verildiği papağan gibi tekrar ediliyor. Bu iyi bir şey. Bizler de laiklik ilkesine önem veriyoruz. Ancak aynı zamanda lafı dolandırmadan dürüstçe ifade edebiliyoruz ki "Türkiye Akp'den önce de laik değildi."
Biraz tafsilat verelim. Açalım ezbere "aydınlık" dediğiniz cumhuriyet döneminin ilk yıllarında kabul edilmiş olan 442 sayılı köy kanununu bir okuyun bakalım neler varmış? Köy tüzel kişiliği kanunda nasıl tanımlanmış? 1924'te kabul edilmiş olan bu kanunun laiklik prensibi ile çeliştiği, Sünni bir kimliğe göre tasarlandığı gayet açıktır.
Muhayyilemizde bir "aydınlık cumhuriyet dönemi" imajı yaratıp hata kabul etmemek düşünsel bir efor gerektirmiyor. "Kadınlara haklarını Mustafa Kemal Atatürk verdi, Türklerde feminist hareket mi vardı?" deniyor. Evet, Türklerde feminist hareket vardı. (Nezihe Muhiddin)
40'larda gayrimüslimlere uygulanan vergiler, imamların devletten aldığı maaş hangi laiklikle açıklanıyor? Türkiye'nin cumhuriyet tarihinin herhangi bir döneminde gerçekten laik olduğunu nasıl iddia edilebiliyor?   
* * * 4) Devletçilik:
Devletçilik doğası gereği hem ekonomik hem sosyal bağlamda kontrolcülüğe dayanan bir prensiptir.
Türkiye'de muhalefetin aslında yıllar önce almış olması gerektiği ama almakta çok geciktiği bir ders vardır ki o ders; Türkiye gibi kültür mozaiği bir ülkede; sosyal politikalarda devletçiliğin daha çok sağ iktidarların işine geldiğidir.
Başörtüsü probleminin yıllarca Akp'nin kullandığı en büyük kozlardan biri olması bunun kabak gibi ortada duran bir örneğidir. Akp'nin iktidara gelmesinde büyük rol oynamış bu probleme "yasak sadece 28 şubat sürecinin ve 12 eylül'ün sonucudur." şeklinde bakmak hatalıdır zira böyle bir yasağın olmamasının temel nedeni Türkiye'deki anti-otoriteryenizmin gücü değil, türbanlı üniversite öğrencisi sayısının gözle görülebilir bir orana ulaşmasının 1960'lı yılların ortalarını bulmasıdır.
Bunun sosyal boyutunda daha anadilde eğitim hakkı vardır (bu biraz milliyetçilik ilkesi ile de bağlantılıdır), eşcinsel hakları vardır, sperm/yumurta bağışı vardır, medya sansürleri vardır, kürtaj vs. vardır. Peki otoriteryenizm ve liberalizm dikotomisinde bu sorunların çözülmesini teşvik edecek olan politik duruş ilkesel olarak nedir?
Gelelim devletçiliğin ekonomik boyutuna.
1923-1929 arasında Türkiye Cumhuriyeti'nde izlenen ekonomi politikalarının temelinde ulusal egemenlik nosyonu yatar. Savaş sonrası ekonomilerde böyle politikaların hayata geçirilmesi doğaldır. İzmir İktisat Kongresi'nin ana fikri nedir? Yerli üretimi teşvik etmek ve yabancı sermayeye Türkiye'nin ekonomik kalkınmasına hizmet ettiği sürece izin vermektir. Özel teşebbüslerin desteklendiği 1923-1929 arasındaki ekonomi politikalarında liberalizmin izleri olduğunu söylemekte beis yoktur.
Sürecin sonlarına doğru Türk ekonomisinde devletçilik doktrininin hayata geçirilmesi ise büyük buhran ile ilişkilidir. İhracat ilişkilerinin önemli bir kısmı Abd ile olduğundan fiyatlar ciddi oranda düşmüş ve Türkiye'nin dış ticareti, gümrük vergileri bu tablodan etkilenmiştir. Girişimcisi olmayan Türkiye'de devlet kendisi girişimci olma rolünü üstlenmiştir.
Türk muhaliflerinin beyinlerine "liberalizmi" ile kazınan, "Amerikancılığı" ile hatırlanan Özal'ı "emperyalist" diye eleştirmek ancak Özal öncesi dönemi düşünmemekle mümkün olabilir. Türkiye-Abd ilişkilerinin temeli bir günde atılmamıştır, Türkiye'nin Abd ve Rusya ikileminde Abd'ye yakın durmuş olmasının nedeni Türkiye'deki x siyasisi y siyasisi değil dış politikada kaçmanın pek mümkün olmadığı tarihsel dinamiklerdir.
Beşeri sermayenin ve girişimciliğin oluşturul(a)madığı bir senaryoda ekonomik liberalizmin bizlere ütopik bir medeniyet sunmamış olması şaşırtıcı değildir. Türkiye'de üretim kültürünün yerleşmemiş olması Osmanlı'nın iktisadi sistemiyle ve endüstrileşme treninin kaçırılması ile bağlantılıdır. Böyle bir ortamda siz istediğiniz kadar "ekonomik liberalizm"den söz edin, militarizmde ve yandaş bürokratları zengin etmede temellenmiş bir döngü kaçınılmaz olur. Yolsuzluklar alır başını gider. Devletçi oligarkların karşısında durabilecek nitelikli bir burjuvazi de oluşmaz.  
* * *
Sosyal medya düzenlemesi gibi konular gündemdeyken unutulmamalıdır ki Türkiye'de Youtube, 2007'de Kostas adında bir öğrencinin yüklediği Atatürk videoları yüzünden de yasaklanmıştır. Bunun nedeni de Akp gibi bir hükûmetin Atatürk sevdası değil, halk tabanından gelen yoğun tepki ve sansüre olanak tanıyan yasal düzenlemeler olmuştur. Bir ülkede bu tür bir sansürü bir defa meşrulaştırırsanız o sansür döner dolaşır bir gün sizin yapacağınız dijital paylaşımları da hedef alır. Aynı bugün geldiğimiz aşamada olduğu gibi.
Bundandır ki, ülkeye egemen olan Siyasal İslam sorunu "Andımız"ı geri getirip parklara daha fazla Atatürk büstü dikmekle çözümlenemeyecektir.
4 notes · View notes
silatonik · 4 years
Text
Nadas.
Su siralar en favori kosem, odamin penceresi... Pencerenin kenarinda calisma masam oldugundan oturabiliyorum kenarina. Oturup izliyorum... Neyi mi? Mesela gokyuzunu... Uyku durumuma gore bazen gun dogumunu veya eger yakalayabilirsem gun batimini... Gokyuzunun her halini izlemek, sokagi izlemek neden bilmiyorum ama beni rahatlatiyor sanki. Kafam bosaliyor belki de... Bilmiyorum.
Merhaba sevgili okuyan!
Bu guzide karantina doneminde kendime ait anlatabilecegim cok da fazla yasam birikimim yok maalesef ama yine de iyiyiz cok sukur. Simdilik hayattayiz diyelim. Son yazim oldukca yorucuydu... Ustune ne yazabilirim, anlamli olur mu diye cok kafa yordum ama burasi benim kisisel alanim, ne yazsam kabulum artik su saatten sonra. Mukemmeliyetci olmamaya bir yerden baslamam lazim, cunku malum...
Su birkac hafta da gordum ki, bir sey icin mukemmel bir aday olmak bir halta yaramiyor.
Aktif spor kariyerimi biraktigimi aciklamamla birlikte lisansli olarak temsil ettigim kulubumde kadrolu olarak antrenorluge basladim... Guzel bir his, aslinda evinde gibisin. Olabilecek ihtimallerin en iyisiydi bu. Ilerde ne olur bilemem ama henuz bence bu alanda pismem lazim, bunu da en iyi evimde yapabilirim gibi duruyordu, ben de kabul ettim bu teklifi. 
Ilk antrenmana ciktigim gun, benim icin hem heyecanli hem de zordu... Buzda cocuklari izlerken (kendi antrenman yaptigim gruptan bahsediyorum, hepsi henuz cocuk...), yerimde duruyor olmak cok tuhaf geldi... Sanki kenara gecmisim de haylazlik yapiyormusum, durmamam gerekiyormus gibi hissettim. Iki defa yeltendim gidip bir seyler yapmaya, hareketleri deli gibi yapmak istedim... Ama kendimi durdurdum. Sonuncu denemem de dedim ki “kizim artik isin bu tarafindasin... ogrenmeye bak.” Karantina surecine kadar fena gitmiyordum... ozel dersler, kulup saatleri hatta kondisyon. Hepsinin bence oluru vardi. 
Bana gore durumum aslinda daha cok yikilan bir seyi yeniden bir araya getirmeye calisiyorum gibi. Yani buzda oyle.
Baska meseleler icin, daha cok yikilmak uzere olan seylerin onune gecemememdi mesele.
Nitekim oyle de oldu. Bu hissi nasil anlatabilirim ki size... Kaybedeceginizi anlarsiniz, bilirsiniz yani sona geldiginizi... Belki oyle degildir diye bir cikis yolu ararsiniz ama oyle bir yol yoktur, sondur orasi. 
Mertce konusacagim, elimde tutmak istedigim bir mutlulugum vardi... Son birkac hafta yuzumu en cok gulduren seydi diyebilirim hatta. Uzun zaman sonra birine guvenebilecegimi hissetmistim. Ulan bi’guvenelim dedik hale bak... 
Iyiyim, simdi cok iyiyim hatta. Sadece uzerine oturup yazmamistim hic. 
Beni bu surecte bir arada tuttu, hayatimi farkli yerlerden gosterdi bana. Benim icin kiymetli, guzel bir adam kendisi. Ama olmadi yani, olamadik. Ona beni merak etmek zor geldi, bana da sanirim onun gitgelleri fazla geldi bir yerden sonra. Sen tam iliski insanisin, hic hatan yok gibi seyler soyledi durdu... Hayir abi, ben mukemmel falan degildim. Korkularim vardi, utanmalarim, hatalarim da vardi... kacmadim sadece. O da korktu, evet, ama en azindan bunu carpitmadan durustce yuzume soyleyebildi. 
“Seni ben sectim” dedim, o da bana “sen benim icin cok degerlisin” dedi.
Basindan sonuna dusundum ben defalarca, yanlis mi yaptim bir yerlerde diye... Elbette yapmisimdir ama asilmayacak seyler degildir hicbiri. Nitekim, onun icin de aynisi gecerli. Hicbirimiz mukemmel degildik. Hazir oldugunu sandi belli seyler icin ama hazir degildi... Kendi de bunun farkinda degildi. O, beni kendinde hissettigi derecede degerli kildi... Bu sebeple, daha once de soylemistim... Kimseye birini sevemedigi icin kizamazsin. Birinin agzindan yapamiyorum kelimesini duymak bile yeterli, otesini sorgulayamazsin. 
Boylece burayi da kapatiyoruz... Aklima geldikce bir burukluk oluyor elbette insanim malum ama sukurler olsun ki rahatim, cunku kafasinin net oldugunu biliyorum. Kafasini az cok bildigim icin ben de netim, denedik. Guzeldi. Ilerde birbirimizi gordugumuzde yuzlerimizi cevirmeyecegiz en azindan. Sadece cok fazla sey yasadim bu olanlarin ustune, hala da yasiyorum aslinda... ama az kaldi. Belki birkac gun, birkac karar daha... Sonrasinda yepyeni baska seyler olacaktir hayatimda, su karantina biterse tabii.
Ve son olarak... Sakatlik surecim tum hiziyla devam ediyor. Fizik tedaviye basladim oncelikle... Her fizik tedaviden kendimi suclayarak cikiyorum, bu bir gercek. Canim yandikca kendime yukleniyorum, cok yukleniyorum hem de. 
Aci dolu iki seansin ardindan (yedigim 26 tane igne ve akim bunlardan sadece birkaci...) karantina karariyla birlikte klinik kapandi. Evde manuel tedaviye devam etmek durumundayim bir sureye mahsus... Agrilarim tam gaz devam. Uyutmuyor, oturtmuyor... Bir yeni agri kesicim daha var artik. Ilac bagimlisi olarak yola devam ediyorum. Ek olarak, bir “cross-check” amacli babamin beyin, sinir ve omurga cerrahi bir profesor arkadasi var, daha once annemin de fitik ameliyatini yapmisti kendisi, ona muayene oldum hafta basinda. Yaptigi uzun muayene ve refleks testi sonucunda ayagimdaki bir his kaybindan suphelendi... “Oraya vurdugumda sicraman lazimdi sen anlamadin bile” dedi ozetle. Bunun uzerine ben yine zilyon tane MR, film ve kan testi yaptirdim. Sonuclar biraz anormal geldi... Ama iyiyim. Fizik tedavi, agrisiz saglikli bir vucut icin tek cozumum gibi gorunuyor.
Agir spor yapmam da yasak, yoga yapabiliyorum sadece... Elbette ben cildirdigimdan alternatif yollar ariyorum, bel ile alakasi olmadan baska yerlerimi calistirmak icin... Kol, bacak, karin gibi. Gunde iki ogun yiyorum sadece, baska bir sey yememeye calisiyorum. Alkol aliyorum... O suan icin vazgecmeyi dusunmedigim bir sey. Sonra dusunecegim onu... Ve film izliyorum. Bol bol film, kitap, yazi. Bir de uyku... 24 senelik hayatimda en son bebekken bu kadar bos oldugum icin, yarinlar yokmuscasina senelerin acisini cikariyor vucudum sanki... Saatleri belirsiz, ne zaman agrim az olursa hemen uykuya daliyorum. Gunlerim tamamen boyle. Ve onumuzdeki birkac gun de bana hastane yollari gozukuyor, asla kurtulamiyorum.
Bu daha cok gecis yazisi gibi oldu sanki... Ama boylesi de olur ya her zaman en yuksek noktaya vurup damardan girecegim diye bir sey yok. Benimki de kafa... Surekli aksiyon, aksiyon... Bir sure nadasta olmayi ben de hak ettim bence. Hem fiziksel hem ruhen bir acim var... Nadas. Ve limon kolonyasi kesin cozum. 
Bu surecte kendime kizmamaya, kendimi affetmeye calisiyorum. Cok basarili oldugum soylenemez ama mutlu olmayi hak ettigime inanmam gerekiyor artik bir yerde. Yapamiyorum diyebilmeyi cok isterdim, bir yerde kolaya kacmak gibi cunku ama hayat devam ediyor... Dunya durdu suan evet ama yeniden donmeye basladiginda her seye kalkip devam etmek durumundayim. 
O zaman, bir sonraki gorusmemize dek... 
Saglikla ve sevgiyle kalin.
1 note · View note
erartsin · 5 years
Text
Bosfor Ekspresi
Hollanda’dan Türkiye’ye tatile giderken biletimi bu kez Sofya’ya aldım. Uzun zamandır Bulgaristan’ı görmek istiyordum ve Sofya’ya uçup, karayoluyla Filibe’ye (diger adiyla Plovdiv) geçip oradan trenle İstanbul’a geçmek cazip bir seçenek olarak göründü. Tren biletleri internet üzerinden satılmadığından bilet almak için Bulgaristan’da olmam gerekiyordu. Sofya’ya geldiğimde ilk işim trende yer olup olmadığını sormak oldu. Şansıma 2 kişilik kompartimanlarda yer vardı ve böylelikle Filibe-Halkalı tren biletimi aldım. Sofya’da 1 gün geçirdikten sonra otobüs ile sabahtan Filibe’ye geçtim. Filibe otogarı ve tren garı aynı yerde. Çantamı istasyonun hostelindeki emanete bırakıp günümü şehirde geçirdim. Sehirle ilgili izlenimleimi anlatmayacagim, bu başka bir yazının konusu olsun. Bu yazıda sadece Filibe-İstanbul tren yolculuğuma odaklanacagim.
Tumblr media
Benim icin tren yolculugu, yalnizca insani otobus ve ucak yolculugunun aksine daha az kisitlayan bir ulasim araci degil, baslibasina bir deneyim. Ayrica, diger ulasim turlerine kiyasla seyahat edilen yerler arasında daha yumusak bir geçiş sağlayarak farklılıkları kademeli olarak izlemek icin bir firsat. Bundan once Istanbul-Ankara arasinda Ankara Ekspresi, Ankara-Kars arasinda Dogu Ekspresi ve Ankara-Adana arasinda Cukurova Ekspresi ile seyahat etmistim ve gezilerin hepsi ayri bir tat birakmisti bende. Bu sefer de trenle sinir gecip Turkiye’nin farkli bir bolgesini, Trakya’yi trenle gorme firsatim olacakti.
Tumblr media
Filibe’yi gezdikten sonra saat 23:30 civarı istasyona döndüm. Tren 00:25’teydi, bir süre istasyonda beklemeyi tercih ettim. Şehir, 2019 Avrupa kültür başkentlerinden biri olarak seçildiği için istasyonda yenileme hala devam ediyordu ancak henüz doğu Avrupa ülkelerinde görülen kirli ve tekinsiz altgeçitleri elden geçirmemişlerdi. İstasyonda güvensizlik hissi veren insanlar vardi. Elimde bir miktar Bulgar parası Leva kalmıştı, onu dönüştürecek döviz bürosu de yoktu. Peronda Türkçe konuşan 2 kişi -altın dişli, göçmen aksanlı bir kadın ve bir adam- vardı, onların yanına gidip sınır kapısında parayı çevirebileceğim bir döviz bürosu var mı diye sordum. Anlaşılan onlar trenin müdavimleriydi ve bana sınırda döviz bürosu olmadığını ancak paramı çevirebileceklerini söylediler. Amca “sen de bana bir sigara alırsın” dedi. Ben haliyle şaşırdım para çevirmenin komisyonu olarak fazla olmaz mı sigara diye düşünerekten. Kadın da gülerek “bana da alırsın, bizdensin sen gel otur şuraya” diyerek bankta bana yer açtı aralarında. Sofya’dan kalkan trenin yaklaşık yarım saat rötar yapmasi sohbet etmemize vakit yaratti. Benim vagonumu sordular, sonra onlarla aynı vagonda olmadığımı ama kondüktörün “melek gibi bir adam” olduğunu soylediler. Tabii kafamda bir kondüktörün “melek gibi” olabilmesi için ne yapması gerektiği hakkında pek bir fikrim yoktu, bunu onlara sormadım da. Sonra adamın da emekli bir kondüktör olduğunu, TCDD Avrupa hatlarında uzun yıllar çalıştığını, Filibe’de eşi olduğunu ve onu düzenli olarak ziyaret ettiğini öğrendim. Ayrıca kondüktörlerin birinin bu adama bir keresinde herkesin içinde küçük düşürücü davrandığını ve bunun emekli ve yıllarca orada çalışmış birine yapılmasının kabul edilemez olduğunu dinledim. Bosfor Ekspresi müdavimi kadın da adama destek çıkıyordu, trende işler yoğun olduğunda zamanında nasıl kondüktörlere yardım ettiğinden bahsediyordu. Onları dinlemek bana eğlenceli gelmişti, farklı tip insanlarla tanışmayı ve onların hayatları hakkında bir seyler ogrenmeyi seviyordum. Aynı zamanda vakit de hızlıca geçmişti sohbet ederken. Çok geçmeden tren geldi, önce yanlış bir vagona gidip o vagonda yer alan kompartimanlardan birindeki insanları uyandırıp sonra doğru vagonu kondüktör yardımıyla buldum. Kondüktör beni aradığını söyledi, ve beni odama yerleştirip pasaport ve biletimi alıp gitti. Kompartimanimda yol arkadaşım Malik’le tanıştım, kendisi Malmö’de yaşayan bir Pakistanlı. Danimarka’dan İstanbul’a uzun bir tren yolculuğu yapıyordu ve yolculuğunun son ayağındaydı. Söylediğine göre trenin rötar yapmasının sebebi kendisiydi: bir önceki bindiği tren olan Belgrad-Sofya treni geç kalmıştı ve Sofya-İstanbul trenini beklettirmişti 1 gün Sofya’da beklememek için. Bel problemi olduğundan tren yolculuğunu tercih ettiğini ve İstanbul’da ailesiyle tatil için buluşacağını söyledi. Ayrıca kısacık konuşmamızda bana Erdoğan sempatisini yansıtmayı başardı. Pakistanlıların genel olarak Erdoğan’ı sevdiğini biliyordum, Malik de bir istisna degildi. Üst katta olan yatağıma çıkıp uzun ve yorucu günün yorgunluğunu atmayı iple çekiyordum. Konuşmayı çok uzatmadık ve uyumaya geçtik.
Yatak çok rahattı, 2 saatin nasıl geçtiğini hiç anlamadan kompartimanimizin kapısınin çalınmasıyla yorgun bir şekilde uyandım. Tren durmuştu ve Bulgar polisi pasaport kontrolüne gelmişti. Polis kompartman kompartman dolaşıyordu, bu nedenle biraz zaman aldı pasaport kontrolü. Trenden inmemize de izin verilmiyordu. Bu sırada haritayı açtığımda Bulgaristan’ın sınıra yakın kasabası Svilengrad’da Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye’nin sınırlarının kesiştiği bölgede olduğumuzu gördüm. Bu  nokta bana Belçika, Almanya ve Hollanda’nın sınırlarının kesiştiği, turistik bir yer olan Drielandenpunt’ü (Three-country point) hatırlattı ama burada sınırlar çok daha belirgindi. Drielandenpunt’te sınırlar sadece harita üzerinde ve fiziksel bir sınır göremiyorsunuz işaretler dışında. Burada ise Yunanistan Schengen ülkesiyken Bulgaristan değil ve Türkiye Avrupa Birliği’nde bile değil. Dolayısıyla sınırdaki kontroller ve engeller size fiziksel sınırları fazlasıyla hissettiriyor. Turkiye’yi ve komsularini dusununce fiziksel sinirlarin olmadigi ve turizme kazandirilmis bir Drielandenpunt hayal edebilmek cok zor. Drielandenpunt’e aday 3’lu ulke kombinasyonlari olay: Irak-Suriye-Turkiye, Irak-Iran-Turkiye, Gurcistan-Ermenistan-Turkiye. Ya küsüz komsu ulkeyle ya da guvenlik surunu var. Zorlarsak belki Iran-Nahcivan-Turkiye siniri. Cok turistik olmaz mi? lol
Tumblr media Tumblr media
Yaklaşık yarım saat sonra trenimiz hareket etti ve kısa bir süre sonra sınırın Türkiye tarafında, Kapıkule’de durdu. Burada polisler trene gelmedi, biz trenden inip pasaport kontrol ofisine gittik. Ofiste sadece bir tane gişe açıktı ama gişede 2 tane polis memuru duruyordu. Biri pasaport kontrol ederken diğeri onunla konuşuyordu ve gülümsüyordu sadece. Haliyle, bir tren dolusu insan gişe önünde uzun bir kuyruk oluşturmustu. Neden başka bir gişe daha açmadıklarına anlam veremedim. Görevli gibi görünen bir adam Türk vatandaşı mısın diye sordu, evet dediğimde alelade bir kağıda adımı not aldi. Anlam veremediğimiz bu profesyonel (!) hareketten sonra Malik ile sırada bekledik, o benim önümdeydi. Sıra ona geldiğinde polis memuru Malik’in pasaportuna bakarken işkillendi Malik’in İsveç pasaportunun olmasından dolayı ve yanındaki gülümseyen memura “bunu gözüm tutmadı” tarzında şeyler soyledi ukalaca. Sonra Malik’e “aslen nerelisin” tarzında bir şeyler sordu ve Malik soruyu anlamadığından veya zannımca pasaportta her şeyin aşikar olmasından “what?” dedi sorunun daha açık sorulmasını beklercesine. Polis memuru bu yanıta bozuldu, “artistlik yapma bana, bak artistlik yapma, what ne lan?” diyerek sandalyeden kalkmaya yeltenerek elini kaldirdi Malik’e. Polis bu hareketi adeta rol yaparmışçasına, büyük bir ukalalık ve öğrenilmiş bir kabadayılıkla yapti. Yandaki gülümseyen adam Malik’i sorguya cekmek icin ayri bir odaya goturdu. O sırada benim pasaport kontrolüm sorunsuz gecti ve duty-free binasına gectim elimde kalan leva ile belki rakı alırım diye. Duty-free sırasında emekli kondüktörün başka yolcularla da kanka olduğunu farkettim. Karton karton sigara alip, kankalarinin pasaportuna isliyordu onlari. O an jetonum dustu, adamin neden “bana bir karton sigara alirsin” dedigini anladim. Adam, beni sirada gordukten sonra “Plovdiv’de istasyonda konustugum genc sendin, degil mi?” deyip ona sigara almami istedi. Kalan tum leva’mla 1 tane 70’lik raki aldiktan sonra adam icin 2 karton sigara aldim. Malik sorgudan dondukten sonra o da adama birkac karton sigara aldi. Sorguda polisin onu Bulgaristan’a geri dondurmek istedigini, buna karsilik Malik’in sinirdan gecis reddini pasaporta islemelerini istemesi uzerine bundan vazgectiklerini soyledi. Garip olaylar silsilesi uzerine, sinirda 2 saat bekledikten sonra kompartimanimiza dogru hareket ettik uyumak icin. Konduktorumuz, emekli konduktor amcamiza sitem ediyordu kutu kutu sigara aldigi icin bir suru insanin pasaportuna isleyerek. Emekli konduktor de araya hatir gonul katarak durumu kurtarmaya calisiyordu. Boylelikle bir konduktorun “melek gibi” olmasi icin gerekli kriterleri anlamistim. Gecenin bu saatinde bu kadar atraksiyon yetmisti, emekli konduktoru ve polisin yaptiklarini dusunerek uyumak uzere kompartimana gectim.
Tumblr media Tumblr media
Sabah perdenin kenarlarindan sizan isik kompartimani aydinlatmisti. Malik’in de uyandigindan emin olduktan sonra yataktan inip manzarayi izledim bir sure. Tren yolculugu yaparken manzara izlemeyi cok severim, en guzel manzaranin da en arka vagonun arkaya bakan penceresinden oldugunu dusunurum. O pencereden dogrudan raylara dogru bakabilirsin ve kompartimandakinin aksine trenin iki tarafinin da manzarasini gorme imkanin olur. Bu yuzden arka vagona gectim, manzaraya karsi yoga yapan bir gezginle birlikte manzarayi izledim. Cerkezkoy civarindaydik. Tepelerin arasindan virajli, tek yol eski bir hattan ilerliyorduk. Istanbul gibi bir metropole bu kadar yakin bir noktada hala nasil bu kadar ilkel bir hattin olabildigine sasirdim. Bir sure sonra Catalca istasyonuna ulastik, yaklasik yarim saat karsi yonden gelen treni bekledik hat tek yol oldugu icin. Zaten konvansiyonel tren yolculuklarinda yarim saatin lafi olmazdi (!)
Tumblr media
Halkali‘ya dogru tekrar hareket ettigimizde manzarayi izleyerken bir gece kadar kisa bir sure icinde karsilastigim farkli insan manzaralarini, sinirlari, kendine has bir kulturu ve yazili olmayan kurallari olan bu tren yolculugunu dusundum. Benim icin baskalarinin hayatlarina acilan bir pencereydi bu tur bir deneyim, bir film veya dizi izlemek, kitap okumak gibi. Gozlem yapma ve dusunme firsatimin oldugu bir 9-10 saat. Manzarada yavas yavas Istanbul’un banliyoleri beliriyor, boylelikle sehrin kuzeybati sinirini ilk defa goruyordum. Bos arazinin arkasindaki carpik, ozensiz bina yigini ve kara bulutlar. Yolculuk bitmek uzereydi.  Turkiye’ye daha once ucak, feribotla ve otobusle giris yapmistim ama trenle giris yapmayi ilk defa deneyimlemistim. Sinirda polis memurlariyla yasanan gerginlige ragmen guzel bir tecrube olmustu. Onceki gezilerimde de oldugu gibi henuz gezi bitmeden kendimi yeni rotalari dusunurken buldum. Ileride vaktim olunca Kars uzerinden Tiflis ve Baku’ye ve Van uzerinden Iran’a tren yolculugu yapmayi dusunurken son durak Halkali’ya ulastim.
0 notes