Tumgik
serco · 4 years
Text
Renksiz Bir Gece
Gri kıyafetlerini çıkardı, saate baktı, 02.15. Gecenin karanlığına keskin gözleriyle bir bakış attıktan sonra kırmızı dudakları “Hep aynı renksiz bir gece” dedi. Sokak lambalarından biri o sırada yanıp sönmeye başladı, aldırış etmedi. Nitekim geceleri dışarıda olmak, onun için dertlerini hatırladığı insanlara “Artık konuşmak istemiyorum” cümlesini hatırlatıyordu, zaman zaman siyaha bürünen zaman zaman aydınlığın simgesi olan beyaz zihnine. Bir bar taburesiydi aradığı diğer türlüsü ağzı ağır içki kokan, tanımak istemediği terli erkekler demekti, hem barmen çok soru da sormazdı, tek sorusu “Ne içersin?” olurdu hem bu durum ona daha anlamlı geliyordu nedeni ise cevaplar, sorular gibi benzerdi “Aynısından.” Kimi zaman tüm gözler onun üzerinde olmalıydı kimi zaman ise sığındığı çatırtı sesler çıkaran ahşap evinde dinlendirmek isterdi, rimeli akmış gözlerini. Yine o günlerden biriydi hem yorgundu, hem de bir anlam arıyordu. Sahi ne yapabilirdi ki? Hindistan’a gidip yeni bir yaşam mı kursaydı? Ya da gerekliliklerden bir sefer olsun vaz mı geçseydi? O her zaman birilerinin dillerini susturarak, kimi zaman kanatarak ulaştı amacına. Belirsizlik olarak tanımladığı geleceğe, ayrı bir ev, geceleri karanlıktan korktuğu için açık bir ışık, istediği saatte uzun köpüklü bir banyo, kimi zaman da şok etkisi yaratacak altında dakikalarca ağladığı buz gibi bir duş, bırakabildi. Bugün ise bir farklılık oldu onun için soğuk yağmur damlalarının altında kıyafetleriyle yakalandı gözyaşlarına, hiç acele etmedi, sokağın ortasına geçti etrafında döndü ve ilk defa gözlerini dikmiş yaratıkları –insanları- önemsememeye başladığı inancına vardı.
Onun yaşamı maskelerin ardındakileri merak etmekle geçti. Kimisine maskelerini kullanmadan el uzattı, kimisi için ise hiç indirmedi. Hem ağırdı. Herkesin taktığı plastik ve arkadan lastikle bağlanan maskelere sahip değildi. Lastiklerini kendisi koparmadı, birileri kesmiş olacak ki yerine yenisini takmayı düşünmedi, yeni bir maske aldı, demirden. Ardını görmek isteyenler ağır kesici aletlerle indirmeye çalıştı maskeyi halbuki o şifrenin önemsenmekten ibaret olduğunu biliyordu. Damlalardan kurtuldu artık eve geldi. Islak saçlarıyla yatağına uzandı, aynı keskin bakış, ne yaparsa yapsın çıkmayan, susmaktan pütürleşmiş kalıcı ruj aynı şeyi fısıldadı yanıp sönmekte olan sokak lambasına “Renksiz bir gece.” Işık söndü, “Sonunda sen de tükendin.” dedi. “Eveeett bisse renksiss gece derseniss, söneriss.” diye bir fısıltı geldi kulağına, bir hışımla arkasını döndü, kimse yoktu, çatırtılar iyice zihnini bulandırdı, yoldan geçen bir kedinin geceyi yaran sesi kalp atışlarını hiç bu kadar hızlandırmamıştı. Tekrar pencereye doğru yöneldi, sokak lambası karanlığı içine çekiyordu, tekrar nemli yatağına uzandı ve dış ses konuştu:
-İyice delirdim!
On saniye kadar hiçbir şey duymadı, tiz bir ses kulaklarında yankılanıyordu. Yatağında tepinmeye başladı, bir sağa bir sola dönüyor, dizlerini kontrol edemiyordu. Duvarları daha sert yumrukladı ses duymuyordu, elleri soyuldu “Sağır oldum” dedi. Duymadı. Tekrar pencerenin önüne koştu, sokak lambası yanıp sönüyordu, çığlık attı, sesini duydu. Tek uğraşı atletinin içindeki beyaz kılları yolmak olan, karşı apartmanda sarı loş ışıkta oturup spor haberlerinin karşısında uyuklayan ve 50’li yaşların başında olan Leo’nun da dikkatini çekti. Kimseyi görmedi, perdeyi çekti. Tekrar duyduğuna inanamıyordu saate baktı, 02.38. Her zaman gittiği bara gitmeye karar verdi, bir an önce buradan çıkmalıydı artık. Peki ya lambayı nasıl atlatacaktı? Zaman zaman içine çekmek istediği iki üç dumanı dışarı vermek için kullandığı ve güvercin pislikleriyle dolu arka balkonundan atlamayı düşündü, peki ya eve nasıl girecekti? Sabaha kadar dışarıda olmaya karar verdi hem Robert onunla otururdu. İhtiyacı olan tek şey latin müzikleri eşliğinde tek başına dans etmek, nemli saçlarını savurarak güne merhaba demekti.
Oxford’un Alfreed Sokağına attı kendini. Oradaki sokak lambaları geceyi aydınlatmıyordu. Bir an önce Robert’ı görmek istiyor, onun o alışık olduğu sorularının peşine düştüğünü fark ediyordu. Bir yandan da onda bir farklılık görmek istiyor, bir nevi ilk kez rutini kırmak istiyordu. Acaba onu bu denli görmek istemesinin sebebi neydi? Kendisi gibi olduğunu düşündüğü için miydi, yoksa başka sebepler mi buna neden oluyordu, emin olamadı. Durdu. Oxford şehri çoktan uyuyor, rüyalarını hatırlamak üzere olan insanların nefes seslerini duyduğu kanısına varıyordu. Her nedense daha iyi duyabildiğini, rüzgarın bile ona zaman zaman ulaşmak için çaba sarfettiğini hissetti. Alfreed Sokağının sonuna geldi, saatine baktı, 03.12. El ele tutuşan iki kadını gördü, gülümsedi aklına ön yargıya sahip olmayan aydınlık zihni geldi ardından karanlık tarafa geçti zorla evlendirilen kadınlar, öldürülen lezbiyen sevgililer… Hem bir şey yapmalıydı, konu erkeklerin yaptıkları karşısında kayıtsız kalmak değildi, bir nevi adalet arıyordu, hem bu adalet birinden kendisinin yapamayacağı bir şeyi istemek olmamalıydı. Bir yandan da sokak lambalarını dikkatlice süzüyor, yanıp sönen bir lamba görmemek için adeta yarasa sürüsünden korkuyormuşçasına saklanmaya çalışıyordu. Kendisini bir şekilde The Bear Tavern barına attı, Robert kendisini hemen fark etti, hem zaten bu saatlerde bu şehrin barlarında pek insan göremezdiniz. Eliyle buyur işareti yaptıktan sonra her barmenin yaptığı gibi duruladığı bezi geniş omuzlarına attı.
 Robert: Ne içersin? (ilgisiz bir ifadeyle)
Rojo: Aynısından. (umursamaz bir tavır takınmak istercesine)
Robert, her seferinde aynı cevabı almanın derinliğinde yatan bir nesnenin varlığından haberdardı, nitekim ne zaman o kuyunun içerisine ışık tutsa orada bir şeyin canlanmak üzere olduğunu görüyor, kimi zaman da nesneye dair bir iz bulamıyordu. Robert tezgahın altında buzun içerisinde soğuk damlalara bulanmış bordeaux marka şarabını çıkardı:
Robert: Bugün sana kadeh yok. Nasılsa hepsini içiyorsun.
Rojo: Haklısın bence de (Böyle bir cümle beklemiyor, tam aksine onunla var olan paslanmış zincirlerinden birini değiştirmek istercesine bir hareket bekliyordu).
Rojo: Sen neler yapıyorsun?
Robert: Neyi?
Rojo: Yani hayatta. Barmenlik dışında…
Robert: Ne diyeceğim, şu kadehi sen alsan.
Rojo: Neden? (Bozulmadığını fark ettirmemeye çalışan bir ifadeyle)
Robert: Kadeh sende kalınca çok soru sormuyorsun da ondan.
Rojo: Anladım (Robert’ın da onunla konuşmak istediğini hissetti bir an nefesi ona böyle hissettiriyordu).
Robert: Sana bir şey sor… (BAM!)
Robert cümlesini tamamlayamadan içeriye 5 fötr şapkalı adam çoktan girmişti, etrafı kısa süreliğine kolaçan ettikten sonra uzun pardösülerinin altında gizledikleri tüfekleri ortaya çıkarmaları uzun sürmedi. Öndekilerden biri tüfeği havaya kaldırıp tetiğe çoktan basmıştı. O sırada ortaya çıkan bir kaçışmanın yarattığı toz havada süzülüyor, ışıkların yarattığı etkiyle sanki oradan geçen ışınlanıp kurtulacakmış gibi bir izlenim yaratıyordu. Robert, Rojo’nun omuzlarından tuttu ve onu bar tezgahının arkasına çekmeyi başardı.
Rojo: Kim bunlar?!
Robert: Barın sahibi için geldiler. Sessiz ol.
 Rojo’nun iç sesi konuşur:
-Şimdi tam zamanı değil mi, bir şeyleri düzeltmenin Rojo? Şimdiye kadar bazı durumların yolunda gitmediğini ikimiz de biliyoruz aziz dostum. Sus! Devam et Rojo. İlk kez ona hak veriyorum, Rojo. İkimiz de aynı noktadayız, gün geçtikçe ağır maskenin ardında mimiklerini kontrol edemeyen, hareket edemeyen bir mahluka dönüştün. Hadi fısılda cümleyi biliyorsun... Hayıııır!!!! Eveeett!!!! Beni daha fazla zorlama! Bırak ışıklar yardım etsin, karanlığını aydınlatsın! Ama seni kaybedeceğim? Evet, söyle cümleyi!
Bu sırada fötr şapka takan adamlardan biri şunları söylüyordu:
-Robeeeeeeertttt hadi ortaya çık, seni her gün aynı yırtık tişörtü giyen sünepe! Hadi ama! Bana patronunu getir. Sürekli aynı Amerikan filmlerini oynamayalım, sıkılmadık mı?
İç ses bitti, Robert tam o sırada cevap verecekti ki Rojo onun tişörtünün yırtık tarafını iyice genişletti. Eliyle sus işareti yaptı. Robert o sırada Rojo’nun elinde kendisini görebilecek kadar saf bir bıçak gördü.
Rojo: Renksiz bir gece…
Barın içi zifiri karanlığa kavuşuyor ve bir makinistin tünelden geçmek üzere hissettiği belirsiz bir siyaha bürünüyordu. Şapkalılar şoka girmiş halde oldukları yerde donuyor ve zaman ise onlar için oldukça yavaş akıyordu. Ancak ne onlar zamanın ilerleyişinin farkındaydı ne de Rojo kendisine fısıldayacak uğultunun yaklaşmakta olduğunun bilincindeydi.
Işıklar söner, zaman Rojo için yavaştır, görünmez tek bir ışık kütlesi Rojo’nun zihninde:
-Merhaba sönmess ışıkların temsssiliiii, görünmesslerin görünmessiii aydınlık taraf… Konuşma! Suss! Bırakınıss kendinissi! Zihninin derinliklerini yokla sissii buradan çıkaracak harita orada….  
5 saniye sonra…
Robert var olan sessizliğe anlam veremedi başını kaldıracak vakit bulamıyordu, hem Rojo neredeydi! Bardaki diğer insanların da sessizliğine anlam veremiyordu. Başını hafifçe tezgahtan yukarı doğru kaldırdı yerde yatan 5 fötr şapkanın altından süzülen kanları gördü. Ellerini kocaman açılan ağzına götürdü, ayağa kalktı diğer insanları da göremedi. Rojo’yu aramak için tezgahtan sıyrıldı, bulamadı…
5 saniye önce…
Duyamassınıss karanlıkta görürssünüss onlar sissi göremesss sönmez ışıkların yücessssiii. Yavaşşşş hareket etmezssiniss ışık hıssında ilerlersssiniss, unutamassınıss, geç hatırlarssınıss.
Rojo’nun gözleri parladı, başka biri tarafından yönetiliyor gibiydi sanki birisi onu bir silahın ucuna koymuştu da ateşlemiş gibi hareket ediyordu. Fötrlü yüzlere bıçak darbeleri indirdi bardakileri kollarından tuttu ve evlerine götürdü.
Rojo yatağına uzanmış bir halde saatlerce uyumuşçasına uyandı ve uyuyakaldığını düşündü, doğruldu, saate baktı, 04.15. Bir an bir boşluk hissi yaşadığını fark etti ve son 3 saat sanki zihninden silinmiş gibiydi pencereden dışarıya baktı “Hep aynı renksiz bir gece.” Bir aracın uzun farlarını açan ışığa benzer bir görüntü ve duyarlılık zihnini kapladı, yaptıklarını sokak lambalarının gözünden gördü, yere yığıldı, bayıldı. Uyandı, ayağa kalktı başı ağrıyordu hem bu zihnindeki aydınlık da neyin nesiydi? “Neler oluyor?” diyerek odanın içerisinde volta atmaya başladı, saate baktı, 18.42. Sokak lambaları yandı:
-Merhaba sönmess ışıkların temssiliiii, görünmesslerin görünmessiii aydınlık taraf… Sissiinnn haritanıss temssiliniiss. Adaletin tanrıçassıııı Themis’imiss.
Rojo 3 sokak ötede bir kadının eşi tarafından dövülmekte olduğunu ve 5 sokak ileride bir kadının adamın cüzdanını çaldığını gördü. 13 sokak geride bir çocuğun ailesini bulamadığı için çığlık seslerine tanık oldu, 21 sokak geride ise bir taksi şoförü tabancayla tehdit ediliyordu…
Rojo yatağına uzanmış bir halde saatlerce uyumuşçasına uyandı ve uyuyakaldığını düşündü, doğruldu saate baktı, 04.16. Bayıldı. Saate baktı, 18.43. Sokak lambaları yandı.
-Merhaba adaletin tanrıçassıııı Themis’imiss…
1 note · View note
serco · 4 years
Text
Kırmızı Ferrarisi Olan Kadın
Gidiş yolu,
saçları ve düşünceleri rüzgarda savrulan
ikinci bardağının ortasına bakakalan
kadın.
Açık bir gökyüzü,
kapalı zihinler.
Göbeği açık bir bluz,
siyah bir pantolon,
yuvarlak gözlükler.
Dönüş yolu,
akmış rimeller,
yolunu şaşırmış kılcal damarlar.
Kırmızı ışık,
kızarmış dudaklar…
yeşil ışık,
saçları ve düşünceleri rüzgarda savrulan
dudaklarıma bakakalan,
kırmızı ferrarisiyle
evimde
saçlarıyla ağzına maske ören
kadın.
Artık
araba tozlu
düşünceleri toplu,
düşüncelerim dağınık.
0 notes
serco · 6 years
Text
Gizli Mutsuzluk
Sarılıp uyuduğu mutluluk, dün gece çoktan terk etti onu. Saçlarında, kaşlarında ve gözlerinde mutluluğun bıraktığı gölgeleri görebilirdiniz. Mutluluk her gece uyurken onu sarıyor, vücudunun tüm yerlerinde izler bırakıyordu. Bu bir tür anestezinin, şişenin dibindeki acımsı tadın ve sigaranın uyuşturucu etkisinin sorgulayıcı tarafıydı. Mutluluk, uyandıktan hemen sonra çift kişilik yatağındaki boş tarafı temsil eden görünmez bir eşin temsiliydi. Çalar saatini her daim sırtında unutur, görmesi için dönmek zorunda kaldığında mutluluk ona görünmemek için yorganın altına saklanırdı. Mutluluğu kolaçan eden bir algoritmaya sahip değildi, onu ararken hiçbir zaman yorganın altında olabileceğini düşünmüyordu. Tek derdi kaybettiği mutluluğun öznesini bulmaktı. Bu adam mutluluğun resmini yapmaya çalıştı, ancak hiçbir zaman başarılı olamadı. Derdin lezzetli kısmıyla besleniyor, sırtında barındırdığı sahte kırmızı rujlar onu uyuşturuyordu.
Kırmızı rujlu kadın uyandığında dudaklarının yorulduğunu fark etti hem çoğunlukla makyajını temizlemeden uyumazdı. Aynadaki yansımasını gördüğünde pütürleşen dudaklarına dikkatle baktı, bunun bir tür çatışmanın sonucu olduğu kanısına vardı. Zihnini yokladı bir kahvaltı kokusuydu aradığı, hem dudaklarını yormayan hem de kulaklarında işiteceği yüksek sesin tesiri altında kalmadığı bir rüyaya uyanmak istiyordu. İki ayrı hayatın iki ayrı duygunun birleşiminde yoruluyorlardı. Birisi sırtındaki ağır yükünü taşıdığı kırmızı rujları çıkarmak için duşun altında dakikalarca aynı noktada takılıyor, bir diğeri ise aynada kendisini tanımaya çalışıyordu. Nitekim arayışlar, arayışları kovalarken saatler hızla akıyordu vücutlarından. Hangisi farkındaydı ki zamanın ehemmiyetinin, riyakarlığının?
En iyisi rüyada kalabilmekti, zamanın belirsizliği, buğulu bir mekanın yarattığı yorumlanamayan tasviri, belki de başka bir hayvanın gözlerinden izlenen hayatın ağır mavisi. Mutluluğun içerisinde mutsuzluğu arayanların ve yollar bitmediği için serzenişte bulunanların hikayesiydi bu. Dümdüz gitmektense farklı bir patikaya sapmak, orada vakit geçirmek ve kendini doğaya bırakmanın güzelliğini fark etmekti. Esas yaşam, geceleri makyajıyla uyuyan kadının sabahı düşünerek duyduğu kaygı yerine “Bugün de bu halde uyuyacağım.”  diyebilmesinden ibaretti. Soğuk duş altında “Biz ne olacağız.” diyen adamın hikayesi de tam burada başlıyordu. Nitekim yollar onun için beyaz şeritlerden ibaretti, direksiyonu kırıp toprak yola giremeyen adamın kıyamadığı arabasıyla uyuması gerekiyordu horlamasına eşlik eden öğleden sonraları yaptığı şekerlemelerde. Oysa pek fazla kullanmadığı sağ ayna tarafında oturan kadının yüzüne bir kez olsun baksaydı, muhtemelen onun yolun ardında görmek isteyen gözlerine tanık olacaktı. Hem o gözler ona birçok cümleyi kuruyordu ancak bu zaman zaman farkına vardığın kaçamak bakışlardan uzaklaşmaya benziyordu. Nitekim tek bir boyun hareketi bile birçok mevzuyu anlatmaya yeterdi. Artık duş bitti, rujlar silindi. Her ikisi de alışagelmiş cümlelerden birini ancak henüz yeni kabuk bağlamış yaralarını oyarcasına ve sıradan olmayan bir tebessümle birbirlerine:
-“Günaydın” dediler.
Ve maskelerini taktılar. Hem cinsiyete ne gerek vardı. Siyah kıyafetler, aynı ses tonu ve aynı topuk sesleri. Tak tak tak tak tak… İki fincana aynı suda kaynatılmış üzerine biraz toz serpilmiş zifti yudumlarken maske konuştu:
-Ben bu akşam gelmeyeceğim (kendinden emin bir ifadeyle).
-Neden?! Yine ona gideceksin değil mi? Sonra birileri gelip bana sizi anlatacak!
-Sen de oyununa devam edeceksin (alaycı bir ifadeyle).
-Benim için ne kadar zor olduğunu biliyorsun!
-Ne de olsa başkalarının yanındayken ellerimi kavramayı biliyorsun!
3 saniye… Masanın örtüsü yavaş yavaş havalanmaya, ağzına kadar doldurulmuş siyah zeytinlerden bir tanesinin yuvarlanmak üzere olduğuna, ziftin bembeyaz duvarın üzerinde ünlü fırçanın imzasını atmasına ve çatalların yerçekimine direnmeye güçlerinin olmadığı ana tanıklık etti bu dört duvar.
Artık duş başladı, rujlar sürüldü, maskeler çıkarıldı. İkisi de kim olduğunu bilemeden sese adım attılar. İkisi de birbirlerine dört duvar arasında bıraktıkları manzaranın zihinlerindeki temsilleriyle:
-“Akşam görüşürüz.” dediler.
                                                                                                        Sercan Akhanlı
0 notes
serco · 7 years
Text
Bilmem Ki
Yaşam sonu gelmeyen dizginleri eline alıyordu, ihtiyatlı davranma zorunluluğu karmaşıklığı beraberinde getiriyor, kin tutma ihtiyacı yerini iyiliğe bıraktığında aşılamayan duvarları yükseltiyordu. Anlamlandırma çabası tüm hücrelerini öldürüyordu Samet’in, bir amaç edinmek istiyordu, bir kıvılcımın peşinden koşmaya çalışırken yanarak can çekişiyor olmanın farkındalığında küllerinden doğamıyordu. Küllerin bir temizlikçi tarafından temizlendiği deneyimini birçok kez yaşamıştı. Başladı Samet, anlattı:
-Sizler pek çok kez acı çekerken ben acı çekmenin nedenlerini sorguluyordum, siz birçok kez devrilirken ben ayakta durmak üzere enerjimi toplamaya çalışıyor, insanların riyakarlığını sorguluyordum. Siz hiçbir zaman fedakarlığın, her şeye susmanın erdem olabileceğini anlayamayacaksınız. Çünkü siz mahluklar size ancak bu olgular sunulmadığında bunun farkına varacak, eksikliğini hissettiğinizde de nasıl davranacağınızı bilemeyen karaya vurmuş bir balık gibi çırpınacaksınız. Eh ben de sizlerden farksız sayılmam, ben de sizin göster(e)mediğiniz illüzyonunuzla boğuşurken kendimi tüketiyorum. Ya sizler gibi olacağım.... Hayır! Hiç kolay olmaz, ya da sizlere pek bulaşmayacağım ve sorgulamayacağım... Hayır! Elimde değil. Bu aralar “Hayır” demeyi alışkanlık haline getirmek gerekiyor en niyahetinde. Zira diğer türlüsü kodlanmış bir robotun her mevzuyu sindirerek kabul edeceği birçok yolun döngüsünden geçiyor. 
Samet sözlerine devam ederken birçok düşüncenin tesiri altında kalıyor, zihnimin başka yönlere gitmesini engellemeye çalışıyordum. Onu dinlemek oldukça yorucu ve enerji isteyen bir eylemdi. Samet devam etti:
-Sizlere bahşedilen asfalt bir yol var ve siz hatta kimi zaman -ben Samet olarak da- o yolu tercih etmek durumunda kalıyorum. Patikaya sapmaktan korkarak, yolun bozukluğundan çekinerek birçok güzelliği kaçırıyorum. Nitekim sınırlandırılmışlık beni yaşaması zor bir hapishane ortamında yakınlarına “Ben çok iyiyim, siz beni düşünmeyin.” demeye benziyor. Şimdi ben sana iyiyim dersem sen buna inanır mısın? Neye göre iyisin neye göre kötüsün...
Samet, akıcı konuşmasını sürdürürken zaman zaman önündeki bitmiş sigara paketiyle oynuyor, kafasını sürekli olarak barın girişindeki kapıya çeviriyordu. İster istemez “Acaba oradan tanıdık biri bu tarafa doğru geliyor mu?” düşüncesine hakim oluyor, başımı o yöne çeviriyordum. O, ya birisini bekliyordu ya da buradan bir an önce sığındığı yalnız yaşamaya alıştığı evine dönmek istiyordu. Samet duraksadıktan sonra bana baktı, söyleyecek bir sözüm olmadığını anlayınca devam etti:
-Bilemiyorum Altan, yaşam bizleri etkisi altına almış ağır bir battaniye gibi üzerimizi örtüyor, üşümüyoruz belki ama sıcaktan da bunalmış gibi oluyoruz. Kısacası ne istediğimizi, neyi sevdiğimizi hatta nasıl sevmemiz gerektiğini bilmiyoruz. Elbette her olgu bir gereklilik üzerine kurulmamalı. Şimdi anladım... Belki de birçok insan gerekliliklere hapsolmaktan yaşamını tüketiyor. Doğal olarak, ben gereklilikleri yerine getirmeden yaşamak isterken, bunun tersi tutuma sahip olanlar, ben hapisteymişim hissine kapılmama neden oluyordur. Her olay için bir planımız var ve bu planlar işlemediği zaman öfkeleniyor ve karşımızda bize söz söylemeyeceğini bildiğimiz yakınımıza patlıyoruz. Bu genellikle 1. dereceden yakınlarımızı kapsıyor, onlara püskürtemediğimiz meseleleri bizim için bunu temsil eden bir kimse için kullanıyoruz. Anlaşılan saf olana erişmek, kimyasal bir madde için genel geçer bir yapıdan ibaret olmalı hem bir de şu... 
-Samet, lafını bölüyorum ama 541′in son saati gelmek üzere otobüsü kaçırabiliriz, kalkmamız lazım.
Ankara’nın en soğuk günlerinden birinde eve dönerken Samet hiç konuşmadı, yol boyunca sessizliğini korudu. Otobüsten inmek üzereyken alkolün etkisinden kurtulduğumu fark ettim, aynı duraktan ineceğimizi beklediğim Samet bir anda yok olmuştu. Uyuyakalmadığıma emindim, iner inmez aklıma Samet diye bir arkadaşım olmadığı fikri geldi. Belli ki Samet dediğim karakter beni bu yaşıma kadar sabırla dinleyen yakın arkadaşım iç sesimden başkası değildi...
Sercan Akhanlı
0 notes
serco · 7 years
Text
BİR
O, nereye gideceğini bilmiyordu ve anlatmaya başladı:
“Attığım her adım, doğaya karışmakta olan kurumuş yaprakların çıkardığı çıtırtı sesine benziyordu. Zihnimden geçen düşünceler onu ele veriyor gibiydi. Yalnız yürürken zihnimin, yüz ifademde yarattığı tebessüm gülüncüme gidiyordu zira beni kimse görüyor değildi. Bu bir tür düşüncelerimde boğduğum, son nefesine kadar kurtulmak için beklediğim resmi temsil etmiyor, tam aksine bu düşüncelerin kendisini boğmasına izin veriyordum. Görünenin gerçeklikle bir ilişkisi olmadığını biliyor, sahte gülümsemelerin ardında yatan gizi bulmak için fazlasıyla çabalıyordum. Bu tırmanış beni yoruyor, göz kapaklarımı dahi kaldırmakta zorlanıyordum. Nitekim bana “Nereye gidiyorsun?” sorusuna verdiğim cevaplar, sessizlikten ibaretti. İnsanların yüzüne tebessüm etmeden bakıyordum, ancak görmüyordum. Hem görüp de ne yapacaktım? Bazı mevzuları anlamak için insanların yüzlerine bakmaya gerek yoktur. Zamanın geldiğini ve artık gitmem gerektiğini de biliyordum. Tek bilmediğim bunu nasıl yapacağımı deneyimlememekten geçiyordu.”
O, labirentin duvarlarında bıraktığı parmak izlerinden bahsediyordu. Çıkışın tek bir kapıdan ibaret olduğunu düşünmek, karamsarlık kıyısında yürüyen ayak kalıplarınızın, kumsalda sonsuza kadar kalıcı olmasını beklemek kadar zordur. Önemli olan, labirentin giriş kapısını gösteren kararların, aynı zamanda çıkış kapısı olabileceğini düşünmektir. Kapıyı her zaman birilerinin açmasını beklemek kolaycılık ve bencillik olacaktır. Kapının açılıyor oluşu, her zaman anahtarın kullanıldığını ya da kapının ardında birinin olduğu inancını gerektirmez. O, devam etti:
“Görüş alanım iyice azalmaya başladı. Tek emin olduğum, ezdiğim yaprakların seslerinin giderek artıyor oluşuydu. Bu ses gecenin saat 3’ünde yere düşürdüğüm bardağın çatırdamasından daha şiddetli oluyor ve zihnimi yırtıyordu. O yoldan gittikçe ortamın zifiri karanlığa bürüneceğini kestiriyordum. Ancak içimden bir ses buradan devam et diyordu. Halbuki iç sesimin tam tersini söylemesini beklerdim. Adımımı atar atmaz bir yaprak çıtırtısı daha zihnimi parçaladı. Bu oldukça yorucu bir yapıyı bünyesinde barındırıyor ve hiçbir zaman düşüncesinden vazgeçmeyen biriyle tartışmaya benziyordu. Sonrasında çıtırtının, zihnimde bana neyi çağrıştırdığını fark ettim. Bu farkındalık, labirentte başka bir yolağın açılmasına sebebiyet verdi.”
O, labirentten nasıl kurtulduğunu anlatmaya devam edecek…
0 notes
serco · 8 years
Text
Klasik Müzik
Başka bir diyarın uçsuz bucaksız zindanında, kapana kısılmış çığlığım ormanı inletmeye yetiyordu. Baykuşlar yuvalarından çıkmış, çığlığımın kokusuna doğru geliyorlardı, kapının tahta bölmeleri tırmık sesleriyle kulağımda deprem yaratıyor, korkuyordum. Anı yaşamak değildi bu, hayır… Karanlık göz bebeklerimde geziniyor, beni körleştirmeye başlıyor ve sesleri ayırt edemez, göremez oluyordum zincirlerimin ağırlığında. Demirleri etlerimi kesmeye başlıyordu, baykuşların seslerini kokluyordum. Beni öldürmek için zincirlerimden (bedenimden) kurtulmamı bekliyorlardı. Bir kolumu etinden ayırarak kurtardım, kendimi sağır edecek derecede çığlık atıyordum, bayılmışım. Uyandığımda sol kolumdan sarkmış, sağ tarafa eğilmiş ölü bedenim yere uzanıyordu, bilincim zindanın derinliğinde sıkışıp kalmıştı. Baykuşlar, zindanın kapısını delmiş, cansız bedenimi yiyorlardı, onları engellemenin tek yolu bilinçlerinde kaybolmaktı. Buna izin veremezdim, o zaman ne baykuş olurdum ne de ben, ben olurdum. Bir ses gördüm, gözlerimi gıdıklıyordu bir anda kayboldu, neyse ki çabuk bitti. Şimdi de bir görseli işittim tam arkamdaydı, akış bir anda hızlandı, koşuyordum. Birileri veya bir şey beni kovalıyordu, kendimi durduramıyordum. Beni yakalayacaklarına emindim, bir nehir gördüm o tarafa doğru yönelmeye karar verdim. Susamamıştım fakat kendimi serin sulara bırakmak istedim ya da bunu bana yaptıran başka bir güçtü emin olamamıştım.
Kendimi nehrin akıntısına bıraktım, yükseklik, bana başında fener gibi ışığı yanan binlerce insanı görmeme sebebiyet veriyor, her birine ayrılan bölmeler olduğu, yatakları sonsuz yöne ayrılan nehrin kontrolünde ilerliyordum. Bir şey beni yuvama doğru götürüyordu, ben ise dışarıda geç vakte kadar zaman geçiren, meraklı gözlerle evin dış kapısının önündeki sıralanmış kırık mermerlere oturarak, meraklı gözlerle beni aramaya çalışan bir annenin çocuğu gibiydim. Bedenim beni erken terk etmiş olmasına rağmen ona kırgın değildim, bilincim özgürdü, ortak bilinç ise ağzını açmış beni yutmak için bekliyordu. Ardından bir klasik müziğin notasında uyandım, hareket etmeye çalışıyordum ancak ipler beni hapsetmişti, kurtulamıyordum. Sürekli ses çıkartmamı emrediyordu, sesim kısılmıştı, ardından üzerimi örttü ve artık işe yaramadığım için tozlanıyordum. Bir daha aynı yerde hiç uyanmadım, bunları anlatmak için gözlerimin açık olmasına gerek yok. Bir gün klavye tuşlarının yüzeyinde dokunulmayı beklerim, bir gün de kalemin ucunda dinlenirim. Sen beni tanımayacaksın fakat ben senim.
0 notes
serco · 9 years
Text
Sancı
İşte yine başlıyoruz, aslında başlamıyorsun sadece yeni bir güne uyandığını zannediyorsun. Yatağa girmeden önce yarın neler yapacağını süzgeçten geçirdiğinde, aslında düşünmüyorsun sadece yarının, bir diğer yarından farklı olmadığını kendine hatırlatıyorsun. Bu tıpkı kendi etrafında durmadan dönen, çocukluğunda elinden düşürmediğin pilli oyuncaklara benziyor. O oyuncağın pili bittiğinde ise ağlamaya başlıyorsun, çünkü o oyuncak artık etrafında dönmüyor. İşte bu noktada her daim maruz kalmak zorunda olduğumuz ritüel yaşantımız devreye giriyor ve babamıza şunu söylüyoruz:
-          “Babbaaa oyuncağımın pili bittiiiiiiii hıhı hhııhhhhh.”
-          “Olsun yavrum, sil gözyaşlarını yenisini almam mı ben oğluşuma.” (Erkekler ağlamaz! diye cinsiyetçilik yapmayan babaya burada kocaman bir alkış).
Aslında bu durum çocukluğumuzdan beri süregelmiş bir mahkumiyet. Çocuğun ağlama sebebi ise biraz karmaşık, çocuk etrafına tıpkı nöron bağlantılarının kullanıldıkça ağların kalınlaştığı hayali bir çember kuruyor, çemberin küçük bir kısmı zedelendiğinde ise tepki veriyor. Aslında ellerin zincirli ve seni kim çekerse o tarafa doğru yöneliyorsun. Kısacası Konrad Lorenz’in deneyindeki kargalardan bir farkın yok. Uzaktan bir şahıs seni isminle çağırdığında hemen o tarafa yönelip ona doğru yol almaya başlıyorsun, belki de uçma yeteneğinin bizlerde de olması gerektiğini istememizin sebeplerinden biri de budur, kim bilir? Büyük bir gezegende yaşıyorsun, ama X adındaki bir şahısı 10 yıl geçtikten sonra İstanbul’da görünce dünya küçük diyorsun. Dünya küçük değil bizlerin yarattığı -görünmeyen şeyler gibi- dünya daracık. Üniversite 1. Sınıf öğrencisiyken, Antropoloji dersinde bir kabilenin belgeselini izlemiştik. Yanlış hatırlamıyorsam kabile üyelerinden biri şu cümleyi kurmuştu:
-          “Bu topraklardan çıkamıyorum ama bu toprakların ötesini de oldukça merak ediyorum, belki de ucunda başka bir dünya vardır.”
Büyük oranda bu maceracı arkadaşımın hayal gücünde başka örüntüler var. Belki de ucunda ne olduğunu daha önce görmediği için merak ediyordur. Kendisine ait bir ritüel olduğu doğru, genellikle gündüzleri av peşinde koşacak ve uyumadan önce kafasındaki av stratejilerini belirlerken uyuyakalacak. Kabilede yaşamayanlar olarak, uyumadan önceki süzgeçten geçirme eylemi -şimdilik- av stratejisi üzerine elbette kurulu olmayacaktır. Aslında ritüel, başka bir varlığı simgeleyen ritüelin aynadaki yansımasıdır arada hiçbir fark yok, bu tıpkı 3 gün sonra Antalya’ya gitme planıma benziyor. Yeşil Burun Adaları’na gitseydim belki beni daha farklı bir ritüel bekliyor olurdu, belki de ritüeli hiçbir zaman yakalayamazdım. Zaman zaman çemberin dışına çıkmaya çalışmak istersin bu sefer birileri gelip seni uyarır:
-          “Senin belirli doğruların var onları dışına çıkmamalısın.”
-          “Son zamanlarda…”
-          “Seni değiştiren ne oldu?...”
-          “……?” (Burada genellikle duymuyorsun bir tür illüzyonun yansımasını sindirmeye çalışıyorsun, tipik bir uğultu hani şu birileri arkamdan konuşuyor galiba dediğin). 
Herkes tarafından yargılanmak sürekli karşılaşılan bir olgu, buna alışmak zorunda değilsin ve bundan şikayet etmen kimileri için olağan olmayan bir süzgeç. Ancak sürekli yargılandığın bir toplumda yargı sisteminin iyi işlemesini beklemen olağan olmalı. Genç yaşında yaşamak istediğin bazı ilkler vardır ve bu ilkler kimi kültürlerde ayıplanır. O kişi senin gibi olmak istemediği için o ilki erken yaşamak istemiştir. O yüzden buradaki Y kişisi sizi uyarıyorsa büyük oranda ritüelin dışına çıktığınızı fark etmiştir veya küçük çemberinden sesleniyordur. Sancı çeken ritüelin dışına çıkmak isteyendir, ritüelin içine çekmeye çalışan değil. Öyle zannediyorum ki ritüel yaşam, yaratılan küçük bir çemberin içinde kalma arzusundan ziyade bir tür zorunluluk. Sanırım tek çare çemberi olabildiğince genişletebilmekten geçiyor. Kitap okumayı çok seviyorsundur ama çember seni sıkmaya çalışıyordur. Kitabını her zaman okuduğun masanda, odanda veya uzandığın kanepende değil, başka bir odanın penceresinde, başka bir kafenin sandalyesinin, başka bir duvarında okumalısın. 
Sercan Akhanlı
1 note · View note
serco · 10 years
Text
Dans
Ey hayali sevgili,
seni nasıl özledim bilir misin?
Teninin, yağmurun bitimindeki toprak kokusunu andırdığını,
Her yağmur bitiminin sınırında, seni içime çektiğimi bilir misin?
Ey hayalet sevgili,
nemli bacaklarının arasında uyuklamayı,
Elimi güzel saçlarının arasında gezdirirken,
Boynuna kazıdığım, dudaklarımın ıslaklığını hatırlar mısın?
Bilir misin ey sevgili,
ben seni çok severim,
Tıpkı yağmurda dans edercesine 
Düşlerimde de seninle dans ederim.
                                                                                                                                                                                    Sercan Akhanlı
1 note · View note
serco · 10 years
Text
Tükenmez Kalem
Bugün de başka bir ülkenin kanatları altındayım, sürekli geziyor, başkalarının hayatlarına anı oluyor ve onların zihinlerinin önemli bir yerinde en rahat kanepemde uzanırken bakıyorum yeni geldiğim bu dünyaya.
Ailemin inanılmaz baskıları beni tükenmeyen bir kaleme itiyor, sürekli yazıyordum. Yanımda ağır eşyalar taşımayı sevmediğimden, daktilo kullanmak yerine saman kağıdının saflığına anılarımı yazarken, başkalarının gözünden görmeye çalışıyordum. O kadar fazla yazıyordum ki sabah uyandığımda dün gece yaşadıklarımı hatırlamaya çalışırken bir şeyler karalıyor, bir yandan da kahvemi yudumluyordum. Dünün akşamında dışarı çıkmayı hiç istememiştim, arkadaşlarım o kadar zorladılar ki bir an “Acaba bana sürpriz mi yapacaklar?” diye düşünmeden de edemedim. O kadar iyi insanlardı ki cinsel yönelimleri ne olursa olsun insan, onlarla daha çok şey yaşıyordu bu durumu daha çok havası inen bir lastiğin sonuna kadar şişirilip “Tamam tamam bu kadar yeter, neredeyse patlatacaksın!” diyen birinin kaygısına benzetmek mümkündü.
Yazıma başlamadan önce bunlardan bahsetmek istedim, sebebi ise çok basitti. Eserlerin ehemmiyetinden çok, bu yazılara başlanırken nasıl düşünülüp, yazıya döküldüğüydü. Hikaye ise tam bu noktadan sonra başlıyordu..
Sonbaharın kendisini belli etmediği günün uyanışından sonra güneş etkisini göstermeye başlamış, tüm şehir sanki yeni çıktığı yaz mevsimine tekrar giriyormuş örüntüsü sunmuştu. Günlerden cumartesi olması da bu durumun oluşmaması için hiçbir engel teşkil etmiyor, evin 10.katından bakıldığında sevgililerin boy gösterdiği ve bu durumun şehir merkezine güzel bir çiçek kokusunu salgıladığını görmek yadsınamıyordu. Romanya’ya uzun zamandır gitmemenin verdiği yabancılık etkisini üzerinde gösteriyordu.
Cosmina adındaki Romen kadın, pencereyi kapattı ve üzerindeki yorgunluğu atabilmek için tozlanmış kanepesine uzandı ve odayı bir tür toz istilasına uğrattı. Yalnızlığının çaresizliğiyle uğraşıyor, bir yandan da lezbiyen arkadaşlarını aramaktan çekiniyordu. Sebebi ise basitti babasının Türk olması bu durumun önüne geçen temel etkendi. Her ne kadar buraya okumak için gelse dahi babasının sürekli kendisini araması, Cosmina’nın her türlü -babasının istemediğini düşündüğü- davranışa bürünmesi babasına karşı bir suç işlemiş düşüncesi zihninde yer ediyor, hatta bazen de: “Acaba babam beynime buna ilişkin bir cihaz mı yerleştirdi ki ben özgürlüğümü ayaklarım altına alıyorum?” diyordu. Özgürlüğü çok istese dahi ona ulaşmak için koyduğu yolların her birini bozuyor, ardından tekrar asfalt dökerek yolu düzeltiyordu.
23 yaşındaki Cosmina’nın hiçbir zaman erkek arkadaşı olmadı, o hep kadınlara daha yakın olmak istedi, sebebini gayet iyi bilse dahi bunu gösterebilmekten çekiniyordu. O hayatına nasıl devam etmesi gerektiğini dü��ünürken cep telefonu çalıyordu, o sırada duşta olduğu için telefonun sesini duymadı. Uzun bir duşun ardından daha yeni tanıştığı Florenta’nın adını cevapsız aramalarda gördü, heyecanlanmıştı. Önce biraz bekledi henüz cesaretini toplayamamıştı, bir yandan da aynada kendi göğüslerini incelerken Florenta’nın ne kadar dolgun göğüsleri olduğunu düşünüyordu. Düşünceler düşüncelerini kovuyordu, çünkü hiçbir zaman aklına getirmek istemediği bu düşünceleri kovmaya çalışıyordu. Tam o sırada Florenta’yı aramaya karar verdi. Konuştular, telefonu kapattıktan sonra aceleci bir telaşla hemen göğüslerini dolgun gösterebilecek olan kırmızı sütyenini buldu ve giydi. Ne giyeceğine karar veremeden telefonu bir kez daha çaldı:
-Aşağıda kırmızı volvo arabada seni bekliyorum.
+Peki hemen geliyorum.
Florenta’nın kendi evini ona söylemeden nasıl bulduğunu anlayamıyordu, soruları hep kendisine sorardı, her ne kadar cevabını merakla bekleyeceği sorular olsa dahi her daim bunları insanlara sormaktan çekiniyordu. Florenta arabasının dikiz aynasından kendisine bakıyordu, az önce içtiği kahvenin dudaklarındaki rujun dolgunluğunu azalttığını fark etti ve hemen çantasından çıkardığı ruju titreyen elleriyle sürdü. Arabanın yan bir şekilde park halinde durması nedeniyle Cosmina onun ruj sürüşünü gördü ve kalbi yerinden fırlayacak gibi oldu.
Florenta, kapıyı Cosmina’ya açtıktan sonra yanaklarına öpücük kondurdu ve yola koyuldular. İkisinin de ağzını bıçak açmıyordu, Cosmina tam bir şey söyleyecekti ki Florenta benzinliğe girmek üzereydi. Cosmina benzin ibaresine baktığında deponun tam dolu olduğunu gördü, neden durduklarını anlayamadı sigara alacak diye düşünmüş olduğu için fazla önemsemedi. Benzinliğin marketinden, “ta ta taaaaa taaa taataaa…” bir ses duyuldu, Cosmina şok geçiriyordu, zihni yerinde değildi, ne olduğunu anlamak için markete gitmek için emniyet kemerini çıkarıp arabadan ineceği sırada, Florenta elinde taramalı büyük bir tüfekle marketin kapısında göründü. Başına bir şapka geçirmişti ve çeteleri andırıyordu. Cosmina bu belaya bulaşmak istemiyordu arabadan indi fakat Florenta onun bu eylemini gördükten sonra hemen arabaya koşup:
-“Arabaya bin yoksa beynini dağıtırım.” dedi.
+İnanamıyorum, naptın sen, her şeyi çok farklı…
-Kes sesini kapa çeneni de arabayı çalıştırıp gidelim buradan.
Cosmina hiçbir şey söyleyemedi, direnmedi de soru sormak istediğini belli ettiği her fırsatta Florenta onu susturdu. Florenta o kadar hızlı gidiyordu ki neredeyse Bükreş’ten uçup Bulgaristan’a varacaktı.
Gecenin geç saatinde Bulgaristan’a vardıklarında bir otel odası kiralayıp burada kalmak istediler, Florenta arandığı için tüm bu işlemleri Cosmina üstleniyordu, 2405 no’lu odaya çıktılar. Florenta duşa gireceğini söyledi ve gülümsedi, Cosmina ise bu gülümsemeye cevap vermekten kaçınmadı o da gülümsedi. Florenta duştayken buzlu camın arkasında güzelliklerini adeta Cosmina’ya sunuyordu, banyonun kapısını açık bırakmasının sebebi ise Cosmina’ya duyduğu aşkın cinselliğe varan boyutlara ulaşmasını istemesinden kaynaklanıyordu. Florenta duştan çıktıktan sonra karşısında Cosmina’yı yarı çıplak halde gördü, öpüşmeye başladılar, onlar ağır çekimde sevişirlerken polis her yerde Florenta’yı arıyordu. Sevişmenin doruğuna ulaştıkları sırada odanın kapısı tıklatıldı, gelen iki erkekti ve Florenta düşünmeden kapıyı açtı. Karşısındaki erkekleri görünce onlara hemen içeri gelmelerini söyledi, erkekler yatağa uzandı ve ceplerindeki cüzdanı komidinin üzerine bıraktılar. Cosmina ne olduğunu anlamadan, “neler oluyor” der gibi Florenta’ya bakış fırlattı. Florenta, Cosmina’yı tuvalete çekti ve endişelenecek bir şeyin olmadığını yineledi. Cosmina’ya erkeklerden biri yanına gelmesini emretti fakat Cosmina istemiyordu. Tam kaçmak istiyordu ki erkek onu kolundan yakaladı ve kalçasına bir tekme attı.
Florenta ve Cosmina erkeklerin diledikleri gibi cinsel ilişki için soyunacakları sırada yarı çıplak kalan iki kadın birbirlerine çaresizce bir bakış fırlattılar ve Cosmina, otele ilk girdikleri sırada Florenta’nın çekmecesine bıraktığı silahı aldı ve iki erkeği iki el ateş ile oracıkta öldürdü. Florenta ağzı açık kaldığı sırada:
-“Hadi çabuk ol seni ahmak sen ne yaptın hemen buradan tüymemiz lazım.” dedi.
+Hayır önce sorularıma cevap vereceksin!
-Peki sor hadi çabuk ol birazdan polisler burada olur.
+Beni seviyor musun?
-Evet, hala anlayamadın mı sen aşık olduğum tek kadınsın.
+Madem öyle o erkekler neydi öyle?
-Önemsizler, dert edecek bir durum…
Kapıda bir adam belirdi her şey anlık ve saniyelik oldu, yüzünü atkıyla kapatmış bir adam önce kapıyı kırdı ardından Florenta’ya 3 el ateş etti, Florenta’nın önünü kapatması nedeniyle arkadaki kişinin kim olduğunu fark edemeyen Cosmina ise Florenta’nın yere yıkılmasıyla onun başını okşayacakken kafasını kaldırdı ve yeşil gözlerinin önünde bir silah ve ardında öfkeden kudurmuş, bir adamın yattığını fark etti. Cosmina, babası tarafından o gece hem aşağılanmıştı, hem sevdiği biricik aşkını öldürmesi nedeniyle duyduğu öfke dışarı patladı ve babasına bir tokat attı babası silahı kontrol etmekte zorlanırken kızının göğüslerine 4 el ateş etti ve Florenta’nın üzerine yığıldığını gördü.
Haberlerde, “Lezbiyen sevgilisiyle kaçan bu kadına ulaşırsanız haber verin”, “Saldırgan sevgilisiyle olay yerinden uzaklaştı” gibi başlıkları okuyan ve benzinlikteki güvenlik kamerası yoluyla medyada yayılan görüntüleri gören baba, paranoyaklığının -kendi açısından- meyvesini almış oldu, polis olan bu babanın, kızını takip edebilmek için telefonuna bir cihaz yerleştirmesi ve daha sonra bu sinyal yoluyla Bulgaristan’a gelerek kızını öldürmesi ise haberin detayına detay katıyordu. Baba ise ağzına dayadığı silahının tetiğini çekerek kızının yanına yığıldı, yazdığı “Beni anlayın, beni kızımın yanına gömün” notu ise elinde sıkıca tuttuğu tükenmez kalemini en etkili bir silaha dönüştürmeye yetmişti.
Sercan Akhanlı
0 notes
serco · 10 years
Text
İçindeki Canavar
7 yaşındaki Baron, Amerika’daki amcasının çiftliğinin bahçesinde dinlendirdiği gözlerini gökyüzünün ahenkli uyumuna açtı. Önce yaz vakti meşe ağaçlarının üzerini serin bir örtüyle örten gölgenin keyfine vardı, ardından gözlerini mavilerin en derinine dikti ve masumiyetinin sır kapılarını aralamaya başladı. Görüntüye odaklandıkça kaşları, yetişkin bir kadının aldırmayı tercih ettiği kaş modeli gibi yaylanarak uzuyor, yüzündeki bu tebessüm aslında onun kendisinden boyca uzun olan ebeveynlerine aşağıdan bakarken ki haline bürünüyordu.
Baron, çimlere uzandığı süre boyunca, dış görünüşüne zıt sevimsiz, çirkin ve dağınık bir örüntü sunan siyah postu olan bir canavarı iç benliğinde büyütüyordu. Baron dünyaya geldiğinden beri dünyada nice gelişmeler yaşanmıştı. Savaşların çoğaldığı, kendi ülkelerindeki baskıcı ve faşizan rejim yükünü taşımak istemeyen; tıpkı emeğiyle çalışan ve artık sırt ağrılarını bastırmakta zorlanıp, bu durumdan bezmiş bir emekçi gibi yükünü, gözlerini güneşin yakıcı sıcağında tek çizgi haline getiren ve bıyık altından gülen iktidar sahiplerinin gözü önünde dizlerinin dibine fırlatan, halkların uyandığı bir dünyadaydı, Baron. Sebebi bilinmez iç çekişleri, onu büsbütün bu duruma duyduğu öfkeyi simgelediğini düşündürtse dahi farkında olmadığı halde çirkin bir canavara gebe olduğundan kuşku duymuyordu. Bir nebze kendisi bir denizatıydı ve yüreğindeki canavarı uyutarak büyütüyordu, şimdilik masumdu ama farkında olmadan nice cinayetlerin sebebi olacaktı.
  Baron büyüyor, büyüdükçe zihni küçülüyor yüreğindeki sevimsiz canavar, embriyonik hücre edasıyla hızla bölünüyordu, bu en agresif kanserin tümörü bile olamazdı, bu ondan da hızlı üreyen embriyonik hücrenin ta kendisiydi. Baron demokrasiyi, karamsarlığı, kini, nefreti, diktatörlüğü, eşitliği, paylaşımı, ılımlı olmayı, saygıyı, sevgiyi ve daha nicelerini hep zihninde kurguladığı hayal dünyasında yaşıyor ve bu nitelikleri hayal dünyasından ayıklayıp yavaş yavaş algıladığımız o gerçek dünyanın süzgecinden geçirip, ayrı tepsilerle misafirlerine servis ediyordu. Bu becerileri tam anlamıyla doğru süzgeçten geçirip doğru uygulamayla sunduğunu düşünmesi zaman alacaktı. Neyse ki şimdilik haberdar olmadığı siyah canavarın gölgesi onun çok sevdiği meşe ağacının kendi üzerini örtüp serinlettiği gölgeye dönüşmüyordu. Belki de bu ihtiyacı bastıran dürtü Baron’un yıllar sonra aynı ağacın altına gelip, kendisini ritüel manada serinletmesinden kaynaklanıyordu. İçindeki canavar uyuklamaktan sarhoş duruma düşmüşken ileride bir gün meşe ağaçlarını kestirerek, kapitalist sistemin var ettiği tüketicilik sendromunu insanlara enjekte etmeye çalışacağını ya da edeceğini nereden bilebilirdi ki?
Yıllar yılı kovaladıkça içinde büyüyen canavarın gölgesi ayazın ortaya çıktığı karanlıkta etkisini sürdürüyordu. Boyu 1.85 zihni ise hiçbir zaman boyu kadar seviyeye ulaşmamış bir zihinden söz etmek kendisinin bile fark edemeyeceği boyutta olan bu küçük çocuk, benliğindeki canavarı öylesine büyütmüştü ki ona yetişmekte zorlanıyordu. Canavar, oynamak istemiyor olacaktı ki elindeki topu 2.85 metreye çıkarıyor, Baron’un topu yakalaması için zıplaması dahi yeterli olmuyordu. Baron bu seviyeye ulaşabilmek için iktidara erişme fikrini pek de mantıksız bulmuyor, nice niteliklerini olumsuz tutum olarak sergilemekten çekinmek yerine onu bir gaye içerisine dönüştürmekten uzak durmuyordu.
İktidar sahibi olmak, onu meşe ağacının gölgelerinden serinlemekten, zamanında ebeveynlerine aşağıdan bakıp masumca bakış atmaktan mahrum bırakmaya yetiyor, meşe ağaçlarını kesmekten ve çiftlikleri altından ellerle boğarak kendi alanını yarattığını zanneden bir zalime dönüştürmek fikrinden alıkoymuyordu.
İçindeki canavarın dahi, ebeveynlerine aşağıdan bakan masumiyetinin ve mağduriyetinin riyakarlığının ebediyetine inanmadığını fark eden Baron, oynamak istediği topa ulaşabilmek için ürettiği canavarıyla anlaşma yapıyor, bu da halkını kaosa sürüklüyordu.
 Canavarını büyüttükçe yüreğini küçültüyor, zihnini canavara teslim ediyordu. İçindeki canavar, haykırışlarını sıralıyor ve kendi benliğinin merkezini vücuduna dönüştürüyordu. El yordamı ve sezgiyle ulaşılan her eylem canavarın yaptıklarının bir sonucu haline dönüşüyor, Baron eylemlerini sıralayarak beslenmesini normal bir insanın içtiği su yerine kanı, kırmızılığı ise normal insanların edindiği dana etini ise başka insanların kalbiyle tamamlıyordu. Artık canavar, Baron’un zihnine girmiş, yüreğindeki koyu kırmızılığın esaretinden kurtulup bağımsızlığına erişmişti. Artık onu kimse kurtaramazdı, ne edindiği maskeleriyle ne de eline zorla bağladığınız, görünmez zincirlerin en önemli halkalarından biri olan var oluşçuluğuyla.
Sercan Akhanlı
1 note · View note
serco · 10 years
Text
Sembollerle Direniş
  Zihnimde soruların, görünen ve görünmeyen yüzü bir çuval cevizin tasviriyle eş değerdir. Ceviz kabuğunun altındakilere erişmenin yollarından birisi ise ceviz kıracağı kullanmak olmuştur. Bazı ceviz kıracaklarının -soruların- merak ettiği tek şey ceviz kabuğunun ardında görünmeyen cevaplardır.
Ceviz kabuklarının içinde, hem tatlı hem de acı soruları bekleyen cevizler mevcuttur. Aynı zamanda bir an önce kendi fındıklarının tadına bakma isteyen bir iktidar da yine en ön sıradaki yerini almıştır. Cevizleri tatmak isteyen iktidar, ceviz kıracağının da yaptırımlarını kabullenmek durumundadır. Çünkü kullanılan bazı ceviz kıracaklarının en önemli özelliği, ceviz kabuğunun içindeki tatları cevizin değil, kendisinin belirleyici olmasından kaynaklanıyor oluşudur.
İktidarın sürekliliğini sağlayabilmesi için sadece hoşuna giden zevkleri tatması gerekir ve aynı zamanda ceviz kıracaklarının da kendisine herhangi bir zarar vermeyeceğini düşünmüştür ancak çeşitli ceviz kıracaklarının birden çok amacının yanı sıra tek bir amacı vardır, o da iktidarın ağız tadını bozmaktır. İktidar, ceviz kıracaklarının kendisi için kayda değer bir olgu olmadığını ve bütün cevizlerin tatlarının kendisi tarafından kontrol edildiğini düşünür. Yaz sıcağının etkisini gösterdiği mayıs ayının sonlarına doğru iktidar sahipleri, bazı gazeteci, aydın ve yazarları kendi köşklerine davet eder. Yemek sonrasında da kendi ceviz kıracaklarını kullanarak cevizlerin tadına bakmaya başlarlar. Neredeyse tüm cevizler kendisine farklı olmamakla birlikte pek tatlı gelir, artık son ceviz kıracağını eline alacağını -soru alacağını- söylediğinde ise, cevizin tadı diğerlerine benzemez ve bu ceviz kıracağı hiç hoşuna gitmez, yüzündeki tebessümü bozmayan iktidar cevizi yutar gibi yapar -net bir cevap vermek istemez- ve bir şekilde belli etmeden ceketinin iç cebine atar. Bu durum karşısında çok sinirlenen iktidar, köşkte kendisine ait olan odasına geçer ve yaşanan bu olayın perde arkasındaki sebepleri görmek amacıyla incelemeye koyulur. Görünmeyen nedenleri fark etmesi uzun sürmez ve hemen bir karara varır. Tek düşüncesi ve isteği o ceviz kıracağını -soruyu ve soranı- bir şekilde unutturmak ve kişiyi ortadan kaldırmaktır. Çünkü iktidar zehirlenmekten ve sonunun gelmesinden korkmuştur, her şey istediği gibi olmuş, kişi ortadan kalkmış ancak kişinin veya kahramanların ardında bıraktığı nice izleri silmeye gücü yetmemiştir.
Sorulan sorular artık doğru ve gerçek sorulardır, tıpkı cevapları bilinemeyen sorulması gereken sorular gibi. Soruları unutmayan tek bir kesim vardır, o da halktır. Yıllardır süregelen uykudan sonra uyuduğu o sıcak yatağından soğuk kış sabahına aldırış etmeden kalkan halk, iktidara karşı sembol olarak kullandığı farklı ceviz kıracaklarıyla birlikte dirilişini başlatmıştır.
Ceviz kıracaklarının merkezinde yer alan zeka ve düşünce şekilleri tıpkı bir atomun çekirdeğini oluşturan nötron ve protonu meydana getirir, bunların toplamı ya da bileşimi size kütle numarasını verecektir, kütle numarası ise halkın dayanışmasını sembolize eden temel olgu olmuştur. Bu olguyu parçalayıp bir köşeye atmaya çalışanlar olacaktır, her ne kadar üzerini kat kat poşetlerle sarıp, sıkıca bağlasanız dahi doğa bile artık bu olguyu parçalamak istemeyecektir, ekosistemde önemli bir yere sahip olan saprofitlere, (çürükçüller) doğa “Dur!” diyecektir. Kişiler, kahramanlar, sözler, yazılar, fikirler, düşünüş biçimleri… ardında bırakmış olduğu izler, başkaları tarafından silinemeyecektir, çünkü o izleri cevizin kendisinde değil, ceviz kıracağının içindeki küçük kabuk birikintilerinde aramak gerekecektir.
0 notes
serco · 10 years
Text
Açık Bırakılmış Perde
  Uyandı etrafına bakınmadan evvel, önceki gece biraz fazla kaçırmıştı alkolün keskin tarafını, başının ağrısı, sağ elini alnına doğru götürmeye itti. Nedeni bilinmez sırt ağrıları eşliğinde gerilerek bu ağrılardan kurtulabileceğini düşündüyse de yanıldı. Saçlarının seyrekliği yastığının üzerindeki dökülmüş saçlarının yoğunluğunu artırsa da o saçlarını zaten hiç dert etmemiş görünüyordu.
Anasonla karışık bir kadın parfümü ile birlikte üzerine sinmiş ağır sigara kokusu odayı kaplıyordu, bu kokudan kurtulmak için pencerenin önüne yaklaştı ve yağmur yağdığını fark ederek -buna sevinerek- camı açmasını sağlayacak kolu çevirdi, camı açar açmaz aşağıya bir bakış fırlattı, camı birilerinin kendisini görmemeleri gerektiğine inanan suçlu ya da kendisinin şüpheli olabileceğini düşünen insanlar gibi kapattı. Bugün neler yapabileceğini kafasında tasarladıktan sonra evden çıkmamaya karar verdi, bir yandan yağmur şiddetini artırırken sokaklar yıkanıyor, cama sertçe vuran yağmur damlalarının sesi giderek içini huzurla dolduruyor, sırt ağrıları yerini buzluktan çıkarılan etin gevşemeye yüz tutmuş haline bırakıyordu. Tam koltuğuna oturmuş şömineyi parlatıyordu ki eski sevgilisi Becky’nin ona hediye ettiği pikaba yan gözle baktı, ardından gülümsedi, “Becky kim bilir nerelerdeydi hala onun sevgisini yüreğimde hissediyorum” diye düşündükten sonra “Ahmak! O seni aldattı, şu kalbinin konuşmasına nasıl izin verebiliyorsun” diyerek yine de pikabı açtı ve plak dönmeye başladıktan, parçanın çalmaya başlamasından sonra iki elini siper etti ve kibritiyle sigarasının ucunu parlattıktan sonra viskisinden bir yudum aldı.
Sigarasının dumanı, adeta açık pencerenin aralıklı kısmından kendini bu dar kasvetli odadan, bir o kadar da karamsar bu adamın ciğerlerine tekrar girmekten korkarcasına kaçarak uzaklaşıyordu. Bu kaçışı kendi gözleriyle görmüştü, sigarasını bitirmeden söndürdü. Sebebi ise net değil, belki dumana ızdırap çektirmemek için belki de yaşamında bu anlamsız iç çekişin gerekliliğini sorguladı kim bilir. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra; bir elinde viskisi diğer elinde kitabı ve usta mizacıyla kulağına sıkıştırdığı kalemle birlikte kitabını okumaya başladı. Bu süre zarfı içerisinde zaman zaman mimiklerinde gördüğü değişik olumsuz ruhani durumlar ön plana çıksa da halinden memnun görünüyordu. Romanını en son 5 gün önce okuduğundan birkaç sayfa geriye giderek, nerede kaldığına bir baktı, bu kadar basit bir işlem bile onun hafızasında şu durumu aklına getirdi:
“Garip çok garip bıraktığım yeri hatırlamak için 10 sayfa gerisine gidebiliyorum, bunu yaparken kimse bana hesap sormuyor, beni unuttun demiyor, beni neden aramadın diyerek sitemkar bir tavır takınmıyor ve ben bunun için cesur tarafıma yönelmiyorum” diye düşünürken sigarasının ucu dökülmeyi bekliyordu.
Okumaya devam ettikten sonra artık okuduğu sayfa sayısı 10’u aşmıştı. Romanın temel konusu ise bir terk edilişi anlatıyordu, ki Neil zaten bu durumdan müzdaripti. Kelimeler ardı ardına sıralandıkça Neil’in yüzündeki tebessüm, yerini giderek cildi erken bozulmuş, kendini toplumdan izole etmiş bir adamın hikayesindeki tasvire bırakıyordu. O da bu durumdan pek memnun değildi ancak zaman zaman da hoşuna gidiyordu, üniversiteye gittiğinde yüzündeki karamsar yapının üzerine, zaten yeterince birbirinden ayrık olmayan kaşları neredeyse birbirine değecek kadar olduğunda: “Neye kızdın ya da ne oldu Neil?” gibi sorular onun kendisine verilen değerin farkına varmasını sağlasa dahi kendisini düzeltmeye yetmiyordu. Çünkü Neil ne bir şeye kızmıştı ne de bir olay ya da bir durumun kendi üzerinde bıraktığı etkiden ötürü böyle bir ruhani kimliğe bürünmüştü.
Saniyeler saniyeleri kovalarken, dakikalar dakikalara yetişmek için aradaki mesafeyi açıyor, saatler ise adeta uçurumu derinleştiriyordu. Neil onca geçen saate rağmen romanını bitirememiş sadece 60 sayfa civarı okumuştu, ki bu durumun normali onun şimdiye kadar yeni bir kitap için kütüphanesinin önünde aranıyor olmasıydı. Zihni öyle bir hal almıştı ki ne bir şeye tam odaklanabiliyor ne de sarhoşluğunu fark edebilecek kadar durumun farkına varabiliyordu. Güneş, yerini Ay’a bırakmaya başlayacakken Neil’in gözü hemen yan dairedeki bir pencereye ilişti. Kendi evindeki pencerelerin yapısı, yerden tavana kadar olduğu için, içeriye girecek aydınlığın ve sonbaharın emriyle yağmur tanecikleri tarafından dövülen pencerenin çıkardığı ses Neil’i belli bir hazza ulaştırıyor, bu da onun perdeleri çekme gerekliliğini ortadan kaldırıyordu. Aynı zamanda iki bina arasındaki yakınlığın hayli fazla olduğu düşünülürse, Neil’i izleyen bu kadının gizemi kendisini hem heyecanlandırıyor hem de korkutuyordu. Ayağa kalkıp pencerenin önüne doğru yürümek için verdiği çabayı hiçbir yerde vermemiş olsa gerek. O kadar zor ilerliyordu ki: “Hay ben bu alkolün içine tüküreyim” bile dedi. Aslında bunu söylüyor oluşu elbette ki bir daha içmeyeceği anlamına gelmiyordu.
Sonunda pencerenin önüne gelmeyi başardı ancak yürürken o kadar yalpaladı ki düşmeyeyim diye gözü hep eşik aralıklarını kontrol etmekle geçti ve penceredeki o gizemli kadını göremedi. ‘’Zaten hangi işim düzgün ilerliyor ki’’ diye içinden geçirdi. Ayakta zor durduğu pencerenin önünde havaya bakıp göğün siyah halini daha çok sevdiğini fark etti ve bir kez daha o pencereye baktı, fakat içeriyi görmesi zaten imkansızdı sonuna kadar çekilmiş bir perdenin ardında bir hayat var ve belki de ben o hayata 5 metre kadar uzağım ama onu uzanıp almam için saatler gerek diye düşündü. Neil akciğer kanseriydi, uyandığından beri öksürüklerinin ardı arkası kesilmiyordu, pikabı kapatıp sakinlik eşliğinde kitap okuma isteğinin bile yarıda kalması güçsüzlüğü ve çelimsizliğindendi. Uzun saatler sonunda kitabını bile biterememesi, pencerenin önünde yeni bir hayat arayışı ve ardından bu hayatı kaybettiğinin farkına vararak göğü izlemesi ve siyahın kendini çağırdığını fark etmesiyle içten içe çürüyordu.
 “Artık bir şeyler yapmalıyım, ciğerlerim çürüyebilir evet ama zihnim asla” diye söylenerek  pencerenin önünden hızla ayrıldı ve odasına doğru koştu. Kadın başını tül perdenin ardına gizlemiş hala Neil’i izliyordu ancak Neil bunun farkında değildi. Onun bir anda içeriye doğru koştuğunu görmesi telaşını artırıyordu. Tam o sırada kadın içeriden çağrıldığını duyunca pencerenin önünden ayrılmak zorunda kalmıştı, ki sonrasında Neil o çok sevdiği penceresinin önüne elinde kalemi, kağıdı ve bir cisimle daha geldi, ardından: “BAM” diye tek bir ses duyuldu, hayat durmuş gibiydi karanlığın getirdiği durum nedeniyle güvercinler bile saklandıkları yuvalarından fırlamışlar, karanlıkta göremediklerinden birbirlerine çarpıyorlardı. Bu sesi duyan kadın döndüğü pencerenin karşısında kanlar içinde yatan Neil’i gördü ve kendi kulağını neredeyse sağır edecek derecede bir çığlık attı. Tüm bina ne olduğunu öğrenebilmek için kafalarını pencerelerden uzatıyor, duyulan bu iki sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyorlardı.
0 notes
serco · 10 years
Text
Sahip
Yoğun rüzgarın eşliğinde Küba’nın kırsal alanlarındaki köylerinden birinde bir erkek çocuğu dünyaya gelmek üzereydi, annenin haykırışları kapalı olan evin pencerelerinden süzülüyor, adeta rüzgarın şiddetine şiddet katıyordu. Camların titrediği, neredeyse kırılacak duruma geldiği anda Adore dünyaya geldi.
Annesine teslim edilen Adore’un tebessümü rüzgarın aksine oldukça masum görünüyordu.  Ancak nefes alıp verdiği sırada sanki vücudundaki tüm kasları kasılıyor, nefes alabilmek için yüzündeki kasları kasmadan nefes alamayacak örüntüsü sunuyordu. Adore öfkesini nefesiyle sunsa dahi annesi ve ailesi bunun farkında değil gibi görünüyordu. Adore, okul çağına gelene kadar geçirdiği sürede sürekli kavgaya karışan ve eve her geldiğinde yüzündeki masum tebessümün yerini yüzü gözü şişmiş bir maskeye bırakması normal bir durum haline gelmeye başlamıştı. Bu maskeyi her daim görmek elbette zor olmuyordu ancak maskenin altındakileri görebilmek için Adore’un vücudunun tüm noktalarını iyi analiz etmek gerekiyordu. Hayali maskesini her takışında normal bir davranışın altında anormal bir davranış örüntüsünün yattığının farkında olan, Adore’un kendisi değil, zihninin ördüğü duvarların yansımalarını oluşturan resimlerin tablolarının çerçeveleriydi. Zihni ne zaman yansımaları oluşturan tabloyu bozmak istese, Adore farkında ve normale uygun olmayan davranışlarda bulunuyordu. Sanki zihninde televizyon koltuğunda oturan bir başkası yer alıyor, televizyonu yönetmek için tasarladığı kumandanın tuşlarına basıyor oluşu da Adore’un kendi benliğinden uzaklaşmasına sebebiyet veriyordu.
Adore okula başladığı ilk günün ilk ders arasında birkaç arkadaşıyla kavgaya karıştıktan sonra öğretmenleri tarafından gerekli cezayı almıştı. Bu davranışı süregelen bir hal almasından ziyade kendisi de bu durumun anormalliğini artık sorgulamıyordu.
  Böylece yengeçlerin hasar gören kabuklarını değiştirmeleri için kendi bedenine uygun doğru kabuğu bulana kadar ki gezintisi de burada sonlanmış oluyordu. Adore, kendi öfkesine yenik düştüğünü ve artık bunun kontrolünün kendisinde olmadığını zihninde tasarlamasından ötürü zihnindeki televizyonun 24 saat açık kalmasına sebebiyet vermiş oldu. Televizyon bağımlılığını aza indirgemek yerine yükseltmeyi seçtiği için artık zihninin kontrolü kumanda sahibinin eline geçti. Sahip, istediği gibi Adore’u yönetiyordu, en çok sevdiği programlar -Adore’un kavgaları- artık ona haz vermediği için yeni kanalları da tıpkı kumandası gibi tasarlamaya başlamıştı. Bu tasarımda Sahip, zihnin bir kısmını Adore’a bıraktı, çünkü Adore kendisini kontrol edebileceğini düşündüğü durumlarda bile öfkelendiğinde Sahip için dizinin yeni bölümü başlamış oluyordu.
Adore 18 yaşına kadar böyle yaşamaya mahkum bir şekilde devam etti. Arkadaşları onun nasıl bir insan olduğunun değerlendirmesini yaparken, öfkeli yanına yaklaşılamayacak biri olarak tanımlıyorlardı. Adore kendisini böyle hissetmediğini ve bu türde bir insan olmadığını kimseye kabul ettiremiyordu. Kimse henüz onun gibisini görmemişti, kendisine bunlar söylendiğinde ilk defa duyuyormuş izlenimi yarattığından kimsenin de güvenoyunu alamamıştı. Hayatının bu dönemine kadar yalnız kalmayı kendisine kabul ettiren Adore, sıcak bir gecenin karanlığında kendi adımlarının izlerini geride bıraktığı sırada alkolün etkisi de adımlarının yamukluğunu doğrular nitelikte oluyordu. Zihnindeki Sahip, kavgaya acıkmış olmalıydı ki yeni bir senaryo ve tasarımla Adore’un bir bara girerek iki adamı birden bıçaklamasını sağlayacaktı.
Sahip en sevdiği tuşa basmak için parmağını tuşun üzerine kondurduğu sırada Adore bir anda sızmakta olduğu yerde gözlerini açıp kendine gelmeye çalışmak istediği için zihnini yoruyordu. Bu sayede Sahip’in zihni de tuşa basacak enerjiyi kendinde bulamıyordu. Sahip giderek tükendikçe Adore kendisine gelmeye başlıyordu.
Sahip, yok olmak üzereyken Adore zihni ele geçirdiğinde Sahip’in son senaryosunu, kendisine uzaktan benzettiği elinde bıçakla barın kapısından tam içeri girmek üzereyken bir anda toz bulutuna dönen adamı görerek öğrenmiş oldu. Ancak bu normalin dışındaydı ve bir adamın toz bulutuna dönmesini imkansız olarak yorumlamasının ardından yamuk izlerinin üzerinden düz adımlarla geçerek evinin yolunu tuttu.
0 notes