Tumgik
Text
Ugultulu Tepeler
Tumblr media
Stalinle buluşacağım o gün erkenden kalkmıştım. Daha sokak lambalarının solgun ışığı kaldırımları zar zor aydınlatırken yola çıktım. İkinci Dünya Savaşı biteli daha iki yıl olmuştu. Savaş yorgunu rus halkı, işçi köylü proleter milyonlarca insanın öldüğü bu büyük küresel cinnet sonrası tekrar geçim derdine düşmüş var olmanın rutin sancılarını iliklerine kadar hisseder olmuştu. 1947 sonbaharında soğuk savaşın başlangıç müziği hafiften işitilmeye başlıyordu. Dünya, Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği'nin başını çektiği iki siyasi ve ekonomik kampa ayrılmış, diğer ülkeleri de bu kamplardan hangisine katılacağını seçme telaşı sarmıştı. İrili ufaklı tüm ülkelerin derdi, fonda duyulmaya başlayan soğuk savaş müziği sustuğunda kapitalist veya sosyalist şemsiye altında bir sandalyeye oturabilmekti. Bu oyunda kimse ayakta kalmak istemiyordu. Bu şartlar altında Türkiye de çaktırmadan kapitalist ülkelerle dans etmekte, arada bir Sovyetlere yaltaklanmakta, Amerika'yı da "ama beni ne komünistler ne sosyalistler istedi deeee, işte neyse..." diye kendi meşrebince tehdit etmekteydi. İleride kapitalist kutupta yer alınmasına rağmen sonraları Türk dışişlerinin geleneksel politikası haline gelecek "benim jeopolitik önemim var, bu küresel iki güç de bana muhtaç, Amerikayla izdivaç yapayım ama Sovyetlerle de fırsat buldukça oynaşırım" fikrinin tohumları atılıyordu.
Stalinle görüşmek için aştığım bürokratik engellerin haddi hesabı yoktu. Benden Ekim devrimini öven bir kompozisyon yazmamı bile istemişlerdi. Ben de verdim odunu; Ekim devrimi şöyle mühimdir, böyle mühimdir, 20. yüzyıl tüm dünyada aslında 1900'de değil 1917 yılında başlamıştır, Marx/Engels/Stalin dünya emekçilerinin babasıdır, Bolşevikler gelmeden önce Rusya afedersin Cibuti'den halliceydi, burjuvazi tüm dünya halklarının kanını emen sömürücü bir sınıftır vs. vs. Kompozisyonumu Troçki'nin dönekliğini anlatan bir şiir ile bitirmeyi de ihmal etmedim;
Bolşevikler, yaptı anlı şanlı devrimi
Lenin'in ışığı aydınlattı her yeri
Yoldaş Stalin'dir burjuvanın düşmanı
Dönek Troçki yüzünden kalındı hep geri
Neyse ki taa yad ellerde buldu cezasını
Kızdırırdı Stalin gibi insanların en hasını
Mother Russia derin bir oh çekti ardından
Kimse tutmayacak dönek Troçki'nin yasını
Bu şiirin tam tersi düşüncelere sahip olsam da Stalinle görüşmek ve Rus gizli servisinin gözüne girmek için böyle sanatlı bir yaltaklanma yolunu tercih ettim. 
Kremlin'in kapısında afedersin donuma kadar arandım. Büyük Rus İmparatorluğunun Kızıl Çar'ı Stalin ile görüşecektim ne de olsa. Bir ucu Avrupa içlerinde bir ucu uzak doğuda olan uçsuz bucaksız toprakların ve 200 milyona yakın insanın efendisi, Josep Çugaşvili... Elinin bir hareketi veya ağzından çıkacak bir söz bu topraklardaki herhangi birinin hayatını sonsuza dek karartabilir. Hali hazırda hapishaneler ve ülkenin dört bir yanına yayılmış Gulag kampları bu kudretli adamın gazabına uğramış milyonlarca insanla tıka basa doluydu. Hayatları uzak asya steplerinde veya Sibirya çölllerinde çürüyen mazlumlar elbette Koba'yı pek hayırla anmıyorlardı. 
Uzun ve karanlık koridorlardan geçtikten sonra büyük ceviz kaplama bir kapının önünde durduk. Yanımda bana eşlik eden gizli servis ajanı birazdan huzura kabul edileceğimi söyledi. Duvarlarda eski rus çarlarından Büyük Pedronun ve Lenin'in resimleri vardı. Sonra acaba Sovyetler birliği topraklarında Stalin'in kaç portresi vardır diye düşündüm, 3 milyon, 10 milyon, 20 milyon? O meşhur mareşal elbiseli pos bıyıklı, gür saçları düzgün taranmış Stalin portrelerinden kaç milyon adet olduğunu tanrı bilir! Okullarda, devlet dairelerinde, karakollarda, hapishanelerde, toplama kamplarında, belki de Karakurum dağları eteklerinde ıssız bir Tacikistan kıraathanesinde zavallı halkını gözetleyen ve kollayan, yüzünde "gençler nasıl gidiyor, eğleniyor muyuz ha?" şeklinde mühtehzi bir gülümsemeyle içleri ısıtan herşeye kadir ve muktedir Yoldaş Stalin... Devletin resmi görüşlerinin vatandaşlarının kişisel görüşleri ile yek vücut olduğu Sovyet topraklarında Stalin'i sevmek bir vatandaşlık göreviydi. Bu görevlerini aksatanlar zindanlara atılıyor, şansı yaver gidip hayatta kalanların devamında artık sevgiden içleri içine sığmıyordu!
Geniş kanatlı kapının zubufffp diye açılma sesi beni bu düşüncelerden sıyırdı. Stalin arkası bana dönük vaziyette karşıladı beni. Aklımdan masada duran ağır kül tablasını kaptığım gibi kafasına indirsem ne olur acaba sorusu geçti? O zaman herhalde tarihe Troçki'yi öldüren Ramon Marcader'in opoziti olarak geçerdim. Stalin içeri çok az ışık giren bir pencerenin perdesini arkasından soğuk Moskova sokaklarında koşuşturan insanları seyrediyordu. Ülkede her üç kişiden biri ajan biri muhbir biri de müstakbel Gulag misafiri idi. Kapıda duran ve gözünü benden ayırmayan Stalin'in emir subayı ile birlikte odadaki üç kişi olarak bu istatistiğe harfiyen riayet ediyorduk. İçeride ağır bir duman kokusu vardı, belli ki ben gelmeden evvel Stalin, önüne gelen çeşitli belgeleri imzalarken veya ülkenin dört bir yanından yağan ekonomik çizelgeleri okurken veyahut günlük istihbarat raporlarını incelerken sigara üstüne sigara içmişti. Bana dönmesini beklerken boğazımı temizliyormuş gibi öksürerek dikkatini çekmeye çalıştım. Sonra birden bana dönmeden sigaradan kalınlaşmış sesi ile "Hayat ne garip öyle değil mi?" dedi. Sanki benimle konuşan, içlerinde eski devrimci yoldaşlarının da olduğu miyonlarca insanın canını almış biri değil de ortaokul arkadaşım İrfandı! "Evet yoldaş" dedim kekeleyerek, vapurlar martılar ne garip diye ekleyecektim ki Moskova'da deniz olmadığı aklıma geldi. Sustum. O yıl Ekim Devrimi'nin 30. yıl dönümüydü, belki ona atıf yapıyor diye düşündüm. Gerçi Stalin düz bir adamdı, atıfla matıfla uğraşmazdı. Sonra eliyle işaret edip kapıda bekleyen subayı dışarı gönderdi. "40 yıldır devrimci mücadelenin içindeyim, artık yorulduğumu hissediyorum." dedi bana dönerek. Oturmam için bana yer gösterdi. Sonra diyafona basıp Kremlin'in çay ocağı olduğunu tahmin ettiğim bir yerden iki adet votka söyledi. "Haklısınız yoldaş, artık gençlere bırakın koltuğunuzu" der demez dilimi ısırdım. Karşımda dünya diktatörlerinin piri vardı, ne koltuğu ne bırakması!
"Olabilir, ama daha hainler ve karşı devrimcilerle hesabım kapanmadı" dedi. İçimden, ulan ne hesapmış arkadaş kapat kapat bitmiyor, dedim. Gerçekte ise şöyle sordum; "Yoldaş Çugaşvili son 20 yılı neredeyse tek başınıza olmak üzere  yaklaşık 30 yıllık iktidarınızın sırrı nedir acaba? Lenin'i özlüyor musunuz?"
Derin derin düşündü, belki de 1917'nin Ekim günleri canlandı hafızasında. Devrimi farklı bir mecraya taşıyıp iktidarı alalım mı almayalım mı diye toplanan Bolşevik Parti polit büro toplantısında Lenin ne oy verirse ben de o oyu vereyim de ne şiş yansın ne kebap diyen genç Stalin canlandı gözünde belki. Namlı Bolşeviklerden Kamanev ve Zinovyev ret oyu vermişti o meşhur toplantıda. Verdikleri bu karşı oyun laneti sonraki yıllarda bu iki namlı Bolşeviğin yakasını bir türlü bırakmadı. Daha sonra iktidara tek başına yürürken Stalin devrimci arkadaşlarına buradan vurarak puanları leblebi gibi toplamıştı. Resmi Sovyet tarihi devrimi Lenin ve Stalin'in elele kotardığı bir iş gibi ele almıştır hep. Troçki başta olmak üzere diğer yoldaşlar hep figüran mertebesine indirilmişlerdir. 
"Evet yoldaş Lenin'i ziyadesiyle özlüyorum. O benim için hem bir arkadaş hem bir öğretmendi. Onun sayesinde Rusyamız bugünlere geldi. Çok yaşa İlyiç Ulyanov!" diye bağırdı. Aklım çıktı, o ne beklnmedik haykırma öyle. Ahh dedim kendime şimdi Lenin bizi düşmanlardan kurtardı gibilerden rus ilkokul öğrencisi misali nutuk atacak! Hemen konuşmanın idaresini ele aldım, "Devrimden sonra bir Avrupa devrimi olsa da bize arka çıksalar diye yıllar yılı umutsuzca beklediniz. Sonra o beklediğiniz devrim gelmeyince kendi kaderinizle başbaşa kaldınız. Devamında da teorik olarak bir dünya projesi olan sosyalizmi tek ülkede kurdunuz veya kurduğunuzu iddia ettiniz, ne dersiniz bu konuda?" Kaşlarını çattı, demek buraya kadarmış dedim kendi kendime, Sibirya soğuktur şimdi şakası bile yaptım içten içe. Sigarasından bir fırt çekti. "O namussuz Alman Spartakistler biraz becerikli olsaydı belki şu an Alman Sovyet Cumhuriyeti diye bir devlet olacaktı. Başkasının devrimini de mi biz yapalım kardeşim? Biz devrimimizi yaptık keyfimize baktık!" Şaşırmıştım, Yoldaş Stalin adeta taşlarımı geliştiririm rokumu atarım keyfime bakarım diyen bir amatör satranç oyuncusunun umursamazlığyla konuşuyordu. Sen devrimini yaptın iyi hoş da herkes aynı şartlarda mı yaşıyor şu hayatı. Sen kapitalizmin eser miktarda geliştiği köylü nüfus ağırlıklı bir ülkede Menşevik, Sosyalist Devrimci, Kadet madet falan dinlemeden güümbürt diye indirdin yumruğunu. Köylüyü yanına çekmen çok kolay oldu, çünkü köylü İvan'ı Yuri'yi kandıracak burjuvaziniz daha Çarın sofrasındaki tabak çanağı üretecek kapitalist güce bile sahip değildi. Oysa Almanya öyle mi ya? Ağır sanayiin hası adamlarda, köylü ve işçi sınıfının çoğu burjuvazinin yakın dostu, geçim derdi yok dert yok tasa yok, ne gerek var devrim yapıp ağız tadı bozmaya? Tabi bunları hep içime içime söyledim. Yoksa Sibirya burdan trenle nerden baksan bir ay sürer!
"Peki Yoldaş" dedim, "Lenin'in meşhur vasiyeti var hani sizi kaba saba yol yordam bilmemekle diktatoryal ihtirasları olmakla suçlayıp Troçki'yi halef ilan eden, ne dersiniz bu konuda?" Stalin birden ayağa kalktı, ağır ağır bana doğru yürümeye başladı, masada duran sivri zarf açma bıçağını yavaşça aldı. İçimden salavat getirmeye, sübhaneke, kevser vs. ne kadar kısa ve etkili dua varsa okumaya başladım. Sonra birden çekmeceyi açtı, içinden mühürlü bir zarf çıkardı, zarf açma bıçağı ve zarfı da bana uzattı ."Buyrun açın okuyun" dedi. Alnımda biriken ter damlacıklarını gömleğimin koluyla silerken sarı mühürlü zarfı açtım.
"Tamam da bu silme kiril alfabesiyle yazılmış yoldaş" dedim. "Merak etme senin için arkasına Türkçesini yazdırdım" dedi. "İkraa!" diye bağırdı. Demek yoldaş Stalin islam tarihine de hakimdi. Mektubun arkasını çevirdim, gerçekten Türkçe yazıyordu. Şöyleydi mektup;
Ben Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin;
Bu Vasiyeti kendi hür irademle bilincim açık bir şekilde kaleme alıyorum. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin bundan sonraki başkanı olarak Stalin'i uygun görüyorum. Kendisi tüm hayatını devrime adamış dürüst mert çalışkan atılgan bir arkadaşımızdır. Troçki'yi uygun bulmuyorum. Nedenini sormayın, kalbinizi kırarım. Ayrıca aşağıda listesini verdiğim malı ve mülkü de Çocuk Esirgeme Kurumu ve İvancık Vakfına (Bizdeki Mehmetçik Vakfı gibi düşün) hibe diyorum.
Malım Mülküm:
Petersburg'da İki Katlı bir yalı.
Moskova'da 6 Katlı bir apartman
Karadeniz Soçi'de tripleks yazlık.
Smolensk'te dededen kalma 15 dönüm tarla  
Karım Kurupskaya'ya düğünde takılan 15 burma bilezik
Bir adet 1912 model Skoda araba
Trans Sibirya Demiryolları Şirketine ait 1000 lot hisse
Bank Dıbrıç Moskov'da 500 bin ruble para.
İmza: Not: Bu Belgeyi harbiden ben yazdım.
Lenin
"Yoldaş Lenin de az paragöz değilmiş. Adam resmen buraların Bill Gates'i gibiymiş. Ama bu belge biraz garibime gitti Stalin yoldaş" dedim. Kağıdı elimden aldı, hızla zarflayıp çekmecesine kilitledi. "Burada gerçekleri biz yazarız yoldaş, gerçek bizim hizmetimizdedir. İsteseydim tarihte Lenin diye biri hiç yaşamamış olabilirdi! Mesela Troçki'yi Rus tarihinden sildim; resimlerden kitaplardan arşivlerden gazetelerden belgelerden herşeyden herşeyden..." Sinirinden kesik kesik soluk alıp veriyordu. Az önce iktidarını neye borçlu olduğunu sormuştum, cevabı belliydi: düşmanlara! Bizdeki karşılığı ile dış mihraklara, faiz lobilerine, Pkk'lılara Fetöcülere. Rusçası karşı devrimcilere, sabotajcılara, halk düşmanlarına, Troçkistlere!
Sibirya sürgünü Gulag kampları artık umrumda değildi, allah ne verdiyse sormaya karar verdim. "Peki 1937-1938 büyük Temizlik döneminde, ki adı bile iğrenç, binlerce devrimciyi Çekacılara mahzenlerde kurşunlatırken hiç mi vicdanınız sızlamadı? Hepsi sizin yol arkadaşınız yoldaşınızdı."
Piposunun ateşini tazeledi, derin bir nefes çekip yüzüme yüzüme üfledi. 
"İktidarların tarihi kanla yazılmıştır yoldaş. Asmayaydım da beslese miydim?" Az kalsın babanda mı Kenan Evrenci diyecektim. "Kurunun yanında yaş da yanmış olabilir, ama benlik bir durum yok, hepsi bağımsız yargının kararları" deyip bana göz kırptı. Tıpkı yıllar sonra 2016'da Türkiye'de gerçekleştirilecek olan darbenin ardından Erdoğan ve şürekasının sarf ettiği lafları sıralıyordu adam bana. Pes vallahi...
"Mesela yeni bir paranoyam var şu an. Acaba doktorlar özellikle Yahudi olanlar beni zehirlemek mi istiyorlar, ne dersin?" dedi. Ne bileyim ben amk diye çıkışacaktım az kalsın. "Zannetmiyorum yoldaş" dedim. "Niye öyle olsun ki tüm vatandaşlarınız sizi çok seviyor" deyip göz kırptım. 
"NKDV şefi Beria'dan da hazzetmiyorum, ama şimdilik sabrediyorum, Beria öncesi tüm polis şeflerinin idam edilmiş olması seni yanıltmasın sakın, sadece ilk Çeka şefi Cjercinsky doğal yollardan öldü, kalp dedi doktorlar."
Görevlinin getirdiği votkaları yuvarladık. Taşeron çalışan mı acaba diye saçma bir düşünce geçti aklımdan. Kpss ile de atanmış olabilir tabi. Mesela Kremline çaycı alırken mülakatta şöyle sorular sorulmuş olabilir; 
a) Komünist deyince aklınıza ilk kim geliyor? (hadi bakalım)
b) Komünist manifestonun ilk paragrafını okur musunuz? 
c) Denize Lenin mi düşse Stalin mi düşse kurtarırsın? (tuzak soru)
Stalin'in gürültülü öksürüğü beni kendime getirdi. "Yoldaş yapmam gereken işler var. Yaptığımız bu mülakatı Pravda'da yayınlayacaksınız sanırım. Basım öncesi arkadaşlar sizinle görüşüp içeriğe son şeklini verecekler." dedi. Sanırım sansürden bahsediyordu. Eminim burada konuştuklarımız budanıp kuşa çevrildikten sonra gazetedeki yerini alacaktı. "Daha İkinci dünya savaşındaki cesaret dolu polikalarınızdan bahsedemedik, ağız tadıyla Hitlerle imzalanan Molotov/Ribbentrop paktından, Stalingrad muharebelerinden konuşamadık yoldaş" dedim. "Onu da siz Gulag'dan çıkınca, ay pardon ilerleyen zamanlarda yani konuşuruz" dedi. Vedalaşıp ayrıldık. Akşam Stalinle görüşmemizin yazılı metnini kapıma gelen bir NKDV subayına teslim ettim. Birkaç güne Pravda'da basılacaktı. O güne kadar da her gece acaba uykumda tutuklanır mıyım tedirginliği ile yatağa girdim. Mülakatın yayınlandığı gün Pravdayı açtığımda editörlerin attığı başlık zaten tüm durumu özetler nitelikteydi. Yoldaş Stalin Yine Esti Gürledi: Dünya 1'den Büyüktür, Lenin ve Marx'ın izinde Rusya şahlanıyor inşallah. Devamı sayfa 3'te.
Yanılmamanın verdiği neşeyle ve 2 saat adamla o kadar konuştuk acaba ne yalanlar sıkmışlar diye merak etmemenin rahatlığıyla bir parça koparıp Pravdayı buruşturdum ve çöpe attım, o parçayı da katlayıp sallanan masamın ayağının altına sıkıştırdım. İşte bu kadar! Ne demişti Stalin; Gerçek bizim hizmetimizdedir. Çok haklıydı. Gerçeklerden benim payıma bir parça gazete kağıdı düşmüştü, ne bir eksik ne bir fazla... Diktatörlüklerin uğultulu tepelerinin eteklerinde yaşayanların payına düştüğü kadar...
0 notes
Text
Dr. Jekyll ve Mr. Hyde
Durgundu adam, rüzgar esmiyordu gözlerinde ve hiç bir dalga yoktu düşüncelerinde, çarşaf gibiydi derisi, ütüsüz. Müziği açtı, bir viski koydu kendine, röpteşambır zenginliği de yoktu. Bilgisayarını açtı, yazayım dedi. Aklının köşelerinden, ona gizlice bakan kadının gözlerini hissederek. Uzunca bir aradan sonra içine kapanmak istedi ve ilk defa bu kadar yaşlı hissetti kendini. Sikik günler listenin, ilk onuna girecek gün kesitleri geçirmişti. Hep alkolden miydi, içindeki patlamaların dışavurumunda mı sinirleniyordu? Bak yine sinirlenme duygusu ele mi geçiriyordu? Dr. Jekyll ve Mr. Hyde polemiği mi gizlenmişti içine? Oysa, Mr. Hayde kaybolalı çok olmuştu....
....
Levent: Bu sefer bir girizgâh yapmadın Volkan, sustun.
Volkan: Korkuyorum Levent.
L:"Korkmamalıyım. Korku akıl katilidir. Korku toptan yok oluşu getiren küçük ölümdür. Korkumla yüzleşeceğim. Üzerimden ve içimden geçmesine izin vereceğim. Ve geçip gittiği zaman, geçtiği yolu görmek için iç gözümü ona çevireceğim. Korkunun gittiği yerde hiçbir şey olmayacak. Yalnızca ben kalacağım." 
V:Severim bu cümleyi ama yüzleşecek ne cesaretim ne de enerjim var.
L:Üzgünüm ama yüzleşmek için ikisini de gerek yok. Korku bu, o geliyor, sen de seve seve yüzleşiyorsun.
V:Çevreme zarar verirsem ya?
L:Zaten verdiğini hissettiğin için korkuyorsun ve bir sonraki adımın yüzleşmek olacak kendinle.
V:Ne diyeceğim yüzleşince, ama benim tekrar sinirli olmamı gerektiren hiç bir şey yok mu diyeceğim?
L:Onu bilemem, korkunla yüzleşince o an çenenin bağı çözülür. Ayrıca, insansın, sinirleneceksin de, ayarını kaçırmaman lazım. Ayarı kaçırınca, yakınındakilere verirsin zararı.
V:Evet, en çok kelebekleri kaçırıyorum Mr.Hyde olunca. Sinir, kelebeklerin korkudan kanat çırpışlarını azaltıyor.
L:Dikkat edeceksin kelebeklerine, senin için mühim onlar.
V:Tabii ki, ya sigarayı bıraktım, ondan da olabilir mi?
L:İçtiğin dönemlerini biliyoruz dümbük, hemen sigara demeye başladı yaa!
V:Yok, yok, vallahi geri başlama anlamında demedim, bir etkisi var mıdır diye dedim ama tezimi hemen çürüttün.
L:Senin başka yerlerini çürütmeden gözünün akını göremeyeceğim kadar uzaklaş.
V:Tamam Levent, sen ne pis sinirleniyorsun hemen, dönüştürme beni Mr.Hyde'a.
L:Senin sinirini sosla marine eder, yumuşatır sonra da mangalda mühürler, şarapla servis ederim Volkan.
V:Sen ciddisin Levent.
L:Volkan git yüzleşiyor musun, sinirlerini mi aldırıyorsun, ne yapıyorsan yap, sonra gel bana de ki, kalmadı benden sinirden eser. Sonra kelebeklerinle ne yapıyorsan yap, uçar mısın kaçar mısın bilemem. Mal mal hareketlerinle germe sevdiklerini ve beni de.
V:Peki dış etkenler?
L:Sikleme.
V:Çok bilimsel olmadı ve cinsiyetçi oldu bu açıklama Levent.
L:Allam seni bana parayla mı veriyorlar, şöyle desem anlayacak mıydın acaba? "Şimdi Volkan'cım derin bir nefes al ve nefesinin tüm hücrelerine gitmesine izin ver, nefesinin bu yolunu izlerken kendini serbest bırak boşluğa ve olacaklara karşı bir gülümseme fırlat. Yanında geçmelerine izin ver, gezegenlerini dizilişinde, uzay zaman boşluğunda ve tüm evrende huzur vermeyen enerjileri. Doğaya koş, bir salyangozu öp, yaprağı sev, suya sarıl, havayı kucakla"
V:İçim şişti Levent, tamam dış etkenleri siklemeyeceğim, net anladım bu söylemini.
L:Hah şöyle, şimdi git artık, seni dıgıgı dıgıgı wakeup parçası ile uğurluyorum.
V:Dıgı dıgıgıgı makeup diyerek gidiyorum.
1 note · View note
Text
Depisdeğerli dostum, Princeton Üniversitesinde Einstein ile bahçede çay içip, kuramsal fizik üzerine fikir teatisi yaparken, yanınıza gelen gencin size atom nedir? parçalanırı mı, bundan bomba olur mu? soruları karşısında,Einstein'ın biraz gerilmesi üzerine, rahatlaması için çocuğun omzuna kolunu atıp, onu oradan yavaşça uzaklaştırırken, bir yandan atomu nasıl parçalayacağını anlatan, "hadi git biraz bunun üzerinde çalış ama bak bundan bomba momba yapmaya kalkışma" demen üzerine, çocuğun gözündeki parıldamayı gördüğün an hata yaptığını anlayan, dostun Einstein'ın yanına döndüğünde dostuna "Şimdi başarımın sonuçlarıyla yüzleşme sırası bende" dediğin, sonrasında bu sorular üzerine, nazi almanyasının da bunu yapabiliceği varsayımını çıkararak, dostun Einstein'ın da imza ile destek verdiği, Amerikan başkanı dahil herkese uyarı mektubu atıp dünyayı uyaran, Nazi almanyasının atom bombasını engellemek için bizzat çalışan ve buna engel olan, ta ki, 6 Ağustos 1945 sabahı, Japonya'nın Hiroşima, üç gün sonra da Nagazaki atılan atom bombaları haberlerinden sonra ağzından "Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi, godumun .rospu .ocuğu Oppenheimer'ı" cümlesi döküldüğü iddaa edilen, bilim dünyasına verdiğin onca destek sonrası ve seni çok sevdiklerinden cümleni biraz kısaltıp, bunu da Oppenheimer demiş gibi gösterip ve seni bir daha bu konuyla hiç ilişkilendirmemişlerdi. Bu sinir bozukluğu ve kendini bilmez halde pembe rengi saplantı hale getirip, oyuncak bebek yapıp bunu özellikle japonyadaki çocuklar biraz mutlu olsun isteyen ve Ruth Handler'ın kızının isminden(Barbara Handler)esinlenerek Barbie ismini koyan, Ruth Handler'ın işi ticarete döküp, üzerine tek tip güzel kadın figürü yaratılması üzerine, ".ikecem yapacağınız işi" diyerek, yaptığı her şeyin kötü niyetli kullanılması içine sindiremeyip, hayata küsüp, Ege'nin bir köyünde (yine) inzivaya çekilen, zerre bilimsel işlerle uğraşmayan, 15 tavuk, 2 keçi, 1 inek, 1 at ve 2 köpeğiyle mutlu ve basit bir hayat yaşayan, sade, sakin, doğa dostu, arkadaşım Levent.
Askerliğin özel üniversiteye dönüştüğü, para verirsen ikinci öğretim olmadığın aksine örgün öğrenimden bile yırttığın, para vermek istemezsen( tabii yurdumda fakirlik artık bir seçenek olarak sunuluyordu) bizzat askerlik yapabildiğin hatta çok seversen sonrasında sözleşme imzalayıp hobini işe çevirebileceğin fırsatların olduğu, "her Türk ağaç keser", "pim çek ağaç kes şeklinde", "sağ,sağ,sağ,sağ" uygun adımda marşlarla yüründüğü, en milliyetçi, vatanın en çok sevenin yurdun en çok sattığı ve satanların korunduğu, dünya sıralamasında hızla en üste çıktığımız -ama neyde?- müthiş yıllardı.
İşte bu yıllarda, devlet üzerimizde deneyler yapıyor ve ölümden sonra yaşam var mı araştırması yapıyordu.Deney biraz anlaşılmaz bir hale gelmişti. Halk, yapılan zamlarla, nasıl insan böyle yaşabilir, ölmek lazım diyip, ölü gibi yaşıyordu ya da herkesin silahlandığı ortamda cinnet geçirip birbirini gerçekten öldürüyordu. Deneyler çirkinleştikçe, insanlar daha çok ölüyordu ama ölümden sonrası bir cevap yine de verilemiyordu. Zaten araştırmalar,ölmeyi, tercih sebebi olarak görme oranın arttığını söylüyordu. Bunun üzerine ölmeyi de yasakladı büyüklerimiz ve üstüne hökümetin istemedeiği zamanda ölenlerden de vergi alındı. Ama doğyadı bu, boru değil ki içinden su aksın, laf anlamıyorduk, vakit gelen de ölüyordu en takdiri ilahisinden. Evrim de, tanrı de, kaos de ama benim lafım geçer diyordu en siyasilerimiz. Ee haliyle hükümet, ailesinden geri kalana da çakıyordu vergiyi, böylece ölmekten beter ediyordu ama ölümden sonra yaşam araştırması konusunda bir adım daha ilerlenmiş oldu diyorlardı biliminsanları. Ölmemeye çalışmaya başladıkça daha çok ölüyorduk, hadi ölenle de ölünmez diyorduk da bu sefer de vergiden geberiyorduk.Acaip bir kısır döngüleri girmiştik, cenderler içindeydik. Lan bi dur nefes alak ölmemek için diye çığlık atıyorduk, vay sen misin bağıran, terörist oluyorduk. Ölüysen de sonrasını niye anlatmıyorsun anarşik misin diye bir ton sopa atılıyordu. Sonra hastane masrafı, vay sen sağlık sistemini engelliyorsun diyerek tekrar vergi alınıyordu. O olduk, bu olduk derken ölü olamıyorduk tam anlamıyla, öleceksen ve vergi istemiyorsan, ölümden sonrasını anlatmak şartı öne sürülüyordu. Telekominikasyon firmaları, depremleri planlamıyoruz, öteki tarafa zerre hat çekmeyiz diyordu haklı olarak, iletişim engeline takılıyorduk. Zaten, küresel ısınmaya destek veren büyük firmalarımızla tam gaz ilerleyen doğa ölümleriyle birlikte zaten ölüme yaklaşıyorduk. Anlayacağın ölümle yaşam arasındaki ince çizgide takılıyorduk halkça,en hayırlısı olsunlarla benden sonra tufancılık ve bu milletin mına koyacaz temennileri arasında. Öldük mü yaw demeye kalmadan, meftayı nasıl bilirdik, çoğğğ eyi bilirdiğğğ, gömün, amin. Ordu sloganı "İşini en iyi yapan vergisini en çok verendir" Vergi dairesi sloganı "Bin ölür bin diriliz" Diyanet işleri sloganı "her ölümlü bir gün vergiyi tadacaktır"
1 note · View note
Text
babalar gibi
Saygıdeğer dostum, fikri hür, vicdanı hür dostum; yedinci babalar günümü kutlayan mesajın ile yükselen mutluğumla birlikte; yok efendim bunlar daha nedir ki bunların bir de ergenlikleri var diyerek (öyle bir şey dememiştin,götümden uyduruyorum ses etme) beni uyararak, aklımın başına gelmesine sağlayan; babalığın bir iş değil yaşam tarzı olduğunu hatırlatan, anneye yardımcı değil sadece babalık yaptığımızı belirten; kadın erkek eşitliğini savunan; yeri geldiğinde de kadınların yaptığı haksızsıkları, onların sadece kulaklarına fısıldıyarak incitmeden anlatarak, babaların da üzülmemesini sağlayan; yine de feminizm damarlağı ağır basıp,kadınların, erkek egemen toplum altında yaşamaması gerektiğini savunan ve bu yolda çok adamın ağzını burnunu kırarak öğreten; anlayana güzel dersler vererek nasıl ilerlemesi gerektiğini anlatan; yeri geldiğinde kadın ve erkeği yan yana getirerek "haddinizi bilin yahu" diyerek herkesin haddini bilmesini sağlayan, zerre kul hakkı yemeyen; tek derdi zalimlerden dertlileri kurtamak ve bunu yaparken zerre bızırıdanma almayan, terazinin iki yüzü kişilik, Levent.
"Her yerim şiş şiş"; "hava çok mu sıcak", "aç şu pencereleri aç,aç"; "bak bu aralar biraz gerginim"li kadın özel anları gereginliğinin yaşandığı bu günlerde, imdadımıza yetişen aman tadımız kaçmasınlı, alnımıza ne yazıldıysa o şekerimli, aç şurdan bir oyun havası da iki göbek atalımlı, altın günü teyzeleri psikolojisi ile ayakta kaldığımız,buna rağmen doların, piç mahalle bebeleri gibi mahalle teyzelerine ve topunuz keserim tehditleri savuran atletli yaşlı amcalarına aldırmadan, bağırarak sokakta yükseldikçe yükseldiği; paralel yapı gibi gelişen, benden sonra tufancılığın da  yükseldiği; yine de mücadeleye devam diyenlerin olduğu ama istifaların hala olmadığı, gasgarip yıllardı. İşte bu yıllarda,Vietnam savaşına benzemişti siyasetimiz. Hep bir Vietkonglu vardı karşımızda. Nasıl başlamıştı, nasıl gelişmişti demeye kalmadan seneler geçmişti. Hep bir sıkıntı vardı ama bir türlü bitmiyordu. Sürekli Amerikan askerleri gözünden görüyor ama bir türlü vietkonglu gözü olamıyorduk. Sürekli bir savaş vardı, kimin kimle savaştığı belli olmayan.  Vietkonglu gözüyle bakıldı ve iç ayrılıklar o kadar keskinleşti ki savaş unutuldu.Karşı duran siyasetçilerin bile aslında, bu savaşı istediği anlamları çıkmaya başladı. Herkes bir şeylere karşı olmaya başladı ama sonuç hep 52ye 48di. 52yi alan da memnundu 48i alan da. Kimlerdi bu rakamlar, kimse bilmiyordu.Sonra çicek çocuklar çıktı, savaşa karşı falan çıktı derken onlar da çok yoruldu ve tatile çıktılar hep. Millette para var yahulu, atı alan üsküdarı geçti söylentileri başladı. Büyük buhran gibi büyük bir boşvermişlik kök saldı.Hep Amerigan oyunlarıydı göööya ama biz bu oyunu hep oynamamıza rağmen, hep ilk defa oynuyor gibi oynuyorduk. Artık, siyaset üstüne yakışanı giymekti ve kapalı mekanlarda alkol tüketilmesi gerekiyordu, nemli ve sıcak yaz aylarında. Filmlerde, Vietnamdaki Amerikalıların vatansever, Vietkonglularında mülteci olduğu gibi bir sahne vardı, vieti de kongu da aynı söylemler içindeyken. Mevzu bahis vatansa gerisi teferruattırı, hep teferruat olarak göstermeye başladılar. Herkesin haklı olduğu bir ortamda konuşmalar da sığlaştı, artık ayak bileklerini geçmiyordu derinlikleri. Giden değil kalandır terkeden sözüne inatla beyin göçleri başladı. Bu beyinlerin yerine ucuz ithalat yapıldı. Hem de en ucuzundan.  Çok klişeli bu savaş filmi, İMDBde puanlanmıştı ve notu da git gide düşüyordu. İzlenmesi gitgide azaldı ama arka sokalar gibi hala devam ediyordu, en kötü yan karakter oyunculuklarıyla. ... Volkan:Nasıl buldun bu formatı? Levent:Sen bunu Kulaktan Dolmalardan çalmışsın Volkan. V:Esinlendim desek. L:Neyse öyle diyelim, sen yazılarını yazarak, içindekileri bir boşalt yeter. V:İçerik nasıl peki? L:Sürekli betimlemeler, benzetmeler falan derken çok yordu. V:Göndermeler nasıldı peki? L:Örneğin? V:Aslında vietnam savaşını kaybetseler bile holivuudun bundan nemalanması? L:Öyle bir şey yoktu da, bu klişeyi biliyorsun anladığım kadarı ile. V:Daha çok, eleştirsel filmlerin bile bundan nemalanmasından bahsetmiştim. Ameriga dediğin savaş kaybetse bile, milliyetçileri olsun, karşı duranları olsun, yine bir şekilde kazanıyor gibime geldi. Sadece Rambo hariç. O kral adamdır. L:Entellektüel bir şeyler demeye çalışıyor gibisin ama olmadı. V:Hacı ben ne entelim, ne yazarım ne de yönetmenim, hastayım hasta. O kadar da ağdalı cümleler bekleme benden. L:Lan senden bi sik beklediğimiz yok zaten, bak yine boş bulundum, ağzımı bozdurdun. V:Bozuk ağız sana yakışıyor Levent. L:Sen iyiden iyiye bana yanlıyorsun Volkan ama yemezler goooçuuumm! V:Goçum mu? Tamam la tamam dellenme yine, dolar kuruyla birlikte ne oldu seans başı? L:2000 TL, yazıyla da ikibintele. V:Seansın başı gözüktü. L:Küfür yok Volkan. V:Taksit var mı? L:Sadece nakit ödemelerde %10 indirim var. V:Nakit yok. L:İndirim yok. V:Havale? L:Geçirmek yok. V:Komik mi? L:Nakit mi? V:Senet mi? L:Sen-ettin ben etmeyeceğim. V:İyiydi, bono da mı olmaz can bono mo? L:Çekilmez oldun. V:Beni fonlasak ya da? L:Çık odadan Volkan, zerre finans bilgin de yok zaten. V:Gittim, deftere yaz, sonraki gelişe hallederiz. L:Gelmezsen halletmiş oluruz. V:Fikrini değiştirmeden kaçtım ben. L:Goooşş V:Dört nala hem de.
1 note · View note
Text
Itaatsiz
Depdeğerli üstadım "Piramit inşaatında çalışan mısırlı bir kölenin yanına yanaşıp 'Bak hele senin sigorta yatıyor mu, iş güvenliği önlemleri tam mı burda, maaşını zamanında alıyor musun, sendikal hakların var mı, de bakayım bana?' diyen, kölenin 'Abi dediklerinden bir şey anlamıyorum, ben 8 aydır burada çalışıyorum, verdikleri günlük 2 öğün soğuk arpa lapası artı 16 saat aralıksız çalışma da cabası!' demesi üzerine 'Hmm multinetin yok demek, peki haftasonu mesai parası alıyor musun, patronun iyi bir insan mı bari?' diye sorup köleyi iyice ifrit eden kölenin 'Abi patron dediğin bizim firavun Amon Ra zaten, onu da gören eden yok, adam tanrı, ne multineti?' diye safça sorması üzerine 'Peki emekli olunca Nil kıyısında bir kasabada yaşamayı planlıyor musun? Hobi bahçesi filan, arkadaşlarla balık avları, akşamları barbekü, emekli paranla dünya turu falan ha?' diye üsteledikçe üsteleyen coştukça coşan kölenin 'Abi beni bakkal 25 kuruş para üstü çıkmayınca sakız niyetine firavunun adamına verdi, yani sakızla aynı değerim var BİM poşetinden halliceyim, hayır firavunun adamı da bakkaldan püsküüt almıştı firavunun karnı kazınmış zaar, 8 ay önce püsküütü firavuna götürürken beni de buraya bıraktı, o gün bu gündür piramit yapacam diye anam bellendi' demesi üzerine 'Hmm moralsiz ve negatif gördüm seni, oysa ki olumlu düşünürsen daha mutlu olabilirsin, evrene pozitif enerji yay, olumlu düşün işlerin rast gitsin' diyen, zavallı kölenin 'Abi bende enerji olsa yayıcam ama tınne, yok, tam pozitif düşünücem ölene kadar bu işi yapmak zorunda olduğum aklıma geliyor bir sıkıntı basmıyor değil hani' demesi üzerine 'Tamam oğlum şaka yapıyorum 1 saattir, başına yıkıcam o piramiti firavunun, sizi örgütleyip anasını bellicem o Ra yavşağının' deyip inşaatta ayaklanma çıkartan, inşaat ihalesinin Cengiz Holdinge verildiğini, tüm kölelerin Cengizin taşeron kölesi olduğunu duymasıyla gözleri yuvalarından fırlayan, Cengizin Mısır halkının anasıyla da arasının iyi olmasına pek şaşmayan, Truva surlarının önünde haykırarak Hektoru düelloya çağıran Aşil gibi, piramitin önünde haykırarak 'Raaa, çık karşıma, büzzüğün yiyorsa gel dışarı, piramit mezarın olacak' diye bir yandan gerçekleri haykırırken bir yandan da Ra'yı düelloya çağıran, düellodan kaçan Ra'yı kırmızı bültenle arayıp bulan, daha sonra piramiti halka açıp millet bahçesi haline getiren, firavunu da burda çaycı yapıp karşısında kölelerle nargile içen, dünya tiranlarının korkulu rüyası, diktatörlerin karabasanı, son despot bükücü, mazlumların hamisi, kölelerin abisi, yoksulların hırpanisi, fakirin Turabisi (burası saçma oldu) Volkan...
Ortaçağın son demlerinde artık şatoların eski tadı vermediği, önüne gelenin müteahit olur gibi derebeyi olduğu, boş hazine arazisine bazillikaların dikildiği, feoadalizmin artık baymaya başladığı, dönemin z-kuşağının klasik hristiyanlıktan uzaklaşıp, pazarları kiliseye gitmediği, Martin Luther gibi dine format atma iddiasında olanları kendine idol edindiği, ebeveynlerin 'oğlum/kızım bak Williamların oğlu lord olmuş, Edwardların kızı da Danimarka prensi ile evlenip düşes olmuş, sen anca otur, senden olsa olsa mancınık tamircisi olur' diye çocuklarına fırça kaydığı, usuldan halk arasında kapitalizmin adının dillendirildiği, kahvehanelerde tespih şakırtıları, nargile fokurtuları duvarlarda çınlarken, müdavimler arasında 'benden duymuş olma ama sermaye diye birşey varmış, bir de işçi sınıfı diye birileri varmış, bunlar devamlı çelişki halindelermiş, artık kim kimi tutarsa öpüyormuş' gibi muhabbetlerin döndüğü, buna kafası yatmayan serflerin 'abi kapitalizm de neymiş, gelip geçici hevesler bunlar, neymiş efendim ben artık Riçırt, Corç için değil piyasa için üretecekmişim, piyasa ne abi piyasa ne?' diye dert yandığı bazı kulağı deliklerin piyasanın görünmez elinden bile haberdar olduğu, feodalizm muhipleri derneği gibi çağın ülkü ocağı benzeri yapıların 'bu görünmez el anamızı bacımızı elleyecek, memlekette ar namus kalmayacak' gibi dedikoduları topluma yaydığı tıpkı sonraki yıllarda 'komünizmde kadınlarımız da ortak olacakmış' geyiği gibi geyiklerin çevrildiği, bu görünmez eli yakalamak için mahallelerde gençlerin devriye attığı, sermayeye dönüşebilecek her türlü birikimin önlenmeye çalışıldığı, kumbarasında para birikitiren çocukların 'başımıza kapitalist mi kesilecen len!' denerek yetimhanelere kapatıldığı, Fransızların Sans Culottes (donsuzlar) dediği baldırıçıplak tayfanın büyük devrimde krala karşı burjuvaziyi destekleyip özgürlük vaadiyle kandırılırken giyotinler altında can verdiği, donsuzların donsuz daha mutluyken ileride kapitalizm tarafından proleterleştirilip don sahibi yapıldıklarında mutsuzlaşacağı, kapitalizmin babalarından Adam Smith'in Ulusların Zenginliği kitabını sırf makara olsun diye dünyanın en fakir halkı Burundililer'e adadığı, "bütün dünya tarihi sınıf savaşlarının tarihidir" diyen Marx'a "evet bizim sınıf da çok piçti, 3-B ile hiç geçinemezdik" diyen Engels'in mevzuyu hayli tersinden anladığı, yeni yeni doğmakta olan dünya ekonomik sisteminin adını İbrahim mi koysak kapitalizm mi koysak diye uzun uzun düşünen burjuvazinin kapitalizmde karar kıldığı, karanlıkla aydınlık güreşirken loşluğun aradan sıyrılıp ipi göğüslediği, iyilikle kötülük birbirlerine dayılanırken nötürlüğün fırsattan istifade kendini öne attığı, güzellikle çirkinlik çekişirken sıradanlığın bayrağı kaptığı, sevgi ile nefretin evliliğinden boy boy 'samimiyetsizlik' adında çocuklarının olduğu, kapitalizm ile sosyalizmin mücadelesinden payımıza özgürlüksüzlüğün düştüğü akıllara seza, gönüllere feza yıllardı.
O yıllarda eski Yunan ileri gelenleri "demokrasi" denen bir yönetim şekli üzerinde çalışmaktaydılar. Yani ileri gelen dediysem de hani şu kafasına defne yaprağı takıp bembeyaz bol kıyafetler giyerek sünnet çocuğu gibi gezen tiplerden bahsediyorum. "Biz bu demokrasiye en iyisi halkın kendi kendini yönetmesi diyelim" diyerek tam da ilkokul kitaplarına yazmalık beylik banal bir tanım yapmışlardı. Peki ama halk kendi kendini nasıl yönetecekti? Tabi ki oy vererek... Kimler kime oy verecekti peki? İşte burada işler sarpasarıyordu. Oy hakkı hali vakti yerinde, parası pulu olan kişilere tanınacaktı? Peki ya dağdaki çoban? Onun oy hakkı ne olacaktı? Ona hak tanınmadı, çünkü o halktan sayılmazdı. Nasıl yani dağdaki çoban, tarladaki maraba da halk değilse kimdi ulan bu .mna kodumun halkı? Aristokrat erkeklerdi halk. Ünlü manken düşünür Aysun Kayacı, taa Yunan tarihinin derinliklerine dek izi sürülebilecek bir açmazı dillendirmişti oysa. Yunanlılar bunu düşünmemişlerdi, 5000 kişilik bir köy/kentte bu sistemi tıkır tıkır işletmekti gayeleri, 100/150 milyonluk devasa kitleler için ise bu sistemin tam bir garabete dönüşeceği akıllarının ucundan bile geçmemişti. Genişleyen halk kavramı bir çobanla bir bilimadamını, tamtam çalan donsuz yerliyle bir piyano virtiözünü, kıraathanede ağzında sigarası okey oynayan dayıyla bir astronotu eşitleyivermişti. Ben tanrı adına sizi yöneticem diyenle ben "halk" adına sizi yöneticem arasında mantıksızlık ve despotluk bab-ında bir fark kalmadı. Kutsiyet atfedilen şeyler aslında egemenlerin işine yarayan şeyler... Tanrı, din, vergi,devlet... Nerde kutsal orda tahakküm, nerde tahakküm orda sömürü, nerde sömürü orada fakir kitleler zengin zümreler... Nereye yol almalıdır insanlık? Belkide yönetimsizliğe, tahakkümsüzlüğe, anti otoriterliğe... İyi ama konuşanın bile dinleyen üzerinde, yazanın bile okuyan üzerinde, bilenin bilmeyen üzerinde yani en genel haliyle eyleyenin (özne) eylenen(nesne) üzerinde bir üstünlüğü varken bu ne mümkün? İşte en iyi idare ütopyası peşindeki insanlığın, önüne koyması gereken başka bir ütopya. Dünyanın sonunu ilan eden eski Yunanlılar erken hatta çok erken karara varmışlar sanki. Ya milyonluk topluluklar olarak yaşamayı bırakıcaz ya da bu en iyisi denen bir idare altında bile hergün prangalarımızı parlatıcaz. Taş yontup mağaraya resim yapanlar mı daha özgürdü, modern dünyanın sefil bilişim sihirbazı insanı mı, yıllarca Afrika çöllerinde, uçsuz bucaksız Asya steplerinde efendisiz yaşayan "barbarlar" mı daha özgürdü yoksa elinde kahve bardağı kulağında kulaklığı Starbucks masalarında laptopu ile dünyanın merkezinde olduğunu sanan modernite kölesi mi? Bilemiyorum Altan gerçekten bilemiyorum...
0 notes
Text
NEFRET
Yıllardır, sana öğretildiği şekilde, tek gücünün, tek oy hakkın olduğu ve bir şeyleri değiştirebileceğin öğretisine inandırılıyorsun. Evvel zaman içinde birisi çıkıp diyor ki "dağdaki çoban ile benim oyum bir mi?" diyene, ohaa! ne saçmaladın lan diyorsun. Hümanistisin çünkü. Herkes eşittir diyorsun. Kimse kimseden üstün değildir diyorsun. İşleri, ne iş olursa olsun, dağdaki çoban bile olsa, iyi yapanlara;karşılık beklemeden iyilik yapanlara; bilimsel araştırmalar yapanlara, saygıyla bakıyorsun. Din, dil, ırk ayırt etmeden, herkesin yaptığı işe saygı duyuyorsun. Bu saygıyla, herkese kolay gelsin, günaydın diyorsun, en güler yüzünle. Acılarını, elinden geldiğince paylaşıyorsun. Acılı dönemlerde, kendi acılarını unutuyorsun. Ezilenlere karşı ses olmaya çalışıyorsun. Eziliyorsun. Bükülüyorsun. Sonra cevaben koyduk mu oluyor, koyulanın halk olduğu ama kimsenin kendisini halk statüsünde görmediği bir ortamda. Biz böyle değildik ki! Biz böyle değildik ki derken, sinirlenmeye başlıyorsun. Yoldan geçen birisine, yol param bitti dedikleri için cebinde olan son 100 liranı veriyorsun. İnanıyorsun. Arkadaşların seni eleştiriyor. Pişman oluyorsun, kızıyorsun kendi kendine. Kendini avutmaya çalışıyorsun, hayır, verdiğim para boşa gitmedi diyorsun. Haklılığını, psikolojik olarak da savunmaya çalışıyorsun, en derin duygularınla, bence ihtiyacı vardı diyorsun. Haklısın da! kim, neden böyle bir şey söylesin, ihtiyacı olmasa. Arkadaşın sesini yükseltiyor, neden verdin diyor. Neden birisine yardım etmek bu kadar yanlış oldu diyorsun kendi kendine. İçine atıyorsun, inandıramıyorsun başkalarını ve kendini, kızıyorsun tüm düzene, haklı olarak. Sonra metroya binerken, önceden hiç aldırış etmediğin, senden önce binmeye çalışan birisine, omzunla engel oluyorsun, birader senden önce ben vardım dercesine. Kalabalıkta son ses müzik dinliyorsun, artık saçma sapan bir şey duymamak için. Duyarsan sinirlenmemek için. Üzerine ekonomi,vergi biniyor, işten atılma korkusu sarıyor. Uyandığında ağzın kan doluyor, dişlerini gıcırtmaktan. Herkesin isyan ettiği "banane" noktasına varmak istemiyorsun. Debeleniyorsun. Korkuyorsun. içinde, anlamsız savaşlar dönüyor. Savaşın anlamsızlığını biliyorsun. Ama başkaları sana zarar vermeye başladığı için savaşmayı düşünüyorsun. Filmde izlediğin cümle geliyor aklına, NEFRET İNSAN İÇİN YÜKTÜR. Diğerleri dedikleri insanlar, senden ve senin gibilerden nefret ederken. Nefret insan için yüktür. ---SESSİZLİK YİNE-- Volkan: Nasıl buldun Levent? Bu sefer kısa bir deneme yazmak istedim. Levent: iyi bir deneme ama sanki bu metotda yazanlar var sanki. V:Bir içeriğine bak yahu, şiir yazsaydım, şairler aynısı mı yazıyor diyecektin? L:Sakin ol şampiyon, bu türevde yazanlara gıcık oluyorum da, o yüzden diyecektim. V:Eee dedin zaten. L: La bir dur, sakin! V:Bunalıyorum Levent! L:Bir şey diyemeyeceğim Volkan. V:Bir şey de! Levent, ihtiyacım var. L:Bak, şöyle yapalım, dediklerimi unut, neden yazı yazıyorsun onu bir de hele? V:Hele mi? L:Volkan, söyle sen!! V:Tamam, tamam, içimdekileri yüksek sesle haykırıyorum kelimelerle, hem sen dememiş miydin içindekileri yaz diye? L:Ben dedim ama seninkiler içinde birikmiş bir gaz olabilir mi? V:Gaz mı?! Onca eğitimler,okumalar,makaleler ve sonuç benim içimdeki gaz mı? L:Espiri yaparak ortamı yumuşatmak istemiştim be Volkan. Derdim senin akıl sağlığın öncelikle, gerçi benim sağlığım da çok iyi değil bu aralar. V:Olmadı be Leventim bu sefer. L:Tamam dur! Sakin olarak ele alıyorum bu sefer. V:Al bakalım dinliyorum seni. L:Şöyle yapıyoruz, komple öldüğünü farz et.... Ettin mi? V:İntihara mı sürüklüyorsun beni acaba, neyse farz ettim. L:Dur, sakin, işimi yapıyorum şimdi, seni Anubis karşılıyor. V: Ne ola ki bu Anubis? L:Ya işte, Mısır mitolojisinde ölülerle ilgilenen tanrı.Fena biri değil yani.Görevi tüm ölüleri korumak ve yüceltmektir. V:Ee yani? L:Ölen kişi diğer dünyada yargılanırken, Anubis ona yardım eder. Anubis diğer dünyada ölülerin koruyucusu ve ölüler kentinin efendisidir. V:Lan ben efendi istemiyorum artık. L:La bir dur! Anubis, Antik Mısır tanrıları arasında en saygın olanlarındandır. Ölüleri tekrar hayata döndürme gibi bir özelliği var deniliyor. V:Aynı sorum devam ediyor,Ee yani? L:Yanisi şu, tekrar yaşaman için ölmen lazım. V:Yaa bi siktir git Levent. Ne diyorsun, kaç kere öldüm zaten. L:Peki ya kelebekler. O zaman da ölmemiş miydin? Sonra karnında kelebekler uçmuştu. V:O ayrı, evet, sonra yaşamaya başladım. L:Ne biliyorsun, Anubis'in kelebekleri sana vermediğini? V:Vay be, doğru diyorsun Levent. L:Şimdi ne yapıyoruz? V:Seans süresi dolduğu için ben gidiyorum o zaman. L:Bak ne güzel  aydınlandın, öldün ve dirildin. V:Valla zerre bir şey anlamadım bu sefer ya, hadi neyse. L:Uzatma Volkan hadi git, içimi bayılttın. V:Uzaklaştım ama kendimden. L:Kelime oyunları yapmadan gidiyoruz. V:Bye L:Bye
1 note · View note
karanlık
Adam, kutuya baktı. Düşündü. İçinde bir kedi vardı dedi. Kedi, ölü mü canlı mı sorusunu sordu kendi kendine. Cevabını bilmiyordu. Olasıklıklar eşitti. Olasılıklar o kadar eşitti ki merakını gidermek için, pandoranın kutusu gibi, açması mı açmaması mı lazım mıyı düşünmeye başladı. Sonucu öğrenmek için ya pandoranın kutusunu açıp içinde umudu bırakacaktı ya da gözlem sonucunu öğrenecekti. İlk defa bilim ve duygusallık karşı karşıya kalmıştı aklında. Bilimde, duygusallığa yer var mıydı? Sicim teoreminde, ipliksi yapılar bilim ve duygusullığı birbirine bağlı mı tutuyordu acaba? Einstein'nın genel görelelik kuramına ters mi düşecekti yoksa başka kapılar mı açacaktı? Newton mekaniği, bir süre sonra bağnaz görülmedi mi yeterli değil diyerek. Sonra Einstein'ın kuramları bile eksik görülmedi mi? Aya gidildi ve "yetmez ama evet"çiler bile çıkmadı mı, çıkılmadı diyenlerle omuz omuza. Kafası iyice karışmaya başlamıştı adamın. Kutuda bir kedi vardı hala ve ne olduğunu bilmiyordu. Bilimde bile, tezleri eritmek için bir antitezin yetmesinin geçerli olduğu bir dünyada, bu adamın, kutuda kedi canlı mı değil mi sorusuna ne yapmazlardı? Bu kurşun plakaların arkasında bir yüz vardı, bu plakaların arkasında bile kedi yaşıyor mu yaşamıyor mu fikri vardı ve bu fikirler uranyum geçirmezdi. Aynaya baktı adam, boş ve Nuri Bilge Ceylan filmleri uzunluğunda. Suçluluk duyordu ve sonra kendini özgür hissetti, yaşadığım sürece kainatı bile fethedebilirim diye düşündü. Sonra kutuyu açtı, ne olacaksa olsun umarsamazlığıyla. Kedi yoktu, ve bir not vardı, "The first rule of Fight Club is: you do not talk about Fight Club. The second rule of Fight Club is: you DO NOT talk about Fight Club. Third rule of Fight Club, someone yells stop, goes limp, taps out, the fight is over." kavga bitmişti, kutuyu kapattı, umudu içinde bırakarak. Volkan : Bayadır gelemiyorum seanslarına, şöyle bir şeyler karaladım. Belki anlatır her şeyi. Levent : Evet, resmen karalamışsın. Bu ne karanlık dostum. V: Arada yaşanan felaketler, zamlar ucuz insan hayatı, seçimler derken, içim şişti Levent. Düşün seni darlamak için bile gelemedim. Sen bana dostum mu dedin? L: Valla Volkan ne yalan söyleyeyim, benim de içim kararmadı değil. Lakin ne söylenecek söz var ne de bende de bir enerji var. V: Lan dur sana ne oluyor?! Karışık ve enerjisi düşük kafama iyi gel diye geldim, benden beter çıktın. L: Çok affedersin ama ne dersem beğenirsin? V: Her şey çok güzel olacak. L: .arrrağımı güzel olacak, bak yine küfrettirdi beni. Herkesin dakkasına döndüğü, neyin, kimi savunduğunu bile birbirine girdiği bir dünyada yaşıyoruz. V: Ne yapalım yani, bu dünyaya çocuk getirmeyelim mi? L: Senle ben olmayız Volkan. V: Lan dur o anlamda demedim. N'apak diyorum alooo? L: Ağzını topla, nasıl konuşmaya başladın benimle. V: Levent'im kızma, ben ne dediğimi biliyor muyum? Akli melekeleri pek yerinde olan biri değilim sonuçta. L: Senin gibi olmak için şimdi neleri mi vermezdim? V: N'oluyor yahu, hacııııı, beni iyileştirmen için geliyorum. L: İyileşme be Volkan, salla, düzeldiğinde seni pamuk gibi bir dünya karşılamayacak. V: La havle, n'oluyor yahu?! L: Ben sana iyilişmen için olanları, kıyaslamaları ve sonunda olabilecek ve olması gerekenleri söylüyorum ya... V: Eveeet L: Gerçek hayat öyle olmayabiliyor. V: Siktiiiiiiiirrr, deme Levent. Ben sağa sola yeminler ettim, valla düzelcem gelecem diye. n'apacaz şimdi? onca para da verdim sana? L: Konu para mı sadece? Goduğumun salağı! V: Salak malak böyle şeyler kırıcı şeyler, Levent neler diyorsun? L: Düzelme Volkan onu diyorum, uğraşma boşuna. V: Yaaağğğ bırağğğğğ allah aşkına yaaa, tertemiz düzelicem işte, sen demdin mi yazım hakkında, ne kadar karanlık diye, işte aydınlık şeyler yazacam sonra bi bakmışsın, hoooppp buraya gelmiyorum artık. L: Olursa beni çağır. V: Sen nereye gidiyorsun? L: İnzivaya. V: Valla bırakmam, yok öyle yarı yolda bırakmak. L: Ne kadar naifsin. V: Valla  bırakmam. L: Volkan, bu seans, seni ben kovmayacağım. Kendim, hususi bitireceğim ve para dahi istemeyeceğim. V: Levent beni korkutuyorsun. L: Tamam, tamam, sen de korkma, siktir git diyeyim de rahatla. V: İçten olmadı ama seni zorlamayacağım. Biraz şöyle kafanı falan dinle. L: Dinleyecek müzik kalmadı Volkan'ım. V: Aaa bak orada dur işte, hala doğada kuşlar ötüyor, rüzgarla esiyor, ağaşlar rüzgarla gıcırdıyor, kuşlar cıvıldıyor. L: Güzel dedin be Volkan. V: Levent bu sefer seansı ben sana yaptım gibi, lütfen haftaya geldiğimde dediğim gibi doğa seslerini dinleyrek gel, stresten uzak dur. Ödevlerin bunlar. L: Bu sefer senin dediğin gibi olsun. V: Seanslara zam mı geliyor lan yoksa beni iyice yumuşatıyorsun gibime geldi? L: Uzaklaş Volkan. V: Hemmmmen, bak yok oldum bile, sen iyi ol da.  
1 note · View note
Levent odaklanmış bir adamdır.Yarı Türk, yarı Alman asıllı, koyu bir Amerikan düşmanı, Şangay'da doğmuş, bir Japon generali tarafından büyütülmüş; bir Japon bilgesinden de "Go" oyunu öğrenmiş; Baskça dahil 18 dili ana dili gibi konuşan; plastik kartla ya da kurşun kalemle bir insanı rahatlıkla öldürebilecek ustalıkları edinmiş; bir odadaki tüm eşyaları bir silaha çevirebilecek donanıma sahip; üstün düzeydeki "yakın algılama " yeteneği yüzünden fotoğrafı bile çekilemeyen, profesyonel anarşist, terörist avcısı,korkusuz mağaracı, yenilmez savaşçı ve gerçek feylosofdur. Emperyal dünya düzencileri tarafından baş düşman ilan edilmiş ve tüm dünyada aranan birisiydi. Kimse, Levent ile direkt olarak çalışan, onu tanıyan ya da gören birini bilmezdi. Herhangi biri Levent için çalışabilirdi.Bilemezdiniz. Bu da onun gücüydü.Levent'in yaptığı en büyük kurnazlık tüm dünyayı yaşamadığına inandırmaktı.Bir süre sonra, kimse Levent'in gerçek olduğuna inanmamaya başlandı ve söylentiler çıkmaya başladı. Kendisinin iyiliğini ve yeteneklerini kullanarak, sosyalizmi getireceğini iddiaa eden bir grup anarşistin, kapitalist olması üzerine, o gruptaki herkesi, sonrasında ailelerini ve tüm akrabalarının tamamını hatta onlara en ufak borcu olanları bile en köklü komünist olmasını sağlayıp, ortadan kaybolmuştu. Bu, tüm anarşitlerin ve koministlerin arasında efsane olarak anlatıldığı, kapitalistlerin ise çocuklarını korkutmak için anlattıkları bir hikayeye dönüşmüştü. Hatta bir rivayete göre Lenin ve Stalin bir gün konuşurken, Lenin “Tanrı’ya inanmam ama ondan korkarım” demişti, Stalin ise ise Tanrı’ya inanıyorum ve beni korkutan tek şey Levent" demişti. Tarihler ilerlemişti, büyük buhranlar geçmiş, sanayi devrimi olmuş, savaşlar yapılmıştı. Tarihin ortanca çocuklarının bir amacı ya da yeri yoktu. Lanet olsun, bütün bir nesil benzin pompalıyor, garsonluk yapıyor ya da beyaz yakalı köle olmuştu. Bizim büyük savaşımız kendi ruhlarımızlaydı. Büyük ruhlarımız ise hayatlarımız olmuştu.Bütün umutlar yok olmuş, her şeyimizi kaybetmiş ve özgür kılınmıştık. Tekrar kulaktan kulağa laflar dolaşmaya başlamıştı. Levent ismi geçiyordu tüm fısıldamalarda. Levent'in görevi dünya demokrasisini korumaktı, uygulamak değildi deniyordu. Herkes beşinci günün şafağını beklemeye başlamıştı...   --o esnada havada derin bir sessizlik vardır, iki adam birbirlerine bakarlar, ilk sessizliği bozan Volkan olur-- Volkan - Sonunu bir türlü getiremiyorum. Çarpıcı bir son olması için siyah atıyla tepeden aşağıya mı inse ya da arabasıyla spinler ata ata meydana falan mı inse? yoksa bir fucking pencil ile mi çıksa? Levent : Bu ne Volkan anlamadım, kitap arka kapağı mı, film fragmanı mı, ne bu? V:Kitap diye düşüdüm ama film de olur bak, seri bile olur. Levent1, Levent2, gider dört, beşe kadar. L:Baya baya beni Nicholai Hel'e, John Wick'e, Tyler Durden'a, Kayser Soze'ye, Gandalf'a çevirmişsin Volkan. V:Ben olamıyorum kahraman, bari seni yapayım dedim. L:Bari derken övünsem mi üzülsem mi bilemedim? V:Hayır, hayır sevin tabii ki. Ben beceremiyorum işte, hep hüsran , hep bir sıkıntı. L:Neymiş sıkıntı? V:Ne yapsam olmuyor. L:Ne olmuyor? V:Birileri için bir şeyler yapmıyor oluyorum. Benim için ne yaptınlarlarla bitiyor cümleler, toksik oluyormuşum sonunda. L:Ee beni kahraman yapmışsın, benim için bir şey yaptın diyebiliriz. V:Güzel bir çıkarım ama beni sakinleştirme çaban da mesleki deformasyon.Zaten süre dolunca kovarsın beni buradan. L:Sonuçta işimi yaptığımı gösteriyor sanıyorum, kovulma noktasında da haklılığımı dile getirmeme gerek yok diye düşünüyorum. V:Şuan kim kime terapi yapıyor? Kahraman yaptım, seri filmler çektim, kitaplar bastım adına, sonuç, Volkan benim için ne yaptın? L:Lan dümbük, sana dedik ya beni kahraman yapmışsın işte, daha ne diyeyim, bak yine nabzımı yükselttin durduk yere. V:Dur bir hemen celallenme, işte sıkıntı burada iyi bir şey yaparken bile sinirleniyor karşı taraf, onu anlamadım. L:Bana mı yürüyorsun sen? V:Eee pes vallahi, nerelere geldi olay. L:Benim için ne yaptın Volkan? V:Bak küfür edeceğim bu sefer. L:Tamam lan tamam, şaka. Şaka maka derken geldik mi yine bir seansın sonuna. V:Sezon finali gibi seans sonlarımız, kocaman bir soru işareti ile kalıyor, acaba ne olacak? L:Merak ilgili uyandırır. V:Bana ilgi değil de maddi durumlarımı uyandırıyor.Yine zam geldi değil mi? L:Haliyle Volkan'ım, bunlar hep kurdan. V:Lan psikolojide mi yurt dışından ithal ediliyor? L:Ne sandın! V:Kitabın sonu şöle olacak; herkes beşinci günün şafağını beklemeye başlamıştı ama bi sike yaramadı. L:Kırıldım biraz ama neyseki çıkışta parayı verdiğin an unutacağım. V:Kahrolası federaller, toksikçiler. L:O zaman senin üç hayırla uğurluyoruz. V:Diğer seansa daha iyi hazırlanıp geleceğim. L:Selametle canım. V:Bir mukalele bebişim. L:Bilmukabele diye düzeltmeye kıyamadım. V:Işınlanarak gidiyorum o zaman. L:Uzay zaman büküntün pek olsun yiğidim.
1 note · View note
SGDD
Valla ben hiç karşı olmadım, teknik olarak da çok doğru bir laf. Aksini de iddaa edemezsin, kim karşı çıkabilir. İnanç durumlarını da etkileyen bir durum değil zaten. Muhafazakarında solcusuna kadar herkese yapabilirsin bu espriyi. Tamam, miladi hicri takvim durumları var ama sonuçta onda da bir yıl sonu uygulanıyor. Dünya düzcüler bile kaldırır bu espriyi. Onlarda da bir takvim var ve kendi yıllarına göre yenileniyordur herhalde. Şimdi aklıma geldi dünya düz ise gün-ay-yıl hesabı nasıl yapılıyor ya da onlar bu zaman dilimlerine ne diyorlar acaba? Hatta düz dünya biraz eğri duruyor mu? Neyse, çok da şaapmamak lazım. Efenim okuyan, okumayan herkesin yeni yılı istediği gibi geçsin.
Özetle, seneye görüşürüz.
Seneye Görüşürüz Diyenler Derneği (SGDD)
1 note · View note
go home yankee
Yataktan kalkıyorum. Ayaklarım yerde, yatağın kenarına oturmuş, pencereye birkaç dakika boş bakıyorum. Boyun ağrıma küfrederek yavaşça kalkıyorum, değiştireceğim şu yastığı. Terlikler neden kalktığım tarafta olmuyor sinirini ekliyorum bünyeme. Yerin soğukluğunun, çıplak ayakta bıraktığı ürpertiyle, banyoya gidiyorum. Kış, buralara hala tam gelmedi düşünceleriyle “geldiğimizde otlar yemyeşildi” sözlerini mırıldanıyorum, niyesini bilmeden ve yeşil otlara takılmış, en azından iki grup aklıma geliyor, Pink Floyd ve Yeni Türkü, başka kim vardı? Araf’ta kalmış mevsim sürüncemesi yaşanıyor. Kombiyi açsak mı sorularının beynimde revaçta olduğu bir dönemle, sevgiliye söylenen, battaniye altında uzansak, ne güzel ısınırız, hayallerinin iç ısıttığı bir dönem. Daha banyoya varmadan ne çok düşünce geçiyor aklımdan. Lavabonun karşısına varıyorum sonunda. Ayaktan geçen soğuk, beynine kadar geliyor. Diş fırçalamak zül geliyor. Sabah sabah, macunun köpürmesini beklemek, önler arklar derken, aynadaki yansımamda, boş bakışımı yakalıyorum. Gözümün ferinin gittiği o bakışı. O gözler sonra, fırçayı tutmayan elimin, anlamsız bir şekilde durduğunu görüyor. İçimden küfür ediyorum, ne garip bir görüntü bu. Suyla, dudağımda ve çevresinde de diş macunu kalmasın diye, iyice yıkıyorum. Diş macunu kuruyunca, çok garip his veriyor, tenin geriliyor sanki. Ellerimi de yıkıyorum. O an çişin geliyor. İçimden yine bir küfür sallıyorum, “lan ilk sen gelsene ya”. Uzun soluklu işeme seansında, keşke oturarak mı işeseydimi sorguluyorum. Büyük tartışma çıkartır bu sabah işemesi, neyse ki kimse dile getirmiyor, dünya rejimini değiştirir. Bu sefer, uzun işeme rekoru kırdım galiba diyerek eğiliyorum lavaboya, altın madalya takılacakmış gibi ve ellerimi tekrar yıkıyorum. Yatak odasına, büyük geri dönüş göçü başlıyor. Bir ömür gibi sürüyor. Kapı arkasına asılmış dünden kalma kot, üstüne çekmeceden alınan, renk uyumuna özen gösterilmemiş bir tişört giyiyorum. Ya ben kalkınca ilk iş, kahve makinesine kahve koyacaktım siniri geçince, kahvemi hazırlıyorum. Aynı anda, her şeyi planlamadığım için odalara, en az üç sefer yapıyorum. Her seferinde, bir iş hallettiğim için iyice sinirleniyorum. Sabah planlamalarımı gözden geçirmen gerektiğini anlıyorum. Kendi kendime sinirlenmem bitince, kahve de hazır oluyor. Matarama kahveyi döküp, artık evden çıkmaya hazır olduğuma kanaat getiriyorum. Çok net kanaatlerim vardır şu hayatta. Üzerime sadece polarımı alıp, tam kapıya yöneldiğimde, parfüm sıkmadığımı hatırlıyorum. Hay benim yapacağım işe diyerek geri dönüyorum. Ufak bir sevinç de dolmuyor değil hani, çünkü ayakkabımı giymemiştim daha. Bu gibi durumda, ayakkabıyı geri çıkartmak, bu kadar mı zor gelir insana; işaret parmağınla değil de kerata ile giymene rağmen. Neyse, parfüm işi de tamam, ayakkabılarım da ayakta, bu sefer hazırım, net bilgi yayalım deyip, tam kapıyı kapatacakken, kafan dank eden o ses, “dümbük çantayı unuttun”. Valla ayakkabılarımı çıkaramam isyanı ile evin içine ayakkabılarla basarak çantamı alıyorum. Ne ikilemler yaşadım be. Tedbiri elden bırakmıyorum, kapıyı kilitledim mi ikilemi yaşamayayım diye, içimden tekrar ederek, kapıyı kilitliyorum. Apartmandan aşağıya iniyorum ve sürpriz. Kahveyi unuttum. Siksen yukarı çıkmam diyerek, apartmandan kararlı bir şekilde çıkıp, sola dönüyorum. Bu sola dönüş, resmen bir devrim havası yaşatıyor içimde. İran’da karşı devrime yol açabilecek, kadınların saçlarını açma eylemelerinin başladığı bir zamanda; Katar’da dünya kupasının yapılması ve ilk maçta stadyum görüntülerinde beyaz entarili abileri görmek, tezat bir görüntüye neden oluyor. Üstüne, Suudi Arabistan’ın Arjantin’i yenmesi, bu düşüncelerime, biraz tuz basıyor. Ne ara bu düşünce karmaşıklığına gelmiştim derken, pıt, suratıma bir yağmur damlası düşüyor. Ya ben neden penceren bakmadım, ne malım lan diyorum. Yağmur başlıyor ve aklımda tek düşünce, şemsiyem evde neredeydi? Heyecan ve korkunun el ele verip, gol atan futbolcu gibi tribünlere koşarak gol sevinci yaşamasını izliyor beynim. Mikail ile antlaşmam işe yarıyor (bu antlaşmayı açıklayamam, gizli bilgi), aşırı yağmıyor. Halka karışacağım metrobüse kadar kulaklığımda dinlediğim müzikle, sokak klibini çekerek ilerliyorum. İzleyiciler için fonda müzik bangır bangır çalıyor. Turnikelere geliyorum, bakiyenin yetersiz olduğunu belli eden o iğrenç ses bozuyor bütün büyüyü. Kulaklıklarımı çıkartıyorum ve fondaki ses kulaklıklardan gelmeye başlıyor tiz bir şekilde. İzleyiciler, şarkının en güzel yerinde, sesin kısılmasından dolayı üzgün. Daha başıma işler gelebilir diye, günlük küfür kotamdan kullanmayarak, telefon uygulamasında yükleme gerçekleştiriyorum. Buraya mis gibi, belediyenin telefon uygulama ürününü yerleştirebilirdim ama neyse. Para yükleme de tamam. Artık, halka karışıyorum. Oturmadan, körük kısmına geçiyorum, “oturunca birisine yer verme stresine girmektense, ayakta dururum hacı” net tavrına bürünüyorum. Klip çekmiyorum bu sefer. Günde iki klip yoruyor insanı. Neyse, gaz parçaları seçerek yolculuğun geçmesini bekliyorum. İneceğim yerde “Duracak” düğmesine basanlar olduğu için kendimden eminim, butona basmaya yeltenmiyorum bile. Dediğim gibi de oluyor. Bakıyorum “duracak” yazısı kırmızı oluyor. Yaşıyorum bu hayatı, işte risk budur diyerek. Duraktan, çok ünlü bir sima edasıyla iniyorum. Yağmur dinmiş, Mikail antlaşmasına sadık kalmaya devam ediyor. Şansızlıklar dönüyor diye düşünüyorum. Görecelilik kavramı yaşıyorum bu sefer, metroya yürüme yolu uzun sürüyor. Ama metro turnikesinden emin ve rahat geçiyorum, kartta para olduğundan. Metro geldiği için yürüyen merdivende, yürümüyorum, soldan aşağıya doğru koşuyorum. Kimse bir şey demiyor, yürüyen merdivende, solda durmak yasak ama koşmak ile ilgili net bir şey yazılmadığı için. Tam kapı kapanma sesi “tısss” larken içeri giriyorum. Kimsenin senin, o son an başarma zaferinle ilgilenmemesi, seni biraz üzüyor. Neyse çok takmıyorum. Müzikler cep telefonumda yüklü olduğu için, ses kesilmesi de olmuyor. Yine klipli, mis gibi bir yolculuk. Hangi durakta ineceğim derdi de yok. Çoğunluğun, senin durağında ineceğini bildiğin için kalabalık hareket edince, aha geldim diyorsun, büyük rahatlık, stres yok, resmen hayatın “bug”larını bulmuşum gibi hissediyorum. İşte hareket etti güruh, onlarla birlikte iniyorum metrodan. Kalabalık, merdivenlerden çıksın diye geride bekliyorum, bence karizmatik bir hareket ama yine de kimsenin sikinde değil. Metrodan çıkmaya yakın, poğaçacının önünde geçerken, alsam mı almasam mı ikileminde kalıyorum yine. Ulan hani ikilemde kalmayacaktım? Neyse, düştük artık ikileme deyip, taarruza geçiyorum. Elimdeki koz kuvvetli “içine ne yağı koyuyorlar belli değil” anne sözü, seni, önünden geçmeni sağlıyor, sağlıklı sağlıklı. Tam bu işi de sıkıntısız geçtim demeye kalmadan, ön hazırlık tribim devreye giriyor. Giriş kapısına varmadan önce kartımı çıkartayım da beklemeden geçeyim. Amaaaa çantamı karıştırmama rağmen kartımı bulamıyorum. Unuttuğumu fark etmemle, küfür etmem arasında zaman saliselerle ölçülüyor. (Buraya da bir saat ürün yerleştirsem, gideri vardı) Günlük kotamı bitirecek tüm küfürlerimi kullanıyorum, en okkalısından. Güvenlik görevlisi, bana bakıyor, ben ona. Adam net, geçiremem diyor İstanbul Türkçesiyle. Ona küfredemiyorum, küfür kotam, devam etmek için yükleme yapmalısınız uyarısı verirken. “Ağabey valla burada çalıyorum” diyorum. Kesin gözlerle bana bakıyor. Atatürk’ün sözü aklıma geliyor, “Geldikleri gibi giderler”. Dur şimdi ne alakası var diyorum içimden. Ağabeye tam dikleneceğim, İngilizlerin hissiyatına, Rusların Afganistan’da yaşadıklarına, Amerikalıların da Vietnam’dan kaçtıkları o son sahne triplerine giriyorum. Pis emperyalistler diyorum, güvenlikçi ağabey anlamsız gözlerle bana bakıyor. Yapacak bir şey yok deyip, boynumu bükerek, tam geri dönüyorum, o an kan ter içinde uyanıyorum. Bu kadar gerçekçi rüya görülür mü, hayır görüyorsun, sıradan bir günü niye görüyorum, kahraman falan olduğum bir rüya görsem ya. Bak ikidir böyle rüyalı yazılar yazıyorum, neyse, pencereye boş bakmadan, hemen mutfağa yönelip kahvemi koyuyorum. Kendime geliyorum. “.mına .oduğumun” emperyalistleri, “.iktirin gidin” kendi memleketinizde oturun, insanları rahatsız etmeyin, günlük hayatımdan ve rüyalarımdan da defolup gidin. Go Home Yankee!
1 note · View note
Idealist, rantiye, surgun, eylemci, yalanci, hayalperest, anarsist...
Tumblr media
14 Haziran 1876 Çarşamba günü İsviçre Bern tren istasyonunda Rus devrimci Mikhail Bakunin'i karşılayan iki kişiden biriydim. Diğeri Bakunin ile ortak arkadaşımız olan Adolf Vogt'tu. İki metreye yakın boyu ve iri cüssesi ile trenden inen Bakunin adeta bir devi andırıyordu. Çok yorgun ve hasta olan yaşlı kurtla beraber Adolf Vogt'un hemen şehrin dışındaki kır evine gittik. Akşam yemeğe davetliydik. Bakunin'in bavullarını üst kattaki odasına ben çıkardım. Bana çok yorgun olduğunu akşamki yemeğe kadar rahatsız edilmeden dinlenmek istediğini söyledi. Biz de yemeğe kadar Adolf Vogt ile taraçada puro içip Avrupa'da bir devrim ihtimali olup olmadığından söz ettik. Tabi ki bu konularda otorite Bakunin'di. Mutfaktan bayan Vogt'un pişirdiği enfes yemeklerin kokusu gelmeye başlamıştı bile; menüde kuzinede tütsülenmiş ringa balığı, reçelli sığır pastırması, tatlı olarak da yaban ahududulu tart ve tabi ki yanında da şarap vardı. Akşam çökmek üzereyken Bakunin eprimeye yüz tutmuş redingotu üzerinde olduğu halde aramıza katıldı. Dinlenince yüzüne kan gelmişti. Aynı soruyu kestirmeden ona da sorduk; ne olacak bu sosyalizmin hali? Şömineye yakın duran sallanan sandalyeye otururken gür sesiyle güçlü bir kahkaha attı, sonra da Avrupa'nın tüm hükümdarlarına imparatorlarına ana avrat dümdüz gitti. Küfür seli kesildikten sonra sakince konuşmaya başladı; "Artık 62 yaşındayım, devrimden devrime barikattan barikata koştum. Otoritenin, devletin kötülüklerini anlata anlata dilimde tüy bitti. Yeri geldi Marksla kavga ettim, yeri geldi sosyalist enternasyonalden kovuldum, yeri geldi hapsedildim inancımı yitirdim, yeri geldi içimdeki isyan ruhu yarın sabah devrim olacakmışcasına beni bir çocuk saflığıyla devrime inandırdı. Şu anki düşüncemi soruyorsanız, tüm bunların toplamı bir noktadayım!". Vogt purosundan bir fırt çekti ve sordu, "Ama hala umut var değil mi, daha bir kaç yıl önceki Paris komünü deneyimi bunu göstermiyor mu?" Ben de söze girdim, "Evet doğru, Paris deneyimi bizlerin yoluna bir ışık tuttu, tabi ki sonu hüzün ve gözyaşı oldu ama yine de eşsiz bir deneyimdi". Bakunin sakalını kaşırken bir yandan gözlerini kısmış derin düşüncelere dalmıştı. "Dostlarım bizler insanlığın ayağındaki daha çok da zihnindeki prangaları kırması için özgürlük tohumlarının tüm yeryüzüne saçılması için çok çalıştık. Ama efendiler bir şekilde biz kölelerin isyan ateşlerini söndürmeyi başardı. Paris'te olanlar mucizeydi ama sadece doksan küsur günlük bir mucize... Sonsuzluğu kucaklayacak, insanlığı ebediyen kölelikten kurtaracak fikirlere ve eylemlere ihtiyacımız var. Bizim yaktığımız küçük mum ışığı nasıl tüm insanlık evrenini aydınlatabilir ki? Bu ışığın tüm dünyayı kavuran bir yangına dönüştüğünü göremedim ama belki sizler veya torunlarınız buna muvaffak olacak." Vogt birkaç dakikadır ayağındaki terliği huzursuzca sallıyordu, belli ki araya girip belki de üstadı kıracak birşeyler sormak istiyordu ve beklenen oldu. "Peki hiç hatalarım oldu dediniz mi? Hapisteyken Rus Çar'ına yazdığınız maktup, gençliğinizdeki Slav milliyetçisi fikirleriniz, Naçayev ile yaşadıklarınız, Marksla olan kavganız?" Yıllar, o coşkun keskin sirke kıvamındaki Bakunin'i daha bilge daha kalender yapmıştı. "Evet" dedi, "Hatalarım oldu, hem de pek çok hata yaptım. Slav milliyetçiliğine olan meyilim tamamen gençlik heyecanıydı. Ama belki de şu an beni ben yapan tohumlardı bunlar. Unutmayın hayat sadece siyah ve beyazdan ibaret değil. Sınırsız bir ara renk skalası vardır ve kestirmeden gitme kolaycılığı bize hayatı doğrular veya yanlışlar diye yorumlama zorunluluğunu dayatır. Oysa ki yaşam çok daha renkli ve karmaşıktır. Çar'a yazdığım mektup ise yıllardır hapis hayatı yaşayan bir insanın ruh haliyle yazılmıştır. Geriye dönüp baktığımda mektupta kurduğum pek çok cümle hala kalbimi yaralar, hatta bazı sözlerim yaltaklanma boyutlarını bile aşmış olabilir ama görüldüğü gibi devamında yine ben bildiğimi okudum, Sibirya'daki sürgünden kaçtım ve asla yakalayamadığım devrimin peşinde bir ömür geçirdim. Çar'a şöyle yazdığımı hatırlıyorum: 'Karakterimde temel bir kusur vardı; düşsel olana, olağandışı, duyulmamış maceralara, sonsuz ufuk açan ve ucu bucağı belirsiz projelere duyduğum bir aşk...' " Yemek saati yaklaşıyordu. "Ya Naçayev?" diye üsteledim. "Böyle bir adam sizin gibi tecrübeli bir devrimciyi nasıl oldu da kendine çekebildi?." Bakunin acı acı tebessüm etti. "Naçayeeeev!" dedi iç geçirerek. "Belki de en büyük hatam bu oldu. Ruh hastası mertebesinde bir kaçık, benden bile tutkulu bir anarşist, ama devrim için cinayet işleyebilecek soğukkanlılıkta bir katil. Naçayev belki de devrimin anti tezi, devrim için yapılmaması gereken ne varsa yapan bir kullanma kılavuzu. Onu oku ve kesinlikle yaptıklarından uzak dur. Tabi benim yaptıklarımından da uzak durulması gerekenler var" diye gülmeye başladı Bakunin, güldükçe kahkahaları kartopu gibi büyüyüp bir öksürük nöbetine dönüştü. Yaklaşık 2 dakika kıpkırmızı öksürdü. Biraz su içirip sakinleştirdik. Kendine gelince konuşmaya devam etti. "Büyük bir kitap yazmak istedim. Onlarca kez yazmaya başlayıp yarım bıraktım, Marks'ın Kapital'ini çevirmeye başladım ve 300 ruble avans bile aldım ama yine Naçayev beni böyle 'boş' işlerle uğraşmamam konusunda ikna etti. Çeviri yarım kaldı. Eş dosttan binlerce ruble borç aldım, yalanlar söyledim, çoğunu geri ödemedim. Birçok örgüt kurdum dağıttım, birçoğu hiçbir zaman var olmadı. Olmayan örgütlere olmayan üyeler kaydettim, hayali birliklere başkanlık ettim. Olmayacak ülkelerde devrimci kalkışmalar örgütledim. Hayaperestliğim benim hem en büyük gücüm hem de en zayıf yanım oldu. Bunları hatırladıkça hala kalp sızısıyla gülerim. Ama şunu açık yüreklilikle söylemek isterim ki hepsi devrim içindi, hepsi insanlık ailesini özgür mutlu umutlu yarınlara ulaştırmak içindi, hepsi devlet denen kan emen asalaktan sonsuza kadar kurtulmak içindi. Ama başaramadım, olmadı." O dağ gibi adamın gözlerinde yaşlar birikmişti. İdealist, rantiye, sürgün, eylemci, yalancı, hayalperest, anarşist... Devrim çağının en büyük liderlerinden birini Mikhail Bakunin'i anlatan en iyi kelimeler bunlardı sanırım. "Marks'a kızgın mısınız?" diye sordum. Nemli gözlerini ceketinin yeni ile silerken "Kızgın değilim ama kırgınım." dedi. "Beni karalamak için herşeyi yaptı, arkamdan çevirmediği entrika kalmadı. Bunda benim hatalarım da etkili oldu mutlaka ama bunların hiçbirini hak etmedim. Marks büyük bir deha, iyi bir sosyalist ama o kahrolası devletinden vazgeçmeyen bir kıt akıllı aynı zamandan. Onun devriminde özgürlüğe yer yok, onun devriminde dans edemezsin, onun devriminde aşk yok tutku yok, hayat yok. Teori denen beş para etmez safsatalarla işçileri kandırıyor. Hayatın teorisi olmazken devrimin hiç olmaz. Kalın kalın kitaplar yazarak sosyalizmi bilimselleştirdiğini iddia ediyor. İşte bu bilimselliktir başımızın belası, işte o komünist monolitik partidir özgürlüklerin celladı. Nerede hiyerarşi orada tahakküm, nerede örgüt orada esaret, nerede devlet orada ölüm! Komünist Enternasyonal'den kovulduk. Oysa ki en az Marksçılar kadar güçlüydük orada, 1872'de Lahey'de bizi ihraç ettiler. Anarşistlerden korktukları için de apar topar örgütü New York'a taşıdılar. Birliğin ölümü yakındır beyler. Görünen köy kılavuz istemez." Bakunin'in son sözleri adeta bir kehanet içeriyordu. 1. Enternasyonal gerçekten de o yıl sonuna doğru dağıldı. Sohbetimize yemekte devam ettik, konu daha çok bayan Vogt'un nefis yemekleriydi. Bakunin iştahından hiç bir şey kaybetmemişti, tabağındaki her şeyi sildi süpürdü. Yemek sonrası kahvelerimizi içip biraz daha puro içtikten sonra odalarımıza dağıldık. Bu güzel geceden yaklaşık 20 gün sonra 3 Temmuz 1876'da Bakunin'in tabutu omuzlarımdaydı. Haziran sonuna doğru sağlığı daha da bozulan anarşist siyasetin en büyük ismi bizlere büyük bir düşünsel miras bırakarak bu dünyadan göçüp gitti. Mezarı başında benim de bir konuşma yapmam istendi. Konuşmam yedi kelimeden oluşuyordu; İdealist, rantiye, sürgün, eylemci, yalancı, hayalperest, anarşist... Hepsi bu. Yaşarken o çok küfrettiği tanrı ile karşılaşmış mıdır bilinmez ama karşılaşsa dahi bu sefer arkasından değil yüzüne karşı okkalı küfürler savurduğundan hiç kuşkum yok.
0 notes
Tahlil
Doktor bir süre tahlilere bakıyor ve diyor ki “içkiyi acilen bırakmalısın”. O akşam arkadaşlarla rakı içeceğimiz için yarın bırakarım diye düşünüyorum. Üstüne ultrason istiyor doktor, karaciğerimin tipine bakmak için herhalde. Sonuçta, ne yağlanma ne de büyüme çıkmayınca, ultrasoncu (ultrasonu yapan kişi, kesin özel bir adı da vardır ama ben bilmiyorum, araştırmak da istemedim) ateistler bunu açıklasın diyor gülerek ve ekliyor “sen yine de gaza gelip içmeye devam etme”. Küçük latifelere maruz kalıyor karaciğerim ve tercihlerim. Neyse, geri çıkıyorum doktara, doktor yine “içkiyi acilen bırakmalısın” repliğini kurunca, dejavü diyorum içimden, matrix de yine bir şeyler değişiyor, gülüyorum içten içten. Tıp dünyası, alkol ve sigara olmasa, teşhis koyamayacaklar galiba gibi aşağılık ve basit bir düşünce geçiyor aklımdan. Ama onlar da olmasa tıp olmazdı galiba diye de diretiyor beynim, sığ düşüncelerine. Elimi başımın üzerinde şöyle bi salıyorum ki göl üzerinde beliren sabah sisleri gibi dağıtayım diye. Verdiğim, edebi olmaya çalışan örneklerin de ayrıca içine tüküreyim diyorum ama oradan da bir tahlil sonucu çıkar diye vazgeçiyorum. Karaciğer tahlillerimde, kendi kişisel rekorlarımı egale ettiğim için gururla akciğerimin durumunu soruyorum. Sigarayı da acilen bırakmalıymışım cümlesini kulak arkası yapıp, masa üzerinde olan karaciğer filmimi de alıp, hastaneden rekortmen zafer edasıyla çıkıyorum ve bir sigara yakıyorum. O an,tıp dünyasını karşıma aldığım için tüm gözleri üzerimde gibi hissediyorum, “yazııık cıık cıık” sesleriyle birlikte. Sağa sola bakıp sinirli bir şekilde sert bir fırt çekip, sigaramı uzağa fırlatıyorum. Biryantinle yana yatırılmış, simsiyah saçlı ve deri ceketli, mahallenin bıçkın delikanlısı gibi hissediyorum kendimi. Eve dönüyorum. Buzdolabında kalan son bira aklıma geliyor. Lan daha yeni çıktım hastaneden, bir dur. Yok, olur mu hemen gelsin aklıma. Brokoli olsaydı aklıma gelir miydi acaba? Kendimi dizginliyorum. Bu akşam rakıdan sonra bir süre gireceğim alkol orucunu düşünüyorum. Kendime güvenmeyip tam giriş duvarına “sosyal içici olacağım vallahi” yeminini asıyorum. Sonrasına fark ediyorum ki kendime güveniyorum ama çevreme güvenmiyorum. Tam bu sırada, sosyal medyada gözüme çarpan “iki bira zihni açar” haberi aklıma geliyor. Sosyal medya yasasına göre, kendime yanıltıcı bilgiyi alenen yayıyor muyum düşüncesi beliriyor. Durduk yere, kendi kendimi yüzde doksan oranında daraltmanın bi manası yok fikrini benimseyip, o haberi aklımdan anında çıkarıyorum. Üstüme rahat bir şeyler giyip, tam televizyonu açacağım, sonraki hafta arkadaşlarla toplanacağımızı hatırlıyorum. İkilimde kalıyorum. Alkol orucuna devam etmek mi, sosyal içiciliğe hemen geçiş mi? Böyle cendereler arasında bunalıyorum Levent. Sence ne yapmalıyım?
Levent: Şimdiki zamana yaydığın, uzun girizgahlı, günlük tadındaki hikayeni benle paylaştığın için öncelikle teşekkür ederim. Ancak konu benim alanım değil ve ayrıca ne yapmalısın sorusuna cevap, anlattığın hikayendeki giriş bölümünde zaten verilmiş bence.
Volkan : Ne yani, Türkçe testlerindeki, yazar burada ne demek istemiş soruları gibi mi?
L: Hayır, Cevabı soruda gizli olan Türkçe test soruları gibi.
V-: Yani alkolü bırakmalıyım.
L: Yaaani.  
V: Ama hikaye sonunda asıl soruyu kaçırmana ne demeli!
L: Bilmem ne demeli?!
V: Şaşırtmacalı soru denebilir gibi.
L: Şaşırtmaca nerde?
V: Bilmem nerde?
L: Sende.
V: İçsel bir yolculuğuma çıkayım?
L: Biraz sabredeyim dedim ama yine küfür gözüktü gibi.
V: Dur hemen sinirlenme, yekten soruma cevap ver o zaman, A mı B mi?
L: C lan C, hatta E hepsi amk. Bak yine ağzımı bozdurdu yaaa.
V: Hepsi olursa işler karışır hacııııı.
L: Senin ağzını bir büzerim, tüm yukardaki soru ve sorunlarına derman olurum.
V: Yamanmışsın Levent. Ben kaçar.
1 note · View note
Hello Darkness My Old Friend
Tumblr media
Çok değerli dostum "21 Aralık 1849 günü, muhtemelen bir pazar sabahı, Kadıköy Moda iskelesinden Kurbağalı dereye doğru yürürken köşebaşındaki bir gazete bayiindeki gazetelere gözü takılan, dönemin önde gelen bulvar mecmualarından biri olan 'Anadan Üryan-ül Esvapsız'ın ilk sayfasını neredeyse tamamen kaplayan U-rus zevcesi Anna Nikolayevna'nın dev mabadı ile domaldığı resmin altında Anna'nın 'Osmanlı erkeklerini lıkır lıkır içmeye geliyorum ama bilinsin ki kolay lokma değilimdir, beni fırıncının küreğine bindirene gönlümü veririm' şeklindeki demecini hayretle okuyan, bu olağanüstü mühim haberin altında kalmış ve mini mini arapça harflerle yazılmış 'Ünlü U-rus neşriyatçı Dostoyevski yarın sabah namazıynan mahpus tutulduğu Sibirya'da yağlı ilmekte sallandırılacaktır. Dostoyevski'nin Çara hakaret ettiği ve U-rusluğu aşağıladığı iddia ediliyor' haberini okuyunca asfalyaları atan 'Ulan bıkmadınız gitti şu bilmem ne iddia ediliyor haberciliğinden. Yani şu üst haberdeki Anna o değirmen taşı gibi şeysiyle U-rusluğu yüceltiyor ama Dostoyevski hakir görüyor haa!' diye kendi kendine söylenip iyice sinirlenen, o sinirle ayağındaki terliklerle Kurbağalıdere'den Sibirya'ya doğru koşmaya başlayan, koşarken terlikler ayağından çıkmasın diye ayak parmaklarını önden çıkartıp iyice bükerek terlikleri ayağına nal gibi sabitleyen, Anadolu'da Kafkaslarda, Orta Asya'nın uçsuz bucaksız steplerinde, Van Gölünde, Hazar, Baykal, Balkaş Göllerinde, Ağrı Süphan Tendürek, Hindikuş Tanrı Dağlarında soluksuz yol alıp karnı iyice acıkınca 'Sibirya: 20 Km; Moskova: 7895 Km Geride' tabelesını görünce bir benzin istasyonunda sıcak bir Borş çorbası içip yola devam eden, 22 Aralık 1849 sabahı tam hoca ezana başlamadan 1 dakika evvel Dostoyevski beyaz idamlıkları ile elleri arkadan bağlı vaziyette darağacına çıkarken tekmeyi vurup  avlunun kapısını kıran 'Noluyo lan burada?' diyerek mekan basan kabadayı edasıyla Çar'ın idam mangasını sindiren 'Size Anna'nın selamını getirdim, ha bu arada adamı bırakın gitsin!' diyen, manga komutanının 'Çara hakaret etti, U-rus halkı bu kadar buğday yemese çarlığı çoktan yıkmıştı dedi. Yani hem ekmeği hem U-rusluğu aşağıladı!' demesi üzerine Dostoyevski 'Abi bunları twitterda kuzenim yazmış, benim haberim yok ekmek musaf çarpsın!' deyince 'Ulan demek bu devirde de kuzenim yazmış masalı varmış, neyse Dosto sen git kitaplarını yazmaya devam et koçum, ama kumardan uzak dur, Narodnikleri falan örgütle, nihilist Turgenyev'e selam söyle, komutan sen de tutanağı tut, Çar affeti falan yaz işte, hadi dağılın' deyip Dostoyevski'yi kurtaran ama tarihçilerin bundan haberi olmaması için işte Çar'ın ulağı geldi de işte yüce gönüllü Çar'ın inayetleri ile suçlu affedildi falan söylentisini yayan, mahkum sanatçıların hamisi, Topkapı sarayında hasbahçede herkesin gözü önünde ibrikle leğende Kanuni Sultan Süleyman'a ayaklarını yıkatabilecek karizması olan, eğer bilgeliğin ete kemiğe bürünüp insan olsaydı, ver abi elini öpeyim, beni yont beni cehalet karanlığından çıkar kurbanın olam diye yalvaracağı yegane insan" Volkan.
Mantık evliliği maarif takvimine göre; "Eğer eşini aldatmamayı aklının ucundan bile geçirmemeyi düşünmezlik etmezsen, bil ki dünyadaki en mutsuz insanlardan hiçbiri mutsuzluğu senden daha az hak ediyor olamaz" yılıydı.
O yıllarda Moskova barosuna bağlı genç bir avukattım. Mahkemeler Stalin'in halk düşmanı ilan ettiği eski Bolşeviklerin dava dosyaları ile dolup taşmıştı. Bir gün büroda otururken kapı açıldı ve içeri iyi giyimli saçları briyantinli, ayakkabılarında parlak iskarpin olan iki kişi girdi. Masama bir dosya bıraktılar. Benden dosyadaki şüphelinin (ki o yıllarda şüpheli demek dümdüz suçlu demekti) avukatı olmamı istediler. Kendilerine kim olduklarını ne cüretle büroma gelip bana emreder gibi böyle bir şey istediklerini sordum. Adamlardan bir kalın paltosunun altından yalnızca istihbarat polislerinin taşıdığı türden bir tabanca olan 9 milimetrelik Makarow'u gösterdi. Durumu anlamıştım. Adamlar NKVD'dendi. Hemen yelkenleri suya indirip nasıl yardımcı olabileceğimi sordum. Dosyadaki kişiyi görmemiştim daha. Dosyanın kapağını açmamla donakalmam bir oldu. Yargılanan kişi Lev Troçki idi. Gulp... Troçki Meksika'da sürgündeydi ve ünlü sanatçı Diego Riviera'nın evinde Diego'nun karısı meşhur Frida Kahlo ile kırıştırıyordu gıyaben de yargılanıyordu. İyi de neden ben? Şu an Moskova'daki gösteri mahkemelerinde yargılanan Bolşevikleri Stalin mezara göndermek için and içmişti. Batıya şirin görünmek için herşeyi hukuka uygunmuş gibi gösteriyordu. Şimdiden idam olacakları neredeyse kesin binlerce insanın tabi ki birer avukatı vardı. Şansıma bana da Troçki düşmüştü. Bu iş beni de tabuta koyabilirdi. Adamlara dosyayı kabul ettiğimi (istersen etme) gerekeni yapacağımı söyledim. ilk duruşma diğer haftaydı ve hazırlanmak için pek vaktim olmayacaktı. Dosyayı inceleyince dönemin ceberrut Moskova başsavcısı Vişinski'nin iddianamede Troçki'ye nasıl da verip veriştirdiğini gördüm. Ana bacı dümdüz gitmişti, tabi hukuki bir dille. Troçki, Sovyetler Birliğini yıkmak için bir örgüt kurmakla ve bu örgütün lideri olarak yurtdışından da olsa içerideki örgüt mensupları ile yasadışı faaliyetler düzenlemekle suçlanıyordu. En önemli suçlamalardan biri Stalin'in en yakın adamlarından biri olan Sergey Kirov'un 1 Aralık 1934'te öldürülmesinden sorumlu tutulmasıydı. Ben ne bok yiyecektim şimdi? Böyle bıldırcın gibi civciv misali yumurtadan yeni çıkmış bir avukat olarak SSBC'nin FETÖ'sünü veya teşbihte hata olmaz Öcalan'ını nasıl savunacaktım? Sıkı bir savunma yaparak bir taşla iki kuş vurmaya karar verdim. Savunmamın gücü, hem Batı dünyasındaki 'SSCB siyasi suçluları sahte mahkemelerde yargılıyor' algısını değiştirecek hem de bu algının değişimine yaptığım katkı devlet tarafından taltif edilecek en azından öldürülmeyecektim. Bir hafta boyunca uykusuz aç biilaç savunmamı yazdım. 'Sayın yargıç Lev Troçki işinde gücünde, halis munis vatanına milletine Stalin'ine bağlı, etliye sütlüye karışmayaaaağn...'. Peeh böyle savunma mı olur? Bir de mahkemeye kedi severken bir fotağrafını sunayım da insancıllığı ispatlansın. Adam Kızılorduyu kurmuş, devrim (belki de darbe) yapan kadronun çekirdeğinde birisi. Bir Kılıçdaroğlu imajı çizmem çok komik olurdu. Bir hafta çalıştım. Yazdım yazdım sildim yırttım attım. En optimum sertlikte hem baştaki Reis'i kızdırmayacak hem de çok yumuşak olmayan bir savunma yazdım. Bu bir haftalık süreçte bir yandan da vasiyetimi yazdım. Çünkü ne derler 'intikam almak istiyorsan iki mezar kaz'. Çünkü devlet intikam peşindeydi ve benim için de paralel bir mezar kazıldığını içten içe hissediyordum. Duruşma günü çok heyecanlıydım, en temiz redingotumu giydim. İçimden 'Ulan Lev, sen şimdi tatlı Meksika güneşinin altında Frida ile tekilanı yudumlarken ben senin için Moskova soğuğunda terliyorum' dedim. Savcı Vişinski'yi çok duymama rağmen ilk defa görüyordum. Ben tabi boşanma ve miras davalarından başka işlerle uğraşmıyordum, nasıl görecektim siyasi savcı Vişinski'yi? Savcı, dosyadaki iddiaları ağzından tükürükler, gözlerinden alevler saçarak okudu. 'Şüphelinin idamını talep ediyorum sayın yargıç!' diyerek sözlerini tamamladı. Dönemin en kudretli kişilerinden, Leninle beraber devrimin önde gelen iki isminden biri olan Troçki, şimdi devleti yıkmak, Stalin'i öldürmek isteyen bir örgütün lideri, bir halk düşmanı şüphelisi olarak yargılanıyordu. SSCB'de herşey olabilirdin ama eski devrimci bir Bolşevik olamazdın artık, bazı istisnalar dışından tabi. Yargıç 'söz şimdi savunmanın' dedi mekanik bir sesle. Ben tam g.t korkusuyla 'Asın şu deyyusu sayın yargıç SSCB'nin selahiyeti devrimin bekaası için!' diye adeta bir MHP'li gibi haykıracakken kendimi tutup yusuf yusuf bir vaziyette tane tane savunmamı okudum. Savunmamı 1 aralık 1934'te Kirov öldürüldüğünde Troçki'nin zaten Fransa'da sürgünde olduğundan, böyle bir cinayeti organize etmesinin imkansızlığını üzerine inşa ettim. En can alıcı noktaya gelince bir an duraksadım. Sonra derin bir nefes alıp şöyle devam ettim 'Vakti zamanında yoldaş Lenin yoldaş Stalin ve yoldaş Troçki aynı yoldan yürüdüler. Üçü çok iyi arkadaşlardı, 1917'de yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi. Bu küskünlük bitsin artık dön be anayurduna keçi sakallım, John Lennon gözlüklüm!'. O anda salonda zaman durmuştu sanki, tüm gözler üzerimdeydi. Arka planda mezarımı kazan küskünün hars hars diye sesini duyabiliyordum. Vişinski'nin nefretle bana baktığını gördüm. O anda kapı açıldı, içeri iki NKVD ajanı girdi, koluma girip bana 'Sayın avukat, çişiniz gelmiştir, sizi tuvalete götürelim izninizle!' dediler. Sonumun geldiğini anlamıştım, direndim ama nafileydi! Ajanların arasında kapıya doğru yürüken bir an için durdum ve var gücümle bağırdım 'Yaşasın anarşizm, kahrolsun devlet, kahrolsun otorite, yaşasın özgürlük!' Bu benim kamuya açık son sözlerim oldu. Sonra beni ne gören ne duyan oldu. Hatırladığım son şey karanlık bir bodruma dizlerimin üstünde kanlar içinde sürüklenirken dudaklarımdan dökülen Simon&Garfunkel'in şu şarkısının sözleriydi paşam; "Hello darkness my old friend, I've come to talk with you again..."
0 notes
Text
Hangover
Tevfik’le sohbetleri sırasında onun ney çalma isteğini, Ara ile konuşurken onun fotoğraf çekme yeteneğini ortaya çıkaran,Oğuz’la boğaza karşı rakı içerken onun karikatürist olmasını sağlayan, İlhan Koman’a heykeltıraşlığı ve matematiği sevdiren, Nuri Bilge ile film izlerken onun yönetmen kimliğini ortaya çıkaran, Attila İlhan’a şiiri sevdiren, İlber’e tarih oku çocuk deyip onu ünlü bir tarihçi yapan, Bedri’ye sende çizim yeteneği var diyen, kızım sendeki ses olağan üstü deyip Müzeyyen’i ses sanatçısı yapan; Buda’yı düşünmeye zorlayıp senelerce bağdaş kurup oturmasını sağlayan; kayaya saplanmış kimsenin çıkaramayacağı düşünülen ekskaliburu yerinden rahatça çıkarıp Arthur’a veren; Amundsen’i kutup noktasında bekleyip ilk tebrik eden; yeteri kadar uzun bir tahta ile dünyayı yerinden oynatan ve Atlas’ı azat eden; bismillah deyip, sağ ayağıyla marsa ilk adımı atıp, benim için büyük bir adım oldu valla siz insanlığı bilemeyeceğim diyerek tüm uzay dairelerini kendisine hayran bırakan; Elon Musk’ın aklını Sauron’un gözü gibi çakır gözleri ile bir bakışta alan; N boyutlu uzay geometrisine NE boyutlar getirerek insanlığın dimağını allak bullak eden; kök hücreden insan yapabilme yeteneği olan; bir kutu civayı içip tekrar idrar yoluyla atabilecek, plutonyumla uyun hamuru gibi oynayabilecek, yarılanma süresine destek vermek için maddelerin atomlarını bıçakla ikiye kesebilecek, uranyum ile duş alabilecek, sezyumun sezgilerime iyi geliyor diye ekmek arası yiyebilecek , sıvı nitrojenle dolu havuza girebilecek, bütün asitleri içip midesinde bazik haline getirip geri kusabilecek; kadim ve sevgili dostum Levent.
Her gece yeminler ediyorum bu kadar da içilmez yaaa yıllarıydı. İşte bu yıllarda, valla biraz yanlarım ağrıyoru, beynimde filler sikişiyor geçiyordu. Saatler, aslında bir bira içersem toparlara takılmıştı. Ama hep biraz uzansam kendime gelirimden öteye geçemiyordu. Bira kutularında prangalar eskiyordu ve okula gidilecek pazar akşamı kasveti vardı havada. Kendine yüklenme Volkan’lı cümleler, alkolden flu gözüküyor, sigara dumanında gözler yaşlanıyordu. Yaşım gözlerimden önce yaşlanmış, “kendime biraz mola verdim” arası vereli bir seneden fazla olmuştu. Nasıl bir aralıktı bu içinden koca bir hayat geçmişti gibiydi, kapatmak lazımdı cereyan yapıyordu. Pişmalıkla harmanlanmış ve bir kamyon dolusu dayak yemiş hisli uyanmaları bırakıp, bana kalbin kadar temiz bu blogda, beyaz sayfa ayırdığın için teşekkür ederimli başlangıçlar yaparak güne başlanabilirdi. Üstüme bir türlü tam oturmayan bir halsizlik ve durgunluğu da askıdan alıp, çıkıp gitmek vardı da olmuyordu. Kapılar için çat kapı geller vardı da çat kapı gitler yoktu. Sağlam kafa vardı da sağlam vücuda mı koymadıklı isyanlar yaşanıyordu, özlüsözler ve arabesk duygular arasında. Tek çare, suda eriyenli her vitaminin bir kapsüle hapsedildiği bardaklardı, üstüne mirallerin gaza getirildiği sular içilmesiydi. Beyin ve karaciğer arasında yaşanan benim halim daha beter yarışmasının sonuçları açıklanacaktı reklamlardan hemen sonra. Oylar sms yoluyla toplanmaktaydı. Gözlerde biriken kan çanakları el emeğiydi ve dizlerde biriken laktik asitlere ev sahipliği yapmıyorlardı. Bin belamı versinler, vallahi bir daha olmayacaklar da yoruyordu be Levent.
1 note · View note
Text
Emprovize
Prelude: Odaya girdiğimde muhabbet kuşu ile anlamadığım bir dilde sohbet ediyordu.
Levent: Merhaba paşam, napıyorsun?
Volkan: Bıcırık'a Çince deyimler öğretiyorum. Evet nerede kalmıştık Bıcırık?
Bıcırık: 黑色的水落在我的脚上
Volkan: Aferin oğluma...
Levent: Bıcırık'a Çince deyimler mi öğretiyorsun?
Volkan: Evet, şimdiden "ayaklarıma kara sular indi"'yi Mandarin aksanıyla söyleyebiliyor. Birazdan "etekleri zil çalıyor"'a geçicez.
Levent: Yalnız bunlar Türkçe deyimler gibime geldi.
Volkan: Ne yani bir Çinli'nin etekleri zil çalamaz mı, ayaklarına kara sular inemez mi, ha söyle?
Levent: Ne bileyim, şimdi sen böyle deyince mantıklı geldi bir anda. Peki 3 tunç tas has hoş hoşaf olur mu?
Volkan: Olur ama o tekerleme. Deyim ne bilmiyon, tekerleme ne bilmiyon. Nasıl geçtin sen Türkçe dersini okulda?
Levent: Normalde 45'le geçiyordum, ikinci dönem hoca kanaat kullandı kaldım.
Volkan: Nasıl kanaat kullandı, kanaati neydi?
Levent: Kanaati, bundan bir cacık olmaz verin bu deyyusu sanayiye şeklindeydi.
Volkan: Deyyus mu?
Levent: Evet, çok severdi beni kendisi, ehe ehe...
Volkan: Peki sen ne yaptın?
Levent: Tibet'e gittim! 
Volkan: Aferim, insan bazen inzivaya çekilmeli, düşünmeli, tefekkür etmeli. Okul her şey değil tabi. Kaç yıl kaldın Tibet'te?
Levent: 7 gün.
Volkan: 7 gün mü? 7 yıl olmasın o? İyi düşün.
Levent: Valla 7 gün.
Volkan: Ateş almaya mı gittin oğlum oraya kadar?
Levent: Yok be oğlum halamlar yaşıyor orda. Eniştem bir budist tapınağında hademe. Haziranda tapınaklar tatil olunca o da izne çıktı, çağırdılar gezdim 1 hafta oralarda.
Volkan: İnziva falan yok yani?
Levent: Ne o bilmiyorum ben onu, bir kağıda yaz da gogulda aratayım.
Volkan: Tamam canım sen yorma bünyeni. Bu arada senin yüzüne ne oldu?
Levent: Noolmuş?
Volkan: İşte ben de onu soruyorum, böyle tövbe estağfurullah...
Levent: Ha o mu, "abisine söylemiş".
Volkan: Kim söylemiş?
Levent: Bizim bir arkadaş.
Volkan: Neyi söylemiş?
Levent: Benim bağzı sözlerimi.
Volkan: Arkadaşın kim?
Levent: Hakkı abi.
Volkan: Eee dayağı niye sen yedin?
Levent: Hakkı abi devamlı sohbet aralarında pat diye "Sonra dedim ki karıya sen bana yaramazsın!" diyordu. Ben de "abi öyle deme yenge de erik gibi hani kütür kütür" dedim bir gün. O da gitmiş kızın abisine "biz senin kardeşinle sevişiyoruz, ama şu labunya da senin bacını can eriğine benzetti" deyince hapı yuttum. Gerçi kızın abisi önce tek çıktı karşıma, dedi böyle böyle, çok fazla önemsemedim ama o yapayalnız 1 kişicik insan aniden 5 kişi oldu.
Volkan: Geçmiş olsun. Demek ki neymiş?
Levent: Arkadaşının sevgilisine erik demek büyük yanılgıymış.
Volkan: Başka?
Levent: Bayramlarda büyüklerin elleri öpülmeli, küçüklere bir kaç cent harçlık verilmeli.
Volkan: Seni neyle dövmüşlerdi?
Levent: Demir borularla, ama sadece kafama kafama vurdular, vücudumu iyi savundum.
Volkan: Anlıyorum. Ne yazıyorsun sen öyle not defterine?
Levent: Cima esnasında zevcesinin kulağına ayıp şeyler fısıldamak isteyenlere çeşitli öneriler yazıyorum.
Volkan: Duymak isterim.
Levent: Büyüklerin karşısında bacak bacak üstüne atmak, otobüste yaşlılara yer vermemek, cenazede gülmek, ,sağ elle taharetlenmek  ayrıcaa..
Volkan: Bu kadar kafi. ilk 6 ay anne sütü şart.
Levent: Ne dedin? 
Volkan: Yok bir şey. Sen kalkıyordun galiba. 
Levent: Yoo ama giderim istersen.
Volkan: Hem de çok.
Levent: Öbür gün felsefe sınavım var, beni çalıştırır mısın?
Volkan: Aslında pek vaktim yo...
Levent: Ululardan ulusun.
Volkan: Hay Bin Yakzan...
0 notes
Text
sen bana yaramazsın
Hakkı ağabey vardı. Arkadaşlarla sohbet ederken, bir suskunluk olunca, “sonra dedim ki karıya, sen bana yaramazsın” diye bir replikle başlardı, ortamdaki tüm kafalar ona dönerdi ve sonra devam ederdi, “Sevmiştik oysa birbirimizi ama bunu gitmiş abisine söylemiş, abisi geldi iki kişiyle, sonra bu üç kişi beni bir dövdü, ağzım burnum kan içinde yerdeyim, kafamı hafifçe kaldırıp ama kardeşin de beni zikmişti, sonra dost olduk abisiyle” diye bitirir ve sigarasında bir fırt çekerdi sanki hiçbir şey anlatmamış gibi. Sürekli yapardı bunu ve ortamdaki herkes ilk dinliyormuş gibi dinlerdi. Uzunca yıllar böyle gitti. Bir gün, suratında morluklar yara izleri falan, denk geldik sokakta. “Abisine söyledi” dedi. O zamandan sonra bu da bir klasik haline gelmişti. Dayak yiyen, düşen, kafasını bir yer çarpan, üzülen gelip “abisine söylemiş” derdi. Bak şimdi aklıma geldi. Bir gün sokakta iki çingene bebesi (çingene demek ırkçılık mı oluyor hiçbir fikrim yok bu arada) yanıma gelip kelebek çıkarttı ve tehditkar gözlerle baktılar bana. Kulaklarına eğilip, Hakkı ağabeyi çağırmayayım buraya demiştim, çocuklar uzaklaşmıştı. Resmen; sınavda risk nedir sorusuna, boş kağıt verip, işte risk budur hikayesini yaşamıştım, büyük risk alarak. Sonra koşarak oradan uzaklaştım, kim la bu Hakkı sorusunun cevabı netleşinceye kadar. Geçen sene içsel ölümümde ise ne abisine söylemişti ne de dost kalabilmiştik. Sanki Hakkı ağabey de ölmüştü, bir daha karşıma çıkmadı, sohbet suskunluklarını bölen cümleleri de gelmedi. Bir fırt sigara çekme kaldı geriye.
1 note · View note
Text
Anlamsızlığa Övgü
Tumblr media
Pek değerli dostum "Ortaçağ'ın en karanlık günlerinde bir derebeyin şatosunda timsahlı hendekte nöbet tutmak yerine veya uçsuz bucaksız tarlalarda serflik yapacağına ilimle irfanla matematikle uğraşan, dönemin Fransası'nda tahta kulübesinde kaz tüyü kalemle mum ışığında ders çalışan Fermat'ın yanına varıp 'Sen de Ortaçağ'dan sıkılmadın mı Piyer, sanki koca dünyada hiçbir şey olmuyormuşçasına geçen yüzlerce yıldan, bitmek bilmeyen kılıçlı kalkanlı gürzlü meydan savaşlarından, güvercinle haberleşmelerden, koskoca imparatorluklar kağıttan kuleler misali yıkılırken sıradan insanların bunu ancak vergi toplayan tiplerin değişimden fark etmelerinden, ha sıkılmadın mı bunlardan?' diye soran, Fermat'ın 'Yoo mis gibi çağ işte abi, nüfus az, doğamız temiz, kapağı bir şatoya attın mı ömür boyu derebeyin ekmeğini yersin, tamam cadı falan yakılıyor, biraz yavaş ilerliyor herşey, bilgi yavaş yayılıyor falan ama o da çok dert değil. Mesela Osmanlılar İstanbul'u almışlar 200 yıl olmuş, ben geçen çarşamba öğrendim. Pazar günü de KPSS'ye giricem kesin güncel bilgi diye sorarlar bunu. Ayrıca feodalizm desen insanlığın vardığı son nokta, daha iyi bir sistem gelmez bence, kapitalizm mapitalizm diye birşey sayıklıyorlar bizim kahvede çocuklar ama tutmaz bence, neymiş artık feodal beyin emrinde değil, fabrika denen yerlerde kapitalist beyin emrinde çalışacakmışız, kılıç kuşanıp kalkan giyen akşama kadar at sırtından inmeyen adamlar tulum giyip manüfaktürlere doluşacak akşama kadar da somun sıkacakmış, yav hiç olur mu öyle şey allasen?' demesi üzerine 'Maalesef kahvedeki söylentiler gerçek Piyer, bu kadarla da kalmayacak, kapitalizm g.tünüzdeki dona kadar alacak. Pelerinin yerini kravat, şatoların yerini plazalar, bütün tavuğu elle yerken kahkahalar eşliğinde hancıdan biraz daha şarap ve "kadın" istediğin hanların yerini Starbuckslar, Kahve Dünyaları, Çiğ Köfteciler, dönerciler alacak, derebeyin prangalarının yerini ticaret özgürlüğü denen yeni kölelik düzeni alacak, bu arada ne çalışıyorsun sen, önüne elma portakal dilimlemişsin öyle' diyerek Fermat'ı gelecekten haberdar ederken bir yandan da muhabbeti hızla o ana odaklayan, Fermat'ın 'Yarın kesirlerden sınavım var ona çalışıyorum, hoca test yapacak, ilk dönem bıraktı allahsız, sabah da erken kalkıp çalışıcam ,yarın inek bir kız var onun çaprazına oturucam, ordan da gelsin kopyalar' demesi üzerine 'Oğlum sen Piyer de Fermat değil misin, hani şu meşhur matematikçi, gelecek nesillere kanıtlaması yüzyıllar süren boru gibi teoremler bırakan' diye şaşıran, Fermat 'Evet de Fransa'da köylerde her iki kişiden biri Piyer'dir zaten, sizde köyün yarısının Ahmet yarısının Mehmet olması misali, hem senin dediğin amcamın oğlu olur, o da daha bu sene Fen lisesine yazıldı!' deyince 'Lan oğlum siz aşiret misiniz böyle tüm Fransa'yı sarmışsınız. Neyse seni ben çalıştırıcam.' deyip Piyer'i kesirler çalıştıran akabinde Piyer'in defterinin kenarına "n>2 ve n€N olmak üzere x^n + y^n = z^n eşitliğini sağlayan hiçbir x,y,z pozitif tamsayısı yoktur. Haa bunun kanıtını biliyorum ama şimdi Piyeri kesirler çalıştırıyorum, yoksa yazacak yerim bol" diye not düşen,o meşhur teoremi Fen Liseli Piyer'e değil de endüstri Meslek Liseli, verilenle yetinen, kanaatkar, muhafazakar ortaçağperver Piyer'e mal eden, aynı nehirde iki kere yıkanarak Herakleitos'u göt etmiş, bilmediği şeylerden oluşan kümenin boş küme olduğu kişi" Volkan.
Lenin'in "Parlamento burjuvazinin ahırıdır" demesi üzerine tüm dünya ülkelerinde halkın meclislerin önüne balya balya samanlar, torba torba büyükbaş hayvan yemleri, kilo kilo küspe yığdığı, hatta yenen kavun  karpuzların kabuklarının, mısır, elma, armut  koçanlarının leğenlere doğranıp meclis başkanlıklarına teslim edildiği, ejder meyveli smoothy yemekten mideleri yanan gastritleri azan mebusların, halkın kendilerine bahşettiği besinleri yiyerek şifa bulduğu, tarım ve hayvancılığın demokratik idarelerin işleyişine tarihte hiç olmadığı kadar yön verdiği, fosfatlı gübre tadında yıllardı.
Birinci Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun hatta tüm dünyanın sanatsal kabesi Viyana'ya gelmiştim. Amacım, etamin kumaşa işlediğim çiçek böcek motiflerini Avusturyalılar'a tanıtmak, etamin işçiliği sanatını Avrupa'ya sevdirmek, bir kaç parça şey satarak da yolumu bulmaktı. Bunun için de önce büyük sanatçıların getir götürünü yaparak geçimimi sağlamam gerekiyordu. Viyana Post gazestesi iş ilanları sayfasında müzikten anlamayan müzisyen yardımcısı ilanını gördüm. Bu garip ilan ilgimi çekti ve hemen ilandaki adrese gitmeye karar verdim. Gazetedeki adrese geldiğimde kapısında "Arnold Franz Walter Schönberg Müzik Evi - Melodi Bu Kapıdan Giremez" yazan taş bir ev beni karşıladı. Bir müzik evinin bu iddiada olması hayli garibime gitti. İçeri girdiğimde karanlık bir odanın taa dip köşesinde koskoca bir kuyruklu piyanoyu tıngırdatan bir adam gördüm. Arkası bana dönüktü. Çaldığı şeye kulak kabarttım, artarda rastgele çalınan nota yığınları gibi geldi kulağıma, çalmayı bilmiyor herhalde diye düşündüm. Bir anda "İşte gerçek müzik bu!" dedi arkası dönük kambur ve karanlık silüet. "Af edersiniz ama çaldıklarınıza bir anlam veremedim" dedim. Ağır ağır ayağa kalktı. "Anlam!" dedi bir şiirin ilk cümlesine tumturaklı bir giriş yapan ilkokul öğrencisi edasıyla. "İşte insanlığın sırtındaki büyük yük! Ne büyük bir cenderedir o, ne büyük bir mengene. Bir idamlığın boynundaki yağlı ip belki de. Onu aşınca açılacak önümüze özgürlüğün iki kanatlı kapıları zubuff diye. Müzikte de melodi veya tondur ayaklardaki pranga. Kırıp attım onları. Bak dinle dedi". Ve bir şey çalmaya başladı, şey diyorum çünkü çaldığı tam olarak bir ŞEYdi. Armonisiz,ezgisiz, melodisiz bir şey. Yaklaşık 15 dakika onu dinledim. "Nasıl?" dedi bitirince. Hiçbir şey anlamamıştım. "Pierrot Lunaire koydum bunun adını" dedi kedisine isim veren bir hayvansever gibi. "Neden düşmansınız melodiye, armoniye veya genel olarak anlama?" diye sordum. Biraz düşündü kafasını kaşıdı, sonra odanın duvarlarındaki resimleri göstererek "Bak resim sanatı da bu yolda ilerliyor, en anlamsız resimler portreler elma armut kabak resimleri veya düz doğa resimleridir. Herşey nettir çünkü onlarda. Bu saçmalık değil mi, söylesene! diye yükseldi sanki tüm bunların sorumlusu benmişim gibi. "Bi-bi bimiyorum" diye kekeledim, "ben sadece ilanınız için gelmiştim, müzikten de pek anlamam. Öne doğru bir iki adım attı, odanın karanlığı ile aydınlığın buluştuğu çizgide durdu, o anda kel kafası hafifçe parıldadı. "Ben de öyle istedim zaten, müzikten anlamasın derken geleneksel ton sistemi zırvalıkları ile hemhal olmasın istedim. Boş bir defter gibi olmalı aradığım kişi. Onu ben yazmalıyım. Sana 12’li nota sistemini öğreteceğim. Bıktım artık şu merdiven şarkılardan, ilk iki notasından 100. notasının ne olacağı kabak gibi belli parçalardan, beni şaşırtmayan şeye ben sana demem, öyle sanata ben tükürürüm" demesiyle İ. Melih Gökçek'e selam çakması bir oldu. Bende şafak atmaya başlamıştı. "İyi de sanatta anlamsızlığı bu kadar övüyorsunuz da yarın öbür gün sanat galerileri boş A4 kağıdını veya kullanılmış prezavatifi çerçeveleyip sanat diye bizlere çaktıklarında bunların önünde 2 saat hmm hmm diye düşünüyormuş gibi mi yapalım yoksa yekten siktiri çekelim mi hocam?" diye allah ne verdiyse sordum. Uzun süre düşündü, piyanosunun tuşları ile oynadı, çekmeceden bir yoyo çıkarıp aşağı yukarı bir iki saldı çekti. "İlkokulu nerede okudun?" diye sordu ansızın. "Muğla/ Ula Atatürk İlkokulu B şubesi" dedim koftiden bir gururla. "Ne çaldırdılar size müzik derslerinde peki?". Eyvah dedim kendi kendime, beni fena sıkıştırdı. "Flüt çaldık" dedim mahçup. Yüzü aydınlandı "Helvacıoğlu marka mı?" dedi heyacanla. "Evet" dedim "Helvacıoğlu, hatta maviydi rendi, ama kaybettim sonra."dedim hüzünle. Gözlerinde iri iri yaşlar birikmeye başladı. Odanın uzak köşesinde duran masanın en alt çekmecesini açtı, içinden mavi bir flüt çıkardı, yanıma gelip bana uzattı, tek deliği olan tarafını çevirdim, selo bantla bantlanmış kağıdın üstünde adımı görünce gözlerime inanamadım. Bu imkansız! Benim flütümdü bu. Birbirimize sarılıp ağlamaya başladık. "Bakma böyle sanatsal nobranlıklarıma, böbürlenmelerime, anlamsallığa melodiye bindirmelerime" dedi burnunu çekerken "Flüt candır, mandolin de öyle, ha bu arada işe alındın" dedi sırtımı sıvazlarken. O günden sonra o flütü nereden nasıl bulduğunu asla soramadım Shönberg'e, o da bana hergün mırıldandığım Ebru Gündeş şarkısının adını sormadı. İyi ki de sormadı paşam. Üstada bu güzide eserin adı Demir Attım Yalnızlığa diyemezdim ağzım dilim lal olurdu. (FİN)
0 notes