Tumgik
#bulgar kızı
zarifbey · 8 months
Text
Tumblr media
22 notes · View notes
morkedisblog · 11 months
Text
Tumblr media Tumblr media
Filiz Akın kanserle mücadele ediyor hayır söylemeli bazıları hastalıkları yazmaya çekiniyorlar yanlış bu düşünce hastalıkla mücadele eden her insan bir kahramandır ve diğer hastalara örnek olur önce üzüldük sonra durumu iyiymiş sevindik 80 yaşında 80 defa MAAŞALLAH⭕ Tamam estetik falan diyeceksiniz tabiiki de maddi durumu yerinde olan kişler belli bir yaştan sonra yaptırmalı ama o slikonlu trans tipi sevmiyorum ben yüzü dudağı şişirip tuhaf bir yaratığa dönüştürüyorlar Geçmiş olsun Allah sağlık afiyet versin🍀Bugün evi toparlarken 1969 Reyhan filmini seyredip Kamuran Akkor yorumu Reyhan şarkısını dinlerken çocukluk anılarım canlandı bu arada Filiz Akının Reyhanı söylerken giydiği gece mavisi elbise çok şık ve otantik kolları biraz uzun etekle aynı boy olsa zamansız bir kıyafet😍Kartal Tibet gelip yüzükleri fırlatıp atıyor ya o sahne! dedemin bahçesi aşağıya doğru eğimliydi oradan yuvarlanmak zevkimizdi o dönem Reyhan adlı Azeri Türkü radyolarda çok çalınırdı annem bana mini elbise dikmiş altına şort biçimli dantel külot giydirilirdi küçük kızlara kırmızı üzerine beyaz kar taneleri düşmüş kumaşın (bulgar basması denirdi)2 kırmalı etekli,dayımın rahmetli kızı da gelmiş üzerinde beyaz üzerine pembe puanlı küloş etekli elbise var rahmetli çok güzeldi çocukla çocuk olurdu çocukluğunu tam yaşayamamıştı iş evlilik annelik şöhret para sonra yoksulluk herşeye erken başlamış hatta ölüme bile erken gitmişti😢 beraber "dağlar kızı reyhan alem sana hayran ne güzelsin ay kız gül çiçeksin ay kız"Türküsünü söyleyip Azeri dansı yaparak bahçenin aşağısına inip tekrar yokuşu çıkıp tekrar aynı eyleme başlıyoruz eteklerimiz çevremizde çember gibi dönüyor gülüşüp eğleniyoruz ayyyy ayyyyy gine eskilere gittim zalim anılar❤
0 notes
 101de kasiyer bir kız var, 5-6 aydır tanırım, benim sokağın oradakinde değil de üst yoldakinde çalışıyor. yürüyüş yaptığım zamanlar minik ihtiyaçları onun çalıştığı yerden gideriyorum. bazen sigara molasına rastladığımda, gelsene sigara içelim diyor, bazen hükümet eleştiriyoruz, bazen iş-güç muhabbeti. birkaç ay önce plajda görmüştüm onu, yanında da bir çocuk. hatta ışıklara kadar da beraber yürümüştük ama tanımazdan gelmiştim. herhalde yanındaki akrabasıdır, şimdi kıza selam verip zora sokmayayım onu diyerek sadece yüzümde gülümsemeli selamlama vermiştim.  gel zaman git zaman bugün yine bir alışveriş için uğradım. normalde tişörtü pantolon içine sokmam, markete de tişört gelmiş, sence M beden mi L mi olur diye soruyorum. bence M sana daha iyi gider, diyor. tişört içe sokma olayını ona da açıyorum, yoo bence böyle çok şıksın, gömlek ve yakalı tişört giyersen pantolon içine sokmalısın, böyle daha yakışıklı oluyorsun, diyor. alışveriş biterken bozuk para da veriyorum, a yaşasın kolleksiyon parası verdin bana diye seviniyor. para koleksiyonu yapıyormuş. doğum yılına ait olanları daha çok seviyormuş. ben sana getiririm 94 senesine ait olanları, ben de yapıyorum diye kontra yapıyorum. çocuk gibi seviniyor ki aslında gözümde de birazcık çocuk bir hali var, saçları bakır rengine boyalı, gözler grimsi bir renkte ama bir şey var işte... koleksiyon yapmaktan söz ederken, benim vaktiyle sattığım osmanlı banknotlarından bahsediyorum, dedemin babasından kalan, bir kitabın arasından çıkan, üstü buram buram bulgar rakısı kokan banknotlar.. sen salaksın diyor, ben olsam satmazdım... haciz gelecekti diyorum, olsun gelsin, nolcak... buzdolabını alır giderdi, yenisini alırdın, diyor. belki de haklı... plakçalarımdan bahsediyorum, artık salak değilsin ama değil mi , diye soruyor.3 ay önce yaptığım salaklığı anlatmıyorum elbette.. heybetli de bir kız, ben boylarda, 1.80  metreye yakın boyu var. o çocuk diyorum, kimdi. çocuğun olmasına da ihtimal veremedim, o kadar gençsin ki, ne zihnim, ne kalbim sana yakıştırmadı çocuk sahibi olmanı diye gevelerken, 3 çocuğum var benim, en büyüğü 13 diyor..neeeee.... 13 mü...13 yaşında evlendirilmiş, 14te anne olmuş, sırasıyla gitmiş, şimdi kocasından kaçmış, kafasındaki bez parçayı fırlatıp atmış, izini kaybettirme çabalarında. kızını adam göstermiyormuş, boşanmayı başarabilmiş ama ailesi de yok saymış bu kasiyer kızı... daha doğrusu bir adı var, elifi. sahilde lokantada da çalışmış, taciz nedeniyle çıkmış, benzinciye girmiş, kocası bulmuş. kocası nafaka vermesin diye de her şeyi başkasına devredip kendisini işsiz göstermiş. nerelisin yahu sen diye sorma gafletim vardır hep, samsunun bir köyündenmiş. ah... kuzey veya güney.. medeniyet asla bu topraklara uğramaz diyerek daha çok siyah giymeye yemin ediyorum. her öğrencimin sorduğunu o da soruyor, sen hep mi siyah giyiyorsun diye, evet hep, çok hoşuma gidiyor diyorum. neden diye sormuyor ama, sana çok yakışıyor, güzel adamsın, görüşürüz diye ekliyor markete yeni bir müşteri girince. antikalar, siyahlar, 3 çocuk, 13 yaşında evlenmek, 1,5 litrelik şarap, hocamdan aldığım selam. gün bitiyor, ben antika bir halde kendimi tozlanmayı bekler biçimde bir dolaba kilitlemeyi istiyorum, siyah tişörtlerim güne güneş soluğu başlıyor. saat 4.52. 13 yaşımda evlendim diyor bir kadın, 13 seneden de öncesiydi, bir ultrason kağıdını mum ışığında yaktığım gece geliyor aklıma. direksiyonun arkasında ölmeye oturuyorum, yıldızların karanlığının  ortasında.
0 notes
littedreamsblog · 2 years
Text
Bakın dünkü Bulgar arkadaşın olayını anlatıcam djs
-Şimdi bu kızcağız ilk kez Türkiyeye halasını görmeye gelmiş. Halası kuzenleri falan bizim Bulgar kıza kelimeyi şahadet getirtmişler kızın bütün kısa elbiselerini fln dağıtmışlar kızı en son gördüğümde başı kapalı yerlere değen bi eyek giyiyodu. 3 hafta türkiyede kaldı Türkçeyide öğrenmiş bira gitmeden önce komşulara yani halalarına uğrayım dedim kız bana şey dedi
-Turkiye çok değişk nası yaşıyor sen burada kendine iyi bak Bulgaristana kaç
Neye uğradığımı şaşırdım aq djskks
19 notes · View notes
gastronomia-one · 3 years
Photo
Tumblr media
SİLVENA ROWE
‘’ Rowe, Bulgar bir anne ile Türk babanın kızı olarak Filibe’de dünyaya geldi. Bir gazetenin editörü olan babasının adı Bulgarlaştırma politikası nedeniyle değiştirilmişti. Ancak Rowe babası için “mutfakta bir Türk olarak kalmıştı.” sözleriyle Türk yemeklerine olan ilgisinin kaynağını gösteriyordu. ‘‘
LİNK : http://www.gastronomiaone.com/2021/04/17/silvena-rowe/
3 notes · View notes
yitikyasam · 4 years
Photo
Tumblr media
Romantik İzlenimci ressam
bulgar bir anne ve Fransız babanın kızı Irene Sheri Vishnevskaya 1968 yılında Ukrayna'da doğdu. | . 9 yaşında, arkasında binlerce resim bulunan Irene, yetenekli çocuklar için Belgorod Sanat Okulu'nda sanat derslerine başladı ve 15 yaşında hem ortaokulundan hem de sanat okulundan valedictorian mezun oldu.
Tumblr media
26 notes · View notes
Text
Tumblr media
Böyle Bir Ülke Var!..
Bu yüzyılın başında hayatını kaybeden demokrat Türk şairi Tevfik Fikret, oğlu Haluk’a adadığı şiirinde şöyle yazmıştı:
… dünya dönecek cennete insanla, inandım.
… ben o hayale de bin canla inandım…
Bu şiirleri daha bir okul çocuğuyken dinlemiştim. Edebiyat öğretmenimiz okurdu. Kısa boylu, zayıf, gözlüklü, ağarmış sivri sakallı, yaşlı bir adamdı. Öfkeli, hayatın yaraladığı bir insandı, gençliğinde muhtemelen o da hayal kurmuş, ama o hayallerinden biri bile gerçekleşmemişti.
Bize bu dizeleri okuduktan sonra şunları söylemişti:
- Böyle hayal etmiş şair. Ama işte o, hayal ettiği için bir şair. Ben ise Tevfik Fikret’in hayallerinin günün birinde gerçekleşeceğine inanmıyorum.
Yurduna ve insanlığa faydalı olmak için iyiliğe, insan sevgisine dair hayaller kuran ve henüz çok genç olan bizlerin, öğretmenimizden duydukları işte bunlardı. Avrupalı emperyalistlerin bir sömürgesi olan Sultan Türkiyesi’nin hazin gerçekliği, bir insanın hayallerini gerçekleştirmesine izin vermemişti.
Ancak bence en iyi düşünürlerin, şairlerin ve bilim insanlarının hayalleri her zaman gerçekleşir. Gerçeklik, Türk şairin en cesur hayallerinin bile sınırını aştı. – evet doğru, henüz tüm yerkürede değil. Ama sadece genel olarak bir halkın değil, ayrı ayrı her bir insanın en güzel hayallerinin gerçeğe döndüğü, o en parlak en mükemmel toplumun insanların elleriyle inşa edildiği bir ülke artık var. Bu ülke büyük Sovyetler Birliği’dir.
Sosyalizmin tüm insanları gibi Sovyet gençleri de çalışmalarında elde edecekleri her başarının, dünya barış, demokrasi ve sosyalizm cephesinin başarısı olacağını, bu başarılarla faşizm ve savaş kampına darbe vuracaklarını biliyor. Sovyetler Yurdu’nda milyonlarca genç erkek ve kadın eğitim görüyor, ustalaşıyor ve gelecek için çalışıyor. Her biri, tüm dünyadan iyi niyetli insanların umutla gözlerini diktiği çelikten barış kalesinin çelik bir parçasıdır.
Geçenlerde Bulgaristan’ı ziyaret etmiştim. Orada Bulgar halkının lideri yoldaş Vılko Çervenkov’un Sovyet heyetinin onuruna verdiği davete katıldım. Dost meclisindeydik. Bulgar arkadaşlar Sovyet arkadaşlardan izlenimlerini anlatmaları, zengin deneyimlerini paylaşmaları hususunda ricada bulundu. Sovyet bilim insanları, sanatçıları teker teker ayağa kalktı; anlattılar, övdüler, eleştirdiler ve her biri kendi alanında değerli pratik öneriler sundular.
Ancak sonra yirmi iki, yirmi üç yaşlarında orta boylu genç bir adam kalktı yerinden. Tüm ciddiyetiyle ve meseleye dair derin bilgisiyle, Sovyet emekçilerinin deneyimi, Bulgar işletmelerinin çalışmasında fark ettiği eksiklikler ve öncü Sovyet işçilerinin deneyiminin benimsenmesinin gereği gibi hususlarda konuşmaya başladı. En çetrefilli teknik ve toplumsal meseleleri tartışan bu genç adamın kim olduğunu sordum. Bana onun akademisyen ya da mühendis değil, sıradan bir Sovyet işçisi, tornacı Çikiryov olduğunu söylediler.
Birkaç saat sonra onunla Sofya’dan Moskova’ya giden uçakta karşılaştık. Bana çalışma yöntemini anlattı, eşi görülmemiş kesme hızlarını nasıl hayal ettiğinden ve bu hayalinin nasıl gerçekleştiğinden bahsetti. Sonra bizimle beraber yolculuk yapan küçük bir kızı dizlerine oturttu ve bukleleriyle oynayarak gelecekteki hayat planlarından, gelecek için, halkı için, dünya için neler yapacağından bahsetmeye başladı. 
Sosyalizm ülkesinin bu emekçisi yeni, dünyada henüz eşi görülmemiş Gerçeğe Dönen Hayaller Ülkesi’nde büyüyen genç neslin timsaliydi benim için. Bu gençlik, gökyüzünde en önde uçan genç doğan sürüsü gibi tüm yolların kendilerine açık olduğu gençliktir. Bu gençlik, daha okul sıralarındayken büyük Sovyet şairi Mayakovskiy’nin sözlerini işiten gençliktir:
… Yarat,
hayal et,
dene!
Bu gençlik, hayallerinin gerçekleşeceğinden emin olan gençlik. Tüm gücünü barış davasına veren özgür ve mutlu gençlik. Ve böylesi bir gençliğin var olduğu gerçeği, Sovyet devlet sisteminin en parlak ve dikkate değer başarılarından biridir. Bu gençlik dünyanın henüz tanımadığı, insanlığın en iyi zihinlerinin hayalini kurduğu komünizmi, benzeri görülmemiş bir toplumu inşa eden gençlik. Ve ben onları kıskanıyorum.
Altı aydan fazla zamandır Sovyetler Birliği’nde yaşıyorum. Benim bile hayallerim fevkalade hızla gerçekleşmeye başladı. Her zaman, istediğim gibi bir oyun yazmak ve onu istediğim gibi sahneye koymak istemişimdir. Şimdi, daha önce hayal etmeye bile cesaret edemediğim iki oyun yazma ve bunları tiyatrolarda sahneleme imkânım oldu.
Eğer Sovyetler Birliği’nde insanların arzuları bu kadar çabuk gerçeğe dönüşüyorsa, bunun nedeni, komünizmin Stalin ve Bolşevik Parti önderliğinde inşa edildiği ülkede, gerçekliğin en cesur hayallerin bile önüne geçmesidir.
Çevirisini Yasin Çalış'ın Rusça aslından yaptığı 'Böyle Bir Ülke Var', Smena Dergisi'nin 1952'de yayımlanan birinci sayısında yayımlanmıştır. İlgili sayı toplamda 120.000 adet basılmıştır.
SoL
16 notes · View notes
captainvaveyla · 5 years
Quote
SABAHATTİN ALİ İÇİN...-1- Sabahattin Ali, Bulgaristan'a kaçmasını sağlayacak eski koğuş arkadaşının devlet tarafından yanına yerleştirilmiş bir istihbarat ajanı olduğunun farkına varamadı. Kendisini ölüm denilen o dipsiz kuyuya bıraktı. Romanlarını, öykülerini, şiirlerini yazamayacaktı artık. Devlet eliyle öldürülecek, "Ankara" isimli yeni romanında başkentte devletin acımasız çarklarının nasıl döndüğünü yazacaktı mümkün olsa... Yazamadı. 2 Nisan 1948'de Kırklareli'nde Bulgar sınırına yakın bir ormanda, başına indirilen bir odun parçasıyla, kanlar içinde yığıldı yere. Yeşil mürekkepli dolmakalemi düştü cebinden, çantasından yeni romanının sayfaları... Yazıları yetim kalmıştı. 11 yaşındaki biricik kızı Filiz de öyle... Gözleri bir daha açılmamak üzere kapanırken cüzdanında güzel Aliye'nin fotoğrafları da ağlıyordu. Kısacık bir hayata, nesilden nesile miras kalacak eşsiz eserler sığdırmayı başarmış vatansever bir aydındı Sabahattin Ali. Yazılarıyla haksızlığa, baskıya ve dayatmalara başkaldıran aşka aşık bir sevda adamıydı. (Kaynak: Osman Balcıgil) Bu ülkede aydın olmanın bedeli çok ağırdı, ödedi gitti. Işıklar içinde uyusun!
Tumblr media
1 note · View note
sondakikabu · 2 years
Text
ATATÜRK’ün Kazanamadığı Tek ‘Savaş’: Ölümsüz bir aşk hikayesi beyazperdeye taşınıyor:
ATATÜRK’ün Kazanamadığı Tek ‘Savaş’: Ölümsüz bir aşk hikayesi beyazperdeye taşınıyor:
“Dilberay” filmi ortak yapımcılarından Fikri Harika, yeni projesini açıkladı. Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Gençliğimi bıraktım Sofya’da” dedirten Bulgar kızı Dimitrina’ya olan imkansız aşkı, aynı isimle beyazperdeye taşınıyor. Sonbaharda çekimlerine başlanacak “DİMİTRİNA”, 2023  yılı Ekim ayında vizyona girecek.   Bir ulusun kaderini baştan yazan, girdiği bütün savaşları zaferle taçlandıran…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
mevcutbilgi · 2 years
Text
ATATÜRK’ün Kazanamadığı Tek ‘Savaş’: Ölümsüz bir aşk hikayesi beyazperdeye taşınıyor:
ATATÜRK’ün Kazanamadığı Tek ‘Savaş’: Ölümsüz bir aşk hikayesi beyazperdeye taşınıyor:
“Dilberay” filmi ortak yapımcılarından Fikri Harika, yeni projesini açıkladı. Mustafa Kemal Atatürk’ün; “Gençliğimi bıraktım Sofya’da” dedirten Bulgar kızı Dimitrina’ya olan imkansız aşkı, aynı isimle beyazperdeye taşınıyor. Sonbaharda çekimlerine başlanacak “DİMİTRİNA”, 2023  yılı Ekim ayında vizyona girecek.   Bir ulusun kaderini baştan yazan, girdiği bütün savaşları zaferle taçlandıran…
Tumblr media
View On WordPress
0 notes
aksaminsefasi · 2 years
Text
Okuma, Yazma Hikayem
İlkokul 4 veya 5. Sınıf Türkçe kitaplarında okuduğum Ömer Seyfettin’in Kaşağı ve Falaka isimli hikayeleri ile başladı okuma merakım. Sistemli bir şekilde okuma ise sınıflarımızda bulunan küçücük sınıf kitaplığından alıp okuduğumuz hikaye kitapları ile oldu. Sınıf kitaplığından kitap alış verişini denetleyen ve çetele tutan “Kitaplık kolu ” vardı. İlkokulda sanırım görev ve sorumluluk bilinci aşılamak ve düzen sağlamak amacı ile “Temizlik kolu” “Kızılay kolu” Kitaplık kolu” “Trafik kolu” gibi kollar olurdu ve sözde bir seçimle öğrencilerden biri bu kollara seçilirdi. Sınıf öğretmeninin öğrencileri yönlendirdiği bu kollar kanımca biraz torpille seçilirdi, genelde subay veya astsubay çocukları ve memur çocukları olurdu bunlar, biz esnaf çocuklarına pek düşmezdi herhangi bir kol görevi. Ben bu kollardan birisi olmayı o kadar çok istemiştim ki bu uğurda hayatımın ilk yalanını söylemiştim aileme “Kızılay Kolu” na seçildim diye. Kol ile görevlendirilen öğrenciler sağ veya sol üst kollarına beyaz kumaş üzerine kırmızı renk iplikle kolun kısaltması veya amblemi işlendiği kol bantları takarlardı, futbolda kaptanların taktığı pazu bantları gibi. Çok havalı olurdu bu kol bantları ve beni çok cezbederdi. Evde Kızılay kolu oldum yalanını söyledikten sonra anneme ısrarla bir gecede kol bandını yaptırmış ve ertesi günü evden çıkarken bandımı koluma takmıştım. Okulda nasıl bir akran şiddetine uğrayacağımı tahmin edemediğim için kol bandını çıkarmadan sınıfa girdim, bandı gören arkadaşlar hemen benimle alay etmeye başladılar. Utancımdan yerin dibine girmiştim. Evde gece yarısına kadar oturup kol bandımı işleyen anneme ne diyecektim. Sonra kendimce bir çözüm buldum evden bant koluma takılı olarak çıkıyor, sınıfa girmeden de bandı çıkarıp çantama koyuyordum. 15 tatile kadar (altmışlı ve yetmişli yıllarda şubatta olan yarı yıl tatili 15 gün sürdüğü için 15 tatil, ya da şaşmaz şekilde Şubat ayının ilk on beş gününde olduğu için Şubat tatili olarak adlandırılıyordu. Sömestr tatili yıllar sonra dilimize girdi ve bence Türkçeye giren gereksiz bir kelime oldu) işi böyle idare ettim, sonra aileme kolların 15 tatilden sonra yeni seçimle değişeceğini söyleyerek bu yalan ve işkenceden kurtulmuş oldum. İlkokulda okumayı özendiren bir uygulama okuyup özetini çıkardıktan sonra kitaplığa verdiğiniz kitapların çetelesinin tutulması ve birinci olanın bir hikaye kitabı ile ödüllendirilmesiydi. Kitaplığın kapısında asılı beyaz bir kağıda kitap okuyanın ismi ile okuduğu kitap sayısını gösteren bir çetelenin tutulması ve benimde en yüksek çeteleye sahip olmak için gösterdiğim gayret okuma alışkanlığımı daha da geliştirdi. Zamanla okuma eylemi keyife dönüştü. Ancak edebi anlamda ilk kitapla tanışmam ilkokulu bitirdiğim yaz tatilinde okuduğum Ömer Seyffettin’in Bomba isimli hikaye kitabı ile oldu. Bomba’nın içinde kitaba ismini veren “Bomba” haricinde 6-7 hikaye daha vardı. Beni en çok etkileyenler ise Bomba ve Nakarat’tı. Nakarat isimli hikayede Osmanlı subayının aşık olduğu karşı evdeki Bulgar kızı Rada’nın söylediği ve bana tekerleme gibi gelen “naş naş çarigrad naş”şarkısı ile anlamını bilmeyen küçük kardeşlerimi korkuturdum. Millî bilinci yüksek olmayan, hızlıca yükselerek rahat bir hayat yaşamak üzere askerliği seçmiş olan Osmanlı subayı kendisine aşık olduğunu düşündüğü Rada’nın söylediği ve sözlerinin kendince anlamının 'Seni çok seviyorum, seni çok seviyorum, Balkanlar'dan Şıka'dan, aşıp geldim sana” olduğunu sandığı şarkının gerçek anlamının “Bizim olacak, bizim olacak İstanbul bizim olacak” olduğunu öğrenmesi sonucunda, önceki şımarık ve sorumsuz kimliğinden sıyrılıp milli kimliğine uyanışı ile ironik bir şekilde güzel sonlanması hoşuma gitmişti. Bomba da ise sosyalist Boris’in komitacılara karşı çıktığı ve ailesi ile birlikte Amerika’ya göç etmek istediği için komitacılar tarafından kesilen başının siyah beze sarılıp karısı ve yaşlı babasına “ Bomba” diye verilmesi beni çok hüzünlendirmiş ve etkilemişti. Sonra yine Ömer Seyfettin den “Bahar ve Kelebekler” i okumaya başlamıştım. Ancak annemin isminden yola çıkarak bunun aşk kitabı olduğunu ve yaşıma
uygun olmadığını söyleyip kitabı elimden alması sonucu bitirememiştim Bahar ve Kelebekleri.
Liseye başladığımda okudum Necati Cumali’nin Zeliş’ini (1959 da Tütün Zamanı, 1971 de tekrar basımı Zeliş). Ergenliğe henüz girdiğim o dönemde romandaki Zeliş ve Cemal’in naif aşkı beni çok etkilemiş ve romantikleştirmişti. Bende Zeliş’in kahramanlarına öykünerek benzer bir hikaye yazmaya başladım, bu aynı zamanda benim yazma serüvenimin başlangıcı oldu. Hikayeyi günlük 1-2 sayfa olarak tefrikalar halinde yazıyor ve sonrasında kardeşlerime okumaları için veriyordum, hikaye heyecanlı olmalı ki kardeşlerim okuldan gelir gelmez “abla yazdın mı, hadi ver okuyalım” yazmadıysam da “ ne olur hemen yazmaya başla” diye beni yüreklendirirlerdi. Ancak o yaşın verdiği yeterince odaklanamayış ve daha da önemlisi herhalde bu konuda bana yol gösterecek birinin olmayışı nedeniyle bitiremedim ilk hikayemi, isim verdim mi onu da hatırlamıyorum, saklamamış olmalıyım ki okul anısı olarak sakladığım eşyalar arasında daha sonra bulamadım. Tefrikadan bahsedince o yıllarda gazetelerde günlük olarak çıkan “Pehlivan Tefrikaları”ından bahsetmeden geçmek olmaz. Babam Tercüman gazetesi alırdı her gün eve. Beni yanına oturtur gazeteden seçtiği haber ve makaleleri okumamı isterdi. Kendisi Sarıkamış’ın sarıçamlarını gören camekanlı ön balkonumuzdaki üzeri minder ve yastıkla döşeli, renkli ve desenli sedir örtüsü ile örtülmüş uzun sedirimize uzanır, ayak ayak üstüne atar, gözlerini hafifçe kısarak, güzel yüzüne çok yakışan tebessümü ile beni dinlerdi. Ben sedirin yanındaki tabureye oturarak istediği haberleri ve makaleleri sırasıyla okurdum. Okurken çok dikkatli olurdum yanlış yapmamak için. Babam için okumaları bitirdikten sonra sıra benim her gün merakla beklediğim Çolak Mümin Pehlivan öyküsünün o günkü bölümünü okumaya ve sonra da bulmacayı çözmeye gelirdi. Altmışlı ve yetmişli yılarda Murat Sertoğlu tarafından “eski bir pehlivan” imzası ile yayınlanan “Pehlivan Tefrikaları” bizim kuşaklara canlısını görmeden yağlı güreşleri sevdiren gazete yazılarıdır. Tefrikalarda yazı en heyecanlı yerinde kesilir, örneğin pehlivan kündeye gelecekse yazı orada kesilir okurda ertesi günü iple çekerdi sonucu öğrenmek için. Tefrikalar sadece pehlivanla sınırlı değildi, aşk ve tarih konusunda da tefrikalar olurdu ama onlar benim pek ilgimi çekmezdi. O yıllarda başlayan bulmaca çözme merakım artarak devam ediyor, her gün kare bulmaca yanında elime geçen sudoku, kelime bulma ve sayı bulmacalarını mutlaka çözmeye çalışırım.
1960 ve 1970 lı yıllarda yani benim ilk, orta ve lise yıllarımda günlük gazete dışında tek yayın organı olan radyo evdeki yegane eğlencemizdi. Altı büyük pille çalışan Grundig marka transistörlü radyomuz kış aylarında oturduğumuz kuzine sobasının yandığı dikdörtgen şeklindeki küçük oturma odamızda mavi boyalı, içinde misafirlik bardak fincan ve tabakların bulunduğu küçük camlı dolabın (büfe değil çok daha mütevazı iki cam kapağı yanlara doğru açılan tahta bir dolaptı) üstünde dururdu. Akşam saat yedide “Ajans” (haberler) başlar, babam mutlaka onu dinlerdi. Sabahları onda ise “arkası yarın” başlardı. Annem ve biz üç kız kardeş hiç kaçırmazdık arkası yarınları. Okulda ikili öğretim olduğundan ve bende tüm öğrenim hayatım boyunca hep öğlenci olduğumdan arkası yarınları rahat dinlerdim. Arkası yarınlar tıpkı gazetelerin tefrikası gibiydi. Eserler genellikle Türk yazarların roman ve hikayelerinden seçilmekle birlikte bazen de yabancı klasik eserlerden seçildiği de olurdu. Ben arkası yarını gözlerim kapalı dinlerken sahneyi, oyuncuları, kostümlerini hayalimde canlandırırdım. Benzer şekilde haftada bir gün Çarşamba akşamları saat dokuzda yayınlanan “radyo tiyatrosu” nu sanki sahnede izliyormuşum gibi gözleri kapalı dinlerdim. Hem arkası yarın hem de radyo tiyatrosunda efekt ve seslendirmeler o kadar mükemmeldi ki onları sahnede izliyor gibi hissederdiniz kendinizi.
Sosyal hayatta olmazsa olmazımız sinemaydı. İnönü Caddesinin Hükümet konağına yakın son ucunda kocaman dışı kabartmalarla süslü sarı boyalı, içi geniş ve ferah, tavanı oldukça yüksek, kocaman bir sahnesi ve tahminen 500 kişi kapasitesi olan mor kadife perdeli Ruslar’dan kalma tarihi bir sineması vardı güzel ilçem Sarıkamış’ın. Yıllar, yıllar sonra camiye çevrildiğini gördüm içimi hüzün kapladı, gözlerimin önünden orada izlediğim yaşıtımız çocuk oyuncu Zeynep Değirmencioğlu’nun Ayşecik film serisi, yine bir çocuk oyuncu olan Parla Şenol filmleri, Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın filmleri, turneye çıkan devlet tiyatrosu oyunları ve okul müsamereleri geçti. Görkeminden eser kalmamıştı sinemanın. Sinemada hangi filmlerin oynayacağı veya oynadığı ellerinde megafonla mahallelerde dolaşıp filmlerin ve başrol oyuncularının isimlerini duyuran çığırtkanlardan öğrenilirdi. Sonraları sinemanın dört yoncası olarak adlandırılan Türkan Şoray, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın’ın değişik pozlarının renkli küçük fotoğrafları kare şeklinde çikletlerin içinden çıkardı. Ben Türkan Şoray, iki küçük kız kardeşimde Hülya Koçyiğit hayranı olduğu için onların fotoğraflarını biriktirir, bir nevi koleksiyon yapardık. Okul müsamereleri hem biz öğrencilerin hem de Sarıkamış halkının sosyal hayatının önemli bir parçasıydı o yıllarda Şimdi okullarda yapılıyor mu okul müsamereleri bilmiyorum ama kızım okula gittiğinde tanık olmadım. İlkokul ortaokul ve lisede ikinci yarı yıl bittiğinde içinde şiir okuma, monolog, koro, solist, halk oyunu, dans ve piyeslerin yer aldığı gösterilerdi okul müsamereleri. Müsamerede herhangi bir görev veya rolünün olması öğrenciler için bir övünç kaynağıydı. Sarıkamış’ta o yıllarda beş ilkokul, bir ortaokul ve bir lise vardı. İlkokullarda yapılan müsamerelerde okullar adeta birbiri ile yarışırdı en güzel en görkemli ve en çok beğenilen müsamereyi yapmak için. Piyesler bir veya iki perdelik olurdu. Klasiklerden seçilirdi eserler. Lise de iken Ankara Devlet Tiyatrosu turnesi kapsamında Sarıkamış’ta Ayyar Hamza sahnelenmişti. Ayyar Hamza Direktör Ali Bey’in Moliere’in bir eserinden Türkçe’ye adapte ettiği bir oyundu. İki zengin ailenin daha da zengin olmak için oğullarını zengin aile kızları ile evlendirmek istemelerine karşı oğullarının sevdikleri kızlarla evlenmek istemeleri ve bu konuda kendilerine yardım eden kurnaz uşak Ayyar Hamza’nın hikayesini anlatıyordu oyun ve benim de hayatımda ilk seyrettiğim tiyatro oyunuydu. Sahne, kostümler, dekor ve oyuncular o kadar görkemli ve doğaldı ki bende sahneye çıkıp oyuna katılasım gelmişti, radyo tiyatrosu ile başlayan tiyatro merakım daha da perçinlemişti. Moliere’in Cimrisini okuduğum için oyun tanıdık gelmişti ve Cimri’yi biz tiyatro kolu öğrencileri yıl sonu müsameresinde oynamayı planlamıştık. Ama oyunun içine girince ne kadar zor ve uzun olduğunu görmüş bizden bir yazarın oyununu “Cahit Atay’ın Pusuda’sını oynamaya karar vermiştik. 1961 tarihinde yazılan, ağa-köylü-aydın üçlüsünün sorunlarının işleyen mizah ve hüznün bir arada işlendiği tek perdelik bir oyundu Pusuda. Altmışlı yıllarda Ankara Devlet Tiyatrosu tarafından oynanan, 1977 de televizyona uyarlanan oyunda kasabanın okumuş yazmış delikanlısı Yaşar şehirden kasabasına dönmektedir. Kasabanın ağası Yılanlıoğlu Yaşar’ın sevdiği kıza göz koyduğu için bu dönüşe memnun olmamış ve saf bir kasabalı maraba olan Dursun’un pusu kurarak Yaşar’ı öldürmesini planlamıştır. Ancak olaylar Yılanlıoğlu’nun istediği gibi gitmez, pusuda bekleyen Dursun’un silahı ters teper ve Yılanlıoğlu ölür. 1960 yılların en çok oynanan oyunu olan Pusuda’nın konusu birçok yazara ilham vererek köy sorunlarına eğilen kitaplar yazmalarına vesile olmuştur.
Okuma serüvenim Sarıkamış’ta halk kütüphanesi açılması ve eşini genç yaşta kaybeden ablamın kütüphaneye memur olması ile ev ve okuldan kütüphaneye taşınmış oldu. Ortaokul ikiden itibaren liseden mezun oluncaya kadar Halk Kütüphanesinde mevcut Türk ve Rus klasiklerinin önemli bir bölümünü okudum. Bu yıllarda benim okuma merakımı gören annemin amca kızının oğlu, Atatürk Üniversitesi Edebiyat bölümünden mezun Fevzi Abi bana kitap önerileri yaparak, kitap hediye ederek okuma merakıma katkıda bulundu. Lise ikide Fen bölümünü seçmem, esasen fen dersleri ve matematiğimin hep pekiyi düzeyde olması her konuda kitap, dergi, gazete ne bulursam okumama engel değildi. Okumayı ve yeni şeyler öğrenmeyi çok seviyordum. Bu sevgim hala devam etmekte. Her gün takvim yapraklarını okuyarak güne başlamak bana ayrı bir sevinç ve yaşama heyecanı verir. Her yılbaşında ailemden gelen bir alışkanlıkla günlük değişik konularda bilgiler veren koparmalı sayfaları olan Saatli Maarif Takvimi, Ülkü Takvimi, Aziz Nesin Takvimi gibi duvara asılan takvimlerden en az iki tane alırım. Bu alışveriş benim için yeni yılın en değerli ve değişmez geleneğidir. Takvim yapraklarını okurken hoşuma giden bilgi, ata sözü, şiir, önemli düşünür ve yazarların özlü sözleri veya deyimlerini not alırım. Takvim sayfalarında gün ve gece uzunluğu, günlerin ne kadar uzayıp kısaldığı, yemek listesi, o gün doğacak çocuklara isim önerileri, önemli dini ve milli günler, halen kullandığımız miladi takvimin karşılığı Hicri ve Rumi takvim yılı ve ayların isimleri, büyükannelerim, dedelerim ve ebeveynlerim eski hesapta bugün hava şöyle olacak diye ifade ettikleri geleneksel meteorolojik bilgiler yer alır. Takvimde bu eski hesap meteoroloji bilgilerini okumak aile büyüklerimi yad etmeme vesile olur. Takvim yapraklarından sonra bir gün önceki gazeteyi ayrıntısı ile okurum. Genelde biri oturma odasında diğeri yatak odamda olan iki kitap okuyarak günlük okuma hikayem devam eder gider.
Ortaokuldan mezun olduğum yıl halk kütüphanesinde okudum Bin Bir Gece Masalları’nı. Tıpkı gazetedeki tefrikalar, radyodaki arkası yarınlar gibi heyecanlı idi Bin Bir Gece Masalları. Her gün öğleden sonra kütüphaneye gidip akşam kapanma saati olan beşe kadar okuyor ertesi günü iple çekiyordum. Binbir Gece Masalları M.S 8. Yüzyılda, dünyanın önemli kültürel merkezlerinden biri; İran, Çin, Hindistan, Afrika ve Avrupa'dan gelen tüccarlar ile dolup taşan Bağdat’ta anonim halk hikayeleri olarak ortaya çıkmıştır Sözle aktarılan bu hikâyeler sonunda Bin Bir Gece Masalları olarak tek bir eserde derlenmiştir. Bin bir Gece Masallarının ana çerçevesi, Vezir'in kızı Şehrazad ile Pers Şehinşahı (şahlar şahı) Şehriyar arasında geçen ve bin bir gece süren masal anlatma yolculuğudur. Efsaneye göre Şehriyar, eşi kendisini aldatınca tüm kadınlardan intikam almaya karar verir. Her gün bir bakire kız ile evlenir ve beraber oldukları gecenin sabahı kızın kafasını vurdurur. Vezir’in kızı Şehrazad babasının tüm itirazlarına rağmen Şehriyar ile evlenmeye razı olur. Evlendikleri gece çok sevdiği kız kardeşine veda etmek için Şehriyar'dan izin ister. Bu veda esnasında kız kardeşine bir masal anlatır. Masalı yattığı yerden dinleyen Şehriyar, Şehrazad'dan kendisine de bir masal anlatmasını ister, gece yarısında Şehrazad vakit kalmadığını söyleyerek, masalın tamamlamasını ertesi güne aktarır. Diğer gece aynısını, farklı bir masal ile yapar, o bitince bir masal daha... Bu durum bin bir gece devam eder. Şehrazad, Şehriyar'ı masalları ile eğitir, erdemli ve iyi kalpli bir insan olmasını sağlar. 1001. gecede masalı kalmadığını söyler ve o sırada Şehrazad, Şehriyarı sevdiğini ve ona güvendiğini anlar. Şehrazad ölümden Şehriyar da kötü biri olmaktan kurtulur. On beş yaşımda ben, hem heyecanlı hem romantik 1001 gece süren bu aşk masalını bitirdiğimde kerevete çıkmış gibi, yani onların sevinçleri ve mutlukları ile bende sevinç ve mutlulukla dolu hissetmiştim kendimi.
Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu romanında kendisini öğretmenliğe adamış bu nedenle Anadolu’da şehir şehir dolaşan Feride öğretmen Lise yıllarında rol model olmuştu bana. İpek Çalışlar’ın deyişi ile “biyografisine sığmayan kadın” Halide Edip Adıvar’ın ünlü romanı Sinekli Bakkal’dan çok etkilenmiş ve birden fazla kez okumuştum.
Üniversiteye başladığımda okuma alışkanlığı devam etti. Doğrusu bu yıllarda aileme yazdığım mektuplar dışında herhangi bir şey yazma deneyimim olmadı, derslerde tuttuğum ve bütün arkadaşlarımın ders çalışmak için almak istedikleri ders notları dışında. Tıp Fakültesinde derslerin yoğunluğu ve benimde sınıfımı ikmale kalmadan başarı ile geçme arzum daha çok derslerime ağırlık vermeme yol açtı. Bu durum birazda ikmale kalarak yaz tatilimi Sarıkamış’ta geçirmek yerine ders çalışarak ve tatilimi bölerek geçirmek istemediğimden kaynaklanıyordu. Altı yıllık üniversite öğrenimim süresince daha çok klasik Türk, Fransız ve Rus eserlerini okudum. Sebahattin Ali’den Kürk Mantolu Madonna ve Kuyucaklı Yusuf; Yaşar Kemal’in dört ciltlik İnce Memed’i, Orhan Kemal’den Cemile ve El Kızı, Kemal Bilbaşar’dan Cemo, Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Adalet Ağaoğlu’nun Bir Düğün Gecesi ve Fikrimin İnce Gülü, Dostoyevski’den Ana, Turgenyev’den Babalar ve Oğullar, Balzac’ın Notre Dame’ın Kamburu, Victor Hugo’nun Sefiller’i, Tolstoy’dan Sulh ve Ceza, Balzac’tan Vadideki Zambak ve Emile Zola’dan Germinal, Albert Camus’un Veba’sı, Jack London’un Beyaz Dişi, John Steinbeck Gazap Üzümleri ben de iz bırakanlar. O dönemde sinema ve tiyatroya gitmek üniversite öğrencileri için olmazsa olmazlardandı. O dönemde seyrettiğim iki film, Gündüz Güzeli (Fransızca’sı Belle de Jour, başrolde Catherine Deneuve) ve Dersu Uzala (Japon Yönetmen Akiro Kurosawa’nın Oscar ödüllü filmi) beni en çok etkileyen filmler olmuştur. Hele Dersi Uzala’ daki Dersu karakteri doğaya saygısı, iyi kalpliliği ve bilgeliği ile hiç unutamadığım bir karakter olarak belleğimde yer etmiştir. Ankara’da, Ankara sanat Tiyatrosu(AST)oyunlarını seyretmek üniversite gençliğinin vazgeçilmez aktivitesi idi. Hem üniversite son sınıfta hem de mezun olduktan sonra AST da seyrettiğim başrollerinde Şener Şen’in oynadığı Zengin Mutfağı, Kerim Afşar’ın oynadığı Galileo Galilei ve Bir Ceza Avukatının Anıları, Büyük Tiyatro’da izlediğim Bertolt Brecht’in Arturo Ui’ nin Önlenebilir Yükselişi, Kent oyuncularının ve Devekuşu Kabare’nin Ankara turnesinde oynadıkları sırasıyla Vanya Dayı ve İnsanlığın Lüzumu Yok belleğimde kalanlardan.
Üniversiteden mezun olduktan sonra yıllarca okuma yazma deneyimi çoğunlukla Tıp alanında ve akademik kariyer ile ilgili olmuştur. Düzenli günlük gazete, haftalık mizah dergileri, top dışı kitap okuma alışkanlığı devam etmekle beraber zamanımın çoğunu mesleğim olan doktorlukla ilgili kitap ve makale okuma ve yazma almıştır bu yıllarda. Ahmet Ümit, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Ahmet Altan, Ayşe Kulin hemen tüm eserlerini okuduğum yazarlardı. Akademik kariyeri tamamlayıp üniversitede öğretim üyesi olarak görev yaparken tekrar depreşti tıp dışında bir şeyler yazma arzusu. Önce evden uzakta başka bir şehirde çalışmam ve kızımın yurtdışında olmasının verdiği hasret ve özlemle küçük notlar ve şiirimsi satırlar karalamaya başladım. Sonra ilk kedimiz Üzümü kaybedişin üzüntüsünü ona adadığım bir ağıt metinle dile getirdim. Üniversiteden emekli olup Ankara’ya evime döndükten sonra, bir yandan özel hastanede çalışırken bir yandan da Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) ve Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği gibi gençlerin eğitime katkı yapmayı misyon edinmiş sivil toplum örgütlerinde çalışmaya başladım. Bu dönemde Ankara Tabip Odası’nın 14 Mart Tıp Bayramı etkinlikleri kapsamında yaptığı öykü yarışması için ilk amaçlı öyküm “Kumkumun Hikayesi’ni, daha sonrada ADD’ nin düzenlediği bir öykü ve bir mekuplaşma aktivitesi için Babamın Hırsızı ve Babama Mektup'u yazdım. Bu yazılar etkinliklerde okuma dışında herhangi bir derece veya ödül kazanmadı ama ben yazma konusunda cesaretlendirdi. Sonrasında özel günler için daha çok da çocukluğum ve gençlik dönemimde yaşadıklarımla ilgili yazılar yazmaya başladım. COVID-19 pandemisi başlangıcında hastalığı geçirerek aktif doktorluğu yapmayı dondurduğum günlerden itibaren daha sistemli olarak yazıyorum. Türkiye Klinikleri tarafından oluşturulan “Akademik Akıl “ isimli üniversitelerin farklı disiplinlerinden Akademisyenlerin yazar olarak yer aldığı sitede iki yıla yakın bir süredir her ay site yöneticilerinin belirlediği konularda yada benim o ay için önemli gördüğüm günler veya olgularla ilgili yazmaya devam ediyorum.
1 note · View note
kuaza · 3 years
Link
0 notes
melih-asik · 6 years
Text
Kadere bak!..
Kadere bak, demezsiniz de ne dersiniz bu işe...
16 kişilik folklor ekibimiz Macaristan’a gidiyor... Grubun 5 üyesi dönüyor, 11 üyesi orada kalıyor. Kalanların Macaristan’a iltica başvurusu yaptığı söyleniyor.
Macar kaynakları henüz böyle bir şey yok, diyor ama...
Sözü geçen 11 kişi dört haftadır dönmemiş... İltica haberi güç kazanıyor.
Geçmişte bu tür haberleri sık duyardık...
Komünist ülkelerden Batı’ya giden gruplardaki sanatçılar veya sporcular iltica ister, geri dönmezdi. Rus baletler Nuriyev ve Barişnikov ilk akla gelen isimler.
Ünlü Macar futbolcu Ferenc Puskas İspanya’ya iltica etmişti.
Boğaz’dan geçen kimi Rus, Bulgar, Romen gemilerinin tayfaları da denize atlayıp yüzerek Türkiye’ye iltica ederdi.
Bizim basın bu haberleri “Özgürlüğü seçtiler” diye büyük puntolarla verirdi.
Şimdi bizim vatandaşlar eski komünist ülkelere kaçıyor... Kadere bak...
ZİFT
Osmanlı dönemi... Boğaz kıyısındaki yalısında oturan paşazade ayak işlerine bakan adamını çağırmış.
- Evladım demiş, kışı bitirmek üzereyiz, bahar geliyor. Şu bizim kayığın altının ziftlenmesi gerekiyor.
Adam, başüstüne demiş. Kayık ziftlenmiş. Paşazade adama sormuş:
- Kaça mal oldu bu iş bize?
- 200 altına efendim.
Paşazade, pür hiddet;
- Ne! 200 altın mı? Yahu bir kayığın ziftlenmesi bu kadar tutar mı?
Adam boynunu bükmüş:
- O arada biz de biraz ziftlendik efendim!
DEKONT
CHP, Man Adası’na gönderilen paralardan söz ediyor. AKP bunların giden değil gelen para olduğunu söylüyor. Kim haklı?
Bu tartışmanın bu kadar uzamasına gerek var mıydı?
Bütün dekontların aslı Halk Bankası’nda mevcut.. Bilgisayardan indirip kontrol etmek beş dakikalık iş...
Mülkiye Marşı...
4 Aralık’ta bizim Mülkiye’nin 158. kuruluş yıldönümü kutlandı.
Okul arkadaşlarımız düzenlenen balolarda Mülkiye Marşı’nı söylediler:
“Başka biiiir aşk istemez, aşkınla çarpar kalbimiz
Ey vataaan gözyaşların dinsin, yetiştik işte bizzz...”
Bu marşı dinlerken hatırımıza Aziz Nesin’in Sultanahmet Cezaevi anıları da gelir. O yıllarda cezaevinde 12 - 13 yaşında çocuklar azılı mahkûmlarla aynı koğuşlarda kalmaktadır. Bu çocuklara her türlü kötü huy, her türlü sapıklık aşılanmış, daha genç yaşta hayatları kaydırılmıştır. Aziz Nesin bakmış bir sabah bu kayıp çocuklar avluda marş söyleyerek sabah yürüyüşü yapıyor. Söyledikleri de Mülkiye Marşı;
“Ey vataaaan gözyaşların dinsin yetiştik işte bizzz...”
***
İktidar partisi lideri gibi konuşan
Devlet Bey ne yapmak, nereye varmak istemektedir?
AKP’ye eş başkan mı olmak istemektedir?
G.E
***
YAZIK
15 Temmuz sonrası tutuklanan oğlu Hava Harp Okulu öğrencisi Selahattin Kılıç için CHP’nin Adalet Yürüyüşü’ne de katılan baba Veysel Kılıç, Rize’nin Çayeli İlçesi Büyükköy Belde Belediyesi’nden çakıl almak istemiş. Belediye Başkanı Hamza Saruhan vermemiş:
- Senin oğlun terörist! Sen de vatan hainisin, demiş...
Veysel Kılıç’ın doktor olan kızı Zeynep Sarı da görevinden ihraç edilmiş.
Oğlu sanık diye bir babanın ve kızının uğradığı muameleye bakın.
TEOG
TEOG’un yerini alacak sistem konusunda çelişkili açıklamalardan sonra
Milli Eğitim Bakanlığı yeniden sessizliğe gömüldü. Bir türlü mantığa uygun bir sistem bulunamıyor. Çare mi?
TEOG’a yeniden dönüş...
Açıklayın şunu olsun bitsin...
7 notes · View notes
miyoppilot · 7 years
Video
Görev icabı Sofya'ya yeni taşınmış bir Türk Subayı pek arkadaşı yok müzikli bir çay bahçesinde oturuyor etrafı tanımaya çalışıyor bir yandan memleketi için diplomatik görevlerinin gerektiği davetlere açılışlara akşam yemeklerine katılıyor. 1914 yılının şubat ayında yine böyle bir davette onunla tanıştı. Adı Dimitrina'ydı. Kısaca, Miti diyorlardı. Çok güzeldi. Güzel olduğu kadar iyi eğitimli, İsviçre'de müzik eğitimi görmüş, üç lisan biliyordu. Katıldığı davetlerde herkesin odak noktası olurdu bu özellikleriyle. Türk’ün de dikkatini çekti. O gece Strauss'un “Güzel Mavi Tuna” valsi çalıyordu. Hiç tereddüt etmeden salonu ortadan ikiye kılıçla böler gibi yürüdü, yanına gitti, elini uzattı, “bana bu dansı lütfeder misiniz dedi?” Tüm salonun gözleri üstlerine çevrilmişti. Herkes onlara bakarak fısır fısır onların hakkında konuşuyorlardı. Onlar ise hiç konuşmuyor gülümseyen gözlerle birbirlerine bakarak sabaha kadar dans ettiler. İlk görüşte aşk derler ya. O gece mıknatısın iki ucu gibi birbirlerinin cazibesine kapıldılar. Buluşmaya başladılar. Borisova parkında dolaşıyorlar, buz pateni yapıyorlar, tiyatroya gidiyorlardı. Daha sonrasında buluşmaya başladılar Borisova parkında dolaşıyorlar, buz pateni yapıyorlar, tiyatroya gidiyorlardı birlikte. Başta dedik ya imkansız aşk.. Önce dedikodular başladı, sonra tatsızlıklar… Çünkü Miti’nin babası General Kovaçeva Bulgar Çarı’nın has adamlarındandı, savaş kahramanı, savunma bakanlığı da yapmıştı. Bir gece davette Çar’ın önünde dans etti Miti’yle… Ele güne meydan okudu. Hemen ardından da, evlenelim dedi. Miti düşünmedi bile, evet dedi. İki gönül bir olmuştu ama General kızı apar topar bir başkasıyla bir mühendisle nişanladı. Babasının "kızının başka bir dinin dogmalarını kabul etmeyeceği inancı ile" Dimitrina’yı Mustafa Kemal’e vermediği bildirildi. Bunun üzerine Mustafa Kemal ve Dimitrina çiftinin gizli gizli buluşmaya başladı. Bizim ki nişanı duydu, yıkıldı.. Görev süresi bitmişti, o öfkeyle topladı bavulları, İstanbula geri döndü. Halbuki Miti bir başkasıyla evlenmeyi reddetmiş, fırlatıp atmıştı parmağına zorla takılan yüzüğü… Ama Türk Subayın bundan haberi yoktu. Türk subay’ın hayatına daha sonra çok kadın girdi ama unutamadı Dimitrinayı… Hatta, seneler sonra, Ankara’da Bulgar Kooperatif Tiyatrosu’nun oyuncularıyla sohbet ederken, “gençliğimi bıraktım Sofya’da” dedi… “Bir kız sevdim ama, bana vermediler...” Dimitrina da vefatından evvel başında bekleyen kız kardeşi Olga’ya mırıldandı. “Biliyor musun?” dedi, “Rüyamda onu gördüm, galiba nihayet Mustafa Kemal’e kavuşuyorum…” İşte Bulgaria Pastanesi'nde tek başına oturup etrafı tanımaya çalışan, Mustafa Kemal'in bir gün yine pastanede otururken, Bizaat kendisinin tercüme ettiği Şair Léon Louis van Montenaken ait olan şiir La vie est bréve Un peu de réve Un peu d'amour Et puis bon jour La vie est vaine Un peu de haine Un peu d'espoir Et puis bon soir Şiir: Léon Louis van Montenaken Hayat boştur Biraz kin Biraz ümit Ve sonra allahaısmarladık Hayat kısadır Biraz hayal Biraz aşk Ve sonra allahaısmarladık Tercüme: Mustafa Kemal Atatürk “Umutsuz Bir Aşkın Öyküsü” adlı kitaptan alınmıştır. (Yazar: Liliana Seramifova) Video giflerden birleştirilmiştir.
2 notes · View notes
tugcebaran06-blog · 6 years
Video
Bulgar Roman Kızı Oynuyor !!!
0 notes