Tumgik
serkansurer · 3 years
Text
SHERLOCK HOLMES ROMAN REHBERİ
Tumblr media
Eskiden ”çakma” sıfatı büyük markaların taklitleri için kullanılırdı. Günümüzde bunu bir eserin hayranları için de kullanabiliyoruz. Nasıl Nolan’ın Batman üçlemesinden sonra çakma Batman hayranları türediyse Sherlock Holmes’un son yıllardaki dizi ve film uyarlamalarından sonra da çakma Sherlock Holmes fanları türedi. Nitekim gerçekten Sherlock Holmes’a bir yerden başlamak isteyen, yalnızca nereden başlayamayacağını bilmeyen insanlar da var -ki haklılar. Ülkemizde Sherlock Holmes kitapları kontrolden çıkmış durumda, çünkü bir sürü yayınevi eserin hakkında sahip. Oysa Sherlock Holmes külliyatı dört roman ve beş toplamadan oluşuyor aslında. Gelin ben bugün Sherlock Holmes’a başlamak isteyen okurlar için romanlardan bahsedeyim. Toplalamar da başka bir yazının konusu olsun.
1-) A Study in Scarlet (1887): Türkçeye Kızıl Soruşturma olarak çevrildi. İlk Sherlock Holmes romanı, aynı zamanda ilk yazılı Sherlock Holmes eseri. Kitap için büyük usta Arthur Conan Doyle’un ”ısınma turu” diyebiliriz. Çünkü çok yalın yazılmış bir kitap. Yine de başka bir yazar için gayet zekice bir iş sayılabilir. Başlangıçlar güzeldir, o yüzden bu kitap da güzel. Kızıl Soruşturma’da hem Sherlock Holmes’un Dr. Watson’la nasıl arkadaş olduğunu görüyoruz, hem de Mormon’ların kolonisinin dönemine gidiyoruz. Kitapta iki hikaye var, Doyle bizi İngiltere’den alıp Amerika’ya götürüyor bir yerde.
2-) The Sign of the Four (1890): Türkçeye Dörtlerin İmzası olarak çevrildi, ben olsam Dörtlerin Yemini olarak çevirirdim. Neyse, bu kitap en iyi olmasa da en ”seri” Sherlock Holmes romanı! Özellikle sonlara doğru elinizden bırakamıyorsunuz. Çoğu Sherlock Homes romanında olduğu gibi bu da bir intikam hikayesi üzerine kurulu.
3-) The Hound of Baskervilles (1901): Türkçeye Baskerviller’in Tazısı olarak çevrildi. Hangi Sherlock Holmes fanına sorarsanız sorun, size bu kitabın dört kitap içindeki en iyi kitap olduğunu söyleyecektir. Tam bir klasik! Kitapta Sherlock Holmes’un eşsiz dehasına bir kez daha tanık oluyoruz. Bol bol gerilmeye ve şaşırmaya hazır olun!
4-) The Valley of Fear (1914): Korku Vadisi. Her ne kadar kitaptaki olayların arkasında Holmes’un can düşmanı Moriarty olsa da bu, romanı kurtarmaya yetmiyor. En az sevdiğim Sherlock Holmes romanı. Korku Vadisi’nde, Kızıl Soruşturma’da olduğu gibi iki hikaye var. Bu sefer, Vandallar’ın terör saldığı döneme gidiyoruz. Doyle bizi yine İngiltere’den alıp Amerika’ya götürüyor ve bu adamın aynı zamanda Amerika’ya ne kadar hakim olduğuna tekrardan hayran kalıyoruz!
Hangi Yayınevi?
Dediğim gibi Sherlock Holmes ülkemizde profesyonellikten çok uzak basılıyor. Öyle yayınevleri var ki kitabın kapağına Londra Köprüsü koyunca Sherlock Holmes basabilceklerini zannediyorlar. İçine de rastgele seçtikleri Sherlock Holmes öykülerini koydular mı tamamdır! Lütfen bu üçkağıtçılara para kazandırmayın!
Romanlar için Bilge Karınca’yı tercih edebilirsiniz. Kitaplarını hem doğru bir çeviri, hem de Sidney Paget’in (Sherlock Holmes’un öykülerini çizime döken bir çizer) bir illüstrasyonuyla basıyorlar. Bu da onları ülkedeki en ideal yayınevi yapıyor Sherlock Holmes için
0 notes
serkansurer · 3 years
Text
ESKİ STAR WARS GİBİ
Tumblr media
Güç komple bu dizinin yanında!
George Lucas büyük markası Star Wars’u Disney’e sattığında eski Star Wars hayranları Lucas’a çok kızmıştı. Bense Star Wars’un nihayet Lucas’ın tozlu raflarından çıkacak olmasından dolayı mutluydum. Çünkü Star Wars kültürel bir mirastı ve gelecek kuşaklar için devam etmeliydi. Hala da aynı şeyi savunuyorum!
Rian Johnson denen vasat yönetmen The Last Jedi ile yeni üçlemeyi bitirmiş olabilir; ama Star Wars sadece üçleme olmadı hiçbir zaman. Eğer Disney Star Wars’u satın almasaydı bir baş yapıt olduğunu düşündüğüm Rebels‘ı izleyemezdik. Ya da Rogue One gibi müthiş bir prequel hiç olmazdı. Star Wars hiçbir zaman bir şirketin ürünü olmadı. Bu yüzden iyi bir hikayesi olan herkes bir şansı hak ediyor.
Jon Favreau’unki de bu hesap. Kendisinin bir Star Wars dizisi çekeceğini ilk okuduğumda tebessüm etmiştim. Sonuçta nasıl çoğu aktör için James Bond olmak bir hayalse çoğu yönetmen için de bir Star Wars filmi / dizisi çekmek öyledir. Favreau da şimdi çocukluk hayalini gerçekleştiriyor. Hem de bunu kendine yakışır bir kalitede yapıyor!
The Mandalorian‘ı ilk  bölümünü izlediğimde Star Wars’a dair özlediğim her şey oradaydı: Western havası, sade bir hikaye, dostluk ve gizem! Ben ve benim gibi pek çok kişi zaten ilk bölümden bunlara tav olmuşken Favreau bir de Yoda’nın türünden bir bebek ortaya çıkardı ve diziye olan sevgimiz iyice arttı! (Çen büyüyünce Jedi Master mı olcan!) Esrarengiz Mandalorian ile bebek Yoda’nın yolcuğu başlayınca dizinin havası yine bir Western klasiği olan True Grit‘e dönüştü benim için.
Tabii bu tip bilim kurgu / macera dizilerinde hikaye kadar özel efektler de önemlidir. The Mandalorian da bu noktada bir Disney dizisi olmanın avantajlarını sonuna kadar kullanıyor! Sadece özel efektlere değil mekanlara da çok emek harcanıyor bu dizide! Her bölüm adeta bir kısa film tadında!
Kısacası, eğer Star Wars’u seviyorsanız bu diziyi de seveceksiniz. Hele bir de dizideki göndermeleri anlayacak kadar Star Wars külliyatına hakimseniz dizi sizin için çok daha zevkli bir hale gelecektir. Favreau’nun yine kendine yaraşır bir iş çıkardığı ortada! 2. sezonda çok önemli karakterleri göreceğimiz söyleniyor. The Mandalorian old-school bir Star Wars hikayesi; ama aynı zamanda daha fazlası! Güç komple bu dizinin yanında!
Yazar Puanı: 9/10
0 notes
serkansurer · 3 years
Text
RUH DOLU BİR FİLM
Tumblr media
Film bittiğinde ise herkes alması gereken mesajı alıyor.
Disney Pixar’ı yıllar önce satın almış olsa da Pixar filmlerinin yeri hala apayrı. Animasyon filmleri çok severim, ama hiçbirini bir Pixar filmini beklediğim gibi beklemem! Her zaman da beklediğime değerler. Pixar filmleri benim için kalbi olan filmlerdir. Soul için de ”ruhu olan” bir film diyelim. Bu film ilk duyurulduğu andan itibaren değişik bir film olacağı belliydi, ancak ben bu kadarını beklemiyordum! Soul Pixar’ın yıllardır yaptığı en yaratıcı film!
Her şeyden önce bu filmin merkezinde zenci kültürü var. Hikaye tıpkı bir Spike Lee filmi gibi samimi bir zenci mahallesinde geçiyor. Bu Pixar için çok cesur bir adım. Bir caz müzisyeninin başrolde olması da keza öyle. Bunların üstüne bir de ölüm teması işlenince insan bu filminin tonunun Pixar’ın filmografisindeki diğer filmlere göre daha karanlık olmasını bekliyor, ama öyle değil. Hatta Coco bile daha ”karanlıktı” diyebiliriz. Gelgelelim Soul çocuklar için filmi adeta ikiye bölüyor. Yetişkinlere hayatımızı nasıl geçirdiğimizi sorgulatırken, çocukları ”The Great Before” denen ilginç karakterler ve yerlerin olduğu yerde eğlenceli bir yolculuğa çıkarıyor. Film bittiğinde ise herkes alması gereken mesajı alıyor.
Filmin anlattığı bir başka şey de; ihtiyacı olanlara ilham vermemizin ne kadar önemli olduğu. Sizin için küçük görünen bir şey, başka birinin hayattaki amacı olabilir. Film burada da insanlara yardım edeyim derken onları hakir görmememiz gerektiğini öğütlüyor bizlere. Filmdeki bütün hikaye – karakterler dahil – çok minimalist, çünkü hepsi hayatın içinden. Bir de olmayanlar var tabii.
Amerika’da bu tip filmlerin seslendirmesine çok önem verilir. Disney Joe Gardner için Jamie Foxx’u seçtiğinde kesinlikle bir bildiği varmış, çünkü Foxx harika bir iş çıkarıyor! Tina Fey de keza çok başarılı. Ancak benim bahsetmek istediğim asıl isim Jon Batiste! Bu filmde caz çok önemliyse ve hatta filmin ismi bile zekice buradan geliyorsa filmdeki harika caz parçalarını besteleyen adamı es geçmek olmaz! Kendisi hepimize ulaşmayı başarıyor.
Uzun lafın kısası diyeceğim, ama bu kasıtlı olarak şimdiye kadarki en kısa incelemem oldu. Bu filmin kimse için heyacanını kaçırmak istemiyorum. Soul bana göre Pixar’ın Wall-E‘den beri yaptığı en yaratıcı, en ilham verici film! Aynı zamanda en sade olanı. İçinde herkes için bir şey olan bir film. Hayattaki küçük anların değerini daha çok bilmemiz dileğiyle.
YAZAR PUANI: 10 /10
1 note · View note