Tumgik
mortem-vitae · 6 years
Text
giderayak
İkibinonsekiz’e bir kala gereksiz bir karar vererek tumblr’daki varlığımı sona erdirmeye karar verdim; fakat bu sadece blogun kontrolünü bırakacağım anlamına geliyor, blogun varlığı tarihi bir kayıt olarak yaşamaya devam edecek. Önemli şeyler paylaştığımdan değil de; bazen okuduğum, izlediğim, dinlediğim vb. şeyleri unutabiliyorum, hatırlamak amacıyla arada bakarım diye düşündüm. Burada takip ettiğim bloglar içinde paylaşımlarını beğendiklerim, kişiliklerini merak ettiklerim, tanışmak istediklerim oldu. Kimileri ile tanıştık, kimilerine çekingenlikten veya tembellikten bir şey yazmak kısmet olmadı. Şimdiye kadar sosyal medya hesaplarımı buradan paylaşmayı tercih etmedim, fakat olur da takipte kalmak isteyen olursa https://www.instagram.com/mu.eneskaya veya https://twitter.com/heraklitt adreslerinde fazla aktif olmamakla birlikte yer almaya devam edeceğim. Herkese güzel bir yıl dilerim. Sevgilerile!
2 notes · View notes
mortem-vitae · 7 years
Photo
Tumblr media
Geçenlerde Tumblr’dan mail aldım, buraya üye olalı altı yıl olmuş. İlk birkaç yılından ardından çok yoğun olarak buraya uğradığımı ve o birkaç yılın ardından buralarda da takip etmeye değer çok fazla kişi kaldığını söyleyemem. Yine de alışkanlıktan olsa gerek, buradaki hesabımı kapatmak veya tamamen paylaşımı kesmek de içimden gelmiyor. Tabii arada günlük tutarmış gibi yazmak da insanı rahatlatmıyor değil. İstanbul’dan çok sevdiğim bir hocama konuşmadığımız süre boyunca başımdan geçenleri veya hissettiklerimi anlattığım bir mail yazarken de benzer şeyi hissediyorum. Özellikle kız arkadaşımla ve arkadaşlarımla olan sürekli iletişim hali, bu türden bir rahatlama durumuna uygun değil; bu sebeple Tumblr’ı bir süredir ne okuduğum, ne izlediğim vb. üzerine paylaşım yapmaktan çok, düşüncelerimi açığa vurmak ve rahatlamak için kullanıyorum. Bu sefer ikisini de birleştireceğim sanırım. 
Yaşadığım şehirde hemen herkesin beklediği Documenta etkinliği başladı. Beş yılda bir yapılan ve bu yıl 14.sü düzenlenen, Avrupa’nın en büyük birkaç modern sanat etkinliğinden biri olan Documenta, oldukça güzel bir işi de içeriyor. İlk kez 1983 yılında, Arjantin’deki cuntanın devrilişinden hemen sonra Buenos Aires’te inşa edilen ve form olarak Atina’daki Partenon’u temel alan eser, kitaplardan örülmüş olması sebebiyle  “El Partenón de libros“ olarak anılıyor, yani “Kitapların Partenonu.” 34 yıl sonra ise Kassel’de, Nazilerin kitapları toplayıp yaktıkları meydanda yükseliyor “Der Parthenon der Bücher.” Geçen gün bir etkinlikten çıktıktan sonra ilk kez gezme fırsatım oldu, gezerken yukarıda paylaştığım görüntü dikkatimi çekti, Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ı ile Karl Marx’ın Kapital’inin ilk cildi yan yana asılmış. Orhan Pamuk’un son dönem siyasal karşı çıkışları aklıma geldi ve ister istemez “Orhan Pamuk Marksizme mi yakınlaşıyor?” diye sordum kendi kendime. Ahahaha.
4 notes · View notes
mortem-vitae · 7 years
Video
youtube
Ev arkadaşım sık sık ses sisteminin sesini tüm binayı ayağa kaldıracak düzeyde açıp K.I.Z.’ın şarkılarını dinliyor ve benim de sözleri anlamam için sıklıkla çeviri yapıyor. Bu şarkıyı da onun sayesinde defalarca dinlemiş olsam da, geçen gün Fatih Akın’ın ‘Tschick’ filminde duyana kadar çok da etkilememişti beni. Almanya’nın en popüler ve anti-faşist hip-hop grubu olan K.I.Z.’ın son albümünün çıkıp parçası olan “Hurra, die Welt geht unter!”, özellikle sözleri ve yine bir Alman grup olan AnnenMayKantereit’ın vokalisti Henning May’in büyülü sesiyle insana ertesi gün devrim yapma isteği aşılıyor. Referandum sürecinde inancımı yüksek tutmak için sık sık dinlediğim bu şarkının en anlamlı kısmı ise benim için şurası:  “Bitte Herr vergib ihnen nicht, denn sie wissen was sie tun.” Şöyle çevirebiliriz: “Tanrım lütfen onları bağışlama, onlar ne yaptıklarını biliyorlar.” Bu da İsa’nın kendisiyle birlikte çarmıha gerilen iki kişiyi kurtarmak için Tanrı’ya “Baba, onları bağışla, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar.” (Luka 23:34) yakarışına bir gönderme tabii ki. Belki bir gün bizim de bu hatırlatmaya ihtiyacımız olabilir; fakat İsa merhametiyle değil.
2 notes · View notes
mortem-vitae · 7 years
Photo
Tumblr media
Ahmet Hamdi Tanpınar, Avrupa seyahati sırasında Roma’dan kardeşine gönderdiği ve büyük bir kısmında maddi sıkıntılarından bahsettiği 12 Ekim 1953 tarihli mektubunda böyle yazıyor. Tanpınar’ın hayatı boyunca maddi sıkıntı içinde yaşadığı ve gerek günlüklerinde gerekse arkadaş sohbetlerinde sürekli bundan bahsettiği biliniyor zaten. Ben de ara sıra kendimi Tanpınar gibi hissediyorum. Hem genel anlamda hem de bu konu özelinde. Tanpınar gibi -belki de tüm Türk toplumu gibi- arada olmanın ve arada kalmanın sıkıntılarıyla boğuşuyor(um/uz) ve bir yandan da maddi yetersizlikler sürekli önüm(e/üze) set çekip duruyor. Diğer yandan da Tanpınar’ın yaptığı gibi tüm bu olumsuzluklara rağmen akıp giden zamanın keyfini sürmeyi ihmal etmiyorum. Halen bir iş bulamamış olmama ve çok az param kalmış omasına rağmen salı günü Berlin’e, ertesi gün de oradan Toulouse’a, kız arkadaşımın yanına gidiyorum. Gerçi iş konusunda olumlu şeyler olmadı değil, en azından artık kabus olmayacak; çünkü daha önce de bahsetmiştim, yalnızda 1-2 aylık param kalmıştı ve büyük ihtimalle Nisan ayında param bitecekti. Bu sebeple daha önce hocayla bu konuyu konuştuğumuzda bana ilettiği Graz’daki 4 aylık bir program bursuna başvurmaya karar vermiştim. Geçen gün kendisinden bu burs için referans mektubu istediğimde, oraya gitmenin iyi bir fikir olmadığını, bu durumda doktora başvurusu için exposé’mi yazamayacağımı ve bunun her şeyi daha da karmaşıklaştıracağını söyledi. Ardından da eğer Nisan’a kadar iş bulamazsam kendisinin makalesini Türkçe’ye çevirmem karşılığında 4 ay boyunca ücret ödemeyi teklif etti. İstanbul’da yaklaşık 3 yıllık çalışma süresinde birkaç istisna dışında akademiye ve akademisyenlere olan inancımı kaybetmiştim, hoca sayesinde yeniden kazandım diyebilirim. Tanpınar’ın da dediği gibi: “Yahu ben burada keyifteyim ya!”
1 note · View note
mortem-vitae · 7 years
Video
youtube
Ne zaman ülke adına ümitsizliğe kapılsam açıp bu videoyu izliyorum. 7 Haziran gününü bir daha yaşıyorum her seferinde; Güngören’e gidip oy kullanışımı, sonra Beşiktaş’a dönüşümü, kız arkadaşım oy kullanırken onunla okula gidişimi, insanların yüzündeki umudu, seçim sonuçlarını bekleyişi... hepsini bir bir yaşıyorum. Ertesi gün işe gitmeden önce hocadan sınav kağıtlarını almak için Kadıköy’e geçmiştim vapurla, “Nasıl hissediyorsun?” sorusuna “ Umutluyum ve her şeyin daha iyi olacağını hissediyorum.” demiştim. Ne yazık ki olmadı. 
Bu videoyu niye bu kadar sık izliyorum peki? Sadece ümitsizlik hissini silmek amacıyla değil aslında. Geleceğe dair bir umut da uyandırıyor bu video bende. Hayır propagandasına dair fikirler ileri sürülürken son günlerde sürekli 1988 Şili Referandumu’nun ve ve Pablo Larrain’in “NO” filminin örnek verilmesinden sıkıldığım için. Şili’de zaten 1970 yılı seçimlerinde Allende’nin oyların %36′lık bir kısmını almasını sağlayan sol birlik ve %30 oy alan Hristiyan Demokratlar ‘hayır’ cephesindeydi ve propagandanın temel amacı Hristiyan Demokratların referanduma katılımını olabildiğinde yüksek tutmaktı ve bunun için de sol retorik yerine Garcia Ferrada’nın tercih ettiği ılımlı kampanya gerçekleştirildi. Yani Ferrada hitap edeceği kitleyi iyi tespit etmişti ve buna oynadı. Tıpkı yukarıdaki videoda HDP’nin ve reklam ajansının başardığı gibi. Peki bugün Türkiye’de sandıktan ‘hayır’ seçeneğinin çıkması için ihtiyaç olan ne? MHP tabanının ‘hayır’ demesi ve sosyal demokratların seçime yüksek katılımı. Peki Şili’dekine paralel bir kampanya ile bu başarılabilir mi? Hiç sanmıyorum. 
0 notes
mortem-vitae · 7 years
Text
En son paylaşımımda Şükrü Erbaş’a mail atmak istediğimi; fakat e-mail adresini bulamadığımı ve yayıncısının da henüz cevap vermediğini yazmıştım. Bu sabah uyandığımda yayıncının mailime cevap verdiğini gördüm. Bunun üzerine Şükrü Erbaş’a duygularımı anlatan uzun bir mail attım. Belki de okurken “Ne diyor bu değişik?!” demiştir içinden, bilemiyorum. Akşamüzeri tam evden çıkarken Şükrü Erbaş’tan cevap geldi, oldukça hoş bir cevap yazmıştı. Samimi insanları severim. Bir keresinde yine böyle çabalarım sonucu Perihan Mağden’e ulaşmıştım; fakat onun sebebi farklıydı. Kız arkadaşıma yeni yıl hediyesi olarak vermek amacıyla bir kitabını imzalatmak istiyordum. Normalde oldukça cadaloz görünen kadın resmen pamuk gibiydi, hatta öyle ki bana iş ayarlamaya falan çalışmıştı. Ahaha. 
Neyse aslında yazının amacı bu değil. Geçen gün Almanca sınıfından Mısırlı bir çocukla konuşuyorduk; elimde banka kartımı görünce bakabiliyor miyim dedi. İsminin anlamını biliyor musun, diye sordu. Geçtiğimiz yıl bir ara Arapça kursuna devam ettiğim için biliyordum, insan -daha doğrusu İngilizce’deki ‘man’ tarzı bir şey- anlamına geliyordu; fakat tam anlamıyla bu değilmiş. Sonra bahsetti ve çok hoşuma gitti. Yalnız kalmış ve kendini yalnız hisseden bir akrabayı, bir dostu ara sıra ziyaret edip onun yalnızlık hissini hafifletmeye, ortadan kaldırmaya çalışan kişiye ‘Enes’ diyorlarmış Arapça’da. Böyle bir misyona sahip olduğumu söyleyemesem de, güzel bir anlamı olması hoşuma gitmedi değil. 
1 note · View note
mortem-vitae · 7 years
Text
Başa çıkamayanın günlüğü.
Geçen sene bahar aylarıydı yanlış hatırlamıyorsam, belki de yazın hemen başlarıydı, Beşiktaş-Kadıköy vapurundaydık, hangi istikamete gittiğimizi de hatırlamıyorum. Ben, kız arkadaşım ve Alman ev arkadaşımız. Karşımızda, Boğaz’a bakan cephesinde “OFİS ÇİFTÇİNİN KARAGÜN DOSTUDUR” yazan Toprak Mahsulleri Ofisi’nin olduğunu hatırlıyorum, bir de ışıldayan denizi. Üçümüz de ertesi yıl İstanbul’a olmayacağımız için İstanbul’dan uzak kalmak üzerine konuşuyorduk. Hayatının tümünü bu şehirde geçirmiş biri olarak ben, İstanbul’dan uzak kalmanın ne kadar güzel olacağından ve İstanbul’u hiç özlemeyeceğimden bahsediyordum. Tabii onlar da söylediklerime karşı çıktılar, biraz uzak kaldıktan sonra mutlaka özleyeceğimi söylediler. Açıkçası üç ay sonunda İstanbul’a dair içimde bir özlem filizlendiğini söyleyemem. Yine de, arada Abbasağa’daki dairemizi ve orada geçirdiğimiz günleri özlemediğimi söyleyemem. Abbasağa Parkı’nın içinden kedileri seve seve geçip Maşuklar Yokuşu’ndan Çarşı’ya inmek, ardından Ihlamurdere Caddesi’ni boylu boyunca kat edip dönüşte cadde üzerinde bir kahve içmek iyi geliyordu. Akşam dönüşte biraz Alberto Manguel okumak veya bir Woody Allen filmi seyretmek de öyle. Buraya geldiğimden beri ne kadar az okuduğumu kendime bile itiraf edemiyorum. Nedendir bilmiyorum ama yeni film veya yönetmen keşfetme arzum da daha önce izlediğim filmleri tekrar izleme isteğine bıraktı yerini. Belki özlem duygularımı bastırıyorum ve onlar da bu şekilde kendilerini açığa vuruyorlardır, bir psikolog bu ihtimali değerlendirirdi. Günümün büyük bir bölümünü maddi durumum üzerine kafa yorarak geçiriyorum. Yaklaşık olarak beni iki veya en çok üç ay idare edecek bir param kaldı ve henüz bir iş bulamadım. Böyle giderse planladığımdan erken dönebilirim. Bu düşünceler içerisindeyken tesadüfi bir şekilde Şükrü Erbaş’ın “Ömür Hanımla Güz Konuşmaları” şiirine denk geldim. Şiirin ‘dönmek’ temasını işleyen kısmında şair, “Büyürken geniş ufaklarımız olmadı bizim. Küçücük avuçlarımızla sınırlarımızı genişletmek istedikçe yaşamın binlerce engeli yığıldı önümüze.” diyor. Sık sık kendi yaşamını gözden geçiren ve değerlendiren bir insan olarak tabii ki bu şiiri okumamın ertesinde de uzun bir süre yaşamımı düşündüm. Ortaya koydukları eserleri oldukça beğendiğim birkaç yazar veya yönetmenin verdikleri röportajlarda küçükken Jules Verne okuduklarını söylediklerini hatırlıyorum, kim olduklarını hatırlamasam da iki veya üç farklı kişi ve röportajdı. Oradan etkilenmiş olsam gerek, küçükken hiç Jules Verne okumamış olmanın -okumuşsam bile bunu hatırlamıyorum. Yalnızca gazetelerin hafta sonları verdiği DVD filmlerin birinin “Denizler Altında Yirmi Bin Fersah” çizgi filmi olduğunu ve onu izlediğimi hatırlıyorum- yaratıcı bir kişi olmamın önünde en büyük engel olduğunu düşünürüm hep. Yine de aşağı yukarı on yıldır entelektüel anlamda kendimi geliştirmek hayatımın birinci gayesi durumunda. Bu sebeple şiirden yaptığım alıntı beni çok etkiledi. Şükrü Erbaş’a bir mail yazmak istedim; fakat mail adresini bulamadım. Kitaplarının yayıncısı ise mailime henüz cevap vermedi. Neyse, konudan konuya geçtim. Uzun bir aradan sonra fotoğraf çekmek konusunda bir arzu kapladı içimi. Ne yazık ki ne filmim ne de filmlerimi yıkatabileceğim bir yer var. Sanırım IPhone fotoğrafçılığının konforuna kendimi bir süre daha bırakacağım. Tüm Pazar gününü evde geçirmenin sıkıntısı ve liseden bir arkadaşıma film tavsiyesi düşünürken Alejandro Amenábar’ın “Tesis” filminin aklıma gelmesiyle tüm geçmişime siktir geçip Madrid’e taşınmak ve sinema okumak gibi çılgın bir fikre kapıldım. En azından hala hayal kurabiliyoruz. Sevgiler. 
3 notes · View notes
mortem-vitae · 7 years
Photo
Tumblr media
Bugün yeni odama taşındım ve çevreyi keşfetmek için sokaklarda dolanırken bu güzelliğe denk geldim. Woody Allen filminden bir sahne gibi.
2 notes · View notes
mortem-vitae · 7 years
Text
Yaklaşık 15 gün önce -sanıyorum ki- hayatımdaki en köklü değişikliklerden birini yaptım ve ne kadar olacağı belirsiz bir süre için Almanya’ya taşındım. Buraya gelmekteki temel amacım öncelikle Almanca öğrenmek ve daha sonra da doktoraya burada başlayabilmek. Bu süreç tabii ki kolay olmadı; tez için yaptığım okumalar sırasında Kassel Üniversitesi’nde ders veren bir hocanın makalesiyle karşılaştım. Tam olarak benim konum üzerineydi ve oldukça zihin açıcıydı. Daha sonra daha detaylı bir inceleme yaptım ve çalışma alanlarımızın oldukça paralel olduğunu gördüm. Çalıştığım üniversitede, yüksek lisansını ve doktorasını Göttingen’de yapmış bir hocamın da yüreklendirmesiyle Alman profesörle iletişime geçtim ve kendisiyle birlikte çalışmak istediğimi söyledim. Sanıyorum ki şansımın da yardımıyla (ki arkadaşlarım genel olarak şanslı bir insan olmam sebebiyle hep şaka yollu takılırlar bana) oldukça yardımsever biriyle tanışmış oldum. Hemen her konuda bana yardım etti ve yaklaşık on aylık bir sürecin (bu süreçte tezi bitirmek birinci önceliğimde tabii ki) sonunda Almanya’ya geldim. Daha önce yedi farklı Alman ev arkadaşım olduğu ve burada yaşayan Türk nüfusu da dikkate alındığında çok fazla yabancılık çekmeyeceğimi düşünüyordum. İstanbul’da yaşamanın benim için katlanılmaz bir hal almış olması (hukuk eğitimine başladığım günden bu yana geçen 8 yılda strese dayalı birçok rahatsızlık bu durumda ana etken oldu tabii ki), geldiğim şehrin sakin yaşamına uyum sağlamamı kolaylaştırdı. İşe gidiş-geliş süresinin 3 saati geçtiği bir şehirden en uzak mesafenin toplu ulaşım araçlarıyla ortalama 15 dakika olduğu bir şehre alışmak, tersi göz önüne alındığında çok daha kolay oluyor sanırım. Her neyse, bu ufak şehirde tabii ki yine birçok problemim var. Öncelikle Türk vatandaşı olmanın negatif etkisi sebebiyle şehre gelmeden ev bulmak, hatta ev ilanlarına gönderilen mesajlara cevap almak bile oldukça zor. Bu sebeple her şeyden öte başımı sokacağım bir yer bulmam gerekiyordu. Ne yazık ki gelene kadar böyle bir yer bulamadım ve yine şansım sayesinde Almanya’ya geldiğim gün eski bir ev arkadaşımla bu mesele hakkında mesajlaşırken yakın bir arkadaşının annesinin bu şehirde yaşadığını ve beni ağırlayabileceğini söyledi. Şehrin biraz dışında, zengin ve yaşlı Almanların yaşadığı bir bölgesinde bu bağlantı sayesinde yaklaşık 15 gündür kalıyorum. Her ne kadar yanında kaldığım kişi oldukça yardımsever olsa ve istediğim kadar onunla kalabileceğimi söylese de, kiralık oda arayışlarım devam ediyordu. Ve nihayetinde, bugün görmek için gittiğim evde çok tatlı üç insanla tanıştım ve eve döndükten hemen sonra evi bana kiralamaya karar verdiklerini söylediler. Şimdiye kadar gördüğüm üçüncü evdi bu ve sanırım hem evi paylaşacağım kişiler olsun hem de oda ve bölgenin güzelliği olsun, sanırım içime en çok sinmiş olanıydı. Şehrin en hoş meydanında, ulaşım konusunda en avantajlı noktalardan birinde, hem de oldukça ucuz bir fiyata oda bulabildiğim için bu gece çok mutluyum ve bu mutluluğumu paylaşmak istedim. Şimdi yapmam gereken ilk şey, finansal olarak beni rahatlatacak yarı-zamanlı bir iş bulmak. Umuyorum ki o konuda da şansım yaver gider ve bu macerayı elimden geldiğince uzun yaşayabilirim. Avucumun içinde tuttuğum bu imkanın kayıp gitmesini hiç istemiyorum.
3 notes · View notes
mortem-vitae · 8 years
Photo
Tumblr media
bi' öğrenim sürecinin daha sonuna geldik.
2 notes · View notes
mortem-vitae · 8 years
Photo
Tumblr media
Bir fotoğrafında görmüştüm, Poulantzas’ın çalışma odasının duvarında bu fotoğraf asılı-ymış. Çok hoşuma gitmiş olmasına rağmen nedense ilk gördüğüm zaman kime ait olduğunu araştırmamıştım. Bugün yine aklıma geldi, biraz araştırdım, Bresson’un 1953 yılında Atina’da çektiği bir fotoğrafmış.
2 notes · View notes
mortem-vitae · 8 years
Photo
Tumblr media
buraya yazdım yazdım sildim. sanırım bu sahnenin ve bu repliğin üzerine söylenebilecek bir söz yok bende. sevgiler.
2 notes · View notes
mortem-vitae · 8 years
Quote
Belli ki insanları mutsuzluklarından yakalıyorlar, üzüntülerinden, eksikliklerinden, yoksunluklarından. Sonrası kolay. Mutsuzluğun açtığı yaradan insan her şeyi alıyor içine, her türlü yalanı, dolanı, kumpası... İçine aldığı her şeyle o yara büyüyor, yara büyüdükçe de...
Behçet Çelik, "Tutmayan Maya", Diken Ucu, 3. Baskı, İstanbul, Can Yayınları, 2014, s.26.
1 note · View note
mortem-vitae · 8 years
Photo
Tumblr media
üç buçuk yılın sonunda birikmiş kitaplar ve unutulmayacak hatıralarla birlikte baba evine geri döndüm. iki aylık bir tez molasından sonra yeni kitaplar ve hatıralar biriktirmek ve tabii ki yeni bir tezle cebelleşmek üzere almanya'ya yol alacağım -akademisyenlere getirilen yurtdışı görevlendirme yasağı esnetilirse tabii. :)
2 notes · View notes
mortem-vitae · 8 years
Video
youtube
Modern Zamanlar’ı ilk kez yirmi yaşındayken Bergen’deki film kulübünde izlemiştim. Filmin bir yerinde gülmeme hâkim olamamıştım. Çoğu insan en son ne zaman güldüğünü anımsamaz, ama ben yirmi yıl önce güldüğüm zamanı hatırlıyorum, nedeni tabii ki bunun sık karşılaştığım bir şey olmaması. Kontrolümü kaybetmenin verdiği utancı da, kendimi koyuvermemden aldığım keyfi de iyi hatırlıyorum. Kopmama sebep olan sahne zihnimde hâlâ çok net. Chaplin’in bir tür varyete gösterisinde sahne alması gerekiyor. Önemli bir gösteri ve her şey buna bağlı, oldukça gergin ve hatırlamasına yardımcı olması için sahneye çıkmadan önce şarkının sözlerini yazıp ceketinin kollarından içeri tıkıyor. Sahneye adım attığı anda seyircileri abartılı bir reveransla selamladığı için kâğıt parçaları kollarından fırlıyor. Orkestra müziğe başladığı anda elleri bomboş kalıyor. Ne yapabilir? Evet, kâğıt parçalarını bulmak için etrafa bakıyor ama seyirci bir şeylerin ters gittiğini çakmasın diye de bir yandan doğaçlama dans ediyor, bu esnada orkestra aynı girişi defalarca çalıyor. Gözlerimden yaşlar gelene dek gülmüştüm. Ama ne kadar dans ederse etsin kâğıtları bir türlü bulamadığı için sahne değişiyor ve sonunda şarkı söylemek zorunda kalıyor. Ortada çıt çıkarmadan duruyor, sonra şarkıya başladığında var olmayan sözcüklerle yapıyor bunu, ama benziyorlar çünkü sözcüklerin anlamları kaybolsa bile notalar ve melodi hâlâ aynı, ve ben o an içimin neşeyle dolduğunu hatırlıyorum, sadece kendi adıma değil tüm insanlık adına, çünkü öyle bir sıcaklık yayıyordu, üstelik bunu bizden biri yapmıştı.
Karl Ove Knausgaard, Kavgam II: Âşık Bir Adam, Çev: Ebru Tüzel, Haydar Şahin, İstanbul, Monokl Yayınları, 2016, s.123-124.
0 notes
mortem-vitae · 8 years
Text
Runcie elini kaldırmış onu selamlıyordu; yanında durup nezaket göstermekten başka çare yoktu.
“Şekerim.”
“Günaydın Sherwood.”
“Stephen Sedley’in yeni kitabında harika bir diyalog okudum. Tam senlik. Massachusetts’ta bir duruşmadan. Oldukça ısrarlı bir çapraz sorgu sırasında patoloğa hastanın otopsiye başlamadan önce öldüğünden kesinlikle emin olup olmadığı soruluyor. Patolog kesinlikle emin olduğunu söylüyor. Ya, peki nasıl bu kadar emin olabiliyorsunuz? Çünkü, diyor patolog, beyni masamın üzerinde duran bir kavanozun içindeydi. Peki hasta buna rağmen canlı olabilir miydi sorusu geliyor ardından. Cevap şöyle: Aslında olabilir, belki sağdı ve bir yerlerde hukukçuydu.”
Runcie kendi anlattığına kahkahalarıyla gülerken gözünü Fiona’dan ayırmıyor, onun kadar gülecek mi diye bakıyordu. Fiona elinden geleni yaptı. Hukukçuların en sevdiği espriler hukukla alay edenlerdi.
Ian McEwan, Çocuk Yasası, Çev: Roza Hakmen, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2016, s.43-44.
0 notes
mortem-vitae · 8 years
Photo
Tumblr media
Bu projeden ne zaman ve nasıl haberim olduğunu hatırlamıyorum; fakat öğrendiğim zamandan beri, büyük bir tutkuyla bunu bekliyordum. Tam olarak Tanpınar’ın Beş Şehir’i tadında olmasa da -zaten Manguel bunu vaat etmiyor-, Manguel’in kendine has anlatımında Bursa’yı dinlerken kendinizi Babil efsanesine kaptırmış, Erzurum’u dinlerken Moğol boylarının ardında at koşturuyor hissedebilirsiniz. Tavsiye edilir!
0 notes